Ali Bektan - Türkler Ve Uzaylı Ataları
August 29, 2017 | Author: AtakaganCan | Category: N/A
Short Description
Türkler'in varoluş ve uygarlık tarihi; bazı Batılı ve Arap tarihçiler ve bunlara uyan tarihçi ve araştırmacı ünvanlı...
Description
TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI İÇİNDEKİLER Önsöz.........................................9 Tarihten Önceki Uçaklar...........................11 Çin Kayıtlanndaki Havacılık Bilgileri.................12 Hint Destanlanndaki Uçaklar ve Havacılık Bilgileri ......13 Antik Çağda Uzay Bilgileri ve Astronomi..............16 Güneş Hakkındaki Bilgiler.........................19 Samanyolundaki Gezegenler Hakkındaki Gerçekler ......20 Eskilerin Yıldızlar ve Uzay Hakkındaki Çalışmaları......24 Antik Çağlarda Coğrafya Bilgileri....................27 Elektrik Kullanan Atalarımız........................27 Anavatan Kıta Mu, İnsanlığın İlk Büyük Uygarlığı.......31 James Churcward Mu'yu Anlatıyor I: .................35 James Churcward Mu'yu Anlatıyor II:.................46 Mısırlıların Ölüler Kitabında Mu Konusu ..............49 Uygurlarla Mu Kıtası Arasındaki Bağlantılar............50 Mu'daki Dinin Dünyaya Etkisi......................52 Kur'an-ı Kerîm'de Yok Olan Milletler.................56 Tek Tanrı İnancında Ra'nın Anlamı...................56 Mu'nun Batışı...............'....................57 Sıcak Dumandan Yaratılış..........................59 Çamurdan Yaratılış ...............................60 Türkler'in Ortaasya'da Ortaya Çıkışları ve Mu Kıtası İle Bağlantılar...........................62 Atatürk Kayıp Kıta Mu'yu Neden Arattı...............68 Türklerin Genleri Hititlerden Miras Kaldı..............73 Türklerdeki Ya-Da Taşının Sırrı......................76 Altay Efsanelerinde Yer Alan Uzaylılar................80 Türk Mitolojisinde Tek Tanrı İnancı ..................83 Göç Destanı, Gökyüzünden Gelen Destek..............85 Türklerde Bozkurt Olayı...........................87 Türk Efsanelerinde Tufan Olayı .....................89 Bozkurt Neyi Simgeliyor...........................92 Efsanelerdeki Uzaylı İnsanlar.......................93 Türk Mitolojilerine Göre Uzaydan Gelen Atalarımız......96 Almanlar'la Aramızdaki Benzerlikler Almanlar'da Sümerlerin Soyundan mı Geliyorlar ..................98 Aldebaran "7 Süreyyayı Takip Eden"................101 5 1946-1947 Kışında Amiral Byrd'un Güney Kutbu Operasyonu.........................103 Ağrı Dağında Almanların Bulduğu Ufo...............105 Almanların Ufo Çalışmaları ve Uzaya Gönderilen Gemi..........................107 Haunebu Tipi Uçan Daireler.......................108 Uzaya Gemi Gönderildi mi?.......................108 Binlerce Yıl Öncesinin Tek Tanrıcı Dini Mısır'da.......110 Geçmiş Uygarlıklarda Kalp Nakli Ameliyatları.........116 Aztekler Mu Kıta'sından mı Geldiler?................117 Osiris Olayı Nedir...............................120 Baavi Gezegeninden Gelenler Asya'ya İndiler .........123 Gobi Denizinin Venüslü Ziyaretçileri ................126 Orta Amerika Uygarlıklarında Bulunan İlginç Eserler ... .132 Kolombiya'da Bulunan Altın Eşyaların Sırrı...........133 Ortaasya'da 100 Bin Yıl Önce Yapılan Kalp Ameliyatı.................................135 Uzayı Bizden Önceki Uygarlıklar ve Atalarımız Fethettiler ............................137 Oğuz Kağan Destanındaki Uzay Gemisi..............142 Özbekistan'da Bulunan Kaya Resminde Uzaylılar Var . . .145 Türk Mitolojisinde Tek Tanrı İnancı .................147
Göç Destanı, Gökyüzünden Gelen Destek.............149 Atatürk İnsanlığın Kökeninin Neden Milyonlarca Yıl Öncesine Dayandığını Açıklıyordu ...............152 Mevlâna'nın Bahsettiği Gökyüzündeki Uygarlıklar......154 Kur'an-ı Kerîm'de Uzay İle İlgili Bilgiler Kur'an'da Evrenin Genişlemesi 1400 Yıl Önceden Bildiriliyor .... .156 Kur'an-ı Kerîm'e Göre Yaratılış ....................163 Ay'a Gidilmenin Yüzyıllar Öncesinden Bilinmesi.......165 Amerika Ay'a Gittiğine Bin Pişman .................169 Amerikalılar Neden Ay'a Gitmeye Korkuyorlar ........171 Mars Gezegeni Hakkında İnanılmaz Bilgiler...........173 Mars'taki Yüzün Sırrını Nasa Neden Saklıyor..........175 Zülkarneyn Uzaya mı Gitti? .......................179 "Onu (Güneşi) Kara Balçıklı/Sıcak Bir Gözede Batar Buldu ..........................183 6 Sonra Bir Sebebi Daha izledi Zülkarneyn'in Güneşin Doğduğu Yere Gidişi ..........185 İki Sedd/Südd (İki Bulut=İki Nebula)................186 Kur'an-ı Kerîm'de Bahsedilen Alemler Olayı..........191 Sahra Başka Bir Gezegen mi?......................192 Astronomlar, İslâm Alimlerini Doğruluyorlar ..........193 Kur'an'da Bahsedilen Uzaydaki Gezegenler ve Canlılar.......................................194 Kur'an-ı Kerîm'de Bahsi Geçen Uzaydaki Canlılar......205 Uzaylılara İtiraz ................................207 Dabbe (İnsana Benzeyen Canlı) ....................209 Bize Benzeyen Varlıklar..........................210 Tayr Kelimesinin Anlamı ve Kimleri Kastetmesi........212 Kur'an'daki Uçan Ümmet.........................213 Özel Sinyallere İletişim...........................214 Ufo'nun Karşılığı Yıldızımsı Uçucular mı?............215 Tarih Öncesi Çağlarda Anadolu'da Görülen Ufolar......217 29 Yıl Uzaylılarla Görüştü ........................222 İstanbul'un Fethi Sırasında Ayasofya Üzerinde Görülen Ufolar..................228 Uçan Dairelerin 1981 ve 1982 Yılları Arasında Türkiye Ziyaretleri ..............................230 Çanakkale Savaşı'nda Gökyüzünden Gelen Yardım .....243 Türk Pilotlarının Afyon Üzerinde Gördüğü Ufolar Ne Yapıyorlardı?.. Uzaylılar Türkiye'ye Yardıma Geldiler ve Dünya'ya Düşmekte Olan Büyük Meteoru Parçalayarak Zarar Vermesini Önlediler.........................246 Bir Sürü Işık Kitlesi .............................246 Fotoğrafta İzler Var..............................248 Güneş Sistemine Benzeyen Yeni Bir Sistem Bulundu . . . .249 Türkiye'de Ufo Araştırmaları ......................250 Gizem Dolu Piri Reis Haritası......................254 Haritalarda Neler Gösteriliyor?.....................260 Türkiye Üzerinde Görülen Ufolar...................265 1999 Yılındaki Güneş Patlamaları ve Arkasından Gelen Ufolar...................................266 İzmir'de Binlerce Kişinin Gördüğü Ufo ..............266 7 Hazar Denizi'ne Düşen Ufo .......................267 80 Metre Derinde ...............................267 Afyon Semalarında 2002 Sonbaharında Görülen Ufo ... .268 2002 Yazında Washington Üzerinde Görülen Ufo'yu ABD f-16'ları Kovaladı ....................269 Uçan Şey Bir Anda Kayboldu......................269 İskoçya'daki Uzaylı Kasabası......................270 Ufo'lar Azerbaycan'da Korku Yarattı ................270 Rusların Uçan Daire Araştırmaları ..................272 Rus Astronotlar Ufo Gördüler......................273
Amerikan Başkanı Eisenhover Uzaylılarla Görüştü......274 Tarihi Resimdeki Ufoları Nasa İnceliyor..............277 Vatikan'm Açıklaması "Uzaylıları da Tanrı Yarattı"......278 Türk Polisi Uzaylıya İnanıyor......................278 Hava Harp Okulu Öğrencileri de Uzaydaki Yaşama İnanıyor........................279 Demokrit'in Uzay Bilgileri Günümüzden Farksız, Bilgiler Nereden Geldi.....................280 Uzaylılarla Görüşenler ve Gezegenlere Seyahat Edenler ................................281 Uzaylıların Ana Gemileri .........................282 Uçan Daireler İçin Görüş Bildiren Ünlü İsimler ........289 1952 New Mexico'ya Düşen Ufo'dan 17 Uzaylıyı Amerikalılar Buldu ....................295 Amerikalılardan 5 Yıllık Araştırma İçin Üç Milyar Dolar................................299 Uzaylıların Türkiye Merakı Uzaylılar Neden Türklerle Yakından İlgileniyorlar?..........................300 İlahiyatçı Prof. Dr. Celal Yeniçeri: "Uzaylılara da Kitap Gönderildi"....................................301 Ayetler Gösteriyor...............................302 Vatikan'ın Görüşü...............................303 Uzaylılar Türkçe Konuşuyor.......................305 Yararlanılan Kaynaklar...........................307 Belge Fotoğraflar ...............................309 8 ONSOZ Türklerin kökeni nereye dayanıyor? Bu soru sorulduğunda herkez Ortaasya'dan geldik, oraya dayanıyor diyor. Peki Ortaas-ya'ya nereden geldik. Yoksa mağara adamı iken evrim geçirerek mi modem insan olduk? Bu sorulan ilk defa soran kişi Mustafa Kemal oldu. Kaybolan efsanevi Kıta Mu'yu araştırdı. Sonuçta bu kıtanın tarihi M.Ö 70 bin ile 200 bin yıl öncesine dayanıyordu. Dünyanın en gelişmiş uygarlığı idi ve medeniyeti her yere taşıyordu. Batılı bilim adamları ömürleri boyunca, Türkler'in beş bin yıllık kabile hayatından geldiğini iddia edip bizi de buna inandırmaya çalıştılar. Böyle olunca bizlerin ilkel insanlardan farkı kalmamış oluyor. Bu teoriyi Türkiye'de rededen bir çok yazar ve bilim adamı var. Ben bu kitapta Türkler'in Atalarının kurdukları Mu uygarlığı sayesinde uzay yolculuklarını yaptıklarını ispatlamaya çalıştım. Daha da ileri giderek bugün başka gezegenlerde akrabalarımız olduğunu iddia ediyorum. Ortaasya'daki Türk efsanelerinde anlatılan olayları inceleyip bunları 21 'nci yüzyıl teknolojisine uygulayınca ortaya atalarımızın teknolojik yardımlar aldığını göreceksiniz. Bu desteğin geliş noktası efsanelerde gökyüzü, benim tabirimle uzay olmaktadır. Sanki birileri hep Türkler'e yardımcı olmuş, onları kollamış gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Sümerliler Türk'tür. M.Ö 13000 yılında yazılan bir Kraliyet yazıtında "Krallık gücü bize gökten indirildi," derken bu gücün yüksek teknolojiye sahip uzaylı akrabalarımızdan olması akıla mantıklı gelmiyor mu? ABD'li bir bilim adamının da Mezopotamya'da kurulan Sümer uygarlığım uzaylıların kurduğunu ileri sürmesi hayli dikkat çekicidir. Bugün Samanyolu'nda bulunan yıldız sistemlerinde başka canlıların olduğu inancını dünyada milyonlarca insan paylaşıyor. 9 Kısacası evrende sadece bizim dünyamızdan başka bir yerde hayat yoktur demek, hayalden öteye geçemez. Kuran-ı Kerîm'in yanı sıra İslamiyeti anlatan kitaplarda başka gezegenlerde hayatın olabileceği bildiriliyor. Kur'an'da ki Gök Ehli veya Gök halkı tabirlerinin uzaylıları anlatıyor olması ilginçtir. Böylelikle akıllı varlıklara işaret ediliyor. Peygamberimiz Haz-reti Muhammed'den nakledilen hadislerden birinde 18 bin alemden bahsedilmesi, ABD'li astronomların Samanyolunda bizden daha akıllı
veya bizim gibi dünyaların benzerinin olacağının rakamını 18 bin olarak bildimeleri dikkat çekicidir. Kuran-ı Kerîm'de bildirilen bir çok bilginin bilim dünyası tarafından kabul ediliyor olmasını da unutmamak lâzım. Kitapta aynca Türkiye'deki Ufo olaylarının yanısıra ABD'li-lerin yaptığı çalışmalara da yer verdim. Mesela ABD Başkanı George W. Bush galaksideki akıllı varlıklarla temasa geçilecek çalışmalar için önümüzdeki beş yıl için üç milyar dolarlık bir parayı Amerikan bütçesine koyuyorsa, biz de bu araştırmalara bir an önce başlamalıyız. En kısa zaman içinde Türk Uzay Ajansı'nın kurulması ile bu tür çalışmalar da önem kazanacaktır. Hergün Anadolu Semalarında birçok Ufo olayı görülürken çok azı Medya'ya yansıyor. Bu kadar sık ziyaretimize gelen uzaylı akrabalarımızın bizi yalnız bırakmamış oluyorlar diyebilirim. Kitabı okuduktan sonra inanıp inanmamak okuyucularıma kalmıştır. Yorum onlarındır. Ali Bektan 10 tarihten önceki uçaklar Havacılık Tarihi ilk olarak Daedalus ile oğlu Dcarus'un uçmaya çalışmaları ile başlar. Bilim Dünyası öyle kabul ediyor. Baedalus'un oğlu İkarus kendine balmumundan kanatlar yaparak gökyüzünde uçmaya başladı. Ne yazık ki ikarus çok yükseklere havalanınca kanatlan güneşten eridi. Delikanlı denize düşüp öldü. Böylece ilk havacılık kazası ve ölümü de gerçekleşmiş oldu. Bu olayı yalnızca efsane olarak görmek yanlıştır, çünkü İkarus o dönem Dünya üzerinde Tanrılar olarak kabul edilen Uzaylılara özenmişti. Zeus ve diğer Tanrıların ya da uçuş ekibinin üstün teknoloji ile yaptıkları her şey birer olağanüstülük göstermiştir. İlkel insanlar da bunları gördükçe onları Tanrı yerine koymuşlardır. Ondan beş bin yıl sonra çalışmalara başlayan VVright Kardeşler havacılık teknolojisi içersinde uçaklar yapıp, uçma deneylerine başlamışlardı. Yıllar önce tv'de gösterilen Uzay Yolu Dizisindeki bazı bölümlerde, eski Yunan Tanrılarının Dünya'ya gelen bir araştırma ekibi olduğu ve Dünya insanlarına, uygarlıklarım geliştirmek için yardımcı oldukları ifade edilmişti. Aslında dizinin içersinde bazı gerçekler vurgulanmaktaydı. Bu görüşü kuvvetlendirecek en önemli bilgiler Antik Çağda Yunan Medeniyeti'nin sıçrama yapması, Uzay ve Dünya hakkındaki şaşırtıcı bilgilere Yunanlıların sahip olmalarıdır. Günümüz teknolojisi ile elde ettiğimiz tüm bilgilere o zamanlar ulaşan Yunanlılar bunları nereden aldılar derseniz, bunu ancak o zaman uzaylıların dünyamıza geldikleri düşüncesi ile açıklayabiliriz. Uzay Yolu dizisi gösterildiği ülkelerde raiting rekorları kırarken insanoğlu'nun da ufkunu genişletti. Biz M.Ö'den binlerce yıl önce kullanılan uçakların ve Hava Araçlarının kayıtlarına devam edelim. — 11 — ALI BEKTAN Keşiş Roger Bacon'ın eserlerinin birinde anlaşılamayan bir ifade yer almaktadır: "Buna benzer uçan makinalar eskiden kalmadır ve günümüzde de yapılmaktadır." 13'ncü yüzyıl da böyle bir iddianın ileri sürülmesi gerçekten şaşırtıcı değil mi? Bacon ilkin uçan makinaların kendinden önceki zamanlarda var olduklarım, sonra da kendinden önceki zamanlarda da bulunduklarını söylüyor. Bu inanılmaz iddialar bizim tarih öncesinde ileri derecede gelişmiş bu varlıkların var olduğunun kanıtlarından bir tanesidir. Grek Tanrısı Hermes ya da öbür adıyla Merkür ayağına kanatlı sandallar başına da kanatlı bir başlık giyerdi. Bunlar sayesinde havada büyük bir hızla uçabilirdi. Buna söylence deyip geçemeyiz, çünkü bu tür uçuşlar günümüzde de gerçekleşiyor. İstanbul'da Çırağan Sarayı'nda bir otomobil tanıtımı şovu yapılmıştı. Astronotlar gibi
giyinen bir adam sarayın bahçesinden havalanarak, boğazın üzerine doğru uçtu. Geniş bir kavis çizdikten sonra yeniden saraya yöneldi ve bahçeye kurulan büyük podyum üzerine indi. Bu görüntünün Hermes'in uçuşundan pek farkı yoktu. Binlerce yıl önceki efsane gerçek oldu. ÇİN KAYITLARINDAKİ HAVACILIK BİLGİLERİ Çin kayıtlarında Havacılık ile ilgili ilginç ve çarpıcı kayıtlar bulunmaktadır. M.Ö 2200 yıllarında Çin İmparatoru Sun, yalnız uçan bir araç yapmakla kalmayıp, yanına bir de paraşüt eklemiş Onun bu başarısı Daedalus ile aynı tarihlere rast geliyor. M.Ö 1766 İmparator Çeng Tang bilgin Ki-Kung-Si'ye havada uçabilen bir araba yapmasını emretti. Si İmparatorun emrine uyarak bir uçan araba yaptı ve denemek için arabay— 12 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI la Honan Vilayetine kadar uçtu. Daha sonra İmparator aracın yapım sırrının düşmanları tarafından öğrenilebileceğinden korkarak uçan arabayı ortadan kaldırttı. O zamanm hükümdar ve bilginleri böylesine ileri havacılık bilgilerini nereden elde etmişlerdi. M.Ö 3'ncü yüzyılda yaşayan Çin şairi Çu Yuan yeşim taşından yapılma bir araba içinde Gobi Çölünün en yukarılarından, tepeleri karlı Kun Lun Dağlan'na doğru uçuşunu anlatır. Anlatımı bir şairin kurduğu hayallerden çok bir bilim adamının gözlemlerini andırmaktadır. Dördüncü yüzyılın ilk başlannda da Ko Hung'un bir yazısından Çin'de Helikopter bulunduğunu anlıyoruz: "Kimileri jujube ağaamn gövdesinin iç yanındaki keresteyi kullanarak uçan arabalar yapıyorlar. Bu aracı hareket ettirmek için de pervanelere öküz derisinden kayışlar bağlıyorlar." Şantung ilinde M.S 147 yılından kalma bir lahdin üzerindeki oyma, bulutların en üstünden uçan ejderhaların çektiği bir arabayı gösteriyor. Çin folklorunda uçan arabalarla ilgili birçok öykü bulunuyor. HİNT DESTANLARINDAKİ UÇAKLAR VE HAVACILIK BİLGİLERİ Havacılık Konusu Hint Efsanelerinde ve kitaplarında da bolca yer alır. Sanskritçe'de "Vimana Vidya" yani uçan gemileri yapıp yönetmek diye bir deyimin varlığından anlıyoruz ki, o dönemlerde somut olarak uçaklar veya uzay gemileri vardı. Hintlilerin klasik kitaplarından olan MAHABHARAT adındaki Hint eserinde "Yanan demirden yapılma, kanat takılı bir uçan arabadan söz edilir." Uçak mı Uzay gemisi mi? — 13 — ALI BEKTAN Ramayana'da Vimana'nm tanımlanması şöyledir: Lombozları ve kubbesi olan iki katlı tekerlek biçimli bir uçan araç. Bunun "Rüzgâr hızıyla" uçtuğu ve uçarken "Tatlı uyumlu" bir melodi çıkardığı söyleniyor. Vimana kullanacak olan pilotların çok iyi eğitilmiş olmaları gerekiyordu. Vimana'nm yaptığı manevraların havada durup hareketsiz bekleyebilmek gibi özelliklere sahip olduğu anlatılıyordu. Ramayana bize Vimana'nm nasıl bulutların en üstüne yükseldiğini anlatıyor. O yükseklikten bakılınca Okyanus küçük bir su birikintisine benziyormuş. Pilot okyanusun kı-yısıyla ırmakların deltalarını görebiliyormuş. Vimana'lar uçmadıkları zamanlarda "Vimana Gri ha" denilen hangarlarda saklanılmış. Bunlar sanmsı beyaz bir sıvıyla işlermiş. Savaş, yolculuk ve eğlence için kullanırlarmış. İnsan bu ayrıntı zenginliğine şaşmaktan kendini alamıyor. Bu teknik bilgiler bir Alfan Çağadan kalan mirasa benziyor. Eski Hindistan'da altı genç erkek havalanıp uçarak yeniden yere konabilen bir balon yapmışlardı. Pantaçantra kitabı bu tarih öncesi "Zeplin" konusunda ayrıntılı bilgi verir. Bundan anladığımıza göre balonun girintili-çıkmtılı bir kontrol sistemi, yüksek bir uçuş hızı ve manevra yeteneği varmış. Eski Hindistan'ın Pantaçantra kitabı yitik bir teknoloji kitabı mı acaba? Bizce olabilir. Eski Sanskrit yazıları iki smıfa ayrılır: Man usa adını taşıyan ve gerçeğe dayanan belgelerle Day-va denilen
mitolojik ve dinsel yazılar, belgesel sınıftan olan Şamara Suradhara, havacılığı ciddi ve ayrıntılı olarak ele alır. Ve her açıdan, tüm inceliklerine ve derinliklerine inerek işler. Bu kitapta uçan araçların inşanı anlatan ve inşam şaşkınlıktan sersemleten iki yüz paragraf bulunmaktadır. Neler Neler anlatılmıyor ki. "Havalanış, binlerce kilometreyi kapsayan sürekli uçuşlar, normal ve zoraki inişler, hatta uçakların kuşlarla çarpışma durumu." Bunlar birer hayal ürünü olabilir mi. Bizce imkânsızdır. Bakın Çin ve Hindistan ile Ortaasya arasındaki bağlantı çok önemlidir. MU Kıtası'ndan kurtulan — 14 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Bilge kişiler ellerindeki bilgiler sayesinde bu uçan gemileri mi yaptılar, yoksa Uzaydan gelen atalarımız ellerindeki teknolojiyi mi paylaştılar, iki teorimiz de akla ve mantığa uygun gelmektedir. Yoksa siz bu teknolojik basanları ve olayları nasıl açıklarsınız? Altın Çağ gibi bir dönem yaşandığı sözkonusu olunca, bu sefer de şu mesele ortaya çıkıyor. Altın Çağ'da günümüzden farklı olmayan bir şekilde yaşayan insanlar varsa ve bugünkü teknolojiye benzer teknoloji gelişti ve büyük uygarlıklar kuruldu ise, peki onlar onlar bu bilgileri nereden aldılar. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: Bilginin kaynağı neresi veya kimler. Bu arada; zamanımızın en modern insanları olarak kabul edilen Avrupalıların yaşadığı kıtadaki insanlar mağaralarda yaşıyorlardı. İlkel insanların yaşadığı bir Avrupa ve modern insanların yaşadığı Asya, Çin ve Hindistan. Fakat bilimin el değiştirmesi ile durum tam tersine döndü. Bizim Türk efsanelerinde anlatılan olaylardaki kahramanlar ve onlann yaptıkları işler Çin ve Hint destanlarındaki olaylarla paralellik gösterir. Asya Kıtası arkeolojik olarak yeterince incelenmemiştir. Tv'de bir süre önce İpek Yolu Dizisinde gösterilen kentlerin gelecekte daha geniş bir şekilde kazılması ve arkeolojik araştırmalar yapılması, Türkler'in ne kadar ileri bir medeniyete sahip olduğunu gösterecektir. Bir an önce Türk Arkeologlarının Asya'ya giderek, oralarda kazı yapmalarım diliyorum. Böylece ilk atalarımızın göçebe olmadıklarını açıkça ispat etmiş oluruz. Biz Asya'da binlerce yıl boyunca ileri bir medeniyet hayatı yaşarken aynı tarihlerde Avrupalılar mağara adamı olarak yaşantılarını sürdürüyorlardı. Bizi göçebe olarak gösterip barbar damgasını kolayca vurmak isteyen Batılılar bu görüşlerimizi reddetmektedirler. Mustafa Kemal Atatürk'ün İsveçli Arkeolog'un "Asya'nın altı boştur," sözüne itiraz etmesi ve bilakis Asyanın altında büyük uygarlıklar yatıyor demesi oldukça dikkat çekicidir. Atatürk bunu nasıl biliyordu, gidip aylarca süren kazılar mı — 15 — ALI BEKTAN yapmıştı tabii ki değil, O'da okuduğu bazı kitaplardan ve elde ettiği belgelerden öğrenmişti bunu. Mustafa Kemal'in Çankaya Köşkünde gizli bir kütüphanesinin bulunduğu ve burada birçok kitabının olduğu biliniyordu. Türkler'in köklerini araştıran o büyük Lider MU Kıtası ile ilgilenen ilk isimdi. Meksika'ya yolladığı Tahsin Ma-yatepek'in gönderdiği raporları yorumladıktan sonra bazı araştırmalar yaptı. Sonuçta Mustafa Kemal Atatürk'te Türkler'in kökenlerinin Mu Kıtasına dayandığına inanıyordu. Ben de onunla aynı görüşü paylaşırken çalışmayı daha da ileri götürüyorum. Biz Dünya toplumlarına uygarlıklar götüren bir milletiz. Mezopotamya, Anadolu ve Mısır'da ki uygarlıkları kuranlar da bizleriz. Dünya'mn en önemli ve büyük milletiyiz diyebiliriz. Bu konularda biraz daha geniş düşünmek zorundayız. Araştırmacı olmalıyız. Bilime gereken değeri vermeliyiz. Bizler sürekli olarak reddetmek şunu yapmışız. Reddetmek. Araştırma yapmaktan kolaydır. Bu düşünceyi bir kenara atıp çalışmalara başlamalıyız. ANTİKÇAĞ'DA UZAY BİLGİLERİ VE ASTRONOMİ
M.Ö 12'nci yüzyıl astronomlarından Çu gibi bilginler güneş tutulmalarını hiç yanılmaksızm önceden hesaplayıp, haber verebiliyorlardı. Tarih kitaplarında yer alan bu bilgilerden ayrıca Ay tutulmalarının da önceden haber verebiliyorlardı. Çin Panteon'un kahramanlarından olan Nan-Çi Hsien Weng'in bilmeceye benzer bir lâkabı vardı. Güney Kutbunun Yaşlı Ölmezi. Bu kişi M.Ö 1122 yılında Çin Generali Çiang-Tzu-Ya'nın yardımcılığında bulunmuştu. Üç bin küsur yıl önce Çinli bilgeler "Güney Kutbundan" söz ediyorlardı. Bunlara göre dünyanın küre biçiminde olduğunu bilmeleri, akla bu bilgilere nasıl sahip oldukları sorusunu getirmiyor mu? Çanh Heng M.S 78-139 yuları arasında yaşadı. Onun açıklaması "Dünya bir yumurtadır, ekseni de Kutup Yıldızını gösterir," şeklindedir. — 16 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Eski bilgeler Uzay ve Dünya konusunda bu kadar detaylı bilgilere nasıl ulaştılar. Bu düşünceler ancak 20'nci yüzyılda Astronomi bilimi geliştikçe ortaya çıkıyordu. Eskiler havada uçabilen araçlara sahiptiler. Bu Hava araçları bazı özel seçilmiş kişilerde bulunuyordu. Dünya'yı geziyorlar, hatta uzaya çıkabiliyorlardı. Bu araçlarla bilimsel çalışmalar yapabiliyorlar, Dünya ve Uzay hakkında bilgi sahibi oluyorlardı. Ayrıca Uzaydaki başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerle temasa geçiyorlardı. Onlar sayesinde bu bilgilere sahip olabiliyorlardı. Her iki olayda da Uzay bağlantısı dikkat çekiyor. Bu iki düşünceyi kabul etmediğimiz zaman tek mantıklı açıklama kalıyor. Antik Çağda bilim çok ileri idi, bu çağ'da yaşayan insanlar günümüz teknolojisinden daha ileri bir teknolojiye sahipti ve bu kişiler yaptıkları çalışmalarla günümüzün bilim adamlarından daha ileriydiler. Ve binlerce yıl önce bu modern uygarlıklar, doğal afetler sonucunda yok oldular. Tufan gibi felâketlerden kurtulabilen bilim adamlarının eldeki bilgileri kullanarak* bir şeyler yapmaya çalıştıkları fark ediliyor. Tarih sahnesine birden bire çıkan medeniyetler daha derin araştırılmalıdır. Mesela Mısır Uygarlığı, Mezopotamya Uygarlığı şaşırtıcı derecede çok gelişmiş uygarlıklar olarak tarih sahnesine bir anda girmişlerdir. Kristof Kolomb o uzun meşhur yolculuğuna çıkmadan önce dünya ile ilgili yazılmış tüm kitapları okumuştu. Bu okuduklarından yola çıkarak; sonunda Batı yönünde bir rota tutturarak Doğu'ya varmanın mümkün olacağını düşünmüştü. Bugün Madrid müzesinde bulunan bir mektubuda Amerika'nın kaşifi tuhaf bir düşünce belirterek "Dünyamızın hafifçe armut biçiminde olduğunu" ileri sürmektedir. Yapay uydular dünyamızın gerçekten de az-buçuk armutumsu olduğunu son yıllarda ortaya çıkardılar. Kristof Kolomb bu gerçeği eski bir kitaptan öğrenmediyse nereden biliyordu? Dünyamızın esrarengiz uydusu Ay ile ilgili bilgiler Antik çağ da çok yer alıyordu. Hint Destanı Surya Siddhata'da — 17 — ALI BEKTAN "Ay'a ışınlar sağlayan parlak güneşten" söz edilir, bu ifade Ay'ın ışığının güneşten geldiğini gösterir. Yunanlı düşünür Parmenides ay konusunda şunları demişti: "Gecelerimiz ödünç alınma ışığıyla aydınlatılıyor." Bu da güneş ışınlarının ay yüzeyinden yansımasının bir ifadesidir. Empedokles "M.Ö 494- 434" aynı düşüncede idi. "Ay Dünya'nın çevresinde dönen ödünç alınmış bir ışıktır." Bizim ay gezilerimizden 2500 yıl önce Demokritus, Ayın yüzeyindeki lekeleri mi soruyorsunuz? Onlar yüksek dağlarla derin vadilerin gölgesidir," demişti. Aynı dönemlerde yaşayan Anaxagoras: "Güneş tutulmasında güneşin kararmasına ay sebep olur. Ay tutulmasında ise dünyanın gölgesi Ay'ın üstüne düşer," görüşünü ifade etmişti. Plutark'm ay konusunda söyledikleri gerçekten peygamber sözü gibidir: "Ay'a bir yıldız ya da semavi bir cisim gözüyle bakarsanız onu
biçimsiz ve çirkin bulacağınızdan korkarım." Gerçekten de Ay'ın yüzeyi çorak, cansız, renksiz ve sıkıcıdır. Eski Brahmanlar'da, Mayalar da ilk insanların Aydan dünyaya indikleri inancı hakimdir. Britannica Ansiklopedisinde "Bir çok ilkel insanların dinlerinde Ay'a, ölen ilk insan gözüyle bakılır" diye yazıyor. Ay gezisinden dünyaya getirilen kayaların, yapılan incelemeler sonucunda yaşı 4.6 milyar yıl olarak belirlenir olarak belirleniyor. Bizim gezegenimiz-dekideki en eski kayaların yaşı 3.3 milyar yıl olarak belirleniyor. Durum böyle olunca akla şu soru geliyor. Acaba ilk gezegenimiz Ay mıydı. Kozmik bir felâketten sonra kurtulanlar dünyaya indi ve hayatlarını burada sürdürmeye mi başladılar. Olabilir mi? Düşünmek gerekiyor. Eskiler denizlerdeki gel-git olaylarıyla ay arasmdaki ilişkiyi de çözmüşlerdi. Babil gökbilimcilerinden Seleukus suların ayın çekimiyle yükselip alçaldığını ileri sürmekteydi. — 18 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI 16'ncı yüzyılda büyük Alman gökbilimcisi Johann Kepler gel-git olaylarına ayın sebep olduğu fikrini ortaya attığı zaman şimşekleri üstüne çekmişti. Tıpkı Galileo'nun Dünya-'nın dönmesini açıkladığı zaman olduğu gibi. Fakat bu insanlar düşüncelerini açıkça savunacak durumda değillerdi. Ortaçağ yobazları bilim adamlarını diri diri yakmak istiyorlardı. Çünkü bu işler Büyücülüktü. Antik çağ insanları ise günümüz bilgilerini her yerde rahatça söylüyorlardı. 10'ncu yüzyılda yaşayan Arap gökbilimcisi Abdülvefa "Ayın değişimlerinden" söz eder. Ayın yörüngesinin elips biçiminde olduğunu yeni ay durumunda iken dünyaya 3219 kilometre daha yakın olduğunu ifade eder. Son çeyreğe ulaşınca 2575 kilometre daha dünyadan uzaklaşmış durumda olduğunu söyler. Bunu ilk önce Tycho De Brahe'nin hesapladığı bilim dünyasında kabul edilmektedir. Ancak, Abdülvefa 1546-1601 yılları arasında yaşayan bilim adamından 600 yıl önce bu işlemleri gerçekleştirmiş durumdaydı. Böyle bir cihazı yapabilmek için çok iyi bir kronometre gerekir. Abdülvefa nın böyle bir şeye sahip olmadığını sanıyoruz. Peki bu arap bilgin ayın değişimlerini nasıl keşfetti. Bilim Dünyası hâlâ bu sorunun cevabını bulmuş değil. Eskilerin Uzay, Dünya, Ay ve Yıldızlar hakkında sahip oldukları bilgiler bugün bazı araştırmacıların ve yazarların dışında bilim adamlarının ilgisini maalesef çekmiyor. GÜNEŞ HAKKINDAKİ BİLGİLER 2500 yıl önce yaşayan Anaxagoras "Güneş ışık saçarak yanan bir madenler yığınıdır," demişti. Dönemin Atinalı yöneticileri güneşi Apollon'un tahtı olarak görüyorlardı. Anaxa-goras doğru bilgiyi yanlış zamanda söyleyince idam edilmedi ama sürgüne gönderildi. Atomik varsayımlarından tanınan Demokratus "Güneşin sonsuz büyüklükte olduğunu ileri sürüyordu." Antik çağda bir çok Milletin güneşe taptıkları zamanlarda böyle modern bilimsel verileri açıklamak ko— 19 — ALI BEKTAN lay değildi. İyi ama bu bilgiler nereden veya kimlerden elde edilmişti. Bunlar hâlâ sırrını koruyor. Aym dönemlerde Çinli gök bilimciler Güneşteki lekeleri kayıtlarına ayrıntılı olarak geçirmişlerdi. Vişnu Purana adındaki Hint kitabında "Güneş her zaman durduğu yerde durur/' denilmekte ve hareket edenin güneş değil "Dünya" olduğu belirtilmektedir. Güney Amerika Uygarlıklarının Uzay BiJgileri bugün elimizde olanların aynısıdır. Mayalar takvim ayının uzunluğunu 29.53020 gün, Palangue Mayalan ise 29.53086 olarak hesaplamışlardı. Günümüzün gökbilimine göre bu rakam 29.53059'dur. Mayalar'm ellerinde hiçbir optik cihaz olmadan bu hesaplamaları nasıl yaptıkları bilinmiyor. Guatemala'da Santa Lucia Cotzumahualpa'daki El Castil-lo'nın birinci sütunu Venüs Gezegeninin 25 Kasım 416 gününde güneş kursunun üzerinden geçişini gösterir Bunu ilk keşfeden C.A. Burland 1956'da Paris'teki Uluslararası Ame-rikanistler kongresinde rapor halinde
sundu. Konuşmasında "Bu kadar ileri bir gökbilime ulaşabilmek için bir uygarlığın ve bu uygarlıktaki fen bilimlerinin yüzyıllar boyunca durmadan ve hiçbir kesintiye uğramadan gelişmiş olması gerekir. Orta Amerika Uygarlığının başlangıç tarihi konusundaki bilgimizin yanlış olduğu anlaşılıyor. Bu uygarlık aslında çok daha eski olmalıdır," şeklinde açıklama yapar. SAMANYOLU'NDAKİ GEZEGENLER HAKKINDAKİ GERÇEKLER Babil Bilgeleri Jüpiter'in teleskopsuz görülmeyen dört büyük uydusunu kayıtlarına geçirmişlerdi. Profesör George Rawlinson bu konuda şöyle yazmıştı: Jüpiter'in dört uydusunu gördüklerinin kesin kanıtı var. Satürn'ün yedi uydusunu bildiklerine inanabiliriz." Jüpiter'in dört uydusunu keşfeden 1610 da Galileo oldu. Daha sonra 1635 ile 1848 yılları arasında Cassini, Huygens, Herschel ve Bond tarafmdan görüldü. Babilliler bunları nasıl — 20 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bilebiliyorlardı. Onların teleskopları mı vardı. Yoksa yok olmuş bir medeniyetten kalan bilgiler mi vardı. Orta Çağ da bunları konuşan veya görüşlerini açıklayanlar doğrudan büyücülükle suçlanır ve diri diri yakılırdı. O dönemler Dünya-'nın düz olduğuna inanılırdı. Demoritus ise M.Ö 5'nci yüzyılda "Boşluk sayısız yıldızlarla doludur ve Samanyolu uzak yıldızların kocaman bir topluluğundan başka bir şey değildir," diyebiliyordu. Onun söyledikleri ancak son 150 yıl boyunca teleskoplarla yapılan incelemelerden sonra elde edilen bilgilerdir. Milet'li Thales M.Ö 640-546 de bu çeşit dahilerdendi. Yıldızlarla dünyanın aynı maddeden yapılmış oldukları sonucuna varmıştı. Maddenin evrenselliği fikri sonradan Ortaçağın karanlığına gömüldü ve daha sonra çok yakınlarda yeniden su yüzüne çıktı. 2325 yıl önce yaşayan Samos'lu Aris-tarkus "Bizi yıldızlardan ayıran uzaklıklar ölçülemez," diyordu. Demokritus ise "Gezegenlerin sayısı gözle görülenden fazladır," diyordu. Satürn'den uzakta gezegenler olduğunu nereden biliyordu. Demokritus'un gençlik döneminde yaşayan Anaximenes "Yıldızların ışık saçmayan eşleri/' olduğunu söylerdi. Başka güneş sistemlerindeki dünyalardan mı bahsediyordu? Dünya-Uzay ilişkilerine en güzel örnekler bunlar oluyor. Mesela dünyamızı ziyarete gelen Samanyolu'nun akıllı insanlarının, ilkel dünya insanlarını eğittikleri teorisi Avrupalı ve Amerikalı bilim adamlarının büyük bir bölümü tarafından kabul ediliyor. Siz yoksa bu bilgilerin kaynaklan için mantıklı bir düşünce biliyor musunuz? Romalı Seneka M.Ö 4-M.S. 65 DOĞAL SORULAR adlı kitabında gökbilim dalında çok düşündüğünü ve çok isabetli sonuçlara vardığım belirtir: "Gökyüzünde bizim görmediğimiz kaç tane semavi cisim dönüp durmaktadır kim bilir kaç gerçek, keşfedilmek için bizim hatıramızın tamamen siline— 21 — ALİ BEKTAN ceği çağları bekliyor." Seneka ne kadar doğru söyledi. Uranüs, Neptün ve Plüton ancak şu son iki yüzyıl içinde keşfedildi. Yeni gezegenler, hatta uydular bile yeni keşfediliyor. Onun zamanında birkaç bin yıldız bilinirken şimdi yıldız ka-taloglarımızdaki sayı milyonlarla ölçülüyor. Tangutlar Ortaasya'da yaşamış olan bir boy idi. Hara-Ho-to adındaki kentlerinin kalıntısı 1908 yılında kazıldı. Tangut-larm garip inançları vardı: Işık saçan 11 Göksel cisime inanırlardı. Güneş, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn sonra da TSİ TSİ, Ouebo, Rahu ve Ketu adındaki gezegenler. Rahu ile Ketu'nun Hindu gökbiliminde ayın yükselen ve alçalan şekillerine verilen ad olduğunu biliyoruz. Ama Tsi-Tsi ve Ouebo'nun ne olduklarını bilmiyoruz. Birinci ihtimal bunlar Uranüs ile Neptün gezegenleri mi acaba, ikinci ihtimal ise Başka bir galaksi'de bulunan gezegenler midir? Eski yazıtlarda, kitaplarda ve efsanelerde "BAŞKA DÜNYALARDA HAYAT OLMASI FİKRİDİR" Dünya'nın en ilkel kabilelerinden tutun da belli bir uygarlık seviyesine çıkmış insanlara kadar bu fikir vardır. O zaman Uzay ile
bağlantı o devirlerde bilinen bir şey olurken, sıradan bir şey gibi algılanıyor. Ortaasya'da yaşayan Atalarımızın efsanelerinde gökten inen güçlü ışıklardan bahsedilmiyor mu? Bu ışıkların içinden bazen silâhlar, bazen de güzel kızlar çıkmıyor mu? Bu güzel kızlarla evlenerek yeni bir soy başlatan bir çok Türk Beyinin hikâyesi bugün bile anlatılıyor. Acaba Türkler'in kökenleri arasında Uzay'dan gelenler olabilir mi?.. Belki olabilir. Bundan otuz yıl kadar önce TRT'de gösterilen bilim kurgu film ve dizileri büyük bir dikkat ve zevkle izlerdik, otomatik kapılara hayrandık. Küçük telsizler vardı. Kulaklıkla ağıza gelen küçük mikrofonla konuşulurdu. Bunlar o zamanlar hayal mahsulü gibi geldi. Bunlar sonraki yıllarda üretildi ve günlük hayatta yerini aldı. Benim en çok dikkatimi çeken şey ışınlanma olayı idi. Mesela Uzay Yolu dizisindeki Uzay Gemisi Atilgan'dan ışınlanan ekip gezegene inerdi. Bilim Adamları bunun çalışmalarını sürdürüyorlar. Amerikalılar 1943 yılında 2'nci Dünya Savaşı'nın en kızgın zamanında — 22 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI meşhur Filedelfîya deneyini yaptılar. Norfolk Limanı ile Fî-ledelfiya arasında bir savaş gemisini ışınladılar. Gemi bir limanda olduğu yerde dururken birden bire kayboldu ve başa bir limanda ortaya çıktı. Deney cisim konusunda başarılı oldu ama insanlar üzerinde olmadı. Deneyde yer alan bir çok denizcinin büyük kısmı kısa süre içinde öldü. Bazıları evde otururken bir anda ortadan kayboluyor kilometrelerce ötede ortaya çıkıyordu. Bazıları ise tamamen kayboldu. İçlerinden bazıları da korkunç şekillerde öldüler. Birden bire kendi kendilerine ışınlanıyorlardı. Duvarın içinden geçerken maddele-şiyor ve o anda ölüyorlardı. Bu olaylar Kitaplara hatta filmlere bile konu oldu. Deney üzerindeki çalışmaları Amerikalılar eminim bugün de sürdürüyorlardır. Çünkü 1943 yılına göre teknolojimiz olağanüstü gelişti. Amerikalılar bunu başarmış da olabilirler. Amerika bir ülkeye müdahale etmek isteyecek ve bir anda binlerce askeri malzemeyi uçağı, topu o ülkeye ışınlayacak. Size bu söylediklerim hayal geliyor olabilir. Ama unutmayın ki deney 1943 yılında yapıldı. Bu sırada Sovyetlerle yaşanan soğuk savaş dönemini düşünürseniz, deneyin başarılı olması için Amerikan Hükümetinin ne kadar ciddi ve ısrarlı olduğunu tahmin edebilirsiniz. Heraklitus ile M.Ö 540-475 ve Pitagoras'm bütün öğrencileri her yıldızı bir gezegen sisteminin merkezi olarak görürlerdi. Demokritus öğrencilerine boşlukta dünyaların doğup öldüklerini öğretirdi. Bu yıldız dünyalarından, ancak bazılarının yaşamaya elverişli olduğu anlatılırdı. M.Ö 500-428 yılları arasında yaşayan Grek düşünürü Anaxagoras da üstlerinde hayat barındırabilecek nitelikte başka dünyalar konusunda yazılar yazıyordu. M.Ö 3'ncü yüzyılda Lampasacus'da yaşamış olan Metro-dotus evrendeki bir çok dünyalarda hayat olduğuna inanıyordu. Yalnızca bizim dünyamızda hayatın olduğunu ileri sürmeyi bir buğday tarlasında yalnızca bir baş buğday büyüdüğünü ileri sürmeye benzetirdi. — 23 — ALI BEKTAN M.Ö 341-270 yıllan arasında yaşayan Epikür üstünde hayat barındıran tek yıldızın biz olmadığımız kanısındaydı. Romalı şair Lukretyus M.Ö 98-55 "Yaratılmış olan dünyalarla gökyüzünün yalnızca bizimki olduğuna inanmak hiç de akla yakın gelmiyor," diye yazmıştı. M.Ö 106-43 yılları arasmda yaşayan Çiçero da başka dünyalarda hayatın olduğuna inamyordu. Hint Veda'ları "Yeryüzünden çok uzaktaki dünyalarda hayat" bulunduğunu çok kesin olarak belirtirler. Çin'deki Sung çağının bilgelerinden Teng Mu ve eski Çin düşünürlerinin çoğu hayatın evrenselliği konusundaki düşüncelerini şöyle özetlerler: "Dünyadan ve bizim gördüğümüz gökten başka dünya ve göklerin varolmadığına inanmak ne denli mantıksızlıktır?"
ESKİLERİN YILDIZLAR VE UZAY HAKKINDA ÇALIŞMALARI Uzay ve Yıldızlan binlerce yıl boyunca inceleyen eskiler bugünkü astronomlar gibi notlar tuttular. M.Ö 204'den başlayan Çin Astronomları Halley kuyruklu yıldızlannm her görünüşünün kaydını tutmuşlardır. M.Ö ll'nci yüzyılda bir kuyruklu yıldızı tam dokuz hafta gözlem altında tuttular ve tıpkı bugünün astronomları gibi her gün değişen biçimini aynntılanyla yazdılar. Seneka 2000 yıl önce "Kuyruklu yıldızların da gezegenler gibi yörüngeleri vardır/' diye yazmıştı. Aristo, Pitagoras'çı-ların kuyruklu yıldızlan, yular süren uzun aralıklarla ortaya çıkan yıldızlara cisimler olarak tanımladıklanm söyler. Bunun onlardan binlerce yıl önce Babilliler'den kalma bilgi olduğu düşünülüyor. Mezopotamya uygarlıkları tıpkı Mısır Uygarlığı gibi bir anda ortaya çıkmışlardır. Ortaasya'dan gelen Turanlılann dolaysıyla Türkler'in dünyanın en güzel ve bereketli topraklanna gelerek şehirler inşa etmesi dikkat çe— 24 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI kicidir. Asya'da bir iklim değişmesinin olduğu bunun üzerine oralarda yaşayanların mecburen bu topraklardan göç etmek zorunda kaldıkları Arkeologlar tarafından kabul edilmektedir. İlkokul'da okurken M.Ö 3500 ve 4000 yıl önce Asya'dan başlayan Kavimler göçü ile Türkler'in atalarının Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya, Rusya ve Mısır'a geldikleri anlatılıyordu. O tarihlerde Ortaasya da modern kentler kuran atalarımız büyük bir bilgi sahibi idiler. Kentlerinde modern yollar yapılmış, kanalizasyonlar içme suyu boruları döşenmişti. Sağlık sistemi ise ileri derecede idi. Beyin ameliyatlarının yapıldığım gösteren iskeletlerin bulunması dikkat çekicidir. Bazı iskeletlerde diş dolgularına ve protezlere rastlanılmıştır. O zaman şunu ileri sürüyorum, Türkler'in ataları gelişmiş, medeni insanlardır. Tarihin derinliklerinden gelen bu yüksek medeniyete sahip bir millet olarak Türkler'in kökeni on binlerce yıl ötesine gitmektedir. Dünya uygarlığının ilk öncüleri bizim atalanmızdır. Türk Tarihini 5000 yıllık bir potaya yerleştirmek kesinlikle doğru değildir. Ortaasya'nm altında büyük medeniyetlerin kalıntılarının olduğunu iddia eden Mustafa Kemâl Atatürk, Türkler'in kökenini 1930'lu yıllarda araştırttı. Özellikle Mu kıtasını merak eden büyük kurtarıcının çalışmaları benim için de öncü çalışma olmuştur. M.S 2'nci yüzyılda yaşayan Romalı Tarihçi Suetonius tarafından kuyruklu yıldızlar "Işık saçan ve cahiller tarafından hükümdarlar için felâket habercisi sayılan yıldızlar" olarak anlatılır. Ondan 1400 yıl sonra Medeniyet'in beşiği sayılan Avrupalılar gökyüzünde kuyruklu yıldız gördüklerinde şunları yapıyorlardı: 1681 yılının Ocak ayında, uzun kuyruklu korkunç bir yıldız ufukta belirdiği zaman İsviçre'nin Baden şehrinin Belediye Konseyi şöyle bir bildiri yayınlayarak halktan bazı isteklerde bulunuyordu. "Bütün vatandaşlar her Pazar iki kere kilisede ayine katılacaklar. Oyun ve danstan kaçınılacak, akşamları da gayet az içki içilecek. Düşünün — 25 — ALI BEKTAN Çinliler, Hintliler, Mısırlılar, Grekler ve Romalılar gelip geçtikten sonra Orta Çağ'in modern insanları korkudan ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kozmoloji bilim olarak ancak 200 yüzyıl kadar önce Kant ve Laplace ile başladı. Ne var ki Çinli Huai NanTzu M.Ö 120 ile Wang Çun'un M.S 82 de yazdığı Lun Hen adındaki kitap dünyaların, uzay maddelerinin kritalleşmesi yoluyla meydana geldiklerini anlatırlar. Guatemala Mayaları'nm Popal Vuh adlı kitabında dünyanın meydana gelmesini şöyle anlatılır: "Sis gibiydi, bir bulut gibi idi. Bir sis bulutu gibiydi yaratılış." Rus Bilim adamı B. Levin'in Moskova'da 1955 yılında yayınlanan Dünya'nm ve Gezegenlerin Başlangıcı adındaki eserinde yaratılış şöyle anlatılıyor:
"Bu evren, toz zerrelerinin yassılaşmış bulutun merkezi bölgesinde birikmesiyle başlamış oldu." Mayalar'ın Kozmoloji bilgilerinin kaynağı nereden geliyordu acaba. Uzaydan mı? Onlara doğru takvim bilgisini kim verdiyse bu kaynakla o kaynak bence aynıdır. Bugün bilim adamları Evrenin yaratılışının büyük patlama sonrası oluştuğunu kabul ediyorlar. Çalışmalar halen sürüp gitmektedir. -26 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ANTİK ÇAĞLARDA COĞRAFYA BİLGİLERİ Atinalı Flavyus Filostratus'un (M.S. 175-249) Tyanah Apolloyus'un Hayatı adındaki kitabında Dünya'nın coğrafi bilgileri hakkında antik çağ insanları inanılmaz bilgilere sahipti: "Bütün sularla kara parçalarını karşılaştırırsak, karaların sulardan daha küçük olduğunu görürüz." Eflatun dünyanın genişliği ve başka kıtaların varlığı hakkında sağlam bir fikir sahibi olsa gerekti, çünkü Phaedon adlı eserinde Akdenizlilerin dünyanın ancak küçük bir bölümünü işgal ettiklerini yazmıştı. Strabo M.Ö ll'nci yüzyılda "Bizim üstünde yaşadığımız dünyadan başka, üzerlerinde bize benzemeyen varlıkların yaşadığı birkaç dünya olabilir," diye yazıyordu. Tüm bu bilgilerden anladığımız kadarı ile şunu ileri sürebilirim, Dünya üzerinde binlerce yıl önce modern uygarlıklar vardı. Büyük şehirler kurulmuştu. Uçan gemilere yani uçaklara sahip olan bu insanlar büyük bir ihtimalle bunlar diğer insanları eğittiler. Onlara bilimi öğrettiler. Modern şehirleri kurdurdular. Tarımdan, sağlık sistemine kadar günümüz yaşantısından pek farkı olmayan bu uygarlık MU UYGARLIĞI idi. Bilindiği gibi tarihteki bir çok devlet veya kabile ya da millet büyük doğal felâketler ile yok olmuşlardır. Ayrıca bir çok toplum Dinsel ve Ahlâki çöküntüye uğradıktan sonra da tarih sahnesinden silinmişlerdir. İnsan hayatında zenginlik arttığında dine olan ihtiyacın kalmadığı şeklindeki sosyoloji kuralı Tarih öncesi insanlar için de geçerliydi. ELEKTRİK KULLANAN ATALARIMIZ Antik çağlarda hiç sönmeyen lâmbaların varlığından söz eden bir çok klasik esere rastlıyoruz. Bu lâmbaların elektrik veya başka bir enerji ile çalıştıklarını bilmiyoruz. Romanın ikinci İmparatoru olan Pompilius'un tapmağının kubbesinde — 27 — ALI BEKTAN hiç sönmeyen bir ışık yanardı. Fhıtark'da Jüpiter-Ammon Tapınağı'nm girişinde yanan bir lâmbaya rahiplerin Bu lâmba yüzyıllardan beri hiç sönmeden yanmaktadır," dediklerini anlatır. Grek Taşlama güldürü yazarı Lucian M.Ö 120-180 yaptığı yolculukların öyküsünü yazmıştır. Suriye'deki Hiyerapo-lis'de Tanrıça Hera'nm heykelinin alnında göz kamaştıran bir mücevher gördüğünü, bu mücevherin geceleyin bile tapınağın içini gündüz gibi aydınlattığım yazar. Lübnan Baalbek'teki Hadad ya da Jüpiter tapmağı ise bambaşka yoldan aydınlatılmıştı: Işıyan taşlarla. M.S İkinci yüzyılda Pusardas, Tanrıça Minerva Tapınağında bütün bir yıl hiç sönmeden yanan güzel altın bir lâmbadan söz eder. M.S. 354430 yılları arasında yaşamış olan Ermiş Augustin'in yazılarında da bir harika tanımlamasına rastlıyoruz. Bu lâmba Mısır da İsis'in bir tapınağında duran bir lâmba olduğunu, ne su nede rüzgârın bu lâmbayı söndü-remediğini yazıyor. M.S 6'ncı yüzyılda Bizans İmparatoru Justiryen'in egemenliği sırasında Antakya'da hiç sönmeyen bir lâmba bulunmuştu. Üzerinde lâmbanın hiç sönmeksizin 500 yıldır yanmakta olduğunu gösteren bir levha vardı. Himalaya Dağlarında yer altında yaşayanların mağaralarında sihirli lambaların yandığından bahsediliyor. Hint Tapınaklarında da bir çok sönmez lâmbalar bulunmuştur.
1938-39 yıllan arasında Bağdat'ta kazılar yapan Wilhelm König adındaki Alman Arkeolog, boğazları asfalt kaplı bir takım toprak kavanozlar ve bakır silindirler içinde demir çubuklar buldu. König bunları 1940 yılında yayınlanan 9Jahre İrak adındaki eserinde anlattı. Bulduklarının bir çeşit elektrik pili olduğunu sanıyordu. Eski Babil'de elektrik pili. Bu iddia bilim çevreleri tarafından akıl almaz bir düşünceydi. İkinci Dünya Savaşından sonra General Elektrik Kumpanyasından Willaird Gray 2000 yıllık pilin eşini yaptı. İçine — 28 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bilinmeyen eski elektrolitin yerine bakır sülfat koydu. Eski Babil'in vazo biçimindeki pilinin yeni eşi denendi ve çalıştırıldı. Babilonya'lıların elektrik kullandıkları da böylece ortaya çıktı. Aynı bölgede bir çok elektronik yoldan kaplama yapılmış galvanize edilmiş nesneler bulunduğundan pillerin daha çok bu amaçla kullanıldığı tahmin ediliyor. Mezopotamya Uygarlıkları da tıpkı Mısır Uygarlığı gibi biranda tarih sahnesine çıktılar. Şimdi ben şu teoriyi sunuyorum: Ortaasya'dan göç eden Atalarımız Mezopotamya ve Mısır'a gelip yerleştiler. Ellerindeki üstün bilgi, sayesinde modern kentler kurdular. Geldikleri bölgenin insanlarını da eğittiler. Böylece Türkler'in ataları Uzaydaki başka gezegenlerden gelenlerden aldıkları bilgilerle dünyayı güzelleştirmeye çalıştılar. Ünlü araşnrmacı Kâzım Mirşan Bey yaptığı araştırmalar sonucunda Ortaasya'da kullanılan yazının benzerinin Mısır'daki Hiyeroglif yazılarıyla benzerlik gösterdiğini yazıyor. Hiyeroglifler arasında 29, harfin Atalarımızın kullandığı dil ile aynı olduğunu belirtmesi, Mısırlıların kökeninin Asya Kı-tası'na dayandığım gösteriyor. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde bu konulara tekrar temas edeceğiz. Uzay-Mu Kıtası ve Ortaasya hattındaki Atalarımız Dünya'ya Medeniyeti getirmiş ve ilk uygarlıkları kurmuşlardır. Tarihî açıdan ise M.Ö 150 bin yıl öncesine kadar gidildiğine inanıyorum. Öyleyse Türk Tarihini beş bin yıllık bir süreye sıkıştırmakla Avrupalıların ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyiz. Avrupalılar kendilerini medeni insan olarak tanıtırlar. Bilimin beşiği biziz derler. Onlara göre Türkler Ortaasya'da Kabile hayatı yaşayan barbar insanlardır. Anadolu'ya, Mezopotamya'ya,Ortadoğu ve Mısır'a gelen Atalarımız tarihte yerlerini almışlardır. Peki kökenimiz nereden geliyor dersek, Bunun tek cevabı MU Kıtası'dır. Mustafa Kemal'in 1930'larda yaptığı araştırma ile başlayan yolculuğunu bu kitapla ben sürdürmekteyim. Mu Kıtası'nda yerleşen insanlar yani bizim atalarımız 64 milyon nüfuslu, üı— 29 — ALI BEKTAN man iklime sahip bir kıtada Pasifik Okyanusunda yaşıyorlardı. Kozmik bir felâket sonrasında bu kıta denizin derinliklerine gitti. Kıta batarken buradan kurtulanlar Hindistan ve Asya'ya geçtiler. Atalarımız Turan'lılarla birleştiler ve onlara bilgilerini aktardılar. Güzel Kentler kurdular. Sonraki yıllar içinde iklim değişiklikleri nedeniyle göç ettiler ve Medeniyeti bütün Dünya'ya taşıdılar. Bir grup Orta Amerika'ya ulaştı. Mayalar ile Türkler arasındaki benzerlikler içersinde dil başlı başına dikkat çekicidir. Bir çok kelime aynı anlamı ile hem Anadolu'da hem de Orta Amerika da kullanılıyorsa bunun üzerinde önemle durulmalıdır. O zaman Türkler'in kökenlerinin Dünya'nın bir çok yerine dağıldığını kabul etmemiz gerekiyor. Ünlü araştırmacı Roger Bacon 13'ncü yüzyılda yaptığı araştırmalarla dikkat çekmiş birisiydi. Eserlerinden birinde Bacon şunu söylüyor: "Buna benzer Uçan Makinalar eskiden kalmadır ve günümüzde de yapılmaktadır." O yüzyılda böyle bir iddianın ileri sürülmesi gerçekten kafa karıştırıyor: Bacon ilkin uçan makinalarm kendinden önceki çağlarda
var olduklarını, ikincisi kendi zamanında da bulunduklarını söylüyor. Bu iddiaların ikisi de bize olmayacak şeyler gibi görünüyorken, benim Türkler'in kökeninin Mu'ya ve uzaya dayandığını açıklamam kesinlikle garipsen-memeli. — 30 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ANAVATAN KITA MU, İNSANLIĞIN İLK BÜYÜK UYGARLIĞI Türkler'in kökeninin Ortaasya'ya dayandığı biliniyor. Peki Asya'ya biz nereden geldik. Yoksa orada yaşayan mağara adamları iken bir anda modern insan olup aklımız başımıza mı geldi. İngiliz Albay James Churcvvard 19'ncu yüzyıl ortalarında Hindistan'da bir manastırda bir Rahiple sohbet ederken onun bahsettiği gizli tabletleri merak etmesiyle Mu Kıta-sı'nın varlığı ortaya çıktı. Mu Kıtası Pasifik Okyanusu'nda ve merkezi Ekvator'un biraz altına düşen bir kıta idi. Küçük de olsa bazı kısımları bugün bazı kısımları halen su yüzünde bulunan büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 9500 kilometredir. Günümüzden 12 bin yıl kadar önce çok büyük depremler ve su baskınları ile birlikte batmış kocaman bir sualtı mezarlığı olmuştur. Bugünkü Paskalya, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa Adaları bu kadim kıtanın sessiz mezarına bekçilik edercesine ayakta durmaktadırlar. Churcward elli yıl süren araştırmalarının büyük bir kısmını anlatan kitaplar yazmıştır. Dünya'nm dört bir yanını gezerek Mu'nun izini sürmüş ve kayıp parçaları tek tek bulup, biraraya getirmiştir. Zamanın gizemleri içersinde kaybolan bu uygarlığın günümüz kültürleri ve dinleri üzerindeki etkilerini anlatan İngiliz Albay şu sonuca varıyor: "Kuzey ve Güney Amerika, Atlantis, Batı Avrupa, Mısır, Hint, Babil, Uygur ve Anadolu uygarlıklarını etkilemiştir." Mu'dan kalma bazı anahtar sembollerin yorumlarını da açıklamıştır. 1926 yılında ilk kitabı "Kayıp Kıta Mu"yu yazan James Churcvvard'a en büyük ilgiyi Mustafa Kemal Atatürk göstermiştir. Türkler'in ve Anadolu İnsanlarının kökleri ve ataları üzerine araştırmalar yapılmasını isteyerek Nisan 1930 tarihinde 'Türk Tarih Kurumu" kuruldu. — 31 — ALI BEKTAN "Bizim Türk Milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Ortaasya'nın Altay yaylasında yetiştiği için Kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Ta uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir/' diyen Atatürk Anadolu halkının köklerinin daha derinlerini öğrenmek istiyordu. James Churc-ward'ın çalışmalarını öğrenir öğrenmez 60 kişilik bir tercüme ekibiyle kitapları Türkçe'ye çevirtti. Atatürk Mu'nun batış nedenlerini, göçlerini, kolonilerini, Ortaasya, Uygurlar ve bütün Türklerle ilgili kısımların altını çizerek incelemiş, okumuş ve notlar almıştır. Ayrıca Mu kökenli özel ad ve sıfatlar ve bunların öz Türkçe ile bağlantılarını incelemiştir. Mu'nun yönetim biçimini güneş enerjisinin aydınlatmada kullanımı gibi konularla ilgili satırların altlarını çizmiştir. General Tahsin Mayatepek'in getirdiği raporları da inceleyip Mu ile arasındaki bağlantıları bulmuştur. Ata'nın vefatından sonra bu konu kapanmış ve çok ilginç bu konuyla hiç kimse ilgilenmemiştir. Uzun yıllar sonra bazı araştırmacılar bu konuya el atmışlar ve Türkler'in soyunu daha da ileriye götürmüşlerdir. Ancak Hepsi de çok yüzeysel kalmıştır. 2000 yılında Ege Meta Yayınlan James Churc-vvard'm kitaplarını Türkçe'ye çevirip yayınlayana kadar çok az insan bilgi sahibi olmuştur. Atatürk'ten sonra ki dönemlerde Türkler'in Kökeni nereden geliyor, neresidir diye sorulduğunda Ortaasya'dır denilmiş ve kısa yoldan gidilmiştir. Oysa ki arkeolojik keşifler Türkler'in Köklerini 10 binlerce yıl öncesine taşımaktadır. Dünya'ya medeniyeti taşıyan bizim atalarımızdır. Bizim Asya'da modern şehirlerimiz varken, Avrupalıların ataları mağaralarda yaşayan ilkel insanlardı. Bu gerçeği Avrupalılar da bilmekte fakat açıklamak işlerine gelmemektedir.
Mustafa Kemal'in, "Ortaasya'mn altında büyük uygarlıklar yatıyor," demesi gibi, Mu Kıtası dünya medeniyetinin merkezidir. Bu medeniyet ortaya çıktığında uzay ile bağlantısı da oluştu. Başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerle fikir alış verişi olurken, atalarımız oralara gittiler. Tufan olayı ol— 32 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI duktan sonra bağlantı koptu. Fakat o gezegenlerden gelen atalarımız bizlere tarih boyunca yardımlarını sürdürdüler. Bugün o gezegenlerde üstün teknolojiye sahip atalarımız, bizden çok ileri, her yönden gelişmiş bir şekilde yaşıyorlar ve zaman zaman bizi ziyaret ederek gelişmemizi yakından izliyorlar. Bu gerçekleri özellikle Amerikalı bilim adamlarının bildiğini düşünüyorum. Ayrıca çok önemli bir nokta var: O'da Mu halkının dininin Tek Tanrı inancına sahip olduğunu söyleyebilirim. Allah'a inanan bu insanlar çok yüksek bir medeniyete sahip olduktan sonra zenginliğin getirdiği bozulmayla Allah'a isyan ettiler. Sonları 64 milyon kişiyle birlikte Pasifik Okyanu-su'nun derinliklerine gömülmek oldu. Kur'an-ı Kerîm de kaybolan milletlerden oldukça çok bahseden Âyetler bunlara en güzel örnektir. Türkiye'nin ilginç araştırmacılarından bir tanesi olan ve Ocak 1997'de vefat eden İnsanlığı Birleştiren Bilgiyi Yayma Vakfı Başkanı Ergün Ankdal Mu üzerine bir konferans vererek şunları söylemiştir: "Ezoterik bilgilerimize göre Doğu ve Batı Uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan bir tanesi Atlantis, diğeri de büyük anavatan Mu Uygarlığı'dır. Bu kaynaklar artık kendilerini maddesel olarak yavaş yavaş kabul ettirmektedir. Mu Uygarlığı'nm en büyük evladı At-lantis'tir. Atlantis'de Grönland'a yakın bölgelerden İrlanda'yı içine alacak şekilde bütün Kuzeydoğu Amerika'nın doğu kıyılarından aşağıya doğru, Güney Amerika'nın doğu kıyılarım kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktadır. Bu iki uygarlığın birbiriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden önceki büyük kozmik uygarlığın birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirlerine bağlı olarak gelişmişlerdir. Hem gelişmelerindeki, hem de çöküşlerinde-ki çizgi hemen hemen birbirine paraleldir. Bütün insanlığın uygarlık adma yaptığı her şeyin temel bilgisi ve ilkeleri bu iki büyük merkezden yayılmış veya onların öğretileriyle nakledilmiştir. Tüm bunlardan sonra şunu sorabiliriz: Acaba — 33 — ALI BEKTAN Anadolu halkı manevi köken olarak nasıl bir realiteye sahip tir. Tarihçiler fiziki kökeni kendilerine göre bir yerlere bağlayabilirler. Ama Anadolu'ya göçüp gelmiş atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodun niteliğini bilmezler. Bu kod hakkında elbette yüzyıllardan beri intikal eden bir bilgi akışı var. Anadolu Topraklarına gelen varlıkların bir özelliği var. Burası hem Atlantis'ten hem de Mu'dan göç edenlerin birleştikleri harman olup girdaplaştıklan bir bölgedir. Ege Denizi ve İskenderiye'ye kadar uzanan bölge çok önemli bir kavşak noktası haline gelmiştir. Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son Oğuzların göçüne varana kadar bütün ve asıl beşlenme kaynağı Moğolistandır. Atlantislilerin göçü nasü Mısır'ı meydana getirmiş ise orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve esas vatan yapmışlarsa, Mu Uygarlığı run insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolaysıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgilerini oraya nakletmişlerdir. Uygur Uygarhğı'nm kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çö-lü'nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir. Uygurların inanç, bilim, sosyolojik hayat, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Birtakım doğal olaylar sebebiyle başlamış olan Uygur göçleri Hindistan'a, Çin'e, Afganistan'a ve İran yoluyla Anadolu'ya kadar sürmüştür.
Büyük Uygur göçüyle birlikte Mu Bilgeliği ve Atlantis Teknolojisiyle yetişmiş büyük insanlık güçleri de zekâsı ve zihni ile göç etti. Onların içinde karışmış bir çok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu insanlann sahip oldukları en büyük özellik; Duyular Dışı Algılamalar ile ilgilidir.(Telepati ve Parapsikolojik Güçler) Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadolu'ya yeniden getirilmiştir. — 34 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük özellik psişiktir. Bu toprakların insanlarının başka bir ifadeyle asıl iç yüzleri ruhsal dünyaya dönüktür. Ve öyle yaşarlar. Görünüşte hepimiz dünya malı gibi yaşarız, yeriz içeriz her şeyi yaparız. Bütün dünyadaki insanlann yaptığı gibi, ama arada çok ince bir fark vardır. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda taşıdığımız DNA'larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar bize anavatanımız Mu'dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Bu toplumun vazifesi de Mu ve Atlan-tis'ten gelen kendisinde bulunan ve kendinden sonraki insanlık kitlesine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır." Türkler'in İslâmiyet'i kabul etmeden önce sahip olduğu dini görüşü bilindiği gibi yüce Tann Gök Tengri'ye inanmaktır. Onun verdiği güçle her işi başarırız derler. Teng-ri'nin iyi bir insan olmamızı istediğini, iyilik yapmak gerektiğini, kötülük yapıldığında ise Tengri'nin ondan ahret hayatında hesap soracağım anlatırlardı. Bu özelliklerin kaynağı da Mu'dur. Bu inançları bir sistem haline getirip dinsel bir şekilde sunan da İslâmiyet'tir. Asya da binlerce yıl yaşayan Türkler'in Buda dinine girmemeleri dikkat çekicidir, üstelik Çin ve Hindistan ile ticari ve kültürel alış verişler olmasına rağmen. Çünkü Budizm tam olarak onları dinî açıdan tatmin etmemiştir. Bu bilgiler ışığında: Türk Milleti'nin üstün ve büyük özelliklerini Mu Kıtası'nı daha detaylı olarak anlatarak devam ediyorum. JAMES CHURCVVARD MUTU ANLATIYOR-1: Hindistan'da Tarih öncesi tabletleri bulan James Chure-ward elli yıl boyunca yaptığı çalışmaları, yazdığı kitaplarda topladı. Onun ilginç tarafı; Hintli rahip ile birlikte tabletler-deki Mu dilini ve sembollerini çözmesidir. Bu tabletler ve diğer kadim kayıtlarla birlikte, Mu'nun ve çok ileri bir anlayı— 35 — ALI BEKTAN şa erişmiş bir uygarlığı anlattığını öğrendi. Hint, Babil, Mısır, Uygur ve Yukatan uygarlıkları, geçmişteki bu yüksek uygarlığın sönmeye yüz tutmuş közleri olduğuna tanık etmektedirler. Churcvvard araştırmalarını şöyle anlatıyor: "Aden Bahçesi Asya'da değil, Pasifik Okyanusu'nda artık var olmayan bir kıtanın üzerindeydi. Dinlerde yeralan yaratılış hikâyesi Ortadoğu'da değil, insanın anavatanı Mu'dan çıkmıştı. Hindistan'da bulduğum kutsal tabletlerde günümüzden elli bin yıl önce 64 milyon kişinin yaşadığı bu inanılmaz topraklarda bizimkinden üstün bir uygarlık gelişmişti. Sonradan gelen tüm uygarlıklar bu kayıtları onlardan almıştı. İki sene boyunca rahip dostum ile birlikte çalıştım ve insanlığın bu ilk dilini açıklamaya çalıştım. Basit görünümlü bu yazılar Kutsal Kardeşler Topluluğu (Naakaller) için özel olarak tasarlanmıştı. (Naakaller kolonilere dini bilgileri ve eğitimi götüren rahiplerdir) Binlerce yıl özel olarak korunan bu tabletleri ilk defa biz görüp, dili çözmeye çalıştık. O sırada Hindistan'daki yedi şehirde bu tabletlerden çok fazla miktarda olduğunu öğrendim. Rahibin getirdiği tabletlerde ilk insanın yaratılışını anlatıyordu, insana ait en büyük sırları gün ışığına çıkardığımı kavrayarak mabedin dışındaki diğer tabletlerin peşine düştüm. Hindistan'ın her yerindeki mabetlere beni tanıtan mektuplar götürdüm, her seferinde soğuk bakışlar ile
karşılaştım, çünkü peşine düştüğüm bu tabletler çok kutsaldı. Öylesine kıymetli bilgiler elde ettim ki tüm eski medeniyetlerin bilgileriyle Mu'nun bilgilerini karşılaştırmak istedim. Sonuçlar inanılmazdı. Grek, Kaide, Babil, Pers. Mısır, Yukatan ve Hindu medeniyetlerinin kesinlikle Mu'nun arkasından yürüdüğünü gördüm. Araştırmalarım sırasmda bu kayıp kıtanın Hawaii'nin kuzeyinde bir yerlerden güneye, oradan Fiji Adaları'na ve Paskalya Adası'na kadar uzanan bir yeri kapladığını keşfettim. Bu toprakların 12 bin yıl önce korkunç depremlerle sallandığını bir ateş ve su girdabı içersinde yok olup gittiğini öğrendim. — 36 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Yaratılış hikâyesini orjinalinden okudum. Mu'dan yola çıkarak izlemeye başladım. Mu'dan Hindistan'a, batık kıtadan gelen insanların ilk yerleşim bölgesine geldim. Hindistan'dan Mısır'a, Mısır'dan Musa'nın onu kopyaladığı Sina Mabedine ve oradan da 800 sene sonraki Ezra'nın hatalı çevirilerine. Konuyu etraflıca araştırmayan kişiler bile bildiğimiz haliyle yaratılış hikâyesi ile Mu'dan çıkan gelenek arasındaki benzerliği gördüklerinde bu ihtimali inkâr edemeyeceklerdir." Tabletlerde Yaratılış şöyle başlıyordu: "Başlangıçta evren yalnızca bir ruhtu. Hiçbir hayatiyet belirtisi yoktu. Dingin, ıssız ve sessiz. Uzaym enginliği boş ve karanlıktı. Yalnızca Yüce Ruh, kendiliğinden var olan kudret. Yaradan dipsiz karanlıkta hareket ediyordu." Yaratıcı Alemleri yaratma arzusu duydu ve Alemleri yarattı ve üzerindeki canlılarla birlikte dünyanın yaratılışı şu şekilde oldu: İlk emir: "Biçimi olmayan ve uzaya dağılmış halde bulunan gazlar biraraya gelsin ve onlardan da yerküre biçimlensin." Sonra gazlar anafor halinde bir kütle oluşturacak şekilde bir araya geldiler. ikinci emir şuydu: "Gazlar katılaşsın ve yerküreyi oluştursun." O zaman gazlar kahlaştılar, hacimler dışarıya çıktı. Hacimlerden su ve hava oluştu. Ve hacimler yeni dünyanın içine gizlendi. Karardık hüküm sürüyordu ve hiçbir ses yoktu, çünkü henüz ne sular ne de atmosfer şekillenmişti. Üçüncü emir şuydu: "Dıştaki gazlar ayrışsın, atmosferi ve suyu meydana getirsinler." Ve gazlar ayrıştı. Bir kısmı suları meydana getirmeye koyuldu ve sular Dünya'yı kapladı. Öyle ki hiç bir kara parçası görünmüyordu. Suları meydana getirmeyen diğer gazlar atmosferi meydana getirdiler ve ışık atmosferin içine yayıldı. — 37 — ALI BEKTAN Ve güneşin ışınlan atmosferdeki ısı ışınlarıyla buluştu ve ona hayat verdi. Artık yeryüzünü ısıtacak sıcaklık da vardı. Dördüncü emir şuydu: "Yerkürenin içindeki gazlar toprağı suların üzerine yükseltsin." O zaman toprak altındaki ateşler üzeri sularla kaplı yer kabuğunu, suların üzerine çıkana kadar yükselttiler, böylece kuru topraklar ortaya çıktı. Beşinci emir şuydu: "Sularda hayat meydana gelsin." Ve güneşin ışınlan suların balçığmdaki toprağın ışınlanyla buluştu ve balçıktaki parçacıklardan kozmik yumurtalar (hayat tohumlan) oluştu. Bu kozmik yumurtalardan emredildiği üzere hayat ortaya çıktı. Alana emir şuydu: "Karada hayat ortaya çıksın." Ve güneşin ışınlan toprağın tozu içinde yerin ışınlanyla buluştu. Ve bundan da, kozmik yumurtalardan da karada hayat ortaya çıktı. Yedinci Emir şuydu: "O zaman Narayana, evrendeki her şeyin yaratıcısı insanı yarattı ve onun bedenine yaşavan ve yok olmayan bir ruh yerleştirdi. Ve insan, zihinsel kuvveti bakımından Narayana gibi oldu. Böylece yaratılış tamam olmuştu."
Yedi emrin aynı zamanda zaman içindeki yedi dönem süresine ya da devire işaret ettiği muhakkaktır. Bir dönemin hangi zaman birimiyle ölçüldüğü belli değildir. Bir gün anlamına da gelebilir, bir yıl ya da bir milyon yıl anlamına da. Yani tabletlerde yaratılışın ne kadar sürdüğü ile ilgili bir beyan bulunmamaktadır. Kaydedilen oluşumlann tamamlanması milyonlarca veya on milyonlarca yıl da sürmüş olabilir. Belirli olan şey yeryüzünün yedi gün içinde varolduğu değildir. Dünya'nın her köşesi yaratılış efsaneleriyle doludur. Ve bunlardaki materyal arasmda öyle büyük benzerlikler vardır ki, ister istemez hepsinin aynı ortak kökenden, Mu'dan geldiği sonucunu çıkartırsınız. — 38 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Tevrat'ta kullanılan "Tann nefesinden üfledi/' ifadesi de aynı sembolle iyi bir örnektir. Her halükârda "Tann'dan alınan özel güçler," şeklindeki mânâ gayet açıktır ve bundan da, bunların Tann'nın bir parçası olduğu anlamı çıkarılabilir, tıpkı yaprağın ağacın bir parçası olduğu gibi. İnsan, Tann'dan gelmişti ve geldiği yere dönmek zorundaydı. Tabletlerdeki veya aynı paraleldeki öğretilerin yansımalarını, eski Hindu Kültüründe de bulabilirsiniz. Hindu Manava Dhanna Sastra 2 Kitap 74 Sloka: "Başlangıçta yalnızca Adite denilen sonsuz varlık vardı. 1 kitap 8 Sloka "Bu tohum bir yumurta oldu," 1 Kitap 10 sloka "Görülebilen evren başlangıçta karanlıktan ibaretti," 1 kitap 9 Sloka "Önce sulan yaptı ve oraya bir yumurta bıraktı." Rig Veda 3,1,2/4,316-317 sayfalar (MÖ 2000-2500) "Yüce varlığın. Tüm Tannlann ve insanın iyi kalpli annesi tanrıça Maya ile birleşmesi sayesinde, yüce varlığın zekâsı Buddha formu içinde bu kozmik yumurtada kopyalandı. Bu Adem ile Havva hikâyesini çağrıştırmaktadır.. Sayfa 3 "Ondan başka hiçbir şey yoktu, karanlıktı;" sayfa 4": "O'ki havadaki ışığı ölçer ve ayınr." Aitareya -Aram'ya 4-8 slokalar "Bu evren aslında bir ruhtan ibaretti, onda faal ya da durağan halde hiçbir şey yoktu. Ona şu düşünce geldi: Alemleri yaratmak istiyorum, böylece O alemleri, ışığı, ölümlü varlıkları, ışığı tutan atmosferi, fani dünyayı ve sulann yerleştiği derinlikleri yarattı." Yukatan -Nahuatl: İlahi yayılımlann atmosferdeki parçacıklara çarpması onlara hayatiyet kazandırdı. Maddenin hareketini belirleyen ısı, atmosfer içinde gelişti." Yazılı ve efsanevi tarih ne söylerse söylesin, bu kitaplann eski mabet kayıtlarından alınıp yazıldığına mabetlerdeki tarihçelerin ise Naakaller tarafından yazılmış olduğuna ve yine onların din ve ilim öğrettiklerine kuşku yoktur. Dünya'nın çok farklı yerlerinde yaratılış efsanesinin dikkate değer varyasyonlarının bulunması hiç şüphesiz bunla— 39 — ALI BEKTAN rın nesilden nesile aktarılmasına bağlıdır. Yaratılışın bilimsel yönlerini ayıklayan ve sembolleri kullanan milletler, yalnızca sonuçları kaydetmişlerdir. Kayıp Kıta İnsanın anayurdunun yok oluşunu anlatan kayıtlar gerçekten sıra dışıdır. Kıyaslamalar bir zamanlar böyle bir kara parçasının mevcut olduğunu kaydediyor. Mısır, Hint ve Maya dillerinde yazılan kayıtlarda yerkabuğunun depremlerle kırılmasıyla alevlere boğulan ülkenin nasıl battığı tanımlanıyordu. Daha sonra Pasifik'in dev dalgaları üzerini örtmüştü. Başka el yazmaları vardır. Mesela Ramayana Destanı bunların arasındadır. Ayhodia'daki Rishi Mabedinin baş rahibi Narana'nm mabetteki eski çağlardan kalma yazıları bilge tarihçi Valmiki'ye okuyup dikte ettirmesiyle yazümıştır. Eserin bir yerinde Valmiki, Naakallerin Burma'ya "doğum yerleri olan Doğu'daki Pasifik yönünde bir ülkeden geldiklerinden söz eder." Kutsal Tabletleri ve Valmiki'yi doğrulayan diğer belgeler:
İngiltere British Museum da bulunan Troano El Yazması-dır ve bu elyazması Yukatan da yazılmış bir Maya kitabıdır. Hindistan, Burma ve Mısır'da karşımıza çıkan aynı sembolleri kullanarak Mu ülkesinden bahseder. Bir başka referans Cortesianus Kodeksidir ki bu da Troano kadar eski bir diğer Maya kitabıdır. Sonra Lhassa Belgesi, Mısır, Yunanistan, Orta Amerika da bulunan diğer kayıtlar gibi. Mu Kıtası Doğu ile Batı arasında 9500 kilometre, Kuzey ile Güney arasında 4500 km'yi buluyordu. Kıta ince boğazlar veya denizlerin ayırdığı üç kara parçasından oluşuyordu. Burası "geniş düzlükleri" olan güzel, tropik bir ülkeydi. Vadi ve ovalar ekili tarlalar ve otlaklarla doluydu. Alçak tepelerden oluşan engebeli araziyi ise gür ve tropik bir bitki örtüsü süslüyordu. Bu yeryüzü cennetinde yüksek dağlar veya sıradağlar bulunmazdı. Ufuk çizgisi nazik ve yumuşacık hat— 40 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI larla uzayıp giderdi. Dağlar henüz yeraltından yukarılara çıkmaya zorlanmamıştı, Bu bereketli topraklar ormanlık tepelerin ve verimli ovaların arasında fantastik şekiller çizerek ve kıvrımlar yaparak acelesizce akan büyük akarsular ve dereler tarafından sulanıyordu. Her yer insanı dinlendiren, huzur veren yemyeşil bir halıyla kaplanmıştı. Bu manzaraya alçak boylu ağaçların al renkli, mis kokulu çiçekleri renk katıyordu. Göz alabildiğine uzanan kumsallara saçaklı gölgelerini düşüren ince uzun palmiye ağaçlan ırmaklara eşlik edip, iç bölgelere denizin esintisini taşımaktaydılar. Irmak kenarları zarif siluetli büyük eğrelti otlarıyla kaplıydı. Arazinin çukurlaştığı vadilerde akarsular genişleyerek küçük göller oluşturmuştu. Bu sularda yeşil bir fon üzerine serpiştirilmiş rengarenk mücevherler gibi ışıldayan "Lotus Çiçekleri" (Nilüfer) dolaşırdı. Irmakların üzeri ise ağaçların sunduğu gölgeliklerin tadını çıkaran ve sanki tabiat aynasındaki renkli güzellikleri daha iyi fark edilsin diye bir aşağı bir yukarı periler gibi uçuşan kelebeklerle doluydu. Çiçekten çiçeğe konmaktan vazgeçmeyen bu türlü çeşit kelebeklerin en yakın arkadaşları kısa ziyaretlerinde onları yalnız bırakmayan ve canlı mücevherler gibi parlayan sinek kuşlarıydı. Birbirlerine çalım atan küçük tüylü ötücü kuşlar ağaç ve çalılıkları şenlendirmekteydi. Her yerden "her şey yolunda" mesajını dünyaya ilan etmek istercesine bıkmadan öten cır cır böceklerinin sesleri duyulurdu. Ne zamandan beri orada olduğu bilinmeyen ormanlarda kocaman kulaklarını sallayarak sinekleri kovalamaya çalışan güçlü mamut ve fil sürüleri dolaşırdı. 64 milyon kişinin saltanatım sürdüğü bu büyük kıtada hayat, neşe ve mutluluk içinde geçiyordu. Orası üzerindekilere her türlü refahı sunan bir yuvaydı Her tarafta tıpkı "Örümcek Ağları" gibi her yanı saran düzgün yollar vardı. Bu yollar pürüzsüz mermer taşlarla — 41 — ALI BEKTAN kaplıydı, öyle mükemmel döşenmişlerdi ki "birleşme yerlerinde ot bile bitmezdi." Bu anlatılan zamanlardaki 64 milyon kişi birbirinden ayrı fakat tek bir hükümet altında toplanan on kabileden veya halktan meydana gelmişti. Çok nesiller önce insanlar bir kral seçmişler ve isminin başına da RA ekini getirmişlerdi. Böylece RA Mu adı altında hiyeratik baş ve imparator olmuştu. İmparatorluk da "Güneş İmparatorluğu" adını almıştı. Hepsinin dini aynıydı: Semboller vasıtasıyla Yaradan'a ibadet etmek. Hepsi de ruhun ölümsüzlüğüne inanıyordu. Eninde ve sonunda geldiği "Ulu Kaynağa" geri döndüğüne inanıyordu, Yaradan'a saygıları o kadar büyüktü ki (ynun ismini telaffuz etmezler, dua ve niyazlannda ona bir sembol aracılığıyla hitap
ederlerdi. Ra, Güneş O'nun bütün niteliklerini simgeleyen kollektif sembol olarak kullanılmaktaydı. En üst mertebedeki rahip olan Ra Mu, Yaradan'ın dinsel öğretilerdeki temsilcisiydi. Temsilci olması nedeniyle Ra Mu'ya tapınılmayacağı esaslı bir şekilde öğretilmiş ve anla-şümıştı. O zamanlarda Mu halkı gelişimlerini çok ilerletmiş ve aydınlanmış bireylerdi, Yeryüzünde vahşiliğe rastlanmıyordu zaten hiç de olmamıştı, çünkü dünyadaki tüm insanlar Mu'nun çocuklarıydı. Ve anavatanın tebası idiler. Mu'da çoğunluk olan beyaz derili bir ırktı. Bunlar duru beyaz ve buğday tenleri, yumuşak bakışları, koyu renkli iri gözleri ve düz siyah saçlarıyla son derece güzel insanlardı. Bunun dışmda sarı, kahve ve siyah derili başka ırklara mensup insanlar da vardı. Ancak onlar yönetim kadrolarında yer alamazdılar. Mu halkı içersinde gemileriyle doğudaki okyanuslardan batıdakilere ve kuzeyden güneydeki denizlere açılan büyük denizciler vardı. Aynca mimarlık, büyük taş mabetler ve saraylar yapmada çok ilerlemişlerdi. Anıt olarak dikilen yekpare taş blokları işlemekte ustaydılar. — 42 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Mu topraklarında yedi büyük şehir ya da merkez vardı. Din, İlim ve diğer disiplinler buralarda öğretilirdi. Üç kara parçasına dağılmış olan ve daha pek çok büyük şehir, kasaba ve köyler de vardı. Şehirlerin çoğu büyük ırmakların denizle buluştuğu yerlere kurulmuştu ve buraları dünyanın her tarafından gemilerin gidip geldiği ticaret ve alış veriş merkezleriydi. Mu ülkesi dünya medeniyetinin, eğitiminin, ticaret ve alışverişin baş merkeziydi. Dünya'nın başka yerlerine dağılmış ülkeler onun kolonileri veya ona bağlı koloni imparatorluklarıydı. Kayıtlara, yazmalara ve geleneklere göre ilk insan Mu topraklarında ortaya çıkmıştı. Ve buna ithafen Mu'nun başına Kui Ülkesi ibaresi eklenmişti. Bütün şehirler üstü açık, yani çatısı olmayan ve kabartmalarla bezenmiş büyük taş bloklardan yapılmış mabetlerle donanmıştı. Üstlerinin açık olmasının nedeni, bütüne yönelik niyaz ve dua faaliyeti içerisindeki kişilerin başına Ra'nın ışınlarının düşmesine imkân sağlamaktı. Bu, Yaradan'ın bu eylemden haberdar olduğunun işareti olarak kabul edilirdi. Zengin sınıflar bir çok mücevher ve kıymetli taşlar takarlar. Çok sayıda hizmetlinin eşliğinde etkileyici saraylarda yaşarlardı. Koloniler dünyanın her tarafında birden başlamıştı. Denizcilikte usta oldukları için gemileri devamlı olarak çeşitli kolonilere ve oradan da Mu'ya yolcu ve yük taşıyorlardı. Akşamları, hava serinlediği zaman, gemiler keyifli saatlere sahne olur, yardıma uzun küreklerin ahenkli sesleri göz kamaştıncı giysi ve mücevherleriyle geceye katılan yolcuların kahkaha ve şarkılarına karışırdı. Medeniyetinin, ticaretin, eğitimin zirveye ulaştığı ve bunun gökyüzüne doğru yükselen mabetler, yekpare heykeller ve anıtsal dikili taşlarla ilan edildiği sırada, Mu topraklarında büyük bir şok yaşandı. Yerkürenin içinden gelen kükre-melerin ardından ülkenin güney kesimleri deprem ve volkanik patlamalarla sarsıldı. — 43 — ALI BEKTAN Kıta'nın güney kıyılarında okyanustan gelen yıkıcı felâket dalgaları karalara hücum etti ve bir çok şehir yerle bir oldu. Volkanik ağızlar ateş, duman ve lav püskürdü. Arazinin düz olma"sı nedeniyle aşağıya doğru akamayan lavlar üst üste birikerek koni şeklini aldılar ve daha sonra volkanik kayalara dönüştüler. Bugün güney denizindeki adaların bazılarında bunu görebilirsiniz. Volkandaki hareketlilik bu şekilde sona erdi. Yanardağların patlamasından sonra insanlar yavaş yavaş korkularının üstesinden gelmeyi başardılar. Şehirler yeniden kuruldu. Ticaret ve deniz trafiği yeniden başladı. Bu ilk ziyaretin üstünden bir çok nesiller geçtikten sonra, bu
fenomen tarihin bir parçası olduğunda, Mu'da tekrar depremler başladı Bütün kıta denizin dalgalan gibi indi çıktı. Yer, fırtınaya yakalanmış bir ağacın yaprakları gibi savruldu ve sallandı. Şehirler enkaz yığınlarına dönüştü. Yer bir alçalıp bir yükselir, sağa sola doğru kayarken, aşağıdan gelen ateşlerin açılan yarıklardan yukan doğru kükre-yerek fışkırmasıyla çapı 4,5 km'yi bulan ateş kitleleri oluştu. Buna gökyüzünü saran yıldırımlar cevap verdi. Okyanustan yükselen ve kıyılan doğru saldıran dev dalgalar önlerine çıkan tüm canlılan ve şehirleri yutarak ova içlerine doğru ilerlediler. Her yanı dehşetle haykıran kalabalıklann sesi doldurmuştu. "Mu kurtar bizi," diye bağırarak mabetlere ve yüksek yerlere sığınmaya çalışan halkın üzerine ateş ve duman yağıyordu. Tüm ülkenin üzerini kaplayan duman kütlesinin ardında batış çizgisine doğru alçalan kızgın güneş tıpkı bir ateş topuna benziyordu. Ufukta gözden kaybolduğu zaman, her yana yoğun bir karanlık çöktü. Yegâne şey, durmaksızın çakan şimşeklerin ışığıydı. Gece boyunca karalar ortalarından yarıldı ve parçalara aynldılar. Gökgürültüsüne benzeyen homurtularla zavallı ülke ateşten bir göle doğru indi. Koskoca kıta parçalar halinde ateşten ibaret bir uçurumun içine düştü. Her taraftan sal— 44 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dıran alevler tarafından yutuldu. Mu ve üzerindeki 64 milyon kişi ateşe kurban gitmişti. Mu yavaş yavaş bu dipsiz uçuruma doğru çökerken saldırıda bulunan bir başka güç daha vardı. 80 milyon metreküp su. Dev su kütleleri dört bir yandan hücum ettiler. Bunlar bir zamanlar ülkenin merkezi olan bir yerde kaynar halde buluştular. Mu; bilge insanın anavatanı, bütün mağrur şehirleri tapmakları, sarayları, harika sanatları, ilimleri ve her çeşit ustalığı ile birlikte maziye karışmış, ölümcül sular üzerini bir kefen gibi örtmüştü. Ana kaynağın yeryüzünden silinmesi kolonileri etkiledi. Neredeyse 12 bin yıl boyunca bu büyük uygarlığın üzerine kaim bir perde çekildi. Şimdi bu perde bazı yerlerden delindi. Koloni imparatorlukları anavatanın uygarlığını bir süre daha yaşattılar ama ana merkezin desteği olmaksızın bunu çok fazla sürdüremeyeceklerdi. Yavaş yavaş sönmeye yüz tuttular. Onların küllerinden yeni bir uygarhk doğdu ve bugünlere gelindi. Churcward, Mu'yu anlatırken, ortaya koyduğu bilgileri Lhassa Belgesi, Troano El Yazması, Paskalya Adası Tableti, Hindistan ve Maya Belgeleri, Grek kayıtlarından, Hint Val-miki'den ve Pasifik Okyanusu adalarmda kalan kalıntıları inceleyerek Mu'yu böyle detayh olarak öğrenip anlatmaktadır. Mu'yu yaratanın "Yaradan" olarak bilindiği ve Alemleri yaratma arzusu ile dünyayı da yaratüğı açıklanırken bu durumu Allah'ın varlığının bence en güzel delilidir. Çünkü İslâmiyet'ten önce gelen tüm peygamberler insanların çeşitli ilkel tanrılara tapmalarını önlemek isteyerek, büyük yaratıcıya tapılmasını istemiştir. Kur'an-ı Kerîm'de bildirilen peygamber isimlerinin dışında insanlığa 124 bin veya 224 bin peygamberin gönderildiği konusu islâm alimleri tarafından bildirildiğine göre, Mu Kıtası'nda ki insanlara da peygamberlerin gönderilmiş olması mantıklı bir düşüncedir. Gelen Peygambere inanmayan Mu halkı da Tufan olayı sonucunda batmış ve 64 milyon insan yok olmuştur. — 45 — ALI BEKTAN CHURCWARD MLPYU ANLATIYOR-2 İnsanın yeryüzünde ilk ortaya çıktığı yerin Mu toprakları olduğuna şüphe yoktur. Farklı kayıtlar sonuç itibariyle Kutsal Kitaplarda sözü geçen Aden Bahçeleri'nin, Mu Kıtası olduğunu kanıtlamaktadır. Belgeler Mu'nun Amerika'nın batısında, Asya'nın doğusunda yer aldığını gösteriyor. Kanıtlar arasında Denize gömülmüş mabetlerden arta kalan bölümler, heykeller, kutsal semboller ve gelenekler hâlâ
varlıklarını Pasifik Adaları'nda sürdürmektedir. Tarih öncesi bir uygarlığa ait tartışmasız nitelikteki bütün ipuçları, uygarlığın yerini kesinleştirmemi sağladı. Güney Denizi Adaları'nda yapımı yarıda kalan heykeller bulunmuştur. Bunlar batık kıta Mu'nun birer parçasıdır. Troano El Yazmasının verdiği bilgilere göre kıtanın günümüzden 12 bin yıl öncesine kadar varolduğunu anladım. Sonuçta Pasifik Okyanusu'nda kapladığı yeri gösteren tahmini bir harita çizdim. Ülkenin haritadan daha kuzeye doğru uzandığını düşünüyorum ama kayıtlara bakınca Mu'da dağ namına pek bir şeyin olmadığı kanaatindeyim. Gerek Troano El Yazması, gerekse Cortesianus Kodeksi'nde Mu'dan yeryüzünün tepeleri olan topraklar veya "Yeryüzünün Bayın" diye söz edilir. Grek belgesinde ise "düzlük" diye geçer. Üçüne de inanıyorum. Anavatan kökenli olduğuna dair kuvvetli ipuçları bulunan su yüzeyindeki bu kara parçacıklarında, onların büyük bir kıtadan arta kaldıklarından bir kere daha eminim, çünkü bu kara parçacıklarında vahşi bir hayat süren yerliler vardır. Herhangi bir kara parçasından binlerce kilometre uzaktadırlar, ve sırf bu nedenle tarih öncesi çağlarda, burada bir kıta bulunduğuna ve bu kıtada son derece uygar insanların yaşadığına dair herhangi bir belgeden, yazıttan ve gelenekten çok daha güçlü kanıt oluşturmaktadır. Güney Denizi Adaları'nda bulunan eski kayıtlar ve kalıntılar, bize insanın uygar bir varlık olarak yaratıldığını göster— 46 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI mektedir. O kendi ruhundan gelen bir bilgiyle yaratılmıştı: Tann'ya inanıyor ve ibadet ediyordu. Güney Denizi Adalan'nda bulunan kalıntılar, ada sakinlerinin halihazırdaki yarı vahşi durumlarına rağmen her zaman böyle olmadıklarını sergilemektedir. Kayıt ve Geleneklerin eşliğinde onların son derece aydınlanmış ve medeniyette, çok ilerlemiş bir atalar topluluğunun neslinden geldiklerini açıkça anlıyoruz. Şuanda içinde bulundukları şartlar tarih öncesi atalarının maruz kaldıkları muazzam felâketin bir başka delilidir. Maymun teorilerini sağlamlaştırma peşine düşen bilim adamları, erken Pleyistosen zamana kadar yeryüzünde insandan eser olmadığını kanıtlama çabası içindedirler; ancak bu sabun köpüğünü söndürmek için ufacık bir iğne batırmak yeterlidir. Pleyistosen zamanın sonu ve jeolojik Buzul çağının başlangıcı olarak kabul edilen son büyük manyetik felâkette Avrupa'da sular çekilirken meydana getirdiği kum ve çakıl yataklarında insana ait kalıntılar bulunmuştur. Nebraska'daki mağara adamları da aynı felâkete kurban gitmişlerdir. Arkeolog Niven'in Yukatan'da bulduğu kalmtılardaki üst katman şehri Pleyistosen zamanın başlangıcına, dağların oluşmasından önceki zamana aitti. Alt tabakada bulduğu şehir ise bundan on binlerce yıl önce kurulmuştu. Ve Tertiyer döneme doğru gitmektedir. Anadolu'da İzmir şehrindeki Merkez Tepe'de bulunan kesit de aynı şeyi doğrulamaktadır. Bilim adamları beyaz ırkın çıkış yerinin Asya olduğu teorisinin yanında yer alıyorlar, ama bunu destekleyecek kanıtları yoktu. (Sonraki yıllarda yapılan araştırmalarda çeşitli kanıtlar bulunmuştur. Çünkü kitabın yayın zamanı 1920'li yıllardır, y.n.) Bu kitapta beyaz ırkın ortaya çıkışını ve buradan da Avrupa'ya geçişini açıklayacağım. Araştırmacı Fre-derick CBrien'in araştırmaları sonucu Güney Denizi Adalan'nda yaşayan yerli topluluklarında beyaz ırka mensup insanlar buldu. Üstelik yeryüzünün diğer beyaz derili insanlarıyla kusursuz uyuşan bir diğer özellikleri de son derece gü— 47 — ALI BEKTAN zel hatlara sahip olmalarıydı. Sonuçta Beyaz insan Mu'da ortaya çıkarken, Polinezya Adaları'nın büyük bir yıkıma karşı koyamayan bu talihsiz kıtanın uç kalıntıları olduğunu göstermektedir. Kayıtlar ve Gelenekler Meksika ve Orta Amerika'nın Mu'dan gelen insanların yerleştikleri ve koloniler oluşturdukları bölgeler olduğunu göstermektedir. Geleneklerde Mu'dan gelen bu insanların sarışın
beyazlar olduğunu, bu sarışın beyazların biraz daha koyu tenli beyaz insanlar -esmerler- tarafından ülkelerinden gönderildiğini, sarışın beyazların gemileriyle durmadan güneşin yükseldiği yöne-Doğuya- doğru yelken açtıklarını ve sonuçta Avrupa'mn kuzeyine, bugünün İskandinavyası'na yerleştiklerini söylemektedir. Yine aynı kayıtlarda Güney Avrupa'nın, Küçük Asya'nın ve Kuzey Afrika'nın da kolonileştirildiği ve Maya Ülkesi, Orta Amerika ve Atlantis yolu üzerinden gelen esmerlerin buralara yerleştikleri açıkça belirtilmektedir. Frederick O'Brien'in "Güney Denizlerinde Beyaz Gölgeler" (YVhite Shadovvs in The South Seas) adlı kitabında Pasifik'teki Beyaz insanlardan bahsediyor: "Çoktan unuttuğumuz atalarımızın erkek kardeşleri taş devrinden beri genel insanlığın gelişim çizgisinden kopuk olarak bu adalarda yaşamıştır. Beyaz ırkımızın vahşi ve yabani çocukluk adetleri burada, bu ilkel ve vahşi hayatın ortasında yaşatılmaktadır. Temiz yüzleri, dürüst bakışlı iri gözleri, duru esmer tenleriy-le vahşi dostlarım hâlâ beyaz ırkın izlerini taşımaktadırlar." Churcward, "Kadim bir uygarlığın kalıntılarını arayacağımız ve onları bulacağımız yer Polinezya Adaları'nda olacaktır," diyerek şöyle devam ediyor: "Pasifik Okyanusu'na serpiştirilen adalarda büyük bir uygarlığın kalıntılarına rastlayabilirsiniz. Büyük Taş Mabetler, harç kullanılmadan büyük taş blokların üst üste konulmasıyla yapılmış duvarlar, su yolları, taş döşeli yollar ve devasa dikilitaş heykeller, yani hepsi de inşa edilebilmeleri için kıtasal kaynaklar ve beceri sahibi kişilerin mevcudiyetini gerektiren eserler vardı. Bulundukları yerler küçük kara parçaları, sakinleri ise yarı ilkel kabilelerdir. Paskalya Adası'nda ki heykeller de aynı durum— 48 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dadır. Bu küçük adada halihazırda 555 yontma taş, anıtsal boyutlarda heykeller ve ayrıca tarih öncesi bir ırkın sanatını temsil eden diğer örnekler bulunmaktadır. Paskalya Adasında ayrıca kesilmiş, işlenmiş ve bir platformu andıran dev taş bloklar bulunmaktadır Bu blokların yüksekliği 9 metre, boylan 60 ve 90 metre arasında değişmektedir. MISIRLILARIN ÖLÜLER KİTABINDA MU KONUSU Mısır'ın Ölüler Kitabı batık kıta Mu'nun insan ırkının ük yerleşim bölgesi olduğunu yüksek uygarlık düzeyiyle uzak dünyalarda kurduğu kolonileri kendi yörüngesine oturtan bir çekim merkezi oluşturduğunu kanıtlayan belgeler içermektedir. Mısır Hiyerogliflerinde yer alan PER-M-HRU sözünün anlamını Mısırlı uzmanlar Per-İleri doğru gitme, geliş, varış yakında gelecek, "HRU- gün, gündüz ve M'den" anlamına gelen bir ektir. Fakat Ejiptologlar, bu başlığın ne anlama geldiğinde anlaşamamaktadırlar. Ben onlardan daha farklı düşünüyorum: Bana göre PER geri kalma demektir, HRU gün ve M'de Mu anlamına gelmektedir. O zaman mânâsı "MU GÜNDEN GERİ KALDI" demektir. Bu anlam Mısır'ın Ölüler Kitabı Mu'nun yok oluşuyla birlikte hayatlarını kaybeden 64 milyon kişinin anısına ithaf edilmesidir. Kitabın hangi tarihlerde yazıldığı ve ortaya çıktığı meçhuldür. İlk kopyaların yalnızca birkaç bölüm içerdiği sonradan eklemeler yapılarak bugünkü halini aldığı açıktır. Bu bakımdan Hindu kitabı Mahabaratta'ya benzer, zaten o'da küçük bir kitapken zamanla kalınlaşmıştır. Ölüler Kitabının bir çok bölümünde dolaylı veya doğrudan Mu'ya gönderme yapılır. Kitap Mısır topraklarına insan ayağı değmediği zamanlarda Mu'da kullanılmakta olan sembollerle süslüdür. — 49 — ALİ BEKTAN UYGURLARLA MU KITASI ARASINDAKİ BAĞLANTILAR Albay James Churcward Uygurlann Mu Kıtası kökenli insanlar olduklarını, Uygur belgelerinde yaptığı araştırmalar sonucunda buldu. Belgelerde yer alan sembollerin tek başına bile Mu'nun insanlığın özyurdu olduğunu açıkça kanıtladığı ve en kuşkucu beyinleri dahi ikna
edebilecek yeterlilikte olduğunu düşünmektedir. Uygur İmparatorluğu Mu'-nun en başta gelen koloni imparatorluğu idi. Çin Efsaneleri Uygurlann 17.000 yıl önce medeniyetlerinin zirvesinde olduklarını anlatır. Bu tarih jeolojik fenomenlerle de uyum gösterir. Uygur İmparatorluğu'nun Pasifik'in karşı tarafındaki Orta-asya'dan uzanan güçlü kollan Hazar Denizi üzerinden Doğu Avrupa'yı sarmıştı. Bu; Britanya Adalan'nın Kıta Avrupa-sı'ndan kopmasından önceydi. İmparatorluğun güney sının Koçin Çini, Burma, Hindistan ve İran'ın kuzey sınırlarıyla komşuydu ve bu da Himala-yalar ile Asya'mn diğer dağlan henüz yükselmesinden önceydi. Eski bir Hindu belgesinde nakledildiği gibi Uygurlar Hazar Denizi'nin Batı ve Doğu Kıyılan üzerinden Avrupa'nın içlerine doğru yayılmışlar, buradan da sınırlannı Orta Avrupa dan hareketle batı ucuna İrlanda'ya kadar genişletmişlerdi. Kuzey İspanya'da, Kuzey Fransa'da ve aşağı bölgeler de dahil Balkanlara yerleşmişlerdi. Onlann tarihi, Arilerin tarihidir. Etnologlar Ariler'le hiç ilgisi olmayan bazı beyaz ırkla-n Ari olarak sınıflandırmışlardır. Halbuki onlar başka bir koloni hattına mensupturlar. Uygurlann Başkenti şu anda Gobi Çölü'nde bulunan Khara Khoto harabelerinin olduğu yerdeydi. Uygur İmparatorluğu zamanlarında Gobi Çölü son derece verimli bir bölgeydi. Uygurlar, uygarlık ve kültür düzeylerini çok ilerlet— 50 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI mislerdi. Astroloji, Madencilik, Tekstil Endüstrisi, Mimari, Matematik, Ziraat, Okuma-Yazma, Tıp gibi ilimleri biliyorlardı. İpek, Tahta ve Metal üzerine çalışılan dekoratif sanatların ustasıydılar. Altın, Gümüş, Bronz ve Kilden heykeller yapıyorlardı. Bu, Mısır tarihinin başlangıcından önceydi. İmparatorluk Mu çöktükten sonra yok olmaya yüz tuttu. Khara Khoto'da yerin on beş metre altında Rus Arkeolog Profesör Kozloff tarafından gün ışığına çıkarılan bir mezar bulunmuştur. Mezarın içindeki hiçbir şeyi çıkarmasına izin verilmediği için Kozloff orada bulduğu son derece kıymetli hazinelerin ancak fotoğrafını çekebilmişti. Sunday Ameri-can'ın duyarlı desteği sayesinde bu fotoğrafları ödünç alıp inceledim. Bu resimlerdeki objelerin 16 ve 18 bin yıllık olduğunu söyleyebilirim. Bu kanıtlar bile Mu'yu gayet iyi ispatlıyor. Mu Ülkesinin Kozmik Diyagramı insanoğlu'nun yazdığı ilk kitaptır. Bu diyagramın izini Churcvvard 35.000 yıl öncesine kadar takip ederken, ne zaman kullanılmaya başlandığını bilememektedir. Dünya'da ki o dönemlerde yaşayan tüm uluslar Anavatan'm kozmik diyagramını aynen kopyalamalardı. Fakat onu yalın karakteri ve orijinal anlamıyla koruyan sadece bir millet vardı. O'da Yucatarı Mayaları idi. Diğerleri bazı figürler ve dogmalara ekleyerek, bu yalın sembolü tahrifata uğratmışlardı. Bu işin sorumluları ilkesiz Mısır Rahiplik düzeniydi. Mu'da her yeni yetişene bu kitabın anlamı esaslı bir şekilde öğretilir Tanrı'ya ve ölüm sonrası Ahiret hayatına inancı temin edilebilmesi için tekrarlatılırdı. Bugünkü çocuklarımıza kutsal kitapları öğretmemiz gibi. Bu noktada Mu'daki Tek Tanrı inancının Ortaasya'da ki Atalarımızda yani Türklerde de olduğunu daha önceki bölümlerimizde değinmiştik. Uygurlar'da Tek Tanrı'ya inandıklarına göre, bence insanlık var olduğundan bu yana, Allah'ın varlığına da inanmaktadır. Kitapta ortaya koyduğumuz kanıtlar sonucunda insanların maymun soyundan gelmediği esasına da temas ediyoruz. — 51 — ALI BEKTAN Darwin; teorisini ortaya attığında Pasifik A daları'nda yaşayan yerlilerin soylarını maymunlara bağlamaya çalışırken, biz tam tersine Allah'ın yarattığı bir Dünya ve İnsan ile karşılaşıyoruz. O ilkel olarak gördüğü bu yerlilerin aslında çok büyük bir uygarlıktan yani insanoğlu'nun ortaya çıktığı Mu'dan gelmesini hiçbir zaman
düşünememiştir. Aynı yüzyıl içersinde araştırmaya başlayan Albay ] ames Churcward ise elde ettiği bilgilerle 20. yüzyıl başlarında ciddi bir şekilde Darvvin'in teorilerini çürütmeye başlamıştır. Bu konuya küçük bir örnekle son vermek istiyorum. Bugün Amerika'da ki bazı eyaletlerin okullarında İnsanın yaratılışını anlatan Dar-win Teorilerini okutmak yerine, İncil'de yer alan yaratılış bölümleri okutularak, çalışmalar yapılıyor, alınan kararlar eğitim sistemine yerleştiriliyor. Kısacası Darvvin insan maymundan türemiştir derken, o dönemlerde çok gelişmiş, modern insanların yaşadığı gerek yazılı belgelerde, gerekse arkeolojik keşiflerle ortaya çıkmaktadır. MU'DAKİ DİNİN DÜNYAYA ETKİSİ İnsanoğlu'nun İlk dini Yaradan'a tapılan yalın, saf bir dindi. Daha sonraları içeri sızan ve insanlığın ilk dinine ait kayıtlara uymayan ilaveler, rahiplik kurumunun, büyük fikirlerin arasına sokuşturduğu cezalarla kaçınılmaz bir seviye kaybedişin sonuçlarıydı. Orijinal din bir çok noktalarda uyumsuzlaşmış ve düzeltme, icat ve kavramların yanlış anlaşılmasıyla büyük ölçüde yıpranmıştı. Mısırlı Tarihçi Manetho "Hayvanlara tapınma Mısır'a XI'ncu Hanedan'm ikinci kralı sırasında takdim edilmişti," bilgisini verir. Churcward araşürmalan sırasında "ilk hanedanlar iktidarda iken hayvanlara tapıldığma dair hiçbir belirtiye rastlayamadım. Ayrıca Kufu ve H'nci Ramses arasındaki dönemde de böyle bir şeye nadiren değinilmiştir. Ancak Mısırlıların, sembollerin temsil ettiklerine değil de, sembollerin kendisine tapmaya oldukça erken bir zamanda başladıkları açıkça gözükmektedir. Bu da hayvanlara tapmanın ilk adımıydı diyor." — 52 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Tarihçi Manetho ise şöyle anlatır: "18 Hanedart'a kadar anıt mezarlarda tanrıların hayvan formunda tasvir edilmesi diye bir şey yoktu. Thotmes 3'ncü Döneminde, sembolik hayvanın başının mumyalanması eşliğinde her yerde bu figürlere rastlanmaya başlandı. Ramses'in hükümranlığından sonra hayvanlara ibadet gelişti ve büyük ölçüde yaygınlaştı. Bu güç ve zenginliğin peşine takılan ilkesiz bir rahipler sınıfının Sais'te Thot tarafından öğretilen şekliyle, yalın, güzel Osiris Dini'nin nasıl alçaltıldığına bir örnektir." Dünya'nın ve İnsamn yaratılış kavramı Mu'dan çıkarak Dünya'ya yayılmıştır. Bu kavramın tarih öncesi ermişlere, modern filozoflara veya günümüzün ilkel kabilelerine ait olması önemli değildir. Yaratılışla ilgili tüm kavramlar aynıdır. Terimlerde ve ifade ediliş şekillerinde biraz değişiklik olabilir ve zaten de öyledir. Fakat öncelikli hususlar birbirinin benzeridir ve bu da onların aynı kaynaktan geldiğini gösterir. Semavi dinlerin yanı sıra, Hindulann, Kaidelilerin, Mısırlıların, Mayaların ve Polinezyalıların veya diğerlerinin geleneği olması durumu değiştirmez. Araştırmacı-Yazar Max Müller "Kişi asla dış görünüşlerine bakarak eski dinler hakkında hükme varmamalıdır. Kutsal Metinler incelenirken ilk hatırlanması gereken şey onların sembolik bir dille yazılmış olduğu ve sözcüklerin düz anlamlarının bir şey ifade etmediğidir," der. Tann'nm saf dinini putperestliğe çevirenler insanlara önce sembollere tapmaya öğretmişler, bunun ardından tahta ve taştan yapılmış fetişlere tapma başlamış, son olarak ta insan kurban etmeye başlamışlardı. Eski zamanlarda yazı yazmanın ortak şekli Hiyeroglif veya sembol bir şeyin amblemidir, dolaysıyla harf olarak ele alınmamıştır. Onlar bir şeyi temsil eder, fakat o şeyin kendisi değildir. Sembol ile onun temsil ettiği şey arasındaki farkı ayırt etmede yapılan yanlışlar, hatalı ve eksik deşifrelere ve çevirilere neden olmuştur. Dinsel konularda aslında Tanrı'ya — 53 — ALI BEKTAN derin bir sadakat ve teslimiyetin ifade edildiği metinlerden putperestlik izlenimleri alınmasına yol açılmıştır. Bu özellikle
Osiris Dini'ni ilgilendiren belgelerin çözülmesi ve çevrilmesinde geçerlidir. Osiris Dini ile Mısır Tarihinin başlangıcında Sais Mabedinde Thoth'un öğrettiği dini kastediyoruz. Dünya'yı elli yıl boyunca dolaşarak Mu Kıtası'mn varolduğunu, bu kıtanın insanlığın ilk çıktığı yer olduğunu ispat etmek için çalışan Churcvvard Doğu'da ve Meksika'da bulduğu Naakal tabletlerinde çok eski bir tarihte dünyamızda pek çok yönden bizden çok daha üstün ve modern dünya tarafından henüz yeni kavranmaya başlanılan bazı temel konularda bizden oldukça ileri bir uygarlığın mevcut olduğunu tartışmasız bir biçimde kanıtlıyordu. Bu tabletler Hint, Babil, Pere, Mısır, Mezopotamya Uygarlıkları ve Meksika Yukatan'la birlikte diğer eski uygarlıkların ilk büyük uygarlığın sönmekte olan ateş parçalarından başka bir şey olmadığı konusunda şahitlik yapmaktadırlar diyor. İngiliz Albay devrinin en önemli araştırmalarını Hindistan, Tibet ve Uzakdoğu, Amerika'da Oakland, California, Austin, Teksas, New York, Hawaii Adaları ve Meksika'da yaptı. Tüm hayatım Mu Kıtası'na adayan Churcward şu bilgileri insanlığa sunmuştur: 1- Allah Evreni ve ilk insanı yaratmıştır. 2- İlk İnsan tropikal iklime sahip Cennet gibi tasvir edilen Mu Kıtası'nda yaratıldı. Böylece maymundan gelinmediği kamdandı. 3- Mu'da meydana gelen uygarlık Dünya'ya hükmetti. Binlerce yıl boyunca Avrupa ve Amerika kıtaları da dahil her yerde koloniler kurdu. Medeniyet taşıdı. 4- Din Tek Tanrı diniydi. Yaratıcıya tapılıyordu ve Kolo-nilerdeki herkese bu dini biliyordu. Atlantislıler de buna dahildi. Bunlar, onun yaptığı araştırmalar sonucu yazdığı kitaplardan elde edilen bilgilerdir. 19'ncu yüzyıldan 20'nci yüzyıl — 54 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI başlarına kadar araştırmalar yaparak insanlığın modern bir medeniyetten geldiğini savunan James Churcvvard'ın araştırmalarına şunu ekleyebiliriz; Mu yüksek medeniyet düzeninde iken gerek Güneş Sistemimizden, gerekse Yıldız Sistemlerinden gelen Uzaylıların ziyaretlerine şahit oldu. Gelenlerle yakın temasa geçen Mu Kıtası sakinleri Uzaya gidip gelmeye başladılar. Onlarla ırkî bir bağlantı oluştu. Bu durum binlerce yıl sürdü. En sonunda Mu Kıtası doğal afetle battı. Bağlantı kesildi. Uzaya giden Mu Kıtası sakinleri topraklarını kaybetmişlerdi. Kurtulanlar ise Ortaasya'ya göç ettiler. Uygarlığın en önemli temsilcileri Uygur Türkleri olmuştu. Medeniyetin gücü sayesinde dünyanın çeşitli yerlerinde uygarlıklar ortaya çıktı. Eldeki bilgilerle yetinerek, belli bir düzeye kadar ulaşıldı. Ortaasya'da yaşayan Atalarımızı koruyanlar ise onların Mu zamanında başka gezegenlere giden Atalarıydı. Türk Efsanelerinde anlatılan olayların, bugünkü teknolojiye benzeyen, hatta ileri olan teknolojik harikaları kullanmalarını ancak böyle açıklayabiliriz. Ya-da Taşı ile yağmur yağdırmak, Parçalanan Dağ yüzünden iklimin değişmesi sistemine kadar bir çok şey Asya da ki atalarımızın modern insanlar olduklarını göstermektedir. O zaman Batı Dünyası'nm iddia ettiği gibi "Türkler beş bin yıllık kabile hayatından geliyor," sözünün gerçeği yansıtmadığı da görülmüş olmaktadır. Türkiye'de Türkler'in kökenini araştıran ve saygı duyduğum Profesörler ve Araştırmacı-Yazarlardan oluşan bir grup bulunuyor. Bu kişiler Türkler'in 30 bin yıl öncesine kadar giden ve Asya içlerinde modern kentler kuran insanlar olduğunu savunuyorlar ki, bunların hepsi doğrudur. M.Ö'den 30 bin tarihine gittiğinizde Avrupa'da Mağara Adamları yaşamaktadır. CRO-MAGNON adı verilen, at^şi bilen ve avlanan ve yaptıkları ile ilkel insanın biraz gelişmiş/modelidir diye kabul eden Avrupalılar bizi beş bin yıla sığdırarak, geniş araştırmalar yapmamızı engellemeye çalışmaktadırlar. Bilim geliştikçe ortaya çıkan arkeolojik keşifler bizi haklı çıkarmaya devam edecektir. — 55 — ALI BEKTAN KUR'AN-IKERÎM'DE YOK OLAN MİLLETLER
Kur'an-ı Kerîm'deki bazı Ayetler kaybolan uygarlıklardan bahsetmektedir. Araf Sûresi 7/96 "O ülkeler halkı iman edip de Allah ve Kul haklarım yerine getirmemekten sakın-salardı elbet onlara gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları ya-kalayıverdik." Burada geçmiş toplumların durumları dile getirilmektedir. Bu Ayetlerde isyandan ve haksızlıklardan arındırılmış bir yeryüzünün nimetler açısından adeta cennete çevrileceği açıklanıyor. Tarih boyunca yokolan toplumların büyük bölümü, zenginliğin getirdiği dejenerasyondan ve yozlaşmadan sonra, Tanrı'ya isyandan dolayı ortadan kalkmışlardır. Fatır Sûresi 35/44 "Bunlar yeryüzünde gezip kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi. Halbuki onlar kuvvetçe bunlardan daha güçlü idiler." Ne göklerde ne yerde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz. O her şeyi bilen ve her şeye gücü yetendir" Bu Ayetler Mu gibi büyük uygarlıklar kuranların Allah'ı bırakıp, yanlış yönlere sapmalan üzerine başlarına felâketler geldiğini ve yok olduklarını bildiriyor. Tıpkı kıta batarken Ra-Mu'nun söyledikleri gibi. TEK TANRI İNANCESTDA RA'MN ANLAMI Kutsal kitaplarda Nur, Işık, Tanrı'mn ilk yarattığı şey olarak geçer. Onsuz hayat vücut bulmaz, çünkü hayatı geliştiren, bahşeden O'dur. Mu Uygarlığı'ndaki Ra ismi de Tek Tann'nm ifadesidir. Atlantisliler'in dininin esasını Kutsal Nur teşkil ediyordu. Yani onlar da Dünya'yı yaratan Tanrı-'ya inanıyorlardı. Mısırlılar sonraları bunu yanlış bir anlama getirecek kadar basitleştirdiler ve Güneş'e taptılar. Mu'dan — 56 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI alman Ra ismi de aslında Tek Tanrı'nın ifadesi olduğu halde, GüneşTann anlamına Ra ismini kullanmaya başladılar. Mu uygarlığında da Ra Nur saçan ve Işık saçan anlamına geliyordu. Atlantisliler'de Tek Tanrı'ya tapıyor ve Kutsal Nur'u Tanrı'nın sembolü olarak kabul ediyorlardı. Başlangıçta Mısırlılar da bu din görüşünü aynen benimsediler. Hiyeroglif yazıda Ra, iç içe iki daire halinde gösteriliyordu. Bunlardan içteki halka, Güneş'i temsil eder, ışık kaynağı olarak, Güneş göze görünür bir sembol olduğu için Mısırlılar dar bir görüşle Güneş'i Tanrılaştırma yoluna gitmişlerdir. Dıştaki halka ise Kutsal Nur'un kaynağını, yani asıl Tanrı'yı temsil eder. Bazı tarihçiler, Ra'nın ezoterik anlamım hiç düşünmeden sadece görünüşü üzerinde durmuş ve Mısırlıların baştan itibaren Güneş'e taptıklarını sanmışlardır. Zamanla özellikle aşağı halk tabakasındaki Mısırlılar Güneş'i Tanrılaştırmak gibi bir hataya düşmüş olabilirler. Ancak başlangıçta Mısırlıların Tek Tanrıcı bir dinleri olduğu Ra'nın gerçek anlamından ortaya çıkmaktadır. Atlantis inancında da Ra, her şeyin ilki idi. Kendi kendini yaratan da o idi. Mısırlılarda bu anlayış ilkelleşmiş, Ra'ya başka ikinci derecede Tanrılar yaratmak gibi işlemler yakış-tmlmıştır, bununla beraber Mısırlılar Milattan evvel 1388 yıl önce Firavun AMONHOTEP sonradan Tek Tanrı Dinini Mısır'da hakim kılarak isim değiştirmiştir. Ve AKHENATON Aton'un oğlu adım almıştır. Zamanında tekrar atalarının dinine dönmüşlerdir. MU'NUN BATIŞI M.Ö 2000 li yıllara ait olan Mezopotamya Uygarlıklarından Kaldeli'lerin bir yazıtı Mu'nun batışını anlatmaktadır. Bu yazıt "Baal Yıldızı" adını taşımaktadır. Yazıt halen Kahire Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır. Tercümesi şöyledir: — 57 — ALI BEKTAN BAAL yıldızı düştüğü zaman yedi şehir, altın kuleleri ve saydam duvarlı mabetleriyle günlerce sallandı. Tıpkı ağaçta sallanan yapraklar gibi. Saraylardan ateş ve duman yükseliyordu. Ölenlerin feryatları gök gürültüsünü bastırıyordu. Ölümden kaçanlar
mabetlere sığınıyordu. Ve işte Mu'lu eren ulu Ra-Mu, büyük mabedin rahibi ayağa kalktı ve şunu dedi: "Gelecek olan felâketi size daha önceden haber vermedim mi? En kıymetli mallarını, hazinelerini yanlarına alarak mabede sığman halk yalvarıyordu. —Büyük Mu Kurtar bizi... Mu karşılık verdi: —"Hepiniz ölüyorsunuz. Esirlerinizle, hazinelerinizle ve bütün servet ve samanınızla birlikte mahvolacaksınız. Sizin küllerinizden, yeni insanlar oluşacak. Yeni bir hayat kurulacak. Daha başka, tertemiz bir dünyada hayat daha zengin ve rahat olacak" Ateş ve Duman, Rahip Ra-Mu'nun sözlerini boğdu. Şehirler, halkları ile birlikte yok oldular." Kaideliler ile Güney Amerikalı eski halkı birbirine bağlayan bu gizem insanı şaşırtıyor. Ra-Mu'nun kutsal kitaplarda-ki bir peygamber gibi konuşması dikkat çekici değil midir. Kur'an-ı Kerîm'de gönderilen peygamberlerin milletlere Allah inancmı anlatmalarını, kabul etmeyen milletlerin ise ne kadar yüksek olursa olsun uygarlıklarının yok olduğunu öğreniyoruz. Bir Kaide yazıtında bir rahibe Mu'lu rahip diye hitap edilmesi dikkat çekici ve anlamlıdır. Çünkü Kaideliler Mu'nun kaybolmasından çok uzun yıllar sonra yaşamışlardır. Ancak Mu'nun varisleri olan Uygurlar yakm çağlara kadar yaşamışlardır. — 58 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Mu'lular Başkentlerine Şalmali adını veriyordu. Ortaas-ya'daki Gobi Yakınlarındaki başkentlerine ise Şalmali 2 adını vermişlerdi. Mu ülkesi dört kısma ayrılmıştı. 1- Gobi çölündeki Uyguri. 2- Pasifik te, Filipinler, Japonya ve Borneo Adaları'run kapladığı alanda bulunan Lemuri veya Lemurya. 3- Avustralya Kıtası'nı Asya ya bağlayan Godvvana. 4- Mu Kıtası Pasifik'te Büyük Mu'yu meydana getiren bu dört uygarlık kutsal 4'ler olarak tanınırdı. Sembolü de Nazilerin amblem olarak kullanmış oldukları Gamalı Haç idi. Gamalı Haç dünyayı kuran dört kuvveti temsil ederdi. Bu amblem Mu'dan sonra Hindistan'a geçti ve orada korundu. Naziler de gizli ilimlere meraklı insanlar oldukları için bunu alıp sembol yaptılar. Anlamını Hitler döneminde Almanya'daki bir çok kişinin bilmediğini tahmin ediyorum. Sadece küçük bir azınlık biliyordu. Onlar da büyük ihtimalle Thule Orgütü'nün üyeleriydi. Ra'nın anlamı bir şekilde RAB sözcüğüne yakın olmuyor mu? İncil, Tevrat, Zebur ve Kur'an da RAB sözcüğü geçmektedir. Peki şöyle de olmaz mı Ra( Rab'bin Allah) anlamına gelmez mi? Bence gelebilir. Sonuçta Ra Yaratan anlamına gelmektedir. SICAK DUMANDAN YARATILIŞ Bugün bilim adamları yıldızların dumandan "Sıcak bir gaz bulurundan" oluşumunu gözlemlemektedirler. Sıcak gaz kütlesinden oluşum, aynı zamanda evrenin yaratılışı için de geçerlidir. Kur'an'da da evrenin yaratılışı, bu bilimsel bulguları tasdik edecek şekilde tarif edilmiştir: "Orada yerde onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üze— 59 — ALI BEKTAN re orada ki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi. Böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin," ikisi de: "İsteyerek (itaat ederek) geldik," dediler. (Fussilet Sûresi 10-11) Âyette geçen "duman" ifadesi Arapça da "Duhanun" kelimesidir. Ve bu kelime söz konusu kozmik ve sıcak bir dumanı tarif etmektedir. Katı maddelere bağlı uçan parçacıklar içeren, sıcak gaz halinde bir kütle olan bu duman şekli, Âyette geçen kelimeyle tam olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü gibi Kur'an'da evrenin bu aşamadaki
görünümünü tarif eden en uygun kelime kullanılmıştır. Bilim adamları ise evrenin sıcak bir gaz kütlesinden oluştuğunu 20'nci yüzyılda keşfetmiştir. Kur'an-ı Kerîm bize bu bilimsel gerçeği 1400 küsur yıl önce bildirirken, günümüzden 12 bin yıl önce Mu Kıtası'nm kültüründe ve dininde yer alan evrenin yaratılışı bölümünde aynı ifadeleri okuduğumuz zaman Tek Tanrı inancının ve Allah'ın evreni yaratmasının izlerini görebiliyoruz. İki Dinde de Evrenin bir gaz kütlesinden yaratıldığı açıkça yer alıyor. İnsanın yaratılması, Hayatın sudan başlaması konulan Mu İnancında da yer alırken, İslâmiyet'in Kutsal Kitabı Kur'an-ı Kerîm'inde bunu bildirmesi, bizce dünyanın var olmasından bu yana Tek Tanrı İnancının da insanlar tarafından bilinmesi gerçektir diyebiliyoruz. ÇAMURDAN YARATILIŞ Allah Kur'an'da insanın yaratılışının mucizevi bir biçimde olduğunu haber verir. İlk insan, Allah'ın çamuru şekil bedeni haline getirmesi ve ardından bu bedene ruh üflemesiy-le yaratılmıştır. Hani Rabbin Meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım," demişti. "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sad Sûresi 71-72). — 60 — TURKLERVEUZAYLIATALARI Şimdi onlara sor: "Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa bizim yarattıklarımız mı. Onları, cıvık -yapışkan bir çamurdan yarattık." (Saffat Sûresi 11) Bugün insan dokuları incelendiğinde, yeryüzünde bulunan pek çok element insanın dokularında da çıkar. Canlı dokuların yüzde 95'i Karbon (C), Hidrojen (H) Oksijen (O), Nitrojen (N), Fosfor (P), ve Sülfür (S)'den dokularda 26 element bulunur. Kur'anın başka bir Ayetinde ise şöyle bildirilmektedir: "Andolsun, Biz insanı süzme bir çamurdan yarattık." (Müminun 12) Âyette "Süzme" olarak çevrilen sülale kelimesi, temsili örnek, öz, hulasa, esas gibi anlamlara gelmektedir. Kur'an'-da 14 asır evvel bildirilenler, modern bilimin bize söylediklerini, insanın yaratüışındaki malzemeleri içerdiği temel elementlerin ortak olduğu gerçeğini tasdik etmektedir. Mu Kıtası'nda bizim atalarımızın sahip olduğu Dinin, Allah'ın Dini olduğunu öğreniyoruz. Burada dikkat edilecek bir konu var. Kur'an-ı Kerîm'de anlatılan olaylar genellikle Ortadoğu-Mısır ve Arap Yarımadası şeklinde geçer. Bu İslâm Alimleri'nin kendi devirleri sırasında Kur'an-ı Kerîm'i tefsir ederken baktıkları düşünce şeklidir. Bir çok olayın o bölgelerde geçtiğini büdirerek tefsir kitaplarını yazmışlardır. Bir çoğu evet de, yalnız Kur'an'da geçen güçlü ve zengin milletlerin Allah'a isyan etmeleri sonucunda yok olmaları bildirilirken, nerede yaşadıkları bilinmemiştir. Bu o devirlerin İslâm Alimleri'nin yeteri kadar bilimsel bilgilerden yoksun olmalarına bağlıdır. Ne zaman bilim gelişti, yeni bulgular elde edildi. İşte o zaman Kur'an'ın bildirdikleri daha iyi anlaşılmış oldu. Allah insanların bilimi öğrenmeleri gerektiğini ve Uzay'a açılmalarını da emrediyor. Çünkü Güneş sistemindeki gezegenlere gidebilirsek, oralarda ki canlı varlıkları, insanları göreceğiz ve Yaradan'ın büyüklüğüne şahit olacağız. — 61 — ALI BEKTAN TÜRKLERİN ORTAASYA'DA ORTAYA ÇIKIŞLARI VE MU KITASI İLE BAĞLANTILARI Ortaasya'da yapılan Arkeolojik araştırmalara göre Altay Dağları ile Savan Dağlan'nın Güney-Batı kısımlarında Klasik Tarih Bilimi tarafından Taş Devri adı verilen çağlardan beri "Brakisefal" ismiyle tanımlanan beyaz bir ırk yaşamaktaydı. Bu ırk bir yandan Tanrı Dağlan Bölgesine yayılırken, diğer yandan da bugünkü Kazakistan içlerine doğru ilerlemişti. Amuderya'nın Güneyi'nde Pamir bölgelerinde, Afganistan, İran, Hazar Denizi'nin Kuzeyi'nde, Kuzey Kafkasya ve Güney Rusya'da Akdeniz
ırklanna yakın "Dolikosefal" bir insan nesli vardı. Altay Dağlan'nın Doğusu ve Güney Sibirya'da ise "Mon-goloid" ismi ile tanımlanan bir ırk bulunmaktaydı. Güney Sibirya da ilerleyen dönemlerde bu beyaz ırkla mongoloid ismi verilen ırkların kanşımmdan yeni bir ırk doğmuştur. Kıta'nın en doğusu'nda ise "Çekik Gözlü San" bir ırk bulunmaktaydı. Aradan geçen binlerce yıl sonra dört temel ırkın birbirleriyle karışımından yeni bir ırk doğmuştur. Özellikle Hun Devleti'nin kurulmasıyla farklı kabilelerin bir bayrak altmda toplanması, bu ırklann kanşımına hız vermiştir. Yazar Bahaddin Ögel kitabında şunları yazmaktadır: "Büyük Hun Devleti zamanında Moğolistan, Baykal Gölü'nün kenarlan ve Kuzeyi Brakisefal Mongoloidlerle kaplıydı. Altay Dağlan'nı baştan başa kaplayan ve bu bölgeye hakim olan ırk ise ta ilk devirlerden beri burada yaşamakta olan brakisefal beyaz ırktı. Türkler'in Ataları muhtemelen bu beyaz ırktan geliyordu. Hun Devleti'nin kurulmasıyla Ortaas-ya bir birliğe kavuşmuş oluyordu. Bu Siyasi Birliğin sonucunda Ortaasya halklan arasında büyük bir kanşma ve kaynaşma da meydana gelmiş oldu. Bu ırk değişimi bilhassa yüzlerin hafif çekik gözlülük karakterine bürünmesinden — 62 — TURKLERVEUZAYLJATALARI anlaşılmaktadır. Nitekim Altaylar'ın Kuzeyi'nde ki halkların yüzünde, hafif çekik gözlülük meydana gelmişti. Çünkü bu bölge, eskiden beri Güney Sibirya ile ile sıkı bir temas halindeydi. Altaylar'ın Kuzeyinde dolikosefal -mongoloidlerle, Brakisefal beyazların karışmasından yeni ve ziraatçı bir kavim meydana gelmişti. Altaylar'ın yüksek bölgelerinde yaşayan brakisefal beyazlar ise Göktürk Devri'ne kadar bozulmadan yaşamışlardı." Mustafa Kemal Atatürk'te Türkler'in Ortaasya'dan dünyaya yayıldıklarım biliyordu ama onun bilmek istediği, Asya'ya nereden geldikleri idi. Bu yüzden Türk Tarih Kuru-mu'nu kurdurmuştu. Derhal çalışmalara başlandı. Bilindiği gibi Tahsin Mayatepek'i Meksika'ya gönderdi. Amerika kıtasındaki Kızılderililerle Türkler'in arasındaki dil ve gelenek benzerliklerini öğrenmek istedi. Vardığı sonuç Kutsal Kitaplarda anlatılan Tufan olayının gerçek olduğu ve Tufan'dan önce dünyamızda gelişmiş iki büyük uygarlığın bulunması oldu. Ayrıca bu uygarlıklar yok olmadan önce dünyanın bir çok yerine göçler düzenlemişlerdi. İki uygarlık Mu ve Atlantis uygarlıklarıydı. Mu'lulann etkisi Ortaasya, Orta ve Güney Amerika kıtalarına doğru olurken, Atlantislilerin etkileri Avrupa, Akdeniz özellikle Yunan ve Mısır uygarlıklarına olmuştur. Bu etkileşim sanat, sosyal, kültürel anlamlarda olmuştur. Mu kıtası Tufan da battıktan sonra Pasifik Okyanusunda yer alan birçok ada parçasını gezdiğiniz de oradaki yerlilerin efsanelerinde "Büyük Tufandan" bahsedildiğini görürsünüz. "Bir zamanlar tüm dünya sularla kaplıyken" diye başlar ve "adalarının bir zamanlar büyük bir kara parçasına ait olduğunu" anlatan açık ifadelerle sürer. Bu adaların en tanınmışı Paskalya Adaşıdır. Dünya çapında tanınması ise yirmi metre çapındaki dev heykellerin ve taşlara oyulmuş tabletlerin üzerindeki yazıtlardır. — 63 — ALI BEKTAN Bu yazıtlardaki ilginç ifade "Atalarımızın ataları tarafından bilindiği bir zamanda, bu ada tüm ülkeyi çaprazlamasına saran düz taşlarla döşenmiş yollarla kaplıydı. Bu güzel ülkede Gökler'in Tanrıları hüküm sürerlerdi." Fakat yazıtta anlatılan yolların bir parçası bugün bile ada da görülmektedir.. Tufandan önceki zamanlarda M.Ö 18.000 1er de Mu Uygarlığı dünyanın her yerine kültürünü taşımaktaydı. İlk olarak Atlantis'e geldiler ve bilgilerini Atlantislilere öğretmeye başladılar. Oradan gelen yetenekli gençler Mu'daki okullarda eğitim görüyorlardı. (Bugün Avrupa ve Amerika'da Üniversite öğrenimi gören gençlerin durumları
gibi) Bu gençlerden bir tanesi Osiris adı ile tarihteki yerini alacaktı. M.Ö'den 18'inci yıllarda yaşamıştı. Biri Himalaya Dağlan'nda, diğeri ise Tibet'te bulunan iki ayrı Naacal Tabletlerinde şunlar yazmaktadır: "Osiris büyüyünce doğduğu yer olan Atlantis'i terketti. Anayurdu Mu'ya gitti. Orada Naacal Okullarından birine girerek din ve kozmik bilimlere ilişkin eğitim gördü. Öğretmenlik payesini kazandıktan sonra ülkesine döndü. Yaşamını, Atlantis halkını aydınlatmaya, doğru yolu göstermeye adayarak, ülkesinde insanın ilk dininin yeniden geçerli olmasına, bozulmuş Atlantis rahip sınıfının tesiri altında biriken yanlış anlayışları, uydurmaları düzeltmeye çalıştı" Bu yazıtlar çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Benim yorumum ise şöyle: Mu Uygarlığı tüm dünyayı etkisi altona almıştır. Atlas Okyanusu üzerindeki büyük adalar topluluğu olan Atlantis büe onlara bağlıdır. Ulaşım hızlı gemilerle ve uçan gemilerle sağlanmaktadır. Bilim ve Teknoloji Mu'dadır. Ayrıca o sıralarda dünyanın bir çok yerinde Avrupa'da ve Afrika'da ilke insanlar yaşamaktadır. Öğrenim görmek isteyenler buraya gelirler, sonra ülkelerine dönerler. Ve Mu Kıtası'ndaki dinin temeli Tek Tann'ya inançtır. Çünkü Osiris ülkesine dönünce dini bozan ve bozulan rahip — 64 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI sınıfı ile mücadele etmiştir. Tıpkı Hazreti Musa'nın Mısır'da Firavun ile mücadelesinde, firavuna rahiplerin akıl vermesi olayı gibi. Osiris Allah inancını yerleştirmeye çalışmıştır. Osiris son günlerine kadar ülkesinin Ruhani Lideri oldu. Halk ona sevgi ve saygıyla bağlanmıştı. Osiris'in ölümünden sonra ismini yaşatmak için onun dinini Atlantis'te yeniden tesis etmeye çalıştığı Mu Kültürü'ne "Osiris Dini" adını verdiler. Ölümünden sonra yerine oğlu Horus geçti. Aradan geçen yüzyıllar sonrasında yoldan çıkan Tek Tann'ya inanmak yerine başka Tanrılara inanan Atlantis ve Mu Kıtaları'run halkları M.Ö on binde olan tufan'da yok oldular ve denizlerin derinliklerine gömüldüler. O zaman şunu rahatlıkla savunabiliriz, dünya var olduğundan beri gelen giden kavimler Allah'a inanmayı ret ettiklerinden ve yozlaşdıkları için yok oldular. Mayalara ait Troana El Yazması Mu ile ilgili şu bilgiyi vermektedir: "İlk felâket tarihin bir parçası olduğunda ve üzerinden bir çok nesiller geçtiğinde, Mu'da depremler başladı. Bütün kıta denizin dalgaları gibi bir indi bir çıktı. Ayağımızı bastığımız yer fırtınaya kapılmış bir ağacın yaprakları gibi savruldu. Sallandı. Şehir enkaz yığınına dönüştü." Cortesianus Kodeksi "Yer bir alçalır, bir yükselir, sağa sola kayarken aşağıdan gelen ateşlerin açılan yarıklardan yukarıya doğru fışkırmalarıyla 4,5 kilometreyi bulan ateş kütleleri oluştu." Arkeolog Schelimann tarafından bulunan Lhassa Belgeleri "Her yam dehşetle haykıran kalabalıkların sesleri doldurmuştu. Gece boyunca karalar ortalarından yarıldı ve parçalandılar. Gökgürültüsünü andıran seslerle ülke dibe gömülmeye başladı. Okyanustan yükselen dev dalgalar dört buyandan hücum ettiler." Mu'dan daha önce göç edenlerin bir kısmı Asya'ya diğer bir bölümü de Orta ve Güney Amerika Kıtası'na gittiler. Yazdıkları taş tabletlerle de kayıp uygarlıklarını yazdılar. İnşa ettirdikleri dev eserlerde de Mu'yu anmayı sürdürdüler. — 65 — ALI BEKTAN Amerika Kıtası'nda bulunan Uxmal Mabedi'nin duvarındaki bir kabartmada şunlar yazıldın "Bu yapı Mu'nun Batı Ülkesi denen toprakların kutsal sırlarımızın doğum yerinin anısmı korumak için inşa edilmiştir." Söz konusu mabetin ön yüzü Batı'ya yani Pasifik Okya-nusu'na bakmaktadır. Meksiko City'nin Güney Batısında Xochiucalo'da bulunan bir piramitteki taş yazıtta ise benzer ifadelere rastlanır: "Bu piramit,
gelecek nesillerin Batı ülkelerinin yok oluşunu ebediyete kadar hatırlatmaları için diktiğimiz bir anıttır." Bir çok Doğu Efsaneleri'nde "Himalaya Dağlan'da dahil olmak üzere, Ortaasya'nın tamamı, bir zamanlar düzlüktü ve verimli, tarıma elverişli topraklar ile kaplıydı. Ormanlar, göl ve nehirler bulunuyordu. Mükemmel inşa edilmiş caddeler. Kervan yolları muazzam mabetler ve binalarla doluydu." Bugün Gobi Çölü'nde Tufan'm tüm izleri ve arkadan gelen kuraklığın belirtileri görülmektedir. Mu'yu keşfeden İngiliz Albay James Churcvvard, Tibet'teki bir mabette bulduğu eski bir kayıtta o günlerin şöyle anlatıldığını açıklar: "Uygurlar'm Başkenti tüm insanlarıyla birlikte İmparatorluğun Doğu yakasının tamamım etkileyen ve her şeyi yok eden bir Tufan tarafından yok edildi." Bu yazıtta bize Tufan'm Pasifik'ten Ortaasya'nın içlerine kadar bir çok yeri etkilediğini göstermektedir. Türkler'in ilk vatanları olan bu topraklarda Tufan öncesinde Mu Kolonilerinden olan Uygurlar büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Başkenti bugünkü Gobi Çölü olan ve sınırları Orta Avrupa'ya kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Doğal afet sonrası Uygur Kolonilerinden kurtulabilenler İskitler, KelÜer ve bazı Ari Irk Kavimleri olmuştur. Buradaki uygarlık düzeyinin günümüz uygarlığında çok üst düzeyde olduğunu rahatça ifade edebiliriz. O zaman biz Türkler geçmişi beş bin yıla dayanan kabile hayatından ol— 66 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI madiğimiz gibi, dünyaya medeniyet taşıyan bir milletiz. Atalarımızın varmış oldukları medeniyet seviyesine bence bugünkü ne Batı ne de Amerikan Medeniyetleri varmıştır. Bizlerin soyunu kabile hayatına dayandıran ve Atalarımızı göç eden ve tarihe hiçbir katkısı olmayan millet olarak tanıtmayı düşünen Batı'lıların beş bin yıllık geçmişi sürekli olarak önümüze koymaları art niyetlidir. Osmanlı İmparatorluğu dünyada süper bir güç iken Orta Çağ'da Bilime karşı direnen bağnaz kilise yöneticileri'nin "Barbar Türk" imajı bugünde korunmaktadır. Dünya'ya Medeniyeti öğreten ve taşıyan sadece Avrupalılardır diyenler tarih boyunca yaşanan en büyük kanlı savaşları başlatmışlardır, l'nci ve 2'nci Dünya Savaşları'ndan ilkinde 17 milyon, ikincisinde ise 55 milyon insan ölmüştür. Onlar yinede medeniyetin beşiği olarak Avrupa kıtasını görürler. Amerika keşfedilince de oraya medeniyeti yine onlar taşımışlardır. İngilizlerin Amerika ile çok yakın ilişkiler içersinde olması bir örnektir. Batılılar tarih öncesinin uygarlıklarını kabul etmeye yanaşmamaktadırlar, çünkü bir yerde onlar da bu uygarlığa bağlı olduklarını öğreneceklerdir. En basit örneği ile Keltlerden bahsedebiliriz. Tufan sonrası Avrupa'ya göç eden Keltler'in kökenleri, Klasik Tarih Bilimi tarafından açıklanamayan beyaz bir ırktırlar. Tarih öncesinde Galya ve Britanya'da yaşamışlar, büyük bilgilere sahiptiler. Keltlerin bir bölümü M.Ö 6'ncı yüzyılda Anadolu'ya göç ederek bir çok kentler kurmuşlardır. Bu basit örnek bile bizim dünyanın ne kadar önemli bir milleti olduğumuzu göstermesi açısından ilginçtir. Kısacası Ortaasya Dünya'nın Medeniyet Beşiğidir. Bunu taşıyan da Atalarımızdır. — 67 — ALI BEKTAN ATATÜRK KAYIP KTTA MUTU NEDEN ARATTI Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'nı kurduktan sonra bir yandan devletin yapılanmasını gerçekleştirirken, diğer yandan da ilginç araştırmalar yaptırıyordu. En fazla merak duyduğu konuların başında Türkler'in kökenle-ri'ni araştırmak geliyordu. Ona göre Ortaasya'nm altında kaybolmuş bir çok medeniyet vardı. Hatta bir akşam Çankaya'da yemek yenirken bir İsveçli Arkeolog'un ileri sürdüğü "Ortaasya'nm altı boştur," tezine şiddetle karşı çıkmış ve yanılıyor demiştir. Atatürk bunu nereden bilmiştir? Onun Or-taasya'ya gidip arkeolojik kazılar yapmadığına göre bu bilgiye nereden ulaştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Ata'nm isteğiyle bir çok bilim adamı ve araştırmacı bu konularda çalışmalar yaptı. Yabancı bilim adamları Türkiye'ye davet edildi. Kitapları Türkçe'ye tercüme edildi. 1930 yüında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Çok zengin malzemeler ve bügiler ortaya çıkarıldı. Maya Diliyle Türkçe arasındaki benzerlik 1932 yılında emekli General Tahsin Bey, Atatürk'ü ziyaret etti. Maya dili ile Türkçe arasında benzerlikler bulunduğundan bahsetti. Mayalar Meksika'da yaşamışlar, Türkler ise Or-taasya'dan gelmişlerdi. Aradaki uzaklığa rağmen, Atatürk konuyla ilgilendi. Derhal Tahsin Bey'i Meksika'ya elçi olarak atadı. Ona iki dil arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarma görevi verdi. Tahsin Bey Meksika'ya gitti. Orada kendisine Amerikalı Arkeolog William Niven'in bulduğu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökünün bu tabletlerde olduğu anlaşılmıştı. Türkçe ile Maya dili arasındaki benzerlikler de bu tabletler de aranmalıydı. — 68 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Amerikalı arkeologun ortaya çıkarmış olduğu tabletler Tahsin Beyi şaşkına çevirdi. Eğer bunlar doğru ise bilinen tarih ve bilim tamamıyla yanılıyor demekti. Çünkü Tabletler M.Ö 200.000 ile 70.000 arasında Büyük Okyanus'ta yer almış bir kıtayı haber veriyorlardı. Bu kıtanın adı Mu idi. Avustralya dan birkaç misli büyüktü, yüksek bir medeniyete ulaştıktan sonra deprem ve tufan sonucu battığı sanılıyordu. Acaba Türkler'ir kökeni de bu kıtadan göç edenlere mi dayanıyordu? Hindistan daki Tabletler Tahsin Bey konu ile ilgilendikçe, karşısına yeni bilgiler çıkıyordu. Bu kez kendisine İngiliz Albayı James Church-ward'ın Hindistan da bulduğu tabletlerden bahsettiler. Bunlar da kayıp Mu kıtasıyla ilgiliydi. Churchvvard elli yıllık bir çalışma ile bu tabletleri çözmüştü. Bu konuda dört kitap yazmıştı. Tahsin Bey öğrendiklerini ve ortaya çıkardıklarını Atatürk'e raporlar halinde sundu. Atatürk konuya büyük ilgi duymaya devam ediyordu. Churchward'ın Mu ile ilgili kitapları getirildi. Atatürk derhal emir verdi. 60 kişilik bir tercüme heyeti, Churchvvard'ın dört kitabını Türkçe'ye çevirtti. Fakat kitaplar basılmadı. Daktilo edilmiş metinler halinde, Atatürk'ün önüne kondu. Tercüme edilen metinleri Atatürk'ün dikkatle okuduğu biliniyor. Atatürk insanın yaratılışını anlatan bölümlerle ilgilenmişti. Mu'nun insanlığın ana yurdu olduğunu nüfusunun 64 milyona kadar çıktığını, ilk insanın orada yaratıldığını anlatan satırların altını çizmişti. Atatürk, Mu'da geçen Tanrı kavramıyla da ilgilenmiş, yaratıcının insan aklıyla anlaşılamayacağı, şekillendirilemeye-ceği ve adlandınlamayacağı üzerinde de durmuştu. Tercümelerde Maya dilinin yeryüzünün ana dilinden gelmiş olduğunu, tüm dillerin orada doğduklarını ve anadilin Mu dili olduğunu belirten bölümlerin altını çizmişti. — 69 — ALI BEKTAN Irkların Kökeni Atatürk'ü ilgilendiren bir diğer bölüm, ırkların kökeniyle ilgiliydi. Anadolu'daki ilk insanlar olan Karyanlar'ın asıl vatanlarının, Büyük Okyanus'taki Easter Adası olduğunu anlatan bölüm yine Atatürk tarafından işaretlenmişti. Mu'nun batışını anlatan bölümde Mu halkının "Ra Mu, bizi kurtar," diye bağırmalarını işaretlemiş ve altma "Dernek ki Mu birn ilahtır" notunu düşmüştü. Bir çok Mu kökenli özel isim ve sıfatları, Ata Öztürkçe ile karşılaştırmış, notlar almış. Örneğin Tarlaların Allahı anlamına gelen Bal kelimesinin yanma "Balağmak" (anlamı toprağı kazmak, çukur açmak) notunu almış, Ruhların memleketi Kui cümlesinin yanma "köğü, ailedir" diye yazmış. Bu tür kelime notlan hayli fazla. Bir yerde Mu'nun demokrasi ile yönetildiğini, güneş enerjisinin aydınlatılmada kullanıldığım anlatan
satırları çizmiş. Ve bunlar gibi daha yüzlerce satır Cumhuriyetimizin kurucusu tarafından çizilmiş, işaretlenmiş, sayfa yanlarına notlar alınmış. İncelendiğinde görülüyor ki Ata'yı önce Türkler'in kökeni ve Mu dilinin Türkçe ile bağlantısı ilgilendirmiş. Sonra inançlann ve Mu'nun yönetim şeklinin üzerinde durmuş, üçüncü kitaptaysa çok geniş anlatılan Mu sembollerini, Atatürk Latin alfabesiyle karşılaştırmış. Kitaplar neden basılmadı? Atatürk, James Churcward'ın iki kitabıyla özellikle ilgilenmişti. Kayıp Mu Kıtası ve Mu'nun Çocukları. Bu iki kitap Amtkabir kitaplığında 1301 ve 1302 numaralar ile kayıtlıdır. Kitaplardan çıkarılan, daktilo ile yazılmış çeviri metinleri ise yine Anıtkabir kitaplığında 4 dosya halinde durmaktadır. Atatürk'ün Mu ile ilgili düşüncelerini ve çıkardığı sonuçlan ne yazık ki bugün bile tam olarak bilmiyoruz. Çünkü 1935 yılından sonra sinsice ilerleyen hastalığa ona fazla zaman tanımadı. — 70 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Fakat ortada garip bir olay daha var. 1967 ye kadar Türk Dil Kurumu arşivinde sonra Anıtkabir kitaplığında bulunan bu çeviriler hâlâ basılmamıştır, öylece durmaktadır. Acaba neden basılmadı. Kimler izin vermedi. James Churchward'ın yazdığı Kayıp Kıta Mu ve Mu'nun Çocukları Türkçe'ye çevrildi ve basıldı. Fakat bizim için önemli olan Mustafa Kemal'in aldığı notlar. Onlar gün ışığına çıktığında eminim Türkler'in kökeninin Mu'dan geldiği ispatlanmış olacaktır. Benim şahsi görüşüm Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten üst düzey yöneticilerin bu bilgileri okuduktan sonra inanacakları yönündedir. Biz Tarihin en eski uygarlığına sahibiz ve Dünya ya medeniyeti taşıdık. Ana yurdu bilinen en eski millet olarak Türkleri ve Çinlileri örnek gösterebiliriz. Yalnız Çinliler tarih boyunca kendi topraklarından çıkmamışlardır. Türkler ise Anayurtlarmdan ayrılıp Avrupa, Ortadoğu, Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Rusya'ya gitmişler gittikleri yerlerde büyük medeniyetler kurmuşlardır. Atatürk'e kitapları sağlayan Tahsin Mayatepek Meksika'da araştırmalar yaparken, Maya-Aztek-Inka uygarlıklarının Türklerde kullanılan eşyalara benzer eşyalar kullandıklarını öğrenmişti. Ayrıca davullar ve kalkanlar bizimkilere çok benziyordu. Üzerlerinde ise Ay ve Yıldız sembolleri bulunuyordu. Tahsin Bey tüm çalışmalarını belge ve fotoğraflarla birleştirerek üç cilt halinde Atatürk'e yolladı. Bunların ilk ikisi 1970'lere kadar TDK Kütüphanesinde 56 ve 57 noları ile durmaktaydı. Üçüncü defter ise kaybolmuştur. Bu değerli çalışmalar basılmamıştır. Gerek Churchward'ın kitapları, gerekse Tahsin Bey'in çalışmaları basılıp yayınlandığı zaman Atatürk'ün düşüncelerini belki daha iyi anlayabiliriz. Mu Kıtası Okyanus'un derinliklerinde araştırılmayı bekliyor. Zengin bir uygarlık, tabi bu arada kurucuları kimler. Günümüzün modern teknolojisine, belki de daha fazlasına sahip olan Mu insanlarının Uzay ile bağlantıları hangi durumdaydı. Bunun gibi bir çok soru daha cevabmı bekliyor. — 71 — ALI BEKTAN Ben kitabımda bunları açıklamaya çalışıyorum. Türkler, Ortaasya'da ortaya çıkan Turanlılar ve Ön Türkler'den gelmiyorlar, onlardan önceki Tarih Zamanlarında Mu'dan geliyorlar. Kıta'nın varlığı bana göre M.Ö'den 10 bin yılına kadar geliyor. O tarihte olan Tufan ile 64 milyon insanın yaşadığı kıta Pasifik Okyanusu'nun derinliklerine gömülüyor. Neden yok oldular diye düşündüğünüzde tarih boyunca kaybolan milletlere baktığınızda, onların zenginliğe ulaştıktan sonra bir yozlaşmanın içersine girdiğini, Dini ve Ahlaki çöküntü başlayınca devletin yıkıldığını ve o insanların da yok olduğunu görürsünüz. Mu Kıtası'nda yaşayanlarda tıpkı, diğer milletler gibi yok olmuşlardır. Kurtulanlar oldu. Onların bir kısmı Ortaasya'ya geçtiler, Bir kısmı da Uzaydaki gezegenlere gittiler. Tufan sonrası dünyanın durumunu incelemek için geldiklerinde Atalarımızı gördüler. Onları korumaya
başladılar. Binlerce yıldır da bu koruma devam etmektedir. Atalarımızla ne zaman buluşacağız, derseniz onun da zamanı gelecektir. Buna inanıyorum. — 72 — TURKLERVEUZAYLIATALARI TÜRKLERİN GENLERİ HİTİTLER'DEN MİRAS KALDI Türk insanının kromozomlarını inceleyen genetikçiler ilginç bir sonuca ulaştılar: Türkler'in genetik yapısı Selçuklu-lar'a değil, Hititler'e benziyor. Amerika Long Island'da düzenlenen ve genetik bilimci antrapolog ve arkeologların katıldığı Uluslar arası Genetik Konferansı'nda insanoğlunun Kuzey Afrika'dan dünyaya yayılma haritası yeniden çizildi ve Türkler hakkında da ilginç bir iddia ortaya atıldı. İddiaya göre, Türkler'in genetik özellikleri büyük ölçüde Hititler'den geçme. Tanm Reformunu Türkler Yaptı Dünya gen haritası üzerinde "Y" Kromozomunu inceleyen Stanford Üniversitesi'nden Dr. Peter Underhill, günümüz Türk insanının da kromozomlarını araştırdı. Gen hari-tasıyla, tarihi olaylar arasında bağlantı kurulabildiğini belirten Underhill, Anadolu'nun genetik mirasım tarihsel çerçevede değerlendirdi. Anadolu'nun Avrupa ve Asya arasında göç eden insanlar ve ordular için ana koridor olduğunu belirten Underhill, bu koridorda Selçuklu Türkleri, dilini ve kültürünü 40 bin askeriyle geniş alanlara yaymıştır, ancak 12 milyonluk nüfustan geriye nedense zayıf bir genetik işaret kaldığım gördük diye konuşan genetik bilimci, Cilalı Taş Devrinde gerçekleşen tarım reformunu, Anadolu'dan Avrupa'ya taşıyanların Türkler olabileceği üzerinde durulduğunu da belirtti. Hititler Geç Bronz Çağı'na M.Ö 1500-1100 yıllarına damgasını vurmuştur. Başkenti Boğazköy-Hattuşaş Hititler Bronzu keşfedip bunu alet yapımında kullanarak uygarlıklarını ilerlettiler. Toprak, bitki, fırtına ve güneş gibi doğayı simgeleyen tanrılara inanırlardı. Dilleri Akadca, yazı— 73 — ALI BEKTAN lan da Babil-Asur çivi yazısıydı. Fernand Lequenne, Galatlar adlı eserinde onları şöyle tarif eder: Hititler Kumral, karmakarışık uzun dik saçlı, düz burunlu koca şeytanlar, her an gülmeye hazır, konuşkan baş eğmez insanlar. Ama aile hayatını, çocukları ve onların yaramazlıklarını, hayvanları seven iyi insanlar Galatlar inki gibi kadınları alçak gönüllü gösterişsizdiler. Kocaları onlara büyük saygı gösterirdi. Büyük pencereli evlerin yer aldığı şehirleri yüksek tepeler üzerine kurulmuştu." Hititler veya diğer adıyla Etiler de köken olarak Ortaas-ya'dan gelmekteydi. Meşhur Kavimler göçü nedeniyle Anadolu'ya gelen bu insanlarla akrabalığımız bulunuyor. Genler de bunu doğrularken, kurdukları uygarlık oldukça üst düzeyde idi. Mezopotamya'ya gelenlerle aralarında hem kültür, hem de akrabalık mevcuttu. Çünkü kullandıkları dile baktığınızda Akadca, yazı sistemi Asur-Babıl dir. Yalnız genetik uzmanı şu hatayı yapıyor insanoğlu Kuzey Afrika da dünyaya gelmiştir, diyor bu bence yanlış bir görüştür. İlk insanın varolduğu kıta Mu'dur. Kıtada Tufan da battıktan sonra kurtulanlar Asya'ya göç ettiler. İnsanlık böyle devam etti. Kuzey Afrika ve çevresinde iklim daha önceleri ılımandı ve Sahra çölü yeşillikler içersinde insanların yaşadığı bir bölgeydi. Arkeolojik kazılar sonucunda bu görüş kabul edilmiştir. İklim değişikliği olduğu için bölge çölleşmiş, oralarda yaşayan insanlar başka topraklara göç etmişlerdir. Bence Genetik Bilimci'nin Hititler ile Türkler arasında bulduğu bağlantı dikkat çekicidir. Türkiye de ne yazık ki eski uygarlıkları araştırmak ilgi çekici değildir. Hititlerin bizimle akraba olduğumuzu kabul etmeyen hatta onları red eden insanlarda vardır. Sadece bir avuç insan bu eski uygarlıkları ararlar, kitap yazarlar. Çok kişinin aklına bile gelmez. Ankara Üniversitesi Hititoloji Anabilim Dalı Başkam Profesör Doktor
Aygül Süel "Onlar da bizim Atamız," diyor ve şöyle devam ediyor: "Long Island'da yapılan konferansta yapılan değerlendirmeler için Anadolu'dan bir köy seçilmiş ve — 74 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI o köyde yaşayanlardan DNA örnekleri alınmıştı. Bu sonuçlara göre Türkler'in Hitit soyundan geldiği iddia ediliyor. Hititler Anadolu'da çok uzun süre yaşamış bir kavim. Hint Avrupa ırkından geldikleri tahmin ediliyor. Bir çok geleneğimiz onlardan geçme. Hititler'in torunları olduğumuz muhakkak." Ortaasya'dan göç eden HitiÜer kendilerine yurt olarak Anadolu'da bugünkü Yozgat dediğimiz bölgeye gelip yerleştiler. Modern şehirler kurarak ticarete başladılar. O dönemde en büyük ticaret olayı Mezopotamya Bölgesi, Mısır ve Yunanistan di. Böylece güçlü bir devlet kurdular, yüzyıllarca rahat bir şekilde yaşadılar. Sonuçta Türkler'in Anadolu'ya gelişlerinin 1071'den çok önceleri olduğunu biliyoruz. Örf, gelenek ve adetlerimizdeki benzerlikler bu olayın bence en güzel tarafıdır. — 75 — ALI BEKTAN TÜRKLERDEKİ YA-DA TAŞININ SIRRI Çok eski devirlerden kalma yaygın bir inanca göre: "Türkler'in atalarına göklerden gelen sihirli bir taş armağan edilmiştir. Bu taş her devirde Türk Komutanlarının ve Samanlarının elinde bulunmuştur." Böylelikle atalarımızın istedikleri zaman yağmur, kar, dolu yağdırabildikleri, rüzgâr estirip hatta fırtına çıkartabildikleri ilk defa Çin Kitaplarında yer almıştır. Bu bilgilerde Ya-da Taşı'ndan bahsedilmiyor ama Türkler'in Atalarının istedikleri zaman yağmur yağdırabildiklerini çok açık olarak anlatıyor: "Türkler'in büyük ataları Hunlar'm Kuzey'inde bulunan So sülalesinden idi. Oymağın Başbuğu Ananbu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı İçji-ni-nişibu tabiatüstü özelliklere sahipti. Yağmur yağdırıp fırtına çıkartabilirdi." Buna benzer örnekler Çin kaynaklarında da yer almaktadır. M.Ö 449 yılında Ortaasya'da meydana gelen bir savaşta şu olay anlatılmaktadır: "Kuzey Hunlar'm idaresinde bulunan Yüceban ahalisinde öyle kahinler vardır ki, Cücenler'in saldırışlarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar, fırtına çıkarttılar. Cücenler'in onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı." Bu olaylar nasıl gerçekleştiriliyor. Ancak Ya-da Taşı denen üstün teknolojik bir aletle gerçekleştirildiğine eminim. Bu aleti de diğer gezegenlerdeki akrabalarımızın verdiğini ileri sürersek mantıklı bir açıklama getirmiş oluruz. Bugün yağmur yağdırma teknolojisi dünyamn bir çok ülkesinde hâlâ kullanılmıyor mu? Mesela bir dönem İstanbul'da su sıkıntısı olmuştu, bunun üzerine dönemin Belediye Başkanı Nurettin Sözen yağmur yağdırma sistemini bilen uzmanları getirterek yağmur yağ— 76 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dırmışh. Böylece İstanbul'un su sorununa bir çare bulunmuştu. Bu teknolojinin daha ileri bir sisteminin atalarımıza verildiği ve zamanı gelince kullanılabileceğini söylemek, bu sistemi öğretmek mantıklı değil mi? İslâm kaynaklarında da Türklerin bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş, yani Yağmur Taşı anlamına gelen Ha-cer-ül Matar ya da Seng-i Cede olarak isimlendirilmiştir. Bu taşla yakından ilgilenen Araplar olayı doğrulamıştır. İslâm Tarihçilerinden Ibn-ül Faldh'in yazdığı kitapta dönemin Halifesi Memun bu gizemli taş hakkında araştırma yapması için Nuh bin Esed'i görevlendirilmiştir. Nuh Bin Esed, Türkler arasında yaptığı incelemeler sonunda Halifeye bir rapor yazarak bu taş hakkında anlatılanların doğru olduğunu, fakat olayın nasıl meydana geldiğini anlayamadığım bildirmiştir. İbn-ül Fakih tarihi kayıtlarında Horasan Emiri İsmail Bin Ahmet'in,
Ebul Abbas'a anlattıklarına yer vermiştir: "Yirmi bin kişi ile Türkler'e karşı savaşa çıktım. Karşımızda baştan ayağa kadar silâhlı Altmış bin Türk vardı. Bunlardan bir kısmı bizim tarafa geçti. Bunlar bize Türklerin iri dolu yağdıracaklarını söylediler." Biz de onlara: "Sizin kalbinizden küfür hâlâ çıkıp gitmemiştir, böyle işleri hiçbir insan yapamaz," dedik Onlar: "Biz haber veriyoruz, sizi ikaz ediyoruz, onların tayin ettikleri vakit yarın sabahtır ama siz daha iyi bilirsiniz," dediler.. "Sabah oldu Korkunç bulutlar bizim üzerimizi kapladı. Herkes korktu. Müthiş dolu yağdı." Bu olayın benzerleri Eski Türk Mitolojisi içersinde yer almıştır. Tabii ki bu olay modern teknolojinin sayesinde olmuştur. Taşın nasıl kullanıldığından da bahsedilir. Er Gökçe Destanın'da taştan şöyle bahsedilir: "Yanındaki adamlar susadı. Er Kosay'a susuzluktan şikayet ettiler. Er Kosay uzun kulaklı sarı atının altından "Cay Taşını" çekip çıkarttı. Salladı, salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı. Yağmur suyunu içtiler." — 77 — ALİ BEKTAN Abdülkadir İnan "Eski Türk Dini Tarihi" adlı kitabında Ya-da taşından da bahsetmektedir. Gizemli taşın su içine konulduğu, suyun üzerine asıldığı, birbirine sürtüldüğü veya taşın sağa sola hareket ettirilerek sallandığını görüyoruz. Farsça bir şiir Ya-da Taşı'nın kullanılmasıyla ilgili önemli çağrışımları beraberinde getirmektedir. "Şekilli bir taştır ki her ne zaman ona dua edilse göğü yarar ve çokça bulut ve yağmur getirir, bu iş Türkler arasında yaygındır." Bu taşm çok kolay bir kullanıma sahip olduğu açıkça görülmektedir. Gizemli Taş Osmanlı Tarihi içinde de yer almaktadır. Şaban Şifai'nin Padişah 4'ncü Mehmef e yazdığı "Risalei Şifaiyye fi beyani envai ahcar" adlı eserinde bu taşla ilgili anlatılanlar dikkat çekicidir: Hiç bulut olmadığı halde Ya-da Taşı ile yapılan işlemden iki saat sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar ve ardından bereketli yağmurlar yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak Ya-da'cının başarısına bağlıdır. Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır. Beyaz olup üzerlerinde kırmızı noktalara da rastlanmıştır. Büyüklükleri bir kuş yumurtası kadardır. Dolu afetinden tarlaları korumak için taş yüksekçe bir yere asılır ve ona dokunulmaz. Onu ancak bu işin sırrını bilen yadacüar kullanabilir. Taşların birbirine sürtülmesi ve bir tas suyun içine taşın atılması ile bu işlemler uygulanır. Ancak bu işlemleri sırrı bilen kimselerin yapması gerekir. Aksi takdirde arzu edilen sonuca ulaşılmaz. Taşı suya atmak yeterli değildir. — 78 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Bu anlatımlar sonucunda taşın kullanımının bilgi istediğini gösteriyor. Tarihi kayıtlarda bu taşın sırrını sadece Türk-ler'in bildiğini göstermektedir. Bu sırra vakıf olan atalarımızda bunu kimseye öğretmemişler. Kimyasal ve fiziksel özellikleri üstün olan bu taş veya taşlar nereden Atalarımızın eline geçti. Çünkü kayıtlara göre bir çok Ya-da Taşından bahsedilmektedir. Türkler'in eline nasıl geçtiğini açıklamaya çalışırsak, tufandan sonra Ortaasya'ya gelen Mu kökenli atalarımızın vermiş olduğunu ileri sürebiliriz. Onların yüksek bir uygarlık seviyesine çıktığını bildiğimize göre onlardan kalmış diyebiliriz. Bu arada Türkler'in çok eski dönemlerde Uzayla bağlantıları olduğunu düşündüğümüze göre oradaki bilge atalarımızın verdiğini söyleyebiliriz. Yazar Ergun Candan "Türkler'in Kültür Kökenleri" adlı kitabında Ya-da
Taşının Mu Uygarlığında kullanılan "Kristal Enerji Merkezleri" ile bağlantılı olduğunu ileri sürer. Türk Efsanelerinde çok dikkat çekici bir konu vardır. Asya daki iklim değişiklikleri. Sık sık kuraklık nedeniyle göllerin, nehirlerin kuruması üzerine yeni topraklara göç etmeleri konuları işlenir. O zaman birileri Atalarımıza yardıma olmak amacıyla bu gizemli taşlan getirip vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. Böylece ya da taşı sayesinde susuzluktan kurtulmuşlardır. Türkler yine korunmuş olmaktadır. Bu korunmanın günümüzde de devam ettiğini söyleyebilirim. — 79 — ALI BEKTAN ALTAY EFSANELERİNDE YER ALAN UZAYLILAR Türk Mitolojisine devam ediyoruz. Altay Efsanelerinde anlatılan bir olay Türkler ile Uzaydaki dostları arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir. "Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı, ne gök, ne ay, ne güneş, ne de bir dünya vardı. Tanrı uçar, dururdu. İnsanoğ-luysa tekti. O'da uçar, uçardı, sanki Tanrı'yla eşti. Uçar hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı, Tanrı idiler çünkü ondan dolayı yorulmazlardı." Burada anlatılan uçma olayı ancak bir hava gemisi aracılığıyla olabilir. Çünkü normal olarak bir insanın kuş gibi uçması söz konusu değildir. Dünya'nın yer çekimi bilindiği gibi çok kuvvetlidir. Yapılan çalışmalarda havada uçan bir cisim yapmanın ve bunu uçurmanın zorluklan biliniyor. Büyük bir enerjide gerekmektedir. Düşünün Ortaasya'da o dönemlerde yaşayan atalarımız Tanrılar olarak bilinen uzaylı yakınlarıyla birlikte havada uçabiliyorlar. Demek ki onlarda uçan cisimlere sahipler diyebiliriz. Altay Efsanelerinden bir başkası da şunları anlatıyor: "Ne Ay ne Güneş varmış, insanlar uçarlarmış Uçanlar ısı verir, ışık saçarlarmış İnsanoğlu yaşarmış Tanrı'nın göklerinde Ne suç ne günah varmış insanın köklerinde İhtiyaç duymazmış ne ay, ne de güneşe Tanrı'yla yaşarmış yokmuş gerek bir eşe" Bu efsanede anlatılan Tanrı'nın göklerinde anlamından başka gezegenler anlatımı ortaya çıkıyor. Uçanlar ısı verirmiş, ışık saçarlarmış bu tamamen bir UFO anlatımıdır. Efsanenin en ilginç tarafı ise suçun ve günahın olmadığı bir dünyada yaşanmasıdır. Aslında tüm dinlerin temelinde bu var— 80 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dır. Suç ve Günahın olmadığı bir dünya zaten cennet gibi bir dünya olmaz mı? Olur. Ortaasya'nın en büyük çölü olan Gobi ile ilgili anlatılanlar gerçekliğini koruyor. Gobi ılıman iklime sahip bölge iken içersinde büyük bir göl bulunmaktaydı. Gölün üzerinde bir ada vardı. Çin bilgelerinin anlattıklarına göre bu gölde ki adada mavi gözlü ve sarı saçlı beyaz insanlar yaşıyorlardı. Efsanelere göre bu insanlar olağanüstü bilgilere sahiptiler ve gökyüzünden gelmişlerdi. Bu insanların yaşadıkları bölgedeki insanları eğiterek, uygarlıklarını Geliştirmelerine yardımcı olmaları akla ve mantığa uygun gelmektedir. Bu eğitilenler ise bizim atalanmızdır. Ortaasya'dan sonra Türkler'in ikinci anavatanı Anadolu Topraklandır. Bu topraklarda yaşayan bir çok tasavvuf kişileri de yazdıkları ve söyledikleri ile bir şeylerin haberlerini veriyor. Teorilerimden bir tanesi de Samanyolu Galaksi'sinde 18 bin gezegende canlıların yaşadığıdır. Bu 18 bin Alem düşüncesi sık sık İslâm tasavvufunda da karşımıza çıkmaktadır. Yunus Emre de yazdığı bir şiirinde şöyle bahsediyor: "Adım adım izleri/ Bu alemden içeri On sekiz bin alemi gördüm bir dağ içinde Yetmiş bin hicap geçtim gizli perdeler açtım. Ben dost ile birleştim. Buldum bir dağ içinde Gökler gibi gürledim. Yerler gibi inledim
Çaylar gibi çağladım. Aktım bir dağ içinde Bir döşek döşemişler. Nur ile bezemişler Dedim bu kimin ola. Sordum bir dağ içinde Deprenmedim yerimden. Ayrılmadım pirimden Aşktan bir kadeh aldım. İçtim bir dağ içinde Yunus eydür gezerim. Dost iledir bazarım Ol Allah'ın didarm Gördüm bir dağ içinde." — 81 — ALI BEKTAN 18 Bin Alem tanımının geçtiği yerler İslâmiyetin kutsal kitabı Kur'an-ı Kerîm, Mevlana ve Yunus Emre'nin şiirlerinde. En sonunda da Amerikalı Astronomların yaptıkları bilimsel araştırmalar sonucunda elde ettikleri sonuç: 18 bin gezegende bizden daha ileri uygarlıkların bulunabileceği. Türk Mitolojilerine göre vardığımız sonuç günümüzden binlerce yıl önce Yeryüzü ile Gökyüzü arasmda bir irtibat söz konusuydu. Efsaneler 21'nci yüzyıl teknolojisine uygulandığında ilginç bilgilere ulaşıyoruz. Türkler'in Kültür Kökenleri adlı kitabında Ergun Candan da Sirius Yıldız sisteminden gelen varlıkların Türklerle beraber dünyadaki başka uygarlıkları da eğittiklerini ileri sürüyor. Onların Mu Kıtası'nda büyük bir medeniyet oluşturduklarını belirterek, Türkler'in Kökleri incelenirken bu ihtimalleri de göz önünde bulundurmalıyız diyor. Bu görüşe ben de katılıyorum. Çünkü Türkler'in ilk dini olan Gök-Tann dininin içerdiği kurallara uyan Atalarımızın bu ilk dinindeki inançların İslâmiyet'in kuralları ile paralellik göstermesi dikkat çekicidir. Kur'an-ı Kerîm'de ismi belirtilen peygamberlerin dışında 124 bin peygamberin çeşitli milletlere gönderildiği İslâm alimleri tarafından ileri sürülmektedir. Gelen tüm peygamberler öncelikle Allah inancını, yani Tek tanrı inancını açıklamışlar, sonra dinsel öğütleri vermişlerdir. İyilik yapm, kötülük yapmayın. İnsanlara iyi davranın, hırsızlık yapmayın, haksız yere insan öldürmeyin, Allah öbür dünyada iyilik yapanları mükafatlandıracak, kötü olanları cezalandıracak demişler. İbadetlerin nasıl yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Kur'an-ı Kerîm'deki "Allah Şira Yüdızının da Rabbidir," sözü ile İslâmiyet'in Sirius ya da arapça adıyla Şira Yıldız sisteminde yaşayan insanlar tarafından da bilindiği ortaya çıkıyor. O insanlar dünyaya geliyorlar hem bizim Atalarımızı eğitiyorlar, onlara büyük bir uygarlık kuruyorlar, hem de Tek Tanrı inancının yer aldığı dini bildiriyorlar. Öyleyse şu sonuca varıyoruz: 'Türkler'in uzayda ataları var ve onlar bizimle yalandan ilgileniyorlar. Onlar gerektiğinde bize yardım ediyorlar." — 82 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI TÜRK MİTOLOJİSİNDE TEK TANRI İNANCI Türkler'in Ortaasya'da sahibi olduklan dinin Tek Tanrı inancına sahip olduğu daha yeni anlaşılıyor. Ruh ve Ahiret inananın yanı sıra yapılan her işte elde edilen başarının Tengri sayesinde olduğu açıklanırdı ve kabullenilirdi. Ortada atalarımızın dinini anlatan yazılı kutsal bir kitap yoktur. O devirlerden günümüze gelen yazıtlar ve efsaneler sayesinde bunları öğrenebiliyoruz. Sümerlerde Tann'ya Tenri, denilirken Gök Tann ve Yüce Tanrı gibi adlarla da adlandırılması ilginçtir. Gök(mübarek, kutsal, semavi, kutlu) anlamında gelirken Göklerin kutsallığı Türkler de ön plâna çıkmaktadır. Tanrı'yı bir ve üstün, yüce kudret ve kuvvet olarak bilmek ve bütün kainatı onun yarattığı varlıklar olarak görmek ve ona yönelerek yakarmak ve bazan da onun göğün enginliği içinde Bulunduğuna inanmak gibi özellikler göstermektedir. Bazı Tabiat güçleri ilahlaştırılmışsa da her zaman tanrının varlığına inanılırdı. Dünya'nın yaratıcısı tek tann kavram) hakkında İbni Fadlan Oğuzlarla ilgili yazdığı bir kitapta şunu açıklar: Oğuzlar bir haksızlığa uğradıklarını sezdikleri zaman, başlarını göğe kaldırarak: "Bir Tengri.." derler. Şimdi bu düşünceyi incelmediğimiz zaman 20'nci yüzyılda görülen
binlerce UFO olayında temasa geçen bazı kişilere, Uzaylılar Evreni Yaratan Tek Tann'dan bahsediyorlar. O zaman Ortaasya'da yaşayan atalarımızın da aynı düşünceyi paylaştığını görmek İslâmiyet'teki Tek Tanrı inancının binlerce yıl önce var olduğunu göstermektedir. Mitoloji deki anlatımlar içersinde "Gökten inen Ateş Gök Tannsı'nın oğludur" Bu anlatım bize Uzay gemisi bu büyük ihtimalle bir Uçan Dairedir yanan ışıklar içersinde dünyaya inmesi içinden de bize benzeyen insanların çıkmasıdır. Onlar yardım için gelirlerken anlatımlar Gökten inen ateş olarak geçmektedir. — 83 — ALI BEKTAN Mitoloji de yer alan Bilge Kağan'in bir sözü çok anlamlıdır. 716 yılında tahta çıktı. Kendisinden küçük kardeşi Kül-Tegin (Gültekin) ve kayınpederi Tonyukuk ile birlikte ülkelerini başarıyla idare ettiler. 734 yılında zehirlenerek öldürüldü. Bilge Kağan'ın kendi adına diktiği anıtta gelecek nesillere şöyle sesleniyor "BEN GÖĞE BENZER GÖKTE MEVCUD OLAN TÜRK BİLGE KAĞAN'IM" Bu söz benim tezime destek veren anlam taşımaktadır. Göğe benzer gök anlamı, başka bir gezegen anlamına geliyor. Sanki kendisi görevli olarak Türkler'in başına Hakan olarak gönderilmiş gibi bir ifade ortaya çıkıyor. Kağan yazıtlarda neden başa geçtiğini şöyle açıklıyor: "Ben Milletimizin böylesine bitkin ve ümitsizlik içerisinde kıvrandığı bir sırada Allah böyle istediği için ve kendim Türk Milletini kurtarmak için Kağanlık tahtına oturdum. Dağılan milletimi toplayıp, yoksul düşen halkımı varlıklı yap-üm. Arzum ve gayem: Türk Birliğini korumaktı. Bütün Türkleri birleştirerek, aşiretleri millet haline getirdim" "Ey Türk Milleti..." Yıkümış ve yok olmak üzere bulunan milletimi dirilterek nasıl yeniden var ettiğimi bu taşa yazdım. Bu taşı okuyarak gerçekleri bilin. Artık seni yıkmak, seni yok etmek isteyen düşmanlarına aldanmamalısın... Şimdi bu sözleri alın Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkışını ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanmasını ve Türkiye Cumhu-riyeti'ni kurmasına kurguladığınızda aym olayı görürsünüz. Bilge Kağan anıtının doğu yönün de şöyle yazıyor: "Ben "Gök Tanrı" gibi gökte yaratılmış 'Türk Bilge Kağan'im sözlerimi işitin. Bu sözler sonunda bizim akrabalarımızın veya atalarımızın bulunduğu gezegenler Samanyolu Galaksi'sinde olma ihtimalini ortaya çıkartmıyor mu? Hatta Yıldız Sistemlerini de sayabilirim. Siri-us, Ülker gibi. Bu kitapta anlatmak istediğim düşünceyi sık sık tekrar ediyorum ama iyice anlaşılmasını istediğim için böyle devam ediyorum. — 84 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI GÖÇ DESTANI, GÖKYÜZÜNDEN GELEN DESTEK Uygur ilinde Hulin adında bir dağ vardı - Bu dağdan Tuğla ve Selenge adlı iki ırmak çıkardı. Bir gece bu iki ırmak arasındaki bir ağacm üzerine Gökten mavi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle takip etti. Mukaddes ışık, ağacm gövdesinde aylarca durdu. Ağacın gövdesi gittikçe kabarıyor: Oradan güzel musiki sesleri geliyordu. Bir gün ağacm gövdesi yarılarak içinden beş çocuk çıktı. Bu çocuklar beş ayrı odacıkta idiler. Ağızlan üstünde asılı birer emzikten süt emiyorlardı. Bunlar ışıktan doğmuş mukaddes çocuklardı. Halk ve Amirler onlara büyük saygı gösterdiler. Bu çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, İkincisinin adı Kutur Tigin, Üçüncüsü Tükel Tigin, Dördüncüsü Ur Tigin, beşincinin adı Buğu Tigin idi. Bunların Allah tarafından gönderildiğine inanan Uygurlar, içlerinden birini Hakan yapmayı düşündüler. Büyük bir şölen yaparak tahta oturttular. Buraya kadar olan anlatımı teknolojiyi düşünerek çözdüğünüzde Gökten inen mavi ışık'm Dünya'ya iniş yapmış bir Uzay gemisi olduğunu, kabarma olayının geminin kanatlarını açması, içindeki çocukların ise özel olarak Türk Milletine yardımcı olmaları amacıyla gönderildiği
anlamı çıkıyor. Çünkü çocukların hepsi çok zeki ve bir tanesini Hakan yapıyorlar. Bir tür yönetici sınıf ortaya çıkmaktadır. Destanın ilerleyen bölümlerinde felâketlere neden olan Kaya'nın Çinlilere verilmesinin hikayesi anlatılıyor. Aradan uzun zamanlar geçti. Bir gün Uygur tahtına. Yeni bir hükümdar oturdu. Bu hakan Çinlilerle yapılan savaşlara bir son vermek için oğlu Gah Tigin'e, Kiyu Liyen adlı bir Çin prensesi almayı tasarladı. Bu prenses, sarayını Hatun Da-ğı'nda kurdu. O çevrede Tanrı dağı adında başka bir dağ ve onun güneyinde de Kutlu Dağ denilen büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla birlikte geldiler. Onlar kendi aralann— 85 — ALI BEKTAN da dediler ki:Hatun Dağı'nın saadeti bu kayaya bağlıdır. Bu hükümeti zayıflatmak için onu yok etmeli." Bunun üzerine Çinliler prenseslerine karşılık, bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan yu-t içindeki bu taş parçasım Çinlilere tereddütsüz verdi. Halbuki bu mukaddes bir taştı: Uygur ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın Türk bütünlüğünün ve yurt severliğinin sembolü olan bu kayanın yurtta kalmasına bağlıydı. O giderse, saadette giderdi. Fakat kolay götürülecek bir kaya değildi. Çok büyüktü. Onun için Çinliler kayanın etrafına odun yığıp ateş yaktılar. Taşı iyice kızdırdıktan sonra üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar..Parçaları arabalara yükleyip birer birer Çin'e götürdüler. Bu büyük olaydı: Vatandaki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da Tigin öldü. Memleket felâketten kurtulamadı. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar kurudu. Göllerin suyu tükendi. Toprak çatladı, yiyecek vermez oldu. Nihayet Buğu Han'ın çocuklarından bir başkası yurda hakan seçildi. Onun zamanında memleketteki ehli, vahşi bütün hayvanların, bütün kuşların, bütün çocukların hatta bütün cansızların "Göç Göç," diye derin üzüntüyle bağırdıkları duyuldu. Uygurlar bu manevi işarete (ilahi emre) uyarak toplandılar. Yurtlarını bırakıp göçmeğe başladılar. Nerede durmak istedilerse bu sesleri duydular. Nihayet Beş Balık'ın bulunduğu yere geldiler. Orada sesler kesildi. Uygurlar burada durup beş mahalle (beş şehir) yaptılar. Adını Beş Balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar. Bu efsaneyi şimdiki anlayış ile açıklamaya çalıştığımızda "Kayanın" enerji yayan jeneratör gibi bir sistem olduğunu düşünelim. İklimi düzenleyen bu enerji dolu kaya sayesinde veya klima sayesinde insanlar mutlu yaşıyorlar. Çinliler savaşlarda Türkleri yenemedikleri için onları felâkete uğratacak bir şey arıyorlar. Sonunda gönderdikleri prenses sayesin— 86 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI de bu sırrın efsanede Kaya olarak adlandırılan veya ileri teknoloji ürünü, büyük enerji yayan klima olduğunu öğreniyorlar. Sonuçta İklimi düzenleyen bu enerji yüklü kaya parçalanıp, Çin'e götürüldüğünde iklim bozuluyor. Herkes bu yerlerde yaşanmayacağına inanıyor ve kendilerine yeni topraklar arıyorlar. Biz destanı sadece bir kaya parçasının anavatandan götürülmesinin getirdiği felâketler olarak görmüyoruz. Olayın mantıklı bir şekilde açıklamasını yapmak istiyoruz. Bu da 21'nci yüzyıl teknolojisi sayesinde olur. Peki bu sistemi kimler gelip kurmuşlardır. İşte üzerinde durulup, düşünülmesi gereken bir konu da budur. Acaba bu gücü kullanmasını bilenler ve kuranlar salon Mu Kıtası'ndan gelen bilgili kişiler olmasın. Bu mümkündür. Göç olayı Türk Mitolojilerinde sık sık yer alan bir olgudur. Şimdi de Türklerde kutsaliyeti çok büyük olan Bozkurt konusuna gelelim. TÜRKLERDE BOZKURT OLAYI Ergenekon'dan çıkarken Türklere yolu gösteren kutsal varlık Mavi renkli veya mitolojideki tabiri ile Gök tüylü bir Boz-kurftur. Bu
nasıl bir hayvandır? Doğa da mavi renkli bir hayvana, kuşlar hariç rastlanmaz. Bir Bozkurt ya da Bozkurtlar nasıl bu renkte olabilir? Şimdi bu soruların cevabını verelim. Bu Bozkurt'lar Elektronik sistemlere sahip birer robot hayvan olabilir mi? Japonlar birkaç yıl önce hatırlarsanız robot köpek imal ettiler. Verilen komutları uygulayan söz dinleyen bu robot köpekler halen satışta bulunuyor. O zaman Bozkurt'u da aynı kategoriye koyabiliriz. Böyle olunca da destan unsuru olan ve kutsal sayılan bu hayvanların Türklere yol göstermesi akla ve mantığa aykırı gelmiyor. Düşünün ileri derecede termal kameralarla donatılmış, müthiş bir elektronik sisteme sahip olan bu Bozkurtlar kendisine kendilerine verilen komutlara ve sorulan sorulara gerekli cevaplan verebiliyorlar, ayrıca öğütlerde bulunabiliyorlar. Bu tür robot-hayvan tiplerine Bi-lim-Kurgu filmlerinde de bol bol rastlıyoruz. — 87 — ALI BEKTAN Oğuz Destanı'n da Bozkurt'un bir nakarat gibi tekrarlanan vazifesi: Türk Ordularının önünde yürüyerek onlara yol göstermesiydi: Bir sabah vakti, tan ağarırken Oğuz'un çadırına Gök tüylü, Gök yeleli büyük bir erkek kurt girmişti. Burada çadırın içine süzülen bir ışıktan doğmuştu. Burada yine gökyüzünden ışıkla gelen destek söz konusudur. Bu Gökten inen ışık Türk Mitolojisi içersinde sık sık karşımıza çıkar. Erkek Kurt, Oğuz'a: "Ey Oğuz Ben senin ordularının önünde yürüyeceğim," demişti. O yürüyünce ordular da yürümüş, onun durduğu yerde ordular da durarak düşmanla savaşmış ve kazanmışlardı. Bu zaferlerde yine gökyüzünden yardım alınması Türkleri yani bizi koruyup kollayan birilerinin varlığına işarettir. Tabu ki Allah'ın varlığı ve onun gücünün Türk Milletini dünya üzerinde var olduğundan bu yana koruması da unutulmamalıdır. Göktürk Destanları, Türkler'in neredeyse tamamının düşmanlar tarafından yok edildiği bir baskın felâketiyle başlıyordu. Bir rivayete göre Türk soyunu bu büyük felâketten, annesi bozkurt olan bir prens kurtarmıştı. Annesi Bozkurt olduğu için öldürülemeyen bu genç tek basma kalmış Sonra yaz ve kış Tanrıları'nın kızlarıyla evlenmiş ve Türkler, tekrar bu izdivacın çocukları olarak çoğalmışlardı. Bu destanda da karşımıza yine Bozkurt çıkar, ama dikkat ederseniz anlatılan olay Uzaydan gelen ziyaretçilerin ekiple-rindeki kızlarla beraber olunması ve yeni nesillerin yaratılması olayı, Tanrı kızları olarak tabir ediliyor. Bu düşünceyi başka ülkelerin, hatta ilkel kabilelerin efsanelerinde de görürsünüz. Sonuçta Türk Destanlarında gökyüzü ile Dünya arasındaki bağlantılar söz konusudur. Türkler ne zaman zor durumda kalmışsa ilahi bir şekilde yardımlar almışlardır. — 88 — TURKLERVEUZAYLIATALARI TÜRK EFSANELERİNDE TUFAN OLAYI Türk Mitolojisini oluşturan en eski efsanelerde tarihin karanlıkları arasında kalmış sıra dışı olaylar bulunmaktadır. Atalarımızın bize miras bıraktığı bu kültürü bugünkü teknolojik bilgiler ışığında çözmeye çalışıyoruz. M.Ö 10 bin yıl kadar önce dünyayı kasıp kavuran Tufan olayı sonucunda Atalarımızın Kıtası Mu, Pasifik Okyanusu'na gömüldü. Buradaki tüm canlılar öldü. Tufan olayı bir çok milletin veya kavmin kültürlerinde yer almaktadır. Altay Dağlannda söylenen ve günümüzde "Yaratılış ve Türeyiş Destanları" olarak adlandırılan bu efsaneler Ortaasya ve Sibirya'nın en önemli destanlarıdır. Altay Efsanesi Tufan olayım şöyle anlatmaktadır: Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı. Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer. Uçsuz bucaksız, sonsuz, sular içindeydi her yer. Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak, uçuyor, arıyordu, bir katı yer, bir bucak. Yoktu Tann'mn hiçbir başında düşüncesi, İnsanoğlunun ise, durmadı hiç çilesi. Kutsal bir ilham ile nasılsa gönlü doldu, kayıptan gelen bir ses, ona bir çare buldu.
Bu efsanede bahsedilen Ülgen, aynı zamanda Ülker ola-rak'ta yorumlanır. O zaman Ülker Takım Yıldız'ı sisteminden gelen bir ziyaretçi olabilir mi? Çünkü Mu Kıtası'nda yaşayan büyük uygarlığın köklerinin Uzaydaki bazı gezegenlerde bulunan halklara bağlı olduğunu düşünüyorum. O zaman Tufandan sonra Dünya'da ki hayatın var olup olmadığını, ne olduğunu anlamak için bir uzay gemisi ile gelen Ülker veya Ülgen'in bu uçuşu efsaneye dönüşmüş oldu. Bizce yorumu çok basittir. Daha önce ziyaret edilen ve oradaki canlılarla temasa geçen bizler, oradaki doğal afeti öğrenince hazırladığımız bir uzay gemisini keşif uçuşu yapmak üzere — 89 — ALI BEKTAN oraya gönderiyoruz. Çünkü o gezegende yaşayan halklar ile daha önceden temasa geçmiş ve bazı çalışmalar yapmış bulunmaktaydık. Ticari ve Kültürel ilişkilerimiz vardı. Sonuçta o insanlara yardım etmek amacıyla bu ziyareti gerçekleştirecek ekibi yolluyoruz. Efsanenin anlatımı buna uyuyor. Afet sonrası ise elimizden gelen her şeyi yapmayı düşünüyoruz. Amaç dünyayı yeniden yaşanabilir hale getirmek çünkü bizde yüksek bir teknoloji var. Başka bir Türk efsanesinde Tufan şöyle anlatılıyor: Yıllan sayılmaz, çok çok eski bir çağmış, gökler delinmiş gibi pek çok yağmur yağmış. Dünya sele boğulmuş, bu şiddetli yağmurla yeryüzü hep kaplanmış, sürüklenen çamurla. Sellerin önündeki çamurlar bir yol bulmuş. Kara Dağcı dağında bir mağaraya dolmuş. Mağaranın içinde kayalar yarılmışmış yarıkların bazısı insanı andınrmış. Kayaların yangı insan kalıbı olmuş, kalıpların içine killer çamurlar dolmuş. Aradan zaman geçmiş, yıllar asırlar dolmuş. Bu yarıklarda toprak sular ile hallolmuş. Bir doğal afet böyle açık şekilde anlatılırken, Yakut Türkleri'ne göre havalar başlangıçta çok soğuktu. Fakat sonradan yavaş yavaş ısınmaya başladı. Bu iklim değişimine neden olan şey efsanede çok açık bir şekilde anlatılmaktadır "ÇÜNKÜ KUTUPLAR YER DEĞİŞTİRMİŞTİR" Peki şimdi Yakut Türkleri bunu nereden öğrendiler. Çünkü bilimsel bir olay ve bunu anlamak için sizin kutuplara sefer yapmanız da yetmez, bunu anlamak için ancak günümüz teknolojisi gerektiği gibi, dünyanın çevresinde bulunan uydular aracılığıyla anlayabilirsiniz. Zaten bir derece dünyanın yörüngesinden çıkması, doğal afetleri başlattığı gibi insanlar kıyametin geldiğini düşünürler. — 90 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Efsane şöyle devam ediyor Uzunmuş bütün kışlar, nedense bir zamanlar Çok da kısaymış yazlar yaz görmemiş insanlar Bir ağaç etrafında gezegenler dönermiş. Dönüş yavaşladıkça ateşleri sönermiş. Bir gün gelmiş ki hepsi çok yavaş dönmeye başlamışlar. Olmuşlar duran tepsi, hep birden sönmüşler. Gezegenler bir iple bağlıymış bu ağaca bir Şaman kılıcıyla dağıtmış her bucağa. Yıldızlar ısınmışlar döndükçe çok süratli, dünyayı ısıtmışlar olmuşlar bir boz atlı. Kutuplar böyle açık ve net şekilde anlatılırken Bir Kuzey-Batı Sibirya Efsanesi tüm bu olup bitenleri kendine özgü kültürü ile şöyle anlatıyor: Tanrı yeni bir dünya yaratmayı özlüyormuş. Yaratmış ama dünya durmadan dönüyormuş. Tanrı'nın elçisi de bir Ana-Tanrı imiş, Onun düşüncesi de azıcık ayrı imiş. Bu dönüş Tanrı demiş: "Birazcık yavaşlasın," sonra kızınca demiş "Artık Tufan başlasın," Sular dünyayı basmış ruhlar dünyadan kaçmış. Uçup gökte gezenler yer dönerken hep şaşmış. Dünya tekerlek gibi hiç durmadan dönermiş. Sonra ateşli sular basınca biraz sönermiş.
Bu efsane Mu Kıtası'nda yaşayanların tufan başladığında gemileriyle yola çıktıkları, afetten kurtulmaya çalıştıkları anlamı çıkıyor. Ruhlar olarak bahsedilen insanlar, uçup gökte gezenler ise uzaylı atalarımız oluyor. Biz dünyanın en önemli milletlerinden bir tanesiyiz. Bunu ırkçılık olarak göremeyiz. Eğer öyle bir şey söz konusu olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu dünyanın en büyük devletiyken emri altına aldığı ülkelerde istediğini yapardı. İnsanları İslâm dinine girmeye zorlardı, girmeyenleri ise o topraklardan sürerdi. Yada kılıçtan geçirip yok ederlerdi. Bugün Balkanlarda bulunan bir çok millet varlıklarını Osmanlı'ya borçludurlar. Benim burada vurgulamak istediğim manevi yönden olan güçtür. Biz — 91 — ALI BEKTAN Türk milleti olarak kendi gücümüzün farkında değiliz. Ama Avrupalılar ve Amerikalılar bunu biliyorlar. Bizimle yakından ügilenmelerinin nedeni de budur. Özellikle Amerikalılar bizim köklerimizin nereye kadar uzandığını ve geçmişimizi çok iyi bir şekilde biliyorlar ve araştırıyorlar. Dünya tarihine yön veren Türk Milleti için en güzel sözü Mustafa Kemal söylemiştir: "Ne Mutlu Türküm Diyene," Bu söz kendini Türk olarak gören ve hissedenler için söylenmiştir. Anlamı da daha yeni yeni anlaşılmaktadır. BOZKURT NEYİ SİMGELİYOR?.. Bozkurt eski Türkler'de bir simge olarak ortaya çıkarken, kutsal bir hayvan olarak görülmüş. Tanrı tarafından gönderilen bir varlık olduğu düşünülmüştür. İlginç olan iki nokta vardır. Birincisi rengi Gök rengindedir. Yani Mavi'dir. Mavi renkli kurt hayvanlar aleminde yoktur. İkincisi; gelen bu kurt konuşmaktadır. Oğuz Kağan'a gelip ona yol göstermiştir. Oğuz Kağan da onu ordusuyla birlikte takip ederek gitmiştir. Mantıklı düşündüğünüzde Bozkurt'un veya normal bir kurf un mavi renkte olması ve konuşması mümkün değildir. Ama Kurt efsaneleri çoktur. Ergenekon'dan çıkışta yolu o gösterir, Ordulara kılavuzluk yapar, Hakanlarla, Kağanlarla görüşür. Onlara görünür, akıl verir öğütlerde bulunur. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Kurt teknolojik üstünlüklere sahip bir robot mudur. Bu mümkün olabilir. Ayrıca Tarihin ilerleyen bölümlerinde ve Ortaçağ da yapılmış o dönemlere göre gelişmiş robotlar mevcuttu. İslâm Bilginlerinin yazdıkları detaylı kitaplarda ev hizmetleri gören robotlar bile anlatılmaktadır. Konu ile ilgili bir olay anlatalım. Evliya Çelebi Viyana'ya gittiğinde çarşıda gezerken kahve öğüten Türk esirler görünce üzülmüştü. Sahibi ile görüşmek istediğinde şimdi git akşam gel cevabım almıştı. Akşam o dükkâna geldiğinde Osmanlı kıyafetleri içersinde esir olarak gördüğü kişilerin cansız birer robot olduğunu görünce çok şaşırmıştı, o dönemlerde robot üretimi demek ki bilinen bir teknoloji — 92 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI imiş. Bu bahsedilen kurtlarda ileri teknoloji ürünü robotlar ise onları kimler gönderiyordu. O zaman Türkleri koruyan dost insanlar vardı. Türkler ne zaman sıkıntıya düşerse onlara yardım ediyorlardı. Mesela Ortaasya'da ki savaşlarda ağır kayıplar veren Türkler yenilseler bile soylarından birileri sağ kalıyorlardı ve onlara yardım eden canlı ise mutlaka kurt oluyordu. Kurt bence her şeyi bilen teknolojik bir robottur ve amacı insanlara, özellikle de yardımcı olmaktır. Böyle düşünmek mantıklı değil mi? Tabii bu bir teoridir ve mitolojiye birde böyle bakıp yorumlayalım. Mitolojiler üzerine yaptığı araştırmalardan kendisini tanıdığımız Bahaddin Ögel Kurt'un neyi simgelediğini açıklamadan bırakmıştır. Şöyle dikkat çekmektedir: "Biz yanlış olarak Türkler'in "Gök-Börü" yani "Gök-Kurt" dedikleri kutsal kurda "Bozkurt" adını vermişiz. Aslında "Gök" ile " Boz" arasında büyük ayrılık vardır. Türkler'in kutsal kurtlarının rengi gök idi. Çünkü O Tann tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Tanrı kurt şekline girerek, Türkler'e görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de,
kurdun rengi "Gömgök" idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk ergenlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir. Kurt efsanesinin dünyanın bir çok ülkesinin kültürlerinde de yer alması ilginç bir gelişmedir. Evrensellik gösteren bu durum, dikkat çekmiştir. EFSANELERDEKİ UZAYLI İNSANLAR Dünya tarihinde ister ilkel olsun, isterse modern şehirler kuran milletler olsun hepsinin efsanelerinde uzaydan gelen insanlara yer verirler. Bunlara Ortaasya'dan başlayıp, Amerika Kızılderililerine oradan Ortadoğu ve Mısır'a kadar her yerde rastlayabiliyoruz-Bizimle akraba oldukları iddia edilen Amerikan Yerlileri'nin efsanelerinde de Uzaylılar vardır. Onlar bir çok konuda yardımcı olmuşturlar. — 93 — ALI BEKTAN Piat Kabilesi Reisi Yanmay: "Eski geleneklerimize göre Kızılderililer yüce ruh Gitchie Manitu tarafından uzayda yaratıldılar. Yüce Ruh çocuklarını barındırabilecek bir yer bulabilmesi için Gök gürültüsü Kuşunu (Thımdenbird) yeryüzüne gönderdi. Gök gürültüsü Kuşu bu toprakları keşfedip Kızılderilileri buraya taşıdı." Delaware'de yaşayan Leni-Lenape Kabilesi'nin yerlileri kendilerine tanmı, avcılığı öğreten uzun sakallı, beyaz tenli, görevi bitince uçup bulutlarda kaybolan bir insana inanmak-talar. Kanada Kızılderililerin folklorunda sık sık tekrarlanan bir inançları vardı: "Yeryüzünde yaşayan insanlar önceden başka gezegenlerde yaşardı. Bütün insanlar uzak dünyalardan gelen halkın torunlarıdır." Kraliçe Charotte Adası sakinleri "Ateş Saçan" Dairelerle yıldızlardan inen yüce bilgelerden "Navajos Yerlileri" Uzaydan gelen, uzun süre yeryüzünde kalan sonradan uzak dünyalarına dönen yaratıklardan söz ediyorlar. Orta Amerika ülkelerinden Guatemala'da Atitlan gölünün kıyılarında yaşamış olan Kişe yerlilerinin kutsal kitabı Popol-Vuh'a göre:" İlk ırktan olanlar her şeyi bilirlerdi: Ufu-ğun dört köşesini,gökyüzünün dört noktasını ve yeryüzünün yuvarlak yüzünü incelerlerdi." Ortaasya'da bizim atalarımızın yaşadıklarının benzerlerini Amerikan Kızılderilileri, Guatemala yerlileri, Mısırlılar, Sümerliler de yaşıyorlar. Smithsonian Enstitüsüne göre Eski-molar on bin yıl önce Moğolistan'dan Grönland'a göç etmişlerdir. Önemli olan hangi nedenle Ortaasya'dan kopup buzlar diyarına yerleşmeleridir. Eskimolarm folklorunda yer alan bu olayda kendilerini "Çelik Kanatlı Kuşlar" taşımışlardır. Taşıyanlar ise Uzaydan gelenlerdir. Buradaki dikkat edilecek konu şudur: Mu Kıtası'nın batış tarihidir. O afet olurken,dünyanın iklimi de değişmiştir. Bu arada Grönland daha ıhman bir iklime sahipti ve insanları oraya götürmek da— 94 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ha akıllı bir iştir. Uzaydan inenler insanlara yardım ediyorlar,uygarlık kurmaları için gerekli desteği veriyorlar. Belli bir süre sonra da dünyadan ayrılıp gidiyorlar. Araştırmalarımız sonucunda ortaya iki gezegen ikide yıldız sistemi çıkmaktadır.Gezegenler Mars ve Venüs olurken, yıldızlar ise Sirius (Şira) ile Ülker yıldızı olmaktadır. Sanki oralarda da bizim atalarımız mı yaşıyorlar. Bence olabilir. İlkel kabileler bu kişileri Tann yerine koyarak bir statü vermişlerdir, ama biz modern dünya insanı olarak onlarında bizler gibi birer insan olduklarını anlıyoruz. Mezopotamya Uygarlıkları tarih sahnesine tıpkı Mısırlılar gibi aniden çıkmışlardı diye daha önce bahsetmiştik. Buradaki Kentler büyüktür ve birer devlet gibi özelliklere sahiptir. Babil de bulunan altın tabaklara kazılmış metinler gökten inen ve bilgili insanlar tarafından verilmiştir. Sümerlilere göre bazı yıldızlar simge olmuştur. Marduk (Mars) ile Ninurta (Sirius) ve Ülker Takımyıldızı önem kazanmıştır. Bu gelenler Ateş Saçan Araçlarla gökyüzünde hareket ederler. (Uzay Gemileri)
ilginç silâhlar kullanırlar. İnar-ma havada yükselip düşmanlarının evlerini göz kamaştırıcı bir ışınla kasıp kavurur (lazer ışını ile ateş edilmesi) gib iör-nekler günümüz teknolojisi ile açıklanabilir. Yalnız gerekmedikçe bu silâhların gerekmedikçe bu silâhların kullanılmadığım da söyleyebiliriz. Gelen uzayhlar Sümerlileri eğitmişler, tarımı ve madenciliği öğreterek bir çok bilgiyi vermişlerdir. Sümerlilerde tıpkı Ortaasya'daki atalarımız gibi bu bilge kişilerin dünyalı kızlarla evlendiklerini ve onların çocuklarının olduğunu yazıyorlar. Sümerliler kim? Bizim atalarımız kökleri Asya'ya kadar ulaşan bir millet böylece onlarla akrabalığımızda ortaya çıkarken, ayrıca Uzaydaki diğer atalarımızla da akraba olmuş oluyoruz. — 95 — ALI BEKTAN TÜRK MİTOLOJİLERİNE GÖRE UZAYDAN GELEN ATALARIMIZ Türk Mitolojisi içersinde Göklerin hangi yöresinden geldikleri, nasıl türedikleri açıklanamayan yere inmiş insanlar ve yaratıklar vardır. Eski Türk Hanlarından da bazıları gökten yere inmiş, öldükten sonra yine geldikleri yere dönmüşlerdir. Bunların içinde güneşten de gelenler vardır. Çin Hanedanı Sienpiler de ilk hükümeti kuran 'Tan Şe Hu Vang" Babası olduğu halde annesi bir gün gök gürlerken göğe bakmış, bu sırada gökten ağzına bir dolu tanesi düşmüş, kadın bundan gebe kalmıştı. Böylece bu hükümdarın da ilk hayat maddesi gökten inmiş oluyordu. Bugün teknoloji tıp alanında o kadar ilerledi ki kadınların kısırlığı üâçlarla tedavi edilirken, sunî döllenme yoluyla da kadınlar hamile kalabiliyorlar. Bu efsanede görüldüğü gibi Tan Şe Hu Vang'ın annesi de basit bir operasyon geçirerek hamile kalmıştır. Hulin Dağı'nm üstündeki ağaca ışık inerek ağaç gebe kalmış, beş çocuk doğurmuştur. Ağaç Türk Mitolojisinde çok önemli bir yere sahiptir. Onların ağaç dedikleri şey dünyaya inmiş bir füze veya kapsül olamaz mı? Ay'dan dönen füzeler de Okyanus'a indiler ve içindeki astronotlara oradan alınıp gemilere nakledildiler. Buğu Tekin'in odasına gökten nur içinde bir kadın inmiş ve ona İlâhi, Tanrı buyruğu olan bazı öğütler verdikten sonra gitmiştir. (İşte bir ışınlanma olayı daha) Kutsal olarak kabul edilen Yeşim Taşı'da gökten inen bir Nur'dan meydana gelmiştir. Türk Kahramanı Alp Er Tonga'nm İranlıların düşmanı olan Zini Ga^ı öldürmesi üzerine gökten Altun Yaruk denilen ışık Türk Kahramanın üzerine inmiştir. — 96 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Yakutların folklorlarında Işıldayan Arabalarla yıldızlardan inen insanlardan söz edilmektedir. Çinli Profesör Tchi Pen Lao'nun açıkla malan ilginçtir. "Bir deprem sonucunda Çin'deki Kun Ming Gölünde yükselen piramitlerde görülen silindir biçimli uçan gemiler yaklaşık olarak 45.000 yıl öncesine kadar bilinmeyen yüksek uygarlığa sahip bir ırkın o çevrelerde yaşadığı görüşünü desteklemektedir. İşte Mu Kıtası'nın varlığına destek veren arkeolojik bir keşif daha. Başka Milletlerdeki uzaylıların torunu iddialarına Japonya'da da rastlıyoruz. Hokkaido adasında yaşayan Aynus Kabilesi kendini bu insanların torunu olarak sayar. Pasifik'teki Paskalya Adası'nm yerlileri de Uzayın Efendilerine inanırlardı. Onların kendilerine her konuda yardım ettiğini söylerler ve akraba olduklarını iddia ederler. Mu Ka-tısa battıktan sonra kurtulan bu insanlar hayatlarını ancak ilkel bir şekilde binlerce yıl boyunca sürdürmüşlerdir. — 97 — ALI BEKTAN ALMANLAR'LA ARAMIZDAKİ BENZERLİKLER ALMANLAR DA SÜMERLİLERİN SOYUNDAN GELİYORLAR?
l'nci Dünya Savaşı sonrasında Almanya kanşılıklar içerisindeydi. İktidar kavgalarının yaşandığı 1920'lerde Vril adlı bir örgüt ortaya çıktı. Bu örgüt Alman Milliyetçiliğini savunurken gizemli araştırmalar da yapıyordu. İlginç görüşlerin yer aldığı tezleri arasında bulunan Almanlar'ın nereden geldikleri bölümü bizi ilgilendiriyor. Vril Örgütünün tezine göre "Çok eski devirlerde yaşayan eski insanlar boğa takım yıldızı'nın ilk yıldızı olan "Aldeba-ran"dan dünyaya gelmişlerdir. Bunlar Sumi- er veya (Sümerler) olarak bilinirlerdi. Bu sebepten Babil'in sembolü "Kanatlı Boğa" idi. Diğer bir deyimle Aldebaran'hlar Sümerlilerdi. Yani onların ataları idi. Gerçekten de sümer lisanı binlerce yü boyunca Mezopotamya ile sınırlı kalmıştı. Ve bu lisan yeryüzündeki hiç bir dil gurubuna girmiyordu. Vril Örgütü okültistleri Aldeba-ran'dan medyumsal haberler almaya başlamışlardı. Bu haberler Sümer Lisanından geliyordu. Bu gelen yazıların deşifre edilmesi 13'ncü yüzyıldan beri Güney Alman Tapmakçıla-rının elinde bulunan bir tapınakçı belgesinin de çözülmesine neden oldu. O güne kadar bu belgenin Fenik Lisanında yazıldığı sanılıyordu. Fakat daha sonra gerçek ortaya çıktı. Yazı "Aldebaran" lisanında yazılmıştı. Bu bilgiler ışığında Bavyera Tapınakçılarının büyük üstadı Koch'un eski evrakları yeniden incelenmeye başlandı. Yapılan araştırmalar sonucunda Koch ve arkadaşlarının "Alde-baran"hlarla (uzaylılarla) temas kurdukları anlaşıldı. Muhtemelen bunları öbür taraftan alınan mesajlar zannetmişlerdi. Bu görüşler sonrasında Aldebaranhlarda teokratik temellere dayalı bir çeşit Nasyonal Sosyalizm hakimdi. Bu sebeplerden — 98 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI dolayı Aldebaranlılar'ın "Boğa Takım Yıldızının Almanları" olduğu anlaşıldı. Bu tezler 1923-1933 yılları arasında ortaya atılmıştı. Çalışmaya katılanlar şu isimlerden oluşuyordu: 1. Dr. Schumann (Aynı zamanda Thule örgütü üyesi uzay uçuş makinası fikir babası). 2. Künkel Koch (Tapmakçıların büyük üstadı. H.Koch'un aynı soyadını taşıyan torunlarından). 3. Rudolf Hess (Hitler'in en yakın silâh arkadaşı. 1941'de İngiltere'ye Chucill ile buluşmaya gitti. Tutuklandı. 1987 yılında hasiphanede öldü). 4 Kiss. 5. V. Schauberger (Avusturyalı mucit-mühendis). 6. H. Himmler (Hitler'in en yalan çalışma arkadaşı). Adolf Hitler'in konuyla ilgili bu toplantılarda olmamasına rağmen konuşulanlardan haberi olduğu anlaşılıyor. Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: Vril, Aldeba-ranlı ışıklı insanların dini idi. Alman halkı da Aldebaranlı Sumi-er veya Sümerlilerle doğrudan akraba idi. Gerçekten Sümerliler Ortaasya'dan Mezopotamya'ya göç eden bir millet idi. M.Ö. 13 binden gelenler büyük bir uygarlık kurdular. Kral yazıtında daha önce de belirttiğimiz gibi "Kraliyet gücü bize göklerden geldi," demeleri bu bağlantıyı açıklamaktadır. Yalnız burada bir mesele var: Almanlar kendilerinin kökenlerini Sümerlilere oradan da Aldebaranhlar'a dayanırken, Türkleri akraba olarak kabul etmiyorlardı. Ortaasya ırklarını en alt sınıf olarak kabul eden Nazilerin Türk olan Sümerlilerle kendilerini bir tutmamaları ilginçtir. 2'nci Dünya Savaşı sırasında Edirne sınırına kadar Alman Birlikleri Türkiye'ye saldırmamıştır. O tarihlerde Hitler için — 99 — ALI BEKTAN tn acil olan şey Boğazların kontrolü idi. Çanakkale ve istanbul Boğazlarını kontrol ederek askerlerini Rusya'ya daha çabuk göndermek istiyordu ama bu kadar şiddetli ihtiyaca rağmen saldırmaması, belki de Hitler'in Aldebaranlılardan izin almamasından mı
kaynaklanıyordu?.. Mustafa Kemal daha 2'nci Dünya Savaşı çıkmadan önce birgün Sovyet Elçiliğinde verilen davette "Dost ülkeye saldırmak isteyenlere boğazlardan geçiş izni vermeyeceğiz," demesi savaş sırasında ortaya çıktı. Boğazlar Alman Orduları için çok önemli idi. Tnule Örgütün'den biraz bahsedelim: Baron Rudolf Von Sebottendorf "Germanen Orden" üyelerinden bir gurup oluşturdu. Bu guruptan da 1918 yılında Bad Aibling de "T uie Örgütü ortaya çıktı. Gurup, Golden Dawn (Altın Şafak) pratiklerinin yanısıra Tantra, Yoğa Doğu meditasyonlan, bilimsel büyü, astroloji, okültizm ve tapınakçılar bilgisi ile siyaseti birleştirmeyi plânlamıştı. Üyeler İIu İştar kutsal metinlerine inanıyor ve geleceğin meşininin Almanya'da ortaya çıkarak, bir Alman kültürünün gelişmesine yardımcı olacağına inanıyorlardı. Daha sonra örgüt ikiye ayrıldı. Ezoterik (Batıni) bölümünün önderliğini Rudolf Steiner, Exoterik (Dış) bölümünün önderliğini ise Adolf Hitler üstlenmişti. Hitler daha sonra Steiner taraftarlarını yakalattı, bazılarını öldürttü. En önemli öğretileri şunlardı: 1. Aria-cermen dinsel yapı VVihinei. 2. Guido Von List'in felsefesi. 3. Hans Horbiger'in (Buzul Dünya Öğretisi) 4. Eski Ahid'in (Tevrat) karşıtı olan ilk Hıristiyanlık (marcionculuk). Bu örgüte daha sonra Hitler'in tüm silâh arkadaşları, bakanları, Nazi Partisi'nin üst düzey yöneticileri, Almanya'nın önde gelen bilim adamları üye olmuşlardı. — 100 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ALDEBARAN "7 SÜREYYAYI TAKİP EDEN" Aldebaran Arapça karşılığı "7 Süreyyayı takip eden" anlamındadır. Bu Alfa Boğa Yıldızına verilen addır. Aralık 1919'da Thule mensupları Berchtesgaden yakınlarındaki Ramsau'da bir orman evinde toplandılar. Aralarında meşhur medyum Maria Orsitsch ve Sigrun adlı başka bir bayan medyumla birlikte deney yaptılar. Maria hiç bilmediği bir tarzda ve lisanda mesajlar almaya başladı. Bu mesajlarda uçan bir makinanm yapımı ile ilgili teknik bilgiler vardı. Maria ve Sig-run'un aldığı telepatik mesajlar Vril örgütünün dogmaları halinde getirildi. Bu mesajlar dünyadan 68 ışık yılı uzakta olan Aldebaran Güneş sisteminden geliyordu. Aldebaran güneşinin çevresinde iki gezegen bulunuyordu. Bu iki gezegen "Sümer İmparatorluğunu meydana getiriyordu. Bu güneş sisteminde efendiler ışıklı Tanrısal insanlar (Aryanlar) ve diğer muhtelif insan ırkları bulunuyordu diğer ırklar mutasyona uğramışlardı ve zihinsel olarak biraz daha geri bulunuyorlardı. Sonuçta Aldebaran güneşi büyümeye başladığında mutasyona uğrayanlar atalarının sahip olduğu uzay yolculuğu teknolojisi kendilerinde olmadığından dolayı gezegeni terk edememişlerdi. Aşağı ırklar, efendilerle birlikte gezegeni terk etmişler ve diğer yaşanabilir gezegenlere gitmişlerdi. Bu ırk farklılığına rağmen ırklar arasında karşılıklı bir saygı ve hürmet vardı. Hiç biri diğerinin yaşam alanına tecavüz etmezdi. Dünyadakinin aksine olarak Tanrısal insanlarla, diğer ırklar birbirlerinin haklarına saygı gösterirlerdi. Işık Saçan insanlar güneşin ısısının artması üzerine gezegenlerini terk etmek zorunda kalmışlar, güneş sistemimize gelmişlerdi. Önce Mars'ı kolonize ettiler, ve Mars'taki piramitler, kanallar ve yüz bu uygarlığın izleriydi. Dünyaya geldikleri zaman "Sümerliler" olarak biliniyorlardı. — 101 — ALI BEKTAN Vril örgütü mensuplan bu mesajları incelerken, eski sü-mer dilinin Aldebaran Lisanına ve Almancaya çok benzediğini keşfettiler. Ve böylece örgütün gündemine acilen "Uçan Disk" UFO yapımı meselesi girmişti. Tibetli Rahiplerle temasa geçen örgütün bildiğirdiğine göre rahipler bu ırk ile teması sağlıyorlardı. Aldebaran'lı Aryan ırk
kısmen dünyanın içinde (Buzul çağında yerleşmişlerdi) yaşıyordu. Bu yeraltı imparatorluğu Agarthi (Cermenler Asgard olarak biliyor) adıyla tanınıyordu, mensuplarına da Arianniler deniliyordu. Aldebaranlılar'dan elde edilen bilgilerle yeni denizaltı tipleri geliştirildi. Mükemmel silâh sistemlerine sahip bu denizaltılar 2'nci Dünya Savaşı'na damgalarını vurdu. V. Hel-sing 1995 yılında eski bir Reich donanması subayı, Aldeba-ranlılarm kendilerine bizzat yardım ettiklerini açıkladı. Bunlar; Subaym tarifine göre onlar 2.10 metre uzunluğunda, badem gözlü, açık beyaz tenli, uzun sarı saçlı insanlardı. Bu insanlar bütün vücutlarını kaplayan tek parça düğmesiz ve fer-muarsız giysiler giyiyorlardı. Alman süper denizaltıları Schauberger teknolojisi ile donatılmıştı ve denizaltılara yüksek sürat temin eden bu üstün sürücü güç Aldebaran'dan gelmişti. 2/5/1945'de yani Almanya kayıtsız şartsız teslim olmadan altı gün önce Norveç Kristiansund'dan 120 adet yeni tip Elektro-U Boote denizaltısı ve muhtelif denizaltılar yola çıkmışlardı. Bunlardaki mürettebat genç kızlar ve genç erkeklerden oluşuyordu. Ayrıca Alman Reichl'nın yönetiminde yeralmış önemli şahsiyetler bulunuyordu. Bunların arasında üç bin tonluk yeni denizaltı tipleri vardı. Bu denizaltılar denizin altında 75 deniz mili sürat yaparken, yeniden kazanılan oksijen sayesinde yıllarca su altında kalabilme imkânları bulunuyordu. Kuzey Deniz'ne yönelen denizaltı filosu müttefiklerin dikkatini çekmemişti. U-234 nolu denizaltıda görev yapmış bir Alman Subayı Tümgeneral Remer, Hitler'e Komplo ve ihanet adlı kitabında bizlere şunları açıklıyor: Tokyo'ya doğru yola çıkan denizal— 102 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI h Almanya'dan 23.03.1945 tarihinde ayrıldı. Denizaltının yükleri arasında: 12 adet mayınlarda kullanılan çelik silindir, Almanlar'm saldın ve savunma amacıyla geliştirdikleri en son buluşları, yüksek ve düşük frekans tekniği ile ilgili araştırmalar, roketler ve roket savunma teknikleri ile ilgili, Nükleer enerji ve atom tekniği ile ilgili en son buluşların mikro filmleri vardı. Gemi Amiral Döntz'in 13 Mayıs'taki emri gereği Amerikalılara teslim olduğu zaman, Amerikalı tim başkanı U-234'ün komutanına şöyle demişti: "İncelediğimiz mikrofilm malzemelerinden şu sonucu çıkardık. Almanya teknik yönden, biz batılı müttefiklerden en az 100 yıl ilerde." Irak Savaşı'nı gazetelerden okuduk ve televizyonlardan seyrettik. Amerikanların füze teknolojisinin ne kadar gelişmiş olduğunu fark ettik. Acaba Amerikan Füze teknolojisinin temel bilgileri bu denizaltıda ele geçirilen teknolojik bilgiler olabilir mi? O zaman kitapta ileri sürdüğümüz teori anlam kazanır. Sonuçta Almanların elde ettikleri teknoloji de Uzaylı bir ırktan alınmış olmuyor mu? Aslında UFO yapımı ile ilgili bilgilerde olabilir. 1946/1947 KIŞINDA AMİRAL BYREKUN GÜNEY KUTBU OPERASYONU Almanlar 1938 yılında Güney ve Kuzey Kutbuna Kaptan Alfred Ritter yöretiminde keşif gezileri düzenlenmişti. 1946/1947 kışında Amerikalı Amiral Byrd Güney Kutbuna sözde büimsel bir operasyon düzenledi. Bu hareketa 4 bin asker, 6 helikopter 6 Martin PBM uçağı, 2 Deniz uçağı 13 Amerikan lojistik destek gemisi ve bir uçak gemisi ve çok sayıda paletli ve tırtıllı makina teçhizatı katılmıştı. Misyon ABD Deniz Kuvvetleri tarafından yürütülüyordu. Medyaya hiçbir bilgi verilmemişti. Araştırmalar sürerken meydana gelen kazalar sonucu uçaklar, helikopterler düştü. Askerler kazalarda öldü. Aranan neydi. Aranan gizli bir Alman üssü ve yeraltı şehri idi. Yeraltında büyük bir şehir olarak plânlanan bu — 103 — ALI BEKTAN şehirde Aldebaranlılar ile birlikte Almanlar da bulunuyor olabilirdi. Bu yeraltı şehriyle birlikte uçan gemileri de ele geçirmek isteyen Amerikalılar perişan olarak operasyondan döndüler. ABD Donanması pilotlarından David Bunger'in tuttuğu notlara göre şubat 1947'de VVilkesland'ın Quenn Mary sahilleri üzerinde uçarken,
300 mil karelik bir buzsuz alan keşfetmişlerdi. Bunger'in ifadesine göre bu alandaki göller sıcak su ihtiva ediyordu. 6 Ekim 1977 tarihli Times, Bunger'in raporunu şu sözlerle tastik ediyordu Antartika buzlarının altında 17 göl bulundu. Amerikan bilim adamlarının raporlarmda kutup üzerinde kimliği meçhul cisimler ve ışıklar görüldüğü büdirilmiş-tir. Dr. Wüliam Bernard tarafından yayınlanan Byrd'ün anılarında: Onun uçağının kutuptaki bilinmeyen bir kristal kente uzun boylu sarışın insanlarca uzaktan komuta edilerek indirildiği anlatılır. Bu insanlar ona dünyanın Arianni bölgesinde yaşadıklarını ve Flugelrad (Uçan Disklere) sahip olduklarım göstermişlerdi. İlginçtir ki bu sarışın ve uzun boylu insanlar Almanca konuşuyorlardı ve kültürlerinin binlerce yıllık olduğunu söylüyorlardı. Bu insanlar dış yüzeydeki insanları gözlüyor ve kontrol ediyorlardı. ABD ve Sovyet Hükümetleri 40 seneden süredir belki de daha uzun bir zamandan beri gizli Nazi Üstlerini biliyorlardı ama nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlardı. Bilemedikleri için de ört bas ediyorlardı. Nazilerin Kutuptaki gizli üslerinde dost oldukları bazı dünya dışı varlıkların yardımları sayesinde Nazi uzay araçları çok gelişmişlerdi. Diğer galaksilerden gelen ziyaretçiler AlmanlarTa aynı düi konuşabildikleri için gayet iyi anlaşmışlardı. Amerikan Başkanı Eisenhover ile görüşen Uzaylıları düşündüğümüzde, Almanların da dünya dışı varlıklarla temasa geçip onlardan teknolojik yardım almaları insana mantıklı gelmektedir. Fakat onlar işin içine ırk teorilerini de koyun— 104 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ca olay farklılaştı. Buna bir de Hitler'in l'nci Dünya Sava-şı'nın intikamını almak için başlatmak istediği savaşı da koyunca Reich çöktü. Peki Almanlar savaşı 5 yıl daha geç baş-latsalardı bugün ne olurdu, bugün dünyada bir Alman İmparatorluğu olur, Amerika'nın esamesi bile okunmazdı. Ruslar Berlin'e girdiklerinde burada karşılaştıkları Tibetli Rahiplerin neden orada olduklarını düşünemediler. Bence Nazilerin Uzaylılarla temas etmediğini düşünürsek, ortaya o zaman şu soru çıkar. Bu kadar bilgiyi nasıl ele geçirdiler ve tekniği nasü geliştirdiler. Belki de Tibet'teki yeraltı kentlerinde bulunan kitaplıklardan gelen bilgilerle silâhlar yapıldı. Tibetli Rahipler de bunları getirip Almanlara sundular. Böyle bir şey olamaz mı? O zaman her iki teoride de yüksek bir teknolojiden gelen bilgilerin kaynağının dünya olmadığı ortaya çıkıyor. Aslında Almanlar 1933-1945 yılları arasında dünyanın en ileri teknolojilerine sahiptiler. Savaşın seyrini değiştirecek silâhları zamanında yetiştirmeye vakit bulamadılar. Mesela füzeler, kıtalararası nükleer füze gibi projeler erken yapılamadı. Yalnız ellerinde UFO'lar olduğunu Amerikalılarda kabul ediyorlardı. Ele geçirmek istediler olmadı. Bugün Amerikan Ordusunun Uçak ve Füze sistemlerini neden geliştirmek istediğini uydular aracılığıyla dünyayı kontrol etmek istemeleri nereden kaynaklanıyor. 21'nci yüzyıl insanlıkla birlikte müthiş olaylara ve teknolojik gelişmelere hazırlanıyor. AĞRI DAĞI'NDA ALMANLARIN BULDUĞU UFO 1937 Temmuzunda Hitler ve Göring'in emirleri ile her çeşit doğaüstü, bilimsel, dinsel ve okült objeleri incelenmek üzere dünyanın dört bir tarafına araştırma timleri gönderildi. Araştırılan cisimlerden biri de kutsal kitaplarda adı geçen Hz. Nuh'un gemisi idi. Gemi için Türkiye ve İran arasındaki dağlarda araştırma yapan tim, Dicle Nehri kenarındaki bir köyün yaşlılarından hayli ilginç bir hikâye duydu. Bu hikâyeye göre 200 nesil evvel esrarengiz parlak bir ev gökten çok — 105 — ALI BEKTAN gürültü çıkararak yere düşmüştü. Bir zaman sonra köyden köye yolculuk yapan bir şahıs bu esrarengiz cisimle karşılaşmıştı. Şahsın ifadesine göre, cisim ıslık gibi bir ses çıkarmakta ve dokunulmayacak kadar sıcaktı. Ayrıca pis bir koku da yaymaktaydı. Bu hikâye araştırmayı yürüten tim tarafından derhal Almanya'ya bildirildi. Bir ay sonra
bölgeye iki araşür-ma timi daha gönderildi. Bölgeye gelen bir gurup bilim adamı, Hitler'in savaş makinasının "Özel Silâhlar" bölümünün öncüleri idiler. Bu gurup evi aramaya koyuldu ve aradıkları ile karşılaştılar. Onu sağlam bir vaziyette buldular. Bu "dünya dışı" bir geminin ilk ele geçirilişi oldu. Disk 25 metre çapında ve 8 metre yüksekliğinde idi. Gemi girişi olmayan metalik bir görünümde idi. Gemi dış güçlere karşı da oldukça duyarlı idi ve toprağın bir kaç metre üstünde havada yüzer gibi duruyordu. Ayrıca en ufak bir dokunuşla hareket edebi-li yordu. 1938 aralık ayında disk Almanya'nın en önde gelen bilim adamlarının toplandığı Münih'in kuzeyinde bir yere getirildi. Etraftaki dağlann çevrelediği bir tuz madeni, diski araştırma ve gerekirse üretmek için gerekli tesisler haline dönüştürüldü. Yapılan tetkikler neticesinde geminin, dünyadaki herhangi bir devletin çok gizli silâhı olamayacağı anlaşıldı. Nazi bilim adamları kısa zamanda gemi ve işleme sistemlerini anlamakta başarılı oldular. 1941 Temmuzun da Almanya Bilim Adamlarından biri ABD'ye kaçıp, bildiklerini anlatmasaydı, kimse Hitler'in neye sahip olduğunu ve onunla ne yapmak istediğini bilemeyecekti. 2'nci Dünya Savaşı sonunda Ruslar'dan hızlı davranan ABD askeri istihbaratı "Oz" kod adı altında Nazi tesislerini ve yukarıda adı geçin diski ele geçirdi. Disk derhal ABD'ye yollandı. Fakat diğer yandan Sovyetler de altı ay sonra esir aldıkları Alman büim adamlan vasıtasıyla, Almanların ele geçirdiği dünya dışı diskten haberdar oldular. — 106 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ALMANLARIN UFO ÇALIŞMALARI VE UZAYA GÖNDERİLEN GEMİ Almanlar UFO şeklindeki yani disk biçiminde uçaklar yapmaya çalıştılar. Ortaya RFZ-1 ve RFZ-2 adlı uçaklar çıktı. 1934 yılı Haziran ayında uçmaya başlayan bu uçakların hızları o dönemlere göre çok fazlaydı. Mesela Almanyadan kalkan bir RFZ- Amerika'ya dört saatte ulaşibiliyordu. Hitler savaşın sonlarına doğru bu uçaklarm varlığını öğrenince kendisine daha önce bildirilmemesine çok öfkelenmiş ve 1942 yılında bu teknik ile Amerika'yı bombalardık demiştir. 1930'lu yılların ortalarında Almanya teknoloji alanında çok ileride idi. En süratli otomobillere, uçaklara ve ilk televizyona sahipti. (1936 Olimpiyatları esnasında) ilk sesli film yapılıyor ve ilk jet uçağı deneme uçuşunu yapıyordu. Uzun menzilli roketler geliştiriliyordu. Bilinmeyen bir şey vardı o da konvansiyonel teknikle işleyen bir "Uçan Daire" ilk deneme uçuşunu başarıyla gerçekleştirmişti. V-7 şifresi altında gerçekleşen UFO 24 bin metre yüksekliğe kadar çıkıyordu. Sesten hızlı uçabiliyordu. Eski bir KGB ajanı olan Rus yazar Vladimir Terziski'nin "Close Encounters of the Foo Fighter Kind" adlı kitabındaki iddialara göre Naziler bu yüksek teknolojiyi Peenemünde ve Bavyera Alplerine düşen dünya dışı varlıklara ait araçları geliştirerek elde etmişlerdi. Aynı yazara göre Almanlar daha o zamanlarda yeraltında üstler kurarak, dünya dışı varlıklarla beraber araştırmalar yapmışlardı. Avusturyalı bilim adamı Viktor Schauberger (1885-1958) Naziler için 1938-1945 yıllan arasında bir seri uçan diskler icad etti. Bir çok uçan daire kayıtlara göre uçmuştu. — 107 — ALI BEKTAN HAUNEBU TİPİ UÇAN DAİRELER Nazi Almanyası iddialara göre elektromanyetik özel cihazların ürettiği, antigravitasyonun etkisi ile işleyen uzay gemileri projelerini gerçekleştirmişti. Dr. Schuman başkanlığında gurup 1945 başına kadar 17 adet disk şeklinde 11,5 metre çapında uçan daireler yapmıştı. Bu uçan daireler 84 test uçuşundan sonra Vril-1 adıyla uçmaya başlamıştı. Ha-unebu adı verilen modeller ise üç tipte üretildi. 25 metre çapında olan Haunebu saatte 4800 km sürat yapıyordu. 2'nci tipi 26 metre çapında idi ve saatte 6000 km sürat yapıyordu, üçüncüsü ise 71 metre çapında idi ve saatte 7000 km sürat
yapıyordu. O yılların en süratli uçan gemileri idiler. UZAYA GEMİ GÖNDERİLDİ Mİ? Almanlar 68 ışık yılı uzaklıktaki Aldebaran Gezegenine uzay gemisi yollamak üzere tüm imkânlarını seferber ettiler. Ortaya çapı 45 metre, yüksekliği 22,5 metre olan ışık hızına sahip Vril-7 adlı uzay gemisini yaptılar. 14 erkek 14 kadından oluşan bir mürettebat ile Nisan 1945'te yola çıktılar. Amaç Al-debaranlüardan askeri yardım alarak geri dönmekti. Uçuş Un-tersberg-Berchtesgaden'den başlamıştı. Gemi Uzayda boyut değiştirdiğinde sürati saniyede üç ışık hızına yani 900 bin km'ye çıkabiliyordu. Bu uzay gemisinden haber alınamadı ama bir Amerikan gazetesinin iddiası ise dikkat çekiciydi: 10 Nisan 1990 tarihli bir Amerikan gazetesi: Hitler tarafından 1943 yılında bir intihar misyonu ile uzaya gönderilen Alman Astronotlar, 47 yıl sonra yani 1990'da dünyaya dönmüşlerdi. Bu sözler bir Nasa yetkilisinin ağzından çıkıyordu ve yetkilinin anlattıklarına göre üç uzay öncüsü Recih-Almanı 2 Nisan 1990'da bir uzay kapsülü ile Kuzey Atlantik denizine inmiş ve bir Amerikan savaş gemisine alınmışlardı. Bu üç astronot 1943'de geliştirilen bir V-2 Roketi ile uzaya fırlatılmışlar ve açıklanamayan sebeplerden dolayı, kendileri için fazla bir zaman geçmeden dünyaya inmişlerdi. Astorontlan gören Amerikalılar hayretler içerisinde kaldılar. Çünkü kar— 108 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI şılanndaki insanlar aradan geçen 47 seneye rağmen hiç yaşlanmamış hâlâ genç olarak duruyorlardı. Bu astronotlar bugün ABD'li bilim adamlarının kontrolünde hayatlarını herhalde sürdürüyorlardır. O zaman uzaya ilk çıkan millet Amerikalılar değil, Almanlar olmuş diyebiliriz. Peki Almanlar neden ellerinde böyle bir teknoloji bulunmasına rağmen ve bu sayede savaşı kazanamadılar. Bunun açıklaması bana göre: Evrendeki varlıklar Allah'ın koyduğu yasalara sıkı sıkıya uymaktadırlar. Haksız yere bir insanın ölmesinin cezasının çok şiddetli olacağını bildiren yaradan, aynı kuralı İslâm dininde de bildirmiştir. Haksız yere bir insan öldüren, tüm insanlığı öldürmüş sayılır, bir insanın hayatını kurtaran ise insanlığın hayaünı kurtarmış sayılır. Dünyada üsleri bulunan Aldebaranlılar da bu kurala uymuş olabilirler. Yardım etmiş olabilirler, ama bir savaşta taraf olduklarını zannetmiyorum. Bu arada kendi gezegenlerinden bir uzay filosu gelip de Almanlara yardımcı olmuş olsalardı, herhalde Alman İmparatorluğu'nu konuşurduk bugün. Aslında ortaya çıkan soru şu: Sümer Dili ile Almanca arasındaki benzerlikleri bulmak. Bence ilginç bir araştırma olabilir. Fakat şurası bir gerçek ki SÜMERLİLER KÖKEN OLARAK ÖZ BE ÖZ TÜRKTÜR. O zaman Almanlarla aramızda bir akrabalık bağı olmuyor mu? oluyor, bu da ayrı bir soru işareti olarak duruyor. Şurası da bir gerçek ki Almanlara sempati duyuyoruz, ne de olsa kan çekiyor diyebilirim. Bu da işin şakası tabii. Sümerliler, Türkler, Aldebaranlılar (uzaylı ırk) ve Almanlar aynı soydan gelmiş oluyoruz. Boğa Takımyıldızı'nda bulunan Sumi-er ve Sumi-an gezegenlerinde Türklerin ataları bulunuyor diyebiliriz, İşte kitabımızın teorisini destekleyen bir bölüm daha yorumu sevgili okuyucularıma bırakıyorum. İnanıp inanmamakta serbestler..." (*) Sümer-Aldebaran ve Almanlar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler "Hitler Almanyası'nın Gizli Tarihi" adlı kitaba bakabilirler. Yazar Turgut Günsan konuyu Alman belgelerine dayanarak geniş bir şekilde işliyor. — 109 — ALI BEK T AN BİNLERCE YIL ÖNCESİNİN TEK TANRia DİNİ MISIR'DA Mısır Uygarlığının kökenlerinin Atlantis ve Mu Kıtalarından gelenlere bağlı olduğu bilim dünyasında bugün konuşulmaktadır. Piramitler M.O den on bin yıl kadar önce yapıldığında çevreleri bereketli topraklarla çevrilmişti. Buralarda elde edilen mahsul, dünyamn her tarafına oranla daha bol, daha üstün vasıflıydı. Memfis Şehri dünyamn en kalabalık kentiydi. Şehir cennet gibiydi.
Dört bir tarafı bağlık ve bahçelikti. Üzerinde yeşillik bulunmayan bir tek avuç toprak mevcut değildi. Bugünün çölü o çağlann zümrüt renkli bağlarıydı. Çünkü o zamanlar ülkeye istenildiği kadar yağmur yağdırılıyordu. Mısırlılar hayat kaynağı olan su'ya yeteri kadar önem veriyorlardı. Uzun çalışmalardan sonra istedikleri zaman istedikleri yere yağmur yağdırmanın yolunu bulmuşlardı.Pira-mitlerin üzerlerindeki ince, parlak levhalar güneşten veya ay dan gelen ışınların yansıtılmasına yarıyordu. Yansıyan ışınlar bulutlar üzerine gönderiliyor ve böylece suni yağmurlama sağlanıyordu. Şüphesiz bu kadar açıklama, bu suni yağmur tekniğini tam olarak açıklayamaz. Bulutlara ışık göndermek sonucunda nasıl yağmura sebep oluyordu. Bir çok başka sırlar gibi bu sır da ortadan kayboldu. Ancak Ortaasya Türkleri'nin sahip olduğu Yada Taşı ile bir ilgisi olduğu da kesindir. Çünkü Türkler'de istedikleri zaman yağmur yağdı-rabilirken, aynı olayı Mısırlılar'in yapması da ilginçtir. Böylece Araştırmacı Yazar Kâzım Mirşan' m ileri sürdüğü gibi Ortaasya'dan giden atalarımızın Mısırda da yağmur yağdırması mümkün olmuştur. Kâzım Mirşan'a göre Türkler'in Asya da kullandığı harflerin 28 tanesi Mısır Hiyerogliflerinde de bulunduğuna göre Mısırlıların da Asya dan gitmiş olmaları muhtemeldir. — 110 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Eski Güney Amerika ve Orta Amerika uygarlıklarında da beyaz parlak maden levhalarla kaplıydı. Onlar da aynı amaçla kullanılıyordu. Mayalar hakkında kitap yazan Garcülaso de Vega "Maya Rahiplerinin önderliği altında bazı belirli günlerde yağmur ayinleri düzenleniyordu. Bu ayinlerde güneş piramit üzerinde parlayanca yağmur yağmaya başlardı. Düşen yağmur miktarı toprağı bol bol besleyecek yeterlikte olurdu," diye bildiriyor. Bu örnekler Pasifik Okyanusuna gömülen Mu Kıtası'nın dünyayı etküediğini göstermesi açısından önemlidir. Kendilerinden çok üstün güçlerle çevrili olduklarını gören ve güçlü bir varlık tarafından kaderlerinin yöneltildiğini hisseden eski insanlar, zaman zaman değişik yanlış inanışlara kapılmışlardır. Sonunda tek Tanrı anlayışına dönmüşlerdir. Eski Mısırlılar bir çok hatalı inanışlardan ve yüzyıllar süren ilkel 'Taunlar" sisteminden sonra nihayet Milattan önce 1400 lerde Firavun Amenotep zamanında yeniden "Tek Tazın" inanışına döndü. Amenotep TEB şehri rahiplerinin nüfuzunu kırıp gerçek Mısır Din inanışını yeniden yaşattı. Fakat Mısırlılar bu Firavunun ölümünden sonra tekrar çok tanrılı inanışa geri döndüler. Amenoteb'den iki yüzyıl sonra yani milattan Önce 1200'ler de dünyaya gelen Hazreti Musa, Tanrı tarafından Tek Tanrı din inanışını yeniden yaşatmak üzere gönderildi. Yalnız Amenotep'in bütün insanlık inancı için istediği inana Hazreti Musa, kendi kavmine yani Israiloğullan'na istiyordu. Kur'an-ı Kerîm'de ise Hazreti Musa'nın Mısırlılan'da hak dinine davet ettiğini açıklar. Bu bakımdan o insancıl bir peygamberdir. Şüphesiz dünyamızın başka dünyalarla olan teması konusunda daha pek çok deliller vardır. Kitap boyunca bu bağlantıları ortaya koymaya çalıştık. — 111 — ALI BEKTAN 11 Haziran 1958 tarihinde Amerikan, Rusjngiliz, Fransız, Alman ve İsveçli bilim adamlarının ortak çalışmaları sonucunda New York Herald Tribüne Gazetesi'nde yayınlanan yazı dünyadaki bir çok millet arasındaki bağlantıyı gözler önüne sermiştir. "Moğolistan'da İskandinavya'da Seylan'da Baykal Gölü yakınlarında Lena nehri kuzeyinde ve Sibirya'da yapılan kazılar sonunda bir çok tarihi eserler ele geçti. Bu eşyalar arasında toprak kaplar, kemikten yapılmış süs eşyaları, bakır ve bronzdan demirden mamul silâhlar vardı. Bütün bu tarih eserleri arasında büyük bir benzerlik dikkati çekiyordu. Smithson Enstitüsü bu konuda görüşünü şöyle açıklıyor:
"Aynı sanat karakterlerini taşıyan eserler, binlerce kilometre uzaklıktaki bölgelerde dağınık halde bulunmuştur. Hindistan ve Seylan'da kemikten mamul bir süs eşyasının aynı, Sibirya'da ele geçmiştir. Mesafenin büyüklüğüne rağmen eserlerin eş yapıda olması çok ilginçtir." Bu örnekte olduğu gibi dünyayı etkileyen tek bir medeniyetin varlığı önümüze çıkmaktadır. Bu çok üstün bir uygarlıktır ve Milattan Önce 10-15 bin li yıllarda doruğunun tepesine çıkmıştır. O zaman bizim beş bin yıllık kabile hayatından gelme düşüncesi de geçersiz olmaktadır. Mesela Eskimoların durumu da Tarih öncesine dayanırken, bugün buzlar diyarında yaşamadan önce cennet gibi yemyeşil topraklarda yaşadıkları efsanelerinde hâlâ anlatılmaktadır. Bu efsaneler incelendiğinde Eskimoların buralara gelmeden önce Ortaasya'da yaşadıkları kolayca anlaşılıyor. Zaten Etnolojik incelemelerde de Eskimolar Mongoloit ırklar arasında kabul edilmektedir. Başka bir görüşe göre de Doğu Kafkas ırkı kollarından arkaik bir soydan gelmektedirler. Et-noloji'de bu ırka Amurien tipi denir. Eskimolar kendilerine İnnui adını verirler ki "İnsan" anlamına gelir. Ataları muhtemelen Pleistosen çağda Avrupa'dan Asya'ya göç etmişlerdir. Bu bakımdan etnologlar eskimoları Paleo-Aslan diye sınıflandırırlar. — 112 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Tarih öncesi çağlarda Ortaasya'da yaşarken Eskimolar neden yurtlarını terk ederek daha soğuk bir iklime taşındılar. Onların ulu atalarını AHA adındaki büyük bir metal kuş "Güneşin kızgın olduğu ülkelerden alıp kuzeye getirmişti. AHA denen büyük kuş, yüce bir kudrete sahipti ve yapamayacağı şey yoktu." Aslında AHA gerçeğin yani büyük bir uçan geminin aradan geçen yüzyıllar sonunda efsane kuşu haline sokulmasıdır. Ilıman iklime alışkın olan bu ırk neden kuzeye soğuk dünyaya götürüldü? Sonuçta soğuk iklim şartlarında yaşayan bir ırk yaratılmış oldu. Dünyayı etkisi altına alan Mu Kıtası Uygarlığı'nın yöneticileri onları bir nedenden dolayı Ortaasya'dan kuzeye nakil ederek yeni bir yerleşme alanı ortaya çıkartmış olabilir. Belki de Tufan öncesi, onların etkilenmemesi için taşınmış olabilirler. Tufan geçtikten sonra yeniden geri getirmek istediler ama böyle bir imkânı yeniden bulamadılar. Bu tür taşınma işlemine 20'nci yüzyılda da rastlamaktayız. 2'nci Dünya Savaşı sonrasında Berlin'in Batı'da kalan kısmına Hava Köprüsü kurularak şehirde yaşayanların her türlü ihtiyaçları karşılanmıştır. Bugünkü dev nakliye uçakları efsanedeki AHA Kuşunu aratmamaktadır. Dünya'nın ilk oluşumundan sonra hayat şartlarının düzelmesine kadar olan süre belki de milyonlarca yıl olmuştur. Gezegendeki şartlar insanların hayatına uyumlu hale geldiğinde başka yıldız sistemlerinden gelen örneğin Sirius, Ülker gibi yıldızlarda bulunan gezegenlerden gelenlerin yanısıra güneş sistemimizdeki gezegenlerden gelen insanlar dünyada ilk uygarlıkları kurmaya başladılar. İnsanları bereketli topraklara yerleştirerek dünyadaki yaşamı başlattılar. Mu Uygarlığı'nın keşfini gerçekleştiren Albay Churcward tarih olarak M.Ö 70 bin ile 200 bin yıllarını verirken insanoğlu'nun modern bir şekilde dünyada var olduğunu da ileri sürmüştür. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Ata— 113 — ALI BEKTAN türk'te bu tarihleri kabul etmiş bir kişiydi. O Türkler'in büyük bir medeniyetten geldiğini kabul etmiştir. Onun meşhur bir sözü vardır "Ne Mutlu Türküm Diyene," sonraki yıllarda bir çok kişi bu sözü milliyetçilik anlamında yorumlamışlardı. Bana göre o kökleri yüksek bir medeniyetten gelen Türkler'i anlatmak istemiştir. Avrupa ve Amerika da bulunan bazı tarikatların ileri sürdükleri şu fikri kabul etmiyorum. Hayat ve ilk insan uzaydan geldi. İnsanı laboratuarlarda hazırlayan Uzaylılar onları Dünyaya indirerek hayat sürmelerine imkân tamdı. Sonra bunları eğittiler, evrim geçirmesini
sağladılar. Bence bu teori çok saçma bir şeydir. Üstün bir uygarlığa sahip olduğuna inandığımız Uzaylılar böyle işlerle vakit kaybedeceklerine kendileri gezegene gelip yerleşirlerdi. Hatta ihtiyaçları olan madenler varsa onları çıkartır, dünyalarma götürürlerdi. Tarım yapmak istiyorlarsa ileri teknoloji ile tarım da yapabilirlerdi. Böyle davranmak yerine ilkel insan yaratıp onu Dünya'ya indirmeye gerek yoktur ki. Bence buraya gelip yerleşenler dünyayı etkileyecek Mu Uygarlığını oluşturdular, çünkü her yerde onların izlerine rastlıyoruz. Başka dünyalardan göçler yapıldıktan bir süre sonra dünyamızın yüzeyinde hayat şartlan olumsuz yönde değişiklikler göstermeye başladı. Bu göçmenler yer yüzünde doğal afetler olacağını anladılar. Bunlann büyük kısmı ya geldikleri dünya'ya ya da başka gezegenlere gitmek üzere uzay gemilerine binip gittiler Bunlardan bir kısmı ise dünyamızda kalmayı tercih ettiler. Tufan olayı gerçekleştiğinde Mu kıtası 64 milyon insan neredeyse bugünkü Türkiye nüfusu kadar bir kitle Pasifik Okyanusu'nun derinliklerine gitti. Kurtulan Bilginlerin bir bölümü ise Asya'ya geçerek Atalarımızla karşılaştılar. Onları eğittiler ve sonuçta medeni şehirler kurdular. Zamanla As-ya'daki iklim değişikliklerini kendini gösterince de Kavimler Göçü adı verilen göçlerle Kafkasya, Rusya, Anadolu, Ortadoğu, Mezopotamya ve Mısır'a gittiler. Bilgileriyle yeni yeni — 114 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI uygarlıklar oluşturdular. Böylece Atalarımız dünyaya medeniyeti taşımış oldular. — 115 — ALI BEKTAN GEÇMİŞ UYGARLIKLARDA KALP NAKLİ AMELİYATLARI Dünya'da ilk defa kalp nakli ameliyatını Güney Afrikalı Doktor Cristian Barnard'ın yaptığı biliniyor. Oysa gerçek böyle değildir. Atalarımızın binlerce yıl önce kalp nakli ameliyatları yapmışlardır. Pithecanthropus ya da Neanderthal adamı çağlarında insanlar kalp operasyonları yapmaktaydılar. Bugün Modern Tarihin yarı maymun yaratıklar olarak kabul ettikleri o eski zaman insanları insan vücudunun bir çok sırlarını bilen kişilerdi. 1969 yılında Rus bilginlerinden Profesör Leonidof Mar-macacan, Ortaasya'da yaptığı araştırmalarda eski bir mezar buldu. Mezar oldukça genişti ve içinde otuz kadar iskelet vardı. Sonradan yapılan Radyo-Karbon testi 60 bin yıllık bir tarih tesbit etmişti. Profesör Marmacacan bulduğu iskeletlerden bazılarının göğüs kemiklerinde acayip izler gördü. 60.000 yıllık atalarımızın kemikleri, incelenmek üzere Türkmenistan Antroloji Enstitüsü'ne gönderildi. Enstitü'nün Kasım 1969 tarihli raporunda şunlar vardı: "İskeletlerden sekiz tanesinin göğüsleri sağlıklarında açılmıştır. Sol taraftaki kaburga kemiklerin de iyileşmiş yara izlerine rastlanmıştır. Kesilen kemiğin yakınındaki bölgelerde kemik dokusu porozitesinin (mesamatının) fazla oluşundan, operasyonun hastalar canlı iken yapılmış olduğu belli olmaktadır." Mustafa Kemal'in dediği gibi Ortaasya'mn altı gerçekten de doludur. Bunun anlamı da Asya dan büyük uygarlıklar gelip geçmiştir. Buna benzer başka iskeletler Avrupa Kıta-sı'nda da bulunmuştur. Fransa'da Eyzies'te bulunan Paleoli— 116 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI tik devirden kalma bir kadın iskeletinde kaburgalar kalp hizasından kesilmiş, sonradan tekrar yerine konmuştur. Kesilmiş olan yerler açıkça bellidir. Mısırlılar7da Kalp ameliyatlarını bilen insanlardı. İskenderiye Kütüphanesi'nde bulunan eski bir Mısır Papirüsü, bir Mısırlı komutanın geçirdiği kalp nakli hikâyesini anlatır. Saray Muhafız Kumandam kalbine yediği bir mızrakla ağır yaralanmıştır. Firavun tarafından himaye edilmekte olan bu komutanın
kurtarılması için saray hekimi yaralıya müdahale etmiştir. Durumu ümitsiz gören hekim kumandanın kalbini bir Apis Öküzünün kalbiyle değiştirmiştir. Papirüsler yapılan operasyonu detaylı olarak anlatmaktadır. Firavun'un Ceser olduğu anlaşılmaktadır ki, Üçüncü Mısır Firavun Sülalesine mensuptur. Bu'da 5000 yıllık bir geçmişi işaret etmektedir. AZTEKLER MU KITASINDAN MI GELDİLER Orta ve Güney Amerika Medeniyetleri ile 16'ncı yüzyılda karşılaşan Avrupalılar gördükleri şehirler ve piramitler karşısında şaşırıp kalmışlardı. Kendi ülkelerinde bile o devirlerde böyle eserler yoktu. Bunların nasıl yapıldıklarım araştırmaktan çok istedikleri tek şey alündı, onun için de büyük katliamlar yaptılar. Aztek, Toltek, Zapotek, Ölmek, Inka ve Maya Uygarlıklarını ortadan kaldırdılar. Ele geçirdikleri bilgileri, tabletleri, heykelleri ve önemli olan bir çok şeyi tahrip ettiler. Günümüze çok az şey gelebildi. Bunların başında büyük şehirler ve piramitler gelmektedir. Meksika'da eskiler inamlmayacak derecede ileri uygarlık seviyelerine ulaşmış zamanımıza kadar kalan eserler bıraktılar. Toltekler Amerika kıtasının en muazzam eserlerini inşa etmişlerdir. Mesela Teotihuakan ve Şolula Şehri piramitleri Mısır'daki Keops Piramidi'nin iki misli büyüklüğünde idiler. — 117 — ALI BEKTAN Güneş Piramidi bir milyon ton ağırlığındadır. Birbiri üzerine beş taraça halinde yapılmıştır. En üstte bir zamanlar Güneş Tapınağı bulunuyordu. Bugün tapmaktan eser yoktur. Şimdiki hah' ile bile yükseldiği 63 metredir. Bu dev pira rutin bulunduğu şehrin eski adı bilinmemektedir. Aztekçe olan Te-otihuakan "İnsanın Tanrı olacağı yer" anlamına gelmektedir. İspanyolların istilası sırasında fazla direnmeyen Aztekler, o zamanlar dahi işgalcilerin sorularım cevaplandıramamış, bu dev piramitleri kimlerin inşa etmiş olduklarını söyleyememişlerdir. Çevrede bulunan harabelerde Mamutlara benzeyen Fil Resimleri ve yeraltından çıkartılan diluvial (Tufan çağına ait) hayvan iskeletleri, bu piramitleri yapan insanların "Altın Uygarlık" çağlarını tarih öncesi devirlerde yaşadıklarını ispatlar gibidir. MayaTar bu ileri uygarlığın gerçek varisleri olmuşlardır. Maya'lar Astronomi'de matematik biliminin yanısıra tıp, eczacılıkta, fizik ve kimya da hayret verici ilerlemeler kaydetmişlerdir. Kendi çağlarında yapmış oldukları gözlemevleri 18'nci yüzyıldaki Paris gözlemevinden daha mükemmel, beyin ameliyatlarında aldıkları sonuçlara bugünkü tıp ancak erişebilmektedir. Mu Kıtası'ndaki Atalarımızın kontrolü altında tuttuğu Meksika'da ki bu topraklarda büyük şehirler kurarak, uygarlığın sınırlarını geniş tutmuşlardır. Teotibuakan kelimesindeki "Teo" kökü Latince "Deus" ve Yunanca "Teos"a benzemektedir. "Teos" ve "Deus"un ortak anlamı ise Tanrı'dır. Dikkat edilirse HUAKAN sözü de bizim çocuklarımıza isim olarak verdiğimiz HAKAN'a ne kadar benziyor değil mi? Türkler arasında Hakan sözünün anlamı ise bilindiği gibi onları yöneten en büyük kişinin ismine eklenen bir unvandır. O zaman İnka ve Maya Uygarlıklarını esrarengiz üçüncü bir medeniyetten geldikleri teorisi de bilim çevrelerinde kabul edilmektedir. Bu uygarlık da Mu'dur. İnka ve Maya operatörleri, tam anlamıyla bilimsel bir pratiğe sahip bulunuyorlardı. Ustalıkla en zor beyin ameliyatlarını başarabiliyorlardı. — 118 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Trefinasyon adı verilen bu beyin ameliyatı, kafatasında belirli bir yerde dört köşe veya yuvarlak bir kapak açılması, beyin üzerinde gereken operasyonun yapılmasından sonra yeniden kapatılmasından ibarettir.1'' Kafatasının bilhassa tepe kısmında ağrı duymayan bir bölge bulunduğundan birkaç saat kadar süren ameliyat sırasında
hastaya herhangi bir uyuşturucu madde vermeye lüzum yoktur. Peru'da Paleotik devirden kalma bazı insan iskeletlerinin kafataslarında böyle ameliyat izlerine rastlanmıştır. Bu ameliyatların hasta ölmeden yapılmış olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. İskeletlerin incelenmesinden, yara yerinde yeni kemik dokularının oluştuğu ve yara yerinin kaynamış olduğu görülmektedir. Eğer ameliyat ölü bir insanın kafatasına yapılmış olsaydı, şüphesiz ameliyattan sonra yeni kemik dokuları meydana gelmeyecekti. 12.000 yıl kadar önce, tarihçilerimizin çekinmeden Mağara Devri insanı dedikleri insanlar, bu ameliyatlar sırasında çok pratik fakat bilimsel bir ışından da faydalanıyorlardı. Bu ışın Kuyos adındaki bir tür böceğin yaydığı ışınlardı. Tırtıl biçiminde olan bu böcekler bir çeşit "X" ışını yayarlar. Bu yeşil renkli ışınların bünyeye hiç hiçbir zararı yoktur. (Kuyos fosforlu bir tırtıldır. Orman ve bahçe tırtırı halinde iki cinstir. Bahçe Tırtılının yaydığı ışın süreklidir) Böceklerin boyları 4-6 cm kadardır. İnka ve Maya bilginleri elde ettikleri bu ışınlarla insanların iç dokularını görebiliyorlardı. Zira bu ışının şimdi kullandığımız röntgen ışınında hiçbir farkı yoktur. Hatta özel bir cihaz içinde on adet tırtıl muhafaza edilerek, geceleri 60 metre uzaktaki cisimleri aydınlatmak mümkün oluyordu- Bu, ufak hazneli uzun boyunlu, ibriğe benzer bir alettir. Boyun kısmı içinde iki elmas taş vardır. Taşlar ışını iletmeye yarar. Som altından yapılmış böyle aletler bulunmuştur. (*) (Time-Life Yayınlan: İnsan Vücudu) — 119 — ALI BEKTAN Asya Kıtası'nda da en eski çağlarda yapılmış önemli ameliyatların izlerine rastlanmıştır. Hazar Denizi kıyılarındaki Dağıstan'da ve Filistin çevrelerinde milattan yüzyıllarca öncesine ait mezarlarda bulunan iskeletlerin kafataslarında tre-finasyon izleri vardır. Bu ameliyatlarda ayrıca koterizasyon (yakarak mikroptan temizleme) işlemlerine ait izlere de rastlanmıştır. Koterizasyon zamanımızda da tatbik olunan bir cerrahi tekniktir. Atalarımızın yüksek bir medeniyete sahip olduğunu gösteren bu deliller gözden uzak tutuluyor ve bizlerin kabile hayatından gelenler olduğunu savunan Batılı Bilim Adamları dünyaya medeniyetin sadece Avrupa'dan yayıldığım ileri sürüyorlar. Bunu kabul etmiyorum. O zaman göç eden ve kabile hayatı yaşayan atalarımızın tarihte insanlığın gelişimine ve uygarlığa katkıda bulunmadığı düşüncesi ortaya çıkar. Bunu reddetmek zorundayız. OSİRİS OLAYI NEDİR Mısır inançlarında en önemli yeri işgal eden tanrılardan biri olarak geçen Osiris, Mısırlıların hem en eski Tanrısı hem de tarihleri boyunca önemini hiç yitirmemiş olan bir ilâhıdır. Osiris aslında bir insandır ve ermiş bir bilgindir. Mu ülkesinde eğitim görmüştür. Biri Himalayalarda diğeri TEB şehrinde bulunan iki mabeddeki duvar yazılarından Osiris'in At-larttis'de doğmuş olduğunu ve Mu da bir Naacal medresesinde din ve kainat kudretlerine dair bilimler tahsil ederek öğretmen payesini kazandığı, sonra memleketine döndüğünü öğreniyoruz. Osiris Atlantis uygarlığı mahvolmadan önce Mısır'a geçmiş ve sonuna kadar orada yaşamıştır. Konuya biraz mantıklı yönden baktığımızda ortaya ilginç sonuçlar çıkmaktadır: Mu Uygarlığı M.Ö on bin de doğal bir afet ile yok oldu. Osiris'in orada eğitim gördüğünü son dönem olarak ele alabiliriz. Mu Kıtası batmadan önce Osiris, Atlantis'e geri döndü arkasından felâket oldu. Atlantis'in bir — 120 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bölümü de battı. Kalan adalar üzerinde Atlantis uygarlığını devam ettirirken, Osiris'te hayatını ve öğretisini halka sunmuş olur. Son ada battığında ise Osiris'in Mısır'a geçtiği kabul ediliyor. Orada büyük bir uygarlık kurmuş olduğu iddia ediliyor.
Burada şöyle bir nokta var. Mısır Uygarlığı tarih sahnesine M.Ö 4000'ler de ortaya çıktı, o zaman Osiris'in altı bin yaşında yaşayan bir insan olması gerekmiyor mu? Bir insan altı bin yıl nasü yaşar? Çünkü Osiris'i Mısır'ın kurucusu gibi gösterilirken, aradaki tarihler atlanıyor. Bana göre Atlantis'te yaşayan Bilgi Kişi Osiris ile Mısır'da yaşayan Osiris aynı kişi olamaz, ayrı kişiler olmalılar. Altı Bin yıllık bir sürede insanın yaşaması mümkün olmadığına göre, Mısır'da ortaya çıkan Osiris ise tamamen başka bir kişidir. Bu görüşümü destekleyen gelişmeleri anlatayım: "Osiris adı aslında Mısır dilinde Usir olan Tanrımn adının Yunanca'ya uydurulmuş şeklidir. Osiris Yunanlılar tarafından Dionysos ve Hades ile bir tutulmuştur. Osiris güzel yüzlü, koyu tenli ve insanlardan daha uzun resmedilmişti. Osiris tahta geçtikten sonra ilk yaptığı işlerden biri ilkel hayat süren Mısırlıları uygarlaştırmak olmuştur. Osiris onlara ilk tarım araçlarını yapmayı, toprağı işlemeyi, buğdayı ve üzümü yetiştirmeyi, ekmek, şarap ve bira yapmayı öğretmiştir. Ayrıca ilkel Mısırlılara ilk defa tapınak inşa etmeyi ve Tanrılara tapmayı öğreten ve dini törenler düzenleyen de o'dur. Hatta ikili flütü de ilk Osiris yapmıştır. Louvre Müzesi'nde bulunan Amennos Steli'ne göre bolluk ve bereket getiren bir doğa Tanrısı özellikleri de taşımaktadır. Osiris doğal kaynaklara hükmetmekte, onunla birlikte rüzgârlar esmekte, ekinler yeşermekte ve hayvanlar yetişmektedir. Osiris Mısır'ın uygarlaştınlmasını tamamladıktan sonra, bütün dünyanın uygarlaştırılması işine girişir Tahtı kardeşi ve aynı zamanda karısı olan Isis'e bırakır ve yarımda veziri — 121 — ALI BEKTAN Thot, Anubis ve Ofois ile birlikte sefere çıkar. Uzun süre dünyanın uygarlaşması için çalışır. Mu'da eğirim gören ve Atlantis'e dönen Osiris ile Mısır'da ortaya çıkan Osiris aynı kişiler olamaz. Çünkü arada altı bin yıllık bir süre vardır. Atlantis'li Osiris tek Tanrı inancını ve dinini savunmuştur. Mısır'lı Osiris ise çok Tanrılı bir inancı savunarak, tapınaklar inşa etmiştir. Atlantis'li Osi-ris'in evlendiği ve ölümünden sonra onun izinden oğlunun gittiği biliniyor. Mısır'lı Osiris ise geleneklere göre kız kardeşi İsis ile evlenmiştir. Osiris ismi kavram karmaşasına neden olmuştur. Mu ve Atlantis Kıtaları battıktan binlerce yıl sonra Mısır Uygarlığı bir anda Nil'in çevresinde doğmuştur. İkisinin sadece bir isim benzerliği olduğunu görürüz. Sadece ortak yanlan bilge birer kişi olmalarıdır. Osiris ve kız kardeşi Kraliçe Isis'in başlarından geçen olaylar Yunan Efsanelerindeki olaylara çok benzemektedir. Bu da bize Mısır bilgilerinin, Yunan Kaynaklarından geçerek bize gelmesinden doğar. Çünkü Mu'nun batışı ile Mısırlıların tarihte yer aldıkları süreç birde bu açıdan incelenmelidir. Araştırmacıların kabul ettiğine göre Atlantis, Mu'dan sonra battı. Oradan kurtulan bilge kişiler Mısır'a geld i. O bölgede yaşayan halkı ilkel buldular. Onları eğiterek Mısır Uygarlığını oluşturdular. Bu görüşe katılıyorum ama bunu Mu kökenli Osiris'in yaptığını düşünmüyorum. Mısır tarihinde iki isim tek Tanrı inananı yaymak için firavunlarla mücadele etmişlerdir. Birincisi Yusuf Peygamber, ikincisi ise Hazreti Musa'dır. İkisinin karşısına Rahipler sınıfı da çıkarak kendi düzenlerinin bozulmasını istemedikleri için Firavunu desteklemişlerdir. Rahipler Çok Tanrılı sistemi savunuyorlardı. Eğer tek Tanrı inancını kabul etselerdi, büyük bir korku ve güçle yönettikleri halk karşısında karizmaları kalmazdı. • Osiris'in sonraki olayları, artık bir insanın başarabileceği şeyler olmaktan çıkan Yunan Tanrıları'nın yaptıkları şeylerin sınıfına girer ve destansı bir hal alır. — 122 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI
Mu ve Mısır'lı Osiris olayını bir de bu yönden yorumlamak gerektiği kanaatindeyim. BAAVİ GEZEGENİNDEN GELENLER ASYA'YA İNDİLER 1965 yılında Tsum-Um -Nui adındaki bir Çinli Arkeoloji Profesörü Pekin de bir yazı yayınladı. Başlığı şuydu: "12.000 yıl önce dünyamıza gelen uzay gemileri." 1940'lı yıllarda Tibet-Çin sınırında bulunan Bayan Kara Ula mağaralarında bir çok yuvarlak, düz yazılı tabletler bulundu. Bu tabletlerin yanında iskeletler de vardı. İskeletler ırk özellikleri bakımından "Dünyamızda mevcut hiçbir ırka benzemiyordu." Yapılan incelemeler sonunda, buluntuların 14.000 yıllık bir geçmişi olduğu tespit edildi. Çinli bilgin çalışmalarını genişletti ve hayret verici sonuçlara ulaştı. Bayan Kara Ula Mağaralarında bulunan plâkaların sayısı 716'ya ulaşmıştı. Bunlar ortaları delik, spiral çizgilerle işlenmiş taş levhalardı. Günümüz tekniğinde kullanılan Mikrosilyon'a benziyorlardı. Pekin Tarih Akademisinde büyük bir sabırla incelenen bu levhalar nihayet sırlarını ele verdiler. Fakat Çin Hükümeti Akademi'nin buluşunu gizli tuttu. Varılan sonuçlar hakkında ancak çok küçük bir takım bilgi kırıntüan dışanya sızdırıldı. Anlaşıldığına göre bu levhalar gezegenlerarası seyahatten söz ediyordu. Tercümeleri profesör Tsum -Um-Nai tarafından yapılmıştı. Hükümetinin izniyle ancak aşağıdaki kısa bilgiyi dünyaya duyurdu: "Baavlılar gemileriyle gökten indiler. On kere güneş doğana kadar, erkekler, kadınlar ve çocuklar mağaralarda saklandılar. Nihayet, gökten gelenlerin barışsever, iyi insanlar olduklarını anladılar. Böylece Baavlılar'a yaklaşabildiler. Baavlılar geri dönemediler. Gemileri artık o güçte değildi. Belki de iniş sırasında hasara uğramıştı. Burada o gücü bulama-düar, yani yakıtları bitmişti. Ve buralara yerleştiler..." — 123 — ALI BEKTAN Tabletlerin her birinde yedi defa KHAN (HAN) kelimesi vardı. Profesör bu kelimenin uzay gemisi anlamma geldiğini söylüyor. Çin Bilginleri, plâkalar üzerinde yapmış oldukları incelemelerde maden ve kobalt karışımına rastladılar. Plâkalar Ossilograf'tan geçirildiği zaman hayret verici yüksek titreşimler meydana gelmişti. Bunlar 14 bin yıl önce dünyamıza gelenlerin bıraktığı mesajlardı. Bugün Çinliler bu plâkaların içindeki tüm bilgilere aradan geçen uzun sürede ulaşmış olabilirler. Fakat bunu açıklamadıkları için ne olduğunu bilmiyoruz. Ama büyük bir ihtimalle Baavi Gezegeninden oradaki uygarlıktan bahsediyor olabilir. Ayrıca Uzay Gemisi ile bilgiler de yer alıyor olmalı. Yalnız başka bir yıldız sisteminden gelmiş olacaklarını düşünüyorum. Sonraki yıllarda Dünya Gezegeninde mahsur kalan Baavlılar kurtarıldı mı, kurtarılmadı mı bilinmiyor. Fakat bizim atalarımıza yardımcı olduklarını da düşünebiliriz. Şunu da unutmayalım. Gelenlerin hepsi dünyanın havasına uyum sağlayabiliyorlar. Ve günümüzdeki UFO olayları ile aralarındaki benzerlik aynı diyebiliriz. Paris'teki Louvre Müzesinde bulunan çok eski bir Lhassa kaydı Baaviler hakkında bize ilginç bilgiler vermektedir. Onların dünyası dünyamızdan 4.3 ışık yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centaurus yıldızı sistemine bağlıydı. Baalki denen bu sistem, birkaç yıldızdan teşekkül etmektedir. Bu yıldızlardan Proxima çevresinde uydu halinde bulunan Alpha Centaure A ve Alpha Centaure B üzerinde durmak gerekir. B, A'dan daha parlak görünür, aynı zamanda daha da büyüktür. Baavi gezegeni Proxima çevresini 311 gün 27 saat 12 dakika ve 57 saniyede döner. Bu yıldız dünyamızdan 1,5 kere daha küçüktür. Atmosferi dünyamızdakine benzer ve yaşamaya çok elverişlidir. Geceleri aydınlık geçer. Bu yüzden gezegene GÜNEŞİN OĞLU denmiştir ve halkına da Baavililer denir. Oradan gelenler bizlere bir çok belgeler bıraktılar, bunlar özellikle: — 124 —
TURKLERVEUZAYLIATALARI 1- VAİDORGLAR (Uzay Gemileri) bilimsel kurallar dinsel usuller. 2- Baavi Uygarlığı Kuralları. 3- Fizik ve Astronomi konularında ileri ve değişik kurallardı. Baaviler zaman için TOLT birimini kullanırlar. 1 Tolt, 1 saniye 4/10'a eşittir. Saatlerinde üç gösterge bulunur: Akrep Yelkovan ve Nim. Bir gün Baavi zaman ölçüsüne göre 18 Serrkae'ye eşittir. Uzunluk ölçüsü birimi SYS'dir. Bu da metrik sisteme göre 42 cm'ye eşittir. Mısırda da bu birim kullanılırdı.. Baavi 700 milyon nüfusa sahiptir. Baavi de normal insanlardan başka bir de dev ırk yaşar. Bunlara YETİ denir. Yetilerin zekâsı az gelişmiştir. Beş yaşındaki çocuk gibidirler. Yumuşak başlıdırlar. Baavlılar'a hizmet ederler Gezegen halkının tabii olduğu kanunlardan yararlanamazlar. Halk ile cinsel ilişki kurmaları da yasaklanmıştır. Baavlılar Vaidorg denen uzay gemilerinde önceleri foto-nik enerji kullanırlardı. Sonradan İonik enerji kullanmaya başlamışlardır. Bir Vaidorg'un hızı saniyede 280.000 kilometreye erişebilir. (Işık hızından biraz eksik) Bu bilgiler açık ve seçik bir şekilde bize Atalarımızla aralarında bağlantıları olduğunu göstermektedir. Mesela Hima-laya Dağlarında görülen Kar Adamın adı da YETTdir o zaman bu YETI'nin bize, Baavi gezegeninden Dünyamıza getirildiğini söyleyebiliriz. İsmi bile aynı olduğuna göre doğru düşünüyoruz demektir. Öte yandan Fenike Tarihinde "Baavlılar, Baalbek'de gemileri için bir alan inşa ettiler" diye yazmaktadır. Gerçektende Lübnan'daki Baalbek harabeleri eski bir hava alanını andırır. Son zamanlarda Rus Bilginlerin yaptığı araştırmalarda blok taşlarda az da olsa bir miktar Radyoak-tiviye rastlanmıştır. Şüphesiz, yer yüzünde harabelerde rast— 125 — ALI BEKTAN lanan en ağır taş, buradaki HACAR EL GUBL denen taştır. Bu taş bloku iki milyon kilogram ağırlıktadır. Bilim adamları Baalbek Harabelerine 15 bin yıllık bir geçmişi tanıyorlar. O zaman teorimiz doğruluk kazanmaktadır. Baavililerle aramızda bir akrabalık söz konusu olabilmektedir. Bir gün uzay gemimiz olduğunda veya onlar bizimle temasa geçtiğinde onları yakından tanıma imkâm bulacağız. Türkler'in Ataları Baavi Gezegeninden gelenlerle temasa geçtiler ve büyük bir uygarlığın temelini oluşturdular. Dünya' nm bir çok yerinde de büyük eserler bıraktılar. Dünya'nın Hakimi Türklerdi. Çünkü her yere medeniyet taşıyorlardı. İnsanlığın gelişmesine katkıda bulunuyorlardı. GOBİ DENİZİNİN VENÜS'LÜ ZİYARETÇİLERİ Ortaasya efsaneleri bizi sık sık Gobi çölüne götürür orada, çok eski bir zamanda Jeoloji'nin doğruladığı büyük bir deniz bulunmaktaymış. Bu denizde "Mavi gözlü ve Sarı saçlı beyaz insanların yaşadığı bir ada varmış. Bu insanlar gökten inmişler ve kendi uygarlıklarını yaymaya çalışmışlar. Bazı araştırmacılara göre işte bu insanlardan Mu halkı 75 bin yıl kadar önce çok yüksek bir düzeye erişmelerini sağlayacak kadar bilgiler almışlar." Eski bir Hind Yazıtı şöyle anlatıyor, bu bilgi sahibi insanları. "Ulaşılmaz yüksekliklerden hızla inerken çıkardığı gök-gürültüsü gibi sesi ve gökyüzünü ateş dilleriyle dolduran alevlere bürünmüş olarak, Ateşin Oğullarının arabası, Parlak yıldızdan gelen Alev Tanrılarının arabası göründü. Gobi Denizinin, yemyeşil ve göz kamaştırıcı, mis kokulu çiçeklerle örtülü Ak Adası üzerinde durdu." Binlerce yıl önce Sanat Kumara adındaki bir kişinin Venüs'ten gezegenimize nasıl indiğini ve yanındakilerle birlikte insanların zekâsını nasıl uyandırdığım, onlara buğdayı ve atalarımıza hayatı kolaylaştıran daha bir çok şeyi nasıl öğrettiği yazıtta yer alıyor. — 126 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Arkeolog Harold Wilkins çok eski bir Hint Efsanesine göre de; "Büyük
beyaz yıldızdan inmiş insanların (Bu Venüs gezegenidir) M.Ö 18 617 yılında Gobi Denizi adasında yerleştiğini, önce bir kale, sonra bir kent yaptıklarını ve adayı, yeraltı galerileriyle karaya bağladıklarını hatırlatmaktaydı. Gerçi tarih "Brahman Levhalan"na dayandırılmıştır. Olaylar gerçekten şaşırtıcı ve başka pek çok öyküde yankısını buluyor. Himalayalar'm eteklerinde Bohistan Mağaralan'nda, bir gök haritası ele geçirilmişti. Astronomlar, bu haritanın doğru olmakla birlikte bizim çizdiğimiz haritalara uymadığım fark ettiler. Bu haritada yıldızlar 13 bin yıl önceki konumlarında dizilmişlerdi. Resimde Dünya ile Venüs'ü bağlayan çizgiler özellikle dikkat çekiyordu. Bu harita, 1925'de Amerikan "National Geographic Magazine"de yayınlandı. Buna benzer bir olay da 1778 yılında Paris Belediye Başkanı ve Fransa Krallık Astronomu olan Jean Sylvain Ba-üh/nin araştırmaları bilim dünyasında şok edici bir gelişme olarak algılandı. Misyonerlerin Hindistan'dan getirdikleri haritaları incelerken bilgin bu haritaların binlerce yıllık olması gerektiği sonucuna varmıştı. Haritalar Hindistan'da yapılmış olamazlardı çünkü oradan görülemeyecek yıldızları da kapsıyordu. Bailly yaptığı hesaplar sonucunda haritaların çizildiği noktayı saptayabildi. Burası bugünkü Gobi Çö-lü'nün uzandığı bölgeydi. Astronom çok haklı olarak bundan, Hintlilerin bu haritayı kendiliklerinden çok daha eski ve ileri bir uygarlıktan miras almış olmaları gerektiği sonucuna vardı. Uzaydan gelen ziyaretçilerin bu haritaları çizmiş olduğunu düşündü. Ruslar, Ortaasya'da yaptıkları araştırmalarda binlerce ve binlerce yıl önce, uzay gemileriyle getirilmiş araç ve gereçlere bile rastladıklarını öne sürüyorlar. Türkistan ve Gobi Çö-lü'ndeki mağaralarda bulunmuş, seramikten ve camdan, yarımküre biçiminde, ucu içinde bir damla cıva bulunan koni, biçiminde garip araçlardır. Hiçbir bilim adamı bu araçları açıklayamamıştır. — 127 — ALI BEKTAN M.Ö 669 -626 arasında hüküm süren, en büyük Asur Hükümdarı AssurbanipaTin tufan öncesi belgeleri de kapsayan bir kitaplığı vardı. Bu tarihçilere hak vermemizi gerektiren, kralın bir gün bir grup bilgine söylediği sözler çok anlamlıdır. Kral şöyle diyor: "Çok çok eski zamanda orada aşağıda bugün duvarları bile yok olmuş bir çok güçlü kent yükseliyordu. Ama biz orada yaşayan halkların dilini biliyoruz, O dili levhalar üzerine kazınmış olarak muhafaza ediyoruz. Tarihçi Gerard Heym'e göre ancak bir kısmı çevrilebilen bu levhalarda önemli bilimsel sırlar vardır. Bugün yalnız matematik veriler öğrenüebilmiştir ki bu kadarı bile bizleri yeterince şaşırtıyor. Karmaşık çarpma ve bölme tabloları, kare ve küp tabloları buna benzer başka şeyler gibi. Tüm bu bilgiler batan Mu Kıtası'ndan gelmektedir. Mezopotamya uygarlıklarından bu bilgileri alan Yunanlılar kendileri bulmuş gibi kullanmışlar, Avrupa Medeniyeti'de onlardan alarak kullanmıştır. İkinci bilgi alış verişi ise İslâm Bilginleri'nin yazdıkları kitapları Ortaçağ da, Üniversitelerinde okutarak almalarıdır. Sonuçta Batı medeniyetinin kökleri, Doğu Medeniyetine dayanmaktadır. Bir örnekle devam edelim; 1962'de Bağdat yakınlarında, Tel Dibae'de arkeologların bulduğu bir levha, bu söylentileri açık bir biçimde doğruluyor. Bu levhada Si-samlı bilge ve matematikçinin dünyaya gelmesinden en aşağı 1500 yü önce Babilliler tarafından kazılmış olan Pitagor teoremi bulunmaktadır. Günümüzden binlerce yıl önce yaşayan insanların modern kıyafetlerle Avrupa'ya yaptıkları geziler sırasında bu insanları gören ilkel insanlar onları mağara duvarlarına çizdiler. Tıpkı Glozel toprağının altında uyuduğu gibi: Fransa'da Vichy'nin güneyinde küçük bir köydür ve 1924'de tümüyle bir rastlantı sonucu, 10 ile 15 bin yü öncesinden kaldığı sanılan tuğlalar, üzeri kazılı levhacıklar, iki küçük kadeh, iki küçük balta ve kimi yazılar bulunmuştur. Daha sonra da
— 128 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bu bölgenin tarihçesi hazineler yatağı olduğu bilginlere çok sayıda taştan araçlar, üzeri yazılı ve resimli başka taşlar, uzay miğferleri içinde insan başlarını andırır çok garip vazolar armağan eden bir bölge olmuştur. O kadar ki bu vazolardan birine "Gezegenlerarası Yolcu" adı verilmiştir. Ayrıca, burada alfabenin 11 harfini yani C-HI-J-K-L-OT-V-W-X harflerini kapsayan bir çizgi yazısıyla yazılmış çözümlenemeyen mesajların kazılı bulunduğu yüzü aşkın levhacık da ele geçirilmiştir.. Bilim adamları bu konuda yıllardır araştırmalar yapmalarına rağmen doyurucu bir açıklama getirememişlerdir. Fransa'da 1937 yılında keşfedilen Lussac-Le -Chatue (Vi-enne) ilinde bulunan yazılar ve resimler gizemini hâlâ koruyor. Bu keşfi yapan arkeologlardan biri Stephane Lawoff şöyle diyor: "İnanılmaz şey 15 bin yıl önce kazılmış bu taşlar üzerindeki erkekler, kadınlar ve çocuklar, bizim gibi, ceket, pantolon, ayakkabı ve şapka giymişler." 1940 yılında Dordogne ilinde Lascaux mağaralarında bulunan duvar yazılarına da değinmeliyiz. Araştırmacı Loris Mannucci şunları yazıyor: "25 bin yıl öncesinin bu sanatı, çizgilerin kusursuzluğu, süjelerin hareketliliği, renklerin seçimi yönünden çok etkileyici. Renkler arasında en çok sarı, kırmızı ve siyah göze çarpıyor. Bu resimler tarih öncesine ilişkin pek çok kavramı ve teoriyi gözden geçirmeye zorluyor. Bunlar çeşitli dönemlerden kalma, bilginler hâlâ bunları yapanların, yerden birkaç metre yükseklikteki tavanı süslemek için hangi iskelelerden yararlandıklarını kendi kendilerine sormaktalar." Lascaux'nun tek gizemi bu değil: Her zamanki aydınlanma meselesi bir yana, tarihöncesi sanatçıların, meydana gelen eserin zamanla bozulmasını hangi çareye başvurarak, ön-leyebildikleri de ayrı bir soru. Çünkü adı geçen araştırmacının belirttiği gibi: "Turistlerin nefes alıp vermeleri sonucu açığa çıkan karbon gazı daha şimdiden o güzelim resimleri bozmaya ve kimi noktalarda kayayı yerinden oynatmaya başlamışlar," şeklindedir yazıyor. — 129 — ALI BEKTAN Bu resimler 15 bin yıl bozulmadan kalırken, ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra bozulmaya başlamaları dikkat çekici değil midir? Kullanılan boyanın cinsi ve teknolojisi, bu boyanın üretilmesi inşam düşündürüyor. Fransa'da bulunan mağara resimlerindeki figürler Asya'da bulunan resimlerle büyük bir benzerlik taşıyor. Bu Lascaux ustalarının Asya'dan ve Efsanevi kıta Mu'dan geldikleri bizim teorimizi destekleyen unsurlardan bir tanesidir. Bu resimleri ilkel mağara adamlarının yaptığını kesinlikle düşünemeyiz. Onlar da şüphesiz bir takım resimler çizdiler ama 15 bin yıl boyunca rengi solmadan kalabilecek resmin boyasını da keşfetmeleri imkânsızdır. O zaman Asya veya Mu'dan gelen atalarımız teorisine, Uzaydaki bir gezegenden gelen ziyaretçileri de ekleyebiliriz. Aslında günümüzden 15 bin yıl öncesi yani M-Öden 13 bin yıl tarihi, Mu ve onun kolonisi Uygur İmparatorluğu'nun en üst seviyeye çıktığı tarihtir. Dünya'nın kontrolü Mu'da yaşayan atalarımızdadır. O zaman onların Fransa'yı ziyaret ettiklerine inanabiliriz. Aynı yıllarda Asya'da yaşayan ve Sümer-lilerin ataları olan insanlar Asya'nın Altay dağlarında yaşıyorlardı. Bir kraliyet yazıtında Sümerlilere verilen güç şöyle tarif ediliyor. "KRALLIK GÜCÜ BİZE GÖKLERDEN GELDİĞİ ZAMAN." O zaman daha önce yabana bir bilim ada-mı'nın söylediği gibi Sümer medeniyetini uzaydan gelen büyük bir medeniyet kurdu, sözü doğrulanmış oluyor. Yazıtta bu güç "Bize öğretileri veren, öğreten ve insanlık medeniyetini başlatan güç" olarak anlatılması bizim teorimizi destekleyen unsurlardan bir tanesidir. Bir Maya Efsanesine göre, bilindiği gibi onlarla da akrabalığımız bulunuyor. Mayalar; Beyaz Tanrılar'dan bahsediyorlar. Efsane şöyle
devam ediyor: "Beyaz Tannlar hatırlanmayacak kadar eski zamanlarda doğudan gelmişler. Dev gibi yabancı gemileri denizden kıyıya yanaşmışlar, kuğu kanatlı gemiler ve sanki koca koca yılanlar sürat motorları, su üzerinden kayar gibiymiş bu gemilerin bordoları öylesine par— 130 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI lakmış. Gemiler kıyıya yanaştığında içlerinden beyaz tenli, mavi gözlü sarışın insanlar inmiş. Üzerlerinde önü açık, yuvarlak yakalı, geniş ve kısa kollu kara ipekten elbiseleri varmış. Bu yabancıların başında yılan biçiminde bir taş bulunuyormuş." Bu efsane bize Mu'dan kurtulanların kendilerine yeni topraklar araması ve medeniyet kurma çabalarını göstermektedir. — 131 — ALI BEKTAN ORTA AMERİKA UYGARLIKLARINDA BULUNAN İLGİNÇ ESERLER Arkeoloji meraklısı olan Lothrop çifti Guatemala ve Kos-tarika ormanlarında sayısız taş toplar buldular. Bu topların çapı birkaç santim ile iki buçuk metre arasında değişiyordu. Çevrede yüzlerce kilometrelik bir alanda bu kürelerin yapıldığı malzemenin izine de hiç rastlanmamıştı. Üstelik bu topları yapanlar, kusursuz küre biçimini nasıl verdiler? Sık Ormanlardan geçirip, dağların tepesine nasıl kondurdukları bilinmeyen bu toplar için, yıllarca ağır bir çalışma yapmak gerekiyordu. Bu topların matematik kriterleri ile incelenmesi sonucunda bunların yüdız sistemlerini ve gökadaları temsil ettiği ortaya çıktı. Bazüarı da hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu topların sırrının Guatemala'da uygarlık kuran Chorotege Rahipleri'nde bulunan kitaplarda olduğu düşünülüyordu. Geyik derisinden yapılmış bu kitaplardan bugün tek bir parça bile kalmamıştır. Bu kitaplar üzerine anlatılan efsaneler şöyleydi. Sayfalarında "geçmişin ve geleceğin" anlatıldığı söylenir. Dünya dışı akıllı varlıkların bütün uygarlıkların üerlemesini etkilediği belirtilir ve insanların da yıldızlara doğru yükseleceği haber verilirmiş. Başka Gezegenlerden gelen uzay yolcularının varlığına inandığımıza göre o kitaplarda ayrıca Yıldızlardan inen "Ja-gar insanlardan" da açıkça söz edilmesi ilginçtir. Bu Jagar-insan motiflerine, büyük ihtimalle insana benzeyen varlıklar, Güney Amerika Uygarlıkları ile birlikte Asya Uygarlıklarında da rastlanılmaktadır. Akdeniz ve Mısır Uygarlıklarında da Kedi-Adam diye tasvir edilirler. O zaman bu ziyaretçilere zekâ seviyesi yüksek ama görünümü bir kedi veya Jaguar'ı andıran canlılar diyebiliriz. — 132 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI KOLOMBİYA DA BULUNAN ALTIN EŞYALARIN SIRRI Kolombiya'nın Cauca Vadisi'nde yapılan arkeolojik çalışmalarda altın ve bakır karışımıyla yapılmış çok güzel eşyalar bulundu. Göz kamaştırıcı miğferler, vazolar, şişeler, prens heykelleri ki bunlardan 21 santimetre boyunda bir tanesi, Madrid'deki America Müzesi'nde bulunmaktadır. Yüzü öyle yapılmıştır ki; kulaklıklanyla birlikte, saydam bir miğfer geçirilmiş gibi görünür: Tıpkı bir uzay miğferi. Buna benzer eşyalar Ekvator'un güney kıyısında Esmerel-das villasının bahçesinde bulunmuş olan çok daha eski eşyayla birleşmektedir. Bu oniki bin parçalık bir koleksiyondur. Bunun oluşturan baltalar, kılıçlar, değişik silâhlar, ev eşyasının dünya yüzünde bir eşi daha yoktur. Ama aralarında, kısa bir zaman öncesine kadar Çinlilerin hâlâ değerli taşlara kazıdıkları mühürlerle doğu çizgileri taşıyan insan heykelcikleri ve Mısırlılar'm kullandığını çok yakından andıran süs eşyası da çıktı. Çok değişik bir ayna da vardır: Beş santimetre çapında olan yeşil bir taştan oyulmuş bu ayna, en ufak ayrıntıları bile yansıtmaktadır. Bu koleksiyonda insanı şaşırtan üç şey vardır. Yaşı 18 bin yıllık
olan kusursuzluğu ve kimi parçalarının kesinlikle tespit edilememekle birlikte Asya, Amerikan ve Akdeniz uygarlıkları ile olağanüstü benzerlik taşıması. Mesela Cauca vadisinde kılıçlarda, baş süslerinde ve bu gibi başka şeylerde sarmal eğri süsleme kullanıldığını görüyoruz. Bütün Antik Çağ'a hakim olan bu sarmal eğriye Amerika'dan Asya'ya, Afrika dan Avrupa'ya kadar dünyanm her yerinde rastlanılıyor. Evrensel bir sembol olma özelliği taşıyor. Spiral bir anlamda Evren'in doğumunu ve yaşantısını simgelemektedir. — 133 — ALI BEKTAN Biyolog Loren Eisley'de Einstein'ın izinden giderek soruyor: "Yoksa biz yıldızlardan mı indik ve başardığımız işler sayesinde yıldızlara dönmek üzeremiyiz?" Buna karşılık bir çok Sovyet Bilim Adamı Agrest ve Kasanzev'in kuramlarına uyarak soruyorlar: "Eskiler, uygarlığın büyük bir bölümünü, hepsini değilse bile büyük kısmını, başka gezegenlerden gelen ziyaretçilerin getirdiği bilgilere mi borçluydu?" Bu kitabı yazmadan önce hazırlığını yaptığım kayıp uygarlıklar araştırması vardı. Bu fikir yaymevinde ortaya atıldıktan sonra teorimizi uzun zaman tartıştık. Sonuçta bu kitap ortaya çıktı. Çünkü Türkler'in Kökeninin öyle beş bin yıllık bir kabile hayatı olmadığına inanıyordum, bu inanç sonucunda araştırmalara başladım. Çünkü Türkler'in Kökeni'nin dünyanın varoluşuna kadar gittiğine inanan Mustafa Kemal Atatürk ilk araştırmayı başlatmış. Sonradan gelen devlet yöneticileri ise bu konuyla hiç ilgilenmemişlerdi. Mu Kıtası bizim atalarımızın ilk topraklarıydı. Bu Medeniyete ulaşıp, konuyla ilgili devirlerde dünyaya hakim olurken, modern bir seviyeye hatta günümüz düzeyinin de ötesine gitmişlerdi. Uzay bağlantısının olmasına gelince burada iki teori ortaya çıkıyor. Mu Uygarlığı gelişmesini başka gezegenlerden gelen ziyaretçilere mi borçlu, yoksa kendi gelişimini tamamladıktan sonra uzaya mı açıldı?.. Her iki teori de sonuçta şöyle bir sonuca gidiyor: TÜRKLERİN BAŞKA GEZEGENLERDE YAŞAYAN ATALARI VARDIR. GÜN GELECEK ONLARLA TEMASA GEÇECEĞİZ. VE ONLAR BİZİ YAKINDAN İZLİYOR, GEREKTİĞİNDE DE KORUYORLAR, YARDIM EDİYORLAR." Kitapta bu teoriyi ispat etmeye çalıştım ve Türk milletine sadece şunu söylüyorum. Biz Dünya'ya medeniyeti taşıyan bilgili, muhteşem yüce bir milletiz. Öyle ilkel kabilelerden gelen insanlar değiliz. Batı'nın uyduruk teorilerine kanma-malıyız. Bu düşünceyi savunanlar dünyadaki arkeolojik keşiflerin doğru dürüst yapılmadığı bir zamanda fikirlerini ortaya attılar ve günümüze kadar taşıdılar. İşte yabancıların görüşlerini reddediyor ve Türkler'in kökenlerinin kaynakla— 134 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI nnın yeniden araştırılması için çalışıyorum. Olaya bir de bizim açımızdan bakmamız ve bu bakış açısıyla araştırmamız gerekiyor. ORTA ASYA DA 100 BİN YIL ÖNCE YAPILAN KALP AMELİYATI İnsanlık Tarihi içersindeki 100 bin yıllık bölümde Nean-derthal insanlarının yaşadığı çağ olarak biliniyor. Ama Dün-ya'run özellikle Ortaasya bölümünde modern uygarlıkların olduğu teorimize 1969 yılında yapılan bir keşifle devam ediyoruz. Leningrad Üniversitesi'nden Profesör Leonidov Mar-madjaidjar bir mağarada insan iskeletleri buldu. Fosillere Karbon-14 testi uyguladı. Ve yaşlarını ilkin 20.000 sonrada 100.000 yıl olarak tespit etti. Gerçekte ilginç olan nokta iskeletlerde görülen ameliyat izleri idi. Marmadjaidjan'ın raporu SSCB Bilim Akademisine sunulup kabul edildi. Raporda belirttiğine göre "Ameliyat" izleri kaburga kemiklerinde ve bugünkü deyimiyle "Kalp Penceresi" hizasında görülüyordu. Dikkat edilecek nokta hastanın ameliyattan sonra en azından 3-5 sene yaşamış olmasıydı. Yıllar önce TRT ekranlarında izlediğimiz İpek Yolu Belgeseli'nde yer alan kentlerdeki hayattan günümüz kentlerindeki yaşantının pek farkının olmadığıydı. İşte bu ilginç keşif aslında bu konuda ilk değildi. İsrail, İran ve Fransa'da bulunan insan
iskeletlerinde bu ameliyatların benzerleri ortaya çıktı. 5 bin yıl öncesine ait bir Mısır Papirüs'ünde mızrakla kalbinden yaralanan bir askerin ameliyatından söz edildiğinden daha önce bahsetmiştir. İlkel çağlar diyerek geçip gittiğimiz devirlerdeki bu modern tıp vakalarını nasıl açıklayacağız. O zaman Mu Kıtası Uygarlığının varlığını kabul etmek zorundayız. Batılı ve ABD'li bilim adamlarının bunu kabul etmeyeceklerini biliyorum. Onlara göre biz Türkler ilkel kabile hayatından gelmiş, birer kavimler topluluğuyuz. Bir yere yerleşip orada uygarlık kurmadığımız empoze edili—135 — ALI BEKTAN yor. Böyle bir şey söz konusu değil, gerçek olan dünyada ilk çağlarda öyle büyük bir medeniyet var ki, Türkler de bu medeniyetin sahibiler. Bunu inkâr etmek mümkün değil, her geçen gün yapılan arkeolojik keşiflerde ortaya yeni bulgular ve tarihler çıkıyor. Aslında burada Hıristiyan Kilise'sinin ortaya attığı insanlığın ortaya çıkışının 6 bin yıllık düşüncesi de çökmüş oluyor. Zaten Türkiye de buna karşı çıkan ilk Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. 2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra bilim geliştikçe ortaya çıkan ciddi keşifler insanların, insan olarak yaratıldığı, Maymun soyundan gelmediğini gösteriyor. Buna dayanak ben de şunu soruyorum: İnsan maymun soyundan geldiyse, şimdiye kadar hiç insanlaşan bir maymun gördünüz mü? Teknoloji ileri olmasına rağmen bir maymun konuşabiliyor mu? İnsanlar gibi hareket edebiliyor mu? Hiç biri yok. Eğer maymun zeki ise bir şeyler öğretir bırakırsınız, bunun zaten örnekleri de var. Gerçek olan şu ki insan Dünya Gezegeninde insan olarak ortaya çıktı. Adem ile Havva olayı doğru, çünkü Allah onlara akıl ve zekâ vererek hayata başlamalarına imkân tamdı. Soyundan gelenler ise büyük uygarlıklara imza attı. — 136 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI UZAYI BİZDEN ÖNCEKİ UYGARLIKLAR VE ATALARIMIZ FETHETTİLER insanoğlunun havada uçmak isteği çok eski çağlardan beri olmuş, bu istek Yıldızlara gitmekle doruk noktasına ulaşmıştır. 4700 yıllık bir Babil eseri olan Etana Destaru'nda Eta-na'nın uçuşunu anlatan bir şiir yer alır: "Kartal Seni Anu'nun tahtına götüreceğim dedi. Gökyüzünde bir saat yükseldiler. Sonra Kartal "Aşağıya bak. Dünya neye benziyor," dedi. Etana aşağıya bakınca dünyamn bir tümsek, denizin de bir kuyu gibi durduğunu gördü. Böylece bir saat daha uçtular: Sonra Etana yine aşağıya baktı: Şimdi dünya bir değirmen taşı, deniz de bir kazan olup çıkmıştı. Üçüncü saatten sonra dünya bir toz zerresinden ibaret kalmış, deniz görünmez olmuştu. Babil Olimposunun Zeus'u diyebileceğimiz Ajm, Göksel Derinliklerin Tanrısı yani, Uzayın Tannsı idi. Etana'nın bu uzay uçuşu şimdiki uzay uçuşlarının aşamalarına tam tamına uymaktadır. Anu'nun tahtının bir başka gezegen olması mantıklıdır. O çağdaki insanların bunları hayal ederek yazdıklarını ileri sürmek pek mantıklı değildir. İlkel insanlar teknolojik bir olay veya cisim gördüklerinde bunu doğadaki canlılara benzetirlerdi. Gökyüzünün kralı olarak ta Kartal kabul edildiğine göre Etana'da bindiği uzay gemisini ona benzetmiştir. Böylece Dünya ile Uzay arasında bağlantı söz konusu olurken Atalarımızın bu olayları bilmesi ilginçtir. Üstelik Dünya'nm yuvarlak olduğunu ve uzaklaştıkça küçüldüğünü biliyorlardı. Bunu öğrenmekde ancak uçan bir cisim ile yolculuk yapılarak gerçekleşebilir. Mezopotamya Uygarlıklarını da kuranların kökleri Ortaasya'dan giden atalarımız olduğuna göre Dünya -Uzay bağlantısı içersinde Türkler var olmuş oluyorlar. "Bu yerde Hava yok,derinliği ölçüye sığmıyor, her yeri de en zifiri geceler kadar karanlık." Bu anlatım bir astronotun — 137 — ALI BEKTAN uzay tanımlaması değil Mısırlıların 4000 yıldan daha eski olan ÖLÜLER KİTABI'ndan bir bölüm. İşte uzaya gidenlerin anlatımı budur. Gitmeden bunları bilemezsiniz. Teknolojik olarak geliştikten, Ay'a gidildikten
sonra ve Uydular fırlatılınca biz bu bilgileri yeni elde ettik. Günümüzden binlerce yıl önce yaşayanlar bunları rahat bir şekilde anlatıyorlardı. 2'nci yüzyılda yaşamış olan Grek Düşünürü Lucian, Ön Asya ülkelerini, Suriye ve Mısır'ı gezdikten sonra VERA HİSTORİA adlı kitabını yazdı. Roman diyebileceğimiz bu kitapta Apollo 8'in yolculuğunu andıran bir ay gezisini anlatıyor. "Böylece yedi gün ve bir çok geceler boyunca gökyüzündeki yolumuzu sürdürdükten sonra 8'nci günümüzde havada bir çeşit dünyayla karşılaştık. Burası geniş, parlak, yuvarlak bir adaya benziyor, çevresine olağanüstü parlaklıkta bir ışık saçıyordu" Lucian'ı kimlerin Ay'a götürdüğü bilinmi-yor,ama yaptığı yolculuk gerçek olarak önümüzde duruyor. Ay'ın kozmik bir dünya olduğunu nasıl biliyordu. İşte Dünya -Uzay arasındaki bağlantılardan bir tanesi daha bizim görüşümüzü desteklemektedir. Çin'in tarih folklorunda İmparator Yao'nun mühendisi olan Hou Yih'in Uzay Mühendisliği konusunda da bilgisi vardı. M.Ö 2309 yılında Yih Göksel bir kuşa binerek aya gitmeye karar verir. Bu Göksel kuş ona güneşin doğuşunun tepeye ulaşmasının ve batmasmın zamanını dakikası dakikasına söyler. Yih'e bu bilgileri veren şey "Kuş"un içindeki bir bilgisayar mıydı acaba? Sonra da mühendisin "Işıklı bir hava akımına binerek göğe yükseldiği" anlatılır. Işıklı hava akımı onun ışınlandığını mı kastediyor?.. Yoksa bu bir jet uçağının bıraktığı egzos dumanı olabilir mi? Ayın yüzüne indiği zaman Çinli astronot "Donmuş gibi duran ufukları" görür ve orada "Büyük Soğukluğun Sarayını" kurar. — 138 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Hou Yih'in karısı Çang Ngo da bir bayan astronottur. Eski Çin yazılarına göre O da kocası gibi bir ay yolculuğu yapar. Ay'ı şöyle tanımlar: "Billur gibi parlak, son derece büyük ve çok soğuk, ışıklı bir küreydi. Ayın ışığı güneşten doğuyordu." Evet; 4350 yıllık bir söylenceyi masal olarak kabul edemeyiz çünkü anlatılanlar gerçeğe son derece uygundur. Asırlar sonra bunu Apollo ll'in astronotları; ayın toprağının gerçekten cama benzediğini, havasının da çok soğuk olduğunu gördüler. Gölgede kalan yanı bizim kutuplarımızdan da soğuktu. imparator Yao çağlarından kalma bir başka olaya geçelim. Çin'de 4'ncü yüzyılda yayınlanan ve çok eski kaynaklardan yararlanılarak meydana getirilen ESKİ MASALLAR DERLEMESİ "Bu çağda bir gece denizde parıl parıl aydınlatılmış dev boyunda bir gemi, görüldüğünü yazar. Işıkları gündüzün söndürülen bu gemi aya da yükseliyor, yıldızların arasında gezebiliyormuş. Bu yüzden halk arasında "Yıldızlardan Sarkan Gemi" ve "Ay Teknesi" adıyla anılıyormuş. 20'nci yüzyıldan bu yana Uzay Yarışı ABD ve Rusya arasında olurken 4350 yıl önce bu yarışı Çinliler mi kazandı. Eski kitap hem denizde hem havada hem de uzayda gezebilen bu dev geminin 12 yıl süreyle ortalarda görüldüğünü yazıyor. Çin'li şair Çu Yuan M.Ö 340-278 Lİ SAO adındaki eserinde bir uzay yolculuğunu anlatır. Bu yolculuk hayali gözükse bile bize Uzay'ı anlatmaktadır. "Güneş sürücüsüne yalvardım, oyalansın -Kayan ışınlarla biz oradan kaçıp gitmeden, önümüzde yol uzun, karanlıklar derindi. -Yitik rüyalarımın ben peşinde koşarken/'Çin'li şairin anlattıklarını uzay gemisiyle yıldızlara gidecek olan astronotlar da aynı şekilde yaşayacaklar. Çinin eski kitaplarından Sİ ÇİNG'de yazıldığına göre Kutsal İmparator yeryüzündeki suç ve günahların arttığını görünce "Li ve Çong'a dünyayla gökyüzü arasındaki bağlan— 139 — ALI BEKTAN tiyi kesmelerini emrediyor. Ondan sonra da yerle gök arasında inip çıkma olmadı" deniliyor. Çok eskiden yerle gök arasında gidip gelmenin olduğu daha sonra bunların durduğunu okumak bize inanılmaz geliyor. Şimdi burada ilginc^bir yorum yapmak istiyorum: Benim ana
teorim Türkler'in de Uzayla bağlantıları var yönündedir. Düşünün aynı coğrafya üzerinde bulunan Çinliler ile Türkler yüzyıllarca birbirleriyle hem savaştılar, hem de ticari ve kültürel bağlar kurdular. Peki bu arada Çinliler Uzay'daki başka gezegenlere gidebildiğine göre Türklerden de gidenler olmadı mı? Mutlaka olmuştur. Ama hangi gezegenlere Güneş Sistemindekilere mi yoksa yakındaki yıldız sistemlerine mi. Ayrıca ilginç bir nokta daha var. Türkler ile Çinliler arasında çok kanlı savaşlar olmuş peki bu savaşlar sırasında Uzaylılar taraf tuttular mı yoksa tarafsız mı kaldılar? Genel anlamda bakıldığında şu sonuç ortaya çıkıyor Savaş sadece iki milleti ilgilendiriyor ve acaba Uzaylılar tarafından: "Biz üstün teknolojimizi bir tarafa vererek karşı tarafın tamamen yok olmasını istemiyoruz," şeklinde mi düşünülüyor. Çin Uygarlığı da insanlık tarihinin en ilginç, bilgi dolu ve köklü medeniyetlerinden biridir. O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Uzayh'lar Dünyada yaşayan milletlerin savaşlarında tarafsız kaldılar. Bundan amaç insanoğlunun gelişimini tamamlaması olabilir. İslâmiyet'in kurucusu Büyük Peygamber Hazreti Mu-hammed'in hadisleri arasında dikkat edilmesi gerekenlerden iki tanesini buraya alıyorum. Yüce Peygamber " İlim Müslüman'ın kaybettiği bir Hazinedir. Her yerde arayıp Bulmalıdır," ve " İlim Çin de bile olsa arayınız," derken İslâmiyetin İlim'e verdiği değeri göstermektedir. O zaman her müslüman ilim konusunda araştırma yapmak zorundadır demek istiyor. Şu anda Dünya Müslümanlarının ilimden ne kadar uzak oldukları acı bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Biz yine eski çağlardaki Dünya ve Gökyüzü arasında olan bağlantılara dönelim. Hindistan'ın en eski kitaplarından biri olan Samaranaga Sutradhara'da geçmiş çağlarla ilgili akıllara durgunluk veren bölümler vardır: "İnsanların gök gemile— 140 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI riyle boşlukta dolaştıklarını ve havadan yere göksel varlıkların indiklerini anlatır" işte teorimizi destekleyen bir başka örnek daha: Rig Veda'da çok eski çağlarda "Tanrıların yeryüzüne sık sık indiklerini ve bazı insanların gökteki ölmezleri ziyaret edebilme ayrıcalığına sahip olduklarını" okuyoruz. Hintlilerin efsaneleri eski bir Altın Çağ'da insanların gökyüzüyle ve gökteki Tanrılar veya Uzaylılarla bağlantı halinde olduklarını gösteren öykülerle doludur. Eski Sanskrit yazıları Himalayalar'da sönmez lâmbalarla aydınlatılmış yer altında oturan Nagaları anlatmaktadır. Nagalar aynı zamanda uçmasını da bildiklerinden dolayı gökyüzünde uzun yolculuklara çıkarlardı. Bu kişilerin mağara saraylarını aydınlatan sönmez lâmbalar ışıyan birer mücevher şeklindedir. Bu anlatımlara göre Himalaya Dağları'nda bir Uzay Üssünün kurulmuş olması akla yatkın görünmektedir. Bugün belki vardır belki de yoktur ama Uzaylıların var oldukları ve Dünya insanı ile içice yaşadığı çağlardan kalan kayıtlar bizim teorilerimizi desteklemektedir. Asya kıtası içersinde Türk Toprakları, Çin ve Hindistan arasında oluşan üçgen bize üç ilginç uygarlığı gösteriyor. Bunların Uzaylılar ile görüştüklerini biliyoruz. Türk Efsanelerini böyle yorumladığımızda ortaya inanılmaz gerçekler çıkıyor. Çin ve Hint Efsanelerinin yanı sıra yazılı kitaplarında anlatılanlar Dünyamıza gelenlerin Atalarımızla da temasa geçtiklerini ispat ediyor. Mahabarata'nm beşinci cildinde bir cümle var ki ancak tek bir anlama yorumlanabilir. "Başka Yıldızlarda ki Hayat." Kitaptaki tabir şu: "Kusursuzların ve Tanrıların oturduğu boşluğun ucu bucağı yoktur. Bunların oturduğu güzel yerler sayısızdır." Başka gezegenler konusunu böyle net açıklayan ifadeler binlerce yıldır bilindiği halde günümüzde ortaya çıkan bilim adamlarının hiçbir bilgiye sahip olmadan, saçma sapan konuşarak Uzaydaki hayatı kabul etmemeleri bilim adamlarının karşsında sadece bir komedidir. Bir çok Türk Pilotunun gördüğü UFO'ları açıklamalarını gerçekleri saptırarak yo-
— 141 — ALI BEKTAN rumlamaya çalışan bazı Türk Bilim Adamlan bu olayları başka şeylere bağlarken komik durumlara düşüyorlar. OĞUZ KAĞAN DESTANINDAKİ UZAY GEMİSİ Bu kitabı yazmaya başlamadan önce Türk Efsanelerinde-ki ilginç olaylar hep dikkatimi çekmişti. Bilge Karınca Yayınları'nın sahiplerinden Lâtif Uğurtekin ile bu efsaneleri konuşurken, konu biranda bu efsanelerin bugünkü teknolojilerle açıklanabileceği konusuna döndü. Zaten üzerinde çalıştığım bir kitap projesi vardı. Orada da kaybolan uygarlıkları araştırıyordum. İster istemez bu fikir oluştu, zaten bilgiler hazırdı. Önemli olan bunları kitaplardan toplayıp bağlantıyı sağlamaktı. Türk Tarihi'nde çok ilginç olaylar ve savaşlar söz konusu idi. Türkler düşmanlarıyla yaptıkları savaşlarda bazen yok olmanın eşiğine geliyor, sonra bir güç veya güçlü birileri gelip yardım ediyorlardı. O yardım ile Türkler yeniden ayağa kalkıyor, çoğalıp düşmanlarını yenip, kaybettikleri topraklarını geri alıyorlardı. Ergenekon Destanı bunun en dikkat çekici bir örneğiydi. Kökleri Mu Kıtası Uygarlığına dayanan Atalarımızın diğer yakın bölümü ise başka gezegenlere gidip geliyorlardı. Ne zaman ki kıta batınca; bu gidiş geliş önceleri durmuş, sonra Asya'da kalanlara gelip girmeye başlamışlardı. Bu arada kurulan şehirlerde ise Uzay dışı akrabalarımızın yardımları da söz konusuydu. Böylelikle ortaya modern şehirler çıktı. Zaten Asya'ya Mu Kıtası var iken bile gidip geliyorlardı. Gobi Çölü o devirlerde bereketli topraklara sahipti. Uygur İmparatorluğu ise M.Ö 17 binlerde Avrupa'ya kadar her yeri etkiliyordu. O zaman Batılı Antropologlara ve Arkeologlara sormak gerekir Türkler'in kökenini neden beş bin yıla sığdırmaya çalışıyorlar. İşte üzerinde düşünülmesi gereken soru budur? Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında ortaya çıkan Turancılık Akımını savunan aydın kesimi, bilmeden Bablıla— 142 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI nn ekmeğine yağ sürdü. Yapılan keşifler ise bu tezi çürüttü. Burada yapılan tarihi hata söz konusudur, l'nci Dünya Savaşı bittikten sonra ülkeden ayrılan Enver Paşa Ortaasya'ya giderek tüm Türkleri birleştirip bir ordu kurarak tekrar Anadolu'ya gelip, ülkeyi düşmandan temizlemeyi düşünüyordu, bu hayalinin faturasını ise canıyla ödedi. Bu konuda pek fazla bir yorum yapmayı düşünmüyorum. Benim burada ki düşüncem 'Türkler dünyaya medeniyeti taşıyan bir ırka mensuplar. Bizim ya' in akrabalarımızdan bir bölümü ise başka gezegenlerde yaşıyorlar. Sık sık dünyaya gelip bizi izliyorlar. Büyük tehlike anlarında ise bize yardım ediyorlar. Bu Teorinin en büyük desteklerinden bir tanesi Anadolu'da görülen UFCyiar ve Medya ya yansımayan bu olayları yakından izleyen binlerce insanın var olması. Onları dost olarak kabul etmesidir. Oğuz Kağan Destam'nda ki bu ilginç ev olayını mantıklı olarak şöyle açıklayabiliriz: "Oğuz Kağan yine yolda büyük bir ev gördü. Bu evin duvarı altından idi. Delikleri (Pencereleri) dahi gümüşten, damı demirden idiler. Kapalı idi. Aç Kıç (Anahtar) yok idi. Ona yarlığı kırdı ki: "Sen burada kal aç. Damı açtıktan sonra gel orduya deyip gitti. Bundan sonra ona Kalaç adını koydu. İleri gitti." Şimdi bu ev olarak anlatılan şey nedir. Modern cihazlarla donatılmış bir ev mi? Yoksa görev nedeniyle gelen bir uzay gemisi mi? Ya da bir uzay kapsülü mü? Şimdi onu bir uzay gemisi olarak tarif edersek ekip dünya'ya indi. O sırada ordusu ile oradan geçen Oğuz Kağan evi gördü. Onu inceledi, içine giremeyince bilgili birisini bırakarak yoluna devam etti. Ondan sonra ne olduğunu bilmiyoruz. Kabile hayatım bize uygun gören Batı Medeniyetine bu destan ile cevap vermek bile güzel. Biz Asya da rahat bir şekilde yaşarken Avrupalıların atalan mağaralarda yaşıyordu. — 143 —
ALI BEKTAN Uygurların Göç Destanı'nda da Han olarak seçtikleri Buğu Han da gökten inmedir. Açılan ve içinde beş odası olan bir ağaçtan doğmadır. "İki ırmak arasında bir ulu ağaç vardı. Bir gün bu ağaca gökten mavi bir ışık indi. Işıkla birlikte tatlı bir müzikte yayılmaya başladı. Yer-Gök günlerce bu ışığın aydınlığı ve bu tatlı ezgileriyle doldu. Bir yandan da ağacın gövdesi şişmeye başladı." Yüksek teknolojik ürünleri gören insanlar bu modern araçları gördükleri zaman bunları doğadaki eşyalar veya hayvanlara benzetirler ve tanımlamaya çalışırlardı. Bu efsanede anlatılan gökten inen ağacın bir UZAY GEMİSİ olduğu belli olmaktadır. Hatta içine girildiği bile görülüyor. Çünkü beş odası var deniliyor. Uçan bir aracın en kolay tarifi de onu kuşlara benzetmektedir. Çünkü uçan tek varlık kuştur. Ormana gittiğinde onu uçarken görmektedir. Daha önce de değinmiştik; Türk Mitolojisinde Kumarbi Efsanesinde Alalu'dan kuş gibi göğe Uçan Anu'dan söz edilmektedir. Altayhlarm Köğütey Destanı büyük ve kahraman bir kuş olan Kağan Kerede ile Kara Batur'un mücadelesini anlatmakta. Eti(Hitit) efsanesi "İUuankaş" ise gökyüzünde 6 kır atm çektiği bir arabayla gezen Tanrıça Inuraş anlatılmaktadır. Bu efsaneleri yorumlamaya başladığımızdan bu yana ilginç bilgilere ulaşıyoruz. Efsanelerin gerçeklik payı olduğu artık kabul edildiğine göre, oralarda anlatılan olayları ve nesneleri incelediğimizde bunları 21'nci yüzyıl teknolojisi ile yorumladığımızda birer teknolojik harikalar olduğunu görüyoruz. — 144 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ÖZBEKİSTAN'DA BULUNAN KAYA RESMİNDE UZAYLILAR VAR 1961 yılında Özbekistan'ın Navai kentinin yakınlarında bulunan bir kaya üzerindeki resim çok ilginçtir. Bu resimde çevresi ışınlarla sarılı bir aracın içinde gururlu bir tavırla duran bir adam var. Etrafındaki adamların yüzlerindeki garip maskeler solunum cihazlarını andırıyor. M.Ö 5000 yıl önce çizilen bu resimi yorumlayan Rus Bilim Adamları "Bir uzay gemisiyle yere inen ve soluyabilmek için özel maske kullanan Uzaylı kozmonotlara benzettiler." Esrarlı resimde "Koz-monot'lardan başka bir adamla bir kuzu, bir keçi, diz çökmüş duran yüzü maskeli bir başka adam var. Bu maskeli adamın araç içindeki gururlu varlığa saygı duruşunda bulunduğu anlaşılıyor. Türkler'in Ortaasya'ya hakim olduğu dönemlerden kalan bu resim bize atalarımızın uzaylılarla bağlantısına ilginç bir örnektir. Uzaydaki büyük uygarlıklardan gelenler dünya insanlarını eğittiler. Bunların arasmda bizim atalarımız Turanlılar da bulunuyordu. Ayrıca köklerimizin yer aldığı Mu Kıtası'ndaki büyük medeniyet de onların eseriydi. Tufan ile Pasifik Okyanusunun derinliklerine giden ve 64 milyon insanıyla kaybolan kıta bizim ilk atalarımızın yaşadığı toprak parçasıdır. Babil-Mısır-Hindistan ve Meksika Uygarlıklarını kuranlarla akraba olduğumuza göre onların başka gezegenlerden gelenlerle kurdukları ilişkiler sonucunda dünyamızda medeniyet gelişme göstermiştir. Bugün sahip olduğumuz bilgiye o zamanlar ulaşabilen Atalarımızın efsanelerini yorumladığımızda Türkler'in dünya'nın en ileri uygarlıklarım kurduklarını anlamış olacağız. Gökten inenleri Tanrı yerine koymak ilkel kavimlerde olurken, onlarla bilgi alış verişi yapanların da belli bir zekâ — 145 — ALI BEKTAN seviyesine sahip olmaları gerekiyor. Meksika ve Peru'da modern kentler kuran Aztekler ve Mayalar köken olarak Mu Kı-tası'ndan gittiler. Dünya'nm O ücra köşesinde tarihe damga vurdular. Mustafa Kemal Atatürk'te bu sırrı öğrenip, bildiği için 1930'lar da o araştırmaları yaptırarak Türkler'in kökenlerini araştırtmış oldu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriye-ti'nin binlerce işi varken bu konuda araştırma yaptırtmak onun büyüklüğünün başka bir göstergesidir. 20'nci yüzyıl başlarında çöküş içerisine giren Osmanlı Devleti'ni bir
arada tutmak için ortaya atılan Turancılık fikrinin de yeni arkeolojik keşifler nedeniyle herhangi bir anlamı kalmamıştır. Mustafa Kemal, Turancı fikirlere sahip olmakla birlikte Cumhuriyeti kurarken bu düşünceyi hemen ortaya sürmek istememiştir. Türkler dünyanın oluşmasından hemen sonra ortaya çıktılar ve Uzaydan gelen destek ile de medeniyetlerini kurdular. Sonuç muhteşem bir başarı oldu Tarihe Atalarımızla damgamızı vurduk. Mu Kıtası'nın batışını ve sebeplerini önceki bölümlerde açıklamaya çalıştım ve yeri geldikçe yine batış sebeplerine temas edeceğim. Bildiğiniz gibi günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce gerçekleşen Tufan dünyayı alt üst ederken iklimleri de değiştirmiş oldu. Sonuçta yeni doğan nesillerle birlikte dünya da hayat yeniden başlamış oldu. -146 — TÜRKLER VE UZA.YLI ATALARI TÜRK MİTOLOJİSİNDE TEK TANRI İNANCI Türkler'in Ortaasya'da Tek Tanrı inanana sahip oldukları daha yeni anlaşılıyor. Ruh ve Ahiret inancının yanı sıra yapılan her işte elde edilen başarının Tengri sayesinde olduğu açıklanırdı ve kabullenilirdi. Ortada atalarımızın dinini anlatan yazılı kutsal bir kitap yoktur. O devirlerden günümüze gelen yazıtlar ve efsaneler sayesinde bunları öğrenebiliyoruz. Sümerlerde Tann'ya Tengri, denilirken Gök Tanrı ve Yüce Tann gibi adlarla da adlandırılması ilginçtir. Gök (mübarek, kutsal, semavi, kutlu) anlamına gelirken göğün kutsallığı Türkler'de ön plâna çıkmaktadır. Türklerdeki inanç anlayışı Tanrı'yı bir ve üstün, yüce kudret ve kuvvet olarak bilmek ve bütün kâinatı onun yarattığı varlıklar olarak görmek ve ona yönelerek yakarmak ve bazen de onun göğün enginliği içinde bulunduğuna inanmak gibi özellikler göstermektedir. Bazı Tabiat güçleri ilah-laştırılmışsa da her zaman tanrının varlığına inanılırdı. Dünya'nın yaratıcısı tek Tanrı kavramı hakkında Ihni Fadlan Oğuzlarla ilgili yazdığı bir kitapta şu açıklamayı yapar. Oğuzlar bir haksızlığa uğradıklarını sezdikleri zaman, başlarım göğe kaldırarak: "Bir Tengri..." derler. Şimdi bu düşünceyi incelediğimiz zaman, 20'nci yüzyılda görülen binlerce UFO olayında temasa geçen bazı kişile-re,Uzaylılar Evreni yaratan Tek Tanrı'dan bahsediyorlar. O zaman Ortaasya'da yaşayan atalarımızın da aynı inana paylaştığını görmek, İslâmiyet'teki Tek Tanrı inancının binlerce yıl önce var olduğunu göstermektedir. Mitoloji'deki anlatımlar içersinde: "Gökten inen Ateş Gök Tanrısının oğludur." Bu anlatım bize, bir Uzay gemisinin yanan ışıklar içersinde dünyaya inmesini ve içinden de bize benzeyen insanların çıktığını anlatıyor. Onlar yardım için gelirlerken anlatımlar Gökten inen ateş olarak geçmektedir. — 147 — ALI BEKTAN Mitoloji'de yer alan Bilge Kağan'm bir sözü çok anlamlıdır. Bilge Kağan 716 yılında tahta çıktı. Kendisinden küçük kardeşi Kül-Tegin (Gültekin) ve kayınpederi Tonyukuk ile birlikte ülkelerini başanyla idare ettiler. 734 yılında zehirlenerek öldürüldü. Bilge Kağan kendi adına diktiği anıtta, gelecek nesillere şöyle sesleniyor. "BEN GÖĞE BENZER GÖKTE MEVCUT OLAN TÜRK BİLGE KAĞANIM" Bu söz benim tezime destek veren anlamı taşımaktadır. Göğe benzer gök anlamı, başka bir gezegen anlamına geliyor. Sanki kendisi görevli olarak Türkler'in basma Hakan olarak gönderilmiş gibi bir ifade ortaya çıkıyor. Kağan yazıtlarda neden başa geçtiğini şöyle açıklıyor: "Ben Milletimizin böylesine bitkin ve ümitsizlik içerisinde kıvrandığı bir sırada Tanrı böyle istediği için ve kendim Türk Milletini kurtarmak için Kağanlık tahtına oturdum. Da-ğüan milletimi toplayıp bütün, yoksul düşen halkımı varlıklı yaptım. Arzum ve gayem: Türk Birliğini korumaktı. Bütün Türkleri birleştirerek, aşiretleri millet haline getirdim" "Ey Türk Milleti..."
Yıkılmış ve yok olmak üzere bulunan milletimi dirilterek nasıl yeniden var ettiğimi bu taşa yazdım. Bu taşı okuyarak gerçekleri bilin. Artık seni yıkmak, seni yok etmek isteyen düşmanlarına aManmamalısm... Şimdi bu sözleri alm, Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkışını ve Kurtuluş Savaşı'nı kazanmasını ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasına kurguladığınızda aynı olayı görürsünüz. Bilge Kağan anıtının doğu yönünde şöyle yazıyor: "Ben "Gök Tanrı" gibi gökte yaratılmış "Türk Bilge Kağan'im sözlerimi işitin. Bu sözler sonunda bizim akrabalarımızın veya atalarımızın bulunduğu gezegenleri Samanyolu Galaksi'sinde olma ihtimalini ortaya çıkartmıyor mu? Hatta yıldız sistemlerini de sayabilirim. Sirrus, Ülker gibi Bu kitapta anlatmak istediğim düşünceyi sık sık tekrar ediyorum ama iyice anlaşılmasını istediğim için böyle devam ettiğimi daha önce de ifade etmiştim. — 148 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI GÖÇ DESTANI, GÖKYÜZÜNDEN GELEN DESTEK Uygur ilinde Hulin adında bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge adlı iki ırmak çıkardı. Bir gece bu iki ırmak arasındaki bir ağacın üzerine Gökten mavi bir ışık indLİki ırmak arasmda yaşayan halk bunu dikkatle takip etti. Mukaddes ışık, ağacm gövdesinde aylarca durdu. Ağacın gövdesi gittikçe kabarıyor: Oradan güzel musiki sesleri geliyordu. Bir gün ağacın gövdesi yarılarak içinden beş çocuk çıktı. Bu çocuklar beş ayrı odacıkta idiler. Ağızlarındaki emzikten süt emiyorlardı. Bunlar ışıktan doğmuş mukaddes çocuklardı. Halk ve Amirler onlara büyük saygı gösterdiler. Bu çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kutur Tigin, üçüncüsünü, Tükel Tigin, dördüncüsünün Ur Tigin,be-şincinin adı Buğu Tigin idi. Bunların Allah tarafından gönderildiğine inanan Uygurlar, içlerinden birini Hakan yapmayı düşündüler. Büyük bir şölen yaparak tahta oturttular. Buraya kadar olan anlatımı teknolojiyi düşünerek çözdüğünüzde gökten inen mavi ışık'in Dünya'ya iniş yapmış bir Uzay gemisi olduğunu, kabarma olayının geminin kanatlarını açması, içindeki çocukların ise özel olarak Türk Milletine yardımcı olmaları amacıyla gönderildiği anlamı çıkıyor. Çünkü çocukların hepsi çok zeki ve bir tanesini Hakan yapıyorlar. Bir tür yönetici sınıf ortaya çıkmaktadır. Destanın ilerleyen bölümlerinde felâketlere neden olan Kaya'nın Çinlilere verilmesinin hikâyesi anlatılıyor. Aradan uzun zamanlar geçti. Bir gün Uygur tahtına .yeni bir hükümdar oturdu. Bu hakan Çinlilerle yapılan savaşlara bir son vermek için oğlu Tigin'e, Kiyu Liyen adlı bir Çin prensesi almayı tasarladı. Bu prenses, sarayım Hatun Da-ğı'nda kurdu. O çevrede Tann Dağı adında başka bir dağ ve onun güneyinde de Kutlu Dağ denilen büyük bir kaya vardı. Çin elçileri, bakıcılarla birlikte geldiler. Onlar kendi aralann— 149 — ALI BEKTAN da dediler ki:Hatun Dağı'tun saadeti bu kayaya bağlıdır. Bu hükümeti zayıflatmak için onu yok etmeli.'' Bunun üzerine Çinliler prenseslerine karşılık, bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan yurt içindeki bu taş parçasını Çinlilere kıskanmaksızın verdi. Halbuki bu mukaddes bir taştı Uygur ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın Türk bütünlüğünün ve yurt severliğinin sembolü olan bu kayanın yurtta kalmasına bağlıydı. O giderse, saadette giderdi. Fakat kolay götürülecek bir kaya değildi. Çok büyüktü. Onun için Çinliler kayanm etrafına odun yığıp ateş yaktılar. Taşı iyice kızdırdıktan sonra üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar. Parçalanan taşlan arabalara yükleyip birer birer Çin'e götürdüler. Bu büyük olaydı: Vatandaki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da Tigin öldü. Memleket felâketten kurtulamadı. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar kurudu.
Göllerin suyu tükendi. Toprak çatladı, yiyecek vermez oldu. Nihayet Buğu Hanın çocuklarından bir başkası yurda hakan seçildi. Onun zamanında memleketteki ehli, vahşi bütün hayvanların, bütün kuşların, bütün çocukların hatta bütün cansızların "Göç Göç" diye derin üzüntüyle bağırdıktan duyuldu. Uygurlar bu manevi işarete (ilahi emre) uyarak toplandılar. Yurtlannı bırakıp göçmeğe başladılar. Nerede durmak istedilerse bu sesleri duydular. Nihayet Beş Balık'm bulunduğu yere geldiler. Orda sesler kesildi. Uygurlar da burada durup beş mahalle (beş şehir) yaptılar. Adını Beş Balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar. Bu efsaneyi modem teknoloji ile açıklamaya çalıştığımızda kayanın bir enerji yayan jeneratör gibi bir sistem olduğunu düşünelim. İklimi düzenleyen bu enerji dolu kaya sayesinde veya klima sayesinde insanlar mutlu yaşıyorlar. Çinliler savaşlarda Türkleri yenemedikleri için onları felâkete uğratacak bir şey anyorlar. Sonunda gönderdikleri prenses sa— 150 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI yesinde bu sırrın efsanede Kaya olarak adlandırılan veya İleri teknoloji ürünü, büyük enerji yayan klima olduğunu öğreniyorlar. Sonuçta İklimi düzenleyen bu enerji yüklü kaya parçalanıp, Çin'e götürüldüğünde iklim bozuluyor. Herkes Bu yerlerde yaşanmayacağına inanıyor ve kendilerine yeni topraklar arıyorlar. Biz destanı sadece bir kaya parçasının anavatandan götürülmesinin getirdiği felâketler olarak görmüyoruz. Olayın mantıklı bir şekilde açıklamasını yapmak istiyoruz. Bu da 21'nci yüzyıl teknolojisi sayesinde olur. Peki bu sistemi kimler gelip kurmuşlardır. İşte üzerinde düşünülmesi gereken bir soru da budur. Acaba bu sistemi geliştirenler sakın Mu Kıtası'ndan gelen bilgili kişiler olmasın. Elbette olabilir. Göç olayı Türk Mitolojilerinde sık sık yer alan bir olgudur. Kitabın diğer bölümlerinde Kavimler Göçü Teorimi açıklamıştım. — 151 — ALI BEKTAN ATATÜRK İNSANLIĞIN KÖKENİNİN NEDEN MİLYONLARCA YIL ÖNCESİNE DAYANDIĞINI AÇIKLIYORDU Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir devlet kurmak için hazırlıklara başlayan Mustafa Kemal Atatürk İzmir'deki bir toplantıya katıldı. Türk Ocağı Binası'nda toplanan Vilayet Halk Fırkası üyeleri ülkedeki meseleleri tartışıyorlardı. Konuşmaları dikkatle inceleyen o büyük lider şu ilginç görüşünü açıklıyordu: "Arkadaşlar zaman telakkisi çok mühim bir meseledir. Mesela Ödemiş kazasından kasaba ovasına yol lazımdır. Bu yol çok kıymetlidir. En nihayet bütün memleketi mütalaa ettiğimiz (düşündüğümüz) zaman ne kadar çok kilometre yol ihtiyacımız vardır. Bunlar hep yapılacaktır. Fakat zaman kavramını idrak etmek lazımdır. Dünya'yı dümdüz zannettikleri zaman, bu anlayışta olanlar onun 5-6 bin senede değil, ancak milyonlarca seneler zarfında meydana gelebilmiştir. Mükemmel bir eserin ani bir teşebbüsle vücuda gelmesi o kadar kolay değildir. Aynı zamanda düşünmek lazımdır ki bu noksanlar yarım asırlık bir ihmalin neticesi olsa idi, belki o kadar düşünmeye lüzum yoktu. Fakat bütün bu noksanlar asırların terakküm ettirdiği (yüzyılların biriktirdiği) noksanlardır. Bu nesil, hatta bundan sonraki nesiller çalışarak bu noksanları telafi edebileceklerdir. Ata'nın bu konuşmasını o yıllarda her zaman yaptığı konuşmalardan biri diye ele alırsak, onu anlamamış oluruz. 1920'li yıllarda çok ilginç bir teoriyi ileri sürüyor. Diyor ki: "Dünya'nın Yaradılışı 5-6 bin sene değil, milyonlarca yıla dayanıyor," diyor. Bu görüş öncelikle şunu söyleyeyim Kili-se'nin temel dini görüşüydü ve İncil'de böyle bildirilmekteydi. 20'nci yüzyılda bilim gelişmeye başladı. Atatürk'ten 50-60 yıl sonra Dünya'nın çeşitli yerlerinde yapılan Arkeolojik kazılarda yaşı 1 ile 3,5 milyon arasında değişen insan iskeletleri bulundu. O zaman Atatürk'ün haklı olduğu ortaya çıktı.
— 152 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Bilim dünyası'na hakim olan bu görüşü rededen Mustafa Kemal ilk iş olarak Türkler'in Kökenlerini araştırmaya karar verdi, ingiltere'de yıllarca süren araştırmalarını bastıran ve İnsanlığın İlk Kıtası Mu'yu anlatan Albay James Churc-ward'ın kitaplarını tercüme ettirdi. Çünkü Türkler'in köklerinin o kıtaya bağlı olduğunu biliyordu. Mustafa Kemal'in esrarengiz ve gizemli bir insan olduğu biliniyor. Onun söyledikleri o günler için inanılmaz sözlerdi. Ben bunları "Atatürk ve Parapsikoloji'"'' adlı kitabımda detaylı olarak yazdım. Churcward'ın kitaplarım okuduktan sonra notlar tutan Mustafa Kemal Dünya'da ki en büyük uygarlığı kuran Mu Kıtası sakinlerinin, Türklerle olan akrabalığına da inanmıştı. Cumhurbaşkanlığı döneminde Avrupa'da yayınlanan yayınları yakından takip ettirip isteten O muhteşem insan çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarında hem bize, hem de insanlığa çeşitli mesajlar verdi. Onun söylediklerinin hepsinin birer anlamı vardı. Söylenenler yıllar sonra çıkıyordu. İnsanoğlu'nun kökeninin milyonlarca yıl öncesine dayandığını iddia etmek 1924 yılında hiçte kolay değildir. Arkeologlar ve Antropologların yaptıkları çalışmalar sonucunda insanlığın milyonlarca yıla dayandığı bugün bilim dünyasında kabul edilmiştir. (*) Atatürk ve Parapsikoloji Ali Bektarı, 2002, Bilge Karınca Yayınları. — 153 — ALI BEKTAN MEVLÂNA'NIN BAHSETTİĞİ GÖKYÜZÜNDEKİ UYGARLIKLAR 13'ncü yüzyılın ünlü Tasavvuf isimlerinden bir tanesi olan Mevlena Celâleddin Rumî mesnevisinde gökyüzündeki uygarlıklardan bahsetmiştir. Onların dünya ile bağlantıları olduğunu ileri sürmüştür. Mesnevisinde şu dizeler açık bir şekilde Uzayı ve oradaki gezegenlerde yaşayanlan tasvir etmektedir: "Bu yeri yerdekiler için yaratmış olan, göğü'de göktekile-rin yurdu yapmıştır." "Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar." Burada anlatılmak istenen göğü de göktekilerin yurdu yapmışür sözünde başka gezegenlerde yaşayanlar için gökyüzünün yurt olduğu anlatılmıştır. Mesnevi'nin ilerleyen bölümlerinde Kur'anda da bahsedilen İdris Peygamberden söz eder. Onun Satürn gezegeninde bulunduğunu dünyaya döndüğünde astrolojiyi ve astronomiyi uygulayıp öğrettiğini anlatmaktadır. "İdris Peygamber, yıldızların cinsinden'di. Onun için sekiz yıl Zühal'de kaldı. Zuhal, Doğularda da onun dostu oldu, Batılarda da. Herhalde onunla konuştu, onun sırlarına sahip oldu. Kaybolduktan sonra tekrar Dünya'ya gelince, yeryüzünde yıldızlar bilimine dair ders verdi." Mevlâna'nın anlattıklarına göre İdris Peygamberin Satürn gezegenine gittiği orada sekiz yıl boyunca eğitim gördüğü, daha sonra insanlara yardımcı olmak üzere Dünya'ya geldiği ortaya çıkıyor. Ezoterizm Araştırmacılarından bir gurubun ileri sürdüğü teoriye göre bu tür özel insanlar dünya — 154 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ya enkarne oluyorlar. Yani dünyada doğuyorlar, sonra görevlerini görevlerini yapıp, misyonlarını yerine getiriyorlar ve gidiyorlar. Ben bu teoriyi kabul etmiyorum. Bana göre o kişiler direkt olarak geliyorlar, ya da dünya da doğuyorlar, Başka gezegenlere gidiyorlar, sonra yeniden dönüyorlar. Bence arada bir direkt bağlantı söz konusudur. Mevlana da İdris peygamberin sekiz yıllık bir süre kaybolduğunu, Zuhal (Satürn gezegeninde) öğrenim gördükten sonra geri geldiğinden bahsediyor. Kur'an-ı Kerîm'de de İdris peygamberden bahsedilir: Meryem Sûresi 56
ve 57 Ayetler: "Ey Muhammed kitap ta İdris'e dair söylediklerimizi de an, çünkü o dosdoğru bir Peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik." Âyetin hemen devammda İdris ' Peygamberin Tufan dan önceki nesile ait olan bir kişi olduğu son derece açık bir şekilde ifade edilir: Meryem Sûresi 58 ve 59 Âyetler. "İşte onlar Adem'in ve Nuh'la beraber taşıdıklarımızın soyundan, rbrahim ve İsrail'in soyundan ve seçip doğru yola eriştirdiğimiz, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerdendir. Onların ardmdan, namazı bırakan, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. İşte bunlar azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir." Böylelikle Antik çağlar öncesinde meydana gelen uygarlıklardan bahsedilmesi çok dikkat çekicidir. O uygarlıkların veya toplumların yok oluş nedenlerinin başında bilim ve teknolojide ne kadar ileri giderlerse gitsinler, sonuçta yozlaşıp Allah'ı unutmaları, bunun sonunda da bir doğal felâketle yok olmalarıdır. — 155 — ALI BEKTAN KUR'AN-I KERÎM'DE UZAY İLE İLGİLİ BİLGİLER. KUR'AN'DA EVREN'İN GENİŞLEMESİ 1400 YIL ÖNCEDEN BİLDİRİLİYOR Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen İslâmiyet'in kutsal kitabı Kur'an-ı Kerîm'de evrenin genişliğinden bahsediliyor. Zari-yat Sûresi'nin 47'nci Âyetinde "Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz onu genişleticiyiz," diye bildiriliyor. Âyette geçen "gök" kelimesi Kur'an'm pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Burada da bu anlamda kullanılmıştır. Yani Kur'an "Evrenin genişleyici" olduğunu bildirmiştir. Bilimin bugün elde ettiği sonuç yüzyülar öncesinden açıklanmıştır. 20'nci yüzyılın başlarına kadar bilim dünyasında hakim olan tek görüş "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Rus fizikçi Alexander Friedman ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, bu yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı Astronom Edwin Hübble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken ona göre: "yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise bu sürekli "genişleyen" bir evren" anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı. Ancak bu gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken Kur7an'da asırlar önce açıklanmıştır. — 156 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI 2002 Sonbaharındaki keşifte uzayın genişlediği ve düz olduğu teorisi yeniden onaylandı. Bilim Adamları Büyük Patlama dan arta kalan fosil ışınımı büyük bir hassasiyetle ölçmeyi başardılar ve evrenin "Uzaysal olarak düz" olduğunu doğruladılar. Paris'teki Ulusal Bilim Araştırmaları Merkezi, Archeops adı verilen uluslararası proje çerçevesinde Stratosferde balonlu uzay araştırmasına ilişkin açıklama yaptı. Açıklamaya göre çalışmalar, evrenin "Uzaysal bakımdan düz" olduğuna ilişkin sonuçlan doğruladı. Büyük Patlama'dan arta kalan ışınımın ölçülmesinin, evrenin oluşumunu anlayabilmek için çok önemli olduğunun vurgulandığı açıklamada, bu sayede evrenin yoğunluğu, yaşı ve genişleme oranının ortaya çıkarıldığı belirtildi.. Grenoble'daki Evren Bilimleri Gözlemevi'nden François-Xavier Desert "Son ölçümlerin, evrenin genişleme hızının arttığını da doğruladığını," ifade etti. Kur'an-ı Kerîm'de inamlmaz bir şekilde verilen haberlerin hepsi doğru çıkmıştır. Bilimsel konularda gelecekten verilen haberlerde veya matematiksel şifrelemelerde o dönemde hiçbir insan tarafından
bilinmeyen gerçekler Âyetlerde yer almıştır. Bu bilgilerin o dönemin teknolojik imkânlarının olmamasıyla ispat edilmesi imkânsızdır. Bu bilgilerin Allah'ın sözlerinin olduğu da doğrulanmaktadır. Her geçen gün ortaya çıkan bilimsel gelişmelerin Kur'anda bulunması ise bir tesadüf olmadığını göstermektedir. Kur'an'da Güneş ve Ay'dan bahsedilirken her birinin bir yörüngesi olduğu şöyle vurgulanır: "Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor." (Enbiya Sûresi Âyet 33) Güneş'in sabit olmadığı, belli bir yörüngede yol almakta olduğu, bir başka Âyette de şöyle bildirilmektedir: — 157 — ALİ BEKTAN (Yasin Sûresi Âyet 38) "Güneş de, kendisi için tespit edilmiş olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir." Kur'an'da bildirilen bu gerçekler, ancak çağımızdaki astrolojik gözlemlerle anlaşılmıştır. Astronomi uzmanlarının hesaplarına göre güneş, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı doğrultusunda saatte 720 bin kilometrelik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Bu, kabaca bir hesapla, Güneş'in günde 17 milyon 280 bin km yol aldığını gösterir. Güneşle birlikte onun çekim sistemi içindeki tüm gezegenler ve uyduları da aynı mesafeyi kat ederler. Ayrıca evrendeki tüm yıldızlarda buna benzer plânlı bir harekete sahiptirler. Tüm evrenin bu şekilde yörüngelerle donatılmış olduğu, yine Kur'an'da şöyle haber verilmiştir: "Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe and olsun" (Zariyat Sûresi Âyet 7) Evrende yaklaşık 200 milyar galaksi bulunduğu ve bunların içinde de 200 milyar yıldız bulunduğu bilim dünyasmda kabul ediliyor. Bu yüdızlann pek çoğunun gezegenleri ve bu gezegenlerin de uyduları vardır. Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir. Bunların dışında pek çok kuyruklu yıldız da kendisi için tespit edilmiş olan yörüngede yüzüp gider. Evrendeki yörüngeler sadece gök cisimlerine ait değildir. Galaksiler de şaşırtıcı hızlarla plânlı ve hesaplı yörüngeler üzerinde hareket ederler. Bu hareketleri esnasmda hiçbir gök cismi bir diğeriyle çarpışmaz, yolları kesişmez. Kur'an'ın indirildiği dönemde insanlık günümüz gibi uzayı milyonlarca kilometre uzaklara dek gözlemleyecek teleskoplara, gelişmiş gözlem teknolojilerine, modern fizik ve astronomi bilgilerine sahip değildi. Dolaysıyla uzayın, Âyet— 158 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI te bildirildiği gibi "Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış" olduğunu bilimsel olarak tespit etmek imkânsızdı. Bugün gelişen teknoloji sayesinde yeni yeni bilimsel bilgilere sahip oluyoruz. Evrendeki kusursuz düzenin sahibi Allah sadece bu dünyada mı insan yarattı? Evrende milyarlarca galaksi, yıldız ve gezegen olduğu ileri sürüldüğüne göre oralarda da bizim gibi insanlar yaratmak Allah için zor bir iş midir. Tabii ki değildir. Bize benzeyen insanların dışında, bizden daha akıllı insanlar yaratmış olamaz mı? Bizim bilmediğimiz hayvan veya bitki türlerinin dışında, ilginç hayat formatlarmın olduğu gezegenleri yaratmak o yüce yaratıcı Allah için çok kolay değil midir. Kolay olduğuna göre o zaman uzayda hayatın var olduğuna inanabiliriz. Göklerin Yaratılışı "O inkâr edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya Sûresi 30) Âyetin "Birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen "ratk" kelimesi Arapça sözlüklerde "birbiriyle içice, ayrılmaz durumda, kaynaşmış"
anlamlarına geliyor, Yani tam bir bütün oluşturan iki maddeyi tanımlamak için bu kelime kullanılır. Âyette geçen "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fetfc" fiilidir ki, bu fiil "ratk" halindeki bir nesneyi yarıp parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması Arapça da bu fiille ifade edilir. Şimdi Âyete tekrar bakalım, Âyette göklerin yerin birbiriyle bitişik yani /'raÖr" durumunda olduğundan bahsediliyor. Ardından bu ikisi "fatk" fiili ile ayrılıyorlar, Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor. Gerçekten de Bing Bang'in ilk anını hatırladığımızda, tek bir noktanın evrenin tüm maddesini içerdiğini görüyoruz. Yani her şey hatta henüz yaratılmamış olan "Gökler ve Yer" bile bu noktanın içinde "ratk" halindeler. Ardından bu nokta şiddetle patlıyor ve bu yolla maddeler "fatk" oluyorlar. — 159 — ALI BEKTAN Allah'ın evreni yoktan var ettiğini bilimsel bir şekilde kanıtlayan Bing Bang bilimsel delillerle ispatlanan bir teoridir. Bazı bilim adamları alternatif teoriler üretmeye çalıştılar ancak elde edilen bilgiler Bing Bang'in bilim dünyasında kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır. M.S 6'ncı yüzyıl sonlan ve 7'nci yüzyıl başlarında bildirilen bilimsel olayların 20'nci yüzyılda ispat edilmesi dikkat çekicidir. Kur'an'da ayrıca Allah'ın İbrahim Peygambere Burak isimli özel bir Hava Taşıtı tahsis ettiğini yazar "Allah, Hazret! Muhammed'in Burak'ını o zamanlar İbrahim Peygambere de vermişti. İbrahim Peygamber Burak'a biner ve bulunduğu yerden 35 günlük mesafedeki Mekke'ye bir gecede giderdi." (96/1:166) Hazreti Muhammed, Burak'tan şöyle bahseder: "Burak güneş gibi bir ışıkla parlıyordu. İki yanında iki kanadı vardı, dileyince havada kanatları ile uçup gidiyordu: bir rüzgâr gibiydi." Diğer bir Âyette Hazreti Muhammed Burak ile Mekke'den Kudüs'e gelişinden ve dünya dışı bir seyahatten söz eder: "Ta Kudüs'e geldik Orada gökten meleklerin indiğini gördüm. Beni karşıladılar Ansızın bir merdiven gördüm. Bir ucu bir büyük taşta idi, bir ucu da gökyüzüne uzanıyordu. İki tarafında direkleri ve ortasında basamakları vardı. O merdiven meleklerin yolu idi" Hazreti Muhammed'in Allah'ın huzuruna çıkarken gördükleri ise anlamlıdır: "Sonra İsrafil ile birlikte büyük ve karanlık bir denize vardık. İçersinde sayılamayacak kadar çok melek vardı. Bunlar hiç hareket etmeden bekliyorlardı.. Ey İsrafil, bu deniz ve melekler kim?" diye sordum. Bana Cebrail cevap verdi: "Onlar yer ve gök mahlûkatının çoğunu oluşturan meleklerdir. Birbirinden ayrı bu meleklerin genişliği 70 bin senelik mesafedeydi." Bu anlatım tarzından şu sonuç çıkmaktadır. Hazreti Peygamber Miraç olarak adlandırılan bu olay gerçekleşirken, — 160 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Uzay'ı da görmüş oluyor. Uzay'dan geçtikten sonra göğün katmanlannı aşıp Allah'ın huzuruna ulaşmış oluyor. Âyetlere devam. Şura Sûresi: 42/29 "Gökleri, yeryüzünü ve bunlar içinde üretip yaydığı canlıları yaratması da onun varlığının ve yüceliğinin delillerindendir." Nahl Sûresi: 16/49 "Göklerde ve yeryüzünde olan canlılar ve melekler, onlar hepsi de büyüklük göstermeden Allah'a secde ederler." Enbiya Sûresi: 21/19 "Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi ona aittir." Hac Sûresi: 22/18 "Görmedin mi göklerde olan herkes ve ¦ her şey ve yeryüzünde bulunan herkes ve her şey, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve pek çok insan gerçekten Allah'a secde ediyorlar, insanlardan çoğu da vardır ki onlara azap hak olmuştur" Nur Sûresi: 24/41 "Göklerde ve yeryüzünde bulunan ile kanatlarmı açıp çırparak uçan kuşların hep Allah'ı teşbih ettiklerini görmez misin?
Onların hepsi kendi dua ve teşbihini bilmektedir. Allah da hepsinin yaptıklarını bilir." Rad Sûresi: 13/15 "Göklerde ve Yeryüzünde kimler varsa onlar da gölgeleri de sabah akşam ister istemez Allah'a secde ederler." Nemi Sûresi: 27/87 "Sura üfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde kimler var, yeryüzünde kimler varsa dehşetle korkarlar ve hepsi de boynu bükük ve zelil olarak ona gelirler." Rahman Sûresi: 55/ 29 "Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi ondan ister. O (Allah) her gün (her an) yaratma işindedir" Talak Sûresi: 65/12 "Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Onun emri bütün bunlar arasında — 161 — ALI BEKTAN durmadan iner durur. Allah'ın bunları yaratıp emirler indirmesi onun gerçekten her şeye gücü yettiğini ve bilgisiyle her şeyi kuşatmış olduğunu bilmeniz içindir." Bu Âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla Kur'an-ı Kerîm'e göre Uzaydaki başka gezegenlerde hayatın var olduğu oralarda yaşayan canlıların da Allah'ı teşbih ettikleri, onun bilgisinin ve varlığının onları kuşattığı görülüyor. Kur'an'ın tefsirleri Bilim adamları tarafından incelendiğinde daha bir çok bilgiye ulaşacağız. UFO olaylarının görülmesi üzerine görüşüne baş vurulan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Afyon'da görülen UFClar ile ilgili olarak ayrıntüı bir çalışma yapmadıklarını belirterek "İslâm dinine göre dünyanın dışmda hayat var mıdır? sorusuna, bizim görmediğimiz daha çok alemler var," diyerek açıklamada bulunuyor. Celalettin Yeniçeri Hocamızın görüşleri şöyle: Bazı gezegenlerde insan için uygun ortamlar olmalıdır. İnsan bu gibi yerleri bulup oralara gidebilirse onun yüce Allah karşısındaki durumunda genede hiçbir değişme olmaz. Allah yerküresi üzerinde istediği kulluğu oralarrda da ondan ister ve kainatın her yerinde O kendi Rab'lığmı ortaya koyar. İnsan onun karşısında daima aciz bir kul olarak kalır. İnsanlık böyle bir şeyi başarırsa buradan ayrılıp gidenler orada da aynı ilahi çağrının muhatabı olma durumundadırlar. Marmara İlahiyat Fakültesi Doçentlerinden Celal Yeniçeri yedi yıl boyunca Kur'an-ı Kerîm ve Peygamberimizin hadisleri üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda "başka gezegenlerde hayatın olacağı" sonucuna vardığını Uzay Ayetleri Tefsiri kitabında açıklıyor. Ülkemizde Ufoloji tarihle, arkeolojiyle ve kültürle yalan bir ilişki içindedir. Destanlarımızda dünya dışı varlıklar simgesel bir dille tasvir edilmektedir. Ortaasya Türkleri'nin efsanelerinde bu varlıklar "Uçan Tanrılar" veya "Uçan Cisimler" olarak nitelendirilmiştir. — 162 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Eski Türk inancına göre, Gökyüzü Tanrısı'nın tahtı, hem Ay'dan hem de Güneşten çok uzaktaki yıldızlarda bulunmaktaydı. Atalarımız aynaya benzer cisimlerin gökyüzünde dolaştığına ve yaydıkları ışıkların her yeri aydınlattığına inanıyorlardı. Uygur Türkleri'nin destanı "Varoluş" ta yine gökyüzünden gelen ve dünyalı kızları kendilerine eş olarak alan varlıklardan söz edilmektedir. Destanda bu ilişki sonucunda 19 Türk Kavminin doğduğu anlatılmaktadır. Türkiye'de ki antik harabelerde, gezegenimize yapılan dünya-dışı ziyaretlerle ilgili fiziksel kanıtlar da bulunmuştur. "Van'daki antik Tuşba kenti harabeleri arasında yapılan araştırmalarda 3000 yıldan fazla bir süreye sahip olduğu tahmin edilen bir heykel bulundu. Bir uzay aracı modeli olan 22 santim uzunluğunda, sekiz santim yüksekliğinde ve 7,5 santim genişliğindeki bu heykel, şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmakta, fakat sergilenmemektedir. Aracın şekli ve yapısı günümüz uzay roketlerine çok benzemektedir. Heykelde fark edilebileceği gibi araç sürücüsünün giysisi ve oturuş biçimi modern astronotlarla tıpatıp aynıdır. Böylece teorimizi kanıtlayan bir belge daha bulunmuş olmaktadır. Bu heykelin daha yakından incelenmesi gerektiğini ifade ediyoruz.
KUR'AN-I KERÎM'E GÖRE YARATILIŞ 20'nci yüzyılın başlarına dek bilim dünyasının kabul ettiği görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar kadar da var olacağı şeklindeydi. Statik yani durağan evren modeli adı verilen bu görüşe göre, evren için herhangi bir başlangıç veya sonsöz konusu değildi. — 163 — ALI BEKTAN Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir yaratıcının varlığını da redediyordu. 20'nci yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan "Durağan Evren" modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. 21'nci yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca evrenin materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği de saptanmıştır. Bugün bu gerçekler Bilim Dünyası tarafmdan kabul edümektedir. Kur'an-ı Kerîm'de evrenin ortaya çıkışı şöyle anlatılır: "O gökleri ve yeri yoktan var edendir." (Enam sûresi 101 Âvet) Kur'an'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Başta da bebrttiğimiz gibi kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte bir sıfır arımda, büyük bir patlamayla orijinal adıyla "Big-Bang" teorisi ile ortaya çıktığı kabul edilmiştir. Bunun zamanım ise bilim adamları 15 milyar yıl önce olarak tahmin ederken, tek bir nokta olarak yokluktan meydana geldiğini kanıtlamışlardır. Big-Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tam olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortammda, madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern bilimin ortaya koyduğu gerçek, Kur'an'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir. Nasa'nın 1992'de gönderdiği Cobe Uydusunun hassas tarayıcıları BigBang'den sonra tüm evrene yayıldığı varsayılan radyasyonun kalmalarını buldu. Bu buluş evrenin yoktan var edildiği gerçeğinin bilimsel bir açıklaması olan Big-Bang teorisinin ispatı oldu. — 164 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Evrenin yaratılışı ile ilgili Big-Bang teorisinden sonra Big Crunch teorisi ortaya çıktı. Buna göre genişlemekte olan evrenin, gittikçe hızlanarak içine çökeceğini öne süren bir teoridir. Teoriye göre evrendeki bu çöküş evren tüm kütlesini kaybedip sonsuz yoğunluktaki bir noktaya dönüşene kadar sürecektir. Büzülen evren çok yüksek bir ısı ve sıkışma ile bildiğimiz tüm hayat şekillerini yok edebilecektir. Kur'an'da bundan da bahsedilir: "Bizim göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız, yaratmaya başladığımız gibi, yine onu eski durumuna getireceğiz. Bu, bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette biz yapıcılarız." Enam sûresi 104 Âyet) Bir başka Âyet te ise şöyle bahsedilir: "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa yer, bütünüyle onun avucu (kabzasmdadır); Göklerde sağ eliyle dürülüp bükülmüş koştuklarından münezzeh ve yücedir." (Zümer sûresi, 67 Âyet) Big Crunch teorisine göre başlangıçta olduğu gibi yavaşça, fakat gittikçe hız kazanarak evren çökmeye başlar. Tüm bunların devamında ise, evren sonsuz yoğunluk ve sonsuz ısıda, sonsuz küçüklükte bir nokta haline gelir. Bu bilimsel teori, Kur'an Âyetleri ile paralellik içindedir. AY'A GİDİLMENİN YÜZYILLAR ÖNCESİNDEN BİLİNMESİ Kur'an-ı Kerîm yüzyıllar öncesinden Ay'a gidileceğini bildiriyor. Kutsal kitabımızı bilimsel bazı konularda verdiği bilgiler ancak günümüzde yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkıyor. Inşikak
Sûresi'nin yanı sıra Rahman Sûre-si'nin 33'ncü Âyeti yorumlandığında Dünyamızın uydusu Ay'a nasıl gidileceği bildiriliyor. — 165 — ALI BEKTAN İnşikak Sûresi: 1- Gök yarılıp parçalandığı. 2- Ve kendi yaratılışına uygun Rabbine boyun eğdiği zaman. 3- Yer düzlendiği 4- içinde olanları dışa atıp boşaldığı, 5- Ve kendi yaratılışına uygun Rabbine boyun eğdiği zaman 6- Ey İnsan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın, sonunda ona varacaksın. 7- Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse, 8- O kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek, 9- Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. 10- Kimin kitabı ardmdan verilirse, 11- O'da helak (yok olmayı) çağıracak. 12- Çılgın alevli ateşe girecek. 13- Çünkü O (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi. 14- Doğrusu O Rabbine bir daha dönmeyeceğini sanmıştır. 15- Hayır, gerçekten rabbi, kendisini çok iyi görendi. 16- Yok şafak vaktine yemin ederim. 17- Geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere. 18- "Ondördüne girdiği zaman aya and içerim." 19- "Siz gerçekten tabakadan tabakaya bineceksiniz." 20- Şu halde onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar? 21- Kendilerine Kur'an okunduğunda secde etmiyorlar. 22- Tersine, o nankörler, yalanlıyorlar. 23- Oysa Allah, onların içlerinde sakladıklarını daha iyi bilendir. — 166 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI 24- Bu durumda sen, onlara acı bir azap ile müjde ver. 25- Ancak iman edip salih emellerde bulunanlar başka: On lar için kesintisiz bir ecir, mükâfat vardır. İnşikak Sûresi'ndeki bu Âyetleri yorumlayan Araştırmacı Yazar Serkan Tekin yaptığı ebced ve cifir hesapları sonucunda Hicri 1389 tarihini buluyor. Kur'anda gizlenen tarihler adlı kitabında açıkladı. ABD'li astronotlar Amstrong, Alding ve Collins'in aya iniş tarihi Hicri 1389 Miladi 1969 olmaktadır. Rahman Sûresi 33'ncü Âyette Ay'a gidişten bahsetmektedir. Âyetin anlamı: "Ey Cin ve İnsan toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp geçmeye güç yetirebilirse-niz, hemen aşın. Ancak ve ancak üstün bir delille bir güçle aşarsınız." Âyette Allah şöyle buyurmuştur: "Ey cin ve insanlar topluluğu, eğer sizler yer ve gök tabakalarından kurtulmak istiyorsanız, haydi kurtulun Ancak ve ancak bir delille bir sultanla kurtulabüirsiniz." Âyetten insanın yer ve göklerin tabakalarına yükseleceği ve bunun bir delille veya makine ile olacağı vurgulanmıştır. Âyetteki fenfüzu kelimesinin füzeye işaret etmesi gayet mantıklıdır. Çünkü farucu kelimesi de fenfüzu'nun yerine kullanılabilirdi. Aynı maksat bu ifade ile de dile getirebilirdi. Burada Kur'an-ı Kerîm'in mucizevi tarih vermesinin yanında bir füzenin isminin anlaşılması ve o ismin telaffuz edilmesi Kur'an-ı Kerîm'in mucize kitap olduğunun tam bir belirtisidir. Bu Âyet ince mealiyle "Ay'a Gidişin" füze sayesinde olacağım bildirirken, Cifir hesabıyla da o füze ile aya gidişin tarihi verilmektedir. Kur'an-ı Kerîm'in bu olayı bildirmesinin yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün söylediğindende bahsetmek gerekiyor. — 167 — ALI BEKTAN Konu ile alâkası olmadığı zannedilmesin. İlk kitabım "Atatürk'ün
Kehanetleri" 1999 yılının ilk günlerinde piyasaya çıkmıştı. Kitap büyük ilgi gördü. Sonra okuyucularımdan bana çeşitli bilgiler ve belgeler gelmişti. Ben de bunları ikinci eserim olan "Atatürk ve Parapsikoloji" adlı kitabımda topladım. Bunlardan bir tanesi Emekli Püot Ziya Kayahan Be-yin gönderdiği idi. Çok ilginç gelmişti bana. Mustafa Kemal 28 Mayıs 1936 tarihinde düzenlenen Türk Hava Kurumunu ziyareti toplantısında şunları söylemişti: "Geleceğin en kıymetli silâhı da hiç kuşkunuz olmasın uçaklardır. Bir gün insanoğlu uçaksız da göklerde yürüyecektir. Gezegenlere gidecek belki de bize Ay'dan mesajlar yollayacaklardır. Bu mucizenin gerçekleşmesi için 2000 yılını beklemeye gerek kalmayacaktır. Gelişen teknoloji bize daha şimdiden bunu müjdeliyor. Bize düşen görev ise Barıdan bu konuda geri kalmamaktır" O yıllarda uçaklar yeni yeni gelişmektedir. Ancak 2'nci Dünya Savaşı içersinde ve sonrasında gelişmiştir. Uçakların gelişmediği bir dönemde Atatürk Ay'a gitmekten bahsetmiştir. Onun özel bir insan olduğunu herkes kabul ediyor. Bu sebeple bu yüce liderin bu bÜgileri elde etmesi, bilmesi gayet normaldir. Bence ilk kaynak Kur'an-ı Kerîm olabilir. Çünkü Kutsal kitabın tercümesini ve tefsirini Elmahlı İsmail efendiye Cumhuriyet kurulur kurulmaz yaptıran kişi Mustafa Kemal'dir. Klmalılı ismail Efendi'nin tefsiri bugün de okunmakta ve bu tefsire güvenilmektedir. 33 yıl sonra insanlara Ay'a gidilecek diyen kişiye ister Avrupa da isterse Amerika da olsun kimse inanmazdı. Ayrıca Ata'run bir müjdesi daha vardır o da gezegenlere gidüece-ğinden bahsetmesidir. Sanki Nasa'nın çalışmalarını 1930'lu yularda görmüş ve bildirmiş gibi. Bilim tarihine füze tarifi ise 2'nci Dünya Savaşı sırasında Alman Bilim Adamı Von Braun'un yaptığı füzelerle girmiştir. Londra'ya yollanan füzeler Almanya içlerinden veya Almanların işgal ettiği ülke— 168 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI lerden yapılıyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri Bavyera Eyaletinde ki gizli füze üssünü bombalamasaydı, Almanlar Kıtalararası Füzeyi bitirmek üzere idi. O füzelerle Amerikanın Atlantik Kıyısındaki şehirleri başta Washington ve New York vurulacaktı. Aslmda düşünülmesi gereken bir konu var. Almanlar bu bilgiye ve teknolojiye nasıl ulaştılar. O sıralarda başka bir Alman Bilim Adamı topluluğu da Atom Bombası üzerinde çalışıyordu. Tarihin gizli kalmış gerçeklerinden olan bu olaylar üzerindeki sır perdesi bugün dahi ortadan kalkmamıştır. Savaşın bitiminde Amerikalüar ve Rusların ilk işi Füze teknolojisini bilen Alman bilim adamlarını ele geçirmek olmuştu. Von Braun ve arkadaşları ABD'ye götürüldü. Çalışmalara başladılar. Hem Kıtalararası füzeler imal ettiler, hem de AY'a gidecek füzeyi geliştirip yaptılar. Savaştan 24 yıl sonra Ay'a gidildi. Nasa Ay'a gittiğini ispat etmeye çalışıyor ama inanmayanlar da var. AMERİKA AYA'A GİTTİĞİNE BİN PİŞMAN Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA'nın başı, Ay'a gidildiğine inandırmak zorunda olduğu insanlarla dertte. "Ay yüzeyine dikilen ABD bayrağı niçin dalgalanıyor?" "Ay'da hava var mı ki rüzgâr essin," diyenler. Ay yüzeyinde yürüyen astronotları gösteren fotoğraflarda "yıldızların neden görülmediğini" soranlar, Ay'a gerçekte gidilmediğini, tüm olanların ABD'nin gözlerden uzak ıssız, bir köşesindeki stüdyolarda hazırlanan bir şov olduğunu öne sürenlerin sayısı çığ gibi büyüyor. Üstelik bu tür sorulan soranlara bilime dayanan meslek gurubu mensuplan, hatta NASA'nm Apollo projelerinde görev alanlar arasmda bile rastlanıyor. — 169 — ALI BEKTAN Fox Televizyonunun şüphecilerin iddialarını yansıtan bir saatlik bir programı ekrana getirmesi "Ay'a gidilmedi" diyenlerin cephesini güçlendirdi.
Bu gelişmeler üzerine NASA Ay'a"seyahat hakkında gerçekleri göz önüne serecek ve sorulara bilimsel bir cevap verecek kitap yazdırmayı plânlıyor. Bu denli saçma sapan iddialara NASA gibi prestijli grubun cevap vermesinin şüphecilere itibar kazandıracağını ileri sürenlerde bulunuyor. Amerikalı bir grup Bilim Adamı da komplo savunucularını susturmanın mümkün olmadığı görüşünde. Dünya Dışı Akıllı Yaratıkların, UFO ve Astroloji gibi bilimsel görüntülü olarak adlandırılan çalışmaların çok popüler olduğunu milyonlarca insanın o yüzden ilgi gösterdiklerini ileri sürüyorlar. Apollo 13 Komutanı Jim Lovell ise Amerika daki çılgınlığın son kurbanlarından oldu. Lovell "Sadece Ay'a gittim," dediği için dâva edildiğini, olayın artık bir delilik boyutuna geldiğini söyledi. Apollo 11 astronotu Edwin Aldrin'de geçtiğimiz yaz evinin önünde yolu kesilerek Ay'a gittiğine dair İncil üzerine yemin etmesinin istendiğini ve çıkan tartışmanın yumruklu kavgaya dönüştüğünü anlattı. Bizce Amerikalılar haklıdır. Nedeni ise şudur: Amerikalılar eğer Ay'a gitmemiş olsaydı. Onları yakından izleyen Ruslar derhal olayı açıklar ve alay ederlerdi. 1969 yılında düşünün dünya da soğuk savaş devam ederken, Ruslar Amerikalıların Ay'a gitmeyip bunu bir yerde gerçekleştirip, gittik diye yaym yapmalarım öğrenince yıllarca yüzlerine vururlardı. Soğuk Savaşın üst düzeyde olduğu yıllarda böyle bir organizasyon eninde sonunda dışarıya sızardı. Bu yüzden ben ABDTilerin Ay'a gittiğine inanıyorum. Burada önemli olan sonraki yıllarda neden Ay'a gitmekten vazgeçtikleridir. Amerikalılara, belki de birileri "Ay'a gelip bizi rahatsız etmeyin," dediler. Ya da Ay'a gitmeye başka bir sebepten do— 170 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI layı mı korkuyorlardı. Otuz yıldan fazla bir süredir birileri açısından Ay'a gidilmediğine göre, bundan sonra da gidilmesi sözkonusu olmayacak galiba. Bu da NASA'mn sırlarından bir tanesi olarak günümüze kadar geldi. AMERİKALILAR NEDEN AY'A GİTMEYE KORKUYORLAR? Amerikalılar 1969 yılının Temmuz ayı'nda Ay'a giderek yeni bir heyecana neden oldular. Apollo serisinde uçan her roket ay'a yaklaşırken biranda etrafını UFO'lar çeviriyordu. Refakat eden bu cisimleri gören Astronotlar Nasa'ya bunları telsiz aracılığıyla bildiriyordu. Bu sözler kayıtlara geçerken, dünyanm çeşitli yerlerindeki diğer telsizciler tarafından da dinleniyordu. Ayrıca bunların görüntüleri de çekiliyordu. Apollo-14 Ay'a indiğinde de aynı şey olmuştu. Ay'da ki ilk adımlar atıldığında çekilen resimlerin arka plânında bir çift UFO'da poz vermişti. Bu tarihi yolculuk, gerçekten iki uçan cismin refakatinde gerçekleşmiştir. Bunların resmini basan Life Dergisi'nin o sayısı çabucak piyasadan toplatıldı. Ses bantlarında astronotlar "Uçan Daireler" den söz etmişlerdi. Daha da ötesi Ay da bir hitap tarzı vardı ki bunun Kur'an-ı Kerîm'deki Âyetlere benzer bir esrarengiz müzik yayını olduğu kayda geçiyordu. Astronot Armstrong bunun "Ezan" olduğunu, daha sonra gezmeye gittiği Kahire'de öğrenince çok şaşırdı. O zaman biz ne demiştik. Uzayda Müslüman olan uzaylılar var diyorduk ve söylediğimiz de böylece gerçekleşmiş oldu. Bence Amerikalılar'da bunu biliyorlar, fakat saklıyorlar. Bizimle yakmdan ilgilenmelerinin tek nedeni bence budur. Uzaylı Dostlarımızın veya Akrabalarımızın Türkler ve Anadolu ile yakından ilgilenmesinin ardmda dini yakınlıkmı bulunuyor diye sorarsanız: Bu sorunun cevabını Uzay Âyetleri — 171 — ALI BEKTAN Tefsirlerini veren İlahiyatçı Hocamız Celalettin Yeniçeri vermektedir. Onun tefsirleri ve hadisleri yorumlaması karşısında şu durum ortaya çıkıyor: "Uzayın neresine giderseniz, gidin karşınıza
Allah ve onun dini islâmiyet çıkacaktır." En basit örnek olarak Ay da bile karşımıza çıktı. Dünya'-nm 30 yıldır gözünden kaçan bir konu var: Amerikalılar yaklaşık 30 yıldan bu yana Ay'a neden bir uzay aracı göndermi-yorlar? Nasa'nm ilk projeleri arasında Ay'da bir üs kurmak var idi. Böylece Ay'daki üs sayesinde çeşitli deneyler yapılacak ve oradan da uzay gemileri ile diğer gezegenlere daha kolay gidilecekti. En büyük avantaj da Dünya'nın yer çekiminin ağırlığından kurtulmaktı. Böylece bir uzay gemisini daha fazla yakıt ile güneş sistemindeki diğer gezegenlere göndermek mümkün olacaktı. Dünya'dan şimdiki teknoloji ile kaldırılacak olan geminin yer çekiminden kurtulması için çok fazla yakıta ihtiyaç vardı. Hatta Ay Üssü Alfa adıyla bir de televizyon dizisi çekilmişti. Bu dizi 1979 ve 1980'li yıllarda TRT'de de yayınlanmıştı. Nasa sonradan bu üs fikrinden vazgeçti ve gözünü Mars Gezegenine dikti. Bu arada en azmdan Ay'a bir iniş daha yapılırdı fakat Amerikalılar Ay'a gitmenin bir esprisi kalmadığını ileri sürerek bundan vazgeçtiler. Sahiden korkuyorlar mı? Bence evet, korkuyorlar, çünkü Ay'da ki üslerde bulunan uzaylılardan çekindikleri için gidemiyorlar. Ay'a iniş yapan astronotlardan birinin aydaki yürüyüş sırasında bir kraterin yamna geldiğinde kraterin içinden kendisine gülümseyen, el sallayan uzay kıyafetleri içindeki uzaylıları görünce korkudan kapsüle kadar kaçışı biliniyor. Zaten Ay'ın dünyadan görünmeyen yüzünde Uzaylıların üssü bulunduğuna inanan çok kişinin varolması dikkat çekicidir. Mars olayına gelince gezegene gönderilen uzay aracı Mars'ta hayatin olabileceğini gösterirken, gezegenin gece ve gündüz inen- çıkan sıcaklıkların orada hayatı olumsuz etkilediğini Nasa açıkladı. Fakat bu açıklamalar kimseyi tatmin — 172 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI etmezken, gezegenden gönderilen bir fotoğraf tartışmalara neden oldu. Gezegenin yüzeyinde KUBBELİ BİR BİNA vardı. Nasa uzmanlan bu fotoğrafı medyaya binanın bulunduğu bölümü keserek verdiler. Gerçek resim ise Nasa'nın içersinden basma sızdı ve olay oldu. O kubbeli bina bir cami olmasın? Allah'ın varlığı orada da karşımıza çıkarken, dini de çıkmıyor mu, çıkıyor. Şimdi bu konu ile ilgili İslâmiyet'teki bir kuralı açıklayacağım: İslâmiyetin en ilginç özelliği İslâm dinine inanan insanların namaz kılmalarıdır. Yani herhangi bir din adamına ihtiyaç duymadan Allah'a ibadetinizi istediğiniz yerde yapabilirsiniz. Namaz kılmak için yer aradığınızda cami bulamadığınız zaman, ya da herhangi bir arazide diyelim hava yağmurlu veya karlı karşınıza bir kilise çıkıyor. Siz de içeri giriyorsunuz. Abdestinizi alıp bu kilisenin bir köşesinde namaz kılabiliyorsunuz. Bu durum Havra veya bir Budist Tapınağında da yaşanabilir mi? Yaşanabilir. O zaman Mars Gezegeninde bulunan kubbeli o bina da da namaz kıhnabilir. Bu konuda Amerikalıların çok daha fazla bilgiye sahip olduğuna ve bunları da hem kendi halkından, hem de dünya insanlarından sakladığına eminim. MARS GEZEGENİ HAKKDMDA İNANILMAZ BİLGİLER 1877'de VVashington'daki Rasathanenin müdürü Asaptı Hail Mars Gezegeninin iki küçük uydusu olduğunu keşfetti ve bu uydulara Fobos ile Deimos adlarmı verdi. İLYADA'mn 15'nci kitabında Tanrı Mars'ın Fobos ve Deimos adındaki iki arkadaşından bahsedilir. Eski efsane Mars uydularının konusundaki bilginin simgesel bir ifadesi midir. Mars aylarmm keşfedilmesinden 250 yıl önce Kepler (1571-1630) Galile'nin Astronomik bilmecesini şöyle cevapladı: "Salve umbistineum geminatum martia proles." Yani "Selam size, ey Mars'ın ikiz evlâtları." Demek ki Kepler Mars'ın ikizlerini yalandan tamyordu. — 173 — ALI BEKTAN Cyrano de Bergerac (1619-1655) Autremonde adlı eserinde Mars'ın iki ayından söz eder. Voltaire (1694-1778) de Mars'ın iki uydusundan emin olduğunu belirtir. Microme-gas'da: "Dünyamızdan beş kez daha küçük
olan Mars gezegeninin yanından geçerlerken bu yıldızın, bütün gök bilimcilerinin gözünden kaçmış olan iki uydusunu seçtiler," diye yazar. Jonathan Swift 1726 da yazdığı Gülliver'in Gezileri adlı eserinde, uzayda bir mıknatısla durup hareket eden laputa admdaki uçan adayı anlatır. Ağırlık denen şeyden yoksun olan bu "Uzay Platformu"ndaki bilim adamları Mars'm iki ayağından söz ederler. Swiff'in "küçük yıldız" ve "ufak gezegen" dediği bu uydulardan ikisinin de ana gezegene olan uzaklıkları verilmiştir. Birinin merkezden uzaklığı üç Mars çapı, öbürününki ise beş Mars çapıdır. Bu anlatılanlara göre ünlü yazar bir uzay gemisine davet edilmiştir. Böylece bir Uzay yolculuğu yapmıştır. Mars'ı, Dünya'yı, Güneşi inceleyen Jonathan Swift bu yolculuğu kime anlatırsa anlatsın ona inanmayacaklarını iyi biliyordu. O'da en kısa yolu seçerek, hikâye yazmayı tercih etti. Böylece kendisini ancak gelecek nesillerin keşfedeceğini umuyordu. Uçan Ada'nın bir uzay gemisi olabileceği akla yatkın bir düşünce değil mi sizce de? Mars'ın uyduları 32 tane uydusu bulunan güneş sisteminin en küçük aylarıdır. Fobos güneş sisteminin en hızlı uydusudur: Mars'ın çevresinde yedi saat 39 dakikada döner ki bu Mars'ın kendi ekseni çevresinde dönüşünden daha hızlıdır. Güneş sistemimizde böyle bir uydunun benzeri bile yoktur. Fobos ile Deimos'un yapay uydular olması akla mantığa aykın gelmiyor değil mi? 21'nci yüzyılda Ay üzerinde üs kurmayı düşünürken, Mars'm uydularının gezegenin yörüngesine monte edilmiş olabilir. Başka Gezegenlerde Yaşayanların teknolojide ve bilimde ileri gittiğini kabul ettiğimize göre Fobos'un Uzay platformu ihtimali gittikçe artıyor. — 174 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI MARS'TAKİ YÜZÜN SIRRINI NASA NEDEN SAKLIYOR?.. Uzay araştırmaları içersindeki en popüler gizem Mars yüzeyinde ortaya çıkan bir insanın görüntüsüdür. Bu doğal bir illüzyon mu yoksa evrende yalmz olmadığımızın bir kanıtı mı? Söz konusu yüz, gezegenin yüzeyini ilk defa ayrıntılı olarak filme alan Viking Uzay Gemisi tarafından 1976 Temmuz ayında çekilen fotoğrafların ikisinde farkedilmişti. Gözleri, ağzı ve burnuyla uzaya bakan bir insan yüzünü andıran bu monolit, Mars'ın kayalık Cydonia bölgesinde bulunuyordu ve dünyadaki teleskopların göremeyeceği bir konumdaydı. NASA yetkilileri, Viking sondası tarafından çekilen 6 bin fotoğraf arasından bu iki fotoğrafı fark eden kişilerin uyanlarına ilgisiz kalıyordu. Çoğu uzmana göre bu şekil, güneş ışığının kayalar üzerine düşüş açısının neden olduğu bir illüzyondan ibaretti. 1979 ile 1981 arasında kişisel ilgileri sebebiyle bu şekli araştıran bilgisayar uzmanları Vince Di Pietro ve Gregory Molenaar gerçeği ortaya koydular. İki uzman Mars'taki bu garip şeklin, güneşin farklı pozisyonlarında çekilmiş resimlerini buldular. Ve bu yüzün bir illüzyon değil, gezegenin yüzeyindeki üç boyutlu bir cisim olduğunu ortaya koydular. Bir sonraki adım, bilgisayar yardımıyla cismin net görüntüsünü belirlemekti. Bu işlem bittiğinde bu cismin bir illüzyon olmadığı iyice belirginleşti. Bunun ardından bu kütlenin Mars yüzeyine yapay olarak yerleştirildiği söylentileri etrafta yankılanmaya başladı. Eğer gerçekten öyleyse onu kim ve neden yapmış olabilir? Mars'taki yüzün çevresinde bulunan piramit şekilli yapıların Mısır daki piramitlerle matematiksel orantılar açısından benzerliği, hem Mars'taki hem de dünyadaki bu harikaların eski, çok gelişmiş bir ırk tarafından yapılmış olabileceği iddi— 175 — ALI BEKTAN alarırun ortaya çıkmasına neden oldu. Belki de Mars'taki yüz, binlerce yıl önce Dünya'da ki medeniyet oluşmaya başlarken bizi fark eden ve ileride teknolojimizle Mars'a ulaşabildiğimiz zaman varlıklarından haberdar olabilmemiz için uzay gezgini bir ırk tarafından yapıldı. Ya da Mars'ı terk eden varlıklar girmeden burada
insanların yaşadıklarının bir anısını bırakıp mı? gittiler. Bilindiği gibi Mars hayat şartları bakımından dünya yaşam formatlarına en yakın gezegen olarak nitelendirilmiştir. NASA'da Bilim adamı olarak görev yapan Dr. Richard Hoagland'da 1983'de ki bu gelişmelerin büyüsüne kapılanlardan biriydi. Delillerin üzerinde çalışılması ve NASA'ya Cydonia'ya geri dönülüp insan yüzüne benzeyen şeklin daha ayrıntılı resimlerinin çekilmesi konusunda baskı yapmak için bir ekip kuruldu. NASA bu konuda çok isteksiz görünüyordu. Ancak Hoagland'ın çabalarıyla nihayet bu yolculuğun yapılmasına karar verildi. 1991'de Dr. Brian O. Leary ile tanışmıştı. NASA'da görevli bir fizikçi ve astronot olarak Mars'a insanlı bir uçuş için eğitim görüyordu. Fakat Mars'a gidiş plânı, bütçe sıkıntıları dolaysıyla birden rafa kaldırıldı. Dr. Leary aldığı eğitimle Mars'taki yüzü en iyi değerlendirebilecek kişiydi. Aslında önceleri bu yüz hakkında ortaya atılan heyecan verici teoriler onun ilgisini çekmemişti ancak Hoag-land'd, Di Pietro ve Molenaar, itinalı analiz ve kanıtlarıyla onu ikna etmişlerdi. Dr. Leary Mars'taki yüzün ve çevresindeki kayalıkların büyütülmüş fotoğraflarını araştırmacı Yazar Jenny Randles'a gösterdiğinde: Yazar "onun ne demek istediğini anladım" diyor. "Bu simulakrumun sadece bir göz yanılgısından ibaret olduğu konusundaki tüm kuşkularım birden zihnimden silindi gitti," diye yazıyor." 1991'den beri bilgisayar teknolojisi geliştiği için bilgisayar uzmanları yaptıkları çalışmalarda Mars'taki yüz üzerinde göz boşluğunda bir göz yuvarlağının ve ağzmda dişlerin, bulunduğunu iddia ettiler, — 176 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI 1992'de Hoagland ve ekibi Birleşmiş Milletler7 e bir dilekçe vererek Cydonia'daki insan yüzüne benzeyen cismin daha iyi resimlerinin çekilmesi için hazırlanan Mars gemisinin görevine başlatılmasını Nasa'dan istenmesini rica ettiler. Aradan geçen süre zarfında gelişen teknoloji sayesinde gemiye yerleştirilecek olan görüntüleme cihazları öyle net fotoğraflar çekecekti ki Mars'taki yüzün gerçek kimliği ortaya çıkacaktı. NASA yine oldukça isteksiz davranıyordu. Bu çelişkiler üzerine Lovvell Martin, NASA Lideri Dr. Daniel Oldin ve ünlü Kozmolog Dr. Cari Sağan tarafından Pasadena da verilen bir seminer de durum ortaya kondu ve sonunda Gol-din'le daha fazla fotoğraf çekilmesi gerektiği konusunda anlaşıldı. Ancak bu yolculuğun yapılması durumunda NASA'nın uzay gemisi tarafından çekilecek olman görüntülerin naklen yayınlanmayacağı ve ancak aylar sonra üzerlerinde yeterli inceleme yapıldıktan sonra bu görüntüleri kamuoyuna sunacağı iddiaları ortada dolaşmaya başladı. Uzay keşifleri tarihinde şimdiye kadar böyle bir şey olmadı. Mars görevi bu konuda hiçbir garanti verilmeden başladı. Gemi Ağustos 1993'de Mars yörüngesine otururken ve tamda görüntüleme işlemleri hazırlıkları esnasında gemi ile tüm bağlantı kesildi. NASA gemi ile iletişimi sağlamak için çok uğraştıklarını ancak bunun bir sonuç vermediğini açıkladı. Mars görevi bitmişti. Geminin basma ne geldiği hâlâ bilinmiyor. Bir metorit çarpması, önemli bir bilgisayar hatası söz konusu olmuş olabilir. Aslmda gemi dünya ile Mars arasındaki yörüngesi boyunca bir yıl hiçbir arıza yapmamıştı. Tabii gemi ile iletişimin NASA tarafından gerçeğin gizlenmesi için özellikle kesildiği de iddia ediliyor. Ancak NASA bu iddiaları red ediyor ve bunun kontrol dışı bir kaza olduğunu söylüyor. Mars'taki yüz bir gizem görüntüsü olma özelliğini sürdürüyor. Bu durumda Mars'ta bugün hayat olmasa birilerinin yaşadığı ortaya çıkıyor. Nasa aynca gezegendeki kubbeli bir — 177 — ALI BEKTAN binanın fotoğraflarını da medya ya sansürleyerek vermişti. O kubbeli
bina yoksa bir cami midir? Veya bir cami kalıntısı mıdır? Bence olabilir, çünkü Amerikalılar zaman zaman Mars ile ilgili açıklamalar yaparak bu gezegendeki hayatın 500 bin yıl önce bittiğini, sıcaklığın çok fazla olduğunu insanların yaşamasma müsait olmadığım açıklayıp duruyor. Acaba ABD'liler ve NASA neden uzaylıları saklamaya çalışıyor. UFO olaylarını inkar ediyor. Acaba başka Gezegenlerdeki ya da Yıldız Sistemlerindeki Uygarlıklarla anlaşmalar yaptı da bunu mu saklamaya çalışıyorlar?.. Bana göre Amerika 2'nci Dünya Savaşından sonra özellikle 1950'lerin ardından hızlı bir şekilde teknolojik anlamda gelişti. Sanki birileri bilgiyi sundu, onlar da bu bilgi ile son 50 yıllık dönemde modern teknoloji sahibi oldular. Bugün dünyanın bilimdeki en ileri ülkesi ABD'dir. Ne yazık ki Avrupa ülkeleri, özellikle de Rusya ve Japonya, Amerikalıların keşifleri karşısında geri kalmışlardır. Biz Türkler'e gelince bizim de zamanı gelince başka gezegenlerdeki akrabalarımızla, ya da atalarımızla temasa geçmemiz gerçekleşecektir. Bence önümüzdeki yirmi yıl önemli olabilir, 2023 gibi... — 178 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ZÜLKAKNEYN UZAYA MI GİTTİ?.. Kur'an-ı Kerîm'de, ve Tevrat'ta adı geçen Zülkarneyn: Allah'ın kendisine dünyada imkân sağlayarak uzak yerlere gidebilmesi için "Sebeb" isimli aracı verdiği kişidir. O, kendisine verilen "Sebeb"le üç ayn yere seyahate çıkmıştır: "Güneş'in battığı yere," "Güneşin doğduğu yere" ve "İki sedd/ südd arasına." Zülkarneyn konusunda Kur'an'da Kehf Sûresi 83-98 Âyetleri'nde bildirilenlerin dışında, söylenmiş veya söylenecek her söz, sadece ve sadece bir görüştür. O bir Peygamber mi? Veli mi? Hükümdar mı? Yoksa bilenen alelade bir insan mı? Zülkarneyn'in Âyetleri Kehf Sûresi 83- 99 83. "Sana Zülkarneyn'den sorarlar de ki: "Size ondan bir hatıra okuyacağım." 84. "Biz Ona yeryüzünde imkân sağladık ve ona her şeyden bir sebeb verdik." 85. "O'da bir sebebi izledi" 86. "Nihayet, Güneş'in battığı yere varmca, onu karabal-çıkh sıcak bir gözede batar buldu. Onun yanında bir de kavim buldu. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn ya bunlara azap edersin. Ya da haklarında güzel bir tavrı esas alırsm." 87. Dedi: "Zulmedene azap edeceğiz sonra Rabbi'ne döndürülecek: O'da onu görülmedik bir azaba çeker." 88- "Fakat inamp iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ve ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleyece-giz. 89. "Sonra bir Sebebi izledi." — 179 — ALI BEKTAN 90. "Bir süre sonra, Güneş'in doğduğu yere varınca, onu (Güneşi) kendilerine ondan (Güneşten) başka bir örtü yapmadığımız bir topluluğun üzerine doğar buldu." 91. "İşte böyle Biz; onun yanında olan her şeyi hubr olarak (bütün inceliklerini ve hakikatini bilme bakımından) kuşatmıştık." 92. "Sonra yine bir sebebi izledi." 93. "Nihayet, iki Sedd/Südd araşma ulaştı. Orada o iki şedden/südden başka bir de kavim buldu ki; neredeyse söylenen tek bir sözü bile anlamıyorlardı." 94. Dediler: "Ey Zülkarneyn Ye'cüc-Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim aramızda bir sedd/südd yapman şartıyla sana vergi verelim mi?" 95. "Dedi Rabbim'in bana kendisine imkân sağladığı şey daha üstündür. Siz bana bedensel gücünüzle destek verin de, onlarla sizin aranıza kat kat engel çekeyim" 96. "Bana demir kütleleri getirin (dedi). İki sadetin arası eşit olunca; "körükleyin," dedi. Onu ateş haline koyunca da "Getirin bana üzerine erimiş bakır ve katran dökeyim," diye seslendi.
97. "Artık onu ne aşabildiler ve ne de delip geçebildiler" 98. Dedi: "Bu Rabb'imden bir rahmettir. Rabbim'in vaadi gehnce onu yerle bir eder ve Rabbim'in vaadi haktır." 99. "O gün onları bırakmışızdır; birbirleri içinde dalgalanırlar. Sura da üflenmiştir; hepsini bir araya toplamışızdır." Öncelikle "Sebeb" sözünü Kur'an-ı Kerîm'de geçtiği yerler nedeniyle açıklamaya çalışalım. Sebeb kelimesi 4 defa konumu olan Zülkarneyn Âyetleri'nde, 1 defa Hacc Sûresi'nin 15 Âyeti'nde, 4 defa da çoğul olarak Esbab (sebebler) şeklinde, Sad Sûresi'nin 10, Mü'min Sûresi'nin 36-37 ve Bakara Sûresi'nin 166 Âyetleri'nde olmak üzere 9 yerde geçmektedir. Bu Âyetlerde geçen "sebebler"den" hiç birisi Türkçe'de kullandığımız "neden" mânâsma kullanılmamıştır. — 180 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Sebeb kelimesine "göklerin yollan" mânâsını veren tbni Zeyd'in kendisine delil olarak getirdiği Mü'min Sûresi'nin Âyetleri'nden başlayarak inceleyelim. Mü'min Sûresi 36-37 Firavun: "Ey Haman Bana bir kule yap; belki sebeblere erişirim, göklerin sebeblerine Musa'nın Tanrısı'nı görürüm. Doğrusu ben, onu yalancı sanıyorum," dedi. Firavun'a kötü iş böylece güzel gösterildi ve doğru yoldan alı kondu. Firavun'un hilesi elbette boşa gidecekti." Bu Âyetlerde geçen "esbab" kelimesi "Göğe ulaşmayı sağlayan şeyler" mânâsına kullanılmaktadır. Sad Sûresi on Âyet'te müşriklerin peygamberimizi "yalancılık ve sihirbazlık" ile itham edip onun peygamberliğine inanmadıklarından Kur'an'ı uydurma olarak nitelendirdiklerinden bahsedildikten sonra şu Âyet gelmektedir: "Yahut göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı onlarm elinde mi'dir? Öyle ise, sebebler içinde göğe yüksel-sinler." Bazı tefsir alimlerince "göğün yollan" olarak tefsir edilmiştir, Çoğu alim tarafmdan bu ibareye "sebebe sarılarak yükselmek" mânâsı verilmiştir. Profesör Doktor Süleyman Ateş'de mealinde, bu Âyet'i açıklamak için yazdığı parantez cümlesinde şunları söylemiştir: "Vasıtalara, binip göklere çıksınlar da oradan alemi yönetsinler; vahyi de kendi isteklerine göre indirsinler." Hacc 15 Sûresi'nde sebeb göğe çıkmayı sağlayan şey, Bakara Sûresi 166'da esbab bağlar anlamında kullanılmıştır. Bu açıklamaların ardından "Sebeb"in onu gökyüzüne çıkarmaya vasıta olan şey olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O zaman Zülkarneyn sebeb isimli bir araç ile bu da bir Uzay gemisidir, güneş sisteminde yolculuğa çıkmıştır diyebiliriz. Eski çağlarda bir insanın göklere yükselerek uzayda bir yerlere gitmesi mümkün değildir: İnsan gücünü aşar şeklinde muhtemel bir itiraz olurken, Hazreti Süleyman'ın yanındaki bir insanın göz yumup açana kadar kilometrelerce — 181 — ALI BEKTAN uzaktaki tahtı getirmesine inaruhyorsa, Zülkarneyn'in de göklere yükselmiş olmasını da aynı imanla kabullenmesinde bir zorluk yoktur. Bizim düşüncemize göre Zülkarneyn'e verilen şey; onu göğe yükseltecek, onu uzaklara götürecek olan şeydir. Allah Zülkarneyn'in göklere ulaşmasını sağlayacak olan "Sebeb"i elde etmesi için çeşitli imkânlar yaratmıştır. Belki ona bu ilmi öğretmiş, belki bu ilmi bilenlerle onu karşılaştırmıştır. Zülkarneyn'e Allahu Te'alanın kendisine verdiği imkânlar sayesinde elde ettiği "seseb"i izlemiş, onu takip etmiş, ona tabi olmuş bir seyahate başlamıştır. Alimler bu gezilerin dünya üzerinde doğu ve batıya yapıldığını, hatta bir ordu ile gittiğini açıklamışlardır. Bu bakış açısı sonucunda bir çok cihangir kral'ın Zülkarneyn olma ihtimali üzerinde durulmuştur. Çünkü Ku/an'ın O yüzyıllarda yapılan tefsirlerinde böyle yorumlanmıştır. Bizde yazar İskender Türe'nin görüşüne katılarak Onun kendisine verilen sebeb vasıtasıyla gökyüzüne yükselmiş "Güneş'in Battığı Yer" ve "Güneşin Doğduğu yere" gitmiştir.
Âyet'teki "Güneşin Battığı Yer" sözünün anlammdan "Dünya'nın Batısı" mânâsını çıkarmak pek mantıklı görülmüyor. Gökte batan güneşin dünya üzerinde olmadığı biliniyor. Astronomi Bilimine göre olayı açıklayalım: Güneş gezegenleri ile birlikte "Solar Antapeks" doğrultusundan gelmekte ve normal yörüngesinden sapma göstererek "Solar Apeks" doğrultusunda ilerlemektedir. Güneş'in saniyede 20 km'lik hızla yol aldığı bu yörüngeye "Solar Apeks" adı verilir. Bu hız saatte 72 bin kilometreyi bulur. Bu hız bir günlük sürede Dünya uzayda yaklaşık 2 milyon kilometrelik bir yol alır. Güneş etrafındaki yıldızlarla birlikte Solar Apeks (Gü-nerek Güneş'in son noktası) istikametine yani Herküy Takımyıldızı yakınında bir yere doğru yol almaktadır. Güneş Samanyolu etrafında normalde seyrettiği yörüngesinden sapma — 182 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Şeklindedir. Yani güneş normal yörüngesinde giderken ayrıca bu yöne doğru çekilmektedir. Astronomi de Güneş'in yöneldiği bu doğrultunun aksi istikameti içinse "Anta-peks" terimi kullanılmakta. Bu yer de Colomba (Güvercin) Takımyüdızı'nda yer almaktadır. Zülkarneyn'in yaptığı yolculuğun Güneş'in Samanyolu içinde yöneldiği doğrultuda gittiğini söyleyebiliriz. Sonuçta onun Herkül Burcu'nda Vega Yıldızı yakınında Solar Apeks denen bir yere gitmiştir. Şimdi şunu düşünelim bir insanın binlerce yıl önce günümüzde ışık hızı ve yılları ile ifade edilen bir uzaklığa gitmesi İslâm Alimleri'nin kabul edebileceği bir düşünce değildir. Bunu Kur'an-ı Kerîm bize bildirmektedir. Sonuç olarak: Zülkarneyn birinci seyahatinde, Vega Yıldızı yakınında bir yere varmış, artık bizim güneşimiz ve dünyamız çok uzaklarda kalmıştır. "ONU (GÜNEŞİ) KARA BALÇIKLI /SICAK BİR GÖZEDE BATAR BULDU" Alimlere göre Zülkarneyn, Güneş'i karabalçıklı bir gözenin içinde batarken bulmuştur. Rivayetçiler "Güneş, suyu ve balçığı çok bir gözede batar" demişlerdir. Bu son derece akıldan uzak bir şeydir. Güneşin dünya yüzündeki bir bataklıkta batamayacağını en güzel şekilde izah etmektedir. Uzay ve Coğrafya bilgisinin artması ve kainatın tanınmasına paralel olarak bu Âyet'in gerçek anlamı ortaya çıkmıştır. Sebeb'e tabii olarak "Solar Apeks"e varan Zülkarneyn orada bulduğu güneş'i bir "Karadelik"in içine girerken görmüştür. Günümüzdeki bilim sayesinde güneşlerin battıkları, yok oldukları yerler karadeliklerdir. Dolaysıyla Âyefe bu açıdan bakmak çok doğal görünmekte, bir zorlamaya ihtiyaç bulunmamaktadır. — 183 — ALI BEKTAN Günümüzdeki Kara delikler: Astronomi'nin bugün vardığı sonuç ölen yıldızların kara delikler olduğunu ortaya koymuştur. Her yıldız kara delik olmamaktadır. En kuvvetli adaylar bir Süpernova olarak patlayan üç güneş kütlesinden büyük kütleli kor bırakan büyük kütleli yıldızlardır. Ölen bu yıldızlar büzülmekte, küçük bir hacim içinde çok yoğun bir maddeyi barındırmamaktadırlar. Öyle ki güneşten üç kat büyük olan bu yıldızlar sadece birkaç küometre çapındadırlar. Böyle olunca çekim güçleri muazzam bir şekilde artmakta, ışığı, sesi yutmaktadırlar. Kendisine yakın olan yıldızları içine çekmekte ve içine çektiği her yıldızla çekim güçleri bir kat daha artmaktadır. En gelişmiş gözlem cihazları, koca yıldızların gözümüz önünde yok olup gittiklerini kaydetmektedirler. Ünlü Fizikçi Stepnen Havvking "Evreni Kucaklayan Karınca" adlı kitabında Kara Deliklerin ışıdığı yolunda görüşler ortaya atmıştır. Kara deliklerin sıcak delikler olduğu fikri Kuan-tum fiziği içinde ispat edilmeye çalışılmıştır. Kara deliklerden ilk bahseden 1783 yılında John Mitchell olmuş ancak bilim çevrelerinde ilgi görmemiştir. Fakat bu ismi kullanan 1969 yılında John VVheeler olmuştur. Kara deliklerin bir cismi çekim altına alması üzerine yaydıkları X ışınları uzaya gönderilen X işim teleskoplar tarafından
tespit edilmiştir. Zülkameyn'in Güneşi'in yanında bir kavim bulmasını tefsir alimleri imkânsız olarak görmüşlerdir. Oysa, Zülkar-neyn'in "Solar Apeks"te bir güneş sistemi ile karşılaştığı, oradaki Güneşi'in gezegenlerinden birinde de akıllı canlıların olduğu düşünelecek olursa, güneş'in yanında bir kavmin olduğunu düşünebiliriz. Bu anlatımlarda şunu anlıyoruz. Zülkarneyn bir ordu ile dünya üzerinde bir yere gidip savaşmamış, büakis Allah'ın verdiği ilim sayesinde sahibi olduğu Sebeb adlı araç ile uzay'da seyahat etmiştir. Âyetlerde onun savaştığım gösteren bir belirti yoktur. Ey Zülkarneyn; "Ya bunlara azap edersin, ya da haklarında gü— 184 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI zel bir tavrı esas alırsın," buyrulmuştur. Dikkat edilirse ona azap ruhsatı verildiği görülür. Yani kavim bir doğal afetle yok olacaktır, Belki de gezegenleri Kara Delik içersine girip yok olacaktır. Allahü Te'ala Zülkarneyn'e onlardan dilediğini kurtarma izni vermiş olmalıdır. Bu şekilde ki anlayış Kur'an'm azap kelimesine yüklediği mânâya da uygun olmaktadır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zülkarneyn'in Solar Apeks'e gittiği ve orada bu kavme; "Güneşiniz ve Gezegeniniz yakında bir karadeliğin içine girecek ve hepiniz acılar içinde öleceksiniz. Ben Allah'ın elçisiyim; eğer Allah'a inanırsanız ve bana güvenirseniz, benimle beraber gelin, kurtulun. Allah da size ahirette mükâfat verecektir. Yok inanmazsanız, bu azabı çekeceksiniz; Allah da ahirette size azap edecek. Şayet böyle demişse, inananların kendisi ile birlikte gelmeleri halinde kurtulacaklarını söyleyerek onlara çok kolay bir yol göstermiş olabilir." SONRA BİR SEBEBİ DAHA İZLEDİ ZÜLKARNEYN'İN GÜNEŞİN DOĞDUĞU YERE GİDİŞİ Zülkarneyn, birincisinin ardından ikinci bir seyahate daha çıkmış ve seyahatini de, yine onu çok uzaklara götüren "sebeb" vasıtasıyla yapmıştır. Matli aş Şems (Güneş'in doğduğu yer) Antapeks'tir. Tefsirciler de bu seyahati yine dünya üzerinde yapıldığını ilk aşamada düşünmüşlerdir. Yalnız Maşrık Arapça da doğu anlamına gelirken Matli Aş Şems olarak ifadenin olması onun uzay'da Güneş'in doğduğu yere gittiğini göstermektedir. İlk tefsir alimleri bu Âyet'te bahsedilen canlı varlıkların dünya üzerindeki ilkel insanların yaşadığı bir bölge olarak tanımları doğaldır. Çünkü o devirlerde bilimin gelişeceği ve uzaya seyahatin yapılabileceği düşünülmüyordu. Zülkarneyn'in bulduğu topluluk "Kendilerine Güneş'ten başka bir örtü yapmadığımız bir topluluk"tu denilmesi ilgi — 185 — ALI BEKTAN çekicidir. Bu anlatıma göre gezegenin bir atmosferinin olmadığı, güneş'in direkt ışınlarını vurduğu görülmektedir. Bizim güneşle aramızda örtü varmıdır? vardır. Furkan Sûresi "Geceyi size örtü kıldık" ve Nebe Sûresi "Size geceyi örtü yapan O'dur yani (Allah'tır)" Ayetleri bildirmektedir. Öyleyse o kavmin gecesi yoktur. Astronomi de bu bilgiyi bize vermektedir Güneş'in Doğduğu Yer Antapeks'in Colomba (Güvercin) Takımyıldızı'nda bir yeri ifade ettiğini öğreniyoruz. Zül-karneyn Güvercin Takımyıldızı'nda bir çift yıldız sistemine gitmiştir. Astronomi bilimine göre Güvercin Takımyıldızı'nda Phact adında bir çift yıldıza rastlanılmaktadır. Bu çift yıldız Antapeks'e en yakın çift yıldızdır. Eğer oraya gittiyse Kur'an bize, bu sistemde akıllı mahlukların yaşadığını, gezegenlerinde de hiç gece olmadığını bildirmektedir. Bu yolculukların bugünkü bilim ve teknoloji ile yapılması mümkün görülmemektedir. Fakat Zülkarneyn Allah tarafından öyle bilgilerle donanmıştır ki, her şeyi bilmektedir. Yani Ledünni İlmi Allah'tan gelen ilim ile donanmış olduğunu görmekteyiz. Hubr sözünün anlamı ise "bütün inceliklerini ve hakikatini bilme" bakımından kuşatma, akim alamayacağı bir ilme işaret etmektedir. İKİ SEDD/ SÜDD (İKİ BULUT= İKİ NEBULA)
Zülkarneyn "Orada O iki şedden/ südden başka bir de kavim buldu. Neredeyse söylenen bir tek sözü anlamıyorlardı" Astronomi literatüründe, Âyet'te geçen "südd" kelimesini tanımlayan bir terim vardır. O'da Nebula'dır. Bu kelime bulut/ sis demektir. Nebulous ise sisli anlamına gelmektedir. Nebula'lar Samanyolu'ndaki veya diğer yıldızlar arasındaki ortamın gaz ve toz bulutlarıdır. Bunlardan yakınlarındaki yıldızlardan aldıkları ışıkla parıldayanlara parlak bulutsu denir. Ancak konumuz olan Âyet'te Zülkarneyn'in iki — 186 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI bulutsu arasına gittiği bildirilmiştir. Bu anlatıma uyacak koordinat sayısı fazla değildir. Bu açıdan Saggitarius (Yay) Takımyıldızı'nda yer alan iki bulutsu oldukça dikkat çekicidir: Lagoon ve Trifid bulutsuları. Bu bulutsular, astronomi ile ilgilenen hemen herkesin tanıdığı bulutsulardır. Lagoon Bulutsusu: Dünya'dan 4000 ışık yılı uzaklıkta, 30 ışık yılı genişliğinde, 2 milyon yaşında bir bulutsudur." Trifid Bulutsusu:'nun dünyadan uzaklığı ise 3200 ışık yılıdır ve bu bulutsu 12 ışık yılı genişliğinde, 7 milyon yaşındadır. Birde Orion (Avcı) Takımyıldızı'nda bulunan ve Büyük Orion Bulutsusu olarak bilinen M42 ve M43 Dünya'dan 1500 ışık yılı uzaklıktadır. 30 ışık yılı genişliğinde, iki milyon yaşından genç bir bulutsusudur. Âyet'te geçen "Süddeyn" kelimesi ile uzayda bulunan iki bulutsunun kastedilmesidir. Süddeyn kelimesinin "iki nebula" anlamına geldiği düşüncesinden hareketle, Âyet'ten onun iki bulutsu arasındaki bir gezegen üstünde yaşayan bir kavimle karşılaştığı'nın an-laşüdığını söyleyebiliriz. Bu kavimle arasında bir lisan problemi yaşanmıştır. Dediler: "Ey Zülkarneyn Yecüc-Mecüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim aramıza bir sedd/südd yapman şartıyla sana vergi verelim mi?." Yecüc-Mecüc konusunda İslâm alimleri bir çok fikirler ileri sürmüşlerdir. Hepsi de bu kavmi dünya üzerinde var olarak gösterirken Tevrat'ta Gog-Magog, İncil'dede Yecüc-Mecüc olarak tanımlanıyor. Bizim görüşümüz İskender Türe'nin görüşü ile aynıdır. Zülkarneyn iki Nebula arasındaki bir gezegene gittiği düşüncesiyle baktığımızda; Onun konuşarak anlaşmakta zorluk çektiği akıllı mahluklar bir yolunun bularak yardım istemişler. Gezegenlerine yakında bulunan diğer bir gezegende yaşayan Yecüc-Mecüc tarafından saldırıldığını, ücret karşılığı Zülkarneyn'in onlarla aralarına bir engel yapmasını istemişlerdir. Âyet'te iki gezegene işaret eden bir ibare yoktur — 187 — ALI BEKTAN ama "Sadefeyn" kelimesi bu mânâyı vermeyi gerekli kılmaktadır. Zülkarneyn'in cevabı: Dedi: "Rabbimin bana kendisinde imkân sağladığı şey daha üstündür. Siz bana bedensel gücünüzle destek verin de. Onlarla sizin aranıza redm(katkat engel) yapayım." Burada Zülkarneyn Allah'ın kendisine verdiği imkân sağladığı sebeb (yani onun uzaklara gitmesine vasıta olan şey) Allah'ın onu içine yerleştirdiği şeydir. Bu bir uzay gemisi olabilir. Zülkarneyn kendisine verilen bu vasıtanın, o kavmin vereceği ücretten çok üstün olduğunu söylemektedir. Uzayda dilediği yere gitmesine yarayan bir vasıtası olan kimse için para nasıl değer ifade edebilir. Redm kelimesi engel, perde, sedd, duvar gibi mânâlar verildiği gibi ayrıca "Kesintisiz/deliksiz" anlamına geldiği de söylenmektedir. Kat kat bulut yani birbiri üzerine binmiş yoğun bulut şeklinde kullanıldığını ifade edebiliriz. Şu yorum ortaya çıkıyor: "Yardım talebinde bulunan o kavim Zülkarneyn'den Yecüc-Mecüc kavminin gökten gelen saldırısına karşı kendilerine buluttan/gazdan bir kalkan yapmasını isteyince, o'da onlara buluttan değil, kat kat buluttan bir kalkan yapacağını söylemiştir." Allahü Teala Zülkarneyn'in bu kalkanı inşa edişini ve dolayısıyla kalkanın mahiyetini devam eden Âyef te şöyle bildirmiştir: "Bana demir kütleleri getirin dedi. İki sadefin arası eşit olunca
körükleyin dedi. Onu ateş haline koyunca da getirin bana, üzerine erimiş bakır/katran dökeyim diye seslendi." Eski dönemlerin tefsir alimleri bu Âyette yapılan işin iki dağın araşma Zülkarneyn'in demirden bir duvar inşa ettiği düşüncesidir. Bu duvarın ise insanüstü bir olay olduğunu düşünmüşlerdir. Onlara göre bu sedd demir tuğlalı, bakır sıvalı, metrelerce yükseklikte, kilometrelerce uzunluğunda bir sedd olmalıdır. Böyle bir şeddin varlığı dünya üzerinde şimdiye kadar bulunmamıştır. — 188 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Sadef kelimesi lugaf ta meyl(eğilmek, sapmak ve dönmek mânâsına gelmektedir) bu kelime arapça da özel bir terim olurken, hem günümüz modern astronomisinde, hem de eski astronomi de "declination" mânâsına kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bir gök cisminin deklinasyonu: "Bu cismin gök ekvatorundan kuzeye pozitif veya güneye nefatif doğru olan açısal uzaklığıdır" şeklinde tarif edilir. Kısacası bir gök cisminin gök ekvatorundan yüksekliğini ifade eder. İki gök cisminin deklinasyon unun eşit olması demek, aynı yükseklikte, aynı seviyede bulunmaları demektir. Bul bilgiler ışığında "İki sadefin arası eşit olunca" ibaresini "Dönen iki cismin aynı düzleme (karşı karşıya) gelmesi aynı düzlemde bulunmaları olarak açıklayabiliriz. Sadefeyn kelimesi dönen, meyi eden (yaklaşıp uzaklaşan) birbirine tesadüf eden yüzlerinde eğim bulunan iki cismi ifade etmektedir İki gezegen aynı düzleme gelince Zülkarneyn şeddi inşa etmek için hazırlattığı demir blokları kızdırmaları için onlardan körüklemelerini isteyerek işe başlamalarını istemiştir. Ondan sonra "Onu ateş haline koyunca da getirin bana, üzerine erimiş katran dökeyim diye seslendi." Kıtr olarak geçen kelimenin lügat mânâsı ile ve Kur'anın ona yüklediği mânâya göre "Katran" olarak mânâlandırıl-ması daha uygundur. Dolaysıyla Zülkarneyn'in kızgın demir üzerine "katran" döktüğü anlaşılmaktadır. Kor halindeki demir üzerine katran dökülmesi ile oluşacak engelin, mimari bir engel olması doğrusu çok mantıklı görünmemektedir. Daha çok kimyevi bir ayrıştırmaya işaret eder gibidir. Çünkü kor halindeki demir üzerine dökülen katranın yanacağı ve kaba tabiriyle bir duman yükseleceği bilinir. 1535 derecede eriyen demirin 800-1500 derece sıcaklıkta kor haline geldiğinde en iyi katalizör olmasıdır. Katran ise hidrojen ve karbonca zengin hidrokarbon şeklinde tanımla— 189 — ALI BEKTAN nabilir. Bilim dünyası hidrokarbonlardan yanıcı gazların üretileceğini söylemektedirler Bu işleme "Gazlaşbıma" adı verilir. Metan, Hidrojen, Karbonmonoksit gibi gazlann yoğunluğu, aynştınlmalan esnasında ortama etki eden faktörler vardır. Sonuçta katranın yüksek sıcaklığa uğratılması ile karbonun yanarak bol miktarda hidrojen üretebileceği görülmektedir. Zülkarneyn'in südd (bulut, sis) yapacağını değil de redm (kat kat bulut) yapacağını söylemesi birden fazla gaz çeşidinden katmanlar oluşturduğuna işaret eder. Böylece gazdan engel oluşmuştur. Gaz katmanları aşılmaz bir engel teşkil etmiştir. Zülkarneyn'in bilgisi yapılan işlem sonucunda havadan hafif yamçı gazlar oluşmuş, bu gazlar kavmin gezegeninde-ki atmosferin üzerinden çıkarak yecüc -Mecüc'ün yaşadığı gezegenin etrafında bir katman oluşturmuştur. Bu işlemin ne kadar sürdüğü, oradaki iki gezegen arasmdaki mesafeye, gezegenlerin çekimlerine, kurtulma hızlarına bağlı etkenler olabilir. Bu şekilde bir gezegen etrafında havadan hafif yanıcı gazlarla oluşturulan katman O gezegenden çıkmaya engel teşkil etmiştir. Dünya şartları dışmda baktığımızda yalnızca şunu söyleyebiliriz: O gezegende bulunan şartlar Zülkarneyn'in yapmış olduğu bu gazdan katmanı orada yaşayanların aşmasına müsaade etmemiştir. Nitekim Allah buyuruyor: "Artık onu aşmaya da güç
yetiremediler, delmeye de güç yetiremediler." Zülkarneyn "Bu rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi gelince onu yok eder ve rabbimin vaadi haktır." O kavme bunları söylerken, şeddi tamamlamış olduğunu öğreniyoruz. Bunun Allah'ın bir rahmeti olduğunu söylemiştir. Bunu şöyle yorumlayabiliriz: Zülkarneyn, Yecüc-Me-cüc'ün bulunduğu gezegenin atmosferinin üst katmanlarında hidrojen gibi yamçı ve hafif gazlardan oluşturduğu duvarın kainattaki bir takım değişikliklerle bir gün kendiliğinden, tabii ki Allah'ın yaratacağı nedenlerle ortadan kalkacağı, yok olacağı bize bildirilmektedir. — 190 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI Sonuçta Kıyamet gününde insanlar ve diğer akıllı yaratıkların bir araya toplanacakları ve hesap verecekleri Zülkar-neyn Âyetlerinede uygun düşmektedir. Zira onun uzaya seyahat ettiği görüşünden hareketle, oradaki akıllı mahlukların Zülkarneyn tarafından imâna davet edildiği düşünülürse, dünya dışı varlıkların da insanlar gibi kıyamet gününde hesaba çekilecekleri sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. KUR'AN-I KERİM'DE BAHSEDİLEN ALEMLER OLAYI İslâm alimleri Alemler konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Kur'an'da sayı bildirilmemesine rağmen bildirilen alem sayısı 18 bin olarak açıklanmıştır. Ferra ve Ubey-de gibi alimler dil üzerine yönelmiş bazıları alemi sadece akıllı varlıklardan ibaret görürler ve hayvanlar için bunun kullanılmayacağını savunurlar. Alemleri Kainat denilen bir bütünün parçaları olarak görmemize aslında bir engel bulunmaz. Alem sözcüğünü dünyamız içinde kullanmakta hiçbir engel bulmayan alimlerin sayısı çok yüksektir. Biz de aynı görüşü kitabımız boyunca savunuyoruz. Kur'an'da yer ve göklerin sayısı verildiği halde alemler için bir sayı söylenmez. Buna karşılık bir çok İslâm Alimi belli bazı sayılardan söz ederler. Bunların içersinde 18 bin Alem çok fazla yer tutarken, Vehb bin Münebbih 18 bin alemden söz edip dünyanın bir alem olduğunu söylerken yine dünyayı bir tek alem olarak kabul eden Ebu Said FJ Hud-ri bu sayıyı 40 bin olarak vermektedir. Gerçek sayı ise bu verilerle kıyas edilemeyecek kadar fazladır tespiti mümkün değildir. Kurtubi'nin yaptığı Kur'an-ı Kerîm Tefsiri'nde Ebu El Aliye'de alemleri 18 bin alem olarak kabul eder. — 191 — ALI BEKTAN SAHRA BAŞKA BİR GEZEGEN Mİ?.. Sahra kelimesi Arapça'da kaya anlamına gelmektedir. Bu kelimenin geçtiği Âyette Hazreti Lokman'ın oğluna yaptığı nasihat anlatılır. Lokman Sûresi 31/16 "Yavrucuğum yapılan bir iş hardal tanesi kadar olsa bile ve o bir kaya içinde ya da Göklerde veya yerde (gizlenmiş) olsa bile Allah onu hiç şüphesiz ortaya çıkarır." Sahra herhangi bir alem adı mıdır? Yoksa bununla yeryüzü kayaları mı kasdetilmiştir. Bu münakaşa konusu olmuştur. Bazı alimler bunun dünya kayaları olduğunu ve hiçbir şeyin yüce Allah'tan gizli kalamayacağının kesin kes bilinmesi için söylendiğini savunurken, bir kısmı onun yerlerin ve göklerin ötelerinde bir alem olduğunu söylediler. İbn Ab-bas onu "7" Arzın ötesinde veya "7" kat yerin altmda ve dünyanın üzerine kurulduğu bir kaya olarak düşünülmüştür. Buna karşılık Isfahan'lı Es Süddi (vefatı M.S 745) bir kısım sahabenin görüşlerine dayanarak bunu, yer ve göklerin haricinde "7" Arzın ötesinde bir Sahra olarak görmüştür. Bunun Âyette yer ve göklerden ayrı olarak zikredilişi onun hariçte bir varlığı olduğunu gösterir. İmam Suyuti, Sağlık yönünden lehinde ve aleyhindeki tenkitlerle beraber aralarında 500 er yıllık mesafe olan dünyalardan bahseden bir hadis kaydeder. Bu Hadisin son kısmı diğer benzerlerinden farklı olarak şöyle biter: "Yerlerden en yükseği iki tarafı gökle birleşen bir balığın sırtı üstündedir. Bu balık Sahra kaya üzerindedir" hadisini doğrulayanlar haklı iseler buradaki balığı malum canlı olarak değil de ancak bir
burç olarak anlamak mümkündür. Çünkü balığın sahra üstünde olması düşünülmez. Buna göre Sahra ayrı bir alem olarak karşımıza çıkar. — 192 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI ASTRONOMLAR, İSLÂM ALİMLERİNİ DOĞRULUYORLAR Profesör VVilly Ley'in vardığı sonuca İslâm Bilginleri yaptıkları araştırmalarda günümüzden yüzlerce yıl önce varmışlardır. Varılan sonuç "Allah 18 bin alemin Rabbi'dir." İşte gök ehli veya gök halkı olarak bildirilenler uzayda yaşayan bizim gibi insanlardır. Onlarda şuurlu varlıklar olarak tanımlanmaktadır. Şimdi bu olayı şöyle açıklayabiliriz. Allah başka gezegenlerde de akıllı varlıklar yarattığına en güzel örnektir. O insanlar bizden daha gelişmiş bir uygarlığa sahip olabilirler. Ayrıca o insanlar da Müslüman olabilir mi? Bu konu da tartışmaya açıktır. Uzaylılarla görüştüğünü iddia eden binlerce insan ki, bunların ülkeleri farklıdır. Yaptıkları açıklamalarında ortak noktalara değinmişlerdir: Uzaylıların çok büvük bölümü fiziki olarak bize çok benzemektedirler. Gelip Şehirlerimizde halkın arasına karışıp, yaşayabilirler derken, normal insanlardan bahsetmektedirler. Ayrıca evreni yaratan tek bir Tan-n'dan bahsetmişlerdir. Ünlü İlahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk katıldığı bir televizyon programında şu açıklamayı yaptı: "Allah Kur'an-ı Kerîm'de Göklerde Şuurlu canlı varlıklar var diyor. Bununla temiz bir akıla sahip olunması kastediliyor. Biz sadece Dünya ile sınırlıyoruz, her şeyi araştırmak lazım." Uzay konusunda yapılan son araştırmalar sonucunda Sa-manyolu'ndaki sabit yıldızların sayısını 100 milyara çıkartıyordu bilim adamları. Aynı bilim adamları ve onların öğretmenleri otuz yıl önce başka gezegenlerde hayat fikrine sıcak bakmıyorlardı. Görülen UFO olaylarım ısrarlı bir şekilde inkar ediyorlardı. Her göreni hatta uzaylılarla temasa geçtiğini iddia edeni hayal görmekle ve onları hasta olmakla itham ediyorlardı. Bu durum daha çok ABD'de oluyordu. Fakat — 193 — ALI BEKTAN böyle düşünmeyen başka bilim adamları da vardı. Onlar da gizli bir toplantı yaparak Güneş Sistemindeki uygarlıklar ile temasa geçmek için fikir alış verişi yaptılar. Bir takım kararlar aldılar. Bu işten en karlı çıkan Amerika oldu. 1950'lerde ki çalışmalar sonrası Birleşik Devletler bugün dünyanın bilimde ve teknolojide ileri giden ülkesi oldu. Avrupa ülkeleri bilimsel alanda ne yazık ki ABD'den geri kalmaya başladılar. Uzay araştırma ve çalışmalarını sürdürüyorlar. Amerika ve Rusya ağırlıklı olarak çalışmaya başladılar. ABD Bilgi birikimi nedeniyle 1947 yılından bu yana ortaya çıkan UFO olaylarını dünyadan ve kamu oyundan sürekli olarak sakladılar. Düşen Uçan Daireleri ve içinde bulduğu Uzaylıları alıp laboratuarlarında inceleyen Amerikalılar elde ettikleri bilgileri hiçbir zaman kamuoyuna açıklamadılar. KUR'AN'DA BAHSEDİLEN UZAY'DAKİ GEZEGENLER VE CANLILAR Ankebut Sûresi 29/22 "Siz ne yeryüzünde ne de gökte Allah'ı aciz bırakamazsınız ve siz Allah'ı bırakıp da ondan başka bir dost ve yardımcı'da bulamazsınız." Fatır Sûresi 35/44 "Ne göklerde ve ne de yeryüzünde hiçbir şey Allah'ı aciz bırakamaz." Kur'an-ı Kerîm'de canlı cansız, melek, insan ve hayvan bütün yaratıklar için ortak kullanılmakta olan herkes her şey gibi isimler de vardır. Bunları Göklerdeki meleklere ve bazen cinlere, yeryüzünde de insan ve hayvanlara yorumlarız. Hacc Sûresi 22/18 "Görmedin mi göklerde olan herkes ve her şey ve yeryüzünde bulunan herkes ve her şey güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve pek çok insan gerçekten Allah'a secde ediyorlar. İnsanlar'dan çoğu da vardır ki onlara azab hak olmuştur." Bu genel ifadeleyi göklerde olan meleklere yorumlarız. Allahın, kanunlarına boyun eğen yıldız, gezegen ve diğer
— 194 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI cansız nesnelere yorumlarız.. İnsan, hayvan ve bitkileri de dünya için düşünürüz. Nemi Sûresi 27/65 "Yerde ve gökte Allahtan başka hiç kimsenin gaybi ve nihai sonlarının ne zaman geleceğini bile-miyecekleri" anlatılıyor. Allah'ın, yerde ve göklerde gizlenen her sırrı açığa çıkarttığı ifade ediliyor. Burada göklerde kimin bir sırrı olabilir diye düşünürüz. Ve meleklerin sır gizleme gayreti içinde olmalarım kabullenenleyiz, çünkü onlar her zaman itaaat içindedirler ve bir suçları bulunmaz. Şeytan da aleni olarak her şeyi yapar. Geriye ise İnsan ve Cin türü kalır. İlahi kanunlar içinde ve Allah'ın gerek din ve gerek tabiat olarak koyduğu kanunlarm hükmü altında kalırlar. Allah yeryüzünde olsun göklerde olsun her yerde ve bütün mekânlarda insanları kulluğa çağırmıştır. Rum Sûresi 30/18 "Göklerde ve Yerde Hamd onadır. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine ulaştığınızda Allah'ı teşbih edin" Bazı alimler bu anlaşılmaz teşbih işini hayvanata ve nebata ya da cansız nesnelere has görürlerken bize göre bu anlayış tarzları bizleri göklerde insan gibi canlılar olabileceğine götürür. Rad 13/15 "Göklerde ve Yeryüzünde kimler varsa onlar da, gölgeleri de sabah, akşam ister istemez Allah'a secde ederler." Secde boyun eğme ve itaatin en ileri mertebesidir. Melekler itaat ve secde içinde. Onlar olamaz. Melekler ve Cinler lâtif varlıklardır. Böyle olunca da onlann gölgeleri yoktur. Oysa Âyette yeryüzünde olduğu gibi göklerde de kendileriyle birlikte gölgeleri de secde yapan kimselerden ve nesnelerden söz edilmiştir. Bunlar melek ve cinlerin dışında canlılar olmalıdır. Gölgelerin secdesine gelince bugüneşin veya herhangi bir ışık kaynağının hareketine göre gölgenin uzama, kısalma — 195 — ALI BEKTAN ve yön değiştirme hareketidir. Ve bu konuda az önce bahsettiğimiz tabiat kanunlarından biri hükmüniı icra etmektedir, ibadet içinde olan bir kimse de ona göre bir gölge/e yol açacaktır. Rahman 55/29 "Göklerde ve Yeryüzünde kimler varsa hepsi her şeyi ondan ister. Allah her gün her an bir yaratma işindedir." Melekler dahil bütün yaratıklar heran Allah'a muhtaçtırr lar, eğer göklerde Allahtan rızk isteyenler varsa bunlar meleklerin dışında varlıklar olmalıdır. Âyetin genel ifadesi içinde istenen şeylerin neler olduğu bilinmiyor. O zaman başka gezegenler olma ihtimali güçleniyor. Nahl Sûresi 16/49 "Göklerde ve yeryüzünde olan canlılar ve melekler onlar hepsi de büyüklük göstermeden Allah'a secde ederler." Bu Âyette yerde ve göklerde Allah'a secde eden canlılar ile bunlardan ayrı olarak aym ibadeti yapan meleklerin varlığından söz edilmiş olabilir. Göklerde varlıklarından söz edilen "devabb" canlılardan kasıt bazı müfessirlerin dediği gibi gerçekten melekler midir. Fahruddin Er Razi (Vefatı 1210) ünlü bilgin göklerde de yerdeki insanlar gibi yürüyen canlıların olabileceği ihtimalini göz ardı etmez. Nur Sûresi 24/45 "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor ve kimi de dört ayağı üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır." Bu Âyette "dabbe" canlının sudan yaratıldığı bildirilmekte ve ardından sürüngenler ile ayaklan üstünde yürüyenler bu türün bir tanıtımı olarak sunulmaktadır. Melekler Nur'dan, Cinler Nar'dan (Ateşten) yaratıldıklarına göre onların sudan yaratılan bu canlılar içinde yer almamaları gerekir. Sura Sûresi 42/29 "Gökleri yeryüzünü ve bunlar içinde üretip yavdığı canlıları yaratmasıda onun varlığının ve yüce— 196 — TÜRKLER VE UZAYLI ATALARI
liginin delillerindendir. O dilediği zaman bunların hepsini bir araya toplamaya da güç yetirir." Bu Âyette de dabbe kelimesi kullanılmış ve bu canlıların üreyip bir noktadan diğer yerlere doğru yayılmasından söz edilmiştir. Meleklerde erkeklik ve dişilik olmadığından onların çoğalıp yayılma kanunlarından söz edilemez. Her zaman olduğu gibi gökleri meleklere, yeryüzünü insanlara ve hayvanlara tahsis etmişlerdir. Son kısımda yer alan yer ve gök camlılarının buluşmalarım da sadece kıyamet sonrası hayatla ilgili görmüşlerdir. Esas görüş bu olmakla beraber Zemahşeri, Razı, Neysaburi ve Ebussuud Efendi gibi müfes-sirler bu Ayetin tefsirinde göklerde insan ve hayvanlar gibi yürüyüp gezen canlıların olabileceği ihtimali üzerinde durmaktan da kendilerini alamamışlardır. Talak Sûresi 65/12 "Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Onun emri bütün bunlar arasında durmadan iner durur. Allah'ın bunları yaratıp emirler indirmesi onun gerçekten her şeye gücü yettiğini ve bilgisiyle her şeyi kuşatmış olduğunu bilmeniz içindir." Müfessirler yerlerin sayısının yedi olduğunu gösteren Kur'an Ayetinin tek bu olduğunu söylerler. Fakat onlar çoğunlukla bunu yerin tabakları olarak anlarlar. Eğer kainatta başka dünyalar daha varsa bunlar elbet boş alanlar olmayıp dünyamız gibi kendi ortam ve şartlarına uygun canlılarla dolu olacaklardır. Peygamber "YEDİ ARZ"âan diğer bir deyişle gökler sayısında yerkürelerden söz ederken bununla o içinde hayat ve hayat imkânları olmayan içleri boş gezegenleri kasdetmiş olamaz. Eğer peygamber onları arz /yer küresi olarak nitelendirmişse bu, oralarda dünyamızda olduğu gibi canlılar bulunduğunu anlatmak için olabilir. Hazreti Peygamber bizim dünyamızdan başlayarak diğer dünyaları sayarken sonuncu arz için "EN UZAK ARZ" tabirini kullanmıştır. Peygamber yerküreleri sayarken önce bulunduğu yerden başladığı için en sonuncusunu bu şekilde nitelendirmiş olmalıdır. Aslında uzayda aşağüık ve yukarılık yoktur. Sadece uzaklık ve yakınlık vardır. — 197 — ALI BEKTAN Her bir arz küresi yaşamaya uygun bir yer olmalıdır ki, Hz Muhammedi'm sözlerinde "Eğer siz en uzak arza iple bir yol bulup, bir adam sarkıtıp gönderseniz O adam orada da yine Allah'a onun hükümran olduğu bir yere inmiş olur" (Tirmizi'nin Tefsiri) Bu da orasının yaşanabilir bir yer olduğunu gösterir. Başka dünyaların varlığını ve oralarda insanlar gibi canlıların bulunduğunu ihtimalsiz ve açık olarak kabul eden Ibn Abbas (vefatı 687) olmuştur. Yerlerin sayısıyla ilgili Âyetin tefsirinde şu sözlerine yer verirlerki biz onun bu sözleri peygamberden alıp almadığını bilmiyoruz. Allah "7" arz yaratmıştır. Her arzda sizin peygamberiniz gibi bir peygamber, Adem gibi bir adem, Nuh gibi bir Nuh, İbrahim gibi bir İbrahim ve İsa gibi bir İsa vardır." Her arzda dünyamız insanları gibi insanlar olduğunu söyleyen Ibn Abbas yerkürelerin çokluğu ile ilgili Âyeti bu şekilde açıkladıktan sonra "Eğer size bu Âyetin açıklamasını yaparsam kafir olur yani onları inkâr edersiniz."
View more...
Comments