Aöf - Çağdaş Dünya Tarihi
April 8, 2017 | Author: Sercan | Category: N/A
Short Description
Download Aöf - Çağdaş Dünya Tarihi...
Description
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ İLKÖĞRETİM ÖĞRETMENLİĞİ AÇIKÖGRETİM FAKÜLTESİ LİSANS TAMAMLAMA PROGRAMI
Çağdaş Dünya Tarihi
1. 2. 3. 4. 5
Ünite
T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI NO: 1078 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINLARI NO: 596
SOSYAL BİLGİLER ÖĞRETMENLİĞİ
Çağdaş Dünya Tarihi Yazarlar:
Prof.Dr. Cahit BİLİM Doç.Dr. Halime DOĞRU Yrd.Doç.Dr. Kemal YAKUT Yrd.Doç.Dr. Yağmur SAY Editör:
Prof.Dr. İhsan GÜNEŞ Prof.Dr. Cahit BİLİM
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir. "Uzaktan öğretim" tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.
Copyright © 1999 by Anadolu University All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without permission in writing from the University.
Tasarım: Yrd.Doç.Dr. Kazım SEZGİN
ISBN 975 - 492 - 834 - 7
Başlarken Çağdaş dünyanın temelleri ortaçağın sonlarına kadar uzanmaktadır. Zira, bu dönemde feodal düzenin çözülmeye başlaması, ticaretin canlanması, burjuvazinin oluşması, kapitalizmin ortaya çıkması, su ve rüzgar gücünün yerini tutabilecek yeni enerji kaynaklarının aranması gibi bir dizi siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve teknolojik gelişmeler meydana gelmiştir. Bilindiği gibi bu önemli değişiklikler, insanın özgürleşmesini ve doğanın denetim altına alınması sürecini hızlandırmıştır. Nitekim, coğrafik keşifler, rönesans ve reform hareketleri Avrupa kıtasının şekillenmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Özellikle, 18. yüzyılda "Aydınlanma" döneminin yaşanması sonucu tüm "tabuların" tartışmaya açılarak aklın ve bilimin öne çıkartılması dünyanın değişimini hızlandırmıştır. Aydınlanma ile birlikte despotluğa, bilgisizliğe ve bağnazlığa karşı çıkmanın yanısıra, kapitalizme bir tepki olarak doğan sosyalizm de, yeni bir dünya düzeni projesi sunmuştur. Bununla birlikte, Fransız Devrimiyle tüm dünyaya yayılan milliyetçilik de (ulusalcılık) dünyanın yeni değerlerle dönüştürülmesini hedeflenmiştir. Bu nedenle, dünyamız son iki yüzyıldır bu siyasal kavramlar etrafında sürdürülen bir mücadeleye sahne olmaktadır. XX. yüzyılda, iki dünya savaşının yaşanması, sosyalist rejimlerin kurulması ve çökmesi bu siyasal kavramlarla yakından ilgilidir. Biz bu ders kapsamında çağdaş dünyanın oluşumunu ve meydana gelen gelişmeleri genel çizgileriyle inceleyeceğiz. Kuşkusuz, bu çalışma uzaktan öğretim yöntemine göre hazırlandığı için, üslûp ve biçim açısından diğer kitaplardan farklıdır. Bu nedenle çalışırken şu uyarıları gözönünde bulundurmanız gerekir. •
Üniteler arasında bağlantı kurarak okuyunuz.
•
Yanınızda bir atlas bulundurunuz.
•
Olaylarda birinci derecede rol alan kişilerin yaşam öykülerini yakınınızda bulunan bir ansiklopediden öğreniniz.
•
Üniteler içinde sorulan soruları dikkatlice yanıtlayınız.
•
Her ünitenin başında amaçlar, içindekiler ve üniteye ilişkin öneriler vardır. Bunları mutlaka okuyun ve üzerinde düşünün. Zira, bunlar sizin konuyla ilişki kurmanızı sağlayacak ve bazı konulara dikkatinizi yoğunlaştıracaktır.
Sizlere sağlıklı ve başarılı bir yaşam diliyoruz. Editörler Prof.Dr. İhsan GÜNEŞ Doç.Dr. Cahit BİLİM
Modern Dünyanın Oluşumu
ÜNİTE
1
Yazar Öğr.Grv.Yağmur SAY
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Derebeylik toplumu içinde Feodal sistemin altyapısı hakkında bilgi edinecek, • Derebeylik (Senyörlük) sistemini kavrayacak, • Şehirlerin yeniden kuruluşu ve Burjuva Sınıfı'nı tanıyacak, • Merkezi devletlerin kuruluşunu yakından gözlemleyebilecek, • Ortaçağ uygarlığını ve özelliklerini izleyebilecek, • Hümanizm ve Rönesans'ın özelliklerini öğreneceksiniz.
İçindekiler • Derebeylik Toplumu
3
• Derebeylik Savaşları
8
• Merkezi Devletlerin Kuruluşu
13
• Ortaçağ Uygarlığı
18
• Hümanizm-Rönesans
20
• Özet
26
• Değerlendirme Soruları
27
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
28
Çalışma Önerileri • Derebeylik toplumunu ve Feodal Sistemi araştırınız. • Feodal sistem içindeki dinsel yapıyı ; Kilise, Papa ve Piskoposların dinsel ve siyasal yapıdaki etkilerini araştırınız. • Yüzyıl Savaşları'nın ne gibi siyasal, ekonomik ve dinsel nedenlerle çıktığı, ardından ne gibi sonuçlar doğurduğunu araştırınız. • Monarşi kavramını araştırınız. • Hümanizm ve Rönesans kavramlarını araştırıp tartışınız.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
3
1. Derebeylik Toplumu 1.1. Feodal Sistemin Alt Yapısı Karolenjlerin X. yüzyıl boyunca uğradığı başarısızlıklar ve sonunda devletin parçalanması çağın ekonomik ve sosyal koşullarına uygun yeni bir siyasi düzenin kurulmasını gerektirmişti. Bu yeni düzende kişi ile toplum arasındaki ilişkiler yeni bir ortamda gelişecek ve kişiye, kamu yararlarından farklı kişisel yükümlülükler getirecekti. İşte, kişinin yükümlülüklerini ön plana çıkaracak bu yeni kurallar sisteminin tümü yeni bir toplum aşamasını, derebeylik düzenini (Feodal Sistem) oluşturuyordu. Senyörlük sistemini yaratan olgular nelerdir?
?
Germen geleneklerine göre imparatorluk; hükümdara bir çeşit hizmet akdiyle bağlı, hizmetkarlar aracılığıyla yönetilen bir mülktü. Devlet kavramı henüz Karolenj mirasının tekrar tekrar bölüşülmesine olanak sağlayan bu siyasi sisteme yabancıydı. Bu bölüşmenin özel şartlarını düzenleyen hiçbir kanun olmadığından, ülkenin kaderi rakipler arasında verilecek karara kalıyordu. Her miras paylaşımında imparatorluk biraz daha küçülüyor, sonra bu imparatorluktan çıkan krallıklar güçlerinden bir kısmını yitiriyordu. Aristokrasi Karolenj mülkünün büyük kısmını ele geçirince kralın kaynakları kurudu, bu yüzden soyluların isteklerine karşı direnme ve devlet haklarını koruma olanağı kalmadı. Yönetim fiilen yerel derebeylerin (Senyör) eline geçti. Derebeylik Düzenini yaratan olgular nelerdir? Karolenj kuruluşlarındaki yanlışlıklar yüzünden toplum, yavaş yavaş gevşek bir feodal devlet biçimine doğru gitti. Vasallık ve tımarın ikili etkisiyle hükümdarın karşı çıkamadığı bir mülk ve kişi hiyerarşisi doğdu. Kişinin gelişimi ilkesine dayanan ve and içme seremonisiyle sağlamlaştırılan vasallık geleneği insanı, başka bir insanın adamı yapıyordu. Bu adam özgürlüğünün bir kısmını ve devlete karşı genel yükümlülüklerini bir kişi adına feda ediyor, buna karşın o kişinin himayesine sığınıyordu. Bu durum hak ve sorumlulukların belirlenmesini güçleştirdi. Karolenjlerin son dönemlerinde tımarsız vasal artık kalmamıştı. Vasallık ve tımarın oluşturduğu ilişkilerin bütünü malikaneleri doğurdu. Bundan sonra Karolenjlerin eski memurları, kontluklarında artık merkezi hükümetin temsilcisi olarak değil, kontluk topraklarındaki vasalların koruyucusu olarak hareket etmeğe başladı. X. yüzyıl boyunca görev ve tımarların miras kabul edilmesi kelimenin tam anlamıyla Derebeylik düzenini doğurdu. Normanların, Macarların vb. akınları, kontların yağmalara karşı topraklarını ve vasallarını kendilerinin korumalarını gerektiriyor, bunun için de kontlar, özerk asAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
4
keri birlikler oluşturuyorlardı. Öte yandan siyasi kargaşa, Akdeniz'de korsanlık yüzünden güçleşen ekonomik hayatı olumsuz etkiledi. Bu nedenle tamamen yerel ve kapalı bir ekonomi oluştu. Bu aşamada feodal kurumlar kaçınılmaz değil gerekli görülür oldu. XI. yüzyılda Capetler döneminde Karolenjler döneminde olduğu gibi vasallar, senyörlerine iki tarafın yükümlülüklerini belirleyen bir sözleşme ile bağlanmakta idiler.Bu sözleşme ile vasal, tımarı meydana getiren toprağın sahibi değil, zilliyeti ve toprak üzerindeki bir dizi hakka sahip olurdu. Mülkiyet kuram olarak senyörde kalırdı ve senyör, vasalın ölümünde malını tekrar alma hakkına sahipdi. Yavaş yavaş bu sistem değişmiş ve tımarlar babadan oğula geçer olmuştu. Vasal, tımarı olduğu gibi tutma, değerini düşürmeme ve koşullarını değiştirmeme sorumluluğu altındaydı. Vasalın iki tür görevi vardı ; yardım ve meclis görevi. Vasal, senyörünü giriştiği bütün savaşlarda desteklemek zorunda idi. Askeri yardım dışında feodal sözleşme, vasalı senyöre sınırlı ve belli miktarda para ödeme zorunda bırakıyordu. Vasal, senyörünün olağanüstü hallerde belirli masraflarına katılmak zorunda idi. Meclis görevi, vasalı bir başka yükümlülük altına sokmakta idi; ya bir tören için, ya danışma için ya da cezaî davalarda mahkeme önüne getirmek için olsun senyörün çağırdığı bütün toplantılara vasal, katılma zorunda idi. Vasal feodal sözleşmenin bütün yasalarına titizlikle saygı göstermeye mecbur olduğu gibi, senyör de vasalını korumak ve ona adil davranmak zorunda idi.
1.2. Derebeylik (Senyörlük)
?
Toprak sistemindeki Köle kavramını tartışınız? Feodal düzenin gelişmesiyle eski tımar toprağına sahip malikaneler senyörlükler haline geldi. Eskiden devletin yaptığı bütün atamaları senyör yapmaya başladı. Bu büyük malikane, biri senyörün doğrudan doğruya işlediği topraklar (Terra Indominicata), bir diğeri köylülerin işlediği topraklar olmak üzere ikiye bölünmüştü. Toprakta çalışanlar da iki sınıf oluşturuyorlardı. Bunlar ; Köleler (Serfler) ve Hür Köylüler'di. Ekonomik etkenlerle olduğu kadar kilisenin etkisi altında özellikle malikanelerinin iyi işlenmesine bağlanmış büyük arazi sahipleri köleler üzerindeki bazı haklarından vazgeçmek zorunda kaldılar. Köle artık tutsak gibi satılmıyor, aile sahibi oluyor ve belirli bir borç karşılığında bir toprak parçasını işliyordu. Krallık kölelerinin ortak üç özelliği bulunmakta idi ; kişi başına vergi verirler, senyörden evlenme izni (Formarıage) alırlar ve senyöre, mirasa el koyma (Man-Morte) hakkı tanırlardı. Bütün bu haklar, kölenin senyöre sıkı sıkıya bağımlılığını göstermekte idi. XII. Yüzyılda bir kölenin senyörüne önceden haber vermek ve bütün mallarını bırakmak şartıyla ayrılma olanağı kabul edildi. Köleye sosyal şartlarını değiştirme olanağı veren "Azat Etme" yasal bir yoldu. Azatlının yanında senyöre bağımlılığı, ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
5
onun toprağında oturmaktan öte gitmeyen hür insanlar yer alıyordu. Bunlar hemen hemen çiftçi ve yarıcıların şartlarına sahipti. Toprağı kendi adlarına işlerler, ya para olarak ya da ürün olarak kira öderlerdi. Toprak sistemindeki Kahya kavramını tartışınız?
?
Çok geniş toprakları yönetmek ve çok çeşitli hakları toplamak için derebeyleri büyük toprak ağaları gibi Kahya kullanımına başvurdular. Karolenjler devrindeki Villiciler'e benzeyen bu kahyalar genellikle çok geniş yetkilere sahip olan köylülerdi. Mülkün parçalara ayrılması sonucunda bu kahyaları çoğaltmak ve kendilerine bir yetki alanı çizme zorunluluğu doğdu. En önemli kahya grupları da bir başkahyanın yönetimine verilmişti. Başkahyalar XI. yüzyıl boyunca miras yoluyla görev almaya başladı ve tımar veren bir feodal görevli yükümlülüğü kazandı. Çok kısa sürede bu görevliler vergi toplayan basit kahyalar olmaktan çıkıp senyörün temsilcisi haline geldiler. Karolenjler döneminde laikler için iki tür yargı mercii bulunmakta idi ; hür insanların yargı mercii kontların ; köle ve hür çiftçilerin yargı mercii ise toprak sahibinin elindeydi. Karolenjlerin son dönemlerinde adaleti sağlayan görevliler olarak kontlar aradan çekildi; senyörler kendi toprak sahiplerinin eski haklarını ellerinde topladılar.
1.3. Şehirlerin Yeniden Kuruluşu ve Burjuva Sınıfı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünü izleyen yüzyıllarda şehir yaşantısı yavaş yavaş sönmeye başladı. Ticaretin gerilemesi ve kır ekonomisinin büyüyen önemi eski şehir merkezlerinin zayıflamasına yolaçtı. Aynı zamanda şehircilik sanatı kayboldu ve senyörler, papazlar veya laikler site ve köylerin sahibi haline geldiler. Şato ve kiliselerin çevrelerinde yeni şehir üniteleri oluşmaya başlamıştı. Kişiyi büyük toprak sahiplerinin himayesine girmeye iten aynı etkenler, en etkin şekilde korunabilen senyörlük konutunun yakın çevresinde toplanılmasına yolaçtı. Öte yandan senyörlüğün ekonomik bir birim oluşturması yüzünden zanaatkar ve işçilerin senyörlük merkezini işyeri olarak seçmeleri de normaldi. Böylece senyöre sıkı sıkıya bağlı yeni bir köy tipi doğdu. X. yüzyılın sonuna değin site ve senyörlük birbirinden ayrılmadı. Ekonomik yapıdaki Esnaf Sınıfı'nın doğuşu ve konumu nasıldır? Normanların akınlarından ve Arap İmparatorluklarının gerilemesinden bu yana, yerel ölçüde olduğu kadar uluslararası ölçüde ekonomik değişim (mübadele) yeniden başladı ve derebeylik düzeni sağlamlaştıktan sonra ekonomik hareketin gelişimini kolaylaştırdı. Topluluklar arasında belirli bir akım gelişti ve yeni bir sınıf olan "Esnaf" sınıfı doğdu. Bu sınıf, dar senyörlük alanından çıkarak başka bir yaşam biçiminin doğmasına zemin hazırladı. Esnaf arasında olduğu kadar, şehir AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
6
halkı arasında da kazanç ortaktı. O halde ilk şehirleşme aynı sınıftan kişiler arasında kurulan birlikler niteliğini taşıyacak ve bu birliklerin de tek amacı olacaktı; esnafı senyörün keyfî hareketlerine karşı korumak ve ekonomik yaşantının işlemesini sağlamak. Lombardiya, senyör yönetiminden çıkarak vatandaşlar tarafından şehirler kurulan ilk bölge olmuştur. Lombard piskoposları önceleri ülkeyi vatandaşlarla birlikte yönetiyordu. Ancak bir süre sonra piskoposun atadığı belediye meclisi şehrin yönetimini kendi üstüne alma çabasına girdi ve dolayısıyla Piskoposla savaşa başladı. XI. yüzyılın başlarından itibaren Lombard şehirleri ayaklandı. Bu savaş sonunda Cremon, Milano, Mantova, Asti idarî özerkliklerini kazandılar.
?
Komün Hareketi ve sonraki siyasal ve dinsel gelişmeler nasıldır? Kuzey Fransa'da XI. Yüzyıldan beri etkin olan Komün hareketi laik senyörlerin ve kilisenin çok sert muhalefetiyle karşılaştı. Piskoposlar, ulema ve hatta papa, kurulu düzenin zararlı olduğuna karar vererek şehir özerkliği hareketiyle sert bir şekilde savaştılar.Senyörler de komün hareketine karşı çıkıyorlardı. Çünkü belediye meclislerinin oluşumu kendilerinin yargı, ekonomik ve siyasi yetkilerinin bir kısmını kaybetmelerine yol açıyordu. Yalnız hareketin uluslararası niteliği sayesinde komünler, senyörlerin direncini birbiri ardına kırmayı başardı. Komünler, geç de olsa kralların etkin desteğini gördü. Büyük derebeyleriyle savaşta olan krallar şehirlerin doğal müttefiki haline geldiler.Valenciennes 1114'de, Amiens 1115'e doğru, Soissons 1126'da, Brugge ve Lille 1127'de özerkliklerini kazandılar.
1.4. Derebeylikde Kilise Derebeylik toplumunda kilisenin olağanüstü bir yeri vardı. Kilise bu yeri, ruhani ve maddi gücüyle sağlamıştı. Pepin (Kısa Pepin) döneminden beri papalık, uhrevi alanda olduğu kadar dünyevi alanda da söz sahibiydi. Papalık monarşisi Hırıstiyan dünyasının en büyük güçlerinin saymak zorunda kaldığı bir gerçeklik kazandı. Şüphesiz, XI. yüzyıldan beri papazlarla imparatorluk arasında geçen mücadele, kilisenin etken güçlerinin büyük kısmını eritti. Fakat Roma papalığı ruhban sınıfını barışçı bir yolla kendi hakimiyetini sağlayacak bir araç durumuna getiren merkeziyetçi bir siyaset izlemekten geri kalmadı. Öte yandan bütün Avrupa ülkelerinde feodal örgütlenme sebebiyle piskopos, sadece piskoposluğun ruhani lideri değil aynı zamanda, piskoposluk merkezini de içeren çok geniş toprakların senyörü haline geldi.
?
Ruhban Sınıfı, Papa ve Piskoposların konumları nasıldır? Piskoposlar toplumda yerlerini alır ve ruhban sınıfı kraliyet sarayına karşı ağırlığını koyarken papalık iktidarı da kendi yapısını yenileyerek güçlendirmeye devam ediyordu. Papalık kurumlarının sağlamlaşması kilise yönetiminin merkeziANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
7
leşmesi yararına bir hareket doğurdu. Din bilginleri ve yasacıları papanın üstünlüğü ve tek yetkili olması ilkesini yaymak için bütün güçleriyle çalıştılar. Bu çalışmaların sonunda papalık hakları piskoposların zararına hissedilir bir artış gösterdi. XII. yüzyıl sonunda Başpiskoposluklara bağlı piskoposların hemen hemen tümü Roma'dan onay istemeye başladılar. Papalık, çeşitli Hırıstiyan ülkelere papanın temsilcisi olarak doğrudan doğruya hareket eden elçiler göndererek dini yönetimin merkezileşmesini tamamladı. Avrupayı Latran Konsili'ne götüren siyasal ve dinsel ögeler nelerdir?
?
Din adamlarının para ile ünvan alması ve papazların evlenmesi bu dönemde kilisenin aldığı iki önemli yara oldu. Gregorius VII, 1075 tarihinde evlenen papazları görevinden uzaklaştırdı. Kutsal şeylerin alışverişi ve din çevresindeki her türlü ticaret 1075 tarihinde yasaklandı. Para karşılığında kutsal şeyler satan papazlar görevlerinden atıldı. Laikler ise aforoz edildi. Gregorius VII, papalık elçilerinin yardımıyla piskoposlukları düzene soktu. XIII. yüzyıl başında (1215-Latran Konsili) piskoposları atama hakkı sadece piskoposluk meclisi üyelerine bırakıldı. Böylece kilise, senyör ve kralların müdahalesine karşı etkin bir şekilde korunmuş oldu. XIII. yüzyılda görüldüğü gibi piskoposluk, piskopos, piskoposluk meclisi ve başdiyakosun etkisi altındaydı. Bu üç güç arasında sık sık çatışmalar çıktı ve bu durum Trento Konsili'nin yaptığı reforma kadar sürdü. Bununla birlikte piskopos yasal bakımdan tartışılmaz bir üstünlüğe sahipti. Gerçekten tamamen dini sorunlara değinen konularda fetva vermek ve kilise mallarıyla ilgili geçici kararlar alma yetkileri piskoposa verilmişti. Constantinus devrinden beri piskoposlar bu iki yetkiyi kullanıyordu, fakat başdiyakosların yardımını kabul zorunda kaldılar ve böylece başdiyakoslar piskopos yetkisinden bağımsız bir yargı hakkı kazandı. Bu yargı hakkının budanmasına karşı koymak için, XII. yüzyılda piskoposlar özel görevliler, yani yargıç papazlar atadılar; bunlar piskopos adına dini ve dünyevi alanda yargı yetkisini kullanıyordu. XIII. yüzyılda bu yargıç papazlar başdiyakosluk yargı kurallarına kesinlikle hakim oldular. Kilise, derebeylik toplumu ve adlî kurumlarıyla olan sıkı ilişkileri yüzünden Ortaçağ sosyal yaşamını çok derin bir şekilde etkiliyor, Hırıstiyan dünyasında hakimiyeti krallarla paylaşıyordu. Eğitim, hemen hemen yalnız kilisenin elindeydi. Çok sayıda manastır okulu bulunmakta idi. Cluny Tarikatı'na karşı oluşan tepki ve sonuçları neler olmuştur? X. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar manastır okullarını kuran Cluny Tarikatı, manastırlarının sayısı, zenginlikleri, maddi ve manevi yaşam alanında yaptıkları hizmetAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
8
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
le Avrupa'da olağanüstü bir etki yaptı. XI. yüzyılda Cluny'nin Avrupa'da tuttuğu yeri bir başka tarikat aldı. Aziz Bernard adlı bir keşiş Cluny yolsuzluklarına karşı çıkarak keşişlere yaşamlarını sürdürmek için gerekli mal dışında mal edinmeyi yasakladı. Eğitime, bilim ve edebiyata düşmanlık göstermelerine karşı çıktı. Papalık sarayının lüks yaşamını kınamaya başladı. İnsanların manevi yaşamına olduğu kadar maddi yaşamına da karışan kilise, sivil iktidar için korkunç bir güç haline gelmişti. Fakat krallık yasal ve pratik olarak feodal düzeni otoritesi altına aldığı zaman kilisenin muhalefetiyle karşılaştı. Baronların yaptığı gibi kilise de hakimiyeti paylaşma iddiasındaydı. Monarşide kamu kurumları gittikçe laikleşecek ve bu laikleşme Ortaçağ uygarlığının çöküşünün habercisi olacaktır.
2. Derebeylik Savaşları 2.1. Yüzyıl Savaşları İngiltere ile Fransa'yı 1154 ile 1159 Paris Antlaşması arasında karşı karşıya getiren siyasi bunalım dönemini, Yüzyıl Savaşı'nın başlangıcı sayabiliriz. XIV. ve XV. yüzyıllardaki çatışmalar gibi bu dönem de arkası gelmeyen silahlı çarpışmalara sahne oldu. Bu çatışmalardan bütün ayırıcı nitelikleri kazanmış, güçlü bir vatanseverliğe sahip iki millet, Fransa ve İngiltere doğacaktır. Derebeyliğe özgü karakterini daima koruyacak olan birinci Yüzyıl Savaşı'nda çok farklı tipte iki monarşi, belirgin özellikleri olan iki siyasi birlik, tarih sahnesinde görüldü. Capetler'le Plantagenetler arasındaki anlaşmazlık, o günün koşullarının beklenen sonucuydu. Capetler'e savaş açmadan önce Henri II, çevresindeki toprakları işgal ederek ve Barcelona, Alsace gibi derebeyliklerle ittifak yaparak Fransa kralını yalnız bıraktı. Louis VII, Henri II ile Gisors'da bir barış imzalayarak bir kısım toprakları İngiltere kralına bıraktı. Bu arada Henri II, şansölye Becket'i kilise üzerinde bir hakimiyet kurmak amacıyla Canterbury piskoposluğuna getirdi (1162). Ancak Becket, Henri II'nin kiliseyi dize getirmek için koyduğu ağır vergilere itiraz etti. Henri II, kiliseye tanınan ayrıcalıkları kaldırmak istiyordu. Kralın laik yasalara olduğu gibi, ruhban üzerinde de mutlak üstünlüğünü kanun hükmüne bağlayan Clarendon Yasaları'nı kabul ettirmesi için sert tedbirler alması gerekti (1164). Henri II, Becket'in Louis VII'e sığınması üzerine ona savaş açarak Becket'i elegeçirmeyi düşündü. İki yıl süren savaşta (1167-1169) Henry II, Fransız tacına bağlı toprakları ele geçirmek için çarpışırken Louis VII, krala başkaldıran İngiliz asillerini destekledi. Kesin sonuç alınamayan bu savaşların aldığı durumdan kaygılanan Henry II, Louis VII ile barış imzaladı. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
29 Ocak 1170'de Becket'in öldürülmesi Henry II'nin güçlü iktidarının sonu oldu. En yakınları bile kralın zorba iktidarına başkaldırdılar. Oğlu Henry Fransa'ya sığındı ve Louis VII tarafından İngiltere kralı ilan edildi. Bu olay geniş ve yaygın bir iç isyanın başlangıcı oldu. Louis VII, Normandiya'yı işgal etti (1173) ve Rouen'i kuşattı. İskoçyalıları yendi ve baronların isyanını bastırdı. Normandiya'yı Fransızlardan alan kral, 1174'de Montlouis'de imzalanan barış ile statükonun korunmasını sağladı. 1180 tarihinde Philippe II Auguste Fransa kralı oldu. Philippe II, genç Geoffroy adına Henry II'den Anjou'yu istedi. Henry II razı olmayınca savaş başladı (1187). İngiltere kralı Fransa kralı ile barışa razı oldu. Bu arada babasından hiçbir yetki almamış olan Richard, Berry'yi işgal ederek yeni bir savaşın başlamasına neden oldu. Richard, babasından taht üzerindeki veraset hakkını kabul etmesini istedi. Baba oğul arasındaki bu çekişme yeni bir Fransız-İngiliz savaşına neden oldu. Bu savaşlar sonunda Henry II, bir kısım toprakları Fransa'ya bırakmak zorunda kaldı. Bir süre sonra tahtı oğlu Richard (Aslan Yürekli Richard)'a bırakarak öldü. Richard iki yıl kutsal topraklarda savaştı. Fakat, Almanya'dan geçerken imparator Henry VI tarafından tutsak alındı. Richard (Aslan Yürekli)'ın esareti sırasında İngiltere'de taht, kardeşi z John (Yurtsuz)'un idaresinde kaldı. Philippe II Auguste bu durumdan yararlanarak İngiltere'nin Fransa'daki topraklarını ele geçirmek istedi. Richard, İngiltereye döner dönmez Fransaya geldi ve Philippe II Auguste savaş açtı. Yenilen Philippe barış istedi (1196). İngiltere, işgal ettiği Fransız topraklarını geri verirken Flandre'da, Somme'da ele geçirdiği topraklardan çekildi (1199). Savaş, İngilterenin zaferi ile sonuçlanacak gibi görünürken, bir felaket savaşın kaderini değiştirdi. Richard (Aslan Yürekli), Limousun'un kuşatılması sırasında vurularak öldü. Bir süre sonra John, Fransa kralının harekete geçmesini beklemeden Brötanya kontu Arthur'u yendi ve esir aldı. Baronlar bir koalisyon halinde Philippe Auguste ile birleştiler. John, Brötanya'ya sığındı ve orada Arthur'u öldürttü. Bu cinayet bütün baronların isyanına neden oldu. Bu yaygın isyandan yararlanan Philippe II Auguste, Normandiya'yı elegeçirdi. Bunun arkasında iki yıllık bir barış imzalandı. Bu savaşlar sonunda Brötanya, Normandiya, Anjou, Maine ve Tourraine Fransa tacına bağlandı. Philippe II Auguste Loire'ın savunmasını oğlu Louis'ye bırakarak Flamanlar üzerine yürüdü. Louis, Yurtsuz John'u ağır bir yenilgiye uğrattı (1214). Philippe II Auguste birleşmiş düşman ordularını yendi. Bu iki taraflı yenilgiden sonra John, Fransa üzerindeki ihtiraslarından vazgeçmek zorunda kaldı. Kralın kötü sonuçlanan Avrupa seferleri, İngiltere'yi geniş ölçüde etkiledi. Ağır vergiler ve John'un despotca davranışları baronlar arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Yurda dönüşünde kralı, kral iktidarını sınırlayan "İngiliz Haklarının BüAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
9
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
10
yük Şartı" (Magna Carta) adlı kanunları kabul ve ilana zorladılar (1215). John çatışmayı göze alamayarak kanunu kabule razı oldu. John'un ölümünden sonra Papa, Henry III'yi kral ilan etti. XII. yüzyılda doğudan gelen Manicilik akımı Languedoe'da büyük taraftar toplamıştı. Kilisenin gücünden ürken ve zenginliğine göz diken Toulouse kontları yeni dinin yayılmasına ortam hazırladılar. Vatikan temsilcisi Maniciler tarafından öldürüldü (1208). Papa, kuzey baronlarını Languedoe'a karşı bir haçlı savaşına çağırdı. Üç yıl süren çatışmalarda Toulouse'un tamamı işgal edildi.
?
Meaux Barışı'na neden olan siyasal ve askeri olgular nelerdir? Philippe II Auguste, Güney Fransayı ele geçirmek için olaylardan faydalanmayı düşündü. Oğlu Louis'i, Simon de Monfort'un yardımına gönderdi. Bazı haçlıların bazı kont Raymond VII taraftarlarının ağır bastığı çarpışmalar on yıldan fazla sürdü. Philippe II, savaş sona ermeden öldü. Oğlu kral Louis VIII, Toulouse'un işgalini tamamladı. Fransa 1220 Meaux Barışı ile Güney Fransa'daki birçok eyaletin sahibi oldu. Henry III'nin başarısızlıkları İngiltere'de hoşnutsuzluğu arttırmıştı. Simon de Monfort'un önderlik ettiği baronlar ve piskoposlar, yeni isteklerle kralın karşısına çıktılar. Bir asiller meclisi kurulmasını, Büyük Şart ile tanınan vatandaş haklarının genişletilmesini, İngiliz kilisesinde reform yapılmasını istediler.
?
Paris Antlaşmasının sonucunda ne olmuştur? Louis VIII'in yerine geçen Saint Louis 1254'de Filistin'den döndüğü sırada İngiltere karanlık bir dönem yaşıyordu. Saint Louis bir barış yaparak iki ülke arasında sürüp giden çatışmalara bir son vermek istedi. Henry III, baronların da zorlamasıyla Fransa kralının barış teklifini kabul etti. 1259 Paris Antlaşması birinci Yüzyıl Savaşı'nın sonu oldu. İngiltere, Fransa'daki bir kısım topraklarını geri aldı. Normandiya, Anjou ve Tourraine kesin olarak Fransa'ya bırakıldı. 1337-1475 yıllarını kapsayan İkinci Yüzyıl Savaşları'nın sonunda ; yüzyıl savaşları dönemi artık sona ermişti. Calais en az yüz yıllık bir süre için İngilizlerin elinde kalmış, Fransa güneybatı eyaletlerine yeniden sahip olmuş, Brötanya Fransız nüfuz bölgesi içinde kalmıştı. Fransa'da savaş, getirdiği felaketlerin yanında ülke için çok değerli bir kavramın, milliyetçilik kavramının doğmasına ve toplumun her sınıfın bilinçlenmesine ortam hazırlamıştır. Valois'lar çağının derebeylik savaşı yerini bir uluslar kavgasına bırakmıştı. Yüzyıl boyunca Avrupa'yı kana bulayan bu kavgadan iki yeni ulus, iki yeni devlet Fransa ve İngiltere doğdu. Derebeylik, artık çağın ihtiyaçlarına yetmediğini göstermişti. Şimdi bu eskimiş rejim, toprakların bağımsızlığa kavuşturulması için yapılan savaşlarda güçlenen monarşiye yerini bırakıyordu. Yüzyıl Savaşları, krallık birliğini güçlendirdiği oranda büyük derebeylerin iktidar ve otoritelerini de yıkmıştı.Artık mutlakiyetçiliğe kadar gidecek olan monarşilere yol açılıyordu. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
11
2.2. Fransız Monarşisi Yüzyıl Savaşı'nın en önemli sonucu, derebeyliğin kesin olarak yıkılması ve mutlak monarşinin kuruluşu olacaktır. Fransa ile İngiltere arasındaki savaş, kral iktidarını güçlendirdi. Philippe II Auguste'den sonra monarşinin gelişmesi, yeni bir idare örgütünün kurulmasını zorunlu hale getirdi. Fransa kralları sağlam bir merkeziyetçi idare kurarken, daha o yıllarda yerleşmiş ve güçlenmiş olan Anglo-Norman kuruluşlarından örnek aldılar. Saint Louis döneminin en önemli olayı nedir?
?
Philippe II Auguste, tahtın kilise ile olan ilişkisini yeniden ele aldı. Kilise, mensuplarını da, tıpkı laik vatandaşlar gibi, kralın en yüksek merci' olduğu bir adalet örgütüne bağlamak ve kiliseyi de vergilendirerek, savaş masraflarına ortak etmek için çaba harcadı. Bazı önemli derebeyliklerini ya silah zoruyla, ya da barışçı yollarla taca bağladı. Saint Louis döneminin en önemli olayı ; parlamentonun kuruluşu olmuştur. Başlangıçta sarayda kralın çevresinde kilise ileri gelenleriyle yüksek memurlardan oluşmuş bir heyet iken, zamanla gerçek bir idari-adli-siyasi kuruluş niteliği kazanan parlamento, Fransız tarihinde önemli bir rol oynayacaktır. Parlamento, kralın mutlak iktidarının ortağı ve temsilcisiydi. Saint Louis ile Fransa'da hukuk anlayışı değişti. Kral iktidarı, hukukun en önemli kaynağı oldu. Hükümdarın iradesi en yüksek kanun sayıldı. Bütün öteki kanunlar ve bütün hukuk düzeni kralın iradesine uymak zorundaydı. Böylece kral, zamanla, adaletin hem yaratıcısı hem de en yüksek ve kesin uygulayıcısı oldu. Saint Louis, vatandaşa, doğrudan krala başvurabilme hakkı tanıdı. Louis, maliye örgütünü de geliştirdi. Yeni mali sistemin hedefi krallık bütçesinde denge sağlamak ve değişmez bir para rejimi kurmaktı. Louis, para birimlerine özel adlar verdi ve ilk defa altın ve gümüş para bastırdı. 1300 tarihlerinde Fransız-Flaman çatışması yeniden alevlendi. Çeşitli cephelerde savaşlar ve barışlar birbirini takip etti. 1305'de yeni Flandre kontu ile kesin barış yapıldı. Ancak Güzel Philippe 1314'de öldüğünde Flandre sorunu çözülmüş değildi. Güzel Philippe'in imparatorluğa karşı tutumu Avrupa'nın 300 yıldan beri hazırlamakta olduğu değişikliğin elle tutulur işaretiydi. İmparatorluk ve papalık manevi alanlardaki güçlerini sürekli çatışmalar arasında kaybederken, Fransa ve İngiltere, yavaş yavaş siyasi ve manevi kuruluşlarını tamamlıyor, merkezi iktidarın temeli olan kurumları güçlendiriyorlardı. Burjuva Sınıfı'nın doğuşunu ve sonraki gelişmeleri tartışınız? Philippe (Güzel Philippe)'in İngilizlerle, Flamanlarla ve Vatikan'la olan savaşları monarşinin güçlenmesine ve örgütlenmesine engel olmadı. Bu dönemin en önemli AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
12
olayı, yeni bir sosyal sınıfın ; Burjuva Sınıfı'nın şekillenmesi oldu. Monarşi, kendisiyle çıkar ortaklığı olan burjuvalığı besledi. Bu yılların ikinci önemli olayı ; Etat Généraux'lar'ın temelinin atılması oldu. 1290'da kral Aragon anlaşmazlığının tartışmasını yapmak üzere burjuvaları bir toplantıya çağırmıştı. Soylular 1302'de, 1308'de, 1314'de kilise ileri gelenleri ve şehir temsilcileri ile aynı nitelikte toplantılar yaptılar. Bu toplantılar Etat Généraux'lar'ın hazırlığı niteliğinde idi. Philippe döneminin bir başka özelliği de vergilerin genişletilmesi ve ağırlaşması oldu. Ayrıcalıklar kaldırıldı ve vergi oranları arttırıldı. Bunun sonucu olarak 1309'da vergi işleriyle ilgili bir özel idare kuruldu. Philippe'in 1314'de ölümü, otoriter ve merkeziyetçi idareye karşı yaygın bir isyanın başlangıcı oldu. Yeni kral Louis X, baronların zorlaması karşısında merkezi idarenin mali yetkilerini kısıtlayan ve yöresel kurullara yetki tanıyan bir kanunu ; Charte'aux Normands'ı kabul ve ilan etti (1315).
2.3. İngiliz Kuruluşları Fatih William'dan sonra İngiliz kuruluşları farklı nitelikte iki unsurun etkisi altında gelişti ; bir yandan Sakson monarşisinin siyasi gelenekleri, öte yandan Norman istilacıların adaya getirdiği töreler. Norman kralları kendilerinden önceki Sakson kralları gibi milli liderdiler ve Fransız kralları gibi ülke topraklarının sahibi idiler. Bu iki yönlü iktidar krala, teb'ası üzerinde çok geniş bir hakimiyet sağlıyordu. Kral, kendini saydıracak kadar güçlü ise iradesi kanun demekti. Kişisel mülkleri ve özel bir malikanesi olan kral ve kraliçenin çevresinde taca bağlı yüksek rütbeli komutanlar ve vekiller yeralıyordu.
?
Curia Regis nedir? Yüksek memurların yanında Curia Regis, piskoposları ve bazı büyük baronları birleştiren bir meclisti ; kanunların yapımına yardımcı oluyor ve aynı zamanda hukuk ve ceza alanlarında yüksek merci' sayılıyordu. XII. Yüzyılda Curia, siyasi ve idari iki meclis haline geldi. En yüksek adalet mercii niteliği yanında mali danışma kurulu görevini de yüklendi. Adalet kurulu, taca bağlı yüksek rütbeli komutanları ve uzmanlaşmış yüksek hakimleri biraraya getiriyordu. Tahtla ilgili bütün önemli sorunlarda söz sahibiydi ve yargı organları için en yüksek başvurma mercii idi.
?
Krallık iktidarındaki Sheriff'i ve yetkilerini tartışınız? Kralın iktidarı Sheriff'ler aracılığıyla bütün ülkeye yayılıyordu. Sheriff, senyörlüklerde, kontun ve piskoposun da üstünde yeralıyor ; kralın tek temsilcisi olarak idare ve adalet kurullarına başkanlık ediyordu. Henry II, İngiliz kurumlarının temeli olacak idari reformlara 1175 tarihinden itibaren girişti. 1175'den itibaren kralın başkanlığında toplanan genel meclisler, krallığın bütün idare örgütlerini deANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
netlemekle görevli ve krala bağlı gezici hakimler kurumunun ve hakimleri denetlemekle görevli 12 şövalye ve 12 sivil vatandaştan oluşan jüri heyetlerinin kurulması kararlarını aldı. Saint Paul Katedrali'nde toplanan ülke ileri gelenleri John (Yurtsuz John)'a "İngiliz Vatandaş Özgürlükleri Şartı"nı kabul ettirmek kararını aldılar. John, bu birleşik güç karşısında boyun eydi ve bu kanun metnini imzaladı (1215). Büyük Şart, kral iktidarını kısıtlıyor ve İngiliz kurumlarının tanımlamasını yapıyordu. Keyfi tutuklamaları yasaklayarak, kişi özgürlüğünü güven altına alıyordu. 1215 Şartı, kralın mali yetkilerinin bir bölümünü yeniden tanımıştı. 1258 yılında Oxford'da toplanan parlamento, krala önemli reformlar kabul ettirdi. Buna göre, parlamento yılda üç kere toplanacak ve kralın özel danışma meclisinin 15 üyesini seçecekti. Ancak Henry III, 1264 yılında Oxford hükümlerini yürürlükten kaldırdı. Fakat Simon de Monfort, kralın ordusunu Lewes Savaşı'nda yendi ve Henry III'i esir aldı. İngilterede ilk defa tarih sahnesinde görülen komünler, Lewes Anayasası'nı önce kabul ettiler, sonra çekimser kaldılar. Monfort'un zaferi çok kısa ömürlü oldu. Glouchester kontu kralcılara katıldı ve Simon de Monfort'u Evesham Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğrattı (1265). Kazananlar partisi, Simon de Monfort'un getirdiği bütün yenilikleri hükümsüz sayarak krala eski ayrıcalıkları geri verdiler (1266). Yeni kral Edward I (1272-1307) anayasanın kendisine tanıdığı bütün hakları kullanarak iktidarı güçlendirmek istedi. Maliye örgütünü geliştirdi ve yeniden düzenledi. Edward I, bir kanun yapıcı idi. Yeni yasalarla İngiltere'nin siyasi ve idari yapısını güçlendirdi. Çoğu parlamentonun onayından geçmiş bir seri kanun statüsü yaptı. 1307'de kralın ölümü ile iktidar Edward II (1307-1327)'a geçti. 1311 tarihinde Thomas of Lancaster'ın liderliğinde toplanan soylular kralı, Oxford hükümlerinin yeni bir görünüşü denebilecek bir anayasayı kabule zorladılar.
3. Merkezi Devletlerin Kuruluşu 3.1. Fransız Siyasal Gelişimleri ve Monarşi Fransız monarşisi İngiltere ile yaptığı savaştan zafer kazanmış olarak çıkmış, bunu sağlamak için kendi iç yapısını güçlendirmek zorunluluğunu duymuştu. XIV. ve XV. Yüzyıllar Fransa'yı derebeylik rejiminden mutlak bir monarşiye götürdü. Artık güçlü monarşilerin, özellikle savaşın ve onun getirdiği zorunlulukların ürünü olduğu bir gerçektir. Yaygın bir toplum hareketi siyasi oluşumu bir anayapı reformuna doğru itmiş, fakat reformlar dış şartların uygunluğuna sıkı sıkıya bağlı olduAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
13
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
14
ğundan başarıyla sürdürülememiştir. Bu başarısızlık, siyasi gelişimin yönünü değiştirmiş ve mutlak monarşilerin güçlerini hızlandırmıştır. Philippe VI ve Jean (İyi Jean) dönemlerinde merkeziyetçi yönetim, Saint Louis ve Philippe (Güzel Philippe) iktidarları sırasında temeli atılmış olan kuruluşları yaşatıyordu. Şövalyelik kavramlarına bağlı olan krallık devlete, daha akılcı ve günün koşullarına daha uygun bir yapı kazandırmayı düşünmüyordu. Philippe VI ve Jean dönemlerinde kral, birçok kere olağanüstü vergiler istemek zorunda kalmış, fakat monarşi mali sıkıntı ve parasızlıktan kurtulamamıştı. Toplumun aydın sınıfları, saraydaki israfı görerek seslerini yükseltince Paris'de bir reformcu hareket doğdu. İyi Jean, Poitiers Savaşı'nda esir düşünce (1356) Fransa çaresiz kalmıştı. Devletin ne askeri, ne de parası vardı. Veliaht, yeni bir olağanüstü vergi istemek için Etat Généraux'yu toplamak zorunda kaldı. Fakat bu defa baronlar vergi ödemekle yetinmediler ve devlet yönetiminde denetim hakkı talep ettiler. Şubat ayında toplanan Etat Généraux, olağanüstü vergi salınması isteğine olumlu yanıt verirken hükümet denetimi hakkı konusunda ısrar etti. Charles, boyun eymek zorunda kaldı. Etat Généraux üyelerine Krallık Konseyi'ne seçilme ve alınacak kararlara itiraz hakkı tanıyan Mart 1357 Emirnamesi'ni ilan etti. Reform tasarılarını hazırlamakla görevli sekiz kişilik bir komisyon kuruldu. Fakat Londra'da bulunan esir kral İyi Jean, Etat Généraux'nun dağılmasını emretti ve yeni vergiler salınmasını yasakladı. Bu yanlış müdahale Paris'de yeni olaylara neden oldu. Charles, 1357 yılının Aralık ayında reformları tartışacak olan Etat Généraux toplantısı için geri döndüğünde Paris'de düşman bir cephe buldu. Veliaht ile Etienne Marcel arasında savaş başladı. 1358 yılının Ocak ayında isyancılar hazine bakanı öldürdüler. Bir ay sonra Pariste ihtilal patlak verdi. Charles, Etienne Marcel'in taleplerine boyun eymek zorunda kaldı (Mart 1358). İngilizlere duyulan nefret 1358 Temmuzunda bir sokak hareketi biçiminde patlak verdi. Navarra kralı ve Etienne Marcel isyanı bastıramayınca, daha önce gelmiş olan İngiliz birliklerini Paris'ten çıkarmak zorunda kaldılar ama isyan bastırılamadı. İki gün sonra da Veliaht Charles Paris'e girdi. Charles, artık ülkesinin sahibiydi. İki yıl süreyle babası adına devleti yönetti. 1364 yılında tac giydi. Bu olaylar sonucunda Charles V'ın çevresinde bir çeşit erken gelişmiş aydın monarşisi oluştu.
?
Charles VI, Dönemi'ndeki olaylar nelerdir? Charles VI döneminde halk vergilere karşı ayaklandı. Mali sıkıntı içinde olan hükümet eyaletleri vergi ödemeye davet etti. Ayaklanmalar genişledi ve büyüdü. Bir anlamda derebeylik geri dönüyordu. Charles VI, 1388 yılında amcalarının vesayeANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
15
tinden kurtulunca yeni bir hükümet oluşturdu. Yeni hükümet ; bir seri kanunnameyle her alanda reformları ilan etti. Yönetim, adalet ve şehir yönetimleri yeniden düzenlendi. 1392'de kralın akli dengesini yitirmesi ile kaos tekrar başladı. Halk 1413 yılında ayaklanarak Etat Généraux'nun toplanmasını istedi. Krallık Konseyi bu baskı karşısında geniş bir reform programı ilan etti. Ancak uygulamadaki yanlışlıklar yeni bir ayaklanmayı doğurdu. İsyancılar 1413 yılının Mayısında yeni bir seçim sistemi ile krallık yönetimini halkın denetimine bırakan bir emirnameyi ilan ettirdiler. Ama artık krallık 30 yıl sürecek bir anarşi dönemine giriyordu. Charles VII, her yıl alınacak bir vergi sistemini ilan etti. Bu arada vergi örgütünde de bir reform yapıldı. Mali reformları ordu yönetimindeki reformlar izledi. Monarşi, böylelikle 1440-1450 yılları arasında gelecek zaferlerinin araçlarını hazırladı. Siyasal merkeziyetçiliğin ortamını yarattı. Taca bağlı yüksek rütbeli subaylar, geniş yetkilerini kaybederek, yönetimin çeşitli bölümlerini kral adına idare eden birer devlet görevlisi haline geldiler. Mahalli idarelerde iktidarın sahibi olan senyörler üzerinde kral, kesin bir yönetim ve denetim yetkisi kazandı. Etat Généraux, yerini, kralın kesin iradesiyle daha iyi bağdaşan Eyaletler Meclisi'ne bıraktı.
3.2. İmparatorluğun ve İtalya'nın Parçalanması Fransa ve İngiltere, monarşinin kazandığı zaferlerle güçlü merkezi devletler niteliği kazanırken Roma-Germen İmparatorluğu her geçen gün itibar ve güç kaybediyordu. Parçalanma, Almanya'nın siyasal yapısının bir özelliği olmuştu. Oysa Avusturya, İmparatorluk içinde gitgide güçleniyordu. İtalya'da ise yaygın bir vatanseverlik duygusuna rağmen küçük cumhuriyetler bağımsızlıklarını kıskançlıkla koruma mücadelesi içindeydiler. Çok sayıda küçük devlete bölünmüş İtalya, güçlü komşuları için kolay ele geçirilebilir bir devlet görünümüne gelmişti. 1250-1273 Dönemindeki siyasal olaylar nelerdir? İmparatorluk, büyük iktidar bunalımından sonra (1250-1273) gerçek bir anarşiye sürüklenmişti. İmparatorluk tacını paylaşmayan soyluların kavgasından yararlanan senyörler ve şehirler, bağımsızlık ilan etmişti. Küçük bir senyör, Rudolf I von Habburg imparator ilan edilince imparatorluk iktidarı tehlikeye girmiş görüldü (1273). Habsburg kral soyunun temeli atılmıştı. Fakat öteki prensler, Habsburglar'ın tahta yerleşmesiyle güçlenen Avusturya'nın Almanya'daki nüfuzundan kaygılandılar. Rudolf I'in 1291'de ölümünden sonra imparatorluğa Adolph von Nassau getirildi; onu Avusturya'lı Albrecht (1298) izledi. Albrecht'in on yıllık iktidarından sonra imparatorluğa, Heinrich von Luxemburg getirildi (1308-1313). Oğlu Johan von LuAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
16
xemburg, Fransa sarayı ile ilişki kurdu, kızını kral Jean'la evlendirdi; Fransa safında katıldığı Yüzyıl Savaş'ında öldü (1346).
?
Karl IV Döneminin en belirgin olguları nelerdir? Bavyeralı Ludwig, kendinden önceki hükümdarların siyasetini sürdürerek, imparatorluğa papa karşısında kesin bağımsızlık kazandırmak için mücadele etti; fakat yenik düştü ve tahtını Karl IV von Luxemburg'a bırakmak zorunda kaldı. Karl IV (1355-1378) Alman milliyetçiliğinin lideri oldu ve papalık karşısında bağımsız bir imparatorluğun temelini attı. Ünlü "Altın Mühürlü Ferman" (1356) ile imparator seçimini ayrıntılarıyla düzene koyarak, tamamen laik bir rejim kurdu. Diet meclisine de siyasi ve hukuki yetkiler verdi. Karl IV'dan sonra, her yapıcı hareketin ardından olduğu gibi devlet yaygın bir güçsüzlüğe sürüklendi. Bavyera ve Luxemburg tahtı paylaşamayarak birbirlerini yıprattılar. Oysa öteki prenslikler, özellikle Avusturya ve Macaristan güçlenmekteydi. Albrecht II kısa iktidarı sonun (1438-1439) akrabası Friedrich III'in imparator seçilmesini sağladı. O tarihten sonra imparatorluk tacı Avusturya sarayının malı oldu. İtalya'nın küçük devletlere bölünüşü Almanyadaki bölünmeden çok farklı bir siyasi nitelik taşımaktadır. Burada şehir devletleri mutlak bir bağımsızlığa öylesine alışmıştı ki, Almanya'daki gibi teorik bile olsa herhangi bir birleşme hemen hemen imkansızdı. Hiçbir İtalyan cumhuriyeti diğerine üstünlüğünü kabul ettiremediğinden yarımadada bir çeşit siyasi denge sağlanmıştı. XIV. yüzyılda yarımadadaki en güçlü devlet Napoli Krallığı idi. Giovanna II (1414-1435) döneminde Napoli tam bir anarşiye sürüklendi. O'nun ölümü ile veraset sorunu kanlı olaylara yolaçtı. İtalya, Napoli tahtını paylaşamayan Anjou ve Aragon soyları arasındaki çatışmalara sahne oldu. Aragon kralı 1443 yılında Napoli'yi bir savaşla ele geçirdi. Alfonso'nun ölümü üzerine Napoli Krallığı Fernando'ya verildi. Fakat Fransa kralı Louis XI, René'nin Napoli tahtı üzerinde hakkına miras yoluyla sahip olunca Fransa, Aragon'un en güçlü rakibi durumuna geldi. Napoli tahtının veraseti sorunu İtalya Savaşlarının nedeni olacaktır. Anjou soyu, Güney İtalya'nın hakimi olmak uğruna kuvvet harcayarak gücünü kaybettiği ve yerine Aragon Sarayı'na bırakmak zorunda kaldığı yıllarda Orta İtalya'da papaların Avignon'a taşınması yüzünden önem ve itibarından çok şey kaybetmiş görünüyordu. Papalar artık İtalya'da değillerdi. Bu nedenle Avignondaki papa, Kuzey İtalya'da Anjouların Napoli Krallığına benzer bir krallık kurmak istiyordu. Almanya'da Avusturya ve Bavyera Sarayları arasındaki çatışmadan yararlanan Johannes XXII, Kuzey İtalya'ya hakim olmayı denedi. Fakat papa, imparatorların da karşılaşmış oldukları çetin muhalefetle karşılaşarak başarısızlıANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
17
ğa uğradı. Fransa'nın desteklediği Milano, Viscontiler'in yönetiminde papanın bütün girişimlerini sonuçsuz bıraktı. Sekiz yıl sonra bütün Lombardiya papa ve Bohemya kralı Johann'ın ortak müdahalesine karşı harekete geçti. Ferrare Savaşı (1333) papalığın tecavüzüne son verdi. İtalyan birliği, en anlamlı ifadesini bir başka ortamda bulacaktı.Roma'da soylularla plebleri karşı karşıya getiren anarşiden, eski Latin uygarlığının hayranı olan Cola di Rienzo'nun katı diktatörlüğü doğmuştu. Rienzo, 1347'de halkı soylulara karşı ayaklandırdı ve güçlü kişiliği ve mistisizmi sayesinde kendini Romalılara kabul ettirdi. Eski Roma kuruluşlarından esinlenen kendine özgü bir hükümet kurdu. İlk işi İtalya Federasyonunu kurmak için teşebbüse geçmek oldu. Rienzo bir süre sonra kilise ile anlaşmazlığa düştü. Acımasız diktatörlüğü hoşnutsuzluk yaratmıştı. Sonunda patlak veren bir ihtilal sonucunda öldürüldü (1354). Papa, bu defa duruma el koydu. Siyasetini üstün bir asker ve bir diplomat olan Kardinal Albornoz aracılığı ile uyguladı. Albornoz, bu siyasal başarıyı bir yasalar sistemi ile tamamladı. Ancak uzun ömürlü olmayıp, kutsal kilisenin siyasi niteliği çabuk yıprandı ve İtalyan krallıklar, planlarını uygulama olanağı buldular. Kuzey İtalya'da papalara ve imparatora karşı başarılı savunması ile güçlenen Milano, Po Vadisi'nin en sağlam devleti olarak genişliyordu. Ancak bu defa sadece deniz hakimiyeti ile yetinmeyen Venedik'in mukavemeti ile karşılaştı. 1402 ile 1412 tarihleri arasında büyük bir anarşi dönemi yaşandı. Bu durumdan faydalanan Venedik, Floransa ve Savoie, Milano'ya savaş açtılar. Bu savaşlarda bir kısım toprağını kaybeden Milano, buna karşılık Cenova'yı hakimiyeti altına aldı. Böylece XV. Yüzyılın ortasında Kuzey İtalya, Milano ve Venedik nüfuz bölgelerine ayrılmış oluyordu. Napoli, Roma ve Milano'nun çalkantılı siyasi yaşamının aksine Venedik, dengeli bir oluşum gösterir. Venedik zenginliğini ticarete borçlu idi. Tacirler sınıfı, toplumun en yerleşik ve değişmez unsuru olarak görünüyordu. Büyük Meclis ve Senato üyeleri bu sınıf içinden seçiliyordu. Meclisler tarafından seçilen Duçe, devlet başkanıydı ancak, siyasi yetkisi sınırlıydı. Duçe, 1310 olayları sırasında siyasi suçluları cezalandırmak amacıyla on kişilik bir komisyon kurmuştu. "Onlar Konseyi" uzun süre Venedik'in en korkulu siyasi organı olarak kaldı. Venedik, Yunanistan ve Doğu Akdeniz'deki deniz sömürgeleriyle, Dalmaçya ve Bergama yönünden genişleyen sınırlarıyla XV. Yüzyılda İtalya'nın en iyi örgütlenmiş ve en gelişmiş devleti olarak görünmektedir. Floransa Cumhuriyeti'nin gelişimi nasıl olmuştur? Aynı çağda Orta İtalya'da Floransa Cumhuriyeti gelişiyordu. Floransa, Venedik gibi ihtilallere karşı hazırlıklı ve silahlı değildi. Hala derebeylik yasalarına uymakAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
18
ta olan hükümeti sağlam siyasi yapıdan yoksundu.Floransa'nın yoksul plebleri Ciompiler 1378'de iktidarı ele geçirdiler ve şehri dört yıl yönettiler (1382). Ciompiler'in şiddet yönetimi, Albizziler'in liderliğinde soyluların karşı hareketi ile sona erdi. Albizziler, Floransa'da yönetime el koyarak Cumhuriyeti kurdular. Siyasi dengenin kurulması ekonomik gelişimi hızlandırdı. Ticaret büyük önem kazandı. Bunun sonucu olarak bankalar güçlendi ve devlet, güçlü bir bankacı ailenin, Mediciler'in mali hakimiyeti altına girdi. Medici iktidarı ile Cumhuriyet artık sözde bir siyasal yapı haline geldi. Katı bir diktatörlük hüküm sürdü.
4. Ortaçağ Uygarlığı 4.1. Kavramsal Boyut Ortaçağ Avrupasında düşünce ve kültür, Hırıstiyanlık kavramının ve mistisizminin hakimiyetindedir. Hırıstiyanlık, yüksek bir din felsefesi olarak değilse bile, saygı gösterilen bir töreler topluluğu biçiminde insanların günlük yaşantılarına bile girmiş, henüz aydınlanmamış, büyük halk kitlelerine basit inançlar kalıbı içinde, insanüstü, doğaüstü kavramını götürmüştü. Böylece, toplumun bütün sınıflarının yaşayışında dinsel olaylar büyük yer tutuyor ve Ortaçağ uygarlığına hiç olmazsa yüzeyde tamamen dinsel bir nitelik veriyordu. Din yasalarına bağlı papazlar, eğitimin ve entellektüel yönelmenin tek kaynağı idi. Fransa'da Charlemagne'dan itibaren hemen her manastırda bir ilk ve ortaokul açıldı. Piskoposlar katedrallerin yanında da okullar açtırıyorlardı. Okullarda ; teoloji, "Trivium" adıyla birleştirilmiş dilbilgisi, diyalektik ve retorik "Quadrivium" adıyla biraraya getirilmiş, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi eğitimi veriliyordu.
?
Üniversite ve Fakültelerin gelişimi nasıl olmuştur? Eğitim XIII. yüzyıla kadar manastır ve piskoposluk okulları arasında paylaşıldı. Paris'te üniversite 1221 tarihinde tüzel kişiliğini kazandı ve Paris Şansölyesi ile mücadelesini sürdürdü. 1231 tarihinde Şansölye boyun eğerek profesörlerin üniversite mensupları tarafından seçilmesi yöntemini kabul etti. Piskoposluk yönetiminden kurtulan üniversite, yeni bir site oluşturarak bağımsızlığını ilan etmiş oldu. Bu yeni kuruluş içinde aynı ülkeden gelen öğrencileri toplayan gruplarla, aynı dersleri okuyan öğrenci grupları (fakülteler) ayrıldı. 1231 yılında bir kararla dört fakülte ; teoloji, tıp, hukuk ve güzel sanatlar fakülteleri kuruldu. Rektörler XIII. yüzyılda üniversitenin en büyük idari görevlisi oldular.
?
Felsefe kavramının gelişimi nasıl olmuştur? X. Yüzyıldan itibaren bütün Ortaçağ sürecinde hiç gelişmemiş olan felsefe kavramında ve incelemelerde bir yeniden doğuş görülür. Reims'de Gerbert, öğretisi için diyalektik yönteme başvurdu ve Quadrivium Dörtlüsü'nü yarattı. Sonra Eulbert ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
19
de Chartres kesin mantığı tercih etti ve Ortaçağ düşüncesinin skolostisizme yönelmesini sağladı. Onunla üniversiteler arası bir çatışma başladı. Bir bölüm gerçekleri (realist), diğer bölüm ise adcıları (nominalist) biraraya getiriyordu. Gerçekçiler için genel düşünceler doğanın gerçeklerinden hareket ediyordu. Adcıların gözünde ise düşünce, bir addan ibaretti. Bu çatışma ve tartışmalar sonunda kilisenin şiddetli tepkisine rağmen inançla bilim arasındaki ilişkiler konusu ilk olarak dile getirildi. Saint Anselme, inancı bilimle bağdaştırmayı denedi. Akla hala güvensizlikle bakılıyordu. XII. yüzyıl düşüncesi Eskiçağın büyük düşünürlerinden Eflatun'da aradığı desteği ve önderi buldu. Birçok düşünür, onun düşüncelerini Hırıstiyan inançlarıyla bağdaştırmayı denedi ve sonunda gerçekçiliği ispat eden delilleri bu sentezde buldu. Zamanla bu düşünce yarı resmi bir nitelik kazandı ve kilisenin öğreticileri tarafından benimsendi. Gerçekçilik okullara yerleşirken Adcılar da tartışmalarını sürdürüyorlardı. Aristo'nun eserleri Araplar eliyle Avrupa'ya geldi. Gezimciler (Peripatetisyen)'in eleştirme yöntemi, XII. Yüzyılın önemli bir kişiliği olan Abélard (1079-1142)'da ateşli bir hal aldı. Abélard, sofu bir Hırıstiyandı fakat düşüncesinde akla gitgide daha büyük bir yer vermeye başlamıştı. Felsefesi ve ahlak anlayışı içinde Hırıstiyan inancından oldukça uzaklaşmış bir kişiselliği savunuyordu. Kilise tarafından mahkum edilmesine rağmen Ab´lard'ın felsefesi XII. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa düşünürlerini derin bir şekilde etkiledi. XIII. Yüzyılda Paris Üniversitesi'nin kuruluşu ve Avrupa'ya Aristo'nun yeni eserlerinin gelmesi doktrin çatışmalarını hızlandırdı. Kilise boşuna bir çaba ile Hırıstiyan inancı ile bağdaşmayan yeni düşünce akımlarını engellemeye çalıştı, Aristo'nun okutulması yasaklandı. Bu arada orta bir yol bulma adına Thomas d'Aquinas (1224-1274) dinsel inançlarla gizemcilerin öğretisini birleştiren yeni bir felsefe ortaya attı ve böylece çağının manevi dengesinin de kurucusu oldu. Saint Thomas, evrende bir tek gerçeğin varolabileceğini ve bu nedenle dinin ve bilimin birbiriyle mutlak bağdaşacağını savunuyordu. Saint Thomas, Aristo öğretisini din felsefesi ile barıştırıyordu. Thomas d'Aquinas'dan sonra bütün XIV. Yüzyıl, onun felsefesinin iki yönlü gelişmesi ile etkilendi. Bir akım, inancın ağır bastığı görüştü. İkinci akım ise, akılcıların ve bilimcilerin hakim olduğu görüştü. İşte daha sonra bu ikinci akımın güçlenmesi, Rönesansın temellerini hazırlıyordu. Bu akılcı görüşün en büyük temsilcisi Robert Bacon (1210-1294)'dur. Bacon, Aristo öğretisi üzerinde deneyci bilimin temellerini attı. Evrende tek gerçek varolduğu noktasından hareketle aklın özgür bir çalışma ile bu gerçeğe erişebileceğini savunmakta idi. Batıda bilimin gelişimi nasıl olmuştur? Batıda bilimin gelişmesi tesadüflerin ve biraz da ampirizmin yardımıyla oldu. Matematikte kesin olarak hiçbir gelişme yoktu. Pisa'lı Leonardo Arap rakamlarını basitleştirerek bazı cebir problemlerini çözdü. Fakat ilk gerçek matematikçilerin orAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
20
taya çıkması için XIV. yüzyılı beklemek gerekecekti. Fizik ve Kimya, Aristo'nun yaptığı gözlemlerden ileri gitmemişti. Albert le Grand, arsenik üzerinde bazı deneyler yaptı. Robert Bacon, aynaları ve ışığın kırılması olayını inceledi ve gözlüğü keşfetti. Raymond Lulle, amonyum karbonat ve nitrik asiti ayırdı. Tıp, diğer bilim dallarından daha çabuk gelişmişti. Özellikle İtalyan Okulu, dönemin ünlü doktor ve cerrahlarını yetiştirdi.
5. Hümanizm - Rönesans "Hümanizm ve "Rönesans" kavramlarının içinde XV. Yüzyılda İtalya'da doğan ve oradan Avrupaya yayılan yeni bir anlayışlar bütünü ve yeni eğilimler birliği söz konusudur. Ortaçağ'ın yaşam, düşünce, din, ve sanat sorunlarını kendine özgü bir anlayışla ele alma ve işleme yöntemi vardır. Edebiyat ve sanat, dinsel ve ahlaki ölçütlere yöneliktir. İnsan en çok yaradılış ve yok oluş kavramları içinde ele alınıyordu. Hemen hemen her şey yalnızca Hırıstiyanlığın amaçlarına uygun, ahlaki bir yaşantının koşullarını gerçekleştirme amacıyla değerlendiriliyordu. Rönesans, elbette düşüncenin bu dar sınırlandırılışını ani bir şekilde yıkmış değildir. Gerçekçiliğin getirdiği güçlü bir akım, kalıplaşmış düşünce biçimine karşı tepkiye yolaçmış, dinle olduğu gibi dünya ile de, ahlak ve metafizikle olduğu gibi, bunların dışındaki kavramlarla da ilgilenme eğilimini ortaya çıkarmıştır.
5.1. İtalyan Hümanizmi İtalya'da XV. yüzyıl, herşeyden önce, bireyciliğin kendine özgü eylem kuralını koyduğu töre dışı davranışlar yüzyılıdır. Bu yüzyılda aklın düzeni, gücü ve esnekliğinin zaferi hazırlandı. Dogmatik etkiden kurtulan insan yeni ufuklar aradı ve Batı kültürünün iki etkin kaynağına yöneldi. Bunlar Yunan ve Roma kaynaklarıydı.
?
Eski edebiyat tutkusunun sonuçları neler olmuştur? Eski edebiyat sevgisi, yazarları, bütün elyazmalarını araştırmaya yöneltti. Rönesans insanları bu elyazmalarını iyi anlamak için eski dili öğrenmeye koyuldular. Metinleri ilk arılıkları içinde yeniden yazmaya çalıştılar. Böylece Rönesans içinde iki farklı hareket ortaya çıktı. Biri eleştiriye, düzeltilmiş metinlerin ve yorumların yayımlanmasına yönelikti. Diğeri ise edebiyat ürünlerini yaratma amacı güdüyordu.
?
XIV. yüzyılda İtalyada yeni düşünce biçimi nasıl gelişmiştir?
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
21
XIV. yüzyılla birlikte, yeni düşünce biçimi ilk kez İtalya'da ortaya çıktı. Bu ülkede, Ortaçağ anlayışının son temsilcisi Dante'dir. Dante'nin ünlü eseri ilahi Komedya'sındaki Beatrice'i, sevilmiş ve bu yüzden övgüler düzülmüş bir kadın değil, ozanı Tanrıya götüren bir üstün varlıktır. Sonraki kuşaktan Petrarca (1304-1374) Rönesans yazarıdır. Esenlendiği güzellik gerçektir ve insanla ilgilidir. Çağdaşı Boccaccio, çağın toplumunu yansıtan "İl Decamerone" adlı eserinde İtalyan Rönesansının niteliklerinden biri olduğunu ahlak dışı yönelimin (amoralizmin) bir tasvirini verir. XV. yüzyıl İtalyan Hümanizminin sonuçları neler olmuştur? XV. yüzyılla birlikte İtalyan Hümanizmi doruğuna ulaşmıştır. Eskiçağ'ın büyük ekolleri örnek alınarak Floransa'da, Rucellai'ler Eflatuncu Akademisi'ni kurmuşlardır. Lorenzo Valla, Yunan metinlerini incelemiş ve klasik flolojinin ilk verilerini ortaya koymuştur. İstanbul'un Osmanlıların eline geçmesi üzerine İstanbul'dan kaçan Bizanslı bilginler Floransa'ya sığındılar. Bunlardan Gemistos Plethon, Batıda henüz bilinmeyen Eflatun'un "Diyaloglar"ını getirdi. Floransa şansölyesi Poggio (1380-1459) Lucretius'un "De Nature Rerum" (Doğa Üstüne) adlı eserini ve Horatius'un od'larını (lirik şiir) buldu. Ayrıca bir Floransa tarihi ve olağanüstü serbestlikle fıkralar yazdı. Lorenzo İl Magnifico'nun lalası Angelo Poliziano, "Orfeo" ve "Stanze" adlı eserlerinde Yunanlıları örnek aldı. Mediciler'in koruyuculuğuna giren Pico della Mirandola bütünüyle felsefi olarak Hırıstiyanlık, Eflatunculuk İskenderiyecilik ve Doğu anlayışlarını uzlaştırma çabasına girdi. Kilisenin şimşeklerini üzerine çekerek Fransa'ya kaçmak zorunda kaldı. Eflatuncu felsefeyi benimseyen Marsilio Ficino Eflatun'dan, Plodinos'dan İambilikhos'dan ilk çevirileri yaptı. Aristoteles ile Eflatun'u uzlaştırdığını iddia etmeye başladı. Nihayet, Pietro Pomponazzi, Aristoteles'in eserlerini özgür bir biçimde inceleyerek ruhun ahlaksızlığını reddetme cesaretini gösterdi ve ataizme yakın bir öğreti önerdi. Leon Battista Alberti, insan üstüne edinilen bilgilerin bir sentezini yaparak Leonardo da Vinci'nin yolunu açtı. Bütün yeni eserler için Gutenberg'in keşfettiği ya da en azından geliştirdiği basımevi olağanüstü bir araç oldu. Venedik'e yerleşen Aldolar ilk Yunan metinlerini bastı. XV. yüzyıl hümanistlerinin araştırmaları, düşüncenin yeni yönelimi, Leonardo da Vinci (1452-1519)'nin kişiliğinde tam bir yansımasını buldu. Bu dâhî, çeşitli yüzlerin biçimi ve yapısında duygu dünyasını keşfetti. Bilgisinin evrenselliği ve çalışma gücü ona aynı zamanda astronom, jeolog, biyolog, anatomici, mimar, düşünür, ozan ve ressam olma imkanı verdi. Leonardo, evreni canlı bir varlık gibi duymuş ve bir bakışta bu evrenin yasalarını yakalamıştır. Daha sonra yasaların keşfinden uygulamalarına geçmiştir. "Cornet"lerinde, zamanımızda sadece maddi olarak gerçekliğini sürdüren sayısız düşünce bırakmıştır. Birşey bulmak, onun yaşama nedenlerinden biriydi. O, yaşamanın anlamak olduğunu söylüyordu. Sanat ve edebiyatın bu eşsiz gelişimi Lorenzo il Magnifico (1448-1492)'nun kişiliğinde koruyucusunu bulmuştur. Lorenzo, ayrıca Toscana halk türküleri biçiminde güzel şarkılar da bırakmıştır. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
22
?
İtalyan Savaşlarının İtalyan düşüncesine etkisi ne olmuştur? XVI. yüzyılda İtalya Savaşları ile birlikte İtalyan düşüncesi gücünü yitirdi, devrin siyasi ve dini kargaşasının etkisinde kaldı. Bir yandan çağın felaketleri, yazarları, bir düş edebiyatına doğru sürüklerken öte yandan bu felaketlerin tasarımı tarihçi ve düşünürleri çağlarının gerçeklerini anlama çabasına itiyordu. Eski İtalya'da daima gözde olan bu düş edebiyatı, bu yiğitlik hikayeleri Ariosto ile yeni bir canlılık kazandı. Ludovico Ariosto, bir süre sonra edebiyat ve şiiri incelemeye koyuldu. Boiardo'nun XV. yüzyılda izlediği bir konuyu yeniden ele alarak Ariosto, "Orlando Frioso" (1516) adlı eserini yazdı. Bu eser savaş başarılarıyla aşk hikayelerinin birbirine girdiği tarihi bir romandır. Romancı, Petrarca ve Boccaccio'dan esinlenmiş, Eskiçağ'ın etkisi altında kalmıştı. Ariosto'nun eseri, XVI. yüzyıl İtalyan edebiyatını derin bir şekilde etkiledi. Yarattığı değerler tartışıldı. Diğer klasiklerle karşılaştırıldı. Tasso, belli bir ölçüde Ariosto'nun halefi oldu. Bu yazar, eski destanları yaratma düşü içindeydi ve Homeros, Vergilius ve Hırıstiyanlık şiirlerini yeni bir eserde toplamak istiyordu. "Aminta"yı ve "Gerusalemme Liberata"yı yazdı. Eserlerine dini bir tema vererek karşı reformcu düşünce izlerine, devrinin gereklerine uymuştu. Tasso, kutsal şeylere dinsizliği karıştırmakla suçlandı. İtalyada edebiyat alanında Rönesans Tasso ile amacına ulaştı. Duygu ve ifade özgürlüğü Trento Konsili tarafından yenilenen dini düşüncenin saldırıları altında kayboldu. Roma uzlaşmazlığı ve İspanyol Tiranlığının hakim olduğu yeni bir devir açıldı.
?
Machiavelli'nin sunduğu düşünce yapısı nedir? Diğer önemli bir kişilik de Machiavelli (1467-1527)idi. İtalyada güçlü bir devlet düşü içinde, zeki ve cesaretli Cesare Borgia'nın hizmetine girdi. Medicilerin dönüşü üzerine resmi görevinden çekilen Machiavelli, zamanını "İl Principe" adlı eserini yazmaya verdi. Yazarın amacı İtalyan birliğini gerçekleştirmekti. Geçmiş olayların soğukkanlı ve nesnel olarak incelenmesi onu, insanları oldukları gibi ele alan tüm tedirginliklerinden arınmış bir hükümdarın bu birliği kurabileceği düşüncesine götürdü. Koyu milliyetçiliği ve hümanizmi, onda tüm ahlaki duyguları yoketti. "Discorsi Sopra la Prima Decca di Tito Livio" (Tito Livio Üstüne Söylevler) adlı kitabında küçük ölçüde de olsa aynı ilkeleri işler. Machiavelli, her yerde bireysel istekle biçimlenen her şeyi devlet uğruna feda etme gerekliliğini bulur. Zaman ve koşullara göre yazarın düşüncesi bir devlet sosyalizmine veya anarşik bir bireyciliğe varır. Her tür önyargıyı kenara atarak kişisel yararın üstünlüğünü bildiren Guicciardini, belki de daha çok Machiavelli'ci idi. "Storia d'İtalia" adlı eserini tam bir tarafsızlıkla yazacak ve ülkesinin gerilemesinde kaygısız kalabilecektir. Daima uyanık ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
23
gözlemleri ve tarafsızlığıyla Guicciardini, bilimsel düşünceyle aynı kurallardan esinlenir. Gerçekten, hümanizm ; insanı, dünyanın merkezine çekinmeden yerleştirip, eleştirici akıl kurallarını getirerek fiziksel gerçeklerin incelenmesine ve dünyanın akılcı yapısının işlenmesine elverişli koşulları doğurmuştur. Tıp alanındaki gelişme nasıl olmuştur?
?
Bu dönemde, edebiyat ve sanat alanındaki gelişmeye güçlü bir bilim hareketi eşlik etti. İtalyanların ilgisini özellikle tıp çekmiştir. İlk kez hastalık belirtilerini doğru bir şekilde tasvir eden ve bunları sınıflandıran İtalyanlar oldu. Frengi tesbit edildi ve epidemioloji alanında yeni bir çığır açıldı. anatomi ve cerrahi Floransalı Antonoi Benivieni, Colombo ve Cesalpini ile büyük bir gelişim gösterdi. Benivieni, patolojik anatomiyi kurdu. Bu arada organların anatomosi incelendi ve otopsilerin sonuçları saptandı. Matematik ve astronomi alanında İtalyada Galilei'ye kadar gerçek bir bilgin çıkmadı. Hümanist düşüncenin mirasçısı olan Galilei, Leonardo da Vinci'nin bilimde, Machiavelli'nin tarihte yaptığı gibi olayların dolaysız gözleminden hareket etti. Matematikçi, fizikçi ve astronom olan bu bilgin, Venedik'in verdiği özgürlükten yararlanarak dinamik ve astronomi çalışmalarını yayımladı. Aristoteles'i reddederek Kopernik'in kuramlarını destekledi ve bu yüzden din bilginlerinin muhalefetiyle karşılaştı. Engizisyon mahkemesi önüne çıktı ve yerin güneş çevresinde döndüğünü bildirdiği "Dialogo Soprai due Massimi Sistemi del Mondo, Ptolomaico e Copernico" (İki Büyük Yer Sistemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri Üstüne Konuşmalar) adlı eserinde bulunan hatalardan vazgeçmek zorunda kaldı.
5.2. İtalyan Rönesansı İtalya'da bilginler gibi şair ve düşünürler İlkçağ ekolünü örnek almış, mimar, heykeltraş ve ressamlar İlkçağ anıtlarının kalıntıları üstüne eğilmişti. Gotik üslubun vardığı aşırılık ve abartmaların yerini, Rönesans eserlerinde sadelik ve arılık aldı. Başka ülkelerde olduğu gibi burada da XV. ve XVI. yüzyıl insanları artık geçmişten kopma bilincine varmıştı. Floransa'da Rönesansa ilişkin gelişmeler nedir? Floransa, hümanizmin beşiği olmuştu. Ayrıca sanatların da merkezi durumuna gelmişti. Brunelleschi (1377-1446) mimari mantığa uygun yeni anlayışı hissedilir hale ilk getiren ustadır. San Lorenzo da İlkçağ mimarisinin anlamını yeniden buldu. Mimari kuramcı Leon Battista Alberti (1404-1472), Rimini'de Malatestiano Tapınağı'nda ve Napoli'de Alphonse d'Aragon Zafer Anıtı'nda, Rönesans sanatına kesin biçimini verdi.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
24
Kişiliği ve iç dramıyla Michelangelo, Rönesans sanatına son biçimini verdi. Eserlerinde üzüntülü karşıtlıklarla dolu yaşamının panteizmini yansıttı. Giovanni Bologna ile Rönesans heykelciliği son ereslerini getirdi. Rönesans sanatı biçim tutkusuyla heykel ve resmin sıkı bir dayanışma yapmasını sağladı. XV. yüzyılın ilk yarısında gerçekten orijinal bir düşünceye varabilmek için başka yerlere de bakmak gerekiyordu. Bu bakımdan Pablo Uccello kendine özgü düşüncesi olan ressamlardan biri idi. Botticelli sadece ressam değil, ayrıca ilkçağ mitolojisi ile dolu Hırıstiyan simgeciliği ile payen simgeciliği arasında kalmış bir hümanistti. Floransa yanında Padova ve Ombria'da başka ekoller gelişti. Leonardo da Vinci, Rafaello ve Michelangelo ile resim sanatı yeni bir devre, Rönesans'ın en parlak devrine girdi. Adriyatik'e özgü ışık oyunlarını verme arzusu ve doğuya yönelmiş tüccar şehrinin bolluğunun esinlendirdiği yeni bir Rönesans Venedik'ten çıkmıştı. Rönesans, Bellini ve Vittore Carpaccio ile Venedik'de doğdu. Bu sanatçılar Venedik bayramlarının çekiciliğini ve parlaklığını vermek çabasında idiler. Bunların halefleri Giorgone, Lorenzo Lotto ve Palma Vecchio nefse ilişkin ve parıltılı resimlerinde Venedik ekolünün üç büyük ustasının, Tziano, Tintoretto ve Veronese'in öncüleridir.Tintoretto, İtalyan Rönesansının son temsilcisi ve XVII. yüzyıl resim sanatının biçim öncüsüdür.
5.3. Fransız Hümanizmi Fransız Rönesansı, gerçekte İtalyan uygarlığı ile uzun bir ilişki sonucunda doğmuştur. 1494'de İtalyan Savaşları sırasında Fransızlar hümanizmin yeni güzelliklerini tanıdılar. Nitekim XV. Yüzyılın başından beri Floransa, yeni bir edebiyat ve sanata sahipken Paris iç savaşların dehşetini yaşıyordu. Fransa ancak Louis XI, ile huzura kavuşabilmiş, hümanizmin tohumları da bu hükümdarın saltanatı sırasında atılabilmişti.
?
Hümanizmin gelişimi nasıl olmuştur? Humanizm, oluşumunu herşeyden önce matbaa makinesinin yaygınlaşmasına borçludur. Jean de la Pierre ve Guillaune Fichet, 1470'de matbaa makinesini Fransa'ya getirince Yunan ve Latin metinlerini basma imkanı doğdu. Ortaçağda edebiyat öğretimi yapılmaz, sanat fakültesi öğrencileri Homeros, Eflatun, Cicero ve Horatius'u tanımazken, Rönesans ustaları klasikleri incelemeye başladı. Önce metinleri açıkça anlaşılır hale getirmeye çalışan bu ustalar sonradan öğretmenler yorumlamaya ve açıklamaya koyuldular. Bir süre sonra İtalya'dan gelen hocalar metinlerin Yunan baskılarını da birlikte getirdiler ve Fransa'da Yunan İlkçağı zevkinin doğmasına yardımcı oldular. Artık İtalyanların özellikle Erasmus'un etkisiyle Fransa hümanizme yönelmişti. Jacques Lefèvre d'Etaples İncil'i eleştirel bir yönANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
temle açıklamaya girişti ve böylece ilk Fransız reformcu akımını kurdu. Fransa'da Yunan ve Roma uygarlıklarını tanıma tutkusuna düşen aydın bir kesim oluştu. François I'in tahta çıkışı ile de hümanizm doruğuna ulaştı. İlkçağla ilgili herşeye merak saran bu kral, klasik yazarların eserlerini yayımlattı, College de France'ı kurdu. Bu okulda ; Yunanca, Latince, İbranice ve Matematik okutulmaya başlandı. Kralı örnek alan senyörler ve şehirler de hümanizmi korudu. XVI. yüzyılın ilk yarısında iki önemli isim Rabelais ve Montaigne'dir. Bu iki sanatçı Fransız düşüncesinin farklı iki görünüşünü yansıttılar. Rabelais, Rönesans başlangıcının adamıydı. Montaigne ise bir din savaşçısı, insan mizacına pek güvenmeyen kanılarında pek emin olmayan, ihtiyat ve bilgelikle yoğrulmuş bir yazardı. İtalyan uygarlığı ve kamu yaşamı ile olan ilişki Montaigne'i yumuşattı. Başlangıçtaki Stoacılık daha esnek, daha kendine özgü bir bilgeliğe yerini bıraktı.
5.4. Fransız Rönesansı Fransız Rönesansı İtalyan düşüncesinden hareket ederek edebiyat ve sanat alanında özgün eserler verdi.Düşünce alanında Fransa Gotik anlayışla Rönesans anlayışı arasında bölünmüştü. İtalyan anlayışı yavaş yavaş zafere ulaştı ve kısa süre sonra yerini Fransız anlayışına bıraktı. Fransa'da Rönesans, önce yaşama biçiminin genişlemesiyle belirgin hale geldi. Savaş gerekleri ve baskısından kurtulan sivil mimari askeri ögeleri bir yana itti. Şatolar en iyi yerleşme yerleri oldu ve şehirler artık savunma duygusundan esinlenmeyen sanat anıtlarıyla doldu. Rönesans mimarisi ancak Henry II devrinden başlayarak zafere ulaştı. Bu devri, Pierre Lescot, Philibert de l'Orme ve Jean Bullant gibi üç büyük sanatçı temsil etti. Tıpkı mimari gibi heykeltraşlık da Fransız geleneği ile İtalyan geleneği arasındaki bu etki savaşını yansıtır. Bunda hiç kuşkusuz İtalyan Savaşlarının payı olmuştur. Resim sanatı, mimari ve heykeltraşlığa oranla daha sönük kalmıştır. XV. yüzyıl ustaları Jean Fouquet ve Avignon Okulu henüz Ortaçağ geleneğine bağlıydı. Rönesans ilkelerinin etkinliğini görmek için Fontainebleau Okulunu beklemek gerekecekti. Resimde Fransız rönesansı Clouet ile başladı.
5.5. Kuzey Ülkelerinde Hümanizm ve Rönesans Avrupa'nın kuzey ülkelerinde Rönesans çok daha geç başladı ve İtalya ile Fransa kadar bütünlük sağlayamadı. Bunun nedeni, yeni kültürün Latin ruhundan hareket etmesi ve bu ülkelerde dinin düşünce eylemlerinin erkenden tekeline almış olmasıydı. Almanya, Holonda ve İngiltere sıra ile Rönesans hareketine katıldılar. Hümanizmin bütün Avrupa ülkelerine yayılmasını sağlayan baskı makinesi Almanya'da icat edildi. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
25
26
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
İbraniceyi inceleyen ve Yahudi olmayan ilk bilim adamı Johannes Reuchlin bilgilerinin evrenselliği ile hümanizm hareketinin başında yeraldı. Yahudi dili ve filolojisi üstüne yorumlar getirdi. Bu bilginin reformcu eğilimi ve İbranice eserlerin toplatılmasına karşın yaptığı bir protesto din çevrelerinin hakkında kovuşturma açması ile sonuçlandı. Kuzey ülkelerinin en büyük humanizm temsilcisi Erasmus oldu. Alaycı ve liberal kafalı olan Erasmus, araştırmalarında teolojik ve skolastik yöntemlerin sıkıntısı ile erkenden karşılaştı. Manastır hayatı onu Yunan ve Latin kültürünü incelemeye itti. Erasmus'un dostu ve tilmizi İngiltere şansölyesi Thomas More'da düşünce özgürlüğünün ve ilginç bir gözüpekliğin kanıtlarını verdi. Düşüncesinin genişliğini Eflatun'un "Devlet"i örneği üzerine kurulmuş ve zamanın gereklerine uyarlanmış olan "Ütopya" adlı eserinde ortaya koydu ve düşünce özgürlüğüne bağlılığı yaşamına maloldu. Kuzey ülkelerinde hümanizm, parlak bir başlangıçtan sonra dini çatışmalar ve hükümdarların hoşgörüsüz davranışları ile engellendi. Bununla birlikte kültür alanında Erasmus'un kitapları gibi temel eserler bıraktı. Ayrıca fen dalında getirdikleri ile İtalya ve Fransa'yı geride bıraktı. Almanya, doğu bilimleri mineroloji ve coğrafya alanında büyük çalışmalara sahne oldu. Polonya, modern astronomi kurucusunu Micolaj Copernik'i (1473) yetiştirdi. Buna karşılık sanat dalında rönesans, kuzey ülkelerinde güneye oranla daha zayıf kaldı. Almanya bu yüzden XVI. yüzyılın sonuna kadar klasik mimariyi tanımadı. Rönesans, Hollanda'da da Almanya'da olduğu gibi geç başladı.
Özet Eski Galya (bugünkü Fransa)'da hüküm süren Karolenjlerin (IX. Yüzyılda) Frank Krallığı'nın parçalanmasından sonra siyasi otorite boşluğu ortaya çıkmıştır. Bu kaotik ortamın bir gerekliliği olarak özgür statüdeki kişiler korunmak üzere soylu ve güçlü toprak sahibi kişilerin himayesine girmiştir. Akdeniz'deki Arap egemenliğinin kurulması ve ekonomik krizler de kralla taşrada görev yapan bölgesel vassal soyluların güçlenmesine yardımcı olmuştur. Soylu sınıfın X. Yüzyılda, üzerinde krala bağlı olarak görev yaptıkları toprakların mirasçısı kabul edilmesi de merkezi idarenin güçsüzleşmesine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak merkezi otorite bazı önlemler almış, ancak bu çabalar da sonuçsuz kalmıştır. Bölgeselciliğin bu tırmanışı Arap İmparatorluğu tehdidinin ortadan kalkmasından sonra Doğu ile ticaret yoluyla yeniden kurulan bağların yeni bir sosyal sınıf olan tüccar sınıfını güçlendirmesiyle inişe geçmiştir. Bu bağlamda şehirlerin yeniden yeşerip güçlenmesinin, yerel kont ve düklere karşı siyasi gücü merkezileştirme çabasındaki kralların işine yaradığını ve şehir-kraliyet ittifakına neden olduğunu görüyoruz. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
Tüm bu gelişmeler özellikle İngiltere ve Fransa'da monarşilerin güçlenmesiyle birlikte bu iki ülkeyi kıta Avrupasının paylaşımı üzerinde odaklaşan Yüzyıl Savaşları'na itmiştir. Bu savaşların finansmanının köylü sınıf üzerindeki vergileri ağırlaştıran başarısızlıkla sonuçlanması özellikle İngiltere'de aristokrat ve kent soyluların desteklediği köylü ayaklanmalarına yol açmış, bu gelişme de kralın haklarını baronlar karşısında sınırlayan Magna Carta'nın yayımlanması oluşumunu getirmiştir. Yüzyıl Savaşlarının Fransa açısından sonucu ise monarşinin kilise örgütünü de vergi sistemine tabi tutması, derebeylikleri zorla ya da barışçı yollarla kraliyet tacına bağlaması açısından önemlidir. Sosyal yaşamı etkileyen eğitim alanında Paris Üniversitesi gibi kurumların kurulması Avrupa'nın antik Grek ve Roma Kültür unsurlarıyla yeniden tanışmasında ve İtalyan Rönesansının doğuşundaki en önemli etkenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çok geçmeden diğer ülkeleri de etkisi altına alan bu yönelim özgür düşünce akımlarının gelişmesinde ve kraliyete dayalı mevcut devlet sistemlerinin sorgulanarak modern devlet sistemlerinin doğuşunda önemli rol oynamıştır.
Değerlendirme Soruları Aşağıdaki soruların yanıtlarını seçenekler arasından bulunuz. 1.
Normanların, Macarların vb. akınları, kontların yağmalara karşı topraklarını ve vassallarını kendilerinin korumalarını gerektirmişti. Aşağıdakilerden hangisi kontların ne gibi bir koruyucu önlem aldıklarını gösterir ? A. Özerk askeri birlikler oluşturdular B. Özerk ekonomilerini geliştirdiler C. Özerk bölgeler oluşturdular D. Korsanlık faaliyetlerine başladılar E. Devlet topraklarını işgal ettiler
2.
X. yüzyıl boyunca görev ve tımarların miras kabul edilmesi aşağıdakilerden hangi olguyu doğurdu ? A. Miras Hukuku B. Derebeylik C. Tımar askerleri D. Liberal ekonomi E. Vassalite
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
27
28
MODERN DÜNYANIN OLUŞUMU
3.
Kişi ile toplum arasındaki ilişkilerin yeni bir ortamda gelişmesi ; kişiye kamu yararlarından farklı kişisel yükümlülükler getirmesi, kişinin yükümlülüklerini ön plana çıkaracak yeni kurallar sisteminin tümü yeni bir toplum aşamasını gerektirmiştir. Bu sistem aşağıdakilerden hangisidir ? A. Senyörlük Sistemi B. Feodal Sistem C. Aristokratik Sistem D. Vassallık Sistemi E. Tımar Sistemi
4.
XV. yüzyılda İtalya'da doğan ve oradan Avrupa'ya yayılan yeni bir anlayışlar bütünü ve yeni eğilimler birliği şeklinde özetlenebilen olgu aşağıdaki kavramlardan hangisini anlatmaktadır? A. Derebeylik B. Liberalizm C. Vassalite D. Hümanizm-Rönesans E. Senyörlük
5.
1154 ile 1159 Paris Antlaşması arasında İngiltere ile Fransa'yı karşı karşıya getiren siyasi bunalım dönemine aşağıdakilerden hangisi denebilir ? A. Feodal Dönem B. Yüzyıl Savaşları'nın Başlangıcı C. Trento Konsili D. Magna Carta E. Fransız Monarşisi
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Bloch, Marc. Feodal Toplum, Çev.: M.Ali Kılıçbay, Savaş Yay., İst.1983. Niketas, Khoniates. Hıstorıa, Çev.: F.Işıltan, TTK Yay., Ank.1995. Minc, Alain. Yeni Ortaçağ, İmge Yay., Ank.1995. Pırenne, Henrı. Ortaçağ Kentleri, Çev.: Ş.Karadeniz, Dost Yay., İst.1982. Tanilli, Server. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası (İnsanlık Tarihine Giriş), C.II, Cem Yay., İst.1993. Ural, Şafak. Bilim Tarihi II (Ortaçağ), Ağaç Yay., İst.1994.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. A
2. B
3. B
4. D
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
5. B
Yeniçağ'da Avrupa Devletlerinin Bütün Dünya İle İlişki Kurması: Büyük Coğrafi Keşifler ve Sonuçları Yazar Doç.Dr.Halime DOĞRU
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • büyük coğrafi keşiflerin nedenleri hakkında bilgi edinecek, • coğrafi keşiflerden önce Avrupa'nın durumunu kavrayacak, • gelişen coğrafya bilgisini tanıyacak, • pusulanın, matbaanın katkısını yakından gözlemleyebilecek, • yeni dünya ve Uzakdoğu'nun keşfini yakından izleyebilecek, • büyük coğrafi keşiflerin sonuçlarını öğreneceksiniz.
İçindekiler • Büyük Coğrafi Keşiflerin Nedenleri
31
• Büyük Coğrafi Keşifleri Hazırlayan Nedenler
34
• Büyük Coğrafi Keşifler
39
• Büyük Coğrafi Keşiflerin Sonuçları
43
• Özet
48
• Değerlendirme Soruları
49
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
50
ÜNİTE
2
Çalışma Önerileri • Coğrafi keşifler sırasında yapılan yolculukları daha iyi kavrayabilmek için yanınızda bir atlas bulundurunuz. • Keşiflere katkıda bulunan ünlü kaptanların yaşam öykülerini ansiklopedilerden okuyunuz. • Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklardan bulabildiklerinizi okuyunuz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
31
1. Büyük Coğrafi Keşiflerin Nedenleri 1.1. Coğrafi Keşiflerden Önce Avrupa XV. yüzyılın sonlarında Avrupalılar kıtayı çeviren denizlerden uçsuz bucaksız okyanuslara açıldılar. Yeni kıtalar bularak bütün dünya ile ilişkiye girdiler. Büyük Coğrafi Keşifler olarak adlandırılan bu hareket Avrupa tarihi kadar bütün dünya tarihini de yakından etkiledi. Avrupa coğrafi keşiflerin öncesinde ortaçağın siyasi ve ekonomik çehresini bütünüyle değiştirecek bir sürece girdi. Öncelikle ortaçağa damgasını vurmuş olan feodalite siyasi bir sistem olmaktan çıktı ve Avrupa'da milli monarşiler kuruldu. Bunun sonucunda Avrupa milletlerinin oluşum süreci başladı. Siyasi birliği kurmakta başarılı olanlar ekonomik olarak da güçlendi. Avrupa kıtasında gelişen yeni değerler nelerdir?
?
Avrupa'da milli monarşilerin kurulması ile birlikte kıtada yeni değerler, yeni kavramlar gündeme geldi. Bunların başında ülke kavramı geliyordu. Buna göre sınırların çevrelediği toprakların ve bu sınırlar içinde yaşayanların korunması görevini kralların üstlenmesi gerekiyordu. Krallar da ülkelerinde hükümranlık haklarına kıskançlıkla sarılarak papaların müdahalesine bile izin vermiyorlardı. Ülke savunması daimi orduların varlığını gerektiriyordu. Kralların kurduğu daimi ordular, gerektiği zaman savaşan, ağır zırhlarla donatılmış ortaçağ şövalyelerinin oluşturduğu atlı ordulara benzemiyordu. Kısa zamanda kurulan daimi ordulara uygun savaş taktikleri ve silahlar geliştirildi. Hareketli toplar ve bir süre sonra kullanılmaya başlanılan ateşli silahlar bu ordulara hareket kolaylığı ve güç verdi. Ateşli silahların getirdiği değişiklikler nelerdir?
?
Ateşli silahların yaygın olarak kullanılabilmesinde barutun önemli rolü oldu. Aslında barutun çok eskilere varan bir tarihi vardı. İlk defa Çinliler tarafından bulunan barut daha çok eğlence olarak havai fişeklerde kullanılıyordu. Bizanslılar da X. Yüzyıldan beri güherçile ve kükürt karışımı bir maddeyi savaşlarda kullanıyorlardı. Barut, topta kullanıldıktan sonra yok edici bir silah haline geldi. XIII. yüzyılda doğudan batıya taşınan top ve barut Avrupalılar tarafından daha da geliştirilerek kullanıma alındı. Ateşli silahların kullanımı feodalitenin sembolü olan şatoların sonu oldu. Ulusal devletler arasında düzenli ordularında ateşli silah kullananlar diğerlerinden daha başarılı oldular. Yeni çağ başlarken zenginlik anlayışında nasıl bir değişiklik oldu? AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
32
Merkezi otoritenin güç kazandığı yeni devletler her yönü ile ortaçağ devletlerinden farklı özellikler taşımaya başladı. Zenginlik anlayışı toprak sahibi olmak düşüncesinden uzaklaştı. Değerli madenlere sahip olmak, ticaret yapmak ve bu yolla elde edilen zenginlik gelişen yeni zümrenin yani burjuvanın temel anlayışı oldu. Avrupa'da sistem değişikliği sonucu ferdiyet önem kazandı. Fert, ortaçağdaki bilgi sınırlarını aşmak ve bilgi birikimini arttırmak çabasına girdi. Bu sayede ortaya çıkan teknolojik gelişmeler pratikte de kullanım alanı buldu. Barutun ateşli silahlarda kullanılmaya başlanması bunun en güzel örneğidir. Avrupa'da XV. yüzyılın ikinci yarısında başlayan değişiklikler sonucunda kıtada bulunan ulusal devletler sınırlarını birbirinin zararına genişletmeye başladılar. Önceleri dini ve bilimsel amaçla başladığı ifade edilen yayılma hareketi, yüzyılın ikinci yarısından sonra açıkça ekonomik gayelere yöneldi.
1.2. İspanya'da Birliğin Kurulması
?
İspanya'da Birliğin kurulmasında hangi devletler rol oynadı? XV. yüzyılda İspanya'da Gırnata Devleti, Argon ve Kastilya devletleri bulunuyordu. Aragon kralı II. Ferdinand (1479-1516) ile Kastilya kraliçesi I. İzabella (14741502) 1479 da evlenerek siyasi bir birlik kurdular. Katolik olan çift siyasi gücünü, kendileri ile aynı mezhebi paylaşmayanlara karşı kullandıkları Engizisyon Mahkemeleri ve bu mahkemelerin uygulamaya koyduğu sert kararlara dayandırdılar. İspanya 1492 de Gırnata devletine son vererek İspanya Yarımadasında Portekiz'in karşısında çok güçlü bir devlet haline geldi. Kısa bir süre sonra uzak denizlerdeki rekabetleri nedeniyle iki devlet karşı karşıya geldi.
1.3. Portekiz'deki Gelişmeler
?
Kral Henri Sahra'da oturanlar hakkında ne düşünüyordu? 1385'de Portekiz'de Burgond hanedanının yerine Avis hanedanı geçti. Avis hanedanının kurucusu olan I. Johann (1385-1433), 1385'de İspanya'daki Kastilya krallığına karşı kesin bir zafer kazandı. Avis hanedanı 1451'de Kuzey Afrika'da Fas bölgesinde bulunan Cuta'yı ele geçirdi. Cuta'nın ele geçirilmesinde Kral Henri'nin (Henrique 1394-1460) çok büyük çabası görüldü. Küçük yaşta şövalye olan I. Johann'ın oğlu Henri Sahra'da yaşayan kara derili halkları arayıp bulmayı ve onların arasında Hıristiyanlığı yaymayı ideal edinmişti. Aynı zamanda yeni yerler keşfetmek konusunda duyduğu istek ve ideali yakın çevresine de aşıladı. Afrika sahillerinde elde edilmiş olan Cuta Portekizlilerin deniz aşırı ülkelere açılmasında temel bir üs oldu.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
33
Kral Henri sayesinde kısa zamanda aşama kaydeden Portekiz denizcilik ve coğrafya alanında dünyada en fazla bilgi birikimine sahip devlet durumuna geldi. Bunun sonucu olarak coğrafi keşiflerin öncülüğünü yaptı.
1.4. İngiltere'de Siyasal Birliğin Sağlanması Bir ada devleti olan İngiltere'de XV. Yüzyılın ortasına kadar devletin gerçek sahipleri büyük toprak sahipleri idi. İngiltere'nin bütün toprakları dört veya beş feodal ailenin elinde bulunuyordu. Bazıları kral ailesine mensup olan bu aileler parlamentoyu etkileyerek küçük toprak sahiplerini denetim altında tutuyordu. İngiltere'deki Gül Savaşı'nın sonucu ne olmuştur? Fransa ile yapılan Yüzyıl Savaşı (1337-1453) nı kaybeden İngiltere'de sosyal, dini ve siyasi karışıklıklar daha da arttı. İkiye ayrılan büyük toprak sahipleri arasında İki Gül Savaşı (1455-1485) adı verilen büyük mücadele başladı. Toprak sahipleri York ve Lankester hanedanlarının etrafında kümelendi ve birbirlerini mahvettiler. Bu durum başka bir hanedanı, Tudor Hanedanını ön plana çıkardı. İngiltere'de iktidarı elde eden Tudor Hanedanı iç ve dış siyasette yaptığı başarılı uygulamalarla çok önemli aşamalar kaydetti. Tudor'lar zamanında İngiltere kuvvetli bir deniz devleti oldu ve giderek bir sömürge imparatorluğu haline geldi.
1.5. Diğer Avrupa Ülkelerindeki Gelişmeler Fransa'nın durumu da diğer Avrupa devletlerinden farklı değildi. Fransa krallığı feodallerin arasındaki çekişmeler nedeniyle dağılma tehlikesi ile yüz yüze gelmişti. Bunun bilincine varan Kral XI. Lui (Louis 1461-1483) soyluların Yüzyıl Savaşlarındaki (1337-1453) kayıplarından da yararlanarak onların üzerine yürüdü. Feodal beylerin topraklarını krallık topraklarına kattı. İç siyasette başarılı olan XI. Lui kısa zamanda Fransa'yı Avrupa'nın en güçlü merkezi devletlerinden biri haline getirdi. Bundan sonra yayılma politikası Fransa için öncelik kazandı. Orta çağın sonunda Almanya, Feodal rejimin sürdürülmesi için hala direniyordu. Buna rağmen orada da soylular bazı haklarından vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Topların kullanılmasından sonra şatolar eskiden olduğu gibi rejimin en önemli savunma unsuru olma özelliğini kaybetmişti. Öte yandan dünyanın en eski imparatorluğu olan Bizans da 1453'de İstanbul'un düşmesi ile yıkılmış, doğuda iktidar Osmanlı devletine geçmişti. İlk aşamada Osmanlı devleti Avrupa devletlerinin yayılma siyasetine engel teşkil etmiyordu. Ancak XV. Yüzyılın sonunda Avrupa içlerine kadar fütuhat alanını genişleten Türk'lerAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
34
le batılılar çıkar çatışmasına girdiler. Ayrıca batılılar için en önemli konuyu Osmanlı Devleti'nin doğu ticaret yolları üzerinde kurulmuş olması teşkil ediyordu.
2. Büyük Coğrafi Keşifleri Hazırlayan Nedenler 2.1. Coğrafya Bilgisinin Gelişmesi XV. yüzyılın başından itibaren Coğrafya alanında başlayan bilimsel ve teknik gelişmeler coğrafi buluşlarda yönlendirici oldu. Gerçi bu yüzyılın bilginleri Yunan ve Romalıların coğrafya kuramlarını biliyorlardı. İlk çağın ünlü coğrafyacısı Ptolemaios (M.S. II. yy)'un eserini, Arap coğrafyacılarının kitaplarını ve onların hazırladıkları haritaları tanıyorlardı. Bu eserlerde yer alan bilgi ve ölçülerin tamamı doğru olmamasına rağmen temel bilgiler için yeterli sayılıyordu.
?
Arap coğrafyacılar hangi bölge ile yakından ilgilenmiştir? IX. ve X. Yüzyıllarda Arap coğrafyacıları tarafından hazırlanan coğrafya kitapları ihtiyaçtan doğmuştu. İspanya'dan Orta Asya'ya kadar yayılmış olan İslam devletleri arasında gereken iletişimin sağlanabilmesi için yollar kadar coğrafya bilgisine de ihtiyaç vardı. Hac ziyareti yapacak müslümanların Mekke ve Medine yollarını tanıması ayrı bir zorunluluktu. Ayrıca Arap tüccarların Hindistan ve Uzak doğu ile yaptıkları deniz ticaretinin güvenliğini sağlamak için deniz yollarının ve bu yolların sonundaki limanların durumunun iyi bilinmesi gerekiyordu. Bu nedenle Ortaçağda Arap coğrafyacılarının hazırladığı coğrafya kitapları ve haritalar çok kapsamlı idi. Gerçekten X. ve XI. Yüzyıllarda yazılmış olan ünlü Arap coğrafya kitapları Hint Okyanusu üzerinden Hindistan'a ve Uzakdoğu'ya yapılan ticari seferlere yardımcı olmak üzere hazırlanmıştı. Yapılan haritalar üzerinde Hint okyanusundaki akıntılar, rüzgarlar, yıldızlara bakarak yapılabilen yön bulma işlemleri ve yolculuğun sonunda ulaşılacak limanların özellikleri ayrıntılı olarak gösterilmişti.
?
Batılılar, Doğuluların coğrafya bilgisinden yararlanmış mıdır? İslam ve Hıristiyan alemi temel dünya görüşleri bakımından birbirleri ile daima sert bir rekabet içinde olmalarına rağmen ekonomik konular söz konusu olunca dayanışma içinde olmakta sakınca görmüyorlardı. Haçlı seferlerinde olduğu gibi savaş zamanında bile ticari faaliyetlerinde karşılıklı olarak yasak tanımıyorlardı. Bu nedenle uzak yolculukları ilgilendiren bilgi alış verişlerinde bazen bilinçli bazen bilinçsiz yardımlaşma ve işbirliği havasına giriyorlardı. Bu nedenle batılı denizciler, coğrafya ve astronomi alanında doğulu coğrafya ve harita uzmanları ile daima bilgi alış verişinde bulunuyorlardı. Doğudan gelen coğrafya ve astronomi kitapları batı dillerine tercüme edildi. Gelişen bu ortamda Avrupalı bilim adamları ve tüccarlar ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
35
doğu dünyasına ve coğrafi keşifler sırasında önemi daha da artan Hint okyanusundaki deniz yollarına ve limanlarına ait bilgileri öğrenme olanağına ulaştılar. XV. yüzyılda Avrupa'nın coğrafyacıları ve denizcileri ilk çağın ünlü coğrafyacısı Ptolemaios'un "Bütün dünyayı çeviren bir tek okyanus vardır, Afrika'yı güneyden dolaşarak Hindistan'a varmak mümkündür. Dünya yuvarlaktır, o halde hep batıya doğru yol alacak bir denizci Asya'nın doğusuna varabilecek ve hareket ettiği noktaya geri dönebilecektir." Sözlerini daha sık düşünmeye başladılar. Haçlı seferlerinden beri doğudan gelen bilgilerle de desteklenen bu görüşler batılı denizcilerin olaya güvenle yaklaşmasına neden oldu. Deniz araştırmacılarının koruyucusu kimdir?
?
Denizciliğe olan ilgisi ve bu alandaki bilimsel katkıları nedeni ile Denizci Henri olarak tanınan Portekiz kralı yaptığı çalışmalar ve yarattığı mali kaynaklarla coğrafi keşiflere çok büyük katkıda bulundu. Denizci Henri, Portekiz kıyılarının en göze çarpan çıkıntısı olan Saint Vincent Burnu yakınlarında, Sagres'deki şatosuna gerçek bir coğrafya araştırmaları merkezi kurdu. Cenova'lı ve Floransa'lı denizcilerle Alman astronomlar burayı gerçek bir denizcilik okulu haline getirdiler. Denizci Henri'nin merak ve öncülüğü ile Afrika kıyılarına keşif seferleri düzenlendi. Bu seferler sırasında Portekizliler Madera (1418), Azor adaları (1432), Rio de Oro (1436) ve Senegal'e (1445) ulaştılar. Denizci Henri, Lizbon'daki sarayını ve Sagres'teki şatosunu denizcilik araştırmaları merkezi haline getirerek üniversiteye bıraktı. Denizciliğe ve coğrafi keşiflere yaptığı katkılar nedeniyle Portekiz'de "Deniz Araştırmalarının Koruyucusu" ilan edildi.
2.2. Matbaanın Katkısı Ortaçağda kitaplar katipler tarafından kopyalanmak sureti ile çoğaltıyordu. Bu yöntem coğrafya kitapları ve haritalar için de geçerliydi. Kitap sayısının sınırlı olduğu bu yüzyıllarda okuyucu sayısının artması olanaksızdı. Kitapların daha fazla sayıda okuyucuya ulaşabilmesi ancak seri üretim yapabilen matbaa sayesinde oldu. Kâğıt, batıya hangi aşamalardan sonra gelebilmiştir? Matbaada kaliteli kağıt kullanıldığı taktirde hızlı kitap basılabiliyordu. Kağıt ilk defa Çin'de üretilmeye başlandı. Abbasi döneminde kalitesi iyileştirilen kağıt XII. Yüzyılda Haçlı seferlerine katılanlar tarafından Ortadoğu ve Afrika üzerinden Avrupa'ya taşındı. XIII. Yüzyılın sonuna kadar Avrupa'da iyi kalitede kağıt üretilemedi. Avrupa'nın en iyi cins kağıdı İtalya'da üretilmesine rağmen bu kağıt henüz matbaaAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
36
da kullanabilecek nitelikte değildi. Basıma uygun kağıt ancak XIV. Yüzyılın sonunda üretilebildi. 1450 yılında Alman Jean Gutenberg uzun çalışmalar sonucunda kurşun harfler dökerek ve uygun kalitede kağıt kullanarak kitap basmayı ve seri üretime geçebilmeyi başardı. Bundan sonra herkesin ulaşabileceği ürün haline gelen kitap sayesinde bilgi alışverişi hızlandı ve kolaylaştı. Bir süre sonra basılarak çoğaltılan coğrafya ve gezi kitapları içerdikleri bilgiler nedeniyle en çok aranan kitaplar haline geldi. Gerekçe ve Arapça'dan yapılan çeviriler yanında özgün coğrafya ve gezi kitapları yazıldı. Basılan bu kitaplar geleceğin denizci ve kaşiflerine çok önemli katkılarda bulundu.
2.3. Pusulanın Bulunması ve Denizcilik Teknolojisinin Gelişmesi
?
Avrupalı denizcileri Atlas Okyanusuna çıkaran teknolojik gelişme nedir? Avrupalı denizciler kıtanın Atlas okyanusu ve Akdeniz kıyılarında uzun yolculuklar yapabildikleri halde teknik olanaksızlık nedeniyle daha fazla karadan çok fazla uzaklaşmak cesaretini gösteremiyorlardı. Halbuki aynı tarihlerde Arap ticaret gemileri Hint okyanusu bir baştan öbür başa geçerek doğunun mallarını Akdeniz kıyılarına taşıyorlardı. Arap denizcileri başarılarını uzun süreden beri kullandıkları usturlap ve pusulaya borçluydular. Usturlapla yıldızların durumunu gözleyerek bulundukları yerin coğrafi konumunu tayin ediyorlar, pusula ile de açık denizde kolaylıkla yönlerini tespit edebiliyorlardı. Arapların aracılığı ile Avrupalı denizciler tarafından da kullanılmaya başlanılan pusulanın üzerinde bazı geliştirici çalışmalar ve uygulamalar yapıldı. Avrupalı denizciler özellikle Usturlap sayesinde güney yarım kürede, Kuzey yıldızı görünmediği için, Güneşin konumuna bakarak bulundukları yerin enlemini ölçmeyi öğrendiler. Denizciler bulundukları yerin enlemini kolayca hesaplayabildikleri halde henüz zaman ölçmede gereken yetkinlikte araç, gereç olmadığı için boylam belirlemede tam bir başarıya ulaşamamışlardı. Avrupalılar XV. Yüzyılda bazı eksiklikler olmasına rağmen yer tespiti ve yön bulma konusunda pek çok bilgi sahibi olmuşlardı.
?
Uzak denizlere gidecek gemilerin özellikleri nelerdir? Denizcilik sanatında XV. Yüzyılda araç gerecin gelişmesine paralel olarak okyanus dalgalarına dayanabilecek, yüksek kenarlı ve uzun gemiler inşa edilmeye başlandı. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
37
Okyanusun dev dalgalarını göğüsleyecek güçte olan bu gemilere Karavella adı verildi. Karavella'lar üç direkli, beş yelkenli ve 30 metre uzunluğunda idi. İspanyol ve Portekizli denizciler okyanus yolculuğuna dayanıklı hale getirilen bu gemilerle yeni dünyaya çok sayıda sefer yaptılar.
2.4. Avrupalıların Doğu Ticaretine Egemen Olma İsteği Avrupa'da, ortaçağ devletlerinin özellikleri son bulup burjuvazinin kuralları işlemeye başlayınca ticaret ve sanayii öncelik kazandı. Avrupalı tüccar da uzak doğu ticaretini elinde bulunduran Arap ve Venedikliler gibi denizleri aşıp doğu ticaretinden pay almak isteğine kapıldı. Uzakdoğu malları Avrupaya hangi yollarla geliyordu? Uluslararası ticaretin en kârlı maddeleri uzak doğudan getirilen baharat, ipek, inci, fildişi, porselen, kumaş gibi lüks tüketim maddeleri idi. Özellikle yiyecek ve içecek maddelerinde kullanılan baharat ve ipek çok önemliydi. Hindistan'dan başlayarak İran Körfezi ve Irak üzerinden Suriye limanlarına, ya da Kızıl deniz yoluyla Süveyş ve Akabe'ye, oradan da kara yoluyla İskenderiye'ye ulaşan yola Baharat Yolu adı veriliyordu. Çin'den başlayarak Orta Asya üzerinden Hazar Denizi'nin güneyinden ve kuzeyinden geçerek Trabzon ve Kırım limanlarına ulaşan yola ise İpek Yolu deniliyordu. Arap ve Venedikli tüccarlar İpek Yolu ve Baharat Yolunu kullanarak iş yapmak isteyen hiç kimseye bu olanağı tanımıyor, kârı paylaşmak istemiyorlardı. Avrupa'da ticaret ve sanayiinin gelişmesi ile birlikte yeni pazar ve hammadde kaynaklarına ihtiyaç doğdu. Avrupalı tüccar, Arap ve Venedikli tüccarın denetiminde olan doğu yollarından yararlanamayacağının bilincine varınca doğuya ulaşmak için yeni çareler aramaya başladılar. Onlar da doğudaki zengin hammadde kaynaklarına ve pazar olanaklarına ulaşmak istiyorlardı. Ticari hayatın gelişmesi Avrupa'da yeni bir problemi gündeme getirmiş, paranın esası olan kıymetli madenlere olan ihtiyaç artmıştı. Piyasada dolaşan altın ve gümüş ihtiyacı karşılayamayacak hale gelmiş, para darlığı başlamıştı. XV. yüzyılın sonunda nakit sıkıntısına düşen Avrupalılar Orta Avrupa'da bulunan madenlerin işletilmesini son haddine çıkardılarsa da gümüş ve altın açığını kapatamamışlardır. Efsanevi öyküler Afrika'da, Asya'da altın ve gümüşün çok fazla bulunduğunu haber veriyordu. Hatta Japonya'da hükümdar saraylarının tabanlarının en az üç parmak kalınlığında altınla kaplı olduğu dilden dile dolaşıyordu. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
38
?
Osmanlı Devleti'nin doğu ticaret yolları üzerinde nasıl bir denetimi olmuştur? XV. yüzyılın başında Avrupa ekonomik sıkıntı içinde yaşarken batıya doğru genişleyen Osmanlı Devleti batının kurtuluş ümidini bağladığı doğunun yollarını kesti. Osmanlıların batılılarla yaptığı savaşlar zaman zaman ticarete engel olmuşsa da Osmanlı Devleti hiçbir zaman batı ile olan ticari ilişkisine son veren bir politika uygulamadı. Her zaman Venedik ve Cenova ile daha önceden imzalanmış olan andlaşmaları yenilediler, İran'dan gelen kervan yollarını, İran körfezi ve Kızıl Deniz yönünden gelen yolları gümrük vergileri ödemek koşulu ile daima serbest bıraktılar. Hatta 1514'de Yavuz Sultan Selim Mısır'ı alınca, Memluklular zamanından beri liman ve kervanları basıyor, yolları kesiyordu. XV. yüzyılın sonunda Kahire pazarı baskın ve yağma endişesi ile mal gelmediği için kapanma tehlikesi atlattı. Aynı dönemde mal taşıyıp pazara ulaştırmadığı için Venedik ve İtalya da mali kriz içine girdi. Venedik'te bankalar birbiri ardına kapandı. Artan ekonomik bunalımı çözmek ve nakit sıkıntısını gidermek üzere Portekizliler uzun deniz yolculukları yaparak Sudan altınına ulaşma çareleri aramaya başladılar. Şimdi altın, Avrupalıları doğunun ipek ve baharatından daha fazla ilgilendiriyordu. Sanayinin ilerlemesi ile birlikte Avrupa'da altın kadar değerli olan ucuz el emeğine ve bunu sağlayacak kölelere gereksinim doğdu.
?
Akdeniz havzasında görülen nüfus patlamasının sonucu nedir? XV. yüzyılda Akdeniz havzasında yaşanan nüfus patlaması nedeniyle yiyecek maddelerine, buğdaya, şekere duyulan ihtiyaç arttı. Bunları pazara sunarak kazanç sağlamayı amaçlayan Avrupalı tüccar doğu altınını ve zenginliğini daha fazla düşünür oldu. Portekiz başta olmak üzere çok sayıda Avrupa ülkesi kurtuluşu doğuda aramaya karar verdiler ve bunu başarabilmek için her türlü çareye başvurdular.
2.5. Hıristiyanlığı Dünyaya Tanıtma Girişimi
?
Portekiz ve İspanyolların Hristiyanlık hakkındaki görüşü nedir? İber Yarımadasındaki son Müslüman devlet olan Gırnata'nın 1491 de düşmesinden sonra Portekizli ve İspanyol din adamları Hristiyanlığı yaymak gibi bir misyon üstlendiler. Bilinmeyen diyarlara doğru yola çıkarken adeta havarilik ateşi ile dopdoluydular. Uzaklarda bulacakları insanları Gerçek dine döndüreceklerini hayal etmeye başladılar. Geçen yıllar içinde bu düşünce ve isteklerinde başarılı oldukları anlaşılmaktadır. Özellikle Güney Amerika'da İspanyolca ve Portekizce ile birlikte Hıristiyan dini yaygınlık kazandı.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
39
3. Büyük Coğrafi Keşifler 3.1. Portekizlilerin Keşifleri Büyük Coğrafi keşiflere girişmek ve onları gerçekleştirmek şerefi Portekizlilere aittir. XV. yüzyıla değin Portekiz, Avrupa'nın batı kıyılarında, belli başlı ticaret yollarının uzağında, az gelişmiş bir ülkeydi. Ulaşım ve haberleşmeyi ancak Atlas okyanusundaki limanları sayesinde gerçekleştirebiliyordu. Çok eski tarihlerden beri deniz yolu ile İngiltere ve Flandır (Hollanda) bölgesi ile ilişki kurmuşlardı. Atlas okyanusu uçsuz bucaksız genişliği ve bilinmeyenliği ile Portekizli denizcileri çekiyordu. İber yarım adasında da siyasi yayılma olanağı bulamayan Portekiz ekonomik kaynaklar elde edebilmek için denize açılmak zorundaydı. Bu nedenle denizciler dikkatlerini Afrika'nın kuzeybatı kıyılarına çevirdiler. Gemici Henri'nin denizciliğe katkısı hangi boyutta olmuştur? Gemici Henri'nin (1394-1460) kurduğu coğrafya ve harita araştırma merkezinde toplanan ve üretilen bilgilerin ışığında Afrika kıyılarına keşif seferleri düzenlendi. Seferler Gemici Henri'nin ölümüne kadar artan bir hızla devam etti. Portekizli denizciler geçen yıllar zarfında açık denizler hakkında anlatılan korkutucu hikayelerin doğru olmadığını kanıtlamaya çalıştılar. Anlatılanlar arasında mıknatıslı taşlardan söz ediliyordu. Bu taşların yakınından geçen gemilerin çivilerini yerinden oynattığı ve sonuçta gemilerin darmadağın olduğu anlatılıyordu. Ekvator civarında okyanus sularının kaynamakta olduğu söylentisi gemicileri çok etkiliyordu ve gemilere tayfa bulmayı zorlaştırıyordu. XV. yüzyılın ortasında Portekizli denizciler biraz da merakla yola çıkarak bütün bu hurafeleri yenerek, aşamalı olarak 1434 de Senegal sahillerine ulaştılar. Yeşil Burnu aşıp Gine Körfezi sularında dolaşmaya bağladılar. 1442 de Portekizliler denizle yaptıkları mücadelenin kazancını elde etmeye başladılar. Afrika kıyılarından toplayarak gemilere doldurdukları köleleri Lizbon'a doğru yola çıkardılar. Papaya baş vuran Gemici Henri elde ettiği bir belge ile zenci köle taşıma işini tekeline aldı. Kârlılık oranı çok yüksek bir iş olan köle ticareti, elde edilen bu belgeye dayanarak uzun yıllar Portekizli denizciler tarafından sürdürüldü. Portekizliler Afrika'da Nijer ırmağı boyunca ilerleyerek kaynağına kadar uzanıp altın madeni ocaklarını ele geçirdiler. Bu tarihe kadar yöreden elde edilen altın kervanlarla Akdeniz'de Cezayir limanlarına taşınıyordu. Cenovalı denizciler buradan ucuza aldıkları altını büyük kârlarla Avrupa ülkelerine satıyorlardı. Portekizliler köle ticaretinden sonra altını da kaynağından elde ederek çok büyük kazançlar sağladılar. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
40
?
Hindistan yolu hangi aşamalardan sonra açılabilmiştir? 1471 de Portekizliler Ekvator çizgisini aştılar. 1488 de kaptan Bartholomeu Diaz, Afrika'nın güneyindeki en son burnu dönüp Hint Okyanusuna çıktı. Kaptan, yaşadıklarından etkilenerek buraya Fırtınalar Burnu adını verdi ise de Portekiz kralı II. Jean daha sonra yolculuk yapacak denizcileri düşünerek buranın adını Güzel Ümit Burnu şeklinde değiştirdi. Bartholomeu Diaz'ın gezisi Hindistan yolunu açtı. Aynı yolu kullanan Vasco de Gama 8 Temmuz 1497 de dört karaval ve 160 tayfa ile Hindistan'a hareket etti. Daha önce elde edilen bilgileri kullanarak Ümit Burnu'nu aştı. Afrika kıyılarını izleyerek kuzeye doğru yol aldı. Hint Okyanusunu geçebilmek için yaptığı deniz haritaları ile tanınan Ahmed İbni Mecid' i ikna ederek Portekiz filosunu aldı. Onun rehberliğinde 20 Mayıs 1498 de Malabar kıyılarında Kalikut limanına ulaştı. Vasco de Gama ve Portekizliler Hindistan'da çok soğuk karşılandılar. Kaptanın getirdiği orta düzeydeki mallar prensler ve halk tarafından beğenilmedi. Buna rağmen Vasco de Gama yerel yöneticilerle bir ticaret andlaşması yapmayı başardı. 30 Ağustos 1499 da küçülmüş olan filosuna az miktarda baharat yükleyerek dönüş yolculuğuna başladı. Portekizliler uzun yıllar süren çabalarından sonra amaçlarına ulaştılar. Batı Avrupa ile Hint Okyanusunun kıyı ülkeleri arasında doğrudan ilişki kurmayı başardılar. Devam eden seferler sonucunda Portekizliler Hindistan'da ticaret merkezleri kurarak hakimiyetlerini kabul ettirdiler. Portekizli denizciler 1500 yılında bir tesadüf sonucu Brezilya sahillerine çıktılar. Burası kısa zamanda Portekiz kolonisi haline getirildi ve XX. Yüzyıla kadar da Portekizlilerin elinde kaldı.
3.2. İspanyolların Keşifleri
?
Kristof Kolomb'un kabul ettirmek istediği fikirler nelerdir? Portekizliler Afrika'nın güneyini dolaşıp Hint Okyanusundan Hindistan'a ulaşırken İspanyollar, krallığın hizmetine girmiş olan Kristof Kolomb'un fikirlerini tartışıyorlardı. Bu nedenle uzak denizlere yapılan yolculuklara Portekiz'den ancak 80 yıl sonra başlayabildiler. Gelecekte Yeni Dünyayı keşfeden kişi olarak tanınacak olan Kristof Kolomb'un (1451-1506) yaşamının ilk yıllarına ait fazla bilgi bulunmamaktadır. Cenova'lı bir dokumacının oğlu olduğu, 14 yaşında denizciliğe başladığı, Cenova bayrağı taşıyan gemilerde uzunca bir süre çalıştığı bilinmektedir. 1474'de Portekiz'e (Lizbon) yerleANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
41
şerek Cenova'lı tüccarların temsilciliğini yapmaya başladı. Floransalı astronom Toscanelli ve kızı ile evlendiği Portekizli denizci Perestrello'dan uzak diyarlar ve buralara yapılacak yolculuklar hakkında pek çok bilgi edindi. Perestello'ya ait olup kendisine kalan bazı belge, harita ve anılardan yararlandı. Kristof Kolomp ünlü gezgin Marco Polo'nun o sırada basılmış (1485) olan seyahatnamesinden edindiği bilgilerden fazlasıyla etkilendi. Kristof Kolomb, elindeki harita ve bilgileri değerlendirerek sürekli batıya doğru giderek doğunun zenginliklerine ulaşacağına inanıyordu. Belgelere dayanarak ürettiği yolculuk projelerini Portekiz kralına sundu ise de kabul ettiremedi. Bunun üzerine İspanya'ya geçerek düşüncelerini gerçekleştirmek için gerekli olanakları araştırmaya başladı. Kristof Kolomb hangi olaydan sonra uzun yolculuklara başlayabilmiştir?
?
Kristof Kolomb'un İspanya'ya geldiği sırada Kraliçe İzabella ve Ferdinand evlilik yolu ile güçlerini birleştirerek feodal düzene son vererek İspanya'nın birliğini kurmuşlardı. Yeni yönetim en kısa zamanda komşusu Portekiz'in doğu yolculukları sonucu elde etmeye başladığı zenginliğe ulaşmak istiyordu. Büyük şehirlerde oturan tüccar da aynı olanakların kendilerine de sağlanması için yeni iktidarı zorluyordu. Onların aracılığı ile Kolomb saraya tanıştırıldı. 1492 yılında Santa Fe'de krallıkla Kolomb arasında antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre İspanya da yarışa katılacak yeni dünyalar keşfetmek üzere denizlere açılabilecekti. Buna göre kraliçe İzabella, Kristof Kolomb'a amirallik rütbesi veriyor, keşfedeceği topraklara kral naibi olarak atamasını yapıyor ve bu ülkelerden getireceği gelirin %10 unu ona bırakıyordu. Kristof Kolomb 3 Ağustos 1492 de 3 adet Karavela ile Palos limanından yola çıktı. Batıya doğru yol alarak 11 Ekim 1492 de Amerika sahillerinden Florida yakınlarında bir adada karaya çıktı. Amacı hep batıya giderek doğunun zenginliklerine ulaşmaktı. Zorlu yolculuk sırasında Kristof Kolomb gemilerinden birini kaybetti. İki gemi ile 15 Mart 1493 de İspanya'ya dönen kaptan Palos limanında büyük şenliklerle karşılandı. Kolomb, hayatının sonuna kadar doğuya ulaştığına inanarak yaşadı ve bu topraklarda gördüğü halka tereddütsüz Hintli adını verdi. Kolomb, deniz yolculuklarına devam etti. 23 Eylül 1493 ile 11 Haziran 1496 tarihleri arasında ikinci yolculuğunu gerçekleştirdi. Bundan sonra Antiller, Venezuella ve Orta Amerika'ya kadar ulaşabildiği bir gezi daha yaptı. Keşif gezileri İspanya'yı ne ölçüde memnun etmiştir?
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
42
Keşif gezileri yeterli zenginliği İspanya'ya sağlayamadığı için Kolomb ve krallık için hayal kırıklığı ile sona erdi. 1506 yılında amiral gözden düşmüş ve unutulmuş olarak öldü. Hayatının sonuna kadar Asya kıyılarına ulaştığı inancını yitirmedi. Ölümünden sonra başka bir amiral, Amerigo Vespucci (1454-1512), 1505 yılında burasının yeni bir kıta olduğunu ilan etti. 1507 yılında Amerigo Vespucci'nin yayıncısı yeni kıtaya Amerika adını verdi. Bu yolculuklar sonucunda İspanyollar istedikleri gibi baharat ve altına ulaşamamışlardı. Buna rağmen çaba göstermekten vazgeçmediler. Batıya doğru yapılan seferlere devam ettiler. İspanyol kaptan Balboa (1520), yeni dünyaya yaptığı seferlerin birinde Orta Amerika'nın en dar yeri olan Panama'dan yaya olarak geçip Büyük Okyanusa ulaştı. Kısa bir zaman dilimi içinde İspanya, Orta ve Güney Amerika kıtasında büyük toprak parçalarına sahip oldu ve İspanya Yeniçağ Avrupa'sının tartışmasız en zengin ülkesi durumuna geldi. İspanya bu mal varlığına Orta ve Güney Amerika'daki zengin kültür varlıklarını yok ederek ulaştı. XV. ve XVI. Yüzyıllarda sayıları çok fazla artmış olan macera düşkünü gençler (conquistadores) yağmacı faaliyette çok önemli rol oynadılar. Daha sonra İspanya'nın hizmetine girmiş olan Portekizli bir denizci olan Magellan (1480-1521) deniz yolu ile Büyük Okyanusa ulaşmayı başardı.
?
Keşif yolunda Magellan'ın karşılaştığı zorluklar nelerdir? Magellan 20 Eylül 1519 da 5 gemi ve 265 mürettebatla İspanya'dan yola çıktı. Önce Brezilya'ya uğradı ve güneye indi. Daha sonra kendi adı ile anılacak olan Magellan Boğazı'nı geçerek Büyük Okyanusa çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Filipin Adalarına ulaştı. 1521 de yerlilerle yaptığı bir çatışmada öldü. Magellan'ın başlattığı keşif gezisi üç yılda tamamlanabildi. Savaş ve salgın hastalık nedeniyle yola çıkanların çoğu geri dönemedi. Magellan'ın yardımcısı Sebastian del Cano 6 Eylül 1521 de 18 kişi ile İspanya'ya dönebildi. Magellan'ın başlattığı bu gezi dev boyutlarda idi. Dünya çevresinde gerçekleştirilmiş ilk gezi idi. Bundan sonra gerek Portekiz, gerekse İspanya ulaştıkları yeni karalarda kurdukları kolonilerin zenginliklerini kendi ülkelerine taşıdılar.
3.3. Diğer Avrupa Devletlerinin Katkıları XVI. yüzyılın başında Portekiz ve İspanya, denizlerde rakipsiz sayılıyorlardı. Yüzyılın ortasında İngiltere iki devletin karşısında tehlikeli bir rakip olarak yer aldı. İngiltere Kraliçesi Elizabeth'in hazırladığı donanma denizlerde İspanyolların Yenilmez Armadası'nın iktidarına son verdi. İngiliz gemileri tam bir özgürlükle okyanuslarda ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
43
dolaşmaya başladı. XVI. yüzyılın sonunda yeni kıtaya ayak bastılar. Virjinia'da bir koloni kurdular. 1632-1655 yılları arasında İngiltere kuzeyde Labrador ve Grönland'a yerleşti. Aynı yıllarda Guyan, Bermuda, Küçük Antiller, Jamaika gibi adalara sahip oldular. Hollandalılar hangi kıtada sömürge kurmuşlardır?
?
XVII. yüzyılda sömürge kurma yarışına Hollanda da katıldı. Sömürge sayısı hızla arttı. Hint Okyanusundaki deniz yollar ıüzerinde denetimlerini kurdular. Güneydoğu Asya'da kurulan kolonilerle Hollanda ekonomik gücünü arttırdı. Hollandalı denizci Abel Tasman Hint Okyanusu ve Büyük Okyanusta yaptığı geziler sırasında Yeni Zelanda ve Fiji, Tonga adalarına ulaştı. XVII. yüzyılda Fransızlar da koloni kurma yarışında yer aldılar. Kanada'da SaintLaurent yakınlarına kadar geldiler. Daha sonra Guyan'da Cayenne sömürgesini kurdular. Doğuda gelişmeler daha farklı oldu. Rusya, XVII. Yüzyılda karadan ilerleyerek Asya'nın ulaşılması zor topraklarında koloniler kurdu. Büyük okyanusa kadar uzanan topraklar Rus coğrafyacıları tarafından dünyaya tanıtıldı.
4. Büyük Coğrafi Keşiflerin Sonuçları 4.1. Sömürge İmparatorluklarının Kurulması Sömürge imparatorluklarında ekonomik gücün kaynağı nedir?
?
Coğrafi keşifler dünyanın ekonomik ve siyasal tarihinde önemli değişikliklere sebep oldu. Avrupalılar dünyanın büyük bir kısmını tanıyarak yeni ve doğru bilgileri elde ettikten sonra bu sonuca ulaşabildiler. Hareketin başlangıcında, yola çıkanlar altın ve baharata ulaşmak gayesini güdüyordu. Daha sonra altın ve baharata ulaşanlar, her sefer sonucunda daha fazla ekonomik güç elde etme olanakları buldular. Bunun sürekli hale getirilmesi için uzak diyarlar hızla sömürge haline getirildi. Portekiz ve İspanya sömürge kurma konusunda öncülüğü daima ellerinde tuttular. Gittikleri yerlerin her türlü kaynağını yüzyıllar boyunca hiç düşünmeden, hatta yok etmek bahasına Avrupa'ya taşıdılar. Sömürge alanları kimin aracılığı ile paylaşılmıştır? Sömürge kurma konusunda ilk anlaşmazlık İspanya ile Portekiz arasında görüldü. 1494 yılında Papa VI. Alexandre'nin hakemliğinde dünya denizleri iki devlet arasınAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
44
da paylaştırıldı. Portekiz ve İspanya papanın huzurunda imzaladıkları Tordesillas Antlaşmasına uymak üzere söz verdiler. Yapılan antlaşmaya göre 50. boylam derecesinin batısında kalan yerler İspanyolların, doğusunda kalan yerler Portekizlilerin olacaktı. 1529 yılında Magellan'ın yolculuğundan sonra Büyük Okyanusta da böyle bir sınır tespit edildi. Burada da 17. Boylam derecesi esas alındı. Adı geçen antlaşmalara uyan Portekiz ve İspanya XVI. Yüzyılın güçlü sömürge imparatorluklarını kurdular.
4.1.1. Portekiz Sömürge İmparatorluğu Portekizli Vasco de Gama daha ilk yolculuğunda Hindistan sahillerindeki prensliklerle ticari antlaşmalar imzalamıştı. Hızla Arap tacirlerini saf dışı bırakmak amacını güdüyordu. Nitekim kısa zamanda Portekizliler Hint okyanusundan Akdenize geçişin sağlandığı Kızıl Deniz ve Basra Körfezinin girişlerini denetim altına aldılar. Yerli güçlerin birbiri ile mücadelesinden yararlanıp Güneydoğu Asya'ya kadar hakim oldular. Portekizliler doğu ticaretinde gerçek bir tekel kurdular. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Portekiz tam bir sömürge imparatorluğu durumuna ulaştı.
?
Portekizliler hangi kıtadaki sömürgelerinde yerleşmiştir? Portekizliler Brezilya dışında kalan Güney Amerika sömürgelerine yerleşmeyi hiç düşünmediler. Buralardan elde edecekleri zenginlikten başka hiçbir konu ile ilgilenmediler. Doğuda da limanları kontrol altında tutmakla yetindiler. Bu limanlarda toplanan malları Lizbon'a taşıyarak bütün Avrupa'ya pazarladılar. Portekiz, baharat piyasasını eline geçirdikten sonra baharat fiyatlarını istediği gibi kontrol eder hale geldi. Fiyat artışını sağlayabilmek için zman zaman gelen mal yok ediliyordu. Baharat fiyatı üzerinde bu işlemler yapılırken uzun yolculuğun getirdiği zorluklar da fiyatlara yansıtılıyordu. Portekizli tüccar bunda haksız sayılmayabilirdi. Çünkü sefere çıkan gemilerin tamamı her zaman geri dönmeyebiliyordu. Örneğin 1590-1599 yılları arasında yola çıkmış olan 33 geminin ancak 16 tanesi geri dönebilmişti. Portekizlilerin kurduğu sömürge imparatorluğu çok uzun ömürlü olmadı. Kısa zamanda sınırlar daraldı. Brezilya, Afrika kıyılarında birkaç koloni ve Uzak doğuda Makao kaldı.
4.1.2. İspanyol Sömürge İmparatorluğu Keşfettikleri yerlerin sömürgeleştirilmesinde İspanyollar Portekizlilerden farklı davrandılar. İspanyollar yerleştikleri topraklarda önce altın peşinde koşarak her
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
45
türlü varlığı darma dağın ettiler. Daha sonra Meksika, Orta Amerika, Brezilya dışında kalan Güney Amerikanın bir bölümünde yayıldılar. Sömürgecilikte İspanyol Fatihlerinin rolü nedir?
?
Kendilerine İspanyol Fatihleri adını veren birkaç bin maceracı silahlarının üstünlüğü ile yerli halkı yok ederek İspanyol sömürge imparatorluğunun kurulmasında yardımcı oldular. Sömürge imparatorluğunun kuruluşunun temelinde asıl Fernandez Cortez'in (1485-1547) Meksika'daki Aztek İmparatorluğunun hazinelerinin yağma etmesi yatmaktadır. Cortez'in Meksika'da yaptıkları anılardan silinmedi. Aztek başkenti Tenoçtitlan'ın alınıp yağmalandıktan sonra bütün genç erkeklerin öldürülmesi unutulmadı. 1532 yılında Meksika'dan çok daha zengin olan Peru'yu sömürge imparatorluğuna dahil ettiler. İnka devletine son veren Francisko Pizzaro İnka uygarlığını yok ederek hazinesini İspanya'ya taşıdı. Geçen yıllar içinde Meksika, Guatemala, Honduras, Peru, Kolombia, Şili İspanyol sömürge imparatorluğuna dahil edildi. İspanyol fatihleri gittikleri topraklarda o ülkelerin hazinelerinin yanı sıra en verimli topraklara da sahip olarak yerli halkı köleleştirdiler.
4.1.3. İngiltere, Hollanda ve Fransa'nın Sömürge Kurma Girişimi Portekiz ve İspanya'nın elde ettiği olanaklar diğer Avrupa devletlerine de son derece çekici geldi. XVI. Yüzyılın ikinci yarısında onlar da bu yarışta yer aldılar. İngiltere sömürge imparatorluğu kurulurken hangi sömürge imparatorlukları zayıflamıştır? I. Elizabeth döneminde kurulan donanma denizlerde İspanyol iktidarına darbe vurdu. Şimdi onlar Yeni Dünyaya koloni kurmaya başladılar. 1655 yılında İngilizler sömürge imparatorluğunun kuruluşunu tamamlamışlardı. XVII. Yüzyılda Hollandalılar Hint okyanusundaki deniz yolları üzerinde denetimlerini kurdular. Bundan sonra kurdukları kolonilerin her türlü zenginliğini ülkelerine taşıdılar. Aynı yüzyılda Fransa Amerika kıtasında koloniler kurmuşsa da diğerleri gibi İmparatorluk boyutuna ulaşamadı. XVII. Yüzyılda zayıflayan İspanya, Amerika'daki topraklarını ancak ingiltere, Hollanda ve Fransa arasında gelişen rekabet sayesinde elinde tutabildi.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
46
4.2. Ticaret Yollarının ve Avrupadaki Ticaret Merkezlerinin Yer Değiştirmesi Orta çağda Akdeniz havzasındaki ticareti İtalyan şehir devletleri yönlendiriyordu. Şimdi Venedik, Piza, Marsilya gibi limanlar önemini yitirdi. Kapalı bir deniz olan Akdenizdeki limanlar, okyanuslara açılmayı kolaylaştıran limanlarla boy ölçüşemeyecek hale geldi.
?
Yeni ticaret merkezleri nerede gelişmiştir? Uluslararası ticaretin çekim merkezi Lizbon, Sevilla, Anvers gibi limanlara geçti. XVI. Yüzyılın sonunda Amsterdam ve Londra da dünya ticaret merkezi ve limanı haline geldi. Bütün dünya ülkelerinden gelen hammadde burada toplanıp dağıtılır oldu. Mamul ürünler de aynı limanlardan ihraç edildi. Uluslararası ticarette pamuk, şeker, tütün ve baharat taşımacılığı ve ticareti en fazla kâr getiren işlerdi. Büyük risk taşımasına rağmen köle ticareti yüksek kârlılığı nedeniyle vazgeçilemez işler arasında yerini daima korudu.
4.3. Avrupa Piyasasında Nakit Artışı Büyük keşiflerle birlikte Avrupa'da ekonomik sistem hızla değişti. Sömürge sistemi Avrupa'ya çok büyük miktarda kıymetli maden ve nakit girmesini sağladı. Güney Amerika'da yıkılan İnka, Maya ve Aztek uygarlıklarının hazineleri, hazır para olarak doğrudan doğruya Avrupa'ya taşındı. Ayrıca bulabildikleri her türlü kıymetli madeni de bunlara ilave ettiler. Avrupa'ya taşınan her bir hazine, kıtanın yarım yüzyıllık zenginliği ile eş değerde idi.
?
İspanya'nın Avrupa'ya taşıdığı altın ve gümüş ekonomiyi nasıl etkiledi? Kısa bir süre sonra Avrupa piyasalarına akan nakit fazlalığı, mal darlığı ve fiyatların yükselmesine neden oldu. Emek vermeden Amerika'dan toplanıp getirilen altının alım gücü düştü. Halbuki aynı süre içinde tarımsal ürün ve mamul madde elde etmek için gereken emek miktarında bir değişiklik olmadı. Bazı ürünlerin fiyatının dört katına kadar yükseldiği görüldü. İspanya, sonuç olarak Amerika'dan taşıdığı altın ve gümüşün ekonomiye girmesinden olumlu olarak yararlanamadı. Nakit birikiminin getirdiği olumsuzluklardan etkilenmeyenler arasında sömürgelerinde özel bir işletme tipi geliştirenler oldu. Köle tüccarlarının Afrika'dan topladıkları genç zenci köleler sömürgeci devletlerin yerleştiği geniş topraklara taşındı. Zenci köleler özellikle pamuk ve şeker kamışı tarlalarında çalıştırıldılar. Üretim kârlılığını yakalayabilen sömürgeci devletler daha uzun ömürlü oldu.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
47
4.4. Avrupa'da Burjuva Sınıfının Zenginleşmesi Avrupa piyasasında görülen fiyat artışı sosyal ve ekonomik bakımdan ücretlilerin, köylülerin ve soyluların zararına oldu. Artan fiyatlar karşısında sabit gelirli olan ücretlilerin alış gücü çok fazla düştü. Orta çağda zor durumda olan Avrupa köylüleri ürettiklerini pazarlayamaz duruma düşünce ücret karşılığında çalışmaya başladılar. Soylulara gelince onlar eskisi gibi herhangi bir ücret ödemeden çalıştıracak eleman bulamıyorlardı. Ücret verecek maddi olanakları da bulunmadığı için topraklarını satmak zorunda kaldılar. Avrupa'da burjuva sınıfı nasıl gelişti?
?
Halbuki burjuva sınıfının ekonomik ve sosyal bakış açısı tamamen farklı olarak gelişmiştir. Bu sınıfa mensup olanlar risk almaktan korkmuyor, uzun yolculuklara çıkmaktan çekinmiyor, daima kârlı işlerin peşinde koşuyorlardı. Soylular arasında pazara mal üretmeye başlayanlar da yaşam biçimlerini değiştirerek burjuvalaştılar. Burjuva sınıfındaki girişimciler, atölye sahipleri, tüccarlar ekonomik olarak çok güçlendiler. Bu durum kentlilerle köylüler arasındaki uçurumu daha da arttırdı.
4.5. Sömürgelerde Hıristiyanlığın Yayılması Portekizliler ve İspanyollar uzun yıllar birlikte yaşadıkları Endülüs Emevilerin karşısında daima hıristiyanlığın savunuculuğunu yaptılar. Müslümanları İber yarımadasından uzaklaştırarak bu amaçlarına ulaşmış oldular. Uzun deniz yolculuklarına çıktıkları yıllarda da hıristiyanlığı gittikleri yerlerde yaymak misyonunu sürdürdüler. Portekiz ve İspanya Hristiyanlığı yayma konusunda amacına ulaşmış mıdır? Gerek Portekizliler gerekse İspanyollar ulaştıkları yeni topraklarda hıristiyan dinini zorla kabul ettirdiler. Güney Amerika'da ve Güney Doğu Asya'da oturan ve hıristiyanlaştırılan halk doğrudan doğruya Roma Katolik Kilisesine bağlandılar. Roma Kilisesi kazandığı yeni hıristiyan nüfusa rağmen eski prestijini devam ettiremedi. Dünyanın düz olduğunu ve Kudüs'ün merkez olduğunu iddia eden din adamlarının söylediklerine inanan hiç kimse kalmadı. Avrupa'da bilim, düşünce ve dini yaşamda önemli değişiklikler meydana geldi.
4.6. Orta ve Güney Amerikadaki Uygarlıkların Yok Olması İspanyollar ilk defa yabancı bir uygarlıkla ilk defa Amerika kıtasında Yukatan yarımadasında karşılaştılar. Gördükleri taş tapınakları ve önemli yapıları altın bulmak için tahrip ettiler.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
YENİÇAĞ'DA AVRUPA DEVLETLERİNİN BÜTÜN DÜNYA İLE İLİŞKİ KURMASI
48
?
Orta ve Güney Amerika'da hangi uygarlıklar vardı? Peru ile çevresindeki ülkeler Meksika'dan daha fazla zenginliğe sahipti. Burada tahrip edilen sanat eserlerinden başka Potosi gümüş madeni de yapılan aşırı üretim nedeniyle kısa zamanda harabeye döndü. Fatihler, Meksika ve Peru'daki halkların uygarlıklarını akıl almaz bir barbarlıkla yağmaladılar, hayranlık uyandıran mimarlık anıtlarını yok ettiler.
4.7. Coğrafi Buluşların Günlük Yaşama Etkisi
?
Avrupalılar gittikleri ülkelerden Avrupaya neler getirmişlerdir? Avrupalılar yeni gittikleri ülkelerden bazı yiyecekleri kendi ülkelerine getirdiler. Bu durum Avrupa'nın yemek kültüründe bazı değişikliklere neden oldu. Baharata en kısa yoldan ulaşmaya çalışırken tütün, vanilya, kakao, patates, domates gibi sevilen yiyecekler ve kümes hayvanlarından hindi Avrupa'ya taşındı. Amerika kıtasından Avrupa'ya taşınan altınlar sayesinde kıtanın pek çok yerinde saray, konak, kilise gibi lüks yatırımlar yapıldı ve kentler süslendi.
Özet XV. yüzyılda Avrupalılar kıtayı çeviren denizlerden uçsuz bucaksız okyanuslara açıldılar. Yeni kıtalar bularak bütün dünya ile ilişkiye girdiler. Büyük coğrafi buluşlar olarak tanınan bu hareket Avrupa tarihi kadar bütün dünya tarihini de yakından etkiledi. Coğrafi buluşların öncesinde Avrupa, siyasal değişime uğradı. Ulusal devletler kuruldu, merkezi otorite güç kazandı. Portekiz, İspanya, İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinde siyasal birlik kuruldu. Coğrafi buluşların nedenleri arasında coğrafya bilgisinin gelişmesi, matbaanın kullanılması, pusulanın bulunması, denizcilik teknolojisinin gelişmesi, Avrupalıların doğu ticaretine egemen olma isteği ve hıristiyanlığı dünyaya tanıtma girişimi sayılabilir. Portekizli ve İspanyol denizciler Amerika ve Uzak Doğuya ulaştılar. Kristof Kolomb, Vasco de Gama, Magellan gibi ünlü amiraller keşfettikleri toprakları ülkelerine hediye ettiler. Büyük coğrafi buluşların sonucunda sömürge imparatorlukları kuruldu. Ticaret yolları ve Avrupa'daki ticaret merkezleri yer değiştirdi. Avrupa'da ekonomik sistem ve yaşam tamamen farklılaştı. Piyasada nakit artışı görüldü. Burjuva sınıfı zenginleşti. İspanyol ve Portekizliler gittikleri topraklarda yaşayan yerli halka zorla hıristiyan dinini kabul ettirdiler. Orta ve Güney Amerika'daki uygarlıklar yok oldu. Coğrafi buluşlar günlük yaşamı da etkiledi. Baharat kullanımı yaygınlaştı. Patates, domates gibi sevilen yiyeceklerle tütün ve kümes hayvanlarından hindi Avrupa'da yaygınlık kazandı. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARİHİ (1939-1989)
Değerlendirme Soruları Aşağıdaki soruların yanıtlarını seçenekler arasından bulunuz. 1.
Aşağıdakilerden hangisi coğrafi keşiflerden önce Avrupa için önem taşımıyordu? A. Eğitimli daimi ordular B. Ağır zırhlı askerler C. Siyasi sistem olarak feodalite D. İktidar sembolü olarak toprak E. Güç sembolü olarak şatolar
2.
Aşağıdakilerden hangisi coğrafi keşiflerin sonuçlarından değildir? A. Hıristiyanlığın yayılması B. Avrupada mal darlığının başlaması C. Kralların otoritelerinin güçlenmesi D. Burjuva sınıfının zenginleşmesi E. Sömürge devletlerinin kurulması
3.
Aşağıdaki devletlerden hangisi batılı kaşiflerin yağmasına uğramıştır? A. Arjantin B. Meksika C. Brezilya D. Amerika Birleşik Devletleri E. Alaska
4.
Aşağıdakilerden hangisi doğru olamaz? A. Portekizliler Afrikanın güneyinden dolanarak Hindistan'a ulaştılar. B. Ruslar Asyanın içinde koloni kurdular. C. Yeni Dünya'ya Amerika adı Parisli bir yayıncı tarafından verildi. D. Magellan, İspanya devletinden destek aldı. E. Kristof Kolomb, Portekiz'in desteği ile Amerika'ya gitti.
5.
Aşağıdakilerden hangisini büyük coğrafi keşifleri hazırlayan nedenlerden biri sayılamaz? A. Avrupa devletlerinin siyasi birliğini sağlaması B. Arap coğrafyacılarının kitaplarının tanınması C. Nakit akışının başlaması D. Pusulanın kullanılmasının yaygınlaşması
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
49
50
ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARİHİ (1939-1989)
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar İnalcık, Halil. "Osmanlı Pamuklu Pazarı, Hindistan ve İngiltere: Pazar Rekabetinde Emek Maliyetinin Rolü", ODTÜ Gelişme Dergisi, Özel Sayı, s. 1-66, Ankara, 1980. K.G., Jayne. Vasco da Gama and His Successors, London, 1960. Şakiroğlu, Mahmut. "Yeniçağ'a Geçiş: Dünyaya Açılan Avrupa, (Coğrafi KeşiflerRönenasn-Reform)", Avrupa Tarihi, Editör: Mehmet Kayıran, Eskişehir, 1991. Tanilli, Server. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, C. III, İstanbul, 1987.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. A
2. D
3. B
4. E
5. C
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
Aydınlanma Çağı
ÜNİTE
3
Yazar Doç.Dr. Cahit BİLİM
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Rönesansın ortaya çıkması ve Rönesansın özellikleri hakkında bilgi edinecek, • Aydınlanma felsefesini ve dayandığı temelleri kavrayacak, • Aydınlanma döneminde devlet, din ve eğitim gibi alanlarda ileri sürülen görüşleri algılayacak, • Bazı Avrupa devletlerinin aydınlanma çağını nasıl yaşadıklarını öğreneceksiniz.
İçindekiler • Antik Çağ
53
• Orta Çağ
53
• Rönesans, Hümanizma
53
• Aydınlanma Çağı
54
• Avrupada Aydınlanma
59
• Özet
63
• Değerlendirme Soruları
64
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
65
Çalışma Önerileri • Bugünkü Avrupa uygarlığının oluşmasında Rönesans ve Hümanizmanın etkisini araştırınız. • Aydınlanma döneminde ileri sürülen görüşlerin Türk düşünce tarihini etkileyip etkilemediğini araştırınız.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
53
1. Antik Çağ Antik Çağda akıl, özgür düşünce ve bilim kavramlarının önemi nedir?
?
Çağdaş uygarlığa birbirlerini tamamlayan, birbirlerini geliştiren bilimsel ve sanatsal gelişmelerin üst üste yükselmesiyle erişildi. Uygarlık tarihi bilimsel çalışmalarla başlar. Antik çağ bilginlerinden Anadolu'lu Thales, "Evrenin doğal sayılması ve doğada olan her şeyin doğaüstü mitolojik güçlere başvurmaksızın kavranmasını" söylüyordu. Yine Anadolu'lu bir bilgin olan Heraklaitos insanın bir nehrin suyunda iki defa yıkanamayacağını söyleyerek esasında zamanın bir nehir gibi aktığını dile getirip yaşamın hep bir devinim içerisinde olduğunu belirtiyordu. Atomcular ise tüm nesnelerin ve canlıların atom adını verdikleri küçük zerreciklerden oluştuğunu söyleyerek günümüz çağdaş görüşünün temellerini atıyordu. Bu çağın bilginleri ve filozofları evrenle de ilgilendiler. Evrenin yapısı dünya, gezegenler onların ilgi konularından biri oldu. Tüm bunların hepsi akıl, özgür düşünce ve bilimle sağlandı.
2. Ortaçağ Ortaçağın öğretisi olan skolastizmin nitelikleri nelerdir?
?
İnsanlık Antik Çağ'dan sonra karanlık bir Ortaçağ yaşadı. Bu çağ akılcılığın yerini skolastizmin, bilimselliğin yerini doğmatizmin, doğallığın yerini metafizik güçlerin aldığı bir dönemdi. Adı üstünde iki aydınlık çağ arasında bir orta çağ. Bu çağda bir çok bilimsel ve sanatsal çalışma durdu. Her şeye saptırılan din öğretileriyle, birleştirilen tartışma kabul etmez tümdengelim Aristo felsefesi ölçü oldu. Ortaçağın özelliği kalıplaşmış doğmatizm ile tartışılmaz skolastizim idi.
3. Rönesas, Hümanizma Rönesansın nitelikleri nelerdir? "Re-naissance" yeniden doğuş demektir. Bu özgür insan düşüncesinin yaşamsal sanatsal ve bilimsel anlamında, üzerine çöken Ortaçağ karanlığından kurtularak yeniden doğmasıdır. Fransız tarihçisi Michelet, Rönesans'ı "dünyayı ve insanı keşfetme" diye niteler. Bu, dünyaya açılma, yeni ülke ve toplulukları keşfetme ile insanı ve ona kişilik veren özelliklere değer verme demekti. Bu atılımın temeli Antik Çağ'daki düşünce ve bilimdi. Akıp giden uygarlık önündeki Ortaçağ takıntısını yıkarak akışını sürdürdü.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AYDINLANMA ÇAĞI
54
Rönesans'ta resim, heykel, mimarlık, edebiyat gibi güzel sanatlarda üstün eserler meydana getirildi. Bu nedenle Rönesans'ın ideal insanı "Teolojik insan" değil "Estetik insandır". Rönesans'ın yaşattığı aydın düşünceyle XVIII y.y'da bilim alanında ise matematik, astronomi, kimya, fizik, çoğrafya, felsefe, antropoloji v.s. alanında çok büyük gelişmeler oldu. Geocentric (dünya merkezli) görüş yerine Helliyocentric (güneş merkezli) görüş benimsendi. Birbirini tamamlayan çalışmalarla çağımızın en büyük buluşu olan elektrik geliştirildi. Günümüzde elektriksiz bir yaşam düşünülemez. Bu dönemin bilginleri insana doğayı keşfetme, doğa güçlerine egemen olma olanağı sağlayacak bilimsel yöntemler geliştirdiler. Bunlar verileri toplama, deneyler yapma ve bunları değerlendirme yöntemleridir. Bunların hepsinin temelinde de özgür insan aklı vardı. Dönemin filozoflarından Descartes, "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyordu. Bu aklı olan ancak insandır demekti. Bu özgür insanla Leonarda de Vinci, Bacon, Descartes Koparnicus, Kepler, Galileo, Newton gibi bilginlerin dehaları birleşince belki de Uzay Çağı'nın temelleri atıldı. Bu yüzyılda bilimsel gelişmelerde o kadar büyük atılımlar oldu ki, XVIII. y.y. bu gelişmelerin bir tür özümsenmesi dönemi oluşmuştur.
?
Hümanizim nedir? Rönesans'ın bir uzantısı ve tamamlayıcısı olan Hümanizma ise temelinde insan değeri ve sevgisi olan bir düşüncedir. Hümanist görüşe göre en değerli varlık insandır ve her şey onun içindir. İnsanlar arasındaki benzerlikler, farklılıklardan daha çoktur. Bu insanlar arasındaki anlaşmazlıkların da az olması demektir. Bu nedenle insanların birbirleriyle ve tüm insanlıkla ilişkileri sevgiyle olmalıdır. Din, dil, ırk, düşünce farklılıkları insanların özel durumlarıdır ve insanlar arasındaki iyi ilişkilere engel olmamalıdır. Tüm bunlara göre Hümanizma'nın insan ideali "Homo Universial" her yönlü gelişmiş insandır.
4. Aydınlanma Çağı 4.1. Aydınlanma Çağı Felsefesi
?
Aydınlanma Çağında insan ve aklın önemi nedir? Emmanuel Kant aydınlanmayı "Sapere Aude", aklını kullanma cesaretine sahip ol diye tanımlıyordu. Bu aydınlanmanın temel felsefesidir. Aydınlanmacılara göre hep geleneksel bağnaz gruplarca insanların akıllarını kullanmaları engellenmişti. Ancak artık insanlar kafalarını kullanmalı, başka etkilerle
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
55
değil salt akıllarıyle hareket etmeliydi. Bu şekilde her türlü bağlardan, takımlardan sıyrılma aydınlanmış insanın özelliğini oluşturmaktaydı. Aydınlanmacılarda da önemli olan insandı. Aydınlanmacılar da Antik çağ sofistleri gibi "insanın her şeyin ölçüsü" olduğuna inanmışlardı. Ancak sofistlerin bilgilerin kişilere göre farklı algılanmalarını ileri sürerek aklı küçümsemelerine karşın aydınlanmacılar aklın sınırsız bir güce sahip olduğuna inanıyorlardı. Ayrıca aydınlanma çağı düşünürlerinin bir kısmı rationalizmin (akılcılığın) yanında akıla veri sağlayan amprisme (deneycilik) de önem vermekteydiler. Örneğin Descartes'in rationalist geleneğini sürdüren Francis Bacon'ın metodcu ve deneyci geleneğini sürdüren İngiliz amprist filozoflar T. Hobbes, J. Locke, Berkeley, Huma v.s. bunların belli başlılarıdır. Aydınlanma Çağı düşünürleri her türlü etkiden kurtulmuş bağımsız aklın, tüm kültür alanlarında büyük aşamalar katedeceğine inanıyorlardı. Onlara göre "Bilgi Kuvvetti ". Aydınlanmanın akılcı düşüncesi doğa üstü ve doğa dışı her şeye karşıydı. Bu nedenle gerçek olan doğada olandı.
4.2. Aydınlanma Felsefesinin Dayandığı Temel İlkeler Aydınlanma felsefesinin temel ilkeleri nelerdir, özellikleri nasıldır? Aydınlanma felsefesinin dayandığı temel ilkeler şunlardır: •
Rationalizm (Akılcılık): Aydınlanmacılara göre insan yaşamında akıl hemen hemen her şey demekti. Antik çağlardan beri insanı yükselten ve yücelten akıldı. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün yapan akıldı. Az akıllı insanlar her hangi bir canlı, akıllılar ise insandı. İnsanın insanı olması kadar, tüm insanlığını ilerlemesi ve mutluluğu kavuşması için gerekli olan akıl, akılcı düşünce ve evrensel akıldı.
•
Amprisme (Deneycilik): Aydınlanmacıların bir kısmı, akılcılığın yanında deneyciliğin de önemli olduğunu söylüyorlardı. Akılcı bir düşünüş gerçeğe erişmek için zaten deney yapardı. Doğru ve yanlışı anlıyabilmek için deney yapmak, bunların sonuçlarını ve verilerini akılcı bir düşünüşle değerlendirmek gerekiyordu. Deney aklın kullandığı bir metoddu.
•
Mutluluk: Aydınlanmacılara göre insanın mutluluğu öbür dünyaya yönelik bir çaba değil, bu dünyadaki yaşamıyla ilgiliydi. Çünkü insan rahat, kendine layık ve mutluluk içerisinde yaşamasını sağlar bir hale getiren yine insanın kendisiydi. İnsanlar varolduklarından itibaren doğaya kendilerini uydurdukları gibi, doğaya eğemen olmaya çalışarak yaşam standartlarını sürekli yükselmişlerdi. Bu insanın daha iyi, daha mutlu, insanca yaşaması demekti.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AYDINLANMA ÇAĞI
56
Aydınlanma düşüncesine yine yaşamla ilgili Eudomanizm (Hazcılık) fikri yer almaktaydı. Buna göre insan iyi yaşamalı ve yaşamdan zevk almalıydı. Çünkü bir optimist görüş insanın kendisine ve diğer insanlara sevgi ve saygısını artıracaktı. Böyle dışa dönük, optimist insanlar aynı zamanda başarılı olanlardı. Eudomanist düşünce, aynı zamanda utilitarist (yararcı) görüşü de beraberinde getirmekteydi. Çünkü kendisi ile barışık olan insan, başkalarıyla da barışık olduğundan kendisini düşündüğü kadar, başkalarını da düşünecek ve onlara yararlı olacaktı. •
Bilim ve Doğa: Aydınlanmacılara bilim ve doğaya çok önem veriyorlardı. Bilim zaten akılcılığın bir ürünüydü. XVII. y.y.'daki hayranlık uyandırıcı bilimsel gelişmeler, XVIII. y.y.'da özümsendi. Bu dönemde de bir önceki yüzyıldaki bilimsel gelişmeleri sürdüren üstün yetenekli bilim adamları vardı. Örneğin Euler, Lagrange ve Laplace matematik, fizik ve astronomi alanlarında bilimsel teorileri temel alarak bunları daha da geliştirdiler. Örneğin Laplace ünlü "Nebilöz Hipotezi" ile gök cisimlerinin gazlardan oluştuğunu ortaya koydu. Lavoisier kimyada devrim yaptı, Cavandish oksijeni keşfetti. Bilim adamları yanında düşünürler, hatta krallar bile doğa bilimleriyle ilgilendiler. Doğadaki yaşam, flora, fauna, doğa dengeleri hem ayrı ayrı hem birlikte bir ilginin alanlarıydı. Nitekim buradaki gelişmeler XIX y.y.'da ünlü bilgin Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" teorisiyle doruk noktasına erişecektir.
4.3. Aydınlanma Felsefesinin Çeşitli Alanlardaki Görüşleri Aydınlanma felsefesinin bu alandaki görüşleri şunlardır:
4.3.1. Devlet Görüşü
?
Mekanist devlet görüşünün nitelikleri nelerdir? Aydınlanma çağının devlet görüşü "Mekanist" devlet görüşüdür. Buna göre devlet kendiliğinden oluşan organik kutsal bir varlık değildir. Bir tür "Contrat" sözleşme ile oluşmuş halkın hizmetinde olan bir kuruluştur. Onlara göre devlet bireylerin ilerlemesi ve refaha kavuşturulmasını amaç edinmiş bir kurumdan ibaretti. Aydınlanmacılar'dan Locke'un devlet anlayışı liberaldi. Locke kişilerin doğal haklarını esas almaktaydı. Rousseau'ya göre ise devlet kendini meydana getiren kişilerin yararlarının dışında davranamazdı. Ona göre devletin görevi kişinin hak ve özgürlüklerini garanti etmekdi. Böylece aydınlanmacılara göre kişilerin ne düşündükleri neye inandıkları devleti ilgilendirmez. Devletin görevi, kişilerin hak özgürlüklerini korumak ve onların esenliğini rahat ve mutlu yaşamalarını sağlamaktı. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
57
4.3.2. Dinsel Görüş Aydınlanmacıların din anlayışı nasıldır?
?
Aydınlanmacılara göre özgür bir devlette din özgürlüğü olmalı, devlet, din işlerine karışmamalıydı. Din, insanın vicdanı ile ilgili bir konuydu, kişiler toplumda dinsel inançlarıyla özgürce yaşayacaklar ve devlet, ülkeye zararı olmadıkça onlara karışmayacak hatta koruyacaktı. Devlet bu konuda yanlı olmayacaktı. Aydınmacıların dinsel görüşü "Doğal din" 'idi. Onlar buna akıl dini de diyorlardı. Bu akla uygun ve aklın benimsediği din demekti. Onlara göre doğal din her türlü dış form ve gelenekten bağımsız olarak insanın doğasında var olan bir dindi. Ancak bunların içerisinde Hristiyanlık ile doğal dini Locke ve Wolff gibi uzlaştırmaya çalışanlar da vardı. Onlara göre Tanrı buyruğu aklın üstündeydi, ama akla uygundu. Aydınlancıların dinsel görüşü daha çok deist (akıldini) idi. Temelde Theist (dindar) ile deist (akıl dini) aynı kökten "theo" Tanrı sözcüğünden kaynaklanmaktaydı. Ancak biri Grekçe "Theos", değeri de Latince "Deus" tan, türetilmişti. Deistlere göre Tanrı sadece insanın var ve yok olmasında vardı. Bunun ikisinin arasında, yani, yaşamda Tanrı tarafından verilmiş akıl yer almaktaydı.
4.3.3. Eğitim Görüşü Aydınlanma Çağı filozoflarının eğitim görüşleri nasıldır? Aydınlanma Çağı'nın nationalist felsefesi eğitim düşüncesine de etki etmişti. Akıl her şeyin doğrusunu yapabilecek bir güce sahip olduğundan eğitim de akla uygun bir biçimde düzenlenmeliydi. Aydınlanmacılara göre insan aklı doğuştan Tabula Rasa idi, insan aklına eğitimle istenilen şekil verilecekti. Aydınlanmacılara göre, insan, aldığı eğitim ne ise oydu. Onlara göre bir insanda eğitim az olursa fikirler de az olurdu. Böylece aydınlanmacılar insanın doğuştan saf ve temiz olduğunu, daha sonraki şekillenmesinin, kişiliğinin eğitimle oluştuğunu söylemekteydiler. İngiliz J. Locke, eğitim konusunda optimist (iyimser) bir görüşe sahipti. Locke'a göre on insandan dokuzunun kötü ya da iyi, yararsız ya da yararlı v.s. oluşu onların aldıkları eğitimin bir sonucuydu. Aydınlanmacılara göre eğitim metodunun temelini gencin sahip olduğu yeteneklerini geliştirici olması oluşturuyordu. Buna göre eğitim doğaya uygun olmalı yani eğitimin görevi, doğa verisi olan yetenekleri doruğa eriştirmek ve doğal gelişimini AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
58
AYDINLANMA ÇAĞI
desteklemekti. Böylece çocuğa verilecek eğitim hem vücutsal ve hem de zihinsel olmalıydı. Örneğin Locke bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal, didaktik (öğretici), pratik beceriler ve seyahatlerden oluşan bir eğitimi birlikte önermekteydi. Aydınlanmacıların eğitim görüşleri ayni zamanda pragmatist (yararcı) idi. Buna göre eğitim yaşamda işe yarar olmaya göre planlanmalıydı. Fransız aydınlanmacılar da İngiliz aydınlanmacılar gibi doğal eğitim istemekteydiler. Onlara göre eğitimde metafizik doğmalara değil biyolojik ve fizyolojik olğulara yer verilmeliydi. Fransız aydınlanmacılardan olan Julien Offrey de Lamethrie göre akılcı eğitime önem vermekteydi. Ona göre eğitimi az olanın fikirler de az olurdu.
Diğer bir Fransız aydınlanmacı Etienne Bunnot de Condillac da akılcı eğitimi ve bunun yararcı olmasını önermekteydi. Claude Adrien Helvetius ise sansualist (duyumcu) eğitimin geliştiricisidir. Ona göre çeşitli insanların zihinleri arasında eşitsizlik tek bir nedenin, eğitimdeki eşitsizliğini eseriydi. Helvetius göre tüm insanlar zihinsel yönden doğuştan eşit yeteneklere sahiptiler. Bu nedenle insan aldığı eğitim ne ise öyle olmuştu. Helvetius ayrıca eğitimi sadece insanın geliştirilmesi yönünden değil, tüm toplumun geliştirilmesi yönünden sınırsız bir güç olarak niteler. Louis Rene de Caradeux de la Chalotais ise laik eğitimin bir temsilcisidir. Ona göre insanların kültürel yönden geri kalmışlığının nedeni zihinlerin manastırlara ait kavramlarla doldurulmuş olmasıydı. Chalotais'ye göre toplumun refahı uygar bir eğitim gerektirmekteydi. O bir ulusal ve demokratik bir sistemi istiyordu. Eğitim metodunda ise doğaya uygunluğu önermekteydi. Bu konuda çocuklara uygulanacak öğretimde esas alınacak ilkeler, bizzat doğaya uydukları biçimdeki ilkeler olmalıydı. Ona göre doğa en iyi öğretmendi. Chalotais tüm ders kitaplarındaki türlü soyutlamaların temizlenmesini istemekteydi. Rousseau'ya göre eğitimin amacı insanları I' homme, citoyen (vatandaş) yapmak değil, I' homme naturel (doğal insan) yapmak olmalıydı. O'na göre çocuk ne hekim ne asker ne de din adamı olmamalıydı. O herşeyden önce insan olmalıydı. Bu görüşe göre insan önce insan olmalı, ondan sonra herhangi bir mesleğin insanı olmalıydı. Rousseau, Emile adlı eserinde eğitimin ilk görevinin, doğanın gelişimine engel olacak herşeyin baskı, metodunun ortadan kaldırmasını istemekteydi. Ona göre emir ve itaat çocuğun lügatında yoktu. Aynı esere göre çocuk belirli bir meslek için değil, insan olmak için eğitilmeliydi. Eğitimde sadece çocuğun aklına hitap edilmemeli, eğitim ve deney yaşantılarla da desteklenmeliydi. Böylece insan her yönüyle, tüm yetenekleriyle bir harmoni içerisinde gelişmiş bir varlık olmalıydı.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
59
Alman aydınlanmacılardan Johann Bernard Basedau'a göre eğitim, aydınlanma felsefesine uygun, akla ve yararcılık ilkelerine göre olmalıydı. Ona göre ülkenin mutluluğu ve güvenliği halkın mutluluğu ile orantılı olmalıydı, bunun en güvenilir amacı ise eğitimdi. Çocuklara bedensel ve zihinsel formasyon sağlayacak bir eğitim verilmeli, okullar kiliseden bağımsız olmalıydı. Okullarda çocuklar herkes için yararlı, yurtsever ve mutlu bir yaşam için eğitilmeliydi. Basedau Plilantropin (insan sevgisi) adlı ilkokul, öğretmen okulu ve eğitim enstitüsünden oluşan bir eğitim kurumu açmıştı. Bu okulun eğitim sistemi doğa, okul ve yaşamın harmonik biçimde birleştirilmesi oluşturuyordu. Gothold Ephraim Lessing ise insanlık eğitim görüşünü benimsiyordu. Ona göre insanlığın eğitimi tek tek fertlerin eğitimi gibi kademelerden oluşmaktaydı. Böylece tek tek birey ile tüm insanlık arasında bir paralellik vardı. Lessing'e göre eğitim, her bir insanda gerçekleşen bir aydınlanmaydı. Her bir insan için eğitim ne ise, bütün insan soyu için de oydu. Merquise de Condorcet'ye göre ise dünya var olduğu sürece insanın mükemmelleşme olanakları içerisinde gerçek bir sonsuz gelişme vardı. Eğitim, insan soyunun bu sürekli gelişmesini daha yüksek ve mükemmelleşmiş biçim erişmesini sağlayacaktı. Condorcet, insanın doğal olarak iyi olduğunu ve onun eğitim ve öğretimle mükemmelleştirilebileceği konusunda optimist bir görüşe sahipti. Ona göre okullar insanlara kendi haklarını gerektiği gibi koruyacak ve gereksinimlerini karşılayacak bir formasyon kazandıracaktı. Condercet'in eğitim görüşünün temelinde özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve laiklik vardı.
5. Avrupa'da Aydınlanma 5.1. İngiliz Aydınlanması İngiliz aydınlanmasının temsilcileri kimlerdir, düşünceleri nelerdir? İngiliz aydınlanmasını, dolayısiyle Avrupa'da aydınlanmayı başlatan ve kurucusu sayılan John Locke'tu. Düşüncenin özgür olmasını ve insan davranışlarının akla uygun olmasını gerektiğini söylüyordu. O'na göre birey özgür olmalı, akıl yaşamın rehberi yapılmalı, kültür tüm alanlarda tam anlamıyla serbest olmalıydı. Lock'un düşünce, eğitim, din vs. üzerine yapıtları vardı. Bunlardan An Essay Concerning Human Understanding (İnsan Anlayışı Üzerine Bir Deneme) adlı yapıtında bireyin özgür ve tüm yaşamın akla uygun olması gerektiğini belirtti. The Reasoblemess of Christianity (Hıristiyanlığın Akla Uygunluğu) yapıtında Hıristiyanlığın akla uygun olduğunu göstermeye çalıştı. Bu çalışma "Doğal din" görüAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AYDINLANMA ÇAĞI
60
şüne yol açtı. Some Thoughts Concerning Education (Eğitim Üzerine Bazı Denemeler) adlı yapıtıyla eğitimde rational - naturel (akılcı - doğal) görüşün temellerini attı. Locke, Descartes'ın insanda ideainnatae (doğuştan idelar) olduğunu söylemesine karşın insanda doğuştan düşüncelerin olmadığını söylüyordu. O'na göre insan aklı bir Tabula Rasa idi. Locke insanda doğuştan varolan bir takım yetilerin varlığını yadsımamakla birlikte idelerin deneyden geldiğine inanmaktaydı. Locke bu deneyi de reflection (iç duyumu) ve sensation (dış duyum) olarak ikiye ayırmakta ve tüm kavramaların, idelerin bu iki kaynaktan geldiğini söylemekteydi. Ancak iç duyumu uyaran dış deneydi. İç deney, dış deneyin sağladığı görüşleri işlerdi. Bu nedenle dış duyum olagelmişti. Lock'un bilgi teorisi felsefesinin merkezi, insan bilgisinin amprizimle (deneyle) kazanıldığını ileri süren bir felsefeydi. Aydınlanma felsefesi bir yandan materializme ve bir yandan da spritualizme (ruhiyatçılık) doğru gelişmişti. Spritualizminin temsilcileri George Berkeley'dir. Locke'nin amprizminden hareket eden Berkeley bu düşünceyi bir ideale dayandırmış, bu da spritualizmi oluşturmuştu. Berkeley, Treatine Concerning the Principles of Human Knowledge (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme) adlı yapıtında inmetaterialist görüşü geliştirerek maddi bir dış dünyayı kabul etmenin yanlış bir soyut düşünce olduğunu söylemekteydi. Ona göre dışarıdaki objeleri ne kadar düşünsek de yine de bunlar hep kendi idelerimizdi. Çünkü tüm idelerin, kavramların temeli duyumdu. Berkeley dış nedenlere tamamen karşı çıkmaz, hatta dış dünyanın objektifliğinin garantisinin Tanrı olduğunu söyler. Ancak Berkeley'e göre varlık algılamaktı. Locke ile başlayan İngiliz aydınlanması David Hume ile doruğa erişti. Hume amprizmin de en büyük temsilcisiydi. Hume, A Treatire on Human Nature (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme), Natural History of Religion (Dinin Doğal Tarihi) vs. gibi yapıtlarında bilincin içindekileri ikiye ayırmaktaydı. Bunlar İmpression (İzlenimler) ile (İdeas) ideallerdi. Hume'a göre izlenimler duyumlar, duygusanmalar, idea ise hayalgücü idi. Tüm ideler izlenimleri temeli üzerinde meydana gelmekteydi.
5.2. Fransız Aydınlanması
?
Fransız aydınlancıları kimlerdir görüşleri nelerdir? Fransız Aydınlanmasının kurucularından biri Julien Offrey de Lamettrie'dir. Lamettrie aynı zamanda materyalizmin de kurucusu sayılır. Lamettrie, Descartes'in mekanist doğa felsefesini benimsemişti. Ancak giderek kendi görüşü olan antropolojik mekanist felsefesini geliştirdi. Ona göre ruhtaki her şey herhangi bir şekilde bedenden gelmişti. Lamettrie L`homme Machine (Makine İnsan) adlı yapıtında mad-
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
di yaşamı ile ruhsal yaşamı bir bütün olarak nitelendiriyordu. O'na göre hiç bir şey öğretilmeyen bir insan yine de duyularıyla bir takım bilgiler kazanırdı. Çünkü insanın düşünce yeteneği onu diğer canlılardan üstün kılmaktaydı. Eğitime de önem veren Lamettrie'ye göre eğitim az olursa fikirler de az olurdu. O'na göre eğitim ve öğretimde duyumlara önem vermeliydi. Fransız Aydınlanmacılarından bir diğeri bilgi teorisini kuran Etienne Bonnet Condillac idi. Condillac, Essai sun L`Origine de la Connoissance Humain (İnsan Bilgisinin Kaynağı Üzerine Deneme) adlı yapıtıyla Locke'un amprizmizmin Fransa'daki temsilcisi olmuştu. Ancak giderek kendi görüşlerini geliştirdi. Condillac'ın bilgi teorisi, her şeyi deneyden türetmek şeklindeydi. Condillac'a göre deneyim kendisi bile edilgendi. Bu nedenle tüm sağlam bilgilerin temelinde deney vardı. Condillac da Locke gibi dış duyumu temel olarak alıp, iç duyumu bunun oluşturduğunu söylemekteydi. Fransa'da Aydınlanmanın başka bir yanını da Ansiklopediciler oluşturmaktaydı. Bundan amaç, aydınlanma düşüncesini geniş halk kitlelerine yaygınlaştırmaktı. Ansiklopediciler'in öncüsü Denis Diderot idi. O'nun öncülüğündeki Encyclopedia ou Dictionnarirre Raissonne des Sciences des Arts et des Metiers (Açıklamalı Bilimler, Sanatlar ve Zamanlar Ansiklopedisi ya da Sözlüğü) adlı ansiklopedi, geniş halk kitlelerini aydınlatmayı ve kültürlemeyi amaçlamıştı. 1751'de yazı hayatına başlayan 35 cilde erişen bu ansiklopedinin yazı kadrosunda Diderot, d'Alembert, Dietrich von Hollach, Voltaire, Jean Jack Rousseau gibi ünlü düşünürler vardı. Bunlar, yaşam ve toplumun sosyal ilişkileri, toplumsal yaşamı, egemenlik, demokrasi, insan hakları, felsefe, bilim, kültür vs. gibi konularda ansiklopedide yazarak halkı aydınlatmaya çalıştılar. Amprizme felsefesine dayanan ansiklopedi açık, aydınlatıcı ve rasyonalist bir şekilde insanları eğitti. Fransız Aydınlanmasının önderlerinden Francoise Marie Voltaire, İngiliz aydınlanma felsefesini, Locke'un görüşlerini Fransa'ya getirmişti. Voltaire, Lettres sur les Anglais (İngiltere Üzerine Mektuplar) adlı yapıtıyla bir doğa felsefesi ortaya koydu. Voltaire, yazar ve filozoftu. Voltaire kendi düşüncelerini Elements de la Philosophie de Newton (Newton Felsefesinin Ögeleri) ve Dictionaire Philosophie (Felsefe Sözlüğü) adlı yapılarıyla belirtti. Voltaire daha çok Locke'nin görüşlerini benimsemişti. Locke'dan daha ileri giderek tüm kavramların dış duyumlardan geldiğini söylemekteydi. Bu nedenle Fransa'da rationalizmin de temsilcisiydi. İnsanın ancak akılla insan olabileceğine, insan olarak var olabileceğine inanıyordu. Nitekim bu düşüncelerini "Düşünüyorum öyleyse varım" diye dile getiriyordu. Devrin Fransız düşünürlerinden d'Alembert, Locke felsefesini sürdürerek ansiklopedinin görüşünü deneysel bilgilere dayandırmaktaydı.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
61
AYDINLANMA ÇAĞI
62
Ansiklopedinin kurucusu ve yöneticisi olan Diderot yüzyılın tüm düşüncelerini büyük bir kavrayışla izleyip benimsemişti. O tüm dağınık düşünceleri bir araya toplayıp burada en güzel biçimde anlatmıştı. Diğer bir düşünür Montesquieu devlet yönetimini dörde ayırıyordu. Bunlar despotizm, monarşi, aristokrasi ve demokrasi idi. Ona göre bu yönetim biçimlerinin bir dayanığı vardı. Bunlardan despotizminki baskı, monarşizminki onur duygusu, aristokrasininki geniş görüşlülük ve demokrasininki ise sosyal erdemlerdi. Ancak o meşrutiyet yönetimine alabildiğince inanıyor ve bunu geliştirmeye çalışıyordu. Fransız aydınlanmacılarından ve ansiklopedistlerinden biri de Jean Jack Rousseau'dur. O Fransız Devrimini duygu yönünden coşturan ve modern dünyanın kültür sorununu felsefi yönden temellendiren biriydi. Ancak o gelişen uygarlığı insanı kompleks bir yaşama yönelteceğine inanıyordu. Rousseau, Discour sur les Sciences et les Arts (Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma) ve Du Contat social (Toplumsal Sözleşme) adlı yapıtlarında erdemin sade ve doğal duygularda olacağını söylemekteydi. Ona göre ilerleyen aydınlanma ile erdemin yerini zeka almış ve bilgiçlik erdemlerden üstün bir değer kazanmıştır. Rousseau'ya göre doğan ve toplumdan uzak bir ortamda yaşayan insan saf ve temizdi onu toplum kirletir. Kötülük ve iyilik toplumdaydı. Bu nedenle mutluluğa sade ve masum insan erişebilirdi. Rousseau eğitimle ilgili görüşlerini de Emile ou sur L'Education (Emil yahut Eğitim Üzerine) adlı yapıtında belirtmişti. Ona göre eğitimin temeli doğal bireyliğin geliştirilmesi şeklinde olmalıydı. Eğitimin amacı l'homme Citoyen (vatandaş insanı) değil l'homme naturel (doğal insan) bilinçlendirmek olmalıydı. Doğal insanı bilinçlendirecek de eğitimdi. Ona göre çocuk doğal gereksinimlerini özgürce karşılayarak gelişmeli ve her şeyden önce insan olmalıydı.
5.3. Alman Aydınlanması
?
Kant kimdir. Aydınlanma felsefesine olan katkıları nelerdir? Alman aydınlanması Fransız ve İngiliz aydınlanmasının etkisiyle gelişti. Alman aydınlanmasında Wilhelm Leibniz- Cristian Wolff'un popülarist felsefesinin etkileri vardı. Bu felsefeye göre rationalist düşünce basitleştirilerek anlatılmakta idi ve temelinde pratik ve yararcı olgulara değer verme vardı. Alman aydınlanmasının bu yararcı görüşü Phil (seven) antrope (insan) Philantrope (insan sever) akımı meydana getirdi. Bu felsefenin temelinde de Hümanizma'da olduğu gibi en değerli olan insan ve her şey insanın yararı için görüşü vardı. Öncüsü J.B.Basedow olan bu akımın temsilcileri Philantropin adlı eğitim-öğretim kurumları kurdular. Ancak Alman aydınlanmasının en ünlü düşünür ve kurucusu Immanuel Kant'dır. Onun da ilk başlarda dayandığı Leibniz - Wolff felsefesi idi. Fakat daha sonra kendi felsefesini geliştirdi. Kant'a göre değer ile akıl arasında bir uygunluk vardı. Tanrı insan ve evreni yaratması sırasında evrene büyük bir değer, insana da akıl vermişti. İşANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
te bunun ikisinin arasında bir uyum vardı. İnsan bu büyük değerde aklını kullanarak yaşayacaktı. Bu görüş aydınlanmanın deist (akılsal din) görüşüdür. Kant görüşlerini yazmış olduğu yapıtlarında dile getirdi. Bunlardan De Mondi Sensilailis Atque İntelligileilis Forma et Principis (Duyu Dünyası ile Düşün Dünyasının Formu ve İlkeleri üzerine) ve Kritik der Reiman Vermuntt (Salt Aklın Kritiği) vs. gibi yapıtlarında duyu dünyası ile düşün dünyasını ayrı olarak niteler. Ona göre duyu dünyasındaki bilgiler a prion (önceden), düşünce dünyasındakiler ise a posterioni (sonradan) edinilmiş olanlardı. Kant da iki türlü değerler düşünmekteydi. Bu da analitik (kavramları tanımlama) ve sentetik (kavramları birleştirme) değerlerdi. Kant'ın aklını kullanma cesaretine sahip ol deyişi aydınlanma felsefesinin öz deyişini oluşturur. Kant'ın görüşleri ve felsefesi XVIII. yy da olduğu gibi XIX yy.'da başlayan Alman idealist felsefesine de temel oldu. Bunun temsilcileri olan Fichte, Shelling, Hegel, Schleinmacher gibi düşünürler bu felsefeyi geliştirdiler. Hepsinin temel aldığı düşünce Kant felsefesiydi. Alman idealistleri bu temelden hareketle sağlam ve dengeli ideal bir sisteme varmak istemekteydiler. Onlara göre insan aklı buna erişebilirdi. Alman idealistlerinin bir özelliği de dinç dinamizmleri özümsemeleri ve yaşam sevinçleriydi.
Özet Çağdaş uygarlığa, birbirini tamamlayan, birbirini geliştiren bilimsel ve sanatsal gelişmelerin üst üste yükselmesiyle erişildi. Antik Çağda akıla ve bilime önem verilerek gelişen özgür düşünceye, Ortaçağda kalıplaşmış dogmatizim ve skolastizim egemen oldu. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans döneminde ise özgür düşünce Ortaçağın karanlığından kurtularak yeniden doğdu. Bir anlamda Antik çağdaki akıl, düşünce ve bilim uygarlık önündeki ortacağ kalıntılarını yıkarak akışını sürdürdü. "Teolojik" insanın yerini "Estetik" insan ideali aldı. Matematik, astronomi, kimya, fizik, coğrafya, felsefe antropoloji gibi bilim alanlarında çok büyük gelişmeler oldu. Dünya merkezli görüş yerine güneş merkezli, görüş benimsendi. Bu dönem bilginleri insana doğayı keşfetme, doğa güçlerine egemen olma olanağı sağlayacak bilimsel yöntemler geliştirdiler. Rönesans'ın bir uzantısı ve tamamlaycısı olan Hümanizm ise temelinde insan değeri ve sevgisi olan bir düşüncedir. Hümanist görüşe göre, en değerli varlık insandır ve her şey onun içindir. Akılcılık, deneycilik, mutluluk, bilim ve doğa temellerine dayanın aydınlanma felsefesinde devlet kavramı kendiliğinden oluşan organik kutsal bir varlıktır. Aynı zamanda halkın hizAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
63
64
AYDINLANMA ÇAĞI
metinde olan bir kuruluştur. Ve devlet bireylerin ilerlemesi ve refaha kavuşturulmasını amaç edinmiştir. Üstelik din ile devlet işleri birbirine karıştırılmamalıdır. Aydınlanmacılar dine "akıl dini" diyorlardı ve bu, akla uygun, aklın benimsediği din demekti. İnsanın doğuştan saf ve temiz olduğuna inanan aydınlanmacılar insanın şekillenmesinin ve kişiliğinin eğitimle oluştuğunu söylemekteydiler. Ancak eğitim doğaya uygun olmalı ve insan yeteneklerini ve doğal gelişimini desteklemeliydi. Aynı zamanda da eğitim yaşamda işe yararlı olmaya göre planlanmalıydı. Kısaca eğitim pragmatisti.
Değerlendirme Soruları 1.
Aşağıdakilerden hangisi Rönesans'ın özelliklerinden biri değildir? A. Akılcılık B. Bilimsellik C. Estetik D. Skolastik E. Antik düşünce
2.
"Hep akar" diyerek yaşamın devinimini belirten filozof kimdir? A. Aristotales B. Platon C. Heraklaites D. Hippodomas E. Anaksimenes
3.
Aydınlanma Çağı kaçıncı yüzyıldadır? A. XIV. yy B. XVI. yy C. XVII. yy D. XVIII. yy E. XIX. yy
4.
"Aklını kullanma cesaretine sahip ol" deyişiyle aydınlanmanın temel görüşünü belirten düşünür kimdir? A. Berkeley B. Kant C. Locke D. Rousseau E. Hume
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AYDINLANMA ÇAĞI
5.
65
Aşağıdakilerden hangisi aydınlanmacıların düşündüğü insan tipidir? A. Dinsel insan B. Vatandaş insan C. Evrensel insan D. Mesleki insan E. Skolastik insan
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Armaoğlu, Fahir, Siyasi Tarih (1789-1960), Ankara, 1975. Aytaç, Kemal, Avrupa Eğitim Tarihi, Ankara, 1980. Çadırcı, Musa, "İngiltere'de Demokrasi Hareketleri ve Aydınlanma Çağı", Avrupa Tarihi, Eskişehir, 1991. Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul, 1985. Yıldırım, Cemal, Bilim Tarihi, İstanbul, 1993.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. D
2. C
3. D
4. B
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
5. C
Fransız İhtilâli
ÜNİTE
4
Yazar Yrd.Doç.Dr. Kemal YAKUT
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Fransız İhtilâli'nin nedenleri hakkında bilgi edinecek, • İhtilâlin başlamasını ve hangi aşamalardan geçtiğini kavrayacak, • İhtilâlin temel ilkelerini ve bu ilkelerin Avrupa'yı nasıl etkilediğini öğrenceksiniz.
İçindekiler • Giriş
69
• Fransız İhtilâli'nin Nedenleri
69
• İhtilâlin Başlaması ve Gelişmesi
75
• Fransız İhtilâli'nin Avrupa'da Etkileri
82
• Özet
82
• Değerlendirme Soruları
83
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
84
Çalışma Önerileri • Kitabınızın, "Aydınlanma Çağı" ünitesinde verilen bilgileri anımsayınız. • Fransız İhtilâli'nin modern dünyanın oluşmasında büyük katkısı olduğunu unutmayınız. • Fransız İhtilâli'nin "Atatürkçü düşünce sisteminin" oluşmasındaki etkilerini tartışınız.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
69
1. Giriş Fransa'nın 18. yüzyılda içine düştüğü toplumsal, siyasal ve ekonomik bunalımlar, Fransız İhtilâli'nin çıkmasında başlıca etkenler olmuştu. Ancak, Fransız İhtilâli'nin gündeme getirdiği özgürlük, eşitlik, kardeşlik, milliyetçilik gibi siyasal kavramlar tüm dünyayı etkiledi. Fransız İhtilâli'nin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra bu ilkeler, ihtilâlciler tarafından savaş yoluyla "özgürlüklerini elde etmek isteyen halklara yardım ve kardeşlik sağlanması" düşüncesiyle tüm Avrupa'ya yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Ancak, Avrupa'daki monarşik yönetimler ve ayrıcalıklı sınıflar, ihtilâlin kendi aleyhlerine olduğunu bildiklerinden, bu ilkelerin kendi ülkelerinde yayılmaması için büyük çaba gösterdiler. Fakat, ihtilâl, yeni bir dünya hedeflediğinden Avrupa'nın siyasal haritasını ve güçler dengesini büyük ölçüde değiştirdi. Özellikle, 19. yüzyılın başlarından itibaren, ihtilâlin ilkeleri Avrupa'da siyasal, toplumsal ve ekonomik olaylara yol açtı.
2. Fransız İhtilâli'nin Nedenleri Fransız İhtilâli'nin çıkmasına yol açan ilk adım; 5 Mayıs 1789'da EtatsGénéraux'nun toplanması oluşturuyor ise de, gerçekte bu ihtilâli doğuran nedenler uzun bir tarihsel sürecin içinde oluştu. Bunları iç ve dış nedenler olmak üzere iki gruba ayırabiliriz.
2.1. İç Nedenler İç nedenleri siyasal, toplumsal ve ekonomik olmak üzere üç kısımda incelemek mümkündür.
2.1.1. Siyasal Nedenler İhtilâlden önce Fransa'nın siyasal yönetimi nasıldı? Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa'da da, mutlak yönetim egemendi. Fransız Kralı'nın iktidarını Tanrıdan aldığı ve yeryüzünde hiç bir güce boyun eğmediği, tam ve mutlak hükümran olduğu inancı vardı. Ancak, mutlak bir monark olan kral, daha etkin bir yönetim için büyük toprak sahiplerine, rahiplere ve soylular sınıfına dayanmıştı. Bu monarşik sistem içinde Fransız halkından ise, krala ve hükümetine itaat edilmesi istenmişti. 18. yüzyıla gelindiğinde devlet kurumlarının büyük çoğunluğu kralın elinde toplanmıştı. Nitekim, 14. Louis, bunun bir sonucu olarak "devlet benim" ifadesini kulAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
FRANSIZ İHTİLÂLİ
70
lanmıştı. 15. Louis ise, 13 Mart 1766'da yaptığı bir konuşmada, "yüce iktidar yalnız bendedir. Yasama gücü kayıtsız şartsız yalnız bendedir. Toplum düzeni tamamıyla benden doğar, milletin hak ve menfaatleri tabiî ki bende toplanmıştır ve yalnız benim elimdedir" demişti. Fransız Monarşisi, 18. yüzyılın başlarından itibaren idârî ve malî olarak iflasın eşiğine gelmişti.
?
İhtilâlin siyasal nedenleri nelerdir? 16. Louis döneminde devletin çözülmesi iyice belirginleşmişti. Özellikle, Amerika Savaşı, Fransa'yı ağır bir borç yükü altına sokmuştu. Bununla birlikte, kral, harcamalarında hiçbir kısıtlamaya gitmemiş ve Versailles Sarayı'nda lüks bir hayat yaşamaya devam etmişti. Aristokratlar da, sahip oldukları ayrıcalıkları korumakla birlikte, devletin tüm resmi makamlarına görevli olarak atanmışlardı. 1780'lere gelindiğinde, orduda bir subaylık satın almak için bile dört soylu aileye akraba olmak zorunluluğu vardı. Bu gelişmeler, 18. yüzyılın sonlarına doğru siyasi yönetim ile halkın arasındaki ilişkileri kopma noktasına getirmişti. Bunların yanısıra, ekonomik ve toplumsal hayatta önemli bir güç haline gelmiş olan burjuva sınıfı da, halkın bu hoşnutsuzluğunu kullanarak siyasal iktidara ortak olmak istemişti.
2.1.2. Düşünce Alanındaki Gelişmeler
?
Aydınlanma felsefesi hangi siyasal düşünceleri ileri sürmüştür? 18. yüzyıl "aydınlanma felsefesi" Fransa'da önemli gelişme göstermişti. Bütün insanlığı mutluluğa kavuşturacak yönetim şeklinin, insan aklı tarafından bulunabileceği inancı vardı. Siyasi yönetimlerin kaynağı "tanrısal" olmaktan çıkartılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte, akla doğaya, insanın mutluluğuna aykırı tüm peşin yargıların, boş inançların ortadan kaldırılması düşünülüyordu. Aydınlanma felsefesi, Avrupa'da en fazla Fransa'da yayılma olanağı bulmuştur. Bu düşünce sistemi, Fransa'nın mevcut düzenini (Ancien Régıme) hedef almış ve bu düzenin değiştirilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Nitekim, ihtilâl, Fransa'da çıkmış ve siyasal iktidarın değiştirilmesi yoluna gidilmiştir. Aydınlanma felsefesinin en önemli temsilcileri (Montesquie, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau, Diderot) Fransa'dan çıkmıştır.
Montesquei (1689-1755)
?
Montesquei nasıl bir siyasal düzen istemiştir? Aristokrat kökenli bir düşünür olmasına karşın, krallık istibdatına karşı olmuştur. 1721 yılında kaleme aldığı "İran Mektupları" adlı eserinde Fransa'nın toplumsal kuANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
71
rumlarını hicvetmiş, kiliseyi, 14. Louis mutlakçılığını, aristokrat sınıfın bozulmasını eleştirmiştir. Bununla birlikte, 1734-1748 tarihleri arasında yazdığı "Kanunların Ruhu" kitabında ise, toplumsal kurumların, anayasaların, yasaların oluşmasında çevre ve gelenekleri başlıca etkenler olarak saymıştır. Montesquie, aristokratik ayrıcalıkların parlamento yolu ile krala karşı korunup sürdürüldüğü İngiliz siyasal düzenini örnek almış ve Fransa'da da buna benzer bir "anayasalı monarşi" kurulmasını önermiştir. Devlet iktidarını meydana getiren yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin de birbirinden ayrılması gerektiğini ifade ederek, ihtilâli hazırlayan fikri gelişmeye önemli katkıda bulunmuştur.
Voltaire (1694-1778) Voltaire, hangi görüşleri ileri sürmüştür?
?
Feodal sisteme, özellikle kiliseye karşı çıkmıştır. Voltaire, temsile ve parlamentonun üstünlüğüne inanmamış, aydın despotluğundan yana olmuştur. Aydın bir kralın halkın isteklerini sezerek gerekli reformları yapmasını istemiştir. Keyfi tutuklamalara son verilmesini, işkence ve ölüm cezasının kaldırılmasını, cezaların suçlarla orantılı olmasını, iç gümrüklerin kaldırılmasını, bazı feodal haklara son verilmesini, vicdan ve düşünce özgürlüğü gibi somut amaçların mücadelesini vermiştir. Krallığın tanrısal haklara dayanmadığını göstermeye çalışarak, insan aklını yüceleştirmiştir.
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) J.J. Rousseau nasıl bir siyasal düzen istemiştir?
?
Yoksul bir saatçi baba ve dans öğreticisi annenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bu nedenle, geliştirdiği siyasal düşünceler, yoksul halk kesimlerini hedef almıştır. 1746'da yayınladığı "Toplumsal Sözleşme" adlı eserinde devlet ve toplumsal yaşama ilişkin görüşlerini belirtmiştir. O, insanların, devleti kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeyle ve kendi iradeleriyle kurduklarını ileri sürerek, egemenlik anlayışına yenilik getirmiştir. Böylece kralın tanrısal egemenliğini yıkmış, yerine halkın egemenliği görüşünü getirmiştir. Rousseau, tüm insanların eşit ve özgür doğduğunu öne sürerek, eşitliğin ve özgürlüğün toplumsal yaşamda da sürmesi gerektiğini belirtmiştir.
Diderot (1713-1784) Diderot'un çıkardığı Ansiklopedi'de hangi görüşlere daha fazla yer verilmiştir? Dönemin Fransız aydınlarınının makaleler yazdığı bir ansiklopedi çıkarmış, bununla siyasi, sosyal konularda ve düşünce alanında halkı aydınlatmaya çalışmıştır. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
FRANSIZ İHTİLÂLİ
72
Diderot'un düşünceleri ile Ansiklopedi'ye hakim olan düşünceler birbirini tamamlamaktadır. Gerek Diderot'ta gerekse Ansiklopedi'de materyalist felsefe egemendir. 18. yüzyılda ekonomi alanında yaygın olan faydacılık teorisi Ansiklopedide yer almıştır. Bu konuda şu görüşler ileri sürülmüştür: "Siyaset, ekonomiye bağımlı olmalıdır. Politikaya ekonomik amaçlar yön vermelidir. Temel özgürlük, ekonomik özgürlüktür. Devletin görevi, yurttaşlara ekonomik özgürlükleri sağlamaktır". Ansiklopedi'nin siyasi alandaki tek kaygısı, dengeli ve sağlam bir yönetimin kurulması, ekonomik ve kültürel alanlardaki girişimlerin güçlendirilmesidir. Genel tutumuyla ne ihtilâlden ne de demokrasiden yanadır. Tarihten kopuk, sosyal gelişmelere kapalı bir devlet anlayışına sahiptir. Ancak, Ansiklopedi, kapitalizmin gelişme halinde olduğu bir ortamda, geçmişle bağların kopuşunu dile getirerek ihtilâlin hazırlanmasında büyük etken olmuştur.
2.1.3. Toplumsal Yapı
?
İhtilâlden önce Fransa'da kaç toplumsal sınıf vardı? İhtilâlden önce Fransız toplumu, hukuk açısından üç temel sınıfa ayrılmıştı. Bunlar, asiller, rahipler ve üçüncü sınıf (Tiers Etat) olarak adlandırılmıştı.
?
İhtilâlden önce asillerin durumu nasıldı? Asiller, devletin bütün yüksek memuriyetlerini ve ordudaki komuta kademelerini ellerine geçirmişlerdi. Vergiden bağışık olan bu sınıfın ana gelir kaynağı, feodal hukuka göre köylülerin ödedikleri vergilerdi. Geniş arazileri ve malikâneleri vardı. Ancak, asiller de kendi aralarında kılıç asilleri (la noblesse d´epe´e) ve cüppe asilleri (la noblesse de robe) diye bölünmüşlerdi. Kılıç asilleri eski feodal beylerin çocuklarıydı. Cüppe asilleri ise, daha çok kral tarafından asilleştirilmiş ya da çeşitli yollarla bu ünvanı kazanmış kimselerdi. 1789 öncesi Fransa'da yaşayan asillerin sayısı 350 bin kadardı ve nufüsün %1,5'unu oluşturmuşlardı. Asillerin 4 bin kadarı Versailles Sarayı'nda kralın yanında yaşıyordu. Lüks içinde yaşayan bu asiller, İngiltere'dekinin tersine, iktisadi faaliyetlerde bulunmaları yasaktı. Bu nedenle sürekli borçlanmışlardır. Fransa'daki toprakların 1/5'ni elinde bulunduran asiller, hergeçen gün kötüleşen durumlarını düzeltmek için, köylüleri sıkıştırmaya başlamışlardı. Bu tavır da, halkın büyük çoğunluğunun asillere karşı nefret duymalarına yol açmıştır.
?
Rahiplerin ekonomik gücü nasıldı? Rahipler, ülkede başta gelen imtiyazlı sınıfı oluşturuyordu. Bu sınıf, kendi içinde sıkı bir biçimde örgütlenmişti. Temsilcilerinin toplanarak kararlar aldığı meclislere sahiptiler. Bu meclis, beş yılda bir toplanarak krala yapılacak yardımı, kendilerini ilgilendiren çeşitli konuları, dini inançların savunulması için ne gibi önlemler alınmaANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
73
sı gerektiğini görüşürlerdi. Rahipler, ancak özel mahkemelerde yargılanabiliyorlardı. Kilise, büyük bir servete sahipti. Şehirlerdeki değerli birçok gayri menkulün yanında Fransa'nın topraklarının %6'ya yakın bir kısmı kilisenin malıydı. Kilise, ayrıca tarım ürünleri üzerinden, aşara benzer bir vergi toplama hakkına sahipti. 1789 ihtilâli öncesinde sayılarının 120 bin kadar olduğu tahmin edilen rahipler, üç gruba ayrılmışlardı. Bunlar, soylu rahipler, tarikatçılar ve aşağı rahiplerdi. Soylu rahipler, daha çok aristokrat sınıftan gelme kişilerdi. Bunların sayısı 5-6 bin dolayında olmasına rağmen, kilisenin elde ettiği gelirin büyük çoğunluğunu kontrol ederlerdi. Tarikatçı rahiplerin sayısı ise, 65 bin kadardı. Ancak, bunlar büyük bir ekonomik çöküntü içindeydi. Halkla iç içe yaşayan ve sayıları 50 bin kadar olan aşağı rahipler de, sıradan halk gibi toplumsal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalmışlardı. Üçüncü sınıfın yapısı nasıldı? Tiers-Etat (üçüncü sınıf) ise, asiller ve ruhban sınıfının dışında kalan, bütün ayrıcalıksız unsurlardan oluşmaktaydı. Bu anlamda, karmaşık bir yapıya sahipti. Bu sınıfı, öteki iki sınıftan ayıran temel olgu, hukuksal ve siyasal ayrıcalıklardan yoksun olmalarıydı. Fransız İhtilâlini önemli ölçüde etkileyen düşünür ve siyaset adamı, rahip Emmanuel Sieyés'in "Üçüncü Sınıf Nedir?" adlı broşüründe, bu sınıfı tanımlamak üzere sorduğu sorular ve verdiği yanıtlar şöyledir: • • •
?
Üçüncü sınıf nedir? Her şey. Yürürlükteki siyasal düzende üçüncü sınıfın yeri nedir? Hiç. Üçüncü sınıfın amacı nedir? Siyasal düzende bir yeri olmak.
Fransız köylüsünün karşı karşıya kaldığı sosyal ve ekonomik sorunlar nelerdir? Sieyés'e göre üçüncü sınıf, yani halk, her şeydir. O, ulustur ve devleti yönetmek hakkı ona aittir. Egemenliğin ulusa ait olması gerekir. Karmaşık bir yapısı olan TiersEtat (Üçüncü sınıf), ihtilâl öncesi giderek netleşmiş ve iki ana grup şeklinde biçimlenmiştir. Bunlar, köylüler ve burjuvazi idi. Köylüler, halkın çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Sayıları 23 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Asillere karşı davacı olmaları, onların cezalandırılmalarını sağlamaları olanaksızdı. 18. yüzyılda feodalitenin toprak düzeni çözülmeye başlamasına rağmen, köylüler, hâlâ feodal yükümlülükler altındaydı. Köylünün hem krala, hem ruhban sınıfına, hem de senyörlere karşı feodal yükümlülükleri vardı. Ürünün bir bölümünü mal ya da para olarak (genellikle dörtte birini) bunlara vermek zorundaydılar. Ayrıca, ürünlerini senyöre ait köprüden geçirmek, değirmeninde öğütebilmek ve fırınında pişirebilmek için vergi adı altında belli ücretler ödemek zorundaydılar. Köylüler için en ağır vergiler, tuzdan ve şaraptan alınanlardı. Bunların dışında, köylülere yüklenmiş daha birçok feodal yükümlülük ve angaryalar vardı. Köylüler bu açıdan, ihtilâl öncesi, Fransa'da en ezilen sınıftı. Karşı karşıya bulundukları ağır yaşama koşulları, köylülerin siyasal bilince ulaşmalarını ve daha iyi bir düzen için mücadele etmelerine neden olmuştur. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
FRANSIZ İHTİLÂLİ
74
?
Burjuvazinin temel isteği nedir? Burjuvalar da, Tiers-Etatin (üçüncü sınıf) içinde ağır basan, iktisaden üstün bir sınftı. Asiller ve ruhban sınıfından farkı, siyasal ve hukuksal ayrıcalıklardan yoksun oluşlarıydı. Vergiden muaf değillerdi, her devlet memuriyetine giremezlerdi. 15. ve 16. yüzyıllardan sonra gittikçe güçlenen burjuvazinin temel geçim kaynağı, ticaret ve zenaattı. Aralarında pek çok aydının da bulunduğu burjuvazi, 18. yüzyılda toprak düzeni ve kentlerdeki lonca sistemiyle çatışmaya başlamıştır. Bununla birlikte, siyasal iktidarı ele geçirme çabası içine de girmişlerdir. Bu anlayışı Fransız İhtilâli'nin çıkmasında belirleyici temel nokta olmuştur.
2.1.4. Ekonomik Nedenler
?
İhtilâlden önce halkın karşı karşıya kaldığı ekonomik sıkıntılar nelerdir? 18. yüzyıl boyunca süren uzun savaşlar ve aşırı tüketim, mali ve ekonomik yapıyı tümüyle çökertmişti. Bununla birlikte, sanayi alanında meydana gelen gelişmeler de, ekonomik dengesizliği arttırmış ve yeni toplumsal sorunlar ortaya çıkarmıştı. Köylerden kentte göç başlamıştı. Kentlerin kenar mahallelerinde açlık ve salgın hastalıklarla karşı karşıya gelen yeni kitleler oluşmuştu. Ayrıca, 1740 yılından sonra nüfusun hızla artması, tarımsal ürünlere olan talebi arttırmış ve fiyatların yükselmesine yol açmıştı. Bu ekonomik yapı içerisinde toprak zenginliğine dayanan ayrıcalıklı zümrelerin durumu gitgide fenalaşırken, ticaret ve sanayi ile uğraşan burjuvaların ülke ekonomisindeki etkileri de artmıştır.
2.2. Dış Etkenler
2.2.1. Aydınlanma Çağı ve Fransa'ya Etkileri
?
Rönesans ve Reform hangi yenilikleri getirmiştir? Avrupa'da Yeniçağ'da ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleri, düşünce alanında önemli değişiklikler yaratmıştı. Rönesans, insan düşüncesini skolastik kalıpların dar çerçevesinden kurtarmakla kalmamış, serbestçe gelişmesine de olanak sağlamıştı. Bu nedenle, Rönesansı, insan düşüncesine özgürlüğün egemen olması biçiminde tanımlayabiliriz. Reform ise, insan düşüncesine din alanında belli oranda özgürlük getirmişti. Ancak, bu gelişmeler, insanın toplum içerisindeki yerini belirleyememiş, bu alandaki özgürlüğü genişletememiştir.
?
Aydınlanma Çağı'nda en çok hangi konular ele alınmıştır? 18. yüzyılda "akıl"ın önem kazanması, insanın "birey" olmasında etkili olmuştur. Nitekim, bu yüzyılda en çok işlenen konular; akıl, erdem, mutluluk, faydacılık, biANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
75
lim ve doğa şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Hatta, bütün insanlığın ilerlemesini, mutluluğa kavuşmasını, karşılaştığı sorunların çözülmesini sağlayacak olanın "evrensel akıl" olduğu inancı dalga dalga yayılmıştır. Aydınlama felsefesi düşünürlerince ulusların siyasi ve medeni kanunlarının insan aklı tarafından oluşturulması benimsenmiştir. Bu düşünce, tüm Avrupa'yı etkisi altına aldığı gibi Fransa'yı da derinden etkilemiştir. Nitekim, 18. yüzyılın Fransız düşünürleri, akıl ilkesini temel alarak eşitsizliğe dayalı siyasal, sosyal ve ekonomik kurumları eleştirmişlerdir. Mutlakiyetçi düzenin yıkılması için düşünceler üretmişlerdir.
2.2.2. Amerika Birleşik Devletleri'nin Bağımsızlığına Kavuşması Amerikan Bağımsızlık Savaşı, Fransa'daki mutlak monarşinin yıkılmasını hangi yönlerden etkilemiştir? 1774 yılında Amerika'nın on üç kolonisinin İngilizlere karşı savaşa başlaması, Fransızlar tarafından olumlu karşılanmıştır. Hatta, bu mücadele, kişi hak ve özgürlükleri açısından değerlendirilmiştir. Bu bakımdan, Amerika'nın 1776'da "Bağımsızlık Bildirisi" yayınlaması ve 1783'de bağımsızlığını ilan etmesi, Fransa'da hoş karşılanmıştır. Amerikan Bağımsızlık Savaşına bazı Fransızların da katılmış olması ve bağımsızlık bildirisinde ön görülen ilkeleri Fransa'ya taşımaları, toplumun siyasal bilincini arttırmıştır. Nitekim, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi'nde yer alan; insanların doğuştan birtakım haklara sahip bulunduğu, bu hakların, temel olarak yaşama, özgürlük ve mutluluğa ulaşma hakkı olduğu, siyasal iktidarların ana amacının insanlara bu hakları sağlamak olduğu gibi düşünceler, Fransa'da mutlakiyetçi düzenin yıkılmasında etkili olmuştur. Öte yandan, Fransa'nın Amerika'nın bağımsızlık mücadelesinde İngiltere'ye karşı savaşa girmesi, bu ülkenin mali durumunun daha da bozulmasına yol açmıştır. Bu gelişme de, Fransa'daki siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantıyı hızlandırmıştır.
3. İhtilâlin Başlaması ve Gelişmesi 3.1. Etats Généraux'nun Toplantıya Çağrılması Etats Généraux ilk kez nasıl toplantıya çağrılmıştır? Fransa Kralı 1. Philippe, 10 Nisan 1302'de toplanacak vergilerle ilgili bazı kararlar almak üzere asillerden, ruhban sınıfının ileri gelenlerinden ve imtiyazlı kent temsilcilerinden oluşan bir grubu, Paris'te Notre-Dame Kilisesi'nde toplantıya çağırmıştı. Kralın bu girişimi Fransa tarihinde önemli bir yere sahip olan Etats Généraux'un temellerini atmıştır. Zamanla temsili bir meclis niteliğini kazanan Etats Générauxlar'ın hukuksal yetkileri sınırlıydı. İktidarın mutlak biçimde kralın elinde olması nedeniyle bu meclisler daha çok bir danışma kurulu niteliğindeydi. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
FRANSIZ İHTİLÂLİ
76
?
İhtilâlden önce Etats Généraux hangi gerekçeyle toplantıya çağırılmıştır? 18. yüzyılın sonlarına doğru Fransa'nın içinde bulunduğu iktisadi ve toplumsal koşullar, ülkenin büyük bir mali bunalımla karşılaşmasına yol açmıştır. Bir yandan halk yoksulluk çekerken, öte yandan kral da, bütçe açığını kapatabilmek için yeni vergiler koymayı planlamıştır. Kral, mali bunalıma bir çözüm bulabilmek amacıyla 1614 yılından beri toplanmayan Etats Généraux'u toplantıya çağırmıştır. Mecliste; asillerden, ruhban sınıfından ve burjuvalardan temsilciler vardı. Her sınıfın birer oyu vardı. Ancak, 18. yüzyılın sonlarında Tiers-Etatı oluşturan burjuva ve köylüler, iktisadi ve toplumsal güçlerine ve ödedikleri vergiye uygun olarak Meclis'e öteki iki ayrıcalıklı sınıfın iki katı temsilci göndermek istemişlerdir. Kral, bu istekleri kabul etmek zorunda kalmıştır. Böylece, Etats Généraux'u oluşturan 1200 üyenin 600'u halk tarafından seçilecekti. Halkın isteklerini Etats-Généraux'a bildirmek ve seçimleri yönlendirmek üzere Paris'te Otuzlar Kurulu oluşturulmuştu. Bu kurul; asillere hukuk eşitliğinin kabul ettirilmesi, krala bir anayasa ilan ettirilmesi, özgürlüklerin güvence altına alınması, bürokrasinin hafifletilmesi, vergi koyma ve kanun yapma yetkisinin millet temsilcilerine verilmesi gibi istekleri öne sürmüştür.
?
Etats Généraux 'ta ortaya çıkan sorunun kaynağı nedir? Etats Généraux'un üyelerinin saptanması için 1789 yılının ilk aylarında seçim yapılmıştır. Toplumsal sınıflar kendi durumlarını iyileştirmek üzere çok şey bekledikleri Etats Généraux, 16. Louis'in çağrısı üzerine 5 Mayıs 1789'da Versailles sarayında toplanmıştır. Meclis'te 300 ruhban sınıfı temsilcisi, 300 asil ve 600 Tiers-Etat temsilcisi vardı. Kral açılış konuşmasında Meclis'in, yalnızca ülkenin mali yapısını düzeltmesini talep etmesi, üyeler arasında huzursuzluk yaratmıştır. Ayrıca, Meclis'teki ruhban ve asillerin eski yönteme göre oy kullanılmasında ısrar etmeleri, Tiers-Etat temsilcilerinin itirazlarına neden olmuştur. Zira, Tiers-Etat temsilcileri, Etats Généraux'da sınıfların ayrı ayrı toplanmalarına şiddetle karşı çıkmışlardır. 10 Haziran 1789'da Tiers-Etat temsilcileri, asiller ve ruhban sınıfının üyelerine, aynı salonda toplanıp çalışmaya başlanmayı önermiştir. Asiller, bu öneriyi kabul etmediler, ruhban sınıfının üyeleri ise çekimser kalmayı tercih etmişlerdir. Ancak, bir süre sonra ruhban sınıfının bazı temsilcileri Tiers-Etat'ın saflarına katılmışlardır. Emmanuel Sieyes, 15 Haziran 1789'da Tiers-Etat temsilcilerine vakit kaybetmeden bir anayasa hazırlamalarını önermiştir. Sieyésé'e göre ülke nüfusunun %96'sını temsil eden bu Meclis, halkın kendisinden beklediği bu görevi en kısa zamanda yerine getirmeliydi. Hatta, Sieyés, Meclis'in adının da değiştirilmesini önermiştir. Yapılan görüşmelerden sonra, Tiers-Etat, 17 Haziran 1789'da Etat Généraux'un adını "Ulusal Meclis" olarak değiştirdi. Yeni Meclis'in ilk kararı vergilerin halk tarafından onaylanma zorunluluğunu ilan etmek olmuştur.Tiers-Etat temsilcileri, asiller ve ruhban sınıflarının temsilcilerini de yeni meclise katılmaya davet etmişlerdir. Tiers-Etat'ın kararlı tutumu karşısında ruhban sınıfının temsilcileri 19 Haziran 1789'da 137'ye karşı 149 oyla, onlara katılma kararı almışlardır. Ancak, asiller daveti kabul etmemişlerdir. Bu gelişmeler karşısında Kral 16. Louis, yeni Meclisin toplanmasına engel olmak ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
77
için, Versailles sarayındaki toplantı salonunu kapatmıştır. Kralın bu tavrı Ulusal Meclis üyelerinin birbirlerine daha fazla bağlanmalarına yol açmıştır. 20 Haziran 1789'da "Jeu de Paume" salonunda toplanarak and içmişlerdir. Meclis üyeleri, andlarında "hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmamaya, anayasayı tamamlayıncaya kadar nerede olursa olsun, koşulların elverdiği her yerde toplanmaya" karar vermişlerdir. Bir anayasanın hazırlanması isteğinde bulunulması ve yüzyıllardan beri sürmekte olan mutlak monarşinin değiştirilmek istenmesi, Ulusal Meclisi ihtilâlci bir niteliğe büründürmüştü.
3.2. Kurucu Meclis (Assemblee Constituante) Dönemi Kral, Ulusal Meclis'in olayları yönlendirir hale gelmesi üzerine 27 Haziran 1789'da diğer sınıflara da yeni meclise katılmalarını emretmiştir. Kralın bu politik manevrası bir sonuç vermemiştir. Ulusal Meclis, anayasa yapmak üzere otuz üyeden oluşan bir anayasa komisyonu oluşturmuştur. Komisyonun temel işlevi, bir hukuk beyannamesi hazırlamak ve kralın yetkilerini açıklığa kavuşturmak olarak saptanmıştı. Ulusal Meclis'in adı neye çevirilmiştir?
?
Anayasa Komisyonunun çalışmalarının devam ettiği bir sırada kralın askeri güçleri, meclisi kuşatarak anayasa yapma çabalarını sona erdirmek istemişlerdir. Ancak, Ulusal Meclis, kralın bu girişimine boyun eğmeyerek ihtilâlci tavrını sürdürmüş ve 9 Temmuz 1789'da adını "Kurucu Meclis"e çevirmiştir. Kurucu Meclis, öncelikli olarak kendisini halkın temsilcisi ilan etmiş ve yasama yetkisini elinde toplamıştır. Bu arada, iktisadi bunalım içinde bulunan halk, meclisin dağıtılacağı söylentileri üzerine ayaklanmış ve 13 Temmuz 1789'da Paris Belediyesi'ni ele geçirerek Commune (Komün) adlı bir şehir yönetimi kurmuştur. 14 Temmuz 1789'da da hapishane olarak kullanılan Bastille Kalesine saldırmış ve ele geçirmiştir. Bastille kalesinin düşmesi mutlak monarşinin yıkılması olarak değerlendirilmiştir. İhtilâlciler, kralın yabancı uyruklu koruma askerlerine karşı ulusal ordu kurarak, komutanlığına Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na katılmış olan La Fayette'yi getirmişlerdir. Bununla birlikte, Fransa'nın birçok kentinde Commune (Komün) adlı şehir yönetimleri kurularak ihtilâl yaygınlaştırılmıştır. Kurucu Meclis'in çalışmaları nelerdir? Kurucu Meclis, son gelişmeler sonucu 4 Ağustos 1789'da feodalite döneminden kalma bazı önemli ayrıcalıkları ortadan kaldırma kararı almıştır. Alınan bu kararlar içerisinde; derebeyliğin kaldırılması, mali imtiyazların ve angaryanın kaldırılması, herkesten eşit vergi alınması, sivil ve askeri görevlere girişte imtiyazların kaldırılAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
78
FRANSIZ İHTİLÂLİ
ması gibi önemli noktalar vardı. Böylece, feodal düzen kaldırılarak siyasi, sosyal ve ekonomik eşitliğin sağlanması konusunda önemli bir adım atılmıştır. Kurucu Meclis'in ikinci önemli çalışması ise, 28 Ağustos 1789'da "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'ni yayımlamış olmasıdır.
3.3. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi Türk düşünce tarihini nasıl etkilemiştir? Tartışınız. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, Amerikan Haklar Bildirisinden sonra, çağımıza ve çağımızın insanına ışık tutan temel belgelerden biridir. Giriş ve 17 maddeden oluşan bildiri; sosyal ve siyasi hayatın tüm kötülüklerinin tek nedenini, insanın doğuştan sahip olduğu ve her zaman için var olan haklarının unutulmasına, bu haklara gereken saygının gösterilmemesine bağlamaktadır. Bildiriye göre; insanlar, hukuk bakımından, hür ve eşit doğarlar, hür ve eşit yaşarlar. Her insan, başkalarının özgürlüğüne saygı göstermek şartı ile istediğini yapabilme serbestliğine sahiptir. Düşüncelerini ve kanaatlerini başkalarına serbestçe açıklama, insanın en değerli haklarından biridir. Bu nedenle, her insan, serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayınlayabilir. Kamu hizmet ve görevlerinin herkese açık olması, kimseye ayrıcalıklı işlem yapılmaması esastır. Bildiride, bireysel özgürlükler ve bu özgürlüklerin kullanılması açıklandıktan sonra, devlet ve yurttaş ilişkisi de açıklığa kavuşturulmuştur. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, kuvvetler ayrılığı ilkesini benimseyerek, devletin bireyler üzerindeki etkisini azaltmış, yasama, yürütme ve yargı organları arasında denge kurmaya çalışmıştır. Buna göre, hükümet ya da devletin temel amacı, insanın doğal ve zaman aşımına uğramıyan haklarını korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir. İnsan ve Yurtaş Hakları Bildirisi, insanoğlunun eşitlik ve özgürlük mücadelesine yeni boyutlar kazandırmıştır. Bu nedenle, daha sonra yayınlanmış olan özgürlük bildirgelerini ve insan hakları belgelerini derinden etkilemiştir.
3.4. Yasama Meclisi Dönemi (1 Ekim 1791-22 Eylül 1791) Kurucu Meclis, "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi"ni ilan ettikten sonra anayasayı yapma hazırlıklarına girişmişti. Kurucu Meclis, iki yıl süren bir çalışmadan sonra anayasayı hazırlamıştı. Bu anayasa, 14 Eylül 1791 tarihinde Kral 16. Louis tarafından onaylanarak yürürlüğe sokulmuştu. Anayasa, egemenlik hakkının ulusa ait olduğunu belirtmiş, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrı olduğunu açıklamıştı. Buna göre, kral, yürütme gücünün başında yer alıyordu. Ancak, yetkileANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
79
ri anayasa ile sınırlandırılmıştı. Yasama gücü meclise, yargı gücü de halk tarafından seçilen yargıçlara verilmişti. Anayasanın kabul edilmesi, Fransa'da mutlak monarşinin sona ermesini, meşruti monarşinin kurulmasını sağlamıştı. Kurucu Meclis de, anayasayı yaptıktan sonra kendini feshetmişti. Yasama Meclisi'nin yapısı nasıldı?
?
Böylece, Yasama Meclisi için seçimler yapılmış ve 745 üye meclise girmeye hak kazanmıştı. Yasama Meclisi, 1 Ekim 1791 toplanarak çalışmalarına başlamıştı. Bu yeni dönemde kral, veto hakkına sahipti. Ayrıca, Meclis'teki kral taraftarları da sayısal olarak daha fazla idi. Meclis'te çok az Cumhuriyet yanlısı vardı. Bu nedenle, Meclis, tutucular ve ilericiler olmak üzere iki kanada ayrılmıştı. Yeni rejimin karşıtları ülke dışında ne tür çalışmalarda bulunmuşlardır?
?
Yasama Meclisi döneminde iç karışıklıkların yanında, yeni rejimi yıkmak isteyen dış güçlerle de mücadele edilmiştir. Zira, kral ve kraliçe, kendilerini kısıtlayan anayasadan kurtulmak ve mutlak monarşiyi yeniden kurmak için yabancı krallardan gelecek yardımları beklemişlerdi. Fransa'dan kaçan, asiller ve rahipler de, eski düzene dönülmesi için Avusturya ve Prusya'yı kıştırtmışlardı. Yasama Meclisi, kışkırtıcı asiller ve rahiplerin belirli bir süre içinde Fransa'ya dönmemeleri halinde mal ve mülklerine el konulacağı kararını almıştır. Ancak, kral, veto hakkını kullanarak bu kararı onaylamamıştır. Bunun üzerine Cumhuriyet yanlıları, kralın oturduğu sarayı basarak 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette'iyi tahttan indirmiş ve Luxemburg şatosunda göz hapsine almışlardır. Yürütme yetkisini de, altı bakandan oluşan geçici yürütme komitesine devretmişlerdir. Danton, bu komitenin en önemli kişilerinden biri olmuştur. İç ve dış olayların yoğun olduğu bir dönemde, Yasama Meclisi 20 Eylül 1792'de yerini Konvansiyon Meclisi'ne bırakmıştı.
3.5. Konvansiyon Meclisi (20 Eylül 1792-26 Ekim 1795) Konvansiyon Meclisi'nin ilk çalışması ne olmuştur? Konvansiyon Meclisi, genel oy ve iki dereceli bir seçim sonucu meydana gelmişti. 20 Eylül 1792'de ilk toplantısını yapan Meclis, 749 milletvekilinden oluşmuştu. Bu meclis ilk olarak, 21 Eylül 1792 tarihli oturumunda krallığı kaldırmış ve Cumhuriyeti ilan etmiştir. Konvansiyon Meclisi'nin bu kararı, Fransa'da 1. Cumhuriyet olarak adlandırılmıştır. Kral, 1792 yılının kasım ayında Cumhuriyet yönetimine karşı ihtilâl hazırlıkları içinde olmakla suçlandı ve ölüme mahkum edilmiştir. Meclis'te önemli tartışmalar AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
FRANSIZ İHTİLÂLİ
80
yaratan idam cezası, 21 Ocak 1793'te infaz edilmiştir. Arkasından da Kraliçe Marie Antoinette, aynı suçtan 16 Ekim 1793'te idam olunmuştur. Kralın idamı, Fransa'daki ihtilâl ve ihtilâl karşıtları arasındaki mücadeleyi arttırmıştır. Bununla birlikte, Avrupalı krallıklar da Fransa'daki rejimi ortadan kaldırmak için kendi aralarında koalisyon kurmuşlardır.
?
Cumhuriyetin korunması için hangi örgütler kurulmuştur? Cumhuriyet'in içte ve dışta tehlikelerle karşılaşması üzerine, Meclis, rejimi korumak ve karışıklıkları önlemek üzere çeşitli komiteler kurulmasına karar vermiştir. Danton, Robespierre ve Marat gibi radikallerin öncülüğünde, "İhtilâlci Gözcü Komiteleri", "İhtilâl Mahkemesi", "Kamu Selâmeti Komitesi" ve "Siyasi Komiserlikler" oluşturulmuştur. İhtilâlci Gözcü Komiteleri'nin yabancıları göz altında bulundurmak, kuşkulu kişilerin listesini hazırlamak, gerekli gördüklerinde de bu kişileri tutuklama yetkileri vardı. İhtilâl mahkemeleri ise; ihtilâl düşmanı her girişimi, özgürlük, eşitlik, birlik, Cumhuriyet'in bölünmezliği, devletin iç ve dış güvenliği aleyhindeki her suikasti ve krallığı yeniden kurmak amacını güden bütün komploları yargılama" hakkına sahip olacaktı. Verdiği kararlar bozulamayacak ve temyiz edilemiyecekti. Kamu Selameti Komitesi'nin görevi de, Meclis'e bağlı Geçici Yürütme Kurulu'nun yönetimine yardımcı olmak, gerektiğinde genel savunma önlemleri almaktı. Ordulara gönderilen Siyasi Komiserlikler de, orduda düzeni sağlamak ve gerekli gördüklerinde de generalleri tutuklamak yetkisine sahiptiler.
?
Konvansiyon Meclisi'nin hazırladığı anayasa hangi niteliklere sahiptir? Bu siyasi organlar, terör yöntemine başvurarak yeni rejimin yerleşmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu arada Konvansiyon Meclisi, diktatörlük suçlamalarından kurtulmak, taşra halkına ve illere güven vermek amacıyla bir anayasa hazırlama yoluna gitmiştir. 24 Haziran 1793 tarihinde kabul edilen anayasanın başına, "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" konmuştur. Bu bildiri, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nden daha eşitlikçi ve daha sosyal içerikli idi. Fransız İhtilâli içinde halk egemenliği görüşünü gerçekleştirmeye çalışan anayasa, güçler birliği ilkesine dayanmaktaydı. Yasama, yürütme ve yargı gücü, meclisin elinde toplanmaktaydı. Ancak, bu anayasa yürürlüğe sokulamamıştır. Fransız İhtilâlcileri bir yandan bu iç siyasi gelişmelerle uğraşırken, diğer yandan dış düşmanlarla mücadele etmişlerdir. İhtilâlin düşmanlarını sınırlarda durdurmak amacıyla gençler kitleler halinde askere alınmışlardır. Ülkede yaratılan bu heyecan dalgası sonucu, rejim dış güçlerden korunmuştur. Ancak, şiddet ve baskının dayanılmaz hale gelmesi, ılımlı Cumhuriyetçilerin orduyla işbirliğine gitmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda, 27 Temmuz 1794'te terör uygulamalarıyla tanınan Robespierre ve yandaşları yakalanarak idam edilmişlerdir. Ilımlı Cmuhuriyetçiler, yeni bir anayasa hazırlamaya başlamışlardır. Yeni anayasayı hazırlama çalışmaları 22 Ağustos 1795 tarihine kadar devam etmiştir. Bu ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
81
tarihte "3. yıl Anayasası" denilen anayasa kabul edilmiştir. 26 Ekim 1795'de de Konvansiyon Meclisi dağılmış ve Direktuvar dönemi başlamıştır.
3.6. Direktuvar Dönemi (28 Ekim 1795-9 Kasım 1799) Direktuvar Dönemi'nde yasama gücü nasıl oluşturulmuştur?
?
Bu dönemde yürütme gücünün kullanılması, meclis tarafından seçilen beş üyeye verilmesi kararlaştırılmıştı. Yürütme gücünü elinde bulunduran bu kurula, "Direktuvar" adı verilmiştir. Yasama gücü ise, meclise aitti. Ancak, meclis diktatörlüğüne engel olmak için iki meclis oluşturulmuştur. Bu meclislerden biri 500 üyeli "Beşyüzler Meclisi, diğeri de 250 üyeli senato niteliğindeki "İhtiyarlar Meclisi" idi. Direktuvar döneminde meydana gelen siyasal ve iktisadi olaylar, halkın giderek yoksullaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle, yeni rejimden krallık taraftarları da, Cumhuriyetçiler de hoşnut kalmadılar ve halkı ayaklanmaya kışkırttılar. Bu tarihlerde meydana gelen ayaklanmaların büyük kısmını, genç bir general olan Napolyon Bonapart bastırmıştır. Ayrıca, Napolyon Direktuvar döneminde Avusturya ve Mısır'a da askeri seferler düzenlenmiştir. Fransa, Napolyon'un seferleri sonucu İtalya ve Dalmaçya kıyıları ile Mısır'a yerleşmiştir. Ancak, Direktuvar yönetimi, iç politikada başarılı olamadı. Napolyon, siyasi belirsizliğin yoğun olduğu bir dönemde, 7 Ekim 1799'da Mısır'dan gizlice ayrılarak Fransa'ya döndü. Halk, Napolyon'un içte ve dışta düzeni sağlayacağına inanıyordu. Nitekim, Napolyon, hükümet karşıtlarıyla birleşerek 9 Kasım 1799'da bir darbe yaparak Direktuvar yönetimine son vermiştir.
3.7. Konsüllük Dönemi (10 Kasım 1799-18 Mayıs 1804) Napolyon Bonapart'ın önderliğinde gerçekleştirilen darbe sonucu "İhtiyarlar Meclisi" dağılmış, beş kişilik Direktuvar Kurulu da kaldırılarak yerine üç konsülden oluşan geçici bir hükümet kurulmuştu. Görevlendirilen iki komisyon da, yeni bir anayasa yapmak için çalışmalara başlamıştı. Hazırlanan anayasanın nitelikleri nelerdir? Napolyon Bonapart, kendisini dört yıl süreyle konsül seçtirmişti. Bu tarihten sonra, Napolyon Fransa'nın yönetimini eline almıştır. Napolyon, ilk iş olarak görevlendirilen iki anayasa komisyonunun hazırladığı anayasa taslağına son şeklini vererek ilan ettirmek olmuştur. Cumhuriyeti esas alan ve dört meclisli bir parlamento meydana getiren bu anayasa, Napolyon'un kişiliğinde toplanan merkeziyetçi bir yönetim anlayışına sahipti. Bu nedenle, "despotik cumhuriyet" olarak da adlandırılabilir.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
FRANSIZ İHTİLÂLİ
82
Napolyon, anayasadan yararlanarak kendisini ömür boyu konsül seçtirmiştir. 2 Aralık 1804'te de inparatorluğunu ilan etmiştir.
4. Fransız İhtilâli'nin Avrupa'da Etkileri
?
Avrupa'lı Devletlerin Fransız İhtilâli'ne karşı gösterdikleri ilk tepki nasıl olmuştur? Avrupa Devletleri, başlangıçta Fransa İhtilâli'ni bu ülkenin iç sorunu olarak yorumlamışlardır. Hatta, ihtilâl sonucunda Fransa'nın zayıf düşeceği tahmininde bulunmuşlar ve Fransa'yı kendi sorunlarıyla başbaşa bırakmışlardır. Ancak, Fransız İhtilâli ve ihtilâlin getirdiği yeni ilkeler, Avrupa'nın monarşik düzenlerini tehdit etmeye başlayınca bu tavırlarından vazgeçmişlerdir.
?
Avrupalı Devletler, ihtilâlin hangi ilkelerinden ürkmüşlerdir? Fransız İhtilâli sonucunda köylülerin derebeylik düzenini yıkması, tamamen özgür ve aynı zamanda emeklerinin karşılığını alacak şekilde toprak sahibi olması, egemenliğin tanrısal bir nitelikten kurtarılarak dünyevi bir hale getirilmesi, burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesi, laik bir anlayışın benimsenmesi, medeni hukuk alanında önemli düzenlemelerin yapılması ve milliyetçiliğin yayılması gibi etkenler Avrupalı monarşik devletlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları sona erdirerek ittifaklar kurmalarına yol açmışlardır. 1792 yılından itibaren Fransa'ya savaş açmışlardır. Fransa'ya karşı bu dönemde verilen savaşlara İhtilâl Savaşları ya da Koalisyon Savaşları adı verilmiştir. 1792 yılında başlayıp 1815 yılına kadar süren koalisyon savaşlarında, Fransa, "krallık baskısı altında inleyen ulusları kurtarmak", Avrupalı monarşik devletler ise, "Fransa'da mutlak krallığı yeniden kurmak" amacı ile hareket ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Özet 18. yüzyılda koyu bir mutlakiyetle yönetilen Fransa, siyasi, sosyal ve ekonomik çöküntü yaşamıştır. Halkın büyük bir kısmı ayrıcalıklı sınıfların -aristokratlar ve ruhbanlar- baskısı altında yer almıştı. Ticari ilişkilerin sonucu gittikçe zenginleşen burjuvazi de siyasal iktidara ortak olmak istemişti. Akılcı düşünüşü savunan Fransız düşünürleri de egemenliğin kaynağını tanrısal olmaktan çıkartılarak halk iradesine dönüştürülmesini savunmuşlardır. Siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerle başlayan Fransız İhtilâli, kısa sürede eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi siyasal kavramlara sahip çıkarak evrenselleşmiştir. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde belirtilen ilkeler yeni bir düzeni gündeme getirmiştir. Ancak, ihtilâl sonucu
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
FRANSIZ İHTİLÂLİ
Fransa'da uzun süre siyasi, sosyal ve ekonomik dengeler yerine oturmamıştır. Mutlakiyetten halk egemenliğine geçiş, kral yandaşları tarafından benimsenmemiştir. Küçük burjuva ve geniş halk yığınları da daha eşitlikçi bir düzen talep etmişlerdir. Bu talepler, Yasama Meclisi Konvansiyon Meclis, Direktör Dönemi ve Konsüllük Dönemi gibi süreçlerin yaşanmasına yol açmıştır. Fransız İhtilâli, kısa bir süre içinde yalnız Fransa'yı değil, tüm Avrupa'yı etkilemiştir. Cumhuriyet, anayasa, halk egemenliği, demokrasi ve ulusçuluk gibi siyasal değerlerin yayılmasına katkıda bulunmuştur.
Değerlendirme Soruları 1.
Aşağıdaki düşünürlerden hangisi "İran Mektupları" adlı eserinde Fransa'nın toplumsal kurumlarını ve kiliseyi eleştirmiştir? A. Jean Jacques Rousseau B. Montesquie C. Diderot D. Voltaire E. Emmanuel Sieyes
2.
Aşağıdakilerden hangisi Üçüncü Sınıf'ı (Tiers-Etati) en iyi şekilde tanımlamaktadır? A. Asiller ve ruhban sınıfının dışında kalan, bütün ayrıcalıksız unsurlar B. Tüm siyasal ve hukuksal ayrıcalıklara sahip unsurlar C. Ayrıcalıklardan yoksun burjuvalar D. Feodal düzende tüm haklardan yoksun köylüler E. Sanayi işçileri
3.
Fransa tarihinde "Etats Generaux" Meclisi ilk kez hangi kral döneminde toplanmıştır? A. 2. Philippe B. 14. Louis C. 1. Philippe D. 15. Louis E. 16. Louis
4.
Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin mecliste toplandığı dönem aşağıdakilerden hangisidir? A. Yasama Meclisi B. Direktuvar Dönemi C. Konsüllük Dönemi D. Konvansiyon Dönemi E. Kurucu Meclis
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
83
84
FRANSIZ İHTİLÂLİ
5.
Aşağıdakilerden hangisi, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi" nde yer almamıştır? A. Kamu hizmet ve görevlerinin herkese açık olması, B. Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrı olması, C. Devletin temel amacının yuttaşların sahip olduğu hakları koruması, D. Yayın özgürlüğünün olması, E. Oy kullanmak için belli oranda vergi ödenme zorunluluğunun olması.
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Ateş, Toktamış; Siyasal Tarih I, İstanbul: 1982. Armaoğlu, Fahir; Siyasi Tarih (1789-1960), Ankara: 1975. Aulard, A.; Fransa İnkılâbının Siyasi Tarihi, 3 cilt, (Çeviren: Nazım Poray), Ankara: 1987. Gaxotte, Pierre; Fransız İhtilâli Tarihi, (Çeviren: Semih Tiryakioğlu), İstanbul: 1969. Hobsbawm, Eric J.; Devrim Çağı: 1789-1848, (Çevirenler: Jülide Ergüder-Alaeddin Şenel), Ankara: 1989. Özkaya, Yücel; "Fransız İhtilâli ve Avrupa (1789-1815)" Avrupa Tarihi, (Editör: Mehmet Kayıran), Eskişehir: 1991. Sarıca, Murat; 100 Soruda Fransız İhtilâli, İstanbul: 1981. Tanilli, Server; Dünyayı Değiştiren On Yıl: Fransız Devrimi Üstüne (1789-1799), İstanbul: 1990. Uçarol, Rıfat; Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: 1995. Üçok, Çoşkun; Siyasal Tarih (1789-1950), Ankara: 1967.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. B
2. A
3. C
4. D
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
5. E
Kapitalizm, Sosyalizm ve Milliyetçiliğin Ortaya Çıkması
ÜNİTE
5
Yazar Yrd.Doç.Dr. Kemal YAKUT
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Kapitalizmin ortaya çıkması hakkında bilgi edinecek, • Kapitalizmin evreleri ve dayandığı ekonomik-politik düşünceleri kavrayacak, • Kapitalizme bir tepki olarak doğan sosyalizmin genel özelliklerini algılayacak, • Milliyetçiliğin (Ulusalcılığın) ortaya çıkmasını ve amaçlarını öğreneceksiniz.
İçindekiler • Giriş
87
• Kapitalizmin Ortaya Çıkması
87
• Sosyalizmin Ortaya Çıkması
96
• Milliyetçiliğin (Ulusalcılığın) Ortaya Çıkması
101
• Özet
109
• Değerlendirme Soruları
109
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
110
Çalışma Önerileri • 19. yüzyılda uygulanan kapitalizmin günümüze gelinceye kadar ne gibi değişiklikler geçirdiğini araştırınız. • 1980'li yıllarda sosyalist düzenlerin hangi nedenlerden dolayı çöktüğünü tartışınız. • Günümüzde ulus-devlet modelinin geçerliliğini yitirip-yitirmediğini tartışınız.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
87
1. Giriş Dünyamız son iki yüzyıldır önemli değişiklikler yaşamaktadır. İnsanın özgürleşmesi, doğal ve toplumsal çevreyi denetim altına alması çabası büyük bir hızla devam etmektedir. Ancak, ortaya atılan bazı "düşünce sistemleri" büyük tartışmalar yaratmaktadır. Nitekim; toplum, devlet, iktidar, eşitlik, kişi hak ve özgürlükleri çerçevesinde tartışılan kavramların yarattığı sorunlar güncelliğini korumaktadır. Ortaçağ feodalizm düzeninin çözülmesinden sonra ortaya çıkan kapitalizm, işçi sınıfının ve toplumun diğer çalışan kesimlerinin sefalet içinde yaşamalarına neden olmuştur. Sosyalizm, bu toplumsal çöküntünün giderilmesi ve yeni bir dünya düzeni yaratılması için, kapitalizme tepki olarak doğmuştur. Bilindiği gibi, 150 yıldan beri sosyalizm ve kapitalizm arasında amansız bir mücadele yaşanmaktadır. 1917 yılında kurulan Sovyetler Birliği'nin çökmesi, "sosyalist teoride" yeni arayışlara yol açmıştır. Toplumları etkileyen bir diğer kavram da milliyetçilik (ulusalcılık) tir. Fransız İhtilâli'nden sonra dünyaya yayılan ulusalcılık, 1980'li yılların ortalarından itibaren yeniden canlanmıştır. Yugoslavya'nın parçalanmasından sonra, etnik unsurlar arasında yoğun çatışmalar yaşanması yeni yıkımlara yol açmıştır. Kapitalizm, sosyalizm ve ulusalcılık kavramlarının ortaya çıkışlarının incelenmesi, genel özelliklerinin tahlil edilmesi, günümüz siyasal olaylarının anlaşılması açısından önemli olacaktır.
2. Kapitalizmin Ortaya Çıkması 2.1. Kapitalizm Nedir? Kapitalizm kavramı, 19. yüzyılda yoğun bir kapitalistleşme süreci yaşanmasına rağmen, Marxist olmayan iktisat okullarınca ender olarak kullanılmıştır. Kavramın ilk kullanımı, 1854 yılının sonlarına doğru "Oxford English Dictionary" adlı sözlükte yapılmıştır. Ancak, kavramın Marxist literatüre girmesi çok sonraları gerçekleşmiştir. Marx, gerek "Komünist Manifesto"da gerek "Kapital" in 1. cildinde "kapitalistik" sıfatını kullanırken veya "kapitalistler"den söz ederken kapitalizmi bir isim olarak kullanmamıştır. Sadece, 1877 yılında Rusya'daki taraftarlarıyla yazışmasında, Rusya'nın kapitalizme geçiş sorunu üzerine bir tartışmada bu kavramı kullanmıştır. Kapitalizm kavramı neyi ifade etmektedir?
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
88
Kapitalizm, çeşitli şekilleriyle sermayenin, temel üretim aracını oluşturduğu üretim biçimidir. Sermaye; emek gücü ve üretim maddeleri almaya yönelik para veya kredi; fiziksel anlamda makine (dar anlamda sermaye) ya da tamamlanmış veya işlenme sürecindeki mal stokları biçimlerini alabilir. Sermayenin aldığı biçim ne olursa olsun bir üretim biçimi olarak kapitalizmin temel özelliği, sermayenin özel mülkiyetinin bir sınıfın -nüfusun büyük kitlesinin dışındaki kapitalistler sınıfınınelinde olmasıdır. Tarihin bir evresi olarak kapitalizmin sınırları hep tartışma konusu olmuştur. Kökenlerine ilişkin kuramlara uydurabilmek için ileriye ya da geriye çekilmiştir. Ve özellikle son yıllarda kapitalizmin dönemleştirilmesi yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
2.2. Kapitalizmin Ortaya Çıkması
?
Kapitalizm tarihin hangi döneminde ortaya çıkmıştır? Kapitalizm, Ortaçağın sonlarında feodal ilişkilerin çözülmeye başladığı bir süreçte ortaya çıkmıştır. Büyük toprak mülkiyetinin çözülmesi, feodal beylerin serfler üzerindeki etkisini azaltmıştı. Bununla birlikte, bu dönemde ticaretle uğraşan bir tüccar sınıfının doğması kapitalizmin oluşumunu hızlandıran etkenlerden biri olmuştur. Bu nedenle, kapitalist sistemdeki ilk aşama "ticari kapitalizm" olarak adlandırılmaktadır.
2.3. Ticari Kapitalizmin Ortaya Çıkması
?
Ticari kapitalizmin ortaya çıkmasını sağlayan etkenler nelerdir? Bu kapitalizm türü, feodalizmin ççözülmesiyle başlamakta ve Sanayi Devrimi'ne kadar sürmektedir. 12. ve 13. yüzyıllardan itibaren kentleşmenin yoğunlaşması, Haçlı Savaşlarının Avrupa'yı etkilemesi ve çeşitli fuarların düzenlenmesi ticaretin gelişmesini sağlamıştı. Özellikle, parasal kredilerin alınıp verilmesinin özendirilmesi için hukukî ve dinî yapının değiştirilmesi sermaye birikiminin sağlanmasını kolaylaştırmıştı. Ayrıca, büyük keşiflerin doğurduğu ekonomik ve siyasal sonuçlar, kapitalist sistemin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Bunları sırasıyla inceleyelim. •
?
Coğrafik Keşifler ve Ticari Devrim (Kolonyalizm)
Coğrafik keşifler kapitalizmin gelişmesini nasıl etkilemiştir? 15. yüzyılın sonlarında denizcilik bilgisinin artması, pusulanın keşfedilmesi ve haritaların düzenlenmesi gibi gelişmeler yeni ülkeler ve toprakların bulunmasını ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
89
teşvik etmiştir. Bu zenginlik arayışı; Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki değerli madenlerin yoğun bir şekilde Avrupa'ya aktarılmasına yol açmıştır. Bunun doğal sonucu olarak, ekonomik ufuk genişlemiş, ticaret daha da yoğunlaşmış ve Avrupa'daki tüccarlar grubu artmıştır. Piyasaların gelişmesi sonucu eski bir ticaret merkezi olan Akdeniz önemini kaybetmiş ve Atlas Okyanusu öne geçmiştir. Hatta ticaret merkezi doğudan batıya kaymıştır. Kapitalist ekonominin; para, ticaret, sanayi gibi önemli öğeleri bu çağın geliştirici etkileri doğrultusunda büyük bir güç kazanmıştır. •
Parasal Devrim
Avrupa'da değerli madenlerin ve paraların enflasyona yol açması, burjuvazinin lehine gelişirken, toprak mülkiyetine dayanan soylular ile ücretle çalışan grupların aleyhine gelişmiştir. Diğer bir deyişle, toprak mülkiyetine dayanan soylular ve ücretle çalışanları yoksullaştırmıştır. Büyüyen kâr ve kazançlar, taşınır kıymetlerin değerini yükseltmiştir. Hisse senetlerine dayanan şirketler kurulmuştur. Hatta, Londra, Anvers ve Lyon gibi merkezlerde mal ve menkul kıymetler üzerine ticaretin organize edilmesini kolaylaştıran borsalar oluşmuştur. Parasal hareketliliğin sonucu mal üretimi artmış ve daha geniş piyasaları elde etme yarışı başlamıştır. •
Teknik Devrim
Ticari burjuvazinin lehine işleyen gümüş ve altın enflasyonu, teknik devrimin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Yeni endüstriler doğmuştur. Nitekim, matbaanın bulunması ve kitap sanayinin doğması kapitalist ortamda gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, mekanik çalışma yayılmış, özel teşebbüs gelişmiş, şirketlerde yönetim kadrosu ve iş gücü çalışması ayrılmıştır. •
Düşünsel Devrim
Rönesansta; edebi, estetik ve felsefi alanda yeniden bir şekillenmenin oluşması, Avrupa toplumlarının Ortaçağ düşüncesinden tümüyle kopmasına yardımcı olmuştur. Bilim, tek geçerli yöntem olarak görülmeye başlanmıştır. Dinde reform kapitalizmin gelişmesini nasıl etkilemiştir? Almanya'da Luther ve Fransa'da Calvin'in dinde reform yapmaları, adeta ekonomik alanda bir "erdem" yaratılmasına neden olmuştur. Nitekim, Puritanizm ve Protestanizm kapitalist sistemin oluşma ve gelişmesinde büyük etki yapmıştır. Protestanizm maddesel hayatı yüceltmiştir. Buna göre; Tanrı katında değerli bir kişi olmak için, insanlar "dünyalıklarını" zenginleştirmelidirler. Ayrıca, kilisenin geniş mülkleri ve malları, yer yer imalâthanelere ve ve fabrikalara dönüştürülmüştür. Bu nedenle, Cenevre, Bale, Amsterdam ve Londra gibi protestanlığın yaygın olduğu kentler, ticari kapitalizmin merkezleri haline gelmişlerdir. Böylece, kilise, kapitalizmin ücretli çalışma rejimine geçmiştir. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
90
Reformcu Calvin; ekonomik dengesizlik, sosyal dengesizlik, spekülasyon, çalışma, endüstri, ticaret, devlet müdahalesi, faiz ve ödünç verme hakkındaki özgün düşünceleriyle kapitalizmin gelişmesinde büyük katkısı olmuştur.
2.3.1. Ticari Kapitalizmin Yapısı Kapitalist sistemin olgunlaşmasını sağlayan düşünsel etkenlerin, insanı çalışma hayatında başarılı olmaya yöneltmesi, varlıklı olmanın Tanrısal bir ödüllendirmeyle sonuçlanacağı inancının yaygınlaştırması ekonomik faaaliyetlere bir dinamizm kazandırmıştır.
?
Ticari kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan olaylar nelerdir? 16. yüzyıldan itibaren dünyanın çeşitli bölgelerine ihracat yapan serüvenci satıcıların yoğun bir şekilde kâr-kazanç tutkusuna sahip olması, sermaye birikiminin daha da artmasına yol açmıştır. Büyüyen sermayenin özel ellerde toplanması ve bu sermayedarların ekonomik ve sosyal hayatta oynadıkları rolün giderek büyümesi gibi temel unsurlar, kapitalist sistemin özelliklerini oluşturmuştur. Ayrıca, devletin ekonomik büyüme ve gelişmeyi özendirmek ve denetlemek için yasalar yapması, gerektiğinde müdahalede bulunması ticari kapitalizmin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur. Ticari kapitalizm; el zenaatları kesimini tasfiye ederken, yünlü dokuma endüstrisinde, deniz ticaretinde ve bankacılık sektöründe yeni örgütlenme biçimleri oluşturmuştur. Büyük sermayelere sahip olan tüccarlar, 16. yüzyıldan itibaren zeneatkârların atölyelerini satın almaya başlamışlardır. Böylece, zeneatkârlar, evlerinde çalışan ücretliler biçimine dönüşmüşlerdir. Bu sürecin sonunda (17. yüzyılda) manüfaktürler oluşmuştur. Eski zeneatkârlar, büyüyen bu atölyelerde daha üretken ve daha rasyonel bir tarzda çalışmak için biraraya gelmişlerdir. Artan üretimin dış pazarlara sürümünü sağlamak için özel krediler yetmeyince anonim şirketler kurulmuştur. 1553 yılında Londra'da kurulan Serüvenci Tüccarlar Şirketi ve 1662 yılında Doğu Hindistan için oluşturulan Hollanda Şirketi vb. 16. yüzyıldan itibaren endüstri ve ticaret alanlarında kapitalist ilişkiler yoğunlaşırken, tarımsal kesimde de değişiklikler meydana gelmiş, küçük işletmeler yerini büyük işletmelere bırakmıştır.
2.3.2. Ticari Kapitalizmin Düşünsel Yapısı: Merkantilizm
?
Merkantilizmin genel özellikleri nelerdir? İtalyanca "Mercante" sözcüğünden türetilen Merkantilizm, 15. ve 18. yüzyılları arasında Avrupa'da ortaya çıkan inançların, kuram ve uygulamalarının tümünü ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
91
içermektedir. Bu iktisadi politika; ticaretin yaygınlaşmasını, gümüş ve altın gibi değerli madenlerin ülkeye girişini, hükümdarın güç kazanmasını, endüstriyel ilerlemenin ve ulusal güçlenmenin sağlanmasını amaçlamıştır. Görüldüğü gibi Merkantilist düşünce; paraya dayanan, ulusalcı ve müdahaleci niteliklere sahiptir. Merkantilist düşüncenin bu nitelikleri Avrupa ülkeleri tarafından farklı biçimde uygulanmıştır. Özellikle, Fransız Merkantilizmi, ulusal ekonomi düşüncesi etrafında odaklaşmıştır. Buna göre, zenginleştirilmesi gereken unsur ulus olmalıydı. Fransa'nın altın ve gümüş kaynaklarının olmaması nedeniyle, gözönüne alınması gereken nokta; insan yaşayışı için zorunlu olan malların üretilmesiydi. Bu amacın gerçekleştirilmesi için; üretim metodlarının geliştirilmesi, etkin ve rasyonel gümrük koruyuculuğunun gerçekleştirilmesi, ülke dışına hammadde ihracının engellenmesi, ancak işlenmiş maddelerin ihraç edilmesine izin verilmesi ve devletin gerektiğinde ekonomiye müdahale etmesi gibi çalışmalar yapılması zorunlu idi. Fransız Merkantilisi J. B. Colbert'in görüşleri nelerdir?
?
Merkantilist düşüncenin Fransa'da gelişmesini sağlayan kişi, 1662 yılında Maliye Bakanlığına getirilen J.B.Colbert'tir. Colbert'in 1664 yılında yazdığı bir mektupta, "bir ülkenin büyüklüğünü ve gücünü, o ülkedeki para bolluğu belirler. Bütün Avrupa'da dolaşan para miktarı sınırlıdır. Ülkemizdeki para miktarı, açıktır ki, ancak diğer ülkeler aleyhine arttırılabilir" diyerek ekonomiye yeni düzenlemeler getirilmesini istemiştir. Bu düzenlemelerin de ticaret ve endüstri alanında yoğunlaştırılmasını önermiştir. Merkantilizm, 18. yüzyılda yeni siyasal ve ekonomik değerlerin ortaya çıkması sonucu, etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Altın ve gümüş madenlerinin zenginliğin kaynağını oluşturduğunu savunan bu görüş; fiyat artışlarına ve enflasyona yol açmış, ulusal ekonomilerin birbirleriyle çok şiddetli çatışmasına neden olmuştu. Bununla birlikte, menkantilist uygulamalar zaman içinde statükocu, gelişmeyi önleyici etkenler de oluşturmuştu. Ayrıca, ekonomik gelişmenin faturasının da daha çok işçiler ve köylülere yüklenmesi, sosyal ve ekonomik yapılar arasında uçurumlar yaratmıştı. Tüm bu etkenler, kapitalizmde yeni bir aşamanın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
2.4. Sanayi Kapitalizminin Ortaya Çıkması Sanayi kapitalizminin oluşmasını sağlayan temel etken nedir? Sanayi kapitalizminin ortaya çıkmasına yol açan temel etken; 18. yüzyılda, önce İngiltere'de ve daha sonraları tüm Avrupa devletlerinde, Kuzey Amerika'da ve Japonya'da yaşanan sanayi devrimidir. Bu gelişme sonucunda, sözkonusu devletler, tarım toplumlarından sanayi toplumlarına dönüşmüşlerdir.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
92
2.4.1. Sanayi Devrimi ve Nedenleri
?
Sanayi devriminin nedenleri nelerdir? Sanayi devriminin nedenleri konusunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Ancak, sanayi devriminin İngiltere'de başladığı noktasında ortak bir görüş vardır. Sanayi devriminin başlaması ve olgunlaşması hakkında çok sayıda neden olmakla birlikte, biz, dört temel etkeni inceleyeceğiz. Üretim Araçlarının Teknik Olarak Yenilenmesi ve Gelişmesi: Tekstil alanında yeni makine ve tezgahların icat edilmesi, metalurjide demir, çelik gibi madenlerin gelişmiş teknik ve yöntemlerle işlenmesi, enerji alanında buhar makinesinin bulunması büyük sanayiye geçişi hızlandırmıştır. Ulaşım Araçlarınının (Kanal ve Demiryolları) Gelişmesi: Ulaşım alanındaki gelişmeler sanayi devrimini birkaç açıdan desteklemiş ve geliştirmiştir. Nüfusun hareketli olması ve kırsal alandan kentlere göç edilmesi, büyük oranda ulaşımdaki ilerlemelere bağlı olarak gelişmiştir. Hammadde ihtiyacının düzenli ve ucuz bir şekilde sağlanması ve üretilen malların pazarlara gönderilmesi gibi etkenler de düzenli bir ulaşım şebekesini gerektirmiştir. Bu nedenle kanal ve demiryolu alanında önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Sermaye Birikimi: Sanayi devrimini besleyen sermaye birikimi, sanıldığı gibi, dış ticaret ve kolonilerden gelen servet oluşturmamıştır. Özellikle, İngiltere'de tarımsal kökenli sermaye sanayi alanındaki girişimlere kaynaklık yapmıştır. Öte yandan sermaye birikiminin oluşmasında çalışan kesime ödenen ücretlerin çok düşük olması ve çocuk, kadın gibi kimselerin bütün gün çalıştırılması da etkili olmuştur. Emek Arzının Artması: Emek arzının artmasına tarımsal devrim ve nüfus artışı neden olmuştur. Tarımda, yeni yöntemler kullanılarak toprağın verimi arttırılmıştır. Yeni yöntemlerin geliştirilmesi, köylülerin toprağa olan feodal kökenli bağımlılıklarının da tümüyle sona ermesine neden olmuş ve "özgür köylüler" büyük bir emek arzı potansiyeli ile kentlere yönelmişlerdir. Böylece, kapitalist sınıf, çok ucuz bir işgücü sağlamış oluyordu. Nüfus artışına ise, tıp alanındaki gelişmelerin insan ömrünü uzatması ve doğumların artması neden olmuştur. Nüfus artışı, yalnız İngiltere'de değil, tüm Avrupa'da gerçekleşmiştir.
2.4.1. Sanayi Kapitalizminin Yapısı
?
Sanayi kapitalizminin özellikleri nelerdir? Sanayi kapitalizmi her şeyden önce bir piyasa ekonomisidir. Bilindiği gibi kapitalist üretim biçiminde piyasa, herşeydir. Özel mülkiyet, rekabet vb. olgular bu piyaANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
93
sayı işleten aygıtlardır. Üretilecek malların sayısını, kalitesini ve fiyatını lonca ve devlet tayin ve tesbit etmemektedir. Arz ve talep, serbest piyasadaki ilişkiler belirlemektedir. Serbest piyasadaki temel düşünce kâr ve kazançtır. Sanayi kapitalizminde sermaye ve işgücü birbirinden ayrılmaktadır. Bir yanda işçi, bir yanda sermaye sahibi (sermayedar) bulunmaktadır. Böylece, bir üretimi genelleştirebilmek için, değişik üretim unsurlarını, teşebbüs içinde birleştirmek gerekmektedir. Bu yeni teşebbüste, eski imalâthaneler, fabrikaya dönüşecektir. Sanayi kapitalizminde, bu yeni teşebbüs, adeta bir yeni kurum olmaktadır. İşçiler de buna bağlı olacaklardır. Görüldüğü gibi, bu teşebbüs; çeşitli ekonomik kaynakları birleştirme, dönüştürme doğrultusunda yaratma, yöneltme çabaları, müteşebbisin kâr seviyesini yükseltmek amacına dönük olan bir mekanizma olmaktadır. Sanayi kapitalizminin diğer bir özelliği paranın, para üretmesidir. Bunun için sigorta kumpanyaları ve bankaların kurulmasına çaba harcanmıştır. Nitekim, bankacılık alanındaki gelişmeler, sermaye piyasası adı verilen yeni bir ekonomik alan ortaya çıkarmıştır. Artık, bu gelişme sonucu, ticaret burjuvazisi, sanayi burjuvazisine dönüşmüştür. Sanayi kapitalizmi, sınıfsal çelişkileri arttırmıştır. Sanayi devrimi ve kapitalizmin gelişmesi kaçınılmaz bir biçimde yeni bir sınıf ortaya çıkarmıştır. "İşçi sınıfı" adı verilen bu toplumsal sınıf, emeklerini arzeden ve emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanlardı. Başlangıçta, özellikle İngiltere'de kadın ve çocuk emeği sömürüldü. Ancak, işçi sınıfının sayıca artması, bir yandan da bilinçlenmesi ve örgütlenmesi, 1840'lardan sonra büyük çatışmalara yol açmıştır.
2.4.2. Sanayi Kapitalizminin Düşünsel Yapısı: Liberalizm 18. yüzyıla damgasını vuran aydınlanma hareketi; yeni bir birey anlayışını geliştirmekle birlikte, toplum ve devlet düzeninin de siyasal liberalizmle şekillenmesini öngörmüştür. Aydınlanmacı düşünürler, ekonomik faaliyetlerin de yeni dönemin özelliklerine uygun şekilde yürütülmesini savunmuşlardır. Bunun sonucunda; üretim özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, fiyat ve rekabet özgürlüğü gibi temelini doğal düzenden ve doğal kanundan alan bir anlayış geliştirmişlerdir. Yeni anlayışın temel sloganı, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" (Laissez faire, laissez passer) idi. İlkenin en önemli temsilcilerinden biri olan Adam Smith (1723-1790), bu dönemde tarımı esas alan fizyokrat ekolünün etkisindedir. Ancak, daha sonra özgün düşünceler üretmiştir. Liberalizm ve ekonomik alana ait düşüncelerini "Ahlakî Duygular Teorisi" ve "Ulusların Zenginliği" adlı eserlerinde ortaya koymuştur. Adam Smith'in görüşleri nelerdir?
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
94
Adam Smith, mal üretimi ve çalışmayı, zenginliğin kaynağı olarak göstermiştir. O'na göre; her ulusun yıllık çalışması, herkese, yaşam için zorunlu olan bütün malların üretilmesini sağlayan ilk kaynaktır. Asıl verimli olan bütün ulusun çalışmasıdır. Bu iş bölümü milli gelirin yaratılmasını sağlamaktadır. Fakat, iş bölümünün yapılması için bazı koşullara ihtiyaç vardır. Bunlar, piyasanın geniş olması, piyasanın büyük olması ve sermayenin bol olmasıdır. Her insan, yasalara aykırı davranmamak koşuluyla, diğer insanlarla rekabet edebilir, çalışmasını ve sermayesini ortaya koyabilir. Ancak, bu ekonomik faaliyet tamamen serbest olmalıdır. Devlet, ekonomik alana karışmamalıdır. Devlet, herşeyden önce üç alanla uğraşmalıdır. Bunlar; adalet, ulusal savunma ve tek veya bir grup insanın bir araya gelmesiyle, kendi özel çıkarlarıyla bağdaşmadığından, hiçbir zaman yapmayacaklardı bayındırlık hizmetlerinin yapımı ve bakımı gibi işler ile bazı kamusal kurumların işleri gibi faaliyetlerdir. Adam Smith'in bu düşünceleri ekonomik liberalizmin temellerini oluşturmuştur. Dolayısıyla sanayi kapitalizmi bu düşünceler çerçevesinde şekillenmiştir.
2.5. Kapitalizmin Ortaya Çıkmasına Yönelik Bazı Teorik Yaklaşımlar
?
Fernand Braudel, kapitalizmin ortaya çıkmasını hangi olaya dayandırmaktadır? Çok sayıda yazar, kapitalizmin ortaya çıkmasında Ortaçağın sonlarında ticaretin canlanmasının, parasal ilişkinin yaygınlaşmasının ve değişmesinin rol oynadığını ileri sürmektedirler. Bu yazarlar arasında marksist olanlar olduğu gibi, marksist olmayan gelenekten yetişen kişiler de vardır. Fernand Braudel, "Akdeniz Dünyası" adlı iki ciltlik eserinde, kapitalizmin, 16. yüzyılda Akdeniz ticaret ekonomilerinin çökmesi ve ticaretin Atlantik bölgesinde yoğunlaşmasıyla ortaya çıktığını savunmaktadır. Belçikalı bir iktisat tarihçisi olan Henri Pirenne de, "Ortaçağ Kentleri" adlı kitabında, kapitalizmin kökenini 10. yüzyıldan itibaren Avrupa'da ticaretin canlanmasına ve kentlerin oluşmasına dayandırmaktadır.
?
Max Weber'in kapitalizme ilişkin görüşleri nelerdir? Kapitalizmin kökenine ilişkin ortaya attığı tezle, çok eleştiri alan Max Weber de, 1904-1905 yılında yayımladığı "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" adlı eserinde, modern Avrupa kapitalizminin sosyolojik analizini yapmıştır. Weber'in tezine göre, kapitalizm, protestanlığın ürünüydü. Kısaca Weber'in tezi şöyle idi: Protestan hareketinin Calvanist kollarının temel özelliği, bu mezhebe inananların lüksten ve zevkten uzak bir hayat yaşamalarıydı. Dolayısıyla böyle bir hayat tarzı, insanları hızlı sermaye birikimine, rasyonel davranışa ve iş hayatında başarılı olmaya itmiştir. Calvanistin hayat tarzı bir etik, hatta bir "değer" olmuştur. Bu değerler, Calvinistler arasında yaygın bir biçimde yayılmıştır. Weber, kapitalizm derANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
95
ken, formel açıdan özgür emeğin rasyonel biçimde örgütlenmesi, işyerinin evden ayrılması, rasyonel muhasebe yöntemleri ile rasyonel hukuk ve yönetim sistemlerinin gelişmesiyle karakterize edilen bir sistemi kastetmiştir. Kapitalizm hakkında en önemli görüşleri öne süren kimdir?
?
Kapitalizmin kökenine ve kapitalizmin yapısına ilişkin en önemli görüşler öne süren kişi, hiç kuşkusuz Karl Marx'tır. Düşünsel yaşamı boyunca kapitalist sistemi ele alan Marx, "Alman İdeolojisi", "Siyasal İktisadın Eleştirisinin Temelleri" ve "Kapital" adlı üç kitabında kapitalist üretimin ortaya çıkmasını sağlayan tarihsel süreci incelemiştir. Kapitalizmin kökenini "Alman İdeolojisi" adlı kitabında 11. yüzyıla tarihleyen Marx, "Kapital" de kapitalizmi 16.yüzyılda başlatmaktadır. Marx'ın bu konudaki görüşleri şöyledir: "Bazı Akdeniz kentlerinde kapitalist üretimin ilk örneklerinin oldukça erken tarihlerde ortaya çıkmış olmalarına rağmen, kapitalist çağın başlangıcı ancak 16. yüzyıldadır. Kapitalizmin yumurtasından çıktığı her yerde, serfliğin kaldırılması uzun zamandan beri tamamlanmış bir olgudur. Buralardaki kentler de uzun sürelerden beri egemenliklerini sağlamışlardır ve Ortaçağın zaferi, tamamen kaybolmak üzeredir". Karl Marx, sermayenin oluşumunu nasıl açıklamıştır? Marx, kapitalist sistemi incelerken, bütün dikkatini manüfaktür ve sanayi devrimi üzerine yoğunlaştırmıştır. Marx, feodal toplumun çökmesiyle köylülerin mülksüzleştiğine, onların ücretli işçi haline geldiğine, kırlardaki ev ekonomilerinin yok olduğuna ve tarımın her türden manüfaktürden koptuğuna işaret etmektedir. Sanayi kapitalizminin oluşumunda önemli bir etken olan sermaye, Karl Marx'ın üzerinde durduğu ikinci bir konudur. Marx, sermayenin oluşumunu tarihsel bir persfektiften şöyle incelemiştir: Başlangıçta bir tefeci sermaye bir de ticari sermaye vardı. Bu sermayeler endüstriyel sermaye sisteminin engellerini aşabilmek için yeni manüfaktürler tercihen ihracat merkezi olan liman kentlerine veya beledi örgütlenmeler ile onların esnaf kuruluşlarının denetimlerinin dışında kalan iç bölgelere yönelmişlerdir. Amerikanın keşfi, buradan getirilen değerli madenler, bu kıtanın yerleşime açılması, köle ticareti ve ticari çıkarlardan kaynaklanan savaşlar sermaye birikimine etki yapmışlardır. Marx'a göre, kapitalist üretimin ortaya çıkmasını sağlayan tarihsel süreç, aynı zamanda üreticileri üretim araçlarından koparan süreçtir. Bu süreç, üretim araçlarının ve bu araçların sermaye haline dönüşmesini gerçekleştirmiştir. Kapitalist üretim biçimi, üretim araçlarının kapitalist mülkiyetine dayanmaktadır. Ama kapitalist üretimin işleyiş mekanizması giderek üretim araçları üzerindeki bu kapitalist mülkiyetin de kaldırılmasını gerekli kılan maddi koşulları yaratmaktadır. Kapitalist üretim biçimi, kendi iç yasaları gereği, daha üst düzeyde toplumsal üretim biçiminin maddi geçişi sağlayacak olan toplumsal gücü de ortaya çıkarmaktadır. O toplumsal güç de işçi sınıfıdır.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
96
3. Sosyalizmin Ortaya Çıkması 3.1. Sosyalizm Nedir?
?
Sosyalizm kavramı, ilk kez hangi anlamlarda kullanılmıştır? Sosyalizm kavramı ilk kez 1827'de Robert Owen'in görüşlerini yayan "Cooperative Magazine" adlı dergide, liberal kapitalist bireyciliğe karşı çıkmak üzere kullanılmıştır. Papaz Vinet de, 1831'de sosyalizm kavramını dinsel bir anlamda ele almıştır. Ancak, 1832'de Pierre Leroux, sosyalizm kavramına sahip çıkmış ve yaygın bir şekilde kullanılmasına öncülük etmiştir. Nitekim 1848'e kadar bireyciliğin karşıtı olarak kullanılan sosyalizm, bu tarihten sonra insan haklarının ekonomik ve sosyal anlayış içinde ele alınmasına dayanan yeni bir toplum düzeni biçiminde kullanılmaya başlanmıştır. Modern sosyalizmin kurucuları olan Karl Marx ve Frederic Engels, sosyalizmi her şeyden önce kapitalizmin yadsınması olarak değerlendirmişlerdir. Marx, "Gotha Programının Eleştirisi" adlı kitabında komünist toplumu iki evre halinde incelemiştir. Birinci evre, kapitalizmin yerine alan toplum biçimidir. Birçok marxist bu evreye sosyalizm adını vermiştir. Marx'a göre, bu evre, kapitalizmin izlerini taşıyacaktır. Yeni egemen sınıf olarak işçilerin kendi devletlerine (proletarya diktatörlüğü) ihtiyaçları vardır. Proletarya diktatörlüğü, yeni egemen sınıfı (işçi sınıfı) düşmanlarına karşı koruyacaktır. Halkın zihinsel ve ruhsal ufuklarında burjuva fikirler ve değerler yer almaya devam edecektir. Gelir de, mülk sahipliğinden kaynaklanmamakla birlikte, ihtiyaçlardan çok yapılan işe göre hesaplanacaktır. Bununla birlikte, toplumun üretici güçleri, bu yeni düzende hızla gelişecek ve zamanla kapitalist geçmişin zorunlu kıldığı etkenler ortadan kaldırılacaktır. Toplum, bundan sonra komünist aşamaya geçebilecektir. Görüldüğü gibi, sosyalizm, sınıfsız topluma ulaşmada ilk evredir. Kır ile kent, tarım ve sanayi arasındaki eşitsizliklerinin yaşanmaya devam ettiği, işbölümünün henüz aşılmadığı bir geçiş dönemidir. Sınıfsız toplumun kendi temelleri üzerinde gelişebildiği daha yüksek bir evresinde, kapitalizmden devralınan eşitsizlikler sona erdirilmeye çalışılır. Üreticilerin kısmîlik ve parçalanmışlıklarının son kalıntılarıyla birlikte insanın insanı denetlemesi, sömürmesi ve baskı altına almasının son bulacağının öngörüldüğü bir düzen olarak tanımlanabilir. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, sosyalizm, komünizme giden yolda aslında bir geçiş evresidir.
?
Sosyalizm hangi kavramlarla karıştırılmaktadır? Günümüzde genellikle, sosyalizm, komünizm ve kollektivizm kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Hatta eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Komünizm; sınıfsal yaşayışın son bulması, modern kapitalist üretim tarzı içinde edinilmiş üretim ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
97
araç ve olanaklarının toplumsallaştırılması, zenginliğin tüm toplumun mülkü kılınması, toplumsal üretimin sonuçlarının, mülkiyet veya çalışmaya değil, ihtiyaca göre tasarruf edilmesine dayanan özgür üretici bireylerin yer aldığı bir düzendir. Bilindiği gibi bu sürecin öznesi işçi sınıfıdır. Kollektivizm ise, sosyalist üretim tarzına özgü bir mülkiyet tipini temsil etmektedir. Hem özel hem de devlet çiftliği özelliklerini taşıyan bir mülkiyettir. Bir ara aşamadır. Bütün halkın adına kullanılan devlet mülkiyetinden farklı olarak nüfusun bir alt bölümü (genellikle bir köy topluluğu) tarafından uygulanan bir mülkiyettir.
3.2. Sosyalizmin Ortaya Çıkması Sosyalizm nasıl ortaya çıkmıştır?
?
Sosyalist düşüncenin ortaya çıkması ve yaygınlık kazanması, 18. ve 19. yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Avrupa'da Sanayi Devrimi'nin ortaya çıkardığı işçi sınıfının sefalet içinde yaşaması yeni toplumsal düzen arayışlarını hızlandırmıştır. 19. yüzyılda İngiltere'de fakirlik ya da sefalet içinde yaşayan nüfus, geçmiş yüzyıla oranla dört kat artmıştı. İngiltere'de 1800-1810 yılları arasında sanayi üretimi %23 artmış, büyüme oranı % 39'a çıkmıştı. Ulusal gelir de, yüzyılın başında 190 milyon pounda yükselmiştir. Bu gelir dağılımında görülen eşitsizlikler, 19. yüzyılın başında sosyalistlerin çalışan nüfus, özellikle de sanayi işçileri arasında kendilerine geniş bir taraftar kitlesi bulmalarında önemli bir etken olmuştur. İngiltere'de sosyalizm nasıl ortaya çıkmıştır? Avrupada sanayileşmenin getirdiği bu sefalet, yaşam koşulları açısından kapitalistler ve işçiler arasında bir mücadele başlatmıştır. Toplumdaki çelişkilerin belirginleşmesi, varolan öfkeyi artırmıştır. 1831 yılında Fransa'nın Lyon kentinde işçiler, 1844 yazı başında da Almanya'nın en yoksul işçi bölgelerinden biri olan Silezya'da dokumacılar ayaklanmışlardır. İngiltere'de de 1838 yılının Mayıs ayında Halkın İstekleri "People's Charter" adlı bir beyanname yayınlamıştır. Bu beyannamede; genel oy, parlamento üyelerine ücret ödenmesi, oy hakkının sadece mülk sahiplerine tanınması koşulunun kaldırılması ve gizli oy kullanılması istekleri vardı. İngiltere'de Chartizm adı verilen bu hareket, 1848 önce, bir sınıf ideolojisine dayalı ilk işçi hareketi idi. 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında işçi sınıfını içinde bulunduğu sefaletten kurtarmak için bazı kişiler "ütopyalar" üretmişlerdir. Ancak, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Karl Marx ve Frederich Engels, bilimsel metodları kullanarak sosyalizmi teorileştirmeye çalışmışlardır. Özellikle, 1848 yılında kaleme aldıkları "Komünist Parti Manifestosu" bu çalışmaların başlangıcını oluşturmaktadır.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
98
3.3. Karl Marx'tan Önce Sosyalizm: Ütopyacı Sosyalizm
?
İlk ütopik sosyalist olarak kim gösterilmektedir? Siyasal düşüncede sosyalizmin kökenini Platon'a kadar götürmek yaygın bir tutumdur. Platon, "Devlet" adlı ünlü eserinde, ideal bir toplumun düzenini tasarlarken ortaya koyduğu kollektivist model nedeniyle siyasal düşüncenin ilk ütopik sosyalisti sayılmaktadır. Ütopik sosyalistlerin içinde en ünlülerden biri de İngiliz düşünürü Thomas More'dir. 1516'da yayımladığı "Ütopaia" adlı eserinde, kollektivist temellere dayanan hayal ürünü ideal bir devlet modeli planlamıştır. Siyasal düşüncede Platon ve Thomas More dışında birçok ütopik sosyalistin varolduğu ileri sürülmektedir. Ancak, Marx'tan önce gerçek anlamda ütopik sosyalistler Saint Simon, Fourier, Feuerbach, Robert Owen ve Proudhon gibi kişilerdi. Bunların görüşleri toplumsal gelişimlerin gereklerini karşılayabilecek yatkınlıkta ve yetkinlikte değildi. Ancak, yetkin bir yaşam düzeni için toplumsal ve iktisadi ilişkilerin geniş kitleler yararına, çalışan ve üreten kitleler lehine düzenlenmesini istiyorlardı. Başlıca amaçları iş koşullarının değiştirilmesiydi.
?
Saint Simon'un düşünceleri nelerdir? Saint Simon (1760-1825): Bir Fransız aristokratı olan Saint Simon, 1802-1825 yılları arasında yayımladığı eserlerinde toplumsal barışın ve ilerlemenin koşullarını araştırmıştır. İdeal toplumun şu ilkelere sahip olmasını istemiştir: "Her kişi kendi yeteneğine göre elde etmelidir ve her yeteneğe çabasına göre vermek gerekir. Zenginliklerin mirasçısı aile olmamalı, devlet olmalıdır. Devlet, üretim araçlarını yeteneğe ve gereksinime göre paylaştırmalı". Saint Simon, ayrıca, çocukların maddi etkinliğini sanayiye, düşünce yetisini bilime, duygularını sanata yöneltecek biçimde yetiştirilmesini öne sürmüştür.
?
Charles Fourier'in temel düşüncesi nedir? Charles Fourier (1771-1837): Servetini yitiren Fourier, uygarlığın kötülüklerinden yakınan fikirler ileri sürmüştür. 1808'den sonra ortaya koyduğu görüşlerle, yürürlükteki iktisadi yaşam düzeninin yerini alacak bir düzen tasarlamış, bu yeni düzende insanlığın mutluluğa kavuşacağına inanmıştır. Ona göre yürürlükteki iktisadi yaşam düzeni "insanlıkdışı"ydı, yoksullukla zenginlik arasında akıl almaz uçurumlar vardı. Cennetlik, vahşilik, barbarlık ve uygarlık dönemlerinden geçmiş olan insanlık mutlak uyuma ergeç ulaşacak, dünyada güvenli yaşam düzeni kurulacaktır. Fourier, endüstrinin insanları fakirleştirdiğine inanmaktadır. Bu nedenle, insanlar daha çok tarımla uğraşmalıdır. 810'u kadın, 810'u erkek olan 1620 kişilik gruplar kurulmalı; herkes her işi sırayla yapmalı, yemekler burada yenmeli,
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
99
birlikte yaşanmalıdır. Fourier'in "Falansterler" adını verdiği bu toplumsal gruplar, yaklaşık 400 hektar toprak üzerinde tarımla uğraşacaklardı. Ludwig Feuerbach (1804-1872): "Hıristiyanlığın Özü" adlı eserinde, Hegelciliği, düşünsel ve siyasal açıdan eleştiren Feuerbach, bütün manevi yaşamı (dinler ve özellikle Hıristiyanlık) maddeci bir anlayışla açıklamaya çalışmıştır. Feuerbach'a göre; bu sistemlerdeki bütün evrensel terimler (Tanrı, mutlak zihin vb.) aslında insanın kendi özüne işaret etmektedir. Ancak, pratik ihtiyaçların, korkuların vb. baskısıyla insanın karşısında duran nesneler, mutlak gereklilermiş gibi yorumlanmaktadır. Dolayısıyla insan kendi özünün ne olduğunu ancak kendisine yabancı bir görüntü halinde görebilmektedir. Robert Owen'in sosyalizme katkıları nelerdir?
?
Robert Owen (1771-1858): İnsanın karakterini kendisi değil, çevresinin belirledğine inanan Owen, çevreyi değiştirmeye çalışmıştır. İlk denemesini ortaklarından olduğu New Zanark fabrikasında yapmaya çalışmıştır. Küçük çocukların fabrikada çalışmasının önlenmesi, işçi barınaklarının düzene sokulması, ücretlerin arttırılması, çalışma saatlerinin azaltılması, iş yerlerine yakın okullar açılması üzerine düşündüklerinin geniş çapta uygulanması için "Toplum Üzerine Yeni Görüşler" adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitabı çeşitli hükümet başkanlarına da göntermiştir. 1815 yılında ekonomik bunalımın çıkması, Owen'in başarısız olmasına yol açmıştır. Bunun üzerine Amerika'ya göç eden Owen, 1825 yılında satın aldığı bir köyde kendi ideallerine uygun bir toplum kurmaya çalışmıştır. New Harmony adı verilen bu deney de başarısızlığa uğramıştır. Owen, 1827'de tekrar İngiltere'ye dönmüştür. Sınıf kavgası görüşüne kesinlikle karşı olan Owen sosyalizmi, toplumu aklın egemenliği altına koymayı öngörmüştür. Bütün bunlara rağmen, Owen, İngiliz sosyalist hareketini etkilemiştir. Karl Marx da, "Gotha Programının Eleştirisi" adlı eserinde, Owen'a çok şey borçlu olduğunu ifade etmiştir. Proudhon'un amacı nedir? Pierre-Josiph Proudhon (1809-1865): Anarşizm akımının kurucusu, küçük burjuva sosyalisti Proudhon, Marx ve Engels'ten sonra en ilgi çekici isimdir. Proudhon, iktisadi yaşamı toplumsal yaşamdan, bireyi toplumdan ayrı düşünmeksizin insanı geniş çerçevede kavramaya çalışmıştır. Düşüncelerinin bir bütünlük oluşturmadığı, hatta tutarsızlıklarla dolu olduğu öne sürülmektedir. 1840'da yazdığı ilk kitabında "mülkiyet nedir?" sorusuna, "mülkiyet hırsızlıktır" yanıtını vermiştir. 1846'da da "Sefaletin Felsefesi"nde işçilerin sermaye düzenini ortadan kaldırma gereği duymadan üretim araçlarını nasıl ele geçirebileceklerini ortaya koymuştur. Proudhon'un amacı, burjuva sınıfını işçi sınıfıyla kaynaştırmak, ikisinden bir bütün oluşturmaktır. Böylece, emek ve sermaye karşıtlığı da ortadan kalkacak, mutlu bir dünyanın kuruluşu sağlanmış olacaktır. O'na göre, bu ideal topluma ulaşmak için "kötülüklerin kaynağı Tanrı ve inanç" ortadan kaldırılmalı, devlet ve kilise tasfiye edilmelidir. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
100
3.4. Karl Marx ve Sosyalizmin Teorileştirilmesi
3.4.1. Tarihsel Materyalizm
?
Tarihsel materyalizm'e göre sınıflar neye göre ortaya çıkmaktadır? Yaygın anlayışa göre, sosyalizm, tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm olmak üzere iki ayrı disiplinden oluşmaktadır. Bu ayrımda tarihsel materyalizm, sosyalist teorinin bilimsel yanını (tarih ya da toplumbilimi), diyalektik materyalizm ise felsefi yanını ifade etmektedir. Marx'a göre, tarihin herhangi bir döneminde belirleyici olan bir düşünce kendiliğinden oluşmamıştır. Düşünce, ancak o dönemin maddi koşullarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Buna göre; bireysel ve toplumsal yaşamın gelişimi tümüyle maddi koşulların, iktisadi etkenlerin belirleyiciliğine bağlıdır. Sınıfların tarihi üretimin belli tarihsel gelişim evrelerine bağlıdır. Diğer bir deyişle insanlar üretim araçlarını üreterek dolaylı biçimde maddi yaşamlarını üretirler. Böylece uygarlığın araçlarını üreterek dolaylı biçimde maddi yaşamlarını üretirler. Maddi yaşamın üretim biçimi genel olarak toplumsal, siyasal,düşünsel yaşam sürecini belirler. Yani alt yapı üst yapının oluşmasında temel faktör olmaktadır. Böylece, tarihsellik Marx'ın düşüncesinde belirleyici olmaktadır.
3.4.2. Diyalektik Materyalizm
?
Karl Marx, diyalektik materyalizmi hangi düşünürden yararlanarak geliştirmiştir? Marx'ın tarihteki gelişmelerin ekonomik nedenlere dayandığı teorisinin yanısıra, ekonomik güçlerin etkisiyle işleyen bir "ilerlemeci evrim" ya da "tarihsel dinamikler" olarak tanımlanabilecek bir teorisi daha vardır. Bu ikinci teori, Alman düşünürü Hegel'den yararlanılarak gelitirilmiştir. Hegel'in "diyalektik" adı verilen kavramı, tarihi her aşamada egemen "idea"nın bir tez rolü gördüğü zıtların kavgasına dayanmaktadır. Bu tez, daha sonra bir "antitez" ile yani kendi karşıtı ile karşılaşmakta ve sonunda onun tarafından yenilgiye uğratılmaktadır. Bu çatışma, en sonunda, hem tezin hem antitezin en değerli öğelerini kendinde birleştiren bir "sentez"in türemesine yol açmaktadır. Her sentez, sırası gelince, yeni bir tez durumuna gelip, çok geçmeden kendi antitezi ile çatışmaya düşmektedir. Bu süreç "yetkin devlet"in gerçekleşmesine kadar sürmektedir.
?
Karl Marx'ın diyalektik materyalizmi nasıl işlemektedir? Marx, Hegel'in "idealar" adını verdiği olguya "ekonomik sistemler" kavramını koymuştur. Diğer bir deyişle birbirinden farklı her üretim düzenini kendine eşlik eden, mülkiyet ilişkileriyle birlikte, en yetkin düzeye ulaşmaktadır. Ondan sonra,
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
101
üretim düzenini çöküşe götürecek çelişkiler ortaya çıkmaktadır. Bu süre içinde, ona zıt bir düzenin temelleri atılmaktaydı. Bu iki üretim düzeni arasındaki çatışmanın sonucunda en değerli öğeler alınmakta ve yeni bir sistem ortaya çıkartılmaktadır. Bu dinamik süreç, "komünizm" düzenine ulaşılana dek sürecekti. Komünizm döneminde de değişme görülecekti, ama değişme komünizmin sınırları içinde kalacaktı.
3.4.3. Sınıf Kavgası Çağımızda mücadele hangi sınıflar arasında gerçekleşmektedir?
?
Marx'a göre tarihe konu olan iki büyük kavga vardır. Biri ekonomik sistemler arasında, diğeri sınıflar arasında gerçekleşmekteydi. Marx, malların üretiminde, dağıtımında ve değişiminde farklı rolleri olan grupları "sınıf" olarak tanımlamıştır. Örneğin, sermayeyi ellerinden bulunduran insanlarla, emeği ile geçinenler birer sınıf oluşturmaktaydı. Marx'ın değerlendirmesine göre, ilkçağda, efendilerle köleler, patrisiyalarla plepler arasında sınıf kavgası gerçekleşmiştir. Ortaçağ boyunca çatışma; lonca ustaları ile kalfalar ve çıraklarla olduğu gibi, feodal beyler ve serfler arasında da vardı. Çağımızda bu mücadele kapitalistler sınıfı ile proleterya arasında bir kavgaya dönüşmüştür. Marx, proleteryanın bu mücadeleden başarıyla çıkarak sınıfsız bir toplumu yaratacağı inancındadır.
3.4.4. Artı Değer Artı değer nedir?
?
Marx, bu teorisiyle iktisat bilimine en büyük katkıyı yapmıştır. Artı değer teorisi, değişim değeri olan tüm zenginliklerin işçilerce yaratıldığı inancına dayanmaktadır. Pazarlanabilen tüm malların değeri, onları üretmek için gerekli emeğin niceliği (miktarı) tarafından belirlenir. Sermaye birşey yaratamadığı gibi, sermayeyi yaratan da emektir. Bununla birlikte, işçi zahmetli çalışmasının ya da becerisinin ürünü olan değerden hakkı olan payı alamaz. Aldığı genellikle varlığını sürdürmesine yeten bir ücrettir. Değerin geri kalan bölümü, çeşitli parçalara ayrılır. Fabrikanın aşınma payı, fabrikanın genişletilmesi ve vergiler gibi kalemler çıkartıldıktan sonra önemli bir parçası, faiz, rant ve kâr olarak kapitalistin cebine girmektedir.
4. Milliyetçiliğin (Ulusalcılığın) Ortaya Çıkması 4.1. Ulus ve Ulusalcılık Nedir? Ulus ve ulusalcılığın ortaya çıkmasında hangi olaylar etkili olmuştur? AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
102
Tarihin en eski çağlarından beri sosyal bir varlık olarak toplu halde yaşayan insanın, bir topluluk biçiminde "millet /ulus" niteliğini alması 18. ve 19. yüzyıllarda gerçekleşmiştir. Özellikle, Amerikan ve Fransız Devrimleri sonucu ortaya çıkan eşitlik, özgürlük, dayanışma ve halk egemenliği gibi kavramlar; ulus ve ulusalcılığın çağdaş bir biçimde ele alınmasını sağlamıştır. Kısaca, ulus; bir topluluk oluşturma bilincine sahip, ortak bir kültürü paylaşan, açıkça belirlenmiş bir toprak üzerinde yerleşik, ortak bir geçmişe ve gelecek projesine sahip ve kendi kendini yönetme hakkına sahip bir insan grubu olarak tanımlanabilir. Ulusun beş boyutu bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla; psikolojik (bir grup oluşturma bilinci), kültürel, toprağa ait (teritorial), siyasal ve tarihseldir.
?
Ulusalcılık hangi özelliklere sahiptir? Ulusalcılık kavramı ise, ulus olmanın ya da ulus oluşturmanın bilincidir. Başka bir tanımlama ile, dünya toplumlarının ulus öncesi oluşumlardan, ulus olma aşamasına varma çabasının hem ürünü, hem de ideolojik aracıdır. Bu nedenle, ulusalcılık yeknesak, değişmez, homojen bir ideoloji değildir. Ulusal oluşumun evriminden ve yapısal değişikliklerden etkilenen devingen bir akım olarak değerlendirilebilir. Ulusalcılık, ulus öncesi yapıların kendisini tasfiye ederek, yerine daha güncel gereksinmelere yanıt veren kurumların, daha ileri düzeyde yaşam ve yönetim biçimlerinin geçmesini hedef alarak doğmuştur. Bu bağlamda, ulusalcılık, ulus-öncesi kurumlardan ulus oluşa yönelmenin önündeki engelleri aştığı ölçüde tarihsel açıdan ilerici bir niteliğe sahiptir. Ayrıca, ulusalcılığın sahip olduğu özelliklerden biri de değişik toplumsal düzeylerdeki ve farklı kültürel geçmişlere sahip insanları bir araya getirme yeteneğine sahip olmasıdır.
4.2. "Ulus"un Ortaya Çıkması
?
Ulusun ortaya çıkmasını sağlayan sosyo-ekonomik yapı nasıldır? Ulus adı verilen toplumsal olgu, feodal düzenin bozulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi, feodal düzen kırsal ve kentsel olmak üzere ikili bir yapı üzerine oturmuştu. Kırsal alanda feodal bey ve serf ilişkisi yoğun bir şekilde göze çarpmaktaydı. Bu düzende feodal beyin ve kilisenin toprakları üzerinde değer üreten unsur serf idi. Önceleri, serfi toprağında belirli günler çalıştıran ve "emek-rant" alan feodal bey, sonradan bu rantı serfe bırakmıştır. Bu gelişme sonucunda feodal bey, serfe bıraktığı topraktan "ürün-rant" almaya başlamıştır. Feodal düzenin son dönemlerinde para ekonomisinin ortaya çıkmasından sonra da, feodal beyin aldığı bu rant, "para rantı"na dönüşmüştür. Bu süreç sonunda serf elinde daha fazla "değer" ve para tutabilmiştir. Bununla birlikte, bu dönemde nüfusun artması ve serfin üretimden daha çok pay alması üzerine toplumda talep artmıştır. Bu sosyo-ekonomik gelişme lonca sisteminin etkinliğini azaltmıştır. Toplumsal gereksinimleri karşılamak için daha fazla mal üretilmeye başlanmıştır. Bu ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
103
fazla üretim kentler arasında ilişkinin sınırlı olduğu, seyahatin güçlükle yapılabildiği ve ticaretin sadece lüks maddelerle sınırlı bulunduğu "kendi kendine yeterli" kapalı ortaçağ ekonomisinde bir canlılık yaratmıştır. Feodal düzenin daha yoğun yaşandığı kırlarda da ticaret yaygınlaşmıştır. Bunun doğal sonucu olarak serfler de kentlere kaçıp özgürleşmişlerdir. Yaşanan bu sosyal ve ekonomik değişmeler toplumda yeni bir sınıf oluşturmuştur. Burjuvazi adı veliren bu sınıf, pazara yönelik üretime yönelmiştir. Avrupa'da burjuvazinin ortaya çıkmasıyla feodal beylerin ve kilisenin nüfuzu azalmıştır. Ekonomik ve toplumsal yapıdaki bu değişme, Avrupa'da güçlü merkezi iktidarların kurulmasını sağlamıştır. Ticaret olanakları gelişmiş, ülkenin tüm bölgelerinde aynı yasaların uygulanmasına geçilmiş, "burg"ların surları içinde olan pazar bütün ülkeyi içine alacak biçimde genişlemiştir. Kapalı ekonomiden ulusal pazar ekonomisine geçilmiştir. Para kullanımı yaygınlaşmıştır. Ekonomik yaşama ağırlığını koyan burjuvazi, gücünü, maldan ve sermayeden almaya başlamıştır. 11. ve 12. yüzyıllarda krallıkların güçlenme sürecinin yarattığı pazar birliği, 16. yüzyılın sonunda "ulus"u oluşturan ögeleri ortaya çıkarmaya başlamıştır. Çünkü, yeni dönemde halkın ticaret yapabilmek için herşeyden önce ortak bir anlaşma aracı bulması gerekmiştir. Böylece, Ortaçağın latincesi önemini kaybetmiş ve bölgesel diller ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, 16. yüzyıldaki dinsel alandaki reform hareketi Papalık'ın ve kilisenin etkinliğini iyice azaltmıştı. Her krallıkta "ulusal" mezhepler ve kiliseler türemiştir. Bazı düşünürler de "Doğal Hukuk İlkeleri" adı altında mevcut düzeni sorgulamışlardır. Devlet, toplumsal sözleşme, ulusal egemenlik vb. kavramlar çerçevesinde burjuvazinin ekonomik ve siyasal yapısını güçlendirmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri olan John Locke ulusal egemenlik kavramına, devletin kapitalist düzenin alt yapısının oluşturma ve üretimin güvence altına alınma anlamını da yüklemiştir. Buna göre, devlet, mülkiyet hakkını koruyacak ve müdahale etmeyecekti. Devlet, yalnızca, toplumsal üretim sürecini engelleyecek risklerin ortadan kaldırılması görevini yerine getirecekti. Fransız Devrimi'nden önce J. J. Rousseau da, genel irade kavramını geliştirmiştir. Buna göre, devlet iktidarının bütünüyle ortaya çıkabilmesi için vatandaşların elindeki iktidar gücünü biraraya getirmek zorunluluğu vardır. Bir karar almak sözkonusu olunca bütün halkı toplamak ve halkın herbirinin açıkladığı iradelerin toplamını alarak genel iradeyi bulmak gerekiyor. Rousseau'nun bu yorumu; çağdaş "ulus" kavramının oluşmasında ve "ulus-devlet" yapılarının ortaya çıkmasında büyük katkısı olmuştur. Kuşkusuz, Fransız Devrimi sırasında Emmanuel Sieyes'in "Üçüncü Kuvvet Nedir?" sorusunu sorması ve buna "her şeydir" yanıtını vermesi "ulus" unsurunun tanımlanmasında etkili olmuştur. Böylece, "her şey" olan üçüncü kuvvet "ulus"la aynı anlama gelmiştir. 18. yüzyılda hangi değerler çağdaş ulus kavramının oluşmasını sağlamıştır? AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
104
Bu siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel değişmeler aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların birbirleriyle daha fazla ilişkiye girmelerine neden olmuştur. Hatta, insanlar aynı gruba üye olmanın bilincine varmışlardır. Giderek ortak dil, ulusal din, ortak ülkü, ulusal karakter ve değerler üretmeye başlamışlardır. Böylece, 18. yüzyılda çağdaş anlamda "ulus" ortaya çıkmıştır.
4.3. Ulusalcılığın Ortaya Çıkması Ulusalcılığın tarih sahnesine çıkmasında Avrupa toplumlarının pre-kapitalist bir ekonomiden, kapitalist bir düzene geçmesi etkili olmuştur. Nitekim, bu tarihsel atılımda ulusalcılık, dağınık ekonomik grupların, toplumsal birimlerin ortak bir ulusal karar merkezinde toplanmasını benimsemiştir.
?
Ulusalcılığın ortaya çıkmasında ekonomik gelişmelerin ne gibi etkisi olmuştur? Üretim ve bölüşümün ulusal düzeyde yaygınlaşması ve ulusallaşması, ekonomik birim olarak tüm ulusun alınması, emeğin, sermayenin ve pazarın etkinliğinin o döneme kadar görülmemiş bir büyüklüğe ulaşması, üretici güçlere büyük bir dinamizm kazandırmıştır. Bu hareketliliğin gerçekleşmesini ideolojik planda savunan ulusalcılık, coğrafi ve siyasal engellerle bölünmüş bir nüfusu hem yatay olarak hem de dikey olarak tek bir otorite altında bütünleştirmeyi hedeflemiştir. Bu bağlamda, bireyler ve gruplar ulusal birliğe çağırılmıştır. Savunulan ulusal birlik, birbirine benzemeyen birimlerin organik dayanışmasından güç alan, dinamik bir ekonomik yapı üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu ekonomik yapı da, bilime, yeni buluşlara, yaratıcılığa açık, kazanmaya ve başarmaya dayalı bir toplum felsefesini beraber getirmiştir. Bu süreçten sonra, bireylerin bağlılıkları; yerel güçlere ve kilisenin kutsallık atfedilen gücüne değil, ulusun tümüne bağlılık biçimine dönüşmüştür.
?
Burjuvazi sınıfı ile ulusalcılık arasında ne gibi bir ilişki vardır? "Tanrısal egemenlik" anlayışı ve ayrıcalıklı ilişkiler ortadan kalkınca, mutlak monarşiler, aristokrasi ve kilise birer siyasal güç olmaktan çıkmışlardır. Bu tarihsel dinamizm içinde Rönesans ve Reform hareketleri; düşüncenin özgürleşmesini, inancın bağımsızlaşmasını, siyasal iktidarın dünyevileşmesini ve bireylerin tüm faaliyetlerinde "akıl"a başvurmasını getirmiştir. Burjuvazi sınıfı, bu özgürleşmeyi ve atılımı yaratan güç olarak, siyasal iktidara ortak olmayı, liberalizmi, laikliği, temsili siyaseti ve eşitliği savunmuştur. Bunun doğal sonucu olarak ulusalcılık burjuvazinin savunduğu görüşlerden biri olmuştur.
?
Ulusalcılığın ortaya çıkmasında hangi kavramlar önemli rol oynamıştır? Ulusalcılık, bu tarihsel zorunluluk ve gelişmelerden sonra, 18. yüzyılda Amerikan ve Fransız devrimleri sırasında savunulan düşünceler sayesinde ortaya çıkmıştır. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
105
Nitekim, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, dayanışma ve ulus egemenliği kavramları ulusalcılığın tarih sahnesine çıkmasında temel rolü oynamıştır. Bu devrimleri yapanlara göre, "egemenlik ulusa ait ise", siyasal otorite ulusu temsil edenlerce kullanılması gerekiyordu. Bir başka deyişle, ulusalcılık, toplumsal otoritenin mistik, dinsel ve kısmi güçlerin elinden alınıp, ulustan kaynaklanan meşruiyete (yasallığa) dayandırılmasını sağlamıştır. Amerikan ve Fransız devrimleri sonucu şekillenen ve ulusalcılıkla bağlantılı olan yurttaş kavramı da belirli bir ülkede, belirli siyasal kurumlar içinde yaşayan bireyleri tanımlamak üzere kullanılmıştır. Bu tarihten sonra sınırlar her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Ulus-devlet bireylerin kendi hak ve görevlerini yerine getirebilecekleri bir kurum olmuştur. 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başlarında ulusalcılık, belli bir toprak parçasına, ortak dile, ideallere, değerlere ve geleneklere bağlanma biçiminde algılanmıştır. Bu duygu, aynı zamanda bir grubu, diğer gruplardan "farklı" kılan semboller (bayrak, marş gibi) ile özdeşleşmeyi gündeme getirmiştir. Bütün bu işaretlere bağlanmak bir kimlik yaratmıştır. Bu kimliğe yönelme, dün olduğu gibi bugün de halkı harekete geçirme gücüne sahiptir. Ulusalcılığın gerçekleştirmek istediği amaçlar nedir?
?
Ulusalcılığın etkin bir siyasal akım olarak ortaya çıkmasından sonra gerçekleştirmek istediği amaçları şöyle sıralayabiliriz: 1. 2. 3. 4.
Kendine özgü bir kimliği olan ulus inşa etmek Ulusal ekonomiyi yaratmak Ulusal yönetim organı yaratmak (ulusal devlet örgütünü her türlü birey, yöre ve grup üzerinde egemen kılmak) Ulusal bir kültür yaratmak
Fransız Devrimi, ulusalcılığın yayılmasına nasıl etki yapmıştır? Fransız Devrimi'nden sonra bu amaçları gerçekleştirmeye çalışan ulusalcılık, ilerici bir niteliğe sahipti. Bilindiği gibi devrim sırasında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi kabul edilmişti. Ulusalcı anlayış ve liberalizm, feodalizme ve kiliseye karşı birlikte mücadele etmişlerdi. Devrim sırasındaki ulusalcılar, amaçlarının özgürlük için zülme karşı mücadele olduğunu vurgulamışlardır. Böylece, ulusalcılar yurtsever bir özelliğe sahip olmuşlardır. Daha da önemlisi feodalizm altında acı çeken insanların özgürlüklerine kavuşmalarına ve onların bir ulus olarak kendi kendilerini yönetmelerine yardımcı olmayı görev olarak bilmişlerdir. Tüm bunların sonucu olarak, daha sonraki dönemlerde ulusun self determinasyon (kendi kendine yönetme hakkı), devrimin temel dış politika ilkesi olmuştur. Devrim savaşlarının ve Napolyon yayılmacılığının gerekçesi haline gelmiştir. Özellikle Napolyon Savaşları tüm Avrupa'da ulusal siyaset anlayışını yaymıştır. Bu nedenle, Rusya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çok uluslu yapıların çözülmesiAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
106
ni hızlandırmıştır. Ancak, Alman, İspanyol ve Rus ulusalcılığı da bu savaşların sonucunda uç vermeye başlamıştır.
4.4. Ulus ve Ulusalcılığın Ortaya Çıkmasına Yönelik Bazı Teorik Yaklaşımlar
?
Ulus ve ulusalcılık hakkında farklı görüşler ileri sürülmesinin temel nedeni nedir? Ulus ve ulusalcılık konusundaki yayınlara bakıldığında, çoğunda, "Bir millet nedir?" sorusunun önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Çünkü, pek çok insan topluluğundan hangisinin "ulus" biçiminde nitelenmesi gerektiği konusunda ortak bir kriter bulunmamaktadır. Ancak, konuya ilgi duyan bazı düşünürler, ulus olmak için hangi nesnel kriterlerin bulunması gerektiği ya da belirli grupların "milletleşirken" belirli grupların neden "milletleşemediği" konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlar, genellikle dil veya etnik köken gibi tek bir kritere dayandırıldığı gibi dil, ortak toprak parçası, ortak tarih, kültürel özellikler gibi kriterler kümesine de dayandırılmaktadır. Bu bağlamda, çoğu düşünür, ulus ve ulusalcılık kavramlarını modern olgular olarak değerlendirmektedir. Ernest Gallner'e göre, ulus ne istençli olarak ne de "Alman romantik milliyetçiliği" ile tanımlanabilir. Ortak bilinç ancak, ulusal bir kimliğin varlığına karşılık gelmektedir. Ulusları meydana getiren şey ise, uluslaşmanın kendisidir. Gallner'in burada işaret etmek istediği nokta, ulusalcılık; ancak, kaynağı, yöntemi ve meşruluğu ne olursa olsun mevcut tarihi koşullar içinde bir ulus çıkarma "yeteneği" gösterebilmişse ulusun yaratılabileceğidir. Yani, ulusla ilgili faktörlerin ulusu oluşturacak şekilde düzenlenmesi, biraraya getirilmesi, toplumsal güç ve ilişkilerin sonuç yaratacak şekilde kanalize edilmesiyle bu gelişmenin olanaklı olabileceğidir. Gallner, ulusun oluşumunda ulusalcılığın rolünü şöyle ifade etmektedir: "İnsanları sınıflandırmanın doğal, Tanrı vergisi bir yolu olarak, içkin ama uzun süre gecikmiş bir siyasal gelecek olarak uluslar, bir söylemden ibarettir; bazen önceden varolan kültürleri alan ve bunları uluslara çeviren ulusalcılık, bazen ulusları icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri yok eder; iyi de olsa kötü de olsa bu bir gerçekliktir". Gallner, bu gelişmenin de sanayi toplumunun ortaya çıkmasıyla olanaklı olduğunu öne sürmektedir.
?
Benedict Anderson, ulusalcılığın ortaya çıkmasını neye dayandırmaktadır? Benedict Anderson, "ulus olma"nın ve ulusalcılığın toplumsal ve kültürel ürünler olduğunu savunmaktadır. Diğer bir deyimle, ulus, toplumsal olarak bir işbirliği sonucu ortaya çıkmıştır. Anderson'a göre, "ulus, tahayyül edilen bir siyasi topluluktur. Çünkü, üyeler hiçbir zaman kendi toplumlarının tüm üyelerini bilemezler, onlarla yüzyüze gelemezler. Bununla birlikte her birinin düşüncesinde kendileriyle ortak yanları olan ve ayrı inancı paylaşan insanların ve toplumun hayali mevANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
107
cuttu". Anderson, insan gruplarının bu birikime, bu anlayışa 18. yüzyılın sonlarında ulaştığı inancındadır. Karl Marx, ulusların oluşumunu neye dayandırmaktadır?
?
Modern döneme damgasını vuran Karl Marx da, ulusların oluşumunu burjuvazinin gelişim sürecinin bir parçası olarak değerlendirmiştir. Marx bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: "Burjuvazi, halkın üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık haldeki durumunu ortadan kaldırma gücünü elinde tutar. Dağınık halkı biraraya toplar, üretim araçlarını merkezileştirir ve mülkiyeti birkaç elde toplar. Bunun doğal sonucu ise, siyasi menkezileşmedir. Çeşitli çıkarları, kanunları, hükümetleri ve vergi sistemleri olan bağımsız veya kısmen bağımlı bölgeler tek ulus, tek hükümet, tek kanun, tek ulusal çıkar ve tek gümrük tarifesi altında birleşmiş olurlar". Bir başka deyimle, Marx, "ulus"un oluşumunu burjuvazinin artan bir şekilde özgürleşmesinin bir sonucu olarak değerlendirmektedir. E. J. Hobsbawm'a göre ulusalcılık hangi tarihsel aşamalardan geçerek oluşmuştur? Belli bir ulusun kendi devletini kurmak ya da varolan bir ulus-devletin savunulmasını öngören ulusalcılık konusunda da farklı teoriler öne sürülmektedir. Bunlardan biri olan ünlü tarihçi E.J. Hobsbawm, ulusalcılığın temelde üç tarihi sürece sahip olduğunu belirtmiştir. O'na göre, kavram başlangıçta kültürel, edebî folklorik bir içeriğe sahip olmuştur. Bu aşamada dernekler gibi yarı siyasal kuruluşlar oluşurlar ve bu derneklerin daha çok tarihe yönelik bir ilgi ve ulusalcı eksende bir tarih yorumu ortaya koyarlar. İkinci aşamada, ulus düşüncesini savunanlar çeşitli düzeylerde politik kampanyalar düzenlerler. Amaç, ulusalcılığa kültürel destek sağlamak, sosyolojik aidiyetten politik bir program çıkartmak, ilgili topluluğu ortak hedefler etrafında toplayarak siyasal aidiyete geçmektir. Son aşama olan üçüncü aşamada da bu kitlesel destek elde edilir ve siyasal toplum içinde beliren iktidara etkin bir şekilde katılım sağlanır. Hobsbawm, bunlara rağmen, dünyada gelişen ulusalcı hareketlerin aynı süreçlerden geçmeyebileceğini de ifade etmektedir.
4.5. Ulus-Devletin Ortaya Çıkması Siyasal toplumun oluşumundan itibaren sürekli "egemen bir üst otorite" varolmuştur. Üst otoritenin niteliğine yönelik iki temel ayrım yapılabilir. Birincisi, göçerliğin etkin olduğu "klan, kabile" gibi yapılarda otoritenin şahsiliğidir. Ancak, yerleşik düzene geçildikten sonra nüfusun artması, işbölümü ve uzmanlığın gelişmesinden dolayı otorite kurumlaşmaktadır. Otorite kişilerden bağımsız bir kurallar ve kurumlar bütünü olarak ortaya çıkmaktadır. İkincisi ise; siyasal otoritenin meşruiyet kaynağı ile ilgilidir. Fransız İhtilali'nden önce kişi ve kurumlar yönetme hakkını, halk da itaat etme görevini, yüce, kutsal bir AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
108
unsurdan aldıklarına inanmışlardır. Batı siyasal düşünceler tarihinde egemenin meşruiyetini halktan aldığı fikrinin açıkça işlendiği ilk eserlerden biri Thomas Hobbes'un "Leviathan" adlı eseridir. Hobbes'a göre halk, egemene, bir toplumsal sözleşme ile doğal haklarını devreder. Bu hakları devrettikten sonra da bir daha egemene karşı ileri süremez. Fakat, egemenliğin kaynağı konusundaki en önemli değişiklik, J.J.Rousseau'nun görüşlerinde ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi, Rousseau, halkın tebaalıktan yurttaşlığa geçmesini ve yönetimde meşrutiyet kaynağı olması gerektiğini öne sürmüştür. Bu anlayış, Fransız İhtilâli'nde uygulamaya sokulmuştur.
?
Ulus-devlet hangi olayla ortaya çıkmıştır? Bu bağlamda, Fransız İhtilâli sonucu etkin bir şekilde ortaya çıkan ulusalcılık, ulus ve devleti birbirine bağlamanın yollarını araştırmıştır. Bunun için ulusu siyasallaştırmanın yanısıra, kültürel ve siyasi değerleri birleştirerek bir ulus-devlet projesi yaratmaya çaba göstermiştir. Nitekim, 19. yüzyılın başlarından itibaren ulus-devletler tarih sahnesine çıkmıştır. Ernest Gellner, ulusalcılıkla ulus-devlet ilişkisini, "ulusalcılık temelde, siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal ilkedir" şeklinde açıklamaktadır. Şüphesiz, ulusalcılık, etnik ya da kültürel eksende biraraya gelmiş türdeş bir halk istemektedir. Bunu da, ulus-devlet aracılığıyla gerçekleştirmeyi öngörmüştür.
?
Ernest Gellner, ulus-devletin ortaya çıkmasını nasıl açıklamaktadır? Ulusalcılığın tahayyülünde devlet, sadece toplumsal ilişkileri düzenlemekte teknik bir zorunluluk olmayıp, bundan daha da önemlisi, modernleşmeyi gerçekleştirecek bir organizasyon olmasıdır. Nitekim, Gellner'e göre, "sanayileşme ve onunla birlikte cereyan eden karmaşık işbölümünün talepleri tarafından harekete geçirilen merkezileşme süreçleri" kaçınılmaz olarak ulus-devletleri doğurmuştur. Sanayileşme sürecinde kırsal toplumsal örgütlenme biçimini kökten değiştirecek ve yeni ilişki biçimlerini oluşturacak merkezi bir güce ihtiyaç vardır. Adı devlet olan bu merkezi güç, ortak bir dil ve ortak eğitimle homojen bir toplumsal ilişkiler ortamı oluşturmak zorundadır. Bu talep kaçınılmaz olarak "siyasal birim ile kültür arasındaki ilişkide derin bir uyarlama yapmayı" gerektirir. Dolayısıyla her kültürün karşılığı olan ulus, kendi devletine ulaşır. 19. yüzyılda, ulus-devletin bir siyasal birim olarak ortaya çıkması, yalnızca Avrupa'da değil, dünyanın diğer bölgelerinde de bir model olarak benimsenmiştir.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
Özet Kapitalizm, sermayenin temel üretim aracı olduğu bir sistemdir. Bu sistem, ortaçağın sonlarında feodal sistemin çözülmesinden sonra ticaretin canlanması sonucu ortaya çıkmıştır. 12. ve 13. yüzyıllardan itibaren parasal kredilerin alınıp verilmesinin özendirilmesi için dinî ve hukukî yapının değiştirilmesi, sermaye birikiminin gerçekleşmesini kolaylaştırmıştı. Kapitalizmin ilk türü olan ticari kapitalizm, coğrafik keşifler, parasal, teknik devrimler ve rönesans-reform hareketleri sonucu iyice gelişmiştir. Ticari kapitalizm döneminde altıngümüş gibi değerli madenler ön plandadır. İktisadi politika ise merkantilist'tir. Paraya dayanan, ulusalcı ve müdahaleci niteliklere sahip merkantilizm, Avrupa ülkeleri tarafından farklı biçimlerde uygulanmıştır. Ticari kapitalizmden sonra sanayi devriminin ortaya çıkmasıyla sanayi kapitalizm dönemi başlamıştır. Piyasa ekonomisine dayanan sanayi kapitalizminde sermaye ve işgücü birbirinden ayrılmaktadır. Bu nedenle sınıfsal çelişkiler artmıştır. Liberalizmin egemen olduğu bu sistemde; üretim özgürlüğü, ticaret özgürlüğü fiyat ve rekabet özgürlüğü gibi ilkeler mevcuttur. Kapitalizme bir tepki olarak doğan sosyalizm ise, Karl Marx ve Frederich Engels tarafından sistemleştirilmeden önce ütopyacı bir aşama geçirmiştir. Ütopyacı sosyalistler, işçi sınıfının içinde bulunduğu kötü koşullardan kurtarmayı düşünmüşlerdir. Ancak, düşüncelerini uygulamaya sokamamışlardır. Karl Marx, tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm alanlarında görüşler ileri sürerek sosyalizme yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. O'na göre sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki mücadele, "sınıfsız bir toplumun" kurulmasıyla noktalanacaktır. Çağdaş dünyanın kurulmasında etkin olan kavramlardan biri de ulusalcılıktır. Fransız devrimiyle ortaya çıkan ulusalcılık, belli bir toprak parçasına, ortak dile, ideallere, değerlere ve geleneklere bağlanmaktır. Ulusalcılığın ilişkili olduğu en önemli olgulardan biri ulusdevlettir. 19. yüzyılın başlarından beri ulus-devlet bir model olarak benimsenmiştir.
Değerlendirme Soruları 1.
Aşağıdakilerden hangisi ticari kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan olaylardan biri değildir? A. Coğrafik keşifler B. Rönesans ve reform hareketleri C. Buhar makinesinin bulunması D. Matbaanın bulunması E. Borsaların kurulması
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
109
110
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
2.
Aşağıdakilerden hangisi Fransız Merkantilizminin en ünlü temsilcilerinden biridir? A. J. B. Colbert B. J. J. Rousseau C. Voltaire D. Luther E. John Stuart Mill
3.
Aşağıdakilerden hangisi Adam Smith'in ekonomik alanda liberal düşüncelerini dile getirdiği eserlerinden biridir? A. Toplum Sözleşmesi B. Ulusların Zenginliği C. Ansiklopedi D. Özgürlük Üzerine E. Üçüncü Kuvvet
4.
Aşağıdakilerden hangisi ütopyacı sosyalistlerden biri değildir? A. Saint Simon B. Charles Fourier C. Robert Owen D. Karl Kautsky E. Ludwig Feuerbach
5.
Aşağıdakilerden hangisi ulusalcılığın etkin bir siyasal akım olarak ortaya çıkmasından sonra gerçekleştirmek istediği amaçlardan biri değildir? A. Ulusal ekonomi yaratmak B. Kendine özgü bir kimliği olan ulus meydana getirmek C. Ulusal bir kültür yaratmak D. Ulusal yönetim organı yaratmak E. Sanayi yatırımlarının yapılmasını teşvik etmek
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Aybay, Rona; Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen. Yaşamı, Eylemi ve Öğretisi, İstanbul: 1970. Baechler, Jean; Kapitalizmin Kökenleri, (Çev: Mehmet Ali Kılıçbay), Ankara: 1986. Baydur, Mithat; Milliyetçilik, İstanbul: 1994. Bostancı, M.Naci; "Etnisite, Modernizm ve Milliyetçilik", Türkiye Günlüğü, Sayı: 50, (Mart-Nisan 1998). ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
KAPİTALİZM, SOSYALİZM VE MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKMASI
Gellner, Ernest; Milliyetçiliğe Bakmak, (Çev: Simten Çoşar, Saltuk Özertürk, Nalan Soyarık), İstanbul: 1998. Guibernau, Montserrat; Milliyetçilikler, (Çev: Neşe Nur Domaniç), İstanbul: 1997. Hamitoğulları, Beşir; Çağdaş İktisadi Sistemler, Ankara: 1986. Hobsbawm, E.J.; Milliyetler ve Milliyetçilik, (Çev: Osman Akınbay), İstanbul: 1993. Lande, S.David; Kapitalizmin Doğuşu, (Çev: Süleyman E. Gündüz), İstanbul: 1998. Marx, Karl - Engels, Friedrich; Komünist Manifestosu, (Çev: Yılmaz Onay), İstanbul: 1998. Sezgin, Ömür; Marx, Kapital ve Diyalektik Materyalizm, Ankara: 1986. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C.1, İstanbul: 1988. Timuçin, Afşar; Düşünce Tarihi, İstanbul: 1997.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. C
2. A
3. B
4. D
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
5. E
111
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ İLKÖĞRETİM ÖĞRETMENLİĞİ AÇIKÖGRETİM FAKÜLTESİ LİSANS TAMAMLAMA PROGRAMI
Çağdaş Dünya Tarihi
6. 7. 8. 9. 10
Ünite
T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI NO: 1078 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINLARI NO: 596
SOSYAL BİLGİLER ÖĞRETMENLİĞİ
Çağdaş Dünya Tarihi Yazarlar:
Prof.Dr. İhsan GÜNEŞ Yrd.Doç.Dr. Erol KUTLU Yrd.Doç.Dr. Kemal YAKUT Editör:
Prof.Dr. İhsan GÜNEŞ Prof.Dr. Cahit BİLİM
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir. "Uzaktan öğretim" tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.
Copyright © 1999 by Anadolu University All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without permission in writing from the University.
Tasarım: Yrd.Doç.Dr. Kazım SEZGİN
ISBN 975 - 492 - 834 - 7
Birinci Dünya Savaşı
ÜNİTE
6
Yazar Prof.Dr. İhsan GÜNEŞ
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Birinci Dünya Savaşının Nedenlerini, • Savaşın Yayılmasını, • Osmanlı Devletinin Savaşa Girişini öğreneceksiniz.
İçindekiler • Savaşın Nedenleri
115
• Savaşın Başlaması
118
• Savaşın Genişlemesi
118
• Savaşın Sona Ermesi
124
• Özet
126
• Değerlendirme Soruları
127
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
128
Çalışma Önerileri • Bir ansiklopediden ünitede adı geçen kişilerin biyografilerini öğreniniz. • Yanınızda atlas bulundurunuz ve olayların geçtiği yerleri dikkatlice belirleyiniz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
115
1. Savaşın Nedenleri 1914’te başlayan savaş, o güne kadar dünya uluslarının yaşadığı en kanlı olay olmuştur. Bu savaş, toplumun tüm kesimlerini derinden etkilemiştir. Dört yıl boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde Avrupa savaş sanayisinin ürettiği yeni silahlar oluk oluk insan kanının akmasına neden olmuştur. Niçin dünya ulusları böylesine kanlı bir savaşın içine girmişlerdir? Birinci Dünya Savaşı'nın genel nedenleri nelerdir?
?
Bu sorunun cevabını 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da meydana gelen gelişmelerde aramak gerekir. Bu gelişmeleri: • • • •
Endüstri Devrimi ve Sömürgecilik, Silahlanma yarışı, Milliyetçilik, Bloklaşma olarak ayırmak olanaklıdır.
Endüstri Devrimi ve Sömürgecilik: 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa’da temel zenginlik kaynağı topraktı. Bunu el sanatları ve ticaret izliyordu. Rönesans’ın getirdiği akılcı uygulamalar bilimi inancın dar kalıplarından çıkararak gözlem ve deneyin etkisi altına sokması, Avrupa’da önemli gelişmelere yol açtı. Tarım teknolojisinde yapılan yeniliklerle üretimde büyük artışlar sağlandı. Bilim adamları insan ve hayvan emeğinin yanında buhar gücünden de yararlanmanın yollarını araştırdı ve buharlı makinalar üretim alanına sokularak elle üretim devri kapandı, fabrikasyon üretim devri başladı. Havagazı, elektrik ve petrolün de sanayide kullanılması Avrupa’daki üretimi artırırken hammadde bulma ve üretileni satma sorunlarını ortaya çıkardı. İşte, bu iki olgu, Avrupa’nın güçlü devletlerini sömürgeleri elde tutma, yeni sömürgeler elde etme yarışına soktu. 19.yüzyılın son çeyreğinde Afrika’nın %11’i Pasifik adalarının %57’i sömürgeleştirilmiş iken yirminci yüzyılın başında Afrika’nın %90’ı Pasifik adalarının %99’u sömürgeleştirilmiştir. Büyük Devletler dünyanın hangi bölgelerini sömürgeleştirmişlerdir? Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaklaşık olarak yeryüzü yuvarlağının yarısı Avrupalı Devletlerin kontrolü altında bulunuyordu. Avrupalı devletler içinde en büyük sömürgeye sahip devlet İngiltere’ydi. Üzerinde güneş batmayan bu imparatorluğun Mısır, Sudan, Nijerya, Hint Yarımadası, Seylan, Çin Hindi dışındaki Güney Doğu Asya ülkeleri, Yeni Zelanda, Avusturalya, Kanada v.s. ülkeler onun denetimi altındaydı. O’nu Fransa izliyordu. Fas, Tunus ve Cezayir’i Osmanlı Devleti’nden alan Fransa, Çin Hindi’ni ve Afrika’nın çeşitli yerlerini sömürgeleştirmişti. Avrupa’nın üçüncü güçlü ülkesi Rusya ise Kafkaslara, Mançurya’ya doğru ilerleyerek egemenlik alanını genişletmiştir. Rusya, diğer ülkelerden farklı bir yaklaşımla hareket ederek girdiği toprakları fiili işgali altında almıştır. İtalya ve Almanya’nın birliğini sağlaması, Avrupa’lı devletlerin kendi aralarında kurdukları sömürgeci düzene ters AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
116
düşmüştür. Zira, bu iki devlet de diğerleri gibi büyük devlet olabilmek için sömürgeye ihtiyaç duyuyordu. Nitekim, İtalya, Osmanlı Devleti’nin kuzey Afrika’daki son toprağına göz koymuş ve 1912’de bu toprakları ele geçirmiştir. Almanya ise, Afrika içlerinde bazı toprakları sömürgeleştirmiştir. Ayrıca Pasifikte bazı adalar üzerinde egemenliğini kurmuştur. Belçika, Kongo Irmağı boyunda, sömürgeler oluşturmuştu. Portekiz ve Hollanda’nın da, Afrika’nın ve Asya’nın çeşitli yerlerinde sömürgeleri vardı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde bu devletlerin egemen olduğu toprakları şu tablo açıkça yansıtmaktadır:
İngiltere
Anavatan 120.979
Sömürge 10.500.000 (bin mil kare)
Fransa
204.092
4.367.000
“
Almanya
208.830
1.000.000
“
İtalya
110.646
185.000
“
Yukarıda adı geçen yerler tam sömürgeleştirilmiş yerlerdi. Bunun yanında Çin, İran ve Osmanlı İmparatorluğu gibi yarı sömürge durumuna getirilmiş yerler de vardı. Avrupa’nın bu güçlü devletlerinin Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın dışına yatırdıkları sermaye de çok artmıştı. Savaş öncesinde İngiltere, Fransa ve Almanya’nın dış yatırım toplamı120-160 milyar altın frank olarak tahmin ediliyordu. Bunun %45’i İngiltere’ye, %25’i Fransa’ya, %13’ü Almanya’ya aitti. Büyük devletler sömürgelerinin hammaddelerini ve ucuz insan gücünü kendi ulusal sanayilerini ve refah düzeylerini artırmak için kullanırken aynı zamanda oraları pazar olarak da kullanıyorlardı. Dolayısıyla, sömürgeci devletler, sömürgelerinin el değiştirmesine izin vermeyeceklerini söylüyorlardı.
?
Almanya hangi nedenlerle aşırı boyutta silahlanmıştır? Silahlanma Yarışı: Almanya bağımsızlığını korumak ve sömürge yarışında pay sahibi olabilmek için silahlanmanın zorunlu olduğuna inandı. Fransa’yla, Rusya’nın anlaşması üzerine Almanya, asker sayısını artırdı (1892). Balkan Savaşları’ndan sonra asker sayısını çoğaltıcı, orduyu modernize etmeye olanak sağlayıcı yasaların çıkarılmasına hız verildi. Bu, Fransa’yı kaygılandırdı. O da, askeri bir yasa hazırlayarak asker sayısını artırdı. Askerlik süresini uzattı, ordusunu modernize etti. Rusya ve Avusturya-Macaristan’da da benzer kararlar alındı ve uygulamaya geçildi. İngiltere ise, önce donanmasını güçlendirmeye yöneldi. Zira, kendisi bir ada devletiydi. 1904 yılında donanmasını yeniden düzenledi. “Drednot” adı verilen yeni bir gemi yaptı. 1908’den sonra kara ordusunu da güçlendirici önlemler aldı.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
117
Silahlanma yarışının tehlikeleri kısa sürede ortaya çıktı. İngiltere, bu gibi parçalayıcı bir politika izlemesi bu girişimi başarısız kıldı. Dolayısıyla, silahlanma hızla devam etti. Silahlanma yarışı sürerken, Genelkurmayların da siyasal iktidarı etkileme güçleri arttı. Bu da savaşa giden yolu kısalttı. Milliyetçiliğin ortaya çıkma nedenlerini ve amaçlarını tartışınız. Milliyetçilik: Fransız İhtilâli’nin başarıya ulaşmasından sonra, her ulusun kendi ulusal devletini kurma düşüncesi hızla Avrupa’ya yayıldı. İmparatorluklarda kaynaşmalar, hatta parçalanmalar başladı. Kendi ulusal devletlerini kurma düşüncesiyle başlayan milliyetçilik, giderek “devletin gücünü artırma, itibarını yükseltme” biçimine dönüştü. Bu da, devletler arasındaki çelişkileri artırdı, savaşa giden yolu kısalttı. Bloklaşma: Avrupa’daki bloklaşma yarışını, Almanya başlattı. Zira ünlü Alman devlet adamı Bismark, Fransa’nın Almanya’ya karşı duygularını çok iyi biliyordu. Bu nedenle Almanya’nın gücünü artırabilmesi için Fransa’yla yakın bir gelecekte savaşa girmeme politikası izledi. Fransa’yı diğer Avrupa devletlerinden uzak tutmak istedi. İlk bloklaşma hangi ülkeler arasında gerçekleştirilmiştir?
?
Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile anlaştı. Bu anlaşmanın kendine zarar vereceğinden korkan Rusyada, Almanya ile ittifaka yöneldi. Neticede tarihe Üç İmparatorlar Birliği olarak geçen bir antlaşma yapıldı. Ancak bu birliktelik uzun ömürlü olamadı. Zira Rusya ve Avusturya-Macaristan’ın Balkanlarda büyümek istemesi bu birlikteliği parçaladı. Fakat 1882’de Almanya-Avusturya-Macaristan ve İtalya bir araya gelerek üçlü ittifakı oluşturdular. Almanya’nın güçlenmesinden kaygı duyan Fransa ise Avrupa’da ittifak arayışı içine girdi. 1894’te Rusya ile anlaşmıştır. Fransa ile İngiltere 1904’te aralarındaki anlaşmazlığı sona erdirerek yeni bir antlaşma imzaladılar. Onu 1907’de İngiltere ile Rusya arasında imzalanan anlaşma izledi. Böylece Avrupa’da Üçlü İtilaf adı verilen yeni bir blok doğmuş oldu. Üçlü itilaf blokuna hangi ülkeler katılmıştır? Almanya’nın öncülüğünde Üçlü İttifakın kurulması Avrupa’yı ikiye böldü. Bu bloka karşı Fransa, Rusya ve İngiltere de bir araya gelerek Üçlü İtilaf Blokunu oluşturdu. Artık Avrupa’da, Balkanlar’da ve Afrika’da meydana gelen olaylarda devletler değil bloklar yüzyüze gelmeye başladı. Bu da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında önemli rol oynadı.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
118
2. Savaşın Başlaması
?
Birinci Dünya Savaşı'nı başlatan olay nedir? Patlamaya hazır bir barut fıçısı haline gelen Avrupa, nihayet 1914 yazında patladı. Avusturya-Macaristan’ın izlediği politikayı ulusal çıkarlarıyla bağdaştıramayan Sırbistan, sürekli olarak Avusturya-Macaristan’ın egemenliği altında yaşayan Sırpları kıştırtıyordu. Avusturya-Macaristan’ın Osmanlı Devleti’nden aldığı BosnaHersek’teki Sırp faaliyetleri ise daha da yoğundu. Nitekim Kara El Örgütü’ne bağlı Gabriyel Prencip adlı bir Sırp milliyetçisinin 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliahdını öldürmesi, siyasi gerginliği artırdı. AvusturyaMacaristan Hükümeti, suikasdı işleyenlerin yakalanıp cezalandırılmasını, Avusturya-Macaristan’a yönelik zararlı Sırp faaliyetlerinin durdurulmasını, bu faaliyetleri yapan derneklerin kapatılmasını içeren bir ültümatomu Sırbistan Hükümeti’ne verdi. Sırbistan bu ültümatomdaki bazı noktaları kabul ederken bazılarına da kaçamak cevap verdi. Çünkü, O Rusya’ya güveniyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 25 Temmuz 1914’te Sırbistanla ilişkilerini kesti. 26 Temmuz da Sırbistan seferberlik ilân etti. Bunun üzerine 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilân etti. Rusya ve Fransa, seferberlik işlemlerine başladı. Almanya, Rusya ve Fransa’ya seferberliğin durdurulması için ayrı ayrı ültümatom verdi. İki devlette bu ültümatomları reddetti. Almanya, Rusya’ya savaş ilâan etti. (1 Ağustos 1924). Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı plan gereğince Belçika topraklarını geçen Alman askerleri 3 Ağustos’ta Fransa’ya saldırdı. 4 Ağustos 1914’te İngiltere Almanya’ya savaş ilân etti. 6 Ağustos’ta da Avusturya-Macaristan , Rusya’ya savaş ilân etti. Böylece, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki savaş bir Avrupa Savaşı biçimini aldı.
?
Savaş, Avrupa Savaşı’na dönüştüğünde hangi blok daha güçlüydü? Savaş başladıktan kısa bir süre sonra Alman Orduları, Fransız topraklarına girdi. Paris’in kuzeyindeki Marne nehrine kadar ilerledi. Fransız ordusu, Almanları burada durdurdu. Savaş, Eylül’ün ilk haftasında siper savaşı biçimine dönüştü. Doğuda, Avusturya-Macaristan orduları Ruslar’a karşı başarılı olamadı. Sırbistan’daki milliyetçiliği körüklediler. Sırp direnci arttı. Alman orduları bu cephede de başarılı savaşlar yaptı ve Rusları yenilgiye uğrattı. Denizler de ise, İngiltere başarılı oldu.
3. Savaşın Genişlemesi Avrupa’da savaşın başlamasından kısa bir süre sonra Japonya da Almanya’ya karşı savaş ilân etti (23 Ağustos 1914). İngiltere, Japonya’nın bu tavrını onaylamadıysa da tepki de göstermedi.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
119
Osmanlı Devleti, savaş başladığında tarafsız kalacağını belirtti. Ancak, yönetimde etkin olan Alman hayranı bir grup İttihâtçının hazırladığı senaryolar sonucu, Kasım 1914’te Osmanlı Devleti de Almanya, Avusturya, Macaristan’ın yanında savaşa girdi. İtalya ise, Üçlü İttifak Blok’u içinde bulunmasına rağmen, Avusturya-Macaristan’ın kendisine danışmadan Sırbistan’a savaş ilan ettiğini bildirerek, savaşa katılmayacağını, tarafsız bir politika izleyeceğini belirtti. Fakat İngiltere ve Fransa İtalya’yı kendi yanlarında savaşa sokmak için yoğun çaba gösterdiler. İtalyan kamuoyu ikiye ayrıldı. Bir bölümü tarafsızlık politikasına devam edilmesini isterken diğer bölümü “Büyük Devlet” politikası izlenmesini istedi. Savaşın başlangıcında iki grubun insan gücü karşılaştırıldığında Üçlü İtilâf Devletleri’nin daha avantajlı olduğu görülür. Zira Üçlü İttifak Grubunun 120 milyonluk gücüne karşılık, Üçlü İtilâf Grubu 238 milyon civarında idi. Ancak askeri disiplin, silah, cephane bakımından Üçlü İttifak Devletleri daha da güçlü idi. Özellikle piyade ve topçu silahları çok gelişmişti. İtilâf devletlerinden İngiltere’nin deniz gücü dikkati çekiyordu. Bunun farkında olan, Almanya denizaltı gemilerine büyük bir önem vererek onları geliştirmeye çalıştı. İtalyan yöneticileri, tarafsızlıklarını sürdürebilmek için Avusturya-Macaristan’dan Trentino ve Trieste’nin kendilerine verilmesini istediler. Avusturya-Macaristan, bu isteğe karşı çıkınca İtaly,a Üçlü İtilâf Bloku’na kaydı. 26 Nisan 1915’te imzalanan Londra Andlaşması’yla İtalya’ya Avusturya-Macaristan, Arnavutluk ve Osmanlı topraklarından pay verildi. Mayıs sonlarında İtalya Avusturya-Macaristan’a savaş ilân etti. Bulgaristan hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir? İtalya’dan sonra sıra Bulgaristan’a geldi. Her iki taraf da Bulgaristan’ı kendi yanına çekmek istiyordu. Zira, Üçlü İttifak Devletleri, Bulgaristan’ı kendi yanlarına çekerse Osmanlı Devleti’yle daha iyi bağlantı kurabilecek ve Osmanlı Devleti’ne daha kolayca yardım yapabilecekti. Üçlü İtilâf Devletleri ise, Bulgaristan’ın kendi yanlarına çekilmesiyle Balkanlardaki güç dengesinin kendi lehlerine döneceğini hesaplıyorlardı. Bulgaristan ise, II. Balkan Savaşı’nda kaybettiği toprakları yeniden nasıl alabileceğinin hesaplarını yapıyordu. Bu sırada, İtilâf Devletleri’nin Çanakkale’ye saldırıları başladığı için Bulgaristan bu saldırıların sonuçlanmasını kendi ulusal çıkarlarına uygun gördü. Osmanlı ordusunun direnişi İtilâf Devletleri’nin saldırısını başarısız kılıyordu. İşte bu durum, Bulgarları Almanlarla görüşmeye itti ve 6 Eylül 1915’te Almanya, Avusturya-Macaristan’la bir andlaşma imzaladı. Ekim 1915’te, Sırbistan’a saldırarak O da savaşa katılmış oldu. Romanya ise, Üçlü İttifak Bloku üyesi olmasına rağmen, İtalya gibi önce tarafsız bir politika izledi. 17 Ağustos 1916’da İtilâf Devletleri’yle bir anlaşma imzaladı ve Ağustos sonlarında da savaşa katıldı.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
120
Kral Konstantin ile Başbakan Venizelos’un görüş ayrılıkları Yunanistan’ı 1917’ye kadar savaş dışı bıraktı. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti aleyhine büyüme tutkusu 26 Haziran 1917’de O’nun İttifak Devletleri’ne savaş açmasına yol açtı.
3.1. Osmanlı Devletinin Savaşa Girişi ve Savaştığı Cepheler 28 Haziran 1914’te Avusturya Macaristan veliahdının öldürülmesi üzerine savaş başladı. Savaş başladığı zaman Osmanlı Devleti’nin askeri ve ekonomik gücü oldukça zayıflamıştı. Kısa süre önce İtalya daha sonra Balkan Devletleriyle yaptığı savaşları kaybetmişti. Bu savaşlar gerek maddi gerekse insan kaybı bakımından toplumu derinden etkilemişti. Halk bitkin, yorgun, umutsuz ve yoksuldu. Kaybedilen toprakların acısını unutamıyordu. Halk savaşlardaki yenilginin ve toprak kayıplarının nedenini Osmanlı Devletinin Avrupa’da oluşan blokların dışında kalışında aradığı için yalnızlık duygusundan kurtulmanın yollarını bulmaya yöneldi. Savaş öncesinde İngiltere’yle, Fransa’yla, Rusya’yla bir ittifak andlaşması ortamı aradı ise de olumlu bir sonuç alamadı. Savaşın başlamasına kadar Almanya’da Osmanlı Devleti bir ittifaka girişmekten kaçındı. 2 Ağustos 1914 yılında gizli bir anlaşma imzalandı.
?
Almanya, Osmanlı Devleti'ni hangi nedenlerden dolayı savaşa sürüklemiştir? Böyle bir andlaşma yapılırken Almanya’nın amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: Osmanlı Devleti’nin stratejik konumundan, gözüpek Osmanlı askerinden yararlanmak, savaşı geniş cephelere yayarak Üçlü İttifak devletlerinin askeri gücünü dağıtmak, Osmanlı Devleti’nin bu savaşa cihat savaşı görünümü kazandırarak Üçlü İtilâf Devletleri egemenliği altında bulunan tüm İslâmları bu savaşta Osmanlı Devleti’nin yanına çağırmak bir, fetva yayınlatıp Üçlü İtilâf Devletleri’nin sömürgelerinde isyan çıkartarak onları zor durumda bırakmaktı.
?
Osmanlı Devleti hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir? Osmanlı Devleti’nin amaçları ise, üçlü ittifak grubunu oluşturan devletlerin yardımı ile yakın dönemde kaybettiği, halkın çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğu toprakları yeniden kazanmak, içine düştüğü yalnızlık duygusundan kurtulmak, Kafkaslar ve İran üzerinden Orta Asya’ya ulaşarak Turan İmparatorluğunu kurmak, halifeye sarsılan otoritesini yeniden kazandırmak, azınlıkların elindeki ekonomiyi Türklerin eline geçirmekti. Osmanlı Devleti'nin bu amaçları tek başına gerekleştirmesinin zor olduğunu gören İttihatçılar, Avrupa’da ki yeni gelişmelerden yararlanmak istediler. Her ne kadar Osmanlı Devleti savaş başladığında tarafsızlığını ilân etmiş ise de sınırlarının güvenliğini korumak için seferberlik ilân etmiş, dolayısıyla savaşa hazırlanmaya başlamıştır. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
Osmanlı Devleti, hangi olayla savaşa girmiştir?
121
?
Osmanlı yöneticileri savaşa giriş konusunda kararsızdılar. Ancak bu sırada Almanya’nın Akdeniz’de bulunan iki gemisi Osmanlı Devletinin karasularına girdi (16 Ağustos 1914). Tarafsızlığı bozan bu girişim İtilâf Devletleri tarafından protesto edilmiştir. Ancak hükümet sözde bir andlaşmayla bu gemileri satın aldığını belirterek tepkileri önlemiştir. Bu gemilerin de içinde bulunduğu bir grup Osmanlı Donanması ,Başkomutan ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın ve Donanma Nazırı Cemal Paşa’nın emriyle tatbikat için Karadeniz’e açılmış 28-29 Ekim 1914’te Rus kıyılarını topa tutarak bir oldu bitti yaratıp Osmanlı Devleti’ni savaşın içine atmıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri Rusya’yla Osmanlı Devleti arasında çıkacak bir savaşı önleyecek bazı girişimlerde bulunmuş ise de başarılı olamamıştır. Rusya başta olmak üzere diğer İtilâf Devletleri Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etmişlerdir. Osmanlı padişahı da 14 Kasım 1914’te bir cihat fetvası yayınlayarak tüm Müslümanları Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaya çağırmıştır.
3.2. Kafkas Cephesi Kafkas cephesi hangi amaçla açılmıştır?
?
İttihat, Terakki yönetiminde etkin olan kimi güçler Pantürkizmi gerçekleştirmek için bu savaşı bir araç olarak görüyordu. Bunlardan biri de Enver Paşa idi. Rusya ile savaş başlayınca doğruca Erzurum’a giderek Üçüncü Ordunun komutanlığını üzerine aldı. Savaşı zamansız bulan kimi komutanları görevinden aldıktan sonra orduya saldırı emri verdi. 22 Aralık 1914’te başlayan Osmanlı saldırısı başarılı olamadı. Gerekli eğitim, silâh ve cephaneden yoksun Osmanlı askeri soğuk, hastalık yüzünden büyük kayıplara uğradı. Ocak ayının ilk haftasında yenildiğini anlayan Enver Paşa, İstanbul’a döndü. Bir süre cephelerde ciddi hareketler olmadı. 1915 yılı yazında Rus saldırıları yeniden başladı ve 1916 Şubatında Erzurum, Muş, 3 Martta Bitlis, 19 Nisan da Trabzon ve 25 Temmuz da da Erzincan Rus işgaline uğradı. Böylece büyük umutlarla başlatılan Kafkas taarruzu tam bir çöküntüyle sona ermiş oluyordu. Rusya, hangi antlaşmayla savaştan çekilmiştir? Rusya’da 1917 de Çarlık yönetimine karşı başlatılan ihtilal kısa süre sonra sosyalist bir içerik kazandı. Sosyalister savaşı sona erdirdiler. Bunun için ilhaksız ve tazminatsız bir barış yapılması konusunda Almanya’yla görüştüler. Bu görüşmeler sonunda da 3 Mart 1918’te Brest-Litowsk Anlaşması yapılarak Rusya savaş alanından ayrıldı.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
122
Osmanlı Devleti Brest-Litowsk Anlaşmasıyla Rusya’nun işgal ettiği tüm yerlerin boşaltılmasını sağladığı gibi 1878 Berlin Anlaşması’yla Rusya’ya bırakılan Kars, Ardahan ve Batumu’da yeniden kazanmış oluyordu. Bu anlaşma ile Ruslar, Kafkasları boşalttılar. Onların boşalttığı yerleri Osmanlı ordusu doldurdu. Fakat bir süre sonra İttifak Devleti yenilince, Osmanlı Devleti'nin ele geçirdiği Kafkas toprakları İtilâf Devletleriyle sorun olmaya başladı. İtilâf Devletleri Brest-Litowsk’i geçersiz saydılar.
3.3. Çanakkale Cephesi
?
Çanakkale Cephesi hangi nedenlerden dolayı açılmıştır? Birinci Dünya Savaşı süresince Osmanlı Devleti açısından son derece hayati önem taşıyan bir cephedir. İttifak Devletleri arasında en zayıfı Osmanlı Devleti olduğu gibi, İtilâf Devletleri arasında da Rusya’ydı. Rusya’nın diğer İtilâf Devletleri’yle bağlantısını sağlayan en kısa yol Osmanlı kontrolü altında idi. Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi ile bu yol kapatılmış, Rusya’ya yardım gönderilmez olmuş, Rusya’daki sorunlar artmıştı. Rus çarının isteği üzerine, İngiltere savaş meclisi, 13 Ocak 1915’te Çanakkale Boğazı’nın açılması için gerekli önlemlerin alınmasını kararlaştırdı. Osmanlı Hükümeti daha savaşa fiilen katılmadan önce Çanakkale Boğazı’nın girişine mayın dökmüştü. İngilizlerin Boğaz’a, ilk saldırısı Kasım 1914 yılı başlarında oldu. Ancak bu keşif hareketi niteliğinde olduğu için önemli bir çarpışma olmadı. İngiliz-Fransız ortak gemilerinden oluşan bir İtilâf Devletleri donanması 19 Şubat 1915’te Çanakkale kıyılarına karşı büyük bir saldırıya geçti. Büyük çarpışmalar başladı. 18 Mart 1915’te yapılan şiddetli deniz savaşında 7 zırhlısını kaybeden İtilâf Devletleri Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğini anlayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat Boğaz’ı geçmekten vazgeçmedi. Yeni bir durum değerlendirmesi yapılarak karaya asker çıkarılmasına karar verdiler. 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’na asker çıkardılar. Ancak uzun ve yıpratıcı olan bu savaşlarda İtilâf Devletleri amaçlarına ulaşamıyorlardı. 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal’in yerinde ve zamanında aldığı bilinçli önlemler İtilâf Devletleri’nin yenilmesine yol açtı. 6-7 Ağustos 1915’te Anafartalar’da yapılan göğüs göğüse çarpışmalar savaşın kaderini değiştirdi. 40.000 asker kaybeden İngilizler Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anladılar. Nihayet 1915 yılı sonlarında Çanakkale’den geri çekilmeyi kararlaştırdılar. Ocak 1916’da hiç bir amacını gerçekleştiremeyen buna karşın yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan İtilâf Devletleri donanması geri çekildi. Böylece Çanakkale cephesi sona erdi.
?
Çanakkale cephesi'nin sonuçları ne olmuştur?
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
123
Çanakkale cephesinin doğurduğu sonuçları özet olarak şöyle sıralayabiliriz. Rusya’daki iç gelişmeler yoğunlaşmış ve ihtilâle doğru gidiş hızlanmıştır. İtilâf Devletleri büyük bir prestij kaybına uğramış, Osmanlı Devleti’nin ülkesini korumak için her türlü özveride bulunabileceği anlaşılmış, Bulgaristan’ın savaşa girişi sağlanarak Almanya’yla Osmanlı Devleti arasındaki yardımlaşma daha da artmıştır.
3.4. Irak ve Kanal Cephesi Irak cephesi niçin açılmıştır?
?
Mısırı ele geçirerek Hindistan yolunu güvence altına alan İngilizler, Musul ve Kerkük’teki petrol yataklarına da göz koymuştu. Bunun için Basra’ya asker çıkardılar ve Bağdat’a doğru yürüdüler. Ancak Küt-ül Amare’de yenildiler. İngiliz General Charles Towshend ile birlikte 13.000 İngiliz askeri de esir alındı (29 Nisan 1916). Osmanlı Hükümeti bu başarıdan yeterince yararlanamadı. İngilizler yedek güçlerle cepheye yaptıkları saldırılar sonucunda (11 Mart 1917’de) Bağdat’a direnmeyle karşılaşmadan girdiler. Musul dışında Irak’ın büyük bir bölümü İngiltere’nin eline geçti. Kanal cephesi niçin açılmıştır? Almanya genelkurmayının belirttiği hedefler doğrultusunda savaştığı anlaşılan Osmanlı ordusu Filistin üzerinden Süveyş Kanalına doğru bir hareket başlattı. Cemal Paşa’nın komutasında başlatılan bu hareketin amacı İngiltere‘nin Hindistan’la ilişkisini kesmek, Mısır’ı daha sonra da diğer Afrika topraklarını Osmanlı yönetimine almak, Pan-İslamizmi gerçekleştirmekti. Cemal Paşa, bu hedefe ulaşabilmek için Şam’a geldikten sonra ciddi reformlara girişti. Ancak onun bu reformlarını Arap ulusalcılığının gelişmesine engel gören Araplar karşı çıktılar. Bunun üzerine Cemal Paşa sert önlemler almak zorunda kaldı. Bu önlemler İngiltere’nin de kışkırtmasıyla Osmanlı aleyhine bir akım yarattı. Cemal Paşa Ocak 1915’te Sina Çölünü geçerek Mısır’a girmeye çalışırken, Mısır’da İngiltere’ye karşı bir isyan hareketi oluşacağını sanıyordu. Ancak İngiltere, Mısır’a bağımsızlık vadederek bu kritik ortamı geçiştirmişti. O nedenle Süveyş Kanalına taarruz ettiğin yenildi. İngilizlerle bir andlaşma yapan Mekke Emiri Hüseyin’in Osmanlı ordusuna arkada saldırması İngiltere’nin işini daha da kolaylaştırdı ve Osmanlı orduları Suriye içlerine çekilmek zorunda kaldılar (1918). Mustafa Kemal’in aldığı önlemlerle daha fazla zayıata uğramadan bir kısım Osmanlı ordusu Halep ve Hatay’a çekildi.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
124
3.4. Osmanlı Devletinin Savaştan Ayrılması
?
Osmanlı Devleti hangi antlaşmayla savaştan ayırılmıştır? Amerika Birleşik Devletlerinin İtilaf Devletleri yanında savaşa girmesi I.Dünya Savaşı’nın gidişatını değiştirdi. Diğer devletler gibi Osmanlı Devleti de bu olaydan etkilendi. 1918 yılı yazı ve sonbaharındaki askeri hareketlerde İttifak Devletleri büyük güç kaybına uğrayarak geri çekildiler. 1918 Eylül’ün ikinci yarısında Bulgar cephesi yarıldı ve 29 Eylül’de Bulgaristan mütareke imzalamak zorunda kaldı. Almanya barış istedi. Arkasından Osmanlı Devleti mütareke talebinde bulundu. Mütarekenin yapılabilmesi için hükümet değişikliği gerekiyordu. Zira savaşan bir hükümetle barışın yapılamayacağı kanısı vardı. Bu nedenle Talat Paşa Hükümeti istifa etti (7 Ekim) yerine İzzet Paşa Hükümeti kuruldu (14 Ekim 1918). İzzet Paşa Hükümeti savaşı sona erdirmek için büyük çaba gösterdi. Küt-ül Amare’de Türk ordusunca tutsak alınan general Towsnhend’in da yardımıyla İngiliz General Calthorpe’la ilişki kuruldu. Hükümet 26 Ekim 1918 Bahriye Nazırı Rauf Bey’in başkanlığında bir heyeti Mondros’a gönderdi. Londra’da hazırlanarak Mondros’a gönderilen “Mütareke” metni Osmanlı temsilcilerine iletildi. Osmanlı temsilcileri, bu metin üzerinde bazı değişiklikler yapmak istedilerse de başarılı olamadılar. Wilson ilkeleri doğrultusunda hazırlandığı izlenimini veren fakat yoruma açık hükümleriyle Osmanlı Devleti’nin varlığını ortadan kaldırıcı nitelikler taşıyan mütareke metni 30 Ekim 1918’de imzalandı. Mondros Mütarekesiyle Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrıldı. Ancak fiili olmasa da kimi uygulamaları bakımından bu mütarekeyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu bağımsızlığını da yitiridi. Ülke yer yer İtilaf Devletleri’nin işgaline uğradı.Bu ülkede yeni bir savaşı başlattı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde verelen ve Milli Mücade olarak tarihe geçen bu savaş sonunda yeni bir Türk devleti kuruldu.
4. Savaşın Sona Ermesi Savaşın kaderini değiştirecek gelişmeler 1917 yılında yaşandı. 1917’ye kadar yıpratıcı siper savaşları her iki grubu da bir hayli yormuştu. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle Rusya’nın diğer İtilâf Devletleri’yle bağlantısı kopmuştu. Yokluklar, sıkıntılar artmış ve Rusya’da bir ihtilal hareketi başlamıştı. İhtilalin yarattığı otorite boşluğunu iyi değerlendiren Bolşevikler, Çarlık yönetimine son vererek Marksist ilkelere dayalı yeni bir yönetim kurduklarını açıkladılar. Rusya’da bir iç savaş başladı. Rus sosyalistleri, devlet yönetimini ile geçirebilmek için ilhaksız ve tazminatsız bir barış planı ortaya attılar. 3 Mayıs 1918’de imzaladıkları Brest-Litowsk andlaşmasıyla Birinci Dünya Savaşı’ndan çekildiler. Almanya, büyük topraklara sahip oldu.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
125
Rusya’nın bu savaştan çekilmesi Üçlü İttifak Devletleri’ni sevindirdi. Ancak, onun bıraktığı boşluk çok kısa süre içerisinde son derece güçlü, yıpranmamış Amerika Birleşik Devletleri tarafından dolduruldu. Amerika Birleşik Devletleri hangi nedenlerden dolayı savaşa girmiştir? Savaş başladığı zaman İngiltere, donanmasına dayanarak Almanya’yı abluka altına aldı. Bu durum, Alman ticaretine büyük bir darbe vurdu. Bunun üzerine, Almanya Denizaltı Savaşını başlattı. İngiltere’ye mal götüren tüm gemilere ateş açtı. Bu arada birçok gemi battı ve birçok insan öldü. Ölenlerin arasında Amerikalıların da olması Amerikan halkının tepkilerine yol açtı. Alman denizaltılarının faaliyetleri Amerikan ticaretini de engelliyordu. Amerikan Başkanı Woodrow Wilson, Alman denizaltılarının Amerika’yı savaşa süreklemesinden korkuyordu. Bu nedenle, savaşı barışçı yollardan bitirmek amacıyla 1916 yılında bazı girişimlerde bulundu. Bu durum, Denizaltı Savaşı’nı bir süre engelledi. İki grubun birbirine kabul edemeyeceği barış önerileri sunması savaşın sürdürülmesine neden oldu. Wilson’un ortaya attığı “zararsız barış” görüşü İtilaf Devletleri’nce de olumlu bulundu. Avusturya-Macaristan da barış yapılmasını istiyordu. Fakat, Almanya’nın ara verdiği Denizaltı savaşını yeniden başlatması Amerika’yla Almanya’nın diplomatik ilişkilerinin kesilmesine neden oldu. Amerikan Kongresi, Amerikan ticaretinin korunabilmesi için ticaret gemilerinin top taşımasını kararlaştırdı. Bu sırada, Almanya’nın Meksika’yı Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı kışkırtması Amerikan halkının tepkisine yol açtı. 6 Nisan 1917’de Amerika resmen savaşa girdi. Almanya, Amerikan orduları Avrupa’ya gelmeden Fransız ve İngiliz ordularını savaş dışı etmek için bazı planlar hazırladı. Fakat, yaz başında Almanya’nın yapacağı askeri harekatın savaşın kaderini değiştirici bir sonuç doğurmayacağı anlaşıldı. Temmuz 1918 ortalarında İtilâf Devletleri’nin saldırısı yorgun Alman askerleri üzerinde yıpratıcı etkiler yarattı. Lüdendorf’un “Alman ordusunun kara günü” olarak nitelendirdiği 18 Ağustos 1918 saldırısından sonra Almanya daha fazla yıpranmadan barış görüşmelerine başlanılmasının uygun olacağını kararlaştırdı. 30 Ağustos’ta Avusturya-Macaristan savaşa devam edemeyeceğini bildirdi. AvusturyaMacaristan’ın bu tavrı Almanlarca hoş karşılanmadı. Ancak, bundan çok kısa bir süre sonra 8 Eylül’de Alman askeri yetkilileri barış yapılması için gerekli işlemlere başlanmasını Başbakandan istediler. Avusturya-Macaristan, 15 Eylül’de bir konferans toplanarak barış görüşmelerine başlanmasını belirtti. Avusturya-Macaristan’ın bu girişimi Bulgaristan’ı korkuttu. Nitekim İtilâf Devletleri orduları, 15 Eylül 1918’de başlattıkları Makedonya saldırısına karşı koyamayan Bulgaristan barış istemek zorunda kaldı ve 29 Eylül 1918’te bir mütareke imzalayark Birinci Dünya Savaşı’ndan ayrıldı. Almanya’yla bağlantısı kopan Osmanlı Devleti’nin durumu güçleşti. Güney cephesinde de başarısızlığa uğrayan Osmanlı Devleti de 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle savaştan ayrıldı. Avusturya-Macaristan 3 Kasım 1918’de, Almanya ise 11 Kasım 1918’de birer mütareke imzalamak zorunda kaldılar. Böylece Birinci Dünya Savaşı da sona ermiş oldu. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
126
Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmek için yapılan girişimlerde Amerikan Başkanı Wilson’un görüşlerinin etkili olduğu görülmektedir. Zira, Wilson’a göre, savaşın sonunda yenen ve yenilen devletler birbirinden toprak taleb etmez, savaş tazminatı ödenmez ise, gizli diplomasiye son verilirse,barışı korumak için uluslararası bir örgüt kurulursa, sınırlar milliyet ilkesine göre çizilirse, uluslararası ticarette herhangi bir kısıntıya gidilemezse, demokratik düzenler kurulursa, savaşın tahribatı giderilebilir ve yeni bir savaşın çıkması da önlenirdi. Wilson’un bu düşünceleri mütarekelere yansımıştır.
?
Savaşın sonuçları ne olmuştur? Birinci Dünya Savaşı’nın faturası oldukça ağır olmuştur. 10 milyon insan ölmüş 21 milyon insan da yaralanmıştır. Örneğin, savaşta görev alan Oxford Üniversitesi öğrencilerinin % 20’si ölmüştür. Harcamalar 208 milyar dolara ulaşmıştır. Savaşan ülkelerin taşınır ve taşınmaz mallarına verilen zarar ise 30 milyar dolar olmuştur. Savaş, ekonomik bakımdan Avrupa’yı çökertmiş Amerika ve Japonya’yı güçlendirmiştir. İşsizlik artmış, yok olan evler ve iş merkezleri sosyal bunalımlara yol açmış, kadının iş yaşamındaki etkinliği çoğalmıştır. Bu durum devletin ekonomiye müdahalesini artırmıştır.
?
Savaş hayatı ne kadar etkilemiştir? Bu ülkelere göre değişmiştir. Örneğin Güney Amerika’yı %74,Hollanda’yı %110, Amerika Birleşik Devletleri’ni %115,İngiltere’yi %162, İtalya’yı %223, Fransa’yı %269, Belçıka’yı %353,Osmanlı İmparatorluğu’nu %13000. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu küçük devletlere ayrılmıştır. Almanya ve Rusya’nın yönetim biçimleri ise değişmiş, toprakları küçülmüştür.
Özet XIX. yüzyılın en önemli siyasal olayı hiç kuşkusuz İtalya ve Almanya’nın birliğini sağlamasıdır. Özellikle de, güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkması 1815’den beri sürdürülen “Avrupa Uyumu” nu bozmuş ve 1870 sonrasında Avrupa güç dengesini temelinden değiştirmiştir. Fransa ve Avusturya-Macaristan’ın Prusya’ya yenilmeleri bu iki devletin Avrupa’daki etkinliğini azaltmış, Avrupa devletlerinin kendi araslarında kurdukları sömürgeci düzeni tehdit etmeye başlamıştır. Almanya’nın Alsace-Lorraine bölgesini ele geçirmesi, Fransa ve Almanya arasında olduğu kadar; Avrupa barışı için de devamlı bir tehlike oluşturan bir sorun yaratmıştır. Bu sorun ve sömürgecilik çatışması bloklaşma hareketini doğurmuştur. “Üçlü İttifak” ve “Üçlü İtilâf” bloklarının kurulması ve silahlanma yarışının başlaması ise, uluslararası güvensizliği arttırmış 1870-1914 yılları arasındaki dönemde çıkan her bölgesel bunalım İttifaklar arasında genel bir çatışma tehlikesi yaratmıştır. İngiltere ve Almanya’nın önderliğini yaptığı bloklar, bu iki ülkenin çıkar çatışmaları yüzünden savaşa sürüklenmiştir. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
Bu nedenle Balkanlar’la sınırlı kalacak olan Avusturya-Sırbistan savaşı, önce bir Avrupa; sonra da bir dünya savaşına dönüşmüştür. Avusturya-Macaristan ile Rusya’nın Balkanlardaki çıkar çatışmaları ve Almanya’nın Avusturya’yı desteklemesi ise Birinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştır. 1914’den 1918’e kadar süren savaşta milyonlarca insan ölmüş, yaralanmış, milyarlarca para harcanmıştır.İmparatorluklar yıkılmış, yeni yeni devletler ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu da bu savaşa katılmış ve çeşitli cephelerde savaştıktan sonra 30 Ekim 1918 yılında imzaladığı Mondros Mütarekesi ile savaş alanından ayrılmıştır.Ancak bu ayrılış kısa sürmüş ve sözkonusu mütareke gereğince ülkenin işgal edilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Türk Kurtuluş Savaşı başlamış ve yeni bir devletin kurulmasıyla noktalanmıştır.
Değerlendirme Soruları Aşağıdaki soruların yanıtlarını verilen seçenekler arasından bulunuz. 1. Üç İmparatorlar Birliği’ni oluşturan devletler aşağıdakilerden hangisidir? A. Avusturya-Macaristan, İngiltere, Almanya B. Fransa, Almanya, İngiltere C. İtalya, Avusturya-Macaristan, Rusya D. Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya E. Rusya, Almanya, İtalya 2. Rusya’da Bolşevik Devriminin hızlanmasını sağlayan olay aşağıdakilerden hangisidir. A. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılması B. Çanakkale Savaşında İtilaf Devletlerinin yenilmesi C. Kafkasya’da yeni bir cephenin açılması D. İtalya’nın Üçlü İtilaf Devletleri yanında yer alması E. Bulgaristan’ın savaşa katılması 3. Aşağıdaki andlaşmalardan hangisiyle Rusya, Birinci Dünya Savaşından ayrılmıştır? A. Mondros Mütarekesi B. Paris Barış Konferansı C. Berlin Andlaşması D. Brest Litowsk Andlaşması E. Londra Andlaşması
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
127
128
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
4. Avrupa’da, XIX. yüzyıl sonlarında Emperyalistler arası dengeyi altüst eden devlet aşağıdakilerden hangisidir? A. Yunanistan B. Almanya C. İtalya D. Avusturya-Macaristan E. Fransa.
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Armaoğlu, Fahir. Siyasi Tarih. Ankara: 1975. Bayur, Yusuf Hikmet. Türk İnkîlabı Tarihi, c. II/1, Kısım:1, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2.b.,1983. Lestien, Georges - Cere, Roger. İki Dünya Savaşı (1914-1918 / 1939-1945).Çeviren : Nihal Önol. İstanbul: 1966. Mufassal Osmanlı Tarihi, c.III, İstanbul: Güven Yayınevi, 1963. Renouvin, Pierre. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918). Çeviren: Adnan Cemgil. İstanbul: 1982. Sander, Oral. Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e kadar). Ankara: 1989. Seignobos, Charles. Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi. Çeviren: Semih Tiryakioğlu. İstanbul: 1960. Shaw, J.Stanford. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Çev. Mehmet Harmancı), c.II, İstanbul: 1983. Uçarol, Rifat. Siyasi Tarih. İstanbul: 1985. Ülman Haluk. Birinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaş. Ankara: 1973
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. D
2. B
3. D
4. B
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İkinci Dünya Savaşı
ÜNİTE
7
Yazar Yrd.Doç.Dr. Kemal YAKUT
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda barışı koruma çabaları hakkında bilgi edinecek, • İkinci Dünya Savaşı'na yol açan siyasal olayları kavrayacak, • Savaşın dünyaya yayılmasını ve Müttefik Devletlerin savaşın sürdürülmesinde izledikleri stratejileri yakından gözlemleyebilecek, • Savaş boyunca Türkiye'nin konumunu ve izlediği politikayı öğreneceksiniz.
İçindekiler • Giriş
131
• Birinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Meydana Gelen Siyasal Gelişmeler 131 • Statükonun Bozulması ve İkinci Dünya Savaşı'na Yol Açan Olaylar 137 • Savaşın Başlaması ve Yayılması
142
• Savaş Sırasında Önemli Siyasal Buluşmalar
147
• Savaşın Sona Ermesi
152
• İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin Politikası
153
• Özet
155
• Değerlendirme Soruları
156
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
157
Çalışma Önerileri • Ünitede adı geçen kişilerin yaşam öykülerini bir ansiklopediden okuyunuz. • Yanınızda bir atlas bulundurarak olayların geçtiği yerleri belirleyiniz. • Türkiye'nin savaş sonunda müttefiklerle birlikte hareket etmesi, siyasal düzeni nasıl etkilemiştir? Kendi aranızda tartışınız.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
1. Giriş Yirminci yüzyıl, milyonlarca insanı yeni özgürlüklere ve daha iyi bir yaşama doğru taşırken, birçoklarına da görülmemiş acılar tattırdı. İnsanlık, yüzyılın başında patlak veren Birinci Dünya Savaşı'yla tarihte görülmemiş yıkıntı ve acılarla karşılaştı. Ancak insanlık bu korkunç faciayı unutma olanağı bulamadan aynı şeyleri İkinci Dünya Savaşı'nda bir kez daha yaşamak zorunda kaldı. Bu olaylar sonucu dünyamız temelden sarsıldı ve barışcıl duygular büyük yara aldı. Nitekim, ünlü İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm "Kısa 20. Yüzyıl (1914-1991)" adlı kitabında iki dünya savaşını ve sonrasını şöyle değerlendirmiştir: "1914'ten İkinci Dünya Savaşı'nın ertesine kadar yaşanan bir felaket çağını, yirmi beş ya da otuz yıl süren bir olağanüstü ekonomik büyüme ve toplumsal dönüşüm izledi. Bu dönüşüm insan toplumunu muhtemelen kıyaslanabilir kısalıkta herhangi bir başka dönemden daha derin bir biçimde değiştirdi. Geriye bakıldığında bu dönem bir Altın Çağ olarak görülebilir. Bu dönemin 1970'lerin başında sona erdiği neredeyse dolaysız biçimde görüldü. Yüzyılın son bölümü, yeni bir dağılma, belirsizlik ve kriz, Afrika, eski SSCB ve Avrupa'nın önceki sosyalist bölümleri gibi dünyanın geniş bölgeleri için bir felaket çağı oldu". İnsanlığın yeni "felaket çağları" yaşamaması için olayların bilinmesinde ve yorumlanmasında büyük yarar vardır. Olaylardan ve özellikle iki dünya savaşından gerekli "derslerin" çıkartılması, kıyısında bulunduğumuz üçüncü bin yılın şekillenmesinde katkısı olacaktır. İtalyan tarihçi Leo Valiani'nin dediği gibi, "yüzyılımız, adalet ve eşitlik fikirlerinin kazandığı zaferin daima kısa ömürlü olduğunu, ama özgürlüğü korumayı başarırsak her şeye her zaman yeniden başlayabileceğimizi de kanıtlıyor".
2. İkinci Dünya Savaşı'ndan Sonra Meydana Gelen Siyasal Gelişmeler 2.1. Dünya Barışının Sağlanması Girişimleri Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi, uluslararası alanda ne gibi değişiklikler yaratmıştır? Tartışınız. 1919-1939 yılları arasında yaşanan olaylar dünyamızı adım adım bir dünya savaşına doğru sürüklemiştir. Zira, Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan antlaşmalar Avrupa'nın ve dünyanın güçler dengesini yeniden düzenlemişti. Avusturya-Macaristan, Alman ve Osmanlı İmparatorluklarının dağılması uluslararası alanda önemli boşluklar yaratmıştı. Bu imparatorlukların paylaşılması için yapılan antlaşmalar ve kurulan statü bir düzen sağlamamıştı. Barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler, başka bir büyük savaşın gerekçesi olarak görülmüştür. Bu nedenle antlaşmaların ilk yıllarından itibaren barışın sürekliliğini sağlamak üzere çeşitli önlemler alınmak istenmiştir. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
131
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
132
Milletler Cemiyeti'nin Kurulması
?
Birleşmiş Milletlerin kurulması hangi konferansta gündeme getirilmiştir? Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Wilson, barışın korunması için bir uluslararası örgütün kurulmasını gündeme getirmişti. Nitekim, savaştan sonra toplanan Paris Barış Konferansı'nda uluslararası örgütlenmeyi gerçekleştirmek üzere gerekli girişimler başlatılmıştı. Konferansın 15 Ocak 1919 tarihli oturumunda Milletler Cemiyeti'nin kurularak barış antlaşmalarında yer alması kararlaştırılmıştır. Bu oturumda ayrıca oluşturulacak bir komisyonun da Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesini hazırlaması istenmiştir. Böylece uluslararası barışın, kurulacak bir örgütle korunması konusunda önemli bir adım atılmıştır.
?
Birleşmiş Milletlerin kurulma amaçları nelerdir? Oluşturulan komisyonun hazırladığı sözleşme (misak) 28 Nisan 1919'da Konferansın Genel Kurulu'nda kabul edilmiştir. Bu çalışma sonucu Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyet'in sözleşmesinin başlangıç bölümünde genel amaçlar ve üyelerin yüklendikleri sorumluluklar sıralanmıştır. Buna göre: • • • •
Savaşa başvurulmaması konusunda birtakım yükümlülüklerin kabul edilmesi Gizlilikten uzak, adaletli ve onurlu uluslararası ilişkilerin sürdürülmesi Hükümetlerin bundan böyle uluslararası hukuk kurallarına kesinlikle uyması Örgütlenmiş halkların karşılıklı ilişkilerinde adaletin korunması ve antlaşmalardan doğan bütün yükümlülüklerin yerine getirilmesi.
Sözleşmenin diğer maddelerinde de üyelik, cemiyetin yapısı, barışın sürekliliğinin sağlanması, antlaşmalar, uluslararası ilişkiler vb. konulara yer verilmiştir.
?
Birleşmiş Milletler hangi etkenden dolayı başarılı olamamıştır? Bu sözleşme, Paris Barış Konferansı'nda yenilen devletlerle yapılan antlaşmalara "Birinci Bölüm" olarak konulmuştur. Buna göre, Cemiyet'in sözleşmesi ilk olarak Versailles Barış Antlaşması'na sokulmuştur. Merkezi Cenevre olan Milletler Cemiyeti, uluslararası sorunların çözümlenmesinde bir odak olarak düşünülmüştür. Ancak, Cemiyet büyük devletlerin etkisi altında kaldığından karşılaşılan uluslararası sorunları çözememiştir. Bu nedenle 1930'lu yılların başlarından itibaren durumu sarsılmış ve güven duyulan bir kurum olmaktan çıkmıştı. Locarno Antlaşması
?
Locarno Antlaşması hangi sorunların çözülmesi için yapılmıştır? Almanya, Versailles Antlaşması'nca belirlenmiş tamirat ve tazminat konusunda bir takım kolaylıklar sağlamak için Fransa'yla iyi ilişkiler kurmak istemiştir. Bu nedenle Alman Hükümeti, 1925 yılının Şubat ayında Fransa'ya bir nota vererek, bir ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
133
karşılıklı güvenlik paktı kurulmasını önermiştir. Bunun üzerine, 5 Ekim 1925'te Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya Locanro'da bir araya gelerek bir konferans toplamışlardır. Görüşmeler sonucunda, 16 Ekim 1925'te hazırlanan Locarno Antlaşması, 1 Aralık 1925'te Londra'da imzalanmıştır. Locarno Antlaşması'yla Almanya, batı sınırlarının, diğer bir ifadeyle Fransa ve Belçika sınırlarının kesin ve sürekli olduğunu kabul etmiştir. Bunun yanında, antlaşmaya imza atan devletlerin savaştan korunması ve bu devletler arasında çıkacak her türlü anlaşmazlığın barış yoluyla çözümlenmesi amaçlanmıştır. Locarno Antlaşması, kısa vadede Avrupa'daki siyasi gerginliği azaltmasına rağmen, uzun vadede Versailles Antlaşması'nın "öngördüğü düzenin" iflasına yol açmıştır. Briand-Kellogg Paktı Briand-Kelogg Paktı, hangi amaçla yapılmıştır?
?
Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand, ABD'nin Birinci Dünya Savaşı'na girişinin 10. yıldönümünde (1927) Avrupa'da, Fransa'ya özel bir prestij sağlamak amacıyla, ABD ile Fransa arasındaki ilişkilerde savaşı yasa dışı ilan eden karşılıklı bir taahhütte bulunulmasını önermiştir. ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ise, Fransa'ya verdiği yanıtta, Amerika'nın sadece Fransa ile değil, bütün dünya devletleriyle böyle bir taahhüdün yapılmasından ve savaşın yasa dışı ilan edilmesinden yana olduğunu bildirmiştir. Kellogg'un bu önerisini kapsayan Briand-Kellogg Paktı, 27 Ağustos 1928'de ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında imzalanmıştır. Briand-Kellogg Paktı ile, savunmaya dayanmayan savaş kanun dışı ilan edilmiş ve ülkelerarası ilişkilerde barışçı yollara başvurulması esas alınmıştır. Ancak, Pakt uzun ömürlü olmamış 1930'lardan sonra Almanya, İtalya ve Japonya'nın saldırgan tutumları, Pakt'ın işlevini ortadan kaldırmıştır.
2.2. Bazı Büyük Devletlerde Rejim Değişikliklerinin Meydana Gelmesi
2.2.1. İtalya'da Faşist Rejimin Kurulması Faşist Parti, hangi siyasal, toplumsal ve ekonomik ortamda kurulmuştur? İtalya, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük bir ekonomik çöküntü içine girmişti. Savaşta istediklerinin çoğuna kavuşamamıştı. Ülkede sosyalizm ve komünizm gibi akımlar güçlenmişti. Bunun yanında toplumsal ve ekonomik sorunların giderek artması, 1919'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan Faşist Parti'nin büyümesine de yol açmıştı. Paris Barış Konferansı'nda küçük düşürüldüğü öne sürülen İtalya'yı güçlendireceğini, Roma İmparatorluğu'nu yeniden kuracağını ve ülkedeki sol muhalefetle mücadele edeceğini belirten Faşist Parti, 28 Ekim 1922'de NapoAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
134
li'den Roma üzerine yürüyerek büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Faşist Partisi'nin "Kara Gömleklileri" tarafından gerçekleştirilen bu olay üzerine hükümet istifa etmiş ve başbakanlığa Mussolini getirilmiştir.
?
Faşist yönetimin iç ve dış politikadaki amaçları nelerdir? Mussolini'nin kurduğu faşist yönetim, aşırı ulusalcılığı (milliyetçiliği) esas aldığından, kısa bir süre sonra demokrasiyi ortadan kaldırmıştır. Ülkedeki diğer ırklardan olan kişileri zorla İtalyanlaştırmaya çalışmıştır. Roma İmparatorluğu'nun yeniden kurulması için de, Akdeniz çevresinde sömürgeler elde etmeye yönelmiştir. Mussolini'nin Anadolu'yu da içine alan bu yayılma politikası, Türk-İtalyan ilişkilerinde gerginlik yaratmıştır. Ancak, İtalya'daki faşist yönetim 1930'lu yıllarda taleplerini arttırarak saldırgan politikasını sürdürmüştür.
2.2.2. Almanya'da Nazizmin Kurulması
?
Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısı nasıldır? Almanya, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması nedeniyle 1918'den sonra büyük çapta iç sorunlarla karşı karşıya gelmişti. 1918 yılının Kasım ayı başlarında çıkan bir askeri ayaklanma sonucu İmparatorluğa son verilmiş ve cumhuriyet ilan edilmişti. Sosyalist ve komünist hareketler de büyük bir atılım içine girmişlerdi. Bu önemli siyasal değişiklik, Almanya'nın karşı karşıya bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları çözememişti. Hatta, sorunları daha da arttırmıştı. Özellikle, 28 Haziran 1919'da ağır koşullar taşıyan Versailles Antlaşması'nın imzalanması, siyasi yelpazenin sağında ve solunda bulunan tüm Almanların tepkisine yol açmıştı. Alman kamuoyu, barış antlaşmasının gerektirdiği ödemelerin yapılmasını, savaş onarımları nedeniyle Danimarka'ya bırakılan Schleswig'in elde çıkarılmasını, Eupen ve Malmedy'in Belçika'ya verilmesini büyük bir öfkeyle izlemiştir. Buna karşılık, Cumhuriyet yönetiminin iç ve dış politikadaki başarısızlığı, ekonomik önlemler almadaki yetersizliği işsizlik sorununu büyütmüştü. 1922 yılında Alman Markı'nın değerinin düşmesi halkın yaşamını zorlaştırmıştı. Örneğin, bir somun ekmek alabilmek için milyonlarca marka ihtiyaç duyulmuştur. Bu arada Fransızların 1923 yılında, savaş tazminatının ödenmemesini bahane ederek Ruhr bölgesini işgal etmesi, kamuoyununVersailles Antlaşması'na olan tepkisini daha da çoğaltmıştır.
?
Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi'nin iç ve dış politikadaki amaçları nelerdir? İşte, bu toplumsal ve ekonomik çalkantılar içinde Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra terhis edilen onbaşı Adolf Hitler, 1919'da küçük bir siyasal topluluk olan Alman İşçi Partisi'ne üye olmuş ve liderliğini ele almıştır. Hitler, 24 Şubat 1920'de Münih'te ilk kitle toplantısını gerçekleştirerek Parti'nin programının esaslarını belirlemiştir. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
135
Bu toplantıda Parti'nin adını Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi (Nazi Partisi) olarak değiştirerek aşırı ulusalcı (milliyetçi) ve ırkçı bir politika benimsemiştir. Zengin sermaye kesiminin desteğini arkasına alan Hitler, örgütlenmeye hız vermiş ve taraftarını arttırmaya çalışmıştır. Bununla birlikte, işsizliğe çare bulunacağını, Almanya'nın büyümesini sınırlayan Versailles Antlaşması'nın ortadan kaldırılacağını ve şiddetli bir şekilde Yahudi düşmanlığının körükleneceğini öne sürerek güçlenmeye devam etmiştir. Demokratik bir rejimde, demokrasiyi ortadan kaldırmayı hedefleyen siyasal örgütlenmelere yer verilmeli midir? Tartışınız. Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi 1930 seçimlerinde başarılı olduktan sonra, 1932 seçimlerinde de Alman Parlamentosu'nun (Reichstag) 608 üyeliğinden 230'unu kazanarak, ülkenin en büyük partisi haline gelmiştir. Bu siyasal gelişmelerden sonra Cumhurbaşkanı Hindenburg, 30 Ocak 1933'te Hitler'i Başbakanlığa atamıştır. Böylece, demokratik bir ortamda ırkçı söylemler benimseyen NasyonalSosyalist İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Öteden beri Alman liberalleri, sosyalistleri ve komünistleri, nasyonal sosyalizmin (nazizm) bir zafer kazanabileceğine inanmamışlardı. Ancak, 30 Ocak 1933 akşamı Hitler'in başbakanlığını kutlayan "kahverengi gömlekli" nazizm yanlısı gençler, "yozlaşmış burjuva kültürü" olarak nitelendirdikleri Sigmund Freud'un psikanaliz metinlerini, Thomas Mann'ın, Jack London'ın, Ernest Hemingway'in, Marx'ın, Engels'in ve Albert Einstein gibi değişik siyasal görüşteki yazarların kitaplarını yakarken acı gerçekle yüzyüze gelmişlerdir. Hitlerin kurduğu Nazizmin uygulamaları nelerdir? Hitler, 3 Şubat 1933'te Alman ordusunun komutanlarıyla yaptığı görüşmede iç ve dış politikaya yönelik düşüncelerini açıklamıştır. Hitler'e göre, ilk yapılması gereken politik güçün tekrar ele geçirilmesiydi. Buna göre iç politikada; halihazır durumun tam tersine döndürülmesi, amaca aykırı düşen herhangi bir düşünce tarzının faaliyetine göz yumulmaması, kendiliğinden bu yola dönmeyenin zorla bu yola getirilmesi, marksizmin kökünün kurutulması, gençliğe ve halka savaşın tek çözüm olduğu fikrinin yerleştirilmesi ve en sert şekilde otoriter devlet yönetiminin sağlanması gerekiyordu. Dış politikada ise; Versailles Antlaşması'nın ortadan kaldırılması ve bunun için müttefikler sağlanması yoluna gidilmesi gibi amaçlar belirlenmişti. Hitler, bu amaçlarına ulaşmak ve kendisine bağlı bir parlamento oluşturmak için meclisi feshederek seçimlere gitmiştir. Fakat, 5 Mart 1933'te yapılan seçimlerde Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi Partisi) çoğunluğu elde edememiştir. Ancak, Hitler baskıyla Alman Parlamentosu'ndan (Reichstag'tan) dört yıl süreyle olağanüstü yetkiler almıştır. Böylece, Hitler diktatör olma konusunda önemli bir adım atmıştır. İlk iş olarak sendika ve siyasal partileri kapatmıştır. Kendisi gibi düşünmeyen kişileri ya öldürtmüş ya da toplama kamplarına göndermiştir. 2 Ağustos 1934'te Devlet Başkanı von Hindenburg'un ölümü üzerine bu makamı da şahsında birleştirerek "Führer" olmuştur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Almanya'da tek partili totaliter devlet kurulmuş olmaktaydı. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
136
Hitler, totaliter devleti anlayışını yerleştirdikten sonra Almanya'nın sınırları dışında kalmış bulunan bütün Almanların birleştirilmesini ve bir tek devlet altında toplanmasını, doğuda "yaşam alanı" oluşturulmasını esas almıştır. Amaçlarına ulaşmak için Versailles Antlaşması'nın sınırlayıcı hükümlerini ortadan kaldırmış, Alman ordusunun toplam kuvvetini arttırmış, Locarno Antlaşması'ndan ayrılmış ve askersiz bölge olan Ren Bölgesini işgal etmiştir. Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara gelmesi ve statükonun değiştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunması, devletler arasında yeni ve önemli anlaşmazlıklar ortaya çıkarmıştır.
2.2.3. Sovyetler Birliği Rusya'da 1917 yılında Bolşevik Devrimi gerçekleştirildikten sonra, yeni yönetim savaştan çekilmişti. Lenin'in başkanlığındaki hükümet, savaş sırasında Çarlık yönetiminin yapmış olduğu gizli anlaşmaları açıklamıştı. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği, Almanya ve müttefikleri ile 3 Mart 1918'de Brest-Litowsk Antlaşması'nı yaparak durumunu güçlendirmeye çalışmıştır. Ancak, devrimden sonra Bolşeviklerle Çarlık taraftarları arasında uzun bir iç savaş yaşanmıştır. 1922'de tümüyle sona eren iç savaş, Sovyet halkı üzerinde büyük etkiler bırakmıştır. Halk, Birinci Dünya Savaşı ve devrim sırasında fakir düşmesine rağmen, üç yıl daha açıklıkla mücadele etmek zorunda kalmış ve milyonlarca kayıp vermiştir. Ancak, Komünist Parti gücünü ve denetimini arttırmıştır. Parti'ye karşı silahlı ve örgütlü muhalefet ortadan kaldırılmıştır.
?
Sovyetler Birliği'nin dünya savaşından beklentileri nelerdir? 1924'te Lenin'in ölümünden sonra iktidarı eline geçiren Stalin, Sovyet Birliği'ni sanayileşmiş bir sosyalist ülke haline getirmek için ekonomik sorunları çözmeye çalışmıştır. Ancak, devletin askeri gücü olan Kızıl Ordu'nun silahlanmasını da ihmal etmemiştir. 1933'ten sonra Almanya'nın gelişmeye ve çevresini tehdit etmeye başlaması üzerine uluslararası alanda silahsızlanmayı savunmuştur. Sovyetler Birliği'nin önderlerine göre; kapitalist ve faşist devletler arasında çıkacak bir savaş sonucunda, her iki taraf yıpranacağından, dünyada sosyalizmin yayılması daha kolay olacaktır. Bu nedenle, yeni bir dış politika izleyerek, Almanlarla görüşmüşlerdir. Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı'ndan önce önemli ölçüde güçlenmiştir.
2.2.4. Japonya Japonya, 1920'li ve 1930'lu yıllarda Uzakdoğu'nun en güçlü devleti idi. Özellikle 1930'lardan sonra militarist bir anlayışla yönetilen Japonya, yayılmacı bir politika izlemeye başlamıştı. 1931'de Mançurya'yı işgal ettikten sonra Çin'e yönelmiştir. Nitekim, 1932'de Çin'le savaşa tutuşarak, bu ülkenin orta bölgelerine doğru ilerlemeye başlamıştır.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
137
Japonya'nın yayılmacı politikası, Uzakdoğu'daki güçler dengesini alt-üst etmiştir. Bu bölgede çıkarları olan İngiltere ve A.B.D. gibi devletler, Japonya'nın bu tutumuna seyirci kalmışlardır. Ancak, Japonya'nın 1937'de Çin'e ikinci kez saldırmasından sonra, bu ülkeye karşı çıkmışlardır. Japonya'yı durdurmak için Çin'e yardıma başlamışlardır. Fakat, Uzakdoğu, Japonya'nın emperyalist tutumu nedeniyle kendisini İkinci Dünya Savaşı'na girmekten kurtaramamıştır.
3. Statükonun Bozulması ve İkinci Dünya Savaşı'na Yol Açan Olaylar 3.1. Almanya'nın Versailles Barış Antlaşması'nı Bozma Çabaları Hitler, Versailles Barış Antlaşması'nı hangi uygulamalarıyla bozmuştur? Hitler, muhaliflerini tasfiye ettikten sonra tüm dikkatini Versailles Barış Antlaşması'nı bozmaya yöneltmiştir. Bu yönde attığı ilk adım, 1934 yılında Avusturya'daki Nazileri kullanarak bu ülkenin ilhak edilmesi girişimidir. Ancak, Avusturya'daki Nazilerin gerçekleştirdiği hükümet darbesi başarısızlıkla sonuçlanınca ilhakı gerçekleştirememiştir. Fakat, Hitler'in temel hedefi Versailles Barış Antlaşması'nı yıkmak ve emperyalist yayılmacılık olduğundan bu çabalarından vazgeçmemiştir. Nitekim, bu antlaşmanın önemli sorunlarından biri olan Saar Bölgesi'ni 1 Mart 1935'te silah kullanmadan Alman sınırlarına dahil etmiştir. Hitler, özellikle Versailles Barış Antlaşması'yla getirilen silahlanma yönündeki kısıtlamaları kaldırmak istemiştir. Bu çabalarını sürdürürken bir yandan da silahlanma faaliyetine girişmiştir. 4 Ekim 1933'te Silahsızlanma Konferansı'ndan ve Milletler Cemiyeti'nden çekilerek kara, deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye çalışmıştır. Gerek asker sayısını arttırmaya gerekse modern silah, araç ve gereç yapımına önem vermiştir. Almanya'nın silahlanma politikası İngiltere ve Fransa'yı endişelendirmiştir. Bu ülkeler de silahlanmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Hitler, 16 Mart 1935'te Alman halkına yayınladığı bir demeçte, Versailles Barış Antlaşması'yla Almanya'ya dayatılan silahlanma kısıtlanmasını tanımadığını ifade etmiştir. Hatta, Alman Hükümeti'nin de "Alman Reich'ının bütünlüğünü korumak", Almanya'ya karşı "uluslararası saygıyı sağlamak" ve genel barışın garantisi olmak üzere, zorunlu askerlik sistemini getirdiğini açıklamıştır. Aynı gün yayınlanan bir yasayla da Alman Ordusu teşkilatında önemli değişiklikler yapmıştır. Böylece, Almanya Versailles Barış Antlaşması'nın en önemli hükümlerinden biri olan silahlanma hükmünü tek taraflı olarak feshetmiştir. Versailles Barış Antlaşması'nı ortadan kaldırmaya kararlı olan Almanya, 7 Mart 1936'da askersiz hale getirilmiş bulunan Ren bölgesine asker göndermiştir. Fransa karşılık vermek istemişse de bu oldu-bittiyi kabul etmek zorunda kalmıştır. Hitler'in amaçlarından biri de Avusturya'nın Almanya topraklarına katılması idi. Daha önce ilhak konusunda başarısız olan Hitler, koşulların olgunlaşması üzerine AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
138
11 Mart 1938'de Alman Ordularını Avusturya'ya göndererek bu ülkeyi işgal etmiştir. 12 Mart 1938'de Viyana ele geçirildikten sonra, 13 Mart'ta da Almanya ile Avusturya'nın birleştiği açıklanmıştır. Bu olay Avrupa'nın güçler dengesini bozarak, Almanya'yı öne çıkartmıştır.
3.2. İtalya'nın Habeşistan'ı İşgal Etmesi
?
İtalya, Habeşistan'ı hangi nedenlerden dolayı işgal etmek istemiştir? XIX. yüzyılın sonlarında siyasal birliğini tamamlayan İtalya, vakit yitirmeden sömürgecilik faaliyetlerine başlamıştı. Bu bağlamda Habeşistan'ı ele geçirmek istemişse de başarılı olamamıştı. Ancak, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra nüfusun hızla artması, endüstrinin hammaddeye gereksinim duyması ve 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra ülkenin sarsılması, İtalya'nın tekrar el değmemiş zenginliklere sahip bulunan Habeşistan'la ilgilenmesine yol açmıştır. Öte yandan, İngiltere'nin de Habeşistan'ın Tuna Gölü bölgesini ele geçirmek istemesi, İtalya'nın bu ülkeyi kendi topraklarına katma isteklerini kamçılamıştır.
?
İtalya'nın Habeşistan'ı işgal etmesini kolaylaştıran etkenler nelerdir? İtalya lideri Mussolini, 1930'lu yıllarda, Japonya'nın Mançurya'ya saldırması, Almanya'nın da Versailles Barış Antlaşması'nı geçersiz kılması karşısında Milletler Cemiyeti'nin tepki göstermemesini fırsat bilerek harekete geçirmiştir. 3 Ekim 1935'te İtalyan uçakları Kuzey Habeşistan'daki Adowa ve Adigrat şehirlerini bombardıman ederek Habeşistan'ı işgale başlamışlardır. Milletler Cemiyeti işgalin sona erdirilerek barışın sağlanmasını istemişse de başarılı olamamıştır. Ancak, İngiltere, Habeşistan'daki çıkarları nedeniyle tepki gösterebilmiştir. Bu ülkeyi de Fransa, Almanya ve A.B.D. frenlemiştir. Milletler Cemiyeti'nin etkili olamaması ve büyük devletlerin ortak bir cephe kuramaması, politik koşullar bakımından İtalya'nın işini kolaylaştırmıştır. İtalyanlar engellenemediği gibi, Habeşistan'a askeri yardım da yapılamamıştır. Habeşistan halkı cılız bir direniş gösterebilmişse de başarılı olamamışlardır. Nihayet, İtalya, 9 Mayıs 1936'da Habeşistan'ı ilhak ettiğini ilan etmiştir. İtalyan Kralı'nın da aynı zamanda Habeşistan Kralı olduğu belirtilmiştir. Habeşistan işgali, 1930'lu yıllarda statükonun bozulmasına yol açan önemli olaylardan biri olmuştur.
3.3. Berlin - Roma - Tokyo Mihveri'nin Kurulması İtalya'nın Habeşistan'ı ele geçirmesinin sonuçlarından biri de, Nazi Almanyasının ve Faşist İtalya'nın birbirine yaklaşması ve uluslararası politikada güçbirliğine gitmeleridir. Nitekim, 1936 yılında İtalya ve Almanya arasında birçok karşılıklı ziyaretler yapılmıştır. İki devlet birbirlerini her konuda desteklemeye başlamışlardır. Mussolini 1 Kasım 1936'da Milano'da verdiği bir söylevde, bunu tüm çıplaklığıyla ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
139
ortaya koymuştur: "Berlin - Roma çizgisi bir taksim çizgisi olmayıp, işbirliği ve barış isteyen bütün Avrupa devletlerinin etrafında toplanabileceği bir mihverdir" demiştir. Anti-Komintern Paktı'nın oluşturulmasındaki amaç nedir? Bu tarihlerde Avrupa'da bu gelişmeler olurken, Sovyetler Birliği de, Alman nazizmine karşı silahlanmasını hızlandırmıştı. Buna karşılık Almanya'da, bir taraftan Sovyetler Birliği'ne karşı pozisyonunu güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan da Japonya'ya yaklaşmaya başlamıştır. Nitekim, 1936 yılının ortalarından itibaren Almanya ve Japonya, Sovyetler Birliği'ne karşı birleşmişlerder. Bu gelişmelerin sonucunda Almanya ve Japonya, 25 Kasım 1936'da Berlin'de "Anti-Komintern Paktı"nı oluşturmuşlardır. Pakt, açık ve gizli olmak üzere iki kısımdan oluşmaktaydı. Açık kısma göre, taraflar Komünist Enternasyonalinin (Komitern) faaliyetleri ve buna karşı savunma önlemleri hakkında birbirlerine danışacaklar ve temas halinde bulunacaklardı. Ülkelerindeki komünist faaliyetlerine karşı sert önlemler alacaklar ve bu konudaki işbirliğini sağlamak için de devamlı bir komite kuracaklardı. Gizli kısma göre de, taraflardan biri Sovyetler Birliği'nin herhangi bir saldırısına uğrarsa, ortak çıkarları korumak için alınacak önlemler hakkında birbirlerine danışacaklardı. Ayrıca, birbirlerine haber vermeden Sovyetler Birliği ile hiçbir siyasal anlaşma yapmayacaklardı. Pakt'ın süresi Üçüncü Enternasyonal'in devamı süresince olacaktı. Bu Pakt ile, Almanya ve Japonya arasında siyasi rejim temeline dayalı bir ittifak yapılmış ve bununla "Berlin-Tokyo Mihveri" kurulmuştur. Yayılmacılık konusunda Almanya'dan ve Japonya'dan geri kalmayan İtalya da, 5 Kasım 1937'de Roma'da imzalanan bir antlaşmayla Anti-Komintern Paktı'na katılmıştır. Böylece, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" oluşturulmuş olmaktaydı.
3.4. Almanya'nın Avrupa'nın Siyasi Haritasını Değiştirmeye Yönelik Çalışmaları Hitler, 13 Mart 1938'de Avusturya'yı ilhak ettikten sonra "bir ulus, bir devlet" politikasını tam anlamıyla gerçekleştirebilmek amacıyla, Çekoslovakya'yı ele geçirmenin yollarını aramıştır. Zira, Çekoslovakya'nın Südetler bölgesinde 3.5 milyon Alman yaşamaktaydı. Hitler, burayı Almanya topraklarına katmak için bu ülkedeki Nazilerin çıkardıkları karışıklıklardan yararlanma yoluna gitme isteğindeydi. Nitekim, Çekoslovakya sınırına asker yığarak amacına ulaşmaya çalışmıştır. Almanya'nın bu saldırgan tutumu karşısında İngiltere Başbakanı Chamberlain 15 Eylül 1938'de Almanya'da Hitlerle görüşerek soruna çözüm bulmaya çalışmıştır. Hitler, görüşmede Südet Almanları üzerindeki isteklerinden vazgeçemeyeceğini ve gerektiğinde savaşı göze alacağını açıklamıştır. Almanya'nın yayılmacılığı karAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
140
şısında İngiltere ve Fransa savaş hazırlıklarına başlamıştır. Sovyetler Birliği ise, Çekoslovakya'ya yardım edeceğini belirtmiştir. Buna karşılık İtalya da, Almanya'yı desteklediğini ifade etmiştir. Böylece, Avrupa genel bir savaşla karşı karşıya gelmiştir.
?
Münih Konferansı'nda hangi konular karara bağlanmıştır? Sorunun gittikçe tırmanması üzerine İngiltere Başbakanı Chamberlain'ın önerisi üzerine Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere arasında 29 Eylül 1938'de Münih Konferansı toplanmıştır. Bu konferansta; Südet bölgesinin Almanya'ya verilmesine, Çekoslovakya'nın yeni sınırlarının saptanması için bir uluslararası komisyonun kurulmasına, saptanan sınırın uluslararası güvence altına alınmasına ve Almanya ile İngiltere'nin birbirlerine karşı savaşmayacaklarına dair noktalar üzerinde durulmuştur. Almanya, Südet bölgesini almakla egemenlik alanını genişletmişti. Ancak, bunu yeterli görmemiş ve İngiltere ile Fransa'nın şiddetli karşı çıkmalarına rağmen, 15 Mart 1939'da ordusunu Prag üzerine göndererek Çekoslovakya'yı işgal etmiştir. Sovyetler Birliği ve Fransa, Almanya'ya bir nota vererek olayı protesto etmişlerdir. Almanya bu protestoları dikkate almadığı gibi bu kez de 23 Mart 1939'da Litvanya sınırları içinde bulunan Memel'e saldırmış ve ele geçirmiştir.
?
Almanya, Polonya'yı neden işgal etmek istemiştir? Adım adım ilerleyen Almanya, "doğuya doğru genişleme" politikası uyarınca, bir Orta Avrupa ülkesi olan Polanya'ya göz dikmiştir. Ve bu ülkeden Dantzing bölgesini istemiştir. Bu amacını gerçekleştirmek için Polonya'ya baskı yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, 31 Mart 1939'da Polonya'ya garanti vermişlerdir. Polonya'nın bağımsızlığı tehdit edilir ve Polonya da buna karşı koyarsa, İngiltere ve Fransa bütün güçleriyle Polonya'ya yardım edeceklerdi. Batılı büyük devletlerin Almanya'ya karşı koyması, iki taraf arasındaki ilişkileri gittikçe daha da gerginleştirmiş ve savaşın çıkmasını bir an meselesi haline getirmişti. Nitekim, 11 Nisan 1939'da Alman ordularına verilen talimatta, 1 Eylül'de Polonya'nın işgal edilmesi için tüm hazırlıkların yapılması istenmiştir.
3.5. İtalya'nın Arnavutluk'u İşgal Etmesi
?
Almanya, İtalya'nın Arnavutluk'u işgali karşısında nasıl bir politika izlemiştir? Almanya'nın kısa bir süre içerisinde egemenlik alanını genişletmesi, İtalya'nın faşist lideri Mussolini üzerinde olumsuz bir etki bırakmıştı. Bu nedenle, Mussolini kendi gücünü göstermek ve Dalmaçya kıyılarında üstünlük kurmak için Arnavutluk'u işgal etmeye karar vermiştir. Bu kararını 5 Nisan 1939'da Almanya'ya bildirmiş ve destek istemiştir. Almanya, Mussolini'nin bu girişimini şiddetle destekleyceğini açıklamıştır.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
141
Bari ve Brindizi limanlarında hazırlanan İtalya donanması ve askerleri, 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgale başlamışlardır. Kısa bir süre içinde Arnavutluk, İtalya'nın egemenliği altına girmiştir. Bu olayla, Doğu Akdeniz ve Balkanların statükosu ağır bir tehdit altına girmiştir.
3.6. Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı İtalya'nın Arnavutluk'u işgal etmesi İngiltere ve Fransa tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştı. Bu sert tutum İtalya'yı daha fazla Almanya'ya itmişti. Nitekim, 22 Mayıs 1939'da, Almanya ve İtalya arasında "Çelik Pakt" adı verilen bir ittifak imzalanmıştı. İngiltere de, Almanya ve İtalya'nın gelecek genişleme girişimlerine göz yummayacağını göstermek için Polonya, Romanya ve Yunanistan'a askeri güvence vermiştir. Sovyetler Birliği ve Almanya arasında imzalanan Saldırmazlık Paktı'nın hükümleri nelerdir?
?
Bu arada, Sovyetler Birliği de, Batılı müttefiklerin kendisini herhangi bir saldırı karşısında savunmasız bırakacağı duygusuna kapılmıştı. Bu nedenle, 17 Nisan 1939'da Almanya'ya başvurarak, ideolojik farklılıkların iki devlet arasındaki ekonomik ilişkileri engellememesi gerektiğini söyleyip, bu ilişkileri geliştirmek istemiştir. Hitler, Sovyetler Birliği'nin bu yaklaşımına olumlu yaklaşmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği'nde Dışişleri Bakanlığına Molotov'un getirilmesi gelişmelere yeni boyutlar kazandırmıştır. Molotov, Moskova'daki Alman büyükelçisine siyasal bir anlaşma yapılmasının daha uygun olacağını belirtmiştir. Bunun üzerine her iki ülke kendi çıkarları doğrultusunda bir "saldırmazlık paktı" yapılması hazırlıklarına girişmiştir. Nihayet, 23 Ağustos 1939'da "Sovyetler Birliği-Almanya Saldırmazlık Paktı" imzalanmıştır. Pakt'a göre; taraflar birbirlerine saldırmayacaklar, taraflardan biri üçüncü devletle savaşa tutuşursa, diğer taraf bu üçüncü devlete hiçbir şekilde yardım etmiyecekti. Ortak çıkarlar konusunda birbirleriyle ilişki kuracaklardı. Pakt, on yıl yürürlükte olacaktı. İngiltere'nin Saldırmazlık Paktı'na tepkisi ne olmuştur? Bu paktın sonucunda, Sovyetler Birliği'nin, İngiltere'nin ve Fransa'nın askeri heyetleri arasında bir süreden beri sürdürülen görüşmeler de sona erdirilmiştir. İngiltere, Pakt'a karşılık 25 Ağustos 1939'da Almanya'nın ele geçirmek istediği Polonya ile bir ittifak antlaşması yapmıştır. Tüm bu siyasal gelişmeler, dünyayı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirmişti. Zira, devletler bloklaşmaya başlamış ve blokların birbirleriyle olan ilişkileri kopma noktasına gelmişti.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
142
4. Savaşın Başlaması ve Yayılması 4.1. Almanya-Polonya Savaşı ve Polonya'nın Paylaşılması
?
İkinci Dünya Savaşı hangi olayla başlamıştır? Almanya, Sovyetler Birliği ile saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra, Polonya üzerindeki baskısını arttırmıştır. 29-30 Ağustos 1939'da Dantzing serbest şehrinin kendisine verilmesini, Koridor bölgesi için plebisit yapılmasını, seferberliğin kaldırılmasını ve bu konuları görüşmek üzere bir Polonya temsilcisinin 30 Ağustos günü Berlin'de bulunmasını istemiştir. Polonya, bu istekleri kabul etmekle birlikte, temsilcisinin istenilen tarihte Berlin'e gitmemesi üzerine Almanya harekete geçmiştir. Alman birlikleri, 1 Eylül 1939'da savaş ilan etmeksizin Polonya'yı işgale başlamıştır. İngiltere ve Fransa, Almanya'dan işgalin sona erdirilmesini ve birliklerini Polonya'dan geri çekmesini istemiştir. Ancak, bir yanıt alamadıkları için 3 Eylül 1939'da Almanya'ya savaş ilan etmek zorunda kalmışlardır. Böylece dünyayı altı yıl boyunca kasıp kavuracak İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Almanya, 28 Eylül'de Polonya'nın en önemli kentlerinden biri olan Varşova dahil olmak üzere ülkenin büyük bölümünü ele geçirmiştir. Polonya'nın işgale uğraması Sovyetler Birliği'ni harekete geçirmiştir. Bu ülke, Almanya ile yaptığı saldırmazlık paktında kendisine ayrılan Polonya topraklarını işgale başlamıştır. Bunun üzerine Almanya ve Sovyetler Birliği, 28 Eylül 1939'da Moskova'da ek bir antlaşma yaparak, Polonya'yı aralarında paylaşmışlardır. Sovyetler Birliği, Polonya'nın doğusunu, Almanya'da Varşova dahil batısını almıştır.
4.2. Sovyetler Birliği'nin Baltık Ülkelerini Ele Geçirmesi
?
Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirirken nasıl bir strateji izlemiştir? Sovyetler Birliği, Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybettiği Baltık topraklarını tekrar ele geçirmek için bu bölgeye yönelmiştir. 27 Eylül 1939'da Estonya'dan kendisine deniz ve hava üsleri verilmesini istemiştir. Bu isteğin geri çevirilmesi halinde, ülkenin işgal edileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine, Estonya, Sovyetler Birliği ile 28 Eylül 1939'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği, bu antlaşmayla Estonya'da deniz, kara ve hava üslerine sahip olduktan sonra, 5 Ekim'de Letonya, 12 Ekim 1939'da Litvanya ile imzaladığı karşılıklı yardım antlaşmalarıyla, bu ülkelerde de üsler elde etmiştir. Baltık Denizi'nin doğu kıyılarını nüfuzu altına alan Sovyet Birliği, Finlandiya'dan da üsler istemeye başlamıştır. Sovyetler Birliği, Finlandiya'nın istekleri kabul etmemesi üzerine, 30 Kasım 1939'da bu ülkeye saldırmıştır. Finliler, ülkelerini başarıyla savunmuşlardır. Ancak, Finlandiya, uluslararası alanda yalnız kaldığından barış görüşmelerini kabul etmek zorunda kalmıştır. 12 Mart 1940'da Sovyetler BirANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
143
liği-Finlandiya Barış Antlaşması imzalanmıştır. Finlandiya bağımsızlığını korumakla birlikte, Sovyetler Birliği, bu ülkeden önemli ölçüde toprak kazanmış, üs kurma hakkı elde etmiştir. Bu olayla, Sovyetler Birliği, Baltık kıyılarına iyice yerleşmiştir.
4.3. Almanya'nın Danimarka ve Norveç'i İşgal Etmesi Almanya'nın Danimarka ve Norveç'i işgal etmesindeki amacı nedir?
?
Almanya, Fransa'ya saldırmadan önce, stratejik yönden önemli olan Danimarka ve Norveç'i ele geçirmeye çalışmıştır. Hitler Almanyası, İngiliz donanmasının Norveç kara sularında bulunan bir Alman gemisine saldırmasını bahane ederek, 9 Nisan 1940'da Danimarka ve Norveç'i işgal etmeye başlamıştır. Danimarka kısa bir direnmeden sonra teslim olmuş, Norveç de, Nisan ayının sonuna kadar karşı koymasına rağmen, Almanların işgalinden kurtulamamıştır. Norveç Kralı ve hükümeti Londra'ya kaçtı. Hitler, bu işgallerle, Büyük Alman Devleti'nin yanısıra büyük bir Cermen İmparatorluğu amacına da yönelmiştir.
4.4. Batı Cephesi'nin Açılması Almanya, Norveç ve Danimarka'yı işgal ederek doğusunu ve kuzeyini güvenlik altına aldıktan sonra, Batı'ya, Fransa üzerine yönelmiştir. Nitekim, 10 Mayıs 1940 sabahı Alman Orduları Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'a saldırmaya başladılar. Lüksemburg hemen işgal edilmiştir. Hollanda ve Belçika kendilerini savunmalarına rağmen, Hollanda 15 Mayıs 1940'da, Belçika da 28 Mayıs'ta teslim olmak zorunda kalmıştır. Bu başarılardan sonra Almanlar, bir yandan İngiliz ve Fransız güçlerini Manş kıyılarında çember içine alırken, bir yandan da Paris üzerine yürümeye başlamışlardır. Bu arada, Almanya'nın kesin olarak başarılı olacağına inanan İtalya da, 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek, İkinci Dünya Savaşı'na katılmıştır. Almanya, bu olumlu gelişmeler sonucunda 14 Haziran 1940'da Paris'e girmiştir. Bunun üzerine Fransa'da hükümet değişikliği olmuş, Mareşal Petain başkanlığında kurulan yeni hükümet, 22 Haziran 1940'da Compiegne'de Almanlarla mütareke imzalamıştır. Bu mütarekeye göre; Fransız Ordusu silahsızlandırılarak tutsak edilmiş, Fransa'nın bütün batı kıyıları, kuzeyi ve doğusu Alman işgaline bırakılmıştır. Fransa'nın işgal edilmesinden sonra nasıl bir direniş hareketi başlatılmıştır? Vichy'ye taşınmış olan yeni Fransız Hükümeti, Almanya yanlısı bir politika izlemiştir. Ancak, Londra'da askeri ateşe olarak bulunan General de Gaulle, Fransız Hükümeti'ni tanımadığını açıklayarak, anavatan toprakları dışında bir direniş gücü oluşturmaya çalışmıştır. Nitekim de Gaulle, Fransa'nın Alman işgalinden kurtarılması için büyük çaba harcayacaktır. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
144
Almanya, Fransa'yı savaş dışı bıraktıktan sonra İngiltere'ye yönelmiştir. Ancak, Almanların, çetin İngiliz direnişi karşısında, İngiliz adalarında hava üstünlüğünü ele geçirememesi ve kış mevsiminin gelmesi üzerine bu ülkenin işgalinden vazgeçmişlerdir. Bundan sonra, Batı cephesinde Normandiya çıkarmasına kadar, hava savaşları ve Fransız direniş gruplarının eylemleri etkili olmuştur.
4.5. Kuzey Afrika Cephesi
?
İtalya'nın Kuzey Afrika'da cepha açması, İngiltere'yi nasıl etkilemiştir? İtalya'nın 10 Haziran 1940'da Fransa'ya savaş ilan ederek İkinci Dünya Savaşı'na katılması, İngiltere'nin güç durumda kalmasına yol açmıştı. Zira, İtalya, Kuzey Afrika'da stratejik bir öneme sahip olan Libya'yı elinde bulunduruyordu. Ayrıca, Akdeniz'de bulundurduğu donanma ile İngiltere'nin sömürgeleriyle bağlantısını önemli ölçüde kesmekteydi. Bu bakımdan, stratejik ve ekonomik yönlerden önemli bir alan olan Kuzey Afrika'nın tümüyle ele geçirilmesi, savaşın gidişatını değiştirilebilecekti. Kuzey Afrika'yı ısrarla ele geçirmek isteyen İtalya, Libya'da topladığı 200 bin kişilik bir orduyla, 13 Eylül 1940'da Mısır'a saldırmıştır. Ancak, kısa bir ilerlemeden sonra durdurulmuştur. Mısır'daki İngiliz kuvvetleri takviye alarak güçlendikten sonra 8 Aralık 1940'da karşı saldırıya geçmiştir. Nitekim, Şubat 1941'de Bingazi, Nisan 1941'de de İtalya'nın elinde bulunan Eritre ve Habeşistan'ı işgal etmiştir.
?
Kuzey Afrika Cephesi'nde olaylar nasıl gelişmiştir? İtalya'nın ard arda başarısızlığa uğraması üzerine, Almanya, 1941 yılının Mart ayında Kuzey Afrika savaşlarına katılmıştır. General Rommel komutasındaki Alman orduları, İngilizler karşısında başarı kazanarak İskenderiye yakınlarına kadar ilerlemişlerdir. Ancak, 1942 yılının Ekim ayından itibaren İngiliz karşı saldırısı üzerine Mihver devletleri gerilemeye başlamışlardır. Müttefik devletlerin de Kuzey Afrika'ya asker göndermeleriyle yapılan savaşlar sonucu, Mihver devletleri yenilmişler ve 1943 yılının Mayıs ayında teslim olmuşlardır. Böylece, Müttefikler, Kuzey Afrika savaşlarında başarı kazanarak Akdeniz'in güney kıyılarına egemen olmuşlardır.
4.6. Balkan Cephesi Fransa'nın yenilmesinden sonra, 27 Eylül 1940'da İtalya, Japonya ve Almanya arasında Üçlü Pakt denilen bir ittifak antlaşması imzalanmıştı. Bu Pakt'la, Almanya ve İtalya Avrupa'da; Japonya'da Uzak Doğu'da istilaya dayalı "yeni düzenler" kuracaklardı. Nitekim, Almanya, Avrupa'daki bazı küçük devletleri anlaşmalarla egemenliği altına almaya başlamıştır. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
145
Bununla birlikte, Almanya, kısa vade de Sovyetler Birliği ile bir çatışmayı da göze almamıştır. Hatta, bu ülkeyi Üçlü Pakt'a alarak dünyanın paylaşılmasına onları da ortak etmek istemiştir. Bu amaçla, 12-13 Kasım 1940'da Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov Berlin'e davet edilmiştir. Ancak bu görüşmelerde, Hitler, Sovyetlere İran ve Hindistan'ı alarak Hint Okyanusuna çıkmalarını önermiştir. Oysa, Sovyetler Birliği, Finlandiya, Bulgaristan ve Boğazlar'a dayalı olarak çeşitli isteklerde bulunmuştur. Görüşmelerin başarısızlığa uğraması nedeniyle Sovyetler Birliği ve Almanya'nın arası açılmaya başlamıştır. Almanya'nın Balkanlara yönelmesindeki temel amaç nedir?
?
Öte yandan Almanya, İngiltere'yi kısa sürede yenemiyeceğini anlamış, bu nedenle, geniş doğu topraklarını ele geçirerek, hammadde stoklarını arttırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu yolla, İngiltere'yi yıpratmayı hedeflemiştir. Almanya, bu amaçlarına ulaşmak için öncelikle, Orta Avrupa ve Güney-Doğu Avrupa topraklarını ele geçirmeye çalışmıştır. 20 Kasım 1940'ta Macaristan'ı, 23 Kasım 1940'ta Romanya'yı ve 24 Kasım 1940'ta da Slovakya'yı zorla Üçlü Pakt'a almıştır. Bulgaristan da, karşı koymasına rağmen 1 Mart 1941'de Üçlü Pakt'a katılmak zorunda kalmıştır. Tüm bu gelişmeler üzerine, Yugaslavya, 6 Nisan 1941'de Sovyetler Birliği ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır. Ancak, Almanya, antlaşmanın yapıldığı gün Yugoslavya'yı işgal etmeye başlamış ve 17 Nisan 1941'de de teslim almıştır. Almanya, Yugoslavya'yı İtalya, Macaristan ve Bulgaristan arasında paylaştırmıştır. Fakat, Tito'nun önderliğindeki komünistler ile Mihailoviç'in önderliğindeki ulusalcılar, Almanlarla şiddetli bir gerilla savaşına girişmişlerdir. Bu arada, Mussolini de, Hitler'e bilgi vermeden Yunanistan'ı işgal etmek istemişti. Bunun için, 28 Ekim 1940'da Yunanistan'a ultimatom vererek, bu ülkeden üsler istemişti. Ancak, red edilince Arnavutluk'taki İtalyan kuvvetlerini Yunanistan'a saldırtmıştır. Fakat, İtalyan kuvvetleri başarısızlığa uğramıştır. İşte, bu gelişmelerden sonra, 6 Nisan 1941'de Almanya'nın Bulgaristan'daki kuvvetlerini Yunanistan'a girmeye başlamıştır. Yunanlılar, kendilerini savundularsa da, 25 Nisan'da Atina, 31 Mayıs 1941'de de Girit paraşütcü Alman birlikleri tarafından işgal edilmiştir. Daha sonra da bütün Ege Adaları ele geçirilmiştir. Böylece, Almanlar, Balkanlar da kısa süre içinde önemli başarılar elde etmişlerdir.
4.7. Almanya - Sovyetler Birliği Savaşı Almanya, Sovyetler Birliği'ni işgal ederken nasıl bir strateji izlemiştir? Almanya'nın kısa bir süre içinde çeşitli cephelerde büyük başarılar elde etmesi, Hitleri daha büyük amaçlar belirlemesine ve gerçekleştirmeye yöneltmiştir. Nitekim, Almanlar, 22 Haziran 1941'de savaş ilan etmeksizin Sovyetler Birliği'ne saldırmıştır. Alman Ordusu üç koldan Sovyetler Birliği'ne taarruz etmişti. Güney kolu kısa bir süre içinde Odesa'yı ve Kiev'i almış, Kırım ve Sıvastopol'u kuşatmış ve AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
146
Rostov'a ulaşmıştı. Orta kesim ordusu ise, Smolensk'i ele geçirerek Moskova'ya yönelmişti. Kuzey ordusu da, Baltık ülkelerinden hareket ederek Leningrad üzerine yürümüştü. Ancak, Sovyet halkının direnişi üzerine Almanlar, Leningrad'ta durdurulmuştur. Almanlar yoğun bir saldırı düzenlemesine rağmen Moskova'yı alamamışlardır. Bunda kış mevsiminin gelmesi ve Alman ordusunun kış koşullarına göre organize edilememesi de etkili olmuştur.
?
Sovyetler Birliği'nin işgal edilmesi, güçler dengesini nasıl değiştirmiştir? Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması üzerine, Sovyetler ile İngilizler arasında 12 Temmuz 1941'de Ortak Hareket Antlaşması imzalanmıştır. Bununla iki devlet, Almanya'ya karşı birbirini desteklemeyi, bütün güçleriyle birbirlerine yardım etmeyi ve Almanya ile ayrı ayrı mütareke ve barış antlaşması imzalamamayı kararlaştırmışlardır. Bununla birlikte, 4 Aralık 1941'de Sovyetler Birliği ve Polonya arasında Dostluk ve Yardım Paktı adı verilen bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmaların yapılması ve A.B.D.'nin savaşa girmesinden sonra, İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında 26 Mayıs 1942'de bir ittifak antlaşması yapılmıştır. Antlaşmada; İngiltere ve Müttefiklerinin Sovyetler Birliği - Almanya savaşına katılması, savaş sonunda barışın korunması için birlikte hareket edilmesi, A.B.D. ile sıkı işbirliği yapılması ve karşılıklı her türlü yardım yapılması gibi noktalara yer verilmişti.
?
Sovyetler Birliği, İngilizlerle ittifak antlaşması yaptıktan sonra hangi değerleri öne çıkarmıştır? Bu antlaşmayla müttefikler, Sovyetlerin Doğu Avrupa'da Almanları durdurması ve baskı altına almasını hedeflemişlerdir. Sovyetler Birliği de, Alman saldırılarına karşı önemli sayılacak siyasi ve askeri destek sağlamıştır. Bununla birlikte, Sovyet lideri Stalin de, Alman saldırılarını durdurmak için kapitalist ülkelerdeki düzeni yıkmayı hedefleyen Üçüncü Enternasyonelin lağv edilmesini sağlamış, bolşevik ilkeleri bir yana bırakmış, ulusalcılığı ve dini ön plana çıkarmıştır. Halkı da, faşizmle mücadeleye çağırmıştır. Sovyet yöneticileri, içte ve dışta sağladıkları destekle uzun süre Alman kuşatmasına karşı koymuşlardır.
4.8. A.B.D.'nin Savaşa Girmesi
?
A.B.D., İkinci Dünya Savaşı'nın başlarında nasıl bir politika izlemiştir? A.B.D., Avrupa'da başlayan savaş karşısında tarafsız kalmıştı. Ancak, Müttefik devletlere değişik zamanlarda askeri yardımlarda da bulunmuştur. Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla A.B.D. ve Japonya arasındaki ilişkiler de gerginleşmeye başlamıştı. Zira, Uzakdoğu'da Japonya ve A.B.D.'nin çıkarıyla çatışmaktaydı. Japonya, 1937'de başlattığı Çin Savaşı'nı sürdürmekte kararlı idi. A.B.D.'de Çin'e mali yardımda bulunarak, Japonya'nın yayılmacılığını önlemek istemiştir. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
A.B.D. hangi olayla savaşa girmiştir?
147
?
Tüm bu gelişmelerin yanında, Japonya'daki militarist yönetim, Almanların Rusya'da ilerlemesinden ve Anglo-Saksonların Pasifik'te zayıf bulunmasından cesaret alarak, eskiden beri özlemini duyduğu Büyük Pasifik İmparatorluğu'nu kurmak için harekete geçmiştir. Nitekim, Japonya, 7 Aralık 1941'de Hawaii Adalarında Pearl Harbour'da demirli bulunan Amerikan Pasifik donanmasına saldırmış ve bu donanmanın büyük kısmını yok etmiştir. Bu olayın sonucunda Japonya, 8 Aralık günü A.B.D. ve İngiltere'ye, 11 Aralık'ta da Almanya ve İtalya, A.B.D.'ne resmen savaş ilan etmiştir. Hatta, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan birçok devlet de, içinde bulundukları bloklara uygun, birbirleriyle savaşa girmişlerdir. Böylece, savaş tam bir dünya savaşına dönüşmüştür. Japonya, savaşın ilk anlarında büyük başarılar kazanmışlardır. Pasifik'te birçok bölgeyi ve Hindiçini'ni işgal etmişlerdir. Ancak, Müttefikler, 1942 yılının sonlarında Japonya'nın yayılmasını durdurmuşlardır. A.B.D., 12-13 Kasım 1942'de Salomon adaları açıklarında Japonya donanmasını ilk büyük yenilgiye uğratmıştır. Bu olayla, Uzakdoğu'da savaş Japonya'nın aleyhine dönmeye başlamıştır.
5. Savaş Sırasında Önemli Siyasal Buluşmalar 5.1. Atlantik Bildirisi Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması, bunun üzerine Sovyetler Birliği'nin de 12 Temmuz 1941'de İngiltere, 1 Ağustos'ta da A.B.D. ile birer antlaşma imzalaması savaşın gidişatında önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill, 1941 yılının Ağustos ayının başlarında savaşla ilgili gelişmeleri görüşmek üzere Atlantik'te (Atlas Okyanusu'nda) bir savaş gemisinde biraraya gelmişlerdir. Atlantik Bildirisi'nde hangi ilkelere yer verilmiştir? Roosevelt ve Churchill, görüşmelerden sonra, 14 Ağustos 1941'de "Atlantik Bildirisi" adı verilen bir metin yayınlamışlardır. Bildiride iki devlet; topraklarını genişletmek istemediklerini, her ulusun kendi istediği hükümet şeklini seçme hakkına uyacaklarını, küçük-büyük tüm devletlerin aynı koşullar altında dünya ticaretine katılmalarını istediklerini, Nazi diktatörlüğünün tam olarak yıkılmasından sonra, bütün ulusların sınırları içinde güvenle yaşama olanağı sağlayacak bir barışın yapılmasını, böyle bir barışla bütün insanlara engel çıkartılmadan bütün deniz ve okyanuslarda dolaşma olanağının sağlanmasını ve bütün ulusların kuvvet kullanmaktan vazgeçme yolunu tutmaları gerektiğine inandıklarını belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi, bildiriye özgürlük ve demokrasi ilkeleri yön vermiştir. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
148
A.B.D.'nin savaşa katılmasından sonra, Almanya'ya karşı savaşa giren 26 devletin de imzasıyla, 1 Ocak 1942'de, Atlantik Bildirisi esas olmak üzere "Birleşmiş Milletler Bildirisi" yayınlanmıştır. Bu bildiride, Atlantik Bildirisi'ndeki ilkeler aynen kabul edilmiştir. Ayrıca, zafer elde edilinceye kadar işbirliği yapılacağı açıklanmıştır. Böylece, savaştan sonra kurulacak olan Birleşmiş Milletler Örgütü'nün nüvesi oluşturulmuştur.
5.2. Kazablanka Konferansı
?
Kazablanka Konferansı'nda hangi konular üzerinde durulmuştur? A.B.D. Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill arasında, 14-24 Ocak 1943 tarihleri arasında Kazablanka kentinde yapılmıştır. Sovyet lideri Stalin de davet edilmişse de katılamamıştır. Bu konferansta, A.B.D. kuvvetlerinin, 1942 yılının Kasım ayında Fas ve Cezayir'e çıkması üzerine, Kuzey Afrika savaşlarının gidişatı ve sonrası hakkında stratejik ve diplomatik sorunlar ele alınmıştır. Konferansın sonunda; Sovyetler Birliği üzerindeki baskıyı hafifletmek için Sicilya'ya çıkartma yapılması, Balkanlarda ikinci bir cephenin açılması, bunun için de Türkiye'nin savaşa katılmasını sağlamak üzere hazırlıklara girişilmesi, Mihver Devletleri'nin kayıtsız şartsız teslimine kadar mücadeleye devam edilmesi gibi kararlar alınmıştır.
5.3. Washington Konferansı 12-16 Mayıs tarihleri arasında Roosevelt ve Churchill arasında gerçekleştirilen konferansta, savaş sorunları görüşülmüştür. İtalya'nın işgal edilmesi, Türk hava alanlarından yararlanılması, ikinci cephenin Fransa'da açılması, savaş sonrasında kurulacak barışın korunması sorumluluğunun A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin'e verilmesi kararlaştırılmıştır.
5.4. Quebec Konferansı
?
Quebec Konferansı'nda hangi öneriler kabul edilmemiştir? Roosvelt ve Churchill, 14-24 Ağustos 1943 tarihleri arasında Kanada'nın Quebec kentinde tekrar biraraya gelmişlerdir. Görüşmelerde, Almanya'nın silahsızlandırılmasını ve kontrol altına alınmasını öngören bir plan kabul edilmiştir. Ayrıca, Churchill, Türkiye'nin savaşa sokulmasını ve ikinci cephenin Balkanlarda açılmasını önermiştir. Ancak, bu öneriler kabul görmemiştir. Daha önce, Fransa'da açılması planlanan ikinci cephenin Normandiya kıyılarında olmasına ve bunun hazırlanması sorumluluğunun da A.B.D.'ne bırakılmasına karar verilmiştir.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
149
5.5. Moskova Konferansı Moskova Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?
?
Bu konferansta; A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Çin dışişleri bakanları 19 Ekim 1943'te Moskova'da Kremlin Sarayı'nda biraraya gelerek, savaşta meydana gelen son gelişmeleri görüşmüşlerdir. Konferans, 1 Kasım'da yayınlanan ortak bildirilerle sona ermiştir. Bildirilerde; Müttefik devletlerin düşmanın kayıtsız-koşulsuz teslim olmasından sonra, barışı sürdürebilmek için bütün barış seven devletlerin eşit haklarla katılabilecekleri bir örgüt kurulmasına, İtalya'daki savaş suçlularının mahkemeye verilmesine, Avusturya'nın savaştan sonra bağımsız bir devlet olmasına ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere ilgili devletlere teslim edilmesine karar verildiği açıklanmıştır.
5.6. Kahire Konferansı Kahire Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır?
?
22-26 Kasım 1943'te Roosevelt, Churchill ve Çin Devlet Başkanı Çan-Kay,Şek'i arasında yapılan konferansta, Uzakdoğu'daki savaş gelişmeleri ele alınmıştır. Ayrıca, savaş sona erdiğinde Japonya ile yapılacak barışın esaslarının neler olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ancak, bu konularda kesin bir sonuca varılamamıştır. Bununla birlikte, konferansa katılan üç devlet, 26 Kasım 1943'te yayınladıkları ortak bildiride; Japonya'yı Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ele geçirmiş olduğu bütün toprakları boşaltmaya zorlamak, Kore'nin bağımsızlığının tanınması gibi konularda da hemfikir olduklarını belirtmişlerdir.
5.7. Tahran Konferansı Tahran Konferansı'nda hangi kararlar alınmıştır? İran, 1941 yılında Sovyet Birliği'ne kolay yollardan yardım ulaştırabilmek için İngilizler ve Sovyetler tarafından işgal edilmişti. Stalin, üç büyük Müttefik devlet adamının buluşmaları gündeme gelince, Kızıl Ordu birliklerinin işgali altında bulunmayan bir yere gitmeyeceğini açıklamıştır. Bunun üzerine, Roosevelt, Churchill ve Stalin, Tahran'da biraraya gelmişlerdir. 28 Kasım-1 Aralık 1943 tarihleri arasında yapılan konferansta; İran'a yardım yapılması, Türkiye'nin savaşa sokulması, Yugoslavya'daki direnişçilere her türlü desteğin verilmesi, Normandiya'da ikinci cephenin açılması, Polonya sınırının saptanması, kesin zafere kadar savaşın birlikte sürdürülmesi ve savaştan sonra barışın korunması için bir uluslararası örgütün kurulması kararlaştırılmıştır.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
150
5.8. Yalta Konferansı Fransa, 6 Haziran 1944'de Normandiya çıkarmasından sonra Alman işgalinden kurtarılmıştı. Bundan sonra, Almanya'nın teslim olması gündeme gelmişti. Bu durumda, hem gelecek barış hakkında daha esaslı bir anlaşmaya varmak, hem de Sovyetler Birliği'nin Japonya'ya savaş açmasını sağlamak amacıyla üç büyük Müttefik devlet başkanı 4 Şubat - 11 Şubat 1945'te Kırım'ın Yalta kentinde biraraya gelmişlerdir. Roosevelt, Churchill ve Stalin, Yalta Konferansında; Sovyetler Birliği'nin Almanya teslim olduktan sonra Japonya'ya savaş açması ve buna karşılık daha önce bu devlete bıraktığı toprakları ve Kuril adalarını alması, Sovyetler Birliği'nin Çin ile bir dostluk ve ittifak antlaşması imza etmesi, üç büyük Müttefik devletin ordularının Almanya'nın birer bölgesini işgal etmesi, merkezi Berlin olmak üzere her üç devletin komutanlarından oluşan bir "Merkez Kontrol Komisyonu"nun kurulması, Fransa'nın da Almanya'ya işgal birlikleri göndermesi, Alman militarizmi ve nazizminin yok edilmesi, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi ve Birleşmiş Milletler Örgütü'nün kurulması için 25 Nisan 1945'te San Fransisco'da bir konferans toplanması gibi konular üzerinde durmuşlardır.
?
Yalta Konferansı, Müttefik Devletler üzerinde ne gibi etki yaratmıştır? Yalta Konferansı, üç büyük Müttefik devlet arasında öteden beri süregelen anlaşmazlığı belirginleştirmiştir. Roosevelt, Birleşmiş Milletler Örgütü konusunda alınan karardan memnun kalmıştır. Ancak, Churchill, Sovyetler Birliği'ne çok fazla ödün verildiğini düşünmüştür. Müttefikler arasındaki bu farklı tutum ve davranışlar, savaş sırasında meydana getirilmiş olan ittifakın yara almasına yol açmıştır. Hatta, Müttefikler arasında işbirliğini sona erdirmiştir. Ancak, ideolojileri ve devlet yapıları farklı üç büyük Müttefik devlet, savaş tümüyle sona ermediği için bir süre daha birlikte hareket etmişlerdir.
5.9. Potsdam Konferansı Almanya'nın teslim olmasından sonra, Avrupa'da ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere, üç büyük Müttefik devlet, 17 Temmuz - 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Berlin yakınlarında Potsdam'da bir toplantı yapmışlardır. Potsdam Konferansı'nda A.B.D.'ni (Roosevelt 12 Nisan 1945'te öldüğü için yerine geçen) Başkan Yardımcısı Harry S. Truman, İngiltere'yi konferansın ilk günlerinde Churchill ve daha sonra (Churchill, 1945 yılı Temmuz ayında yapılan genel seçimi kaybettiği için) İşçi Partisi lideri ve yeni Başbakan Clement Attlee, Sovyetler Birliği'ni de Stalin temsil etmişlerdir. Konferansın en önemli konusunu barışın nasıl sağlanacağı oluşturmuştur. Bilindiği gibi, Almanya, Müttefikler tarafından dört bölgeye ayrılmış ve her bölge bir Müttefik devlet tarafından işgal edilmişti. Ancak, bu bölgelerin sınırları kesin olarak saptanamamıştı. Ayrıca, Müttefik devletler, gerek Almanya, gerek Avrupa'nın ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
151
çeşitli sorunları konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bu nedenle, Müttefikler, A.B.D. ve İngiltere bir tarafta, Sovyetler Birliği de diğer tarafta olmak üzere ikiye ayrılmışlardı. Postdam Konferansı'nda Almanya'nın geleceği hakkında ne gibi kararlar alınmıştır?
?
Üç büyük Müttefik Devlet, anlaşmaya vardıkları konularda, konferansın bitiş tarihi olan 2 Ağustos 1945'te bir deklarasyon yayınlayarak açıklamışlardır. Buna göre; • • • • • • • •
•
Almanya'nın kontrolünün A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği ve Fransa işgal bölgelerinin komutanları aracılığıyla yapılması, Almanya'nın silahsızlandırılması ve askerlikten arındırılması, Almanya silahlı kuvvetlerinin, Nazi birlik ve örgütlerinin tümüyle kaldırılması, Alman savaş endüstrisinin ortadan kaldırılarak yeniden düzenlenmesi ve Alman ekonomisinin Müttefikler tarafından kontrol edilmesi, Savaş suçlularının tutuklanması ve kontrol edilmesi, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesi, Almanya'da demokratik bir düzenin kurulması, Barışla ilgili düzenlemelerin yapılması için A.B.D., İngiltere, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa dışişleri bakanlarından oluşan bir "Dışişleri Bakanları Konseyi"nin kurulması, Oluşturulan konseyin Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya barış sözleşmelerini hazırlamakla yükümlü olması.
Postdam Konferansı'nda Türkiye hangi konuyla ilgili olarak ele alınmıştır? Potsdam Konferansı'nda bu ana konuların yanısıra; Sovyet Birliği'nin Japonya'ya savaş açması, Avusturya ve başkenti Viyana'nın dört işgal bölgesine ayrılması, İtalya ile koşulları ağır olmayan bir şekilde barış yapılması, İran'ın derhal boşaltılması, Sovyetler Birliği'nin Boğazların Türkiye ile birlikte kendi kontrolüne verilmesine karşılık, Boğazlardan geçişin tam serbest olması gibi konular da tartışılmıştır. Konferans'ta alınan kararlar ve tartışılan konular, Avrupa'nın siyasi, sosyal ve askeri geleceğinin belirlenmesinde önemli olmuştur. Yapılacak barış antlaşmalarının temel koşullarını da belirlemiştir. Potsdam Konferansı, üç büyük Müttefik Devletin İkinci Dünya Savaşı'nda yaptıkları son büyük konferans olmuştur. Bu konferans, bu devletler arasındaki anlaşmazlığı arttırmış ve dünya başlıca iki nüfuz alanına veya iki bloka ayrılma dönemine girmeye başlamıştır.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
152
6. Savaşın Sona Ermesi 6.1. Avrupa'da Savaşın Sona Ermesi 6.1.1. İtalya'nın Savaştan Çekilmesi Müttefik Devletler, Mareşal von Rommel'in komutasındaki Alman birliklerini Elalameyn önünde durdurmuştur. Bunun üzerine, İngilizler, Mareşal Montgomery'in emri altındaki birliklerle 1942 yılının Ekim ayında karşı saldırıya başlamış ve Alman von Rommel'i ard arda yenilgiye uğratmıştır. 8 Kasım 1942'de de, General Eisenhower yönetimindeki Amerikan ve İngiliz birlikleri Kuzey Afrika'da karaya çıkmış ve kısa sürede bu bölge ele geçirilmiştir.
?
İtalya'nın yenilmesi iç politikasında ne gibi değişiklikler yaratmıştır? Müttefikler, bu gelişme üzerine, İtalya'yı işgal etmek ve Mihver Devletlerine karşı güneyden bir cephe açmak için 10 Temmuz 1943'te İtalya'nın kuzeyine doğru ilerleyerek bu ülkeyi işgal etmişlerdir. Bunun üzerine, gerek İtalya'nın savaşın başlangıcından itibaren ard arda başarısızlığa uğraması, gerek ülkenin işgal edilmesi, halkın rejime karşı bir hoşnutsuzluk duymasına yol açmıştı. Nitekim, 24 Temmuz 1943'te toplanan Büyük Faşist Konseyi, Mussolini'yi iktidardan düşürmüştür. Yeni hükümetin başına Mareşal Bodoglio getirilmiştir. Mareşal Bodoglio'nun yaptığı ilk iş, Mussolini'yi hapsetmek ve Faşist Partisi'ni lağv etmek olmuştur. İtalya yöneticileri, bu gelişmelerden sonra 3 Eylül 1943'te Müttefiklerle bir mütareke yaparak savaştan çekilmiştir. 13 Ekim 1943'te de Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir. İtalya'nın savaştan çekilmesi, Almanya'yı alabildiğine zor durumda bırakmıştır. Akdeniz bölgesi, Müttefiklerin egemenliği altına girmiş ve Yunanistan ile Yugoslavya'da Almanlara karşı ulusal kurtuluş hareketleri büyük ivme kazanmıştır.
6.1.2. Almanya'nın Teslim Olması Müttefik Devletler, 1944 yılında hava üstünlüğünü sağlamışlardı. Özellikle de, 6 Haziran 1944'te Fransa'nın Normandiya kıyılarına çıkarma yaparak "ikinci cephe" yi açmışlardır. 9 Ağustos 1944'te Paris'i Alman ordularından kurtarmışlardır. Fransız direniş hareketinin ünlü ismi General de Gaulle, hükümet kurarak Fransa'ya yeniden hayat kazandırdı. Bu askeri gelişmeler üzerine Almanya için kurtuluş olanağı kalmamıştı. Doğudan ve batından Müttefik Devletler tarafından işgal edilmeye başlanmıştır. Hitler, Müttefikler, Berlin'e girdikten sonra 30 Nisan 1945'te intihar ederek, yerini Amiral Doenitz'e bırakmıştır. Berlin, 2 Mayıs 1945'te ağırlıklı olarak Sovyet askerlerinin yeraldığı Müttefikler tarafından tamamıyla ele geçirilmiştir. 4 Mayıs'ta Hollanda, ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
153
Kuzey-Doğu Almanya ve Danimarka'daki Alman orduları teslim olmuşlardır. Bnun üzerine, 7 Mayıs 1945'te Alman delegeleri Reims kentindeki Eisenhower'in ana karargahında Almanya'nın kayıtsız-şartsız teslim belgesini imzalamışlardır. Almanya'nın teslim olmasından sonra Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin ileri gelenlerinin büyük bir kısmı kaçmış, bir kısmı da Müttefikler tarafından yakalanmıştır. Böylece, beş buçuk yıl Avrupa'yı kan ve gözyaşına boğan savaş Avrupa coğrafyasında sona ermiştir.
6.2. Uzakdoğu'da Savaşın Sona Ermesi: Japonya'nın Teslim Olması Müttefikler, 1942 yılında Pasifik'te Japon yayılmasını durdurmuşlardır. 1943 ve 1944 yıllarında da deniz ve hava üstünlüğünü ele geçirmişlerdir. 1945 yılının başlarından itibaren Japonya'nın işgali altında bulunan Çin, Endonezya ve Pasifik'te çeşitli yerlerde saldırıya geçmişlerdir. Japonya'nın teslim olmasını hızlandıran olay nedir?
?
Müttefik güçleri, Japonya'ya son darbeyi Temmuz-Ağustos 1945'te vurmuşlardır. Nitekim, A.B.D. 9-10 Temmuz 1945'te Japonya'nın başkenti Tokyo'yu havadan bombalamıştır. Japonya'nın gücü tükenmiş olmasına rağmen, Müttefiklerin teslim olma önerisini geri çevirmiştir. Bunun üzerine A.B.D., Japonya'yı kayıtsız-şartsız teslim olmaya zorlamak için, 6 Ağustos 1945'te ilk atom bombasını Hiroshima'ya, ikincisini de 9 Ağustos 1945'te Nagasaki'ye atmıştır. Sovyetler Birliği, 13 Nisan 1941'de Japonya ile tarafsızlık antlaşması imzalamasına rağmen, teslim olma noktasına gelen bu ülkeye 8 Ağustos 1945'te savaş ilan etmiş ve Mançurya'yı işgale başlamıştır. Japonya, 10 Ağustos 1945'te yenilgiyi kabul ettiğini A.B.D.'ne bildirmiştir. Yapılan görüşmeler sonucu 2 Eylül 1945'te Tokyo Koyu'nda demirli bulunan A.B.D.'ne ait Missouri adlı savaş gemisinde Japonya'nın teslim belgesi imzalanmıştır. Bu olayla da Uzakdoğu'da savaş sona erdiği gibi, yaklaşık kırk milyon insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı da Müttefiklerin zaferiyle bitmiştir.
7. İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin Politikası Türkiye'nin Fransa ve İngiltere'ye yakınlaşmasının nedenleri nelerdir? Genç Türkiye'nin yöneticileri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenerek nasıl ortadan kalktığını, Türk Ulusu'nun nasıl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamışlardı. Bu nedenle, ülkeyi yeni bir savaşın dışında tutmaya çalışmışlardır. Ancak, Almanya'nın 1930'lu yıllarda komşularına saldırması, İtalya'nın 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgal etmeye başlaması karşıAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
154
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
sında tedirgin olmuşlardır. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere ve Fransa'ya yakınlaşmıştır. Nitekim, 12 Mayıs 1939'da Türkiye ve İngiltere arasında, Türk-İngiliz Yardım Deklarasyonu, 23 Haziran 1939'da da benzer bir antlaşma Türkiye ve Fransa arasında imzalanmıştır. Türkiye, bu antlaşmaları Alman nazizmine ve İtalyan faşizmine karşı yapmasından dolayı, Sovyetler Birliği'nin bir zorluk çıkarmıyacağını düşünmüştür. Fakat, 23 Ağustos 1939'da Almanya-Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması'nın yapılması ve Polonya'nın Almanya tarafından işgal edilmesi, Türkiye'yi bir tehdit altında bırakmıştı. Hatta, Sovyetler Birliği'nin Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçirilmemesini ve boğazlarda Sovyet askeri bulundurmak istediğini Türkiye'ye bildirmesi tehlikenin boyutlarını arttırmıştır. Türkiye, bu gelişmeler üzerine İngiltere ve Fransa ile eski antlaşmalarını açık bir ittifaka dönüştürmeye çalışmıştır. 19 Ekim 1939'da Türkiye, İngiltere ve Fransa, Ankara'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamıştır. Buna göre; • • •
Bir Avrupa devletinin Türkiye'ye saldırması ve savaş çıkması halinde Fransa ve İngiltere'nin Türkiye'ye yardım etmesi, İngiltere ve Fransa bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, Türkiye'nin bu iki devlet yararına tarafsızlık politikası izlemesi, Bu antlaşmanın uygulanması sonucunda tarafların savaşa girmesi halinde, mütarekenin ve barışın birlikte imza edilmesi gibi.
Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'nda izlediği politikayı ayrıntılı bir şekilde Fahir Armanoğlu'nun "20. Yüzyıl Siyasi Tarihi" adlı kitabından okuyunuz. Türkiye bu antlaşma ile, Sovyetler Birliği'nden tamamıyla ayrılmış ve Batılı devletlere yakınlaşmıştır. Türkiye, savaşın tüm dünyada genişlediği bir dönemde, 18 Haziran 1941'de Almanya ile on yıl süreli bir dostluk antlaşması yaparak manevra yapma alanını genişletmiştir. Fakat, bu tarihlerde Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması dengeleri alt-üst etmiştir. Bu kez de Sovyetler Birliği, Türkiye'nin savaşa girmesini istemiştir. Nitekim, 30-31 Ocak 1943'te Churchill ve İsmet İnönü, Adana'da buluşarak Türkiye'nin savaşa girip girmeme konusunu tartışmılardır. Adana Konferansı da denilen bu buluşmada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye'nin savaşa girecek silah ve malzemeye sahip olmadığını ve İngiltere'nin bu donatımı tamamlaması halinde savaşa gireceğini ileri sürmüştür. Savaş devam ettikçe Müttefik Devletlerin Türkiye'yi savaşa sokma konusundaki ısrarlarını arttırmışlardır. Nitekim, İsmet İnönü, Roosevelt ve Churchill, 4-6 Aralık 1943'te İkinci Kahire Konferansı'nda biraraya gelerek, Türkiye'yi savaşa sokma konusunu tartışmışlardır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türk Ordusunun donatımının tamamlanması halinde 1945 yılının Şubat ayında savaşa girileceğini belirtmiştir.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
Türkiye, savaşın Almanya'nın aleyhine gelişmeye başladığı dönemde 2 Ağustos 1944'te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesmiştir. 23 Şubat 1945'te de Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Türkiye, bu tutumuyla da Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Kısaca, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız bir politika izlemiş, fakat bu politikasını denge esasları üzerine oturtmuştu.
Özet Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan barış antlaşmaları sorunları çözmemiş ve yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Güçler dengesi yeniden biçimlenmişti. Dünya barışının korunması amacıyla, Milletler Cemiyeti kurulmuş, Avrupalı büyük ülkelerin de yer aldığı bazı Avrupalı devletler karşılıklı güvenliğin sağlanması için Locarno Antlaşmasını, A.B.D. ile Fransa Dışişleri Bakanlarının öncülüğünde de savaşı yasa dışı ilan eden BriandKelogg Paktı imzalanarak yürürlüğe sokulmuştu. Ancak, barışın korunmasına yönelik bu çabalar yeterli olmamıştır. İtalya'da faşist rejiminin kurulması ve bu rejimin yayılmacılığa yönelmesi, Almanya'da Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi'nin iktidara tırmanarak Versailles Barış Antlaşması düzenini ortadan kaldırmaya çalışması ve Büyük Germen İmparatorluğunu kurmak istemesi, Japonya'nın da Uzakdoğu'da güçler dengesini alt-üst ederek militarist temellere dayalı bir imparatorluk kurma tutumuna girmesi, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açan en önemli gelişmeler olmuştur. Almanya, İtalya ve Japonya'nın katılımı ile Anti Komintern Paktı'nın kurulması, İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte önemli bir dönüm noktası olmuştur. "Berlin-Roma-Tokyo Mihveri" dünyanın savaşın eşiğine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Alman birliklerinin 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırısıyla başlamıştır. Bu olay üzerine İngiltere ve Fransa, Almanya'ya savaş ilan etmişlerdir. Sovyetler Birliği, Baltık ülkelerini ele geçirmiştir. Almanya ise, Norveç ve Danimarka'yı işgal ettikten sonra, Avrupa içlerinde ilerleyerek Hollanda, Belçika ve Fransa'yı işgal ederek, bu ülkeleri kendi topraklarına katmıştır. Bununla birlikte, Almanya ve İtalya, Kuzey Afrika'da da yayılmaya çalışmışlardır. Japonya'nın da, A.B.D.'ni bir ani baskınla savaşa sürüklemesi sonucu, savaş tüm dünyaya yayılmıştır. Mihver Devletleri'nin yayılmacılığına karşı İngiltere, Sovyetler Birliği ve A.B.D. ittifak yapmışlardır. Müttefik Devletler, gerek savaş sırasında gerçekleştirdikleri siyasal buluşmalarla gerek ordularını seferber ederek, Mihver Devletlerini yenilgiye uğratmışlardır. Mihver Devletlerinin tüm cephelerde teslim olmasıyla, dünyaya beş buçuk yıl felaket yaşatan İkinci Dünya Savaşı sona ermiştir.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
155
156
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
Değerlendirme Soruları 1. Aşağıdakilerden hangisi Milletler Cemiyeti'nin sözleşmesinde yer almamıştır? A. Devletlerin savaşa başvurmamak konusunda bir takım yükümlülükleri kabul etmesi B. Uluslararası ilişkilerin gizlilikten uzak bir şekilde yürütülmesi C. Uluslararası hukuk kurallarının büyük devletlerin yararına düzenlenmesi D. Halkların karşılıklı ilişkilerinde adaletin korunması E. Örgütlenmiş halkların antlaşmalardan doğan bütün yükümlülükleri yerine getirmesi 2. Briand-Kellogg Paktı, hangi ülkelerin dışişleri bakanları öncülüğünde hazırlanmıştır? A. Fransa - A.B.D. B. Fransa - İngiltere C. Fransa - Sovyetler Birliği D. A.B.D. - İngiltere E. İngiltere - Sovyetler Birliği 3. Aşağıdakilerden hangisi İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasında etkili olmamıştır? A. İtalya'nın eski Roma İmparatorluğu'nu kurma düşüncesi B. Almanya'nın Büyük Germen İmparatorluğu'nu kurmaya çalışması C. Berlin - Roma - Tokyo Mihverinin kurulması D. A.B.D. 'nin Monreo doktrinini uygulaması E. Almanya'nın Versailles Barış Antlaşması'nın statükosu bozmaya çalışması 4. I. İtalya'nın Habeşistan'ı işgal etmesi II. Almanya'nın Polonya'nın işgal etmesi III. Yalta Konferansı IV. Almanya - Sovyetler Birliği Saldırmazlık Paktı Yukarıdaki olayların kronolojik sıralaması aşağıdakilerden hangisidir? A. III - I - IV - II B. I - IV - II - III C. IV - II - III - I D. I - II - III - IV E. II - III - I - IV
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
157
5. Müttefik Devletler, Avrupa'da ikinci cepheyi hangi bölgede açmışlardır? A. Sicilya B. Polonya C. Berlin D. Belçika E. Normandiya
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Armaoğlu, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), Ankara: 1988. Büyük Savaş. 2. Dünya Savaşı, (Çev: Fikret Arıt), İstanbul: 1974. Hart, Lidell. II. Dünya Savaşı Tarihi, C. 1-2, (Çev: Kerim Bağrıaçık), İstanbul: 1998. Hobsbawm, Eric. Kısa 20. Yüzyıl (1914-1991) Aşırılıklar Çağı, (Çev: Yavuz Alogan), İstanbul: 1996. Jacobsen, Hans - Adolf. 1939-1945 Kronoloji ve Belgelerle İkinci Dünya Savaşı, (Çev: İbrahim Ulus), Ankara: 1989.
Lestien, Georges - Cere, Roger. İki Dünya Savaşı, (1914-1918; 1939-1945), (Çev: Nihal Önol), İstanbul: 1966. Öndeş, Osman. 2. Dünya Savaşı (1939-1945), İstanbul: 1974. Sander, Oral. Siyasi Tarihi. Birinci Dünya Savaşı'nın Sonundan 1980'e Kadar, Ankara: 1989. Uçarol, Rıfat. Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: 1955. Üçok, Çoşkun. Siyasal Tarih (1789-1960), Ankara: 1975.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. C
2. A
3. D
4. B
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
5. E
Türk Cumhuriyetleri
ÜNİTE
8
Yazar Prof.Dr. İhsan GÜNEŞ
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Sovyetler Birliğinin dağılmasını, • Kafkasya ve Orta Asya'da kurulan Türk Cumhuriyetlerini tanıyacaksınız.
İçindekiler • Giriş
161
• Azerbaycan
161
• Kazakistan
166
• Kırgızistan
169
• Özbekistan
171
• Türkmenistan
173
• Özet
175
• Değerlendirme Soruları
176
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
177
Çalışma Önerileri • Bu üniteyi okumadan önce bir Asya haritasını inceleyiniz. Orta Asya hakkında bilgi toplayınız. • Geçen yıl gördüğünüz Dünya'nın ve Türkiye'nin Yakın Tarihi adlı kitabın 1, 2 ve 3. ünitelerini okuyunuz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
161
1. Giriş Gorbaçov'un gerçekleştirdiği reformlar nelerdir? Rusya’da Çarlık yönetiminin yıkılıp yerine Sosyalist bir düzenin kurulması Rusya'da yaşayan uluslar için bir umut kaynağı olmuştu. Zira, Rus egemenliği altında yaşayan uluslar ayrı ayrı devletlerini kuracaklarını ve Rusya’nın sömürgesi olmaktan kurtulacaklarını sanmışlardı. Fakat gelişmelerin böyle olmadığını yaşayarak öğrendiler. Özellikle Stalin dönemindeki baskıcı politika zihinlerden silinmedi. Sovyetlerin sömürgeci ve baskıcı politikası 1985 yılına kadar sürdü. Mikhail Gorbaçov’un Komünist Partisi Genel Sekreteri olması, Sovyetler Birliği'nin tarihinde bir dönüm noktası oldu. Gorbaçov, siyasi sistemin, devlet teşkilatının, hükümet organlarının yeniden yapılandırılmasını, siyasi sistemin demokratikleştirilmesini, bürokrasi ile mücadele edilmesini, milliyetler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini, hukuk sisteminin gözden geçirilmesini kararlaştırdı. Seçim sistemini değiştirdi. Parti ile hükümeti birbirinden ayırdı. Anayasada değişiklik yaptı. Sovyetler Birliği'nde iki meclisli bir yapı oluşturdu ve kendisi geniş yetkilerle donatılmış devlet başkanı oldu. Gorbaçov, Sovyetlerin ekonomik bakımdan saptadığı hedeflere ulaşamadığını bunun da halkın sıkıntılarını artırdığını belirterek ekonomik alanda da reform yapılmasını istedi. Sosyalist Teşebbüs Kanunu ile işletmelerin hakları ve sorumlulukları saptandı. İşletmeler giderlerini kendileri karşılayacak,fiyatları belirleyecekler, ürünlerinin kalitelerini yükseltecekler, yabancı sermayeden yararlanabilecekti. Sovyetler Birliği yavaş yavaş sosyalist ekonomiden pazar ekonomisine geçiyordu. Gorbaçov, Amerika Birleşik Devletleri'yle Sovyetler Birliği'nin girdiği yıldızlar savaşı olarak adlandırılan uzay araştırmalarından yorgun düşmüştü. Çünkü Sovyet ekonomisi silahlanma yarışının maliyetini kaldıramayacak duruma gelmişti. Üretilen silahlar,yapılan uzay araştırmaları halkın zorunlu fedakarlığına dayanıyordu. Bu sorunun çözümü Amerikan yönetimi ile kurulacak diyalogdan geçiyordu. Gorbaçov bu diyaloğu kurdu ve silahlanma yarışını durdurdu. Sovyetler Birliği'nde uygulanan glasnost ve perestroyka (açıklık ve yeniden yapılanma) politikası Sovyetler Birliği'nin çözülmesine ve yıllardan beri Rusların egemenliği altında yaşayan Türk unsurların ulusal kimliklerini kazanarak bağımsız devletlerini kurmalarına olanak sağlamıştır. Bu ünitede genel çizgileriyle bağımsızlıklarına kavuşan çeşitli Türk Cumhuriyetlerini inceleyeceğiz.
2. Azerbaycan Türk lehçesi ile konuşan Türklerin ülkesi olarak adlandırılan Azerbaycan’a Türkler ilk kez M. Ö. 7. yüzyılda geldiler. Fakat burası zamanla çeşitli kavimlerin hakim olduğu bir bölge oldu. Ancak, Azerbaycan’ın tümüyle bir Türk ülkesi haline gelmesi AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
162
Malazgirt Zaferi’nden sonra olmuştur. Moğolların, Timurluların egemen olduğu Azerbaycan’a, Kara ve Akkoyunlu Devletleri de hakim olmuştur. 16. yüzyıl başlarında Safevi Devleti’nin hakimiyeti altına girmiştir. Şah İsmail’in 1514’de Çaldıran’da yenilmesi üzerine Osmanlı orduları Azerbaycan’ın önemli bir bölümünü ele geçirmiştir. Safevi Devleti zayıflamış, Azerbaycan İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasında mücadele alanı olmuştur. Bu arada Rusya'da sessiz durmamış 16. yüzyılın ikinci yarısında Azerbaycan’a doğru ilerlemiştir. Hazar kıyılarına ve Kafkasya’ya hakim olmak isteyen I. Petro 1715’te Kafkaslara girmiş, 1724’te bazı Azerbaycan topraklarını ele geçirmiştir. Nadir Kulu’nun İran’da şah olması, Azerbaycan’ın İran egemenliği altına girmesine yol açmıştır. Kulu’nun ölümü üzerine Azerbaycan’da çeşitli Hanlıklar ortaya çıktı. Zayıf Hanlıklar Osmanlı İmparatorluğu'ndan yardım istediler. Fakat, İmparatorluk zayıf olduğu için onlara gereken ilgiyi gösteremedi. Azerbaycan’daki bu durumdan Gürcü Krallığı yararlandı. Fakat İran’da tahta oturan Ağa Muhammed Han’ın Kafkaslara hakim olma isteği, Gürcülerle İranlıları karşı karşıya getirdi. Tiflis’i alan Ağa Muhammed Han bölgeye egemen olamadı. Çünkü Rusya’ya sığınan Gürcü Kralının desteğiyle Gürcüler ve Ermeniler sürekli karışıklık ve huzursuzluk yarattılar. İran’ın ve Osmanlı İmparatorluğu ‘nun zayıflığını gören Rusya, 19. yüzyıl başlarından itibaren Azerbaycan'daki Hanlıkları ortadan kaldırmaya ve bölgeyi kendine bağlamaya başladı. İlk Rus işgaline uğrayan Hanlık Gence oldu. Zaman zaman Ruslara karşı direnilmiş, kimi zaman Osmanlı İmparatorluğu’ndan, kimi zaman İran’dan yardım istenmiş ise de her iki devlet de gereken yardımı yapamamış ve Azerbaycan’ın Rus işgali altına girmesine her iki devlet de seyirci kalmışlardır. Gülistan (1813)ve Türkmençayı Andlaşmalarıyla (1828) Rusya Azerbaycan’daki hakimiyetini İran’a kabul ettirmiştir. Bu arada Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ve İran ile bozulan ilişkileri karşısında sınırlarını güvenceye almaya çalışmıştır. Bu konuda Ermenilerden de yararlanmıştır. İki devlet ile kendi arasına Ermenileri yerleştirmiştir. Böylece adeta bir tampon bölge olturmuştur.
?
Rusya, Azerbaycan'a yönelik nasıl bir politika izlemiştir? Rusya işgal ettiği Kafkasları askeri yönetimle idare etmiştir. 1840’da Hazar Kıyı Bölgesi adıyla bir idari birim oluşturdu. 1845’te doğrudan Çar’a bağlı olan bir valinin yönetimi altında Kafkasya Valiliği kuruldu. Artık Türk- Rus ilişkilerinde hep bu valiliğin kararları etkin oldu. Zira bu valiliğin emrinde bir ordu kurulmuş ve bu orduya serbest hareket etme emri verilmiştir.
?
Rusya, Azerbaycan'a yönelik nasıl bir politika izlemiştir? Rus yönetimi kölelikten çıkardığı birçok Rus’u Azerbaycan’a yerleştirerek bölgenin demografik yapısını değiştirmeye çalışmıştır. Vergiler arttırılmış, Rus yöneticilerinin pervasızca tavırları halkın tepkisinine yol açmıştır. 19. yüzyılın sonlarında Rusya, Azerbaycan’ında başlayan ve İran Azerbaycan’ına da sıçrayan isyan hareketleri Rusya'nın ve İran’ın ortak çabaları ile bastırılmıştır.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
Azerbaycan'da ilk kez hangi alanda ulusalcı hareketler başlamıştır?
163
?
XIX. yüzyılın ortalarından başlayarak Azerbaycan’da kültürel bir canlanmanın başladığı görülmektedir. Tiyatro eserleri yazılmış, haftalık gazete çıkarılmaya başlanmıştır. Halkın okur-yazarlık düzeyinin artırılabilmesi için Arap abc sinin ıslah edilmesi konusunu Mirzali Fethali Ahunzade gündeme getirmiş hatta latin abc sine geçilmesini önermiştir. Eğitimin geliştirilmesi ulusalcı uyanışa yol açmıştır. Türkçülüğü savunan birçok aydın yetişti. Rusya'nın sömürgeci politikasına karşı çıkan bu aydınları sindirrmek için Çarlık yönetimi her türlü yola baş vurdu. Rus baskısından kaçanlar İstanbul’a geldiler. Bunların etkisiyle İkinci Meşrutiyet döneminde Pan-Türkçülük düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu'nda hız kazanacaktır. Azeriler, Rusya’da Çarlık yönetimine karşı çıkan ve meşruti bir yönetime geçme isteklerini dile getiren aydınlarla işbirliğine gittiler. Azeri- Rus ittifakı kuruldu. 1905 Rus-Japon Savaşı'nın yenilgiyle bitmesi Rusya’da demokratik açılıma yol açtı ve 1905’te meşruti sisteme geçildi. Duma adıyla bir parlamento açıldı. Azeriler Musavat Halk Partisi adıyla bir parti kurdular. Partinin yayın organı Açık Söz Gazetesi, lideri ise Mehmet Emin Resulzâde idi. Azeriler, Bolşeviklerin hangi ilkesine dayanarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir?
?
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Rusya’nın bu savaşa katılması iç sorunları arttırdı. Özellikle Çanakkale’de İtilaf Devletleri’nin yenilmesinden sonra Çarlığa karşı olanların etkisi daha da arttı. Nitekim 1917 yılı Şubat'ında Çarlık yıkıldı. Sosyal demokratlar herkese eşitlik vereceklerini söylediler. Ekim 1917’de ise Bolşevikler Rusya’da yönetime hakim oldular. Rusya egemenliği altında yaşayan ulusların eşit olduğunu ilân ettiler. Rusya’da iç savaş başladı. Bolşeviklerin siyasal iktidarlarını kurabilmek için iç savaşı kazanmaları gerekiyordu. Bunun için 3 Mart 1918’de Brest Litovsk Andlaşması’nı yaparak Kafkaslardaki ordudan yararlanmaya çalıştılar. Her ulusun kendi kaderini çizmesi ilkesini kabul eden Bolşevikler, 26-28 Mayıs 1918’de Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın ayrı ayrı bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldılar.
2.1. Azerbaycan Devletlerinin Kurulması Musavat Partisi hangi noktalarda etkin politik amaçlar belirlemiştir? 1905’te Rusya’da meydana gelen ihtilâl çarlık yönetimini biraz daha demokratikleştirmiştir. Duma adıyla kurulan meclise, Azerbaycan’ı temsilen 35 üye katılmıştı. Azeri üyeler demokratik hakların her ulus tarafından eşit ölçüde uygulanması mücadelesini verdiler. Fakat bu tavır Çar’ı rahatsız etti. Azerbaycan’da kurulmuş olan Himmet Partisi kapatıldı, üyeleri tutuklandı. 1911’de Musavat Partisi kuruldu. Parti programında milliyet ve mezhep farkı gözetmeden tüm müslümanların birleşmeAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
164
si, bağımsızlığını kaybetmiş müslüman memleketlerinin yeniden bağımsızlığını kazanması gerektiği, bu doğrultuda çalışan müslüman ülkelere maddi ve manevi yardımın yapılması, müslüman memleketlerin savunma ve taarruz güçlerinin arttırılmasına katkıda bulunulması, bu ideallerin yayılmasını engelleyen unsurların yıkılmasını istediler 1913’te af ilân edilince tutuklanmaktan kurtulmak için yurt dışına kaçan Azerbaycanlı aydınlar ülkelerine döndüler. Mehmet Emin Resulzâde, Musavat Partisi’nin başına geçti.
?
1918'de kurulan Azerbaycan Devleti'nin yönetim şekli nedir? Çarlığa karşı savaş açan Bolşevikler, 1917’de yayınladıkları bildiride, Rusya milletlerinin kendi yazgılarını kendilerinin çizeceklerini, istedikleri takdirde Rusya’dan ayrı bağımsız devletlerini kurabileceklerini belirttiler. Bunun üzerine Azeriler harekete geçtiler. 28 Mayıs 1918’de Resulzâde’nin başkanlığı altında toplanan Azerbaycan Milli Şurası bağımsızlığını ilân etmeye karar verdi. Milli Şura yayınladığı bildiride; Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olduğunu, yönetim şeklinin cumhuriyet olduğunu, ülkede yaşayan herkese özgürce gelişme olanağı sağlanacağını, Millet Meclisi toplanıncaya kadar Milli Şura’nın etkin olacağını bildirdi. Azerbaycan Milli Şurası Fethali Han başkanlığında bir hükümet kurdu. Yeni hükümet bu gelişimi, 30 Mayıs 1918’de büyük devletlerin merkezlerine bir telgrafla bildirdi. Azerbaycan Parlamentosu 7 Aralık 1918’de toplandı. Resulzâde’nin “bir kere yükselen bayrak bir daha inmez” sözü Azerbaycanlıların kararlılığının simgesi oldu. 22 Aralık 1918’de yeni bir hükümet kuruldu. Bolşevik Rus yönetimi petrolüyle tanınan bu bölgeyi elden çıkarma niyetinde değildi. O nedenle demokratik yönetimi zayıflatıcı her türlü eylemi destekliyordu. Bakü, hâlâ Rus denetiminde idi. Ermeni saldırıları sürüyordu. Azerbaycan hükümeti Türkiye’den yardım istedi. Nuri Paşa kumandasında gönderilen askeri birlik Bakü’yü kurtardı ve Azerbaycanlılara teslim etti (15 Eylül 1918). Mondros Mütarekesi gereğince Türk Ordusu Azerbaycan’dan çekilince Bakü yeniden el değiştirdi.
?
Bolşevikler, hangi yöntemle Azerbaycan'ı SSCB.'ne katmışlardır? Bolşevikler bağımsız Azerbaycan Hükümeti'ni kendilerine bağımlı hale getirebilmek için gizli bir komite oluşturdular. Nerimanov yönetimindeki bu komite, 27 Nisan 1920’de Azerbaycan yönetiminin kendilerine teslim edilmesini istedi. Durumun ciddiliğini farkeden hükümet bu isteği kabul etti. Başta Mehmet Emin Resulzâde olmak üzere birçok milliyetçi Azeri ülkeyi terk etti. 28 Nisan 1920’de Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Azerbaycan’ın bağımsızlığı çok kısa sürdü. Azerbaycanlılar kolay kolay Rusya’ya teslim olmadı. İşgal sonrası çıkan ayaklanmalar güçlükle bastırıldı. Azeriler üzerine baskı kuruldu. Kitleler halinde insanlar idam edildi.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
165
2.2. Azerbaycan'ın Yeniden Bağımsızlığını Kazanması Azerbaycan'ın yeniden bağımsızlığına kavuşmasında hangi örgüt etkili olmuştur?
?
Rusya’daki sosyalist sistem giderek halkın isteklerini karşılayamaz oldu. 1985’te Sovyet yönetiminin başına geçen Mikhail Gorbaçov bunu gördü. Glasnost ve perestroyka adı verilen yeni bir politika belirledi. Bu açıklık ve yeniden yapılanma politikasından Azerbaycanlılar da yararlandı. Ebulfeyz Elçibey’in önderliğinde Halk Cephesi adıyla bir örgüt kuruldu (19 Haziran 1989). Azerbaycan’a bağımsızlık verilmesi istendi. Bu durum Moskova’nın hoşuna gitmedi. Ermeniler kışkırtılarak Ermeni- Azeri çatışması yaratıldı. 19-20 Ocak 1990’da Kızıl Ordu Bakü’ye girdi. Bu durum Halk Cephesi’nin yeraltına inmesine yol açtı. Mart 1990’da seçimler yapıldı ve Ayaz Muttalibov Cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığı ilân edildi. 18 Ekim 1991’de yapılan halk oylaması ile bu karar daha da pekiştirildi. Ancak, Muttalibov halkla uyuşamadı. 25 Şubat 1992’de Suşa ve Hocalı’da büyük katliamlar oldu. Bunun üzerine Muttalibov istifa etti. Mayıs ayında tekrar cumhurbaşkanı oldu ise de halk bunu kabul etmedi. İsyan çıktı. Muttalibov Moskova’ya kaçtı. 7 Haziran 1992’de Elçibey Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak 16 Haziran 1983’te görevinden çekilmek zorunda kaldı. Yerine Haydar Aliyev getirildi. Azerbaycan'daki rejimin yerine oturamamasından yararlanan Dağlık Karabağ Ermenileri Azerbaycan'dan ayrılmak istediler Bu durum Ermenistan ile Azarbaycan arasında savaşa yol açtı. Dağlık Karabağ sorunu henüz çözülememiştir.
2.3. Azerbaycan - Türkiye İlişkileri Türkiye, Azerbaycan ile her zaman yakından ilgilenmiştir. Rus baskısından bunalan Azerbaycanlı Türk milliyetçileri için İstanbul, adeta sığınılacak bir liman olmuştur. Sovyet yönetimi, Azerbaycan'a yönelik nasıl bir kültür politika izlemiştir? Yeni Türkiye Devleti kurulurken, Milli Mücadelenin başlangıcında da Azerbaycan ile iyi ilişkiler kurulmuştur. Sovyet yönetimi Azerbaycan’da egemen olunca Azeri Türklerinin Türkiye ile ilişkileri kısıtlanmıştır. Sovyetler, Azerbaycan'ın Türkiye ile ilişkilerini kesebilmek için her türlü önlemi almışlardır. Kültürel bağı koparabilmek için 1925’te Azerbaycanlıların Latin alfabesini benimsemelerini desteklediler. Türkiye ile ilişkileri yasakladılar. Bunun için Sovyet eğitimini zorunlu kıldılar, Arap abc si ile basılan kitapların Azarbeycan'a girişini engellediler. 1926’da Bakû’de toplanan Türkoloji kurultayında tüm Türk Cumhuriyetlerinde latin abc sinin kullanılması kararlaştırıldı. Türkiye'de harf devriminin yapılması bir ölçüde Türk Cumhuriyetleriyle kopmuş olan ilişkiyi kurmak için önemli bir adım olmuştur Fakat, Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşı sırasında Kril alfabesini zorunlu kılarak yeniden ilişkiyi koparmışlardır. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
166
?
Türkiye, Azerbaycan'a yönelik nasıl bir politika izlemektedir? Sovyetler dağılıp Azerbaycan yeniden bağımsızlığına kavuşuncaya değin Türkiye ile Azeri Türkleri arasındaki zayıf olan ilişkiler, Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra canlandı. Türkiye, Azerbaycan’ın Batıya açılan penceresi oldu. Çeşitli andlaşmalar imzalanarak siyasi, ticari, ekonomik ve kültürel bakımdan Azerbaycan’ın güçlenmesi için elinden geleni yaptı. Eximbank kanalıyla 250 milyon dolarlık kredi açtı. Bunun dışında önemli miktarda insani yardım yaptı. Türk iş adamları 1 milyar dolarlık yatırım yaptı. Azerbaycan halkının öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere Türkiye’den öğretmen ve ders araç ve gereçleri gönderildi. Bu öğretmenler sayesinde Azerbaycan Türkleri ile Türkiye arasında daha sıcak ilişkiler kuruldu. Azarbeycan'dan gönderilen öğrenciler Türkiyenin çeşitli üniversitelerinde eğitildiler. Türkiye 20 kadar resmi özel okul açmıştır Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda ki ilişkiler giderek daha da güçlenmektedir.
3. Kazakistan
?
Kazakistan'ın yönetim şekli nasıldır? Doğusunda Çin, kuzeyinde Rusya Federasyonu, batısında Hazar Gölü, güneyinde Özbekistan ve Kırgızistan Türk Cumhuriyetleri ile çevrilmiş,demokratik,laik, üniter ve bağımsız bir devlettir. Başkenti Almaata’dır. 1989 sayımına göre nüfusu 18.227.878’dir. Bugün 20 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Kazakistan yeraltı madenleri bakımından zengin ülkedir. Özellikle, kömür, petrol, doğalgaz, bakır, demir, çinko bakımından zengindir. Kazakistan’da yapılan arkeolojik araştırmalarla elde edilen buluntular geçmişi oldukça derinlere giden bir kültürün varlığını ve bu kültürün Hun devri Türk kültürüne benzediğini ortaya koymaktadır. Kazakistan tarihin çeşitli devirlerinde farklı kabile ve ulusların geçit yeri olmuştur. Fakat yapılan incelemelerde Kazakistan’da Türk kültürünün ağırlıklı izlerine rastlanılmaktadır. Kazakistan’ın asıl nüfusunu oluşturan Kazaklar, çeşitli dönemlerde burada kalan Türklerin diğer uluslarla birleşmesiyle oluşmuş bir Türk kavmidir. Kazak deyimi hür, serbest, yiğit, cesur anlamına gelmektedir. Kazaklar, ancak Kasım Han zamanında (1445-1520) siyasal bir varlık olabilmişlerdir. Kasım Han’ın ölümü devletin birliğini bozdu. Kasım Han’ın küçük oğlu Ak Nazar Han, Kazakların yeniden siyasi birliğini sağladı. Ancak Kazakların büyüme politikası bir yandan Moğolların öbür yandan da Rusların tepkisine yol açtı. Kazakistan idari bakımdan üç ordu (bölge) şeklinde örgütlenmişti. Her ordunun yaylak, kışlak ve otlak olmak üzere hakim olacağı yerler saptanmıştı. Bunların herbirine ayrı damga verilmişti.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
Kazaklarda yönetim geleneği hangi esaslara dayanmaktadır?
167
?
Kurultay geleneği Kazaklar tarafından sürdürülmüştür. Devlet işleri her yıl belli bir ayda toplanan kurultayda görüşülüyordu. Kazakların idaresi beylerin elinde bulunuyordu. Hanlar da beyler arasından seçiliyordu. Han ve beylerin yanında adalet işlerine bakan hakimler vardı. Kabile ve boyların başında ise ak sakallılar bulunuyordu. 18. yüzyılın başında Kazakistan komşularının saldırısına uğradı. Örneğin 1723’te Güney Kazakistan’ı Kalmuklar aldı. Zira ordular(bölgeler) arasında anlaşmazlık Kazakları zayıflatmıştı. Rusya, 18. ve 20. yüzyıllar arasında Kazakistan'da nasıl bir politika izlemiştir?
?
Asya ve Hindistan ticaret yolu üzerindeki yerlere göz diken Rus Çarlığı, Kazakistan’a saldırdı. 1731’de başlayan Rus işgali kısa sürede yayıldı. 1854’te Kazakistan’daki yönetim Rusların eline geçti. Çar I. Nikola yayınladığı ukaz (ferman) ile tüm Kazak topraklarının Rus egemenliği altına girdiğini bildirdi. Fakat, Kazaklar bu fermanı kabul etmediler. Yer yer isyanlar çıktı. Ruslar işgal ettikleri yerlere kendileriyle işbirliği yapacak idareciler atadılar. Böylece hem ticareti hem de idareyi ellerine aldılar. Halkı ezdiler, sindirdiler. Bu bölgelerde çeşitli okullar açarak bir yandan Rus kültürünü, diğer yandan da Hıristiyanlığı yaymaya çalıştılar. Ruslar, Kazak topraklarının devlete ait olduğunu bildirerek, Kazakların toprak sahibi olmasını önlediler. Kazakları kendi topraklarında kiracı duruma düşürdüler. 1889’da çıkarılan bir yasa ile Rus merkezi yönetimi köylülere istedikleri yerde yerleşme olanağı verince Rus aileler Kazakistan’a gelerek verimli topraklara yerleştiler. 1890 ile 1910 yılları arasında 3 milyona yakın Rus köylüsü Kazakistan’a yerleştirildi. Rusya'daki Türkler, eğitim alanında nasıl bir politikanın izlenmesini istemişlerdir?
?
Rusya’da 1905’te meşruti yönetim kurulunca Kazak temsilciler de Duma’ya katıldılar. Özgürlüklerden yararlanan Rusya'daki Türkler, Rusya Müslümanları Kongresi adı altında çeşitli toplantılar yaparak sorunlarını tartıştılar. Eğitim ve kültür işlerinin her halkın kendi idaresinde yürütülmesi, ilkokullarda eğitim dilinin ana dilde yapılması, orta ve yüksek okullarda ise Türk diliyle yapılması ilkesini kabul ettiler. Kazaklar, Rus Çar'ından neler istemişlerdir? Kazak Türkleri, Rus Çarına başvurarak eğitim ve yazışmalarda Rusça ile Türkçenin kullanılmasını istediler. Kazaklar arasında dini propaganda yapılmamasını, Rus göçmen yerleştirilmesine son verilmesini, müslüman halka mülk edinme hakkının verilmesini istediler. Kazak adıyla bir gazete çıkaran müslümanları bilinçlendirmeye ve örgütlemeye yöneldiler. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
168
Birinci Dünya Savaşı başlayınca Kazak Türklerinin ellerindeki hayvanları Ruslar aldılar. 250.000 kişilik Kazak-Rus ordusu kuruldu. Bunun üzerine Kazaklar 1916’da isyan ettiler. İsyan çok sert bir şekilde bastırıldı. 40.000 aile isyan nedeniyle çöllere sürüldü. Sovyet Devrimi üzerine 1-11 Mayıs 1917’de toplanan Rusya Müslümanları Kurultayından sonra Alaş-Orda Partisi açıkça Kazak Türklerinin haklarını korumaya yöneldi. Ruslar buna tepki gösterdiler. Hatta bu partinin çalışmalarını durdurmak istediler. Kazaklar, Kızıl Ordu karşısında yenildiler. 1924’te Taşkent’te toplanan bir kongrede Türkistan’daki Türkler arasında ayrılıklar ortaya çıktı. Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız Komünist Partileri ayrı cumhuriyet olmak istediklerini bildirdiler. Sovyet yönetimi Eylül 1924’te bunların her birinin ayrı cumhuriyet olarak varlıklarını kabul etti.
?
Sovyet Yönetimi Kazakistan'da nasıl bir politika izlemiştir? Sosyalist yönetim Kazakistan’da herşeyi devletleştirdi. Kooperatifler yoluyla üretim kontrol altına alındı. Ahmet Yesevi’nin ülkesinde ibadet yasaklandı. Arap alfabesi bırakılarak Kril alfabesinin kullanılması zorunlu kılındı. Sovyet politikasına uygun olarak Kazak Türklerini asimile etmek için büyük bir çaba harcandı.
3.1. Kazakistan'ın Bağımsızlığını Kazanması
?
Nazarbayev, Kazakistan'da hangi alanlarda başarılı çalışmalar yapmıştır? 1984 yılında Kazakistan Merkez Komitesi Sekreterliğine getirilen Nazarbayev’in kısa süre sonra Bakanlar Kurulu Başkanı olması, Kazakistan tarihinin dönüm noktası oldu. 22 Haziran 1989’da Kazakistan Komünist Partisi başkanlığına getirilen Nazarbayev, Mikhail Gorbaçov’un Glasnost-Perestroyka politikasına destek verdi. Bunun karşılığı olarakta Kazakistan’ın haklarının korunmasını sağladı. Kazakistan petrolünün, doğalgazının ve madenlerinin dış piyasada uygun fiyatla satılmasını istedi. İzlediği tutarlı ve akılcı politika ona büyük saygınlık kazandırdı. 1989 yılı Eylül’ünde resmi dilin Kazak Türkçesi olduğunu ilân etmesi halkın güvenini daha da arttırdı. Böylece Kazak Türkleri ana dillerine kavuştular. Ülkesini demokrasi ve serbest pazar ekonomisine geçirmek için önlemler aldı, düzenlemeler yaptı. Siyasal partilerin kurulmasına izin verdi. Azat (Hürriyet) Partisi Kazakistan’ın egemenliğini kazanmasında önemli rol oynadı. 26 Mart 1990’da seçilen parlamento 24 Nisan 1990’da Nazarbayev’i cumhurbaşkanı seçti. Nazarbayev parlamento desteği ile Rusların Kazakistan’daki nükleer deneme yapmalarını engelledi. 1 Aralık 1991’de yeniden 5 yıl için cumhurbaşkanı seçildi. Kazak geleneklerine uygun şekilde makamına oturdu. 16 Aralık 1991’de Kazakistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Böylece Kazakistan Cumhuriyeti kurulmuş oldu.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
169
Nazarbayev’in öncülüğünde devlet bürokrasisinin yanısıra dil, edebiyat,kültür alanlarında ulusalcılık hız kazandı. Kruşçev zamanında kapatılan Kazak okulları yeniden açıldı. Kazak milliyetçiliğinin temel kaynakları yeniden incelenmeye başlandı. Kazakistan tarihi, sosyalist ideolojiden arındırılarak incelenmeye ve öğrenilmeye başlandı.
3.2. Kazakistan - Türkiye İlişkileri Kazakistan ile Türkiye arasında ilişkiler nasıl gelişmektedir?
?
Kazakistan ile Türkiye arasında kurulduğu günden beri çok iyi ilişkiler bulunmaktadır. Kazakistan’ı ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Türkiye ile Kazakistan arasında çeşitli andlaşmalar imzalanmış, protokoller yapılmıştır. Türkiye 200 milyon dolar kredi vermiştir. Çok sayıda Kazak öğrencinin Türkiye’de okuması kabul edilmiştir. 1993’te Türkiye ile Kazakistan’ın ortak katkıları ile Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi kurulmuştur. Kazakistanla kurulan siyasal,sosyal,ekonomik ve kültürel ilişkiler her yıl giderek hızlanmaktadır. Kazakistanda 150 den çok Türk firması iş yapmaktadır. Türk firmalarının üstlendiği projelerin tutarı 900 milyon doları bulmuştur
4. Kırgızistan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden biri de Kırgızistan’dır. Kırgızistan'ın çevresinde hangi ülkeler bulunmaktadır? Kırgızistan, Orta Asya’nın kuzey doğusunda bulunmaktadır. Kazakistan, Çin, Hindistan, Afganistan ve Özbekistan ile komşudur. Çin ve Göktürk kaynaklarına göre Kırgızlar, en eski Türk kavimlerinden biridir. Bağımsız yaşarken önce Hunların, sonra da Göktürklerin egemenliği altına girmişlerdir. Uygur Devleti’nin kurulması üzerine Kırgızlar bağımsızlıklarını ilân etmek istemişlerdir. Başlangıçta amaçlarına ulaşamamışlardır. Fakat bir süre sonra Uygurlardan ayrı, bağımsız bir varlık olmuşlardır. Bu da uzun sürmemiş, Çin saldırılarıyla perişan olmuşlardır. XIII. yüzyılda Moğollar Kırgızları da egemenlikleri altına almışlardır. Zaman zaman Moğollara karşı ayaklanmışlarsa da bu girişimleri kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Fergane Vadisi’nde Şahruh İbn Aşur Kul 1700’de bir hanlık kurunca, Kırgızlar gönüllü olarak bu hanlığın egemenliğini kabul etmişlerdir. Bir süre sonra da bu devletin yönetimini ele geçirmişler ve güçlü bir ordu kurmuşlardır. Hokand Hanlığı’nın güçlenmesi Çinlileri kaygılandırmıştır. 1757’de Hokandlar üzerine saldırmışlar ve Kırgızları yenmişlerdir. Kırgızlar özveri ile çalışarak bu yenilginin yaralarını kısa AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
170
sürede sarmışlardır. Kıskançlık yüzünden Doğu Türkistan’ın en etkili gücü olan Buhara emirliği ile mücadeleye tutuşmaları, her iki tarafı da yıprattı. Her iki taraf da üstünlük mücadelesine Osmanlı Devletini de katmak istediler. Elçiler gönderdiler. Osmanlı Devleti bunlara yeterince ilgi gösteremedi. Birbirleriyle iyi geçinmelerini salık verdi.
?
Rusya, Kırgızistan'ın hangi yüzyılda işgal etmiştir? Kenasar önderliğinde Kazakların Rusya’ya karşı isyanı önlenemezken, Kırgızların Kenasar’ı öldürmesi Rusların bölgede güçlenmesini sağladı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya tüm direnişleri kırarak Kırgızistan’ı işgal etti. Merkezi Taşkent olan genel valilik oluşturarak bölgeyi yönetti. Yöneticiler halkla uyuşamadı. Baskılar, yolsuzluklar arttı. Başkaldırılar ise zalimce bastırıldı. 1905’den sonra uyanmaya başlayan Kırgız Türkleri, 1916’da isyan ettiler. Zira Birinci Dünya Savaşı’na katılan Rusya, Türklerden asker topluyor ve onları cephelere sürerek kıyımlarına neden oluyordu. Buna bir tepki olarak isyan ettiler. Ancak düzenli Rus Ordusu karşısında başarılı olamadılar. 1917’deki Bolşevik Devrimi'nden sonra bağımsızlıklarını elde edeceklerine dair biraz umuda kapılmışlarsa da bu umutları da kısa süre sonra tükendi. 1924’te Taşkent'te toplanan bir konferansta; Kazak, Özbek, Kırgız ve Türkmenlerin ayrı ulus oldukları belirtilerek bunların birer cumhuriyet olması istendi. Nitekim Türkmenistan’daki Komünist Partilerin girişimi ile sınırlarını Merkez Toprak Komitesi’nin belirleyeceği Cumhuriyetler kuruldu (Eylül 1924).
?
Sovyet yönetimi, Kırgızistan'a yönelik nasıl bir politika izlemiştir? 1924 Ekim’inde de Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti oluşturuldu. Zaman zaman Sovyetlerin merkeziyetçi, halkın elinde avucunda olanını almaya yönelik politikası tepkilere neden oldu. Özellikle Stalin döneminde baskılar iyice arttı. Halk susturuldu. Dillerini, kültürlerini yadsımaya yöneltildi. 1929 dan 1940’a kadar latin abc sini kullanan Kazakların daha sonra Kiril abc sini kullanmaları zorunlu kılındı. Böylece Sovyet yönetimi Kırgızları kültürel köklerinden kopartmaya çalıştı. Tam bir asimilasyon politikası izlendi.
4.1. Kırgızistan'ın Bağımsızlığını Kazanması Gorbaçov’un Sovyet yönetimine gelmesinden sonra izlenen Glasnost (açıklık), Perestroyka (yeniden yapılanma) politikası, Kırgızların da bağımsızlığa kavuşmalarına olanak verdi.
?
Kırgızistan, hangi tarihte bağımsızlığını kazanmıştır?
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
171
27 Ekim 1990’da cumhurbaşkanı seçilen Asker Akayev, merkeziyetçi ekonomiden, liberal ekonomiye geçişi sağlayacak yasal düzenlemeler yaptı. Eğitim dilini Kırgızcaya çevirerek Kırgızların ulusal dillerini kullanmalarına, ulusal kültürlerini geliştirmelerine ve ulusal kimliklerini tanımalarına yardımcı oldu. 12 Aralık 1991’de Kırgızistan bağımsızlığını ilân etti.
4.2. Türkiye-Kırgızistan İlişkileri Kırgızistan bağımsızlğını kazandıktan sonra Türkiye ile ilişkileri artmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devlet ve hükümet başkanları Kırgızistan’ı, Kırgızistan devlet ve hükümet başkanları da Türkiye’yi ziyaret ederek ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Çeşitli alanlarda çalıştırılmak üzere Türk uzmanlar gönderilmiş, Kırgızistan’dan öğrenciler getirtilerek Türk üniversitelerinde okutulmuştur. Bişkek’te Anadolu Lisesi’nin açılması sağlanmış, gıda ilaç vb. yardımlar yapılmış ve çeşitli andlaşmalar, protokoller imzalanmıştır. Türkiye 50 milyon dolarlık insani yardımın yanında 75 milyon dolar da kredi vermiştir. Kırgızistanla kurulan ilişkiler de her yıl giderek gelişmektedir.
5. Özbekistan Özbekistan'da Türk kültüründe önemli hangi merkezler bulunmaktadır? Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Afganistan ile çevrilmiş olan Özbekistan Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanmış Türk kavimlerinden biridir. Başkenti Taşken'ttir. Yüzölçümü 4.447.400 km2 dir. Türk kültüründe önemli yerleri olan Semerkant, Buhara ve Fergane bu ülkededir. Altın Ordu Hanı Özbek (1312-1340)in soyundan gelenler Fergane çevresindeki Türkleri bir araya toplayarak bir devlet kurmuşlardır. Bu devlete Özbek Devleti, halkına da Özbekler denilmiştir. Cengiz Han döneminde Moğolların egemenliği altına alınmışlarsa da kendi kimliklerini koruyabilmişlerdir. Moğollar devrinde taht mücadelelerinden uzak kalmışlardır. Bu durum onların büyük bir güç olmalarına olanak sağlamıştır. Ebu’l Hayr Han’ın çabalarıyla Özbekistan tekrar bağımsızlığını kazanmıştır (1428). Ancak Kalmukların ve Oyratların saldırısına uğramışlar, siyasi birliklerini kaybetmişlerdir. XVI. yüzyıl başında Timurların egemenliğinden kurtularak Maveraünnehr’in kuzey kesimini kontrolleri altına almışlardır. Daha sonra da Türkistan'a hakim olmuşlardır. İran'da büyük bir güç haline gelen Şah İsmail, Özbekleri tehdit etmeye başlamıştır. İki Türk devleti arasında savaş çıkmış ve Özbekler büyük kayıplar vermişlerdir. Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim’e yenilince Özbekler ile Osmanlılar arasında ilişki kurulmuş, İran Şiilerine karşı birlikte mücadele yürütülmüştür.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
172
XIX. yüzyılda Rusya’nın büyüme politikası Özbekistan’ın da işgaline yol açmıştır. Zira bu sırada Özbekistan’da çeşitli hanlıklar vardı.
?
Bolşevik Devrimi'nden sonra Özbekistan'da nasıl bir siyasal hareket gelişmiştir? 1917’de Bolşevik Devrimi olunca Özbekistan’da da Çar yanlıları ile Bolşevik yanlıları karşı karşıya gelmişlerdir. Beyaz Ordu ile Kızıl Ordu kıyasıya savaşmıştır. Özbek Türkleri Hokand’da bir halk şurası kurarak bağımsızlıklarını ilâna yönelmişlerdir. 11 Aralık 1918’de 10 kişiden oluşan bir icra komitesi bile seçmişlerdir Fakat Ruslar bu icra komitesini tanımamış,. 22 Şubat 1918’de Hokand’ı işgal etmişlerdir. Özbek Türkleri bağımsızlıklarını elde etmek için silahlı mücadeleye atılmıştır. Sovyetler bunu basmacılık (haydutluk) olarak nitelendirmişlerdir. Halk tabanına dayalı olarak gelişen basmacılık hareketini bastırmada Ruslar başarılı olamamamışlardır. Olayların ciddiyetini kavrayan Sovyet yönetimi, Türkistan Cephesi adıyla bir cephe kurmuş komutanlığına M.W. Frunze’yi atamıştır. Enver Paşa’nın Türkistan’a gelmesi Türklere yeni umut vermiştir Özbekler, Enver Paşa’nın etrafında toplanmak istemişlerdir. Ancak başta Zeki Velidi olmak üzere bazı ileri gelenler Enver Paşa’ya soğuk davranmaları bu birleşmeyi önlemiştir. Enver Paşa, Orta Asya İslâm Devleti kurmak için Ruslarla savaşmaktan vazgeçmemiştir Duşenbe’yi Ruslardan kurtarmasına rağmen uzun süre burayı elinde tutamamıştır 4 Ağustos 1922’de Belçevan Köyü’nde öldürülmesi bağımsızlık hareketini zayıflatmıştır. 1924’te Kızıl Ordu Özbekistan’a hakim oldu. Eylül 1924’te Rus Komünist Partisi’nin kararı ile Merkez Toprak Komitesi, Sovyet Sosyalist Özbek Cumhuriyeti’nin kurulmasını kararlaştırdı.
5.1. Özbekistanın Bağımsızlığını Kazanması 1989 yılı Haziranında Özbekistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine İslam Abdulganiyeviç Kerimov’un getirilmesinden ve Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlaması üzerine bağımsızlığa doğru giden yol açıldı. Zira Mart 1990’da başkan seçilen Kerimov, Sovyetlere karşı bir politika izledi. Rusya’nın Özbekistan’ı hammadde deposu olarak gördüğünü bunun da Özbek halkını geri bıraktığını belirtti.
?
Kerimov, Özbekistanda hangi alanlarda çalışmalar yapmıştır? Kerimov, Özbekçeyi resmi dil ilan etti. Özbekistan anayasasında hiçbir etnik gruba ve azınlığa anayasadaki yurttaşlık hakları dışında bir hakkın verilmesine izin vermedi. Özbek ulusçuluğunun geliştirilmesine önem verdi. Rusçanın çeşitli alanlardaki etkinliğini azaltmaya başladı. Nitekim televizyon programlarındaki Rusçanın ağırlığı giderek azalmaktadır. Halkından güç alan Kerimov, 31 Ağustos 1991’de Özbekistan’ın bağımsızlığını ilân etti. 29 Aralık 1991’de de Cumhurbaşkanlığı‘na seçildi. Ekonomiyi liberalleştirdi, ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
173
sistemi demokratikleştirdi. Rusya Federasyonu ile çatışmaya girmedi. Birleşmiş Milletlere, Avrupa Güvenlik ve İnsan Haklarına üye oldu. Türkiye ile sıcak ilişkiler kurmaya özen gösterdi. Türkiye, Özbekistn’a 250 milyon dolar kredi açtı. Türk iş adamları ise 700 milyon dolarlık iş yaptı. Özbek öğrencilerin Türkiye'de eğitim görmeleri sağlandı. Özbekistan'da Türk okulları açıldı.
6. Türkmenistan Türkmenistan; güneyden İran, güneydoğudan Afganistan, kuzeydoğudan Özbekistan, kuzeyden Kazakistan ve batıdan Hazar Denizi ile çevrilmiş 488000 km2 alana sahip bir Türk Cumhuriyeti’dir. Ülke; Balkan, Aşkabad, Meru, Çarju ve Taşauz gibi 5 eyalete ayrılmıştır. Türkmenistan, Türk tarihinde neden önemlidir? Türkmenistan’ı genel Türk tarihinden soyutlamak zordur. Zira günümüz Türkmenlerinin boyu Asya ve Ortadoğu’da önemli bir konuma sahip bulunmuş olan Büyük Selçuklu Devleti'nin de asli unsurunu oluşturmuştur. Türkmenlerin büyük bölümü önce Cengiz, sonra da Timur İmparatorluğu’nun egemenliği altında yaşamıştır. Merkezi otoritenin kaybedilmesi üzerine ülkede çeşitli Hanlıklar türemiştir. Hanlıklar arasındaki mücadele Türkmenistan’a göz diken ülkeler için iyi bir fırsat yaratmıştır. Hive Hanı Ebu’l-Gazi Bahadır Türkmenlere büyük zarar vermiştir. Bunun yanında İran hükümarı Nadir Şah’ın da Türkmenlere büyük zarar verdiği görülmektedir. Türkmenistan'ın ulusal şairlerinden Mahdum Kulu şiirlerinde Nadir Şah’ın zulmünü ülkenin talan edilişini, insanların öldürülüşünü dile getirmiştir. Rusya ile Kafkaslarda girdiği mücadeleyi kaybeden İran’ın Türkmenler üzerine saldırısı giderek artmış ve 19. yüzyılın ilk yarısında Türkmenleri hayli zayıflatmıştır. 1858’de Mancuk Tepe’de yapılan savaşı İranlıların kaybetmesi Türkmenleri biraraya toplamak açısından yararlı olmuştur. Kırım Savaşı’nda (1853-1856) Osmanlı ve O'nun bağlaşığı devletlere karşı yenilen Rusya, gözünü Orta Asya’ya çevirmiştir. Gerekli askeri hazırlığı yaptıktan sonra 1864’ten başlayarak kısa sürede Orta Asya’yı bu arada Türkmenistan’ı da ele geçirmek için yoğun bir çaba içine girmiştir. Nur Verdi Han başkanlığında toplanan Türkmenler, Ruslarla mücadeleye karar vermişlerdir. Bu mücadele sırasında İngilizlerden, İranlılardan yardım istemişlerdir. Fakat iki devlette gereken yardımı yapmamıştır. Sonuçta Ruslar, Türkistan’ı tümüyle ele geçirmiştir. Türkmenler, Rus işgalini içlerine sindirememişlerdir. Rus yönetimi Türklere ağır vergiler koymuş,. zengin topraklar tekstil sanayisinin hammadde ihtiyacını karşılamak üzere pamuk ekimine ayırmıştır 1905’ten sonra Türkmenistan’da inceleme yapan K.K. Palen başkanlığındaki bir heyet Türkmenistan’da görev yapan Rus subay AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
TÜRK CUMHURİYETLERİ
174
ve sivil yöneticilerin üçte ikisinin hırsızlık, rüşvet, katillik ve sahtekârlık yaptığını saptamıştır. Türkmenler yer yer isyan etmişler fakat başarılı olamamışlardır. 1917 Devrimi'nden sonra da Rus işgalina karşı başkaldıran Cüneyd Han, 1918-1920 yılları arasında Hive’deki Rus birliklerini kovarak buraya egemen olmuş ise de Özbeklerle anlaşamaması üzerine Kızıl Ordunun saldırısına uğramış ve Karakum Çölüne çekilmek zorunda kalmıştır. Ancak 1931’e kadar Rusları rahatsız etmekten geri durmamıştır.
?
Türkmenistan, hangi tarihte SSCB'ne katılmıştır? Türkmenistan Komünist Partisinin ektinliği giderek arttı. Zaman zaman Türk Komünist Partilerin birlikte hareket etmeye çalıştıkları görüldü ise de buna izin verilmedi. Ancak her Türk Komünist Partisinin isteği olan ayrı Cumhuriyet isteğini Türkmenler de kabul etti 1924’te Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Böylece Türkmenistan’ın Sovyetler Birliği’nin bir parçası olduğu kabul edildi.
6.1. Türkmenistan'ın Bağımsızlığını Kazanması Sovyet rejiminin Türkmenistan’da yerleşmesini engellemeye çalışan Türkmenler, Sovyet yöneticilerince çeşitli suçlarla suçlanarak cezalandırıldılar, sürgüne gönderilerek ülkeden uzaklaştırıldılar. Türklerin direnişleri diğer cumhuriyetlerde olduğu gibi çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu durum Gorbaçov’un devlet başkanı olmasına kadar sürdü.
?
Türkmenistan'ın bağımsızlığına ulaşması hangi aşamalardan geçerek gerçekleşmiştir? Türkmenistan’da sınıf esasına dayanan proletarya ve kolhoz edebiyatı geliştirildi. Türkmenistan’ın kendi ulusal kimliğini ortaya koyacak ulusal kültürün geliştirilmesi önlendi. Sovyet okullarından yetişen Türkler, ulusal kimliklerinin bilincine vardıktan sonra kurtuluşa doğru giden yol kısaldı. Bilim, sanat ve kültür alanında yetişen bir çok Türkmen, Gorbaçov’un başlattığı açıklık ve yeniden yapılanma politikasına paralel olarak bağımsız Türkmenistan Cumhuriyetini kuracak girişimleri başlattı. Türkmen aydınları Sovyetlerin kültürel asimilasyonu ve sömürgeci davranışlarına karşı seslerini yükselttiler. Ulusal kimliklerini dışa vurmaya yöneldiler. Türkmenistan Komünist Partisi başına getirilen Leningrad Üniversitesinde okumuş Komünist Partisinin her kademesinde görev yapmış olan Sapar Murat Atayeviç Niyazov, önce Türkmenler arasındaki kabilecilik ayrışmasını durdurdu. Türkmen aydınlarıyla işbirliği yaparak Sovyetlerin Türkmenistan’ı sömürdüğünü, aldığından daha az para vererek halkı fakirleştirdiğini yüksek sesle dile getirdi.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
175
Ulusal kimliğin simgesi olan Türkmen diline sahip çıktı ve Rusçanın yanında resmi dil olmasını sağladı. 1990’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini %99.5 oy ile kazandı. Rusya’da Sovyet sistemi çökerken Niyazov ,Türkmenistan’ın bağımsızlığı konusunda halk oyuna başvurdu ve halkın %93’ünün bağımsız olmak istediğini, bu oylama ile tespit etti. Nitekim, Türkmenistan Parlamentosu 27 Ekim 1991’de oybirliği ile Türkmenistan’ın bağımsızlığını kabul ederek tüm dünyaya duyurdu.
6.2. Türkiye-Türkmenistan İlişkileri Türkmenistan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke hangisidir?
?
Türkmenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ve ilk elçiliği açan ülke Türkiye olmuştur. Türkmenistan’ın tanınması, Birleşmiş Milletlere AGİK’e üye olması için büyük çaba göstermiştir. Türkmenistan’ın Türkiye’ye coğrafi yakınlığı, ekonomik zenginliği iki ülke arasındaki ilişkilerin sıcaklığında belirleyici olmuştur. Zira Türkmen doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya pazarlanması Türkmenistan’ın ekonomik bakımdan kalkınmasına yardımcı olacaktır. Türkiye ve Türkmenistan arasında hangi alanlarda işbirliği yapılmaktadır? Türkiye siyasal, sosyal, ekonomik bakımdan olanakları ölçüsünde Türkmenistan’ı desteklemekte ve bu konuda çeşitli anlaşmalar yapılmaktadır. Bunlar eğitim, bilim, kültür, sanat, gençlik ve spor, radyo ve televizyon alanlarında Türkmenistan’dan gelecek öğrencilerin Türkiye’de yetiştirilmesi, lâtin alfabesine geçişte Türkiye’nin yardımcı olması vb. dir. Ayrıca, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Merkezinin kurulması 2500 hatlık bir santralin Türkiye tarafından kurulması, havaalanının yapımını bir Türk firması tarafından üstlenmesi de gerçekleştirilmektedir. 1992’de Türkiye’ye 2000 öğrenci gelmiştir. 1992-1993 ders yılında Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Yüksek Okulu’nda 14 Türkmen öğrenciye pilotluk eğitimi verilmiştir. Türkmenistanla ilişkiler her yıl giderek daha da gelişmektedir. Türkmenistan, Türkiyenin açtığı 91 milyon dolarlık kredinin tümünü kullanmıştır.
Özet 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen Rusya, Orta Asya ve Kafkaslara doğru yayıldı. Buralarda bulunan Türkleri teker teker kendine bağladı. Rus yönetimine karşı Türkler zaman zaman isyan ederek Rus yönetimini tedirgin etti. Birinci Dünya Savaşı içinde Rusya da iç savaşın başlaması ve Çarlık yönetiminin yıkılarak sosyalist bir düzenin kurulması bağımsızlığını kazanmak isteyen Türkler için bir umut kaynağı oldu. Fakat kısa sürede sosyaAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
176
TÜRK CUMHURİYETLERİ
list yönetimin de kendilerine birşey getirmediğini gördüler. Yeni Sovyet yönetimi Türkler üzerinde baskı kurdu. Toprağı devletleştirerek Türkleri toprakları üzerinde kiracı durumuna getirdi. Asimilasyon politikası uygulayarak Azerileri, Kazakları,Kırgızları,Özbekleri,Türkmenleri vb. Türk unsurları dillerinden, tarihlerinden ve kültürlerinden uzaklaştırmaya çalıştılar. Rusçayı egemen dil haline getirdiler. Türklerin ellerinde bulunan verimli toprakları Sovyet sanayisinin hammadde üretim merkezi yaptılar. Yeraltı ve yerüstü kaynakları kendi çıkarları uğruna kullandılar. Bunlara karşı gelenleri ya öldürdüler ya da sürgüne gönderdiler. Özellikle Stalin döneminde büyük acılar çektiler. Gorbaçov’un glastnost ve prestroyka politikası Azerilerin,Kazakların,Kırgızların Özbeklerin ve Türkmenlerin ulusal devletlerini kurmaları için iyi bir fırsat oldu. Bugün Azerbaycan,Kazakistan,Özbekistan,Kırgızistan ve Türkmenistan bağımsız birer devlet olarak ortaya çıkmışlardır. Türkiye daha bağımsızlıklarını ilan ettikleri günden başlayarak bu kardeş devletlerle yakından ilgilenmeye başlamış onlara örnek olmuş ve onların batıya açılan penceresi olmuştur.
Değerlendirme Soruları Aşağıdaki soruların yanıtlarını verilen seçenekler arasından bulunuz. 1. Sovyetler Birliği'nde "glasnot ve perestroyka" adı verilen politakanın izlenmesinden sonra Azerbaycan'ın bağımsızlığına kavuşması için kurulan ve bu uğurda mücadele veren örgüt aşağıdakilerden hangisidir? A. Halk cephesi B. Azerbaycan Yurtseverler cephesi C. Halkın Dostları cephesi D. Bağımsız Azerbaycanlılar cephesi E. Milliyetçi Halk cephesi 2. Kazakistan'ın bağımsızlığının kazanılmasında büyük çaba harcayan kişi aşağıdakilerden hangisidir? A. Haydar Aliyev B. Nazarbayev C. Muttalibov D. Asker Akayev E. Ebulfeyz Elçibey 3. Aşağıdaki ifadelerden hangisi Kırgızistan'la ilgili değildir? A. 1924 yılının Ekim ayında Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin oluşturulması B. Kenasar'ın öldürülmesiyle Rusların bölgede güçlenmesi C. 27 Ekim 1990'da Asker Akayev'in Cumhurbaşkanı seçilmesi D. Kırgızistan'ın Türkiye ile ekonomik ilişkilere girmemesi E. Kırgızistan'ın Orta Asya'nın kuzey doğusunda bulunması
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
TÜRK CUMHURİYETLERİ
177
4. Özbekistan hangi tarihte Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ne katılmıştır? A. 1925 B. 1917 C. 1924 D. 1922 E. 1918 5. Türkmenistan ve Türkiye arasında sürdürülen "sıcak" ilişkilerde en belirleyici özellik aşağıdakilerden hangisidir? A. Türkmenistan Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'de yetişmesi B. Türkiye'den çok sayıda uzmanın Türkmenistan'da önemli görevlere getirilmesi C. Türkmenistan'ın Sovyet rejiminden en az etkilenmiş olması D. Türkmenistan'ın bağımsızlığını Türkiye'nin ilk olarak tanınması E. Türkmenistan'ın Türkiye'ye coğrafi açıdan yakın olması ve ekonomik zenginliğe sahip olması
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Atila Artam, Türk Cumhuriyetlerinin Sosyo Ekonomik Analizleri ve Türkiye İlişkileri, İstanbul: 1993. Buşra E. Bahar-Günay G. Özdoğan, Bağımsızlığın İlk Yılları, Azarbaycan, Kazakistan, Özbekistan,Türkmenistan, Ankara: 1994. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, C. 2. Ankara: 1988. Mehmet Saray, Türkmen Tarihi, İstanbul: 1993. Kırgız Türkleri Tarihi, İstanbul: 1993. Azarbaycan Türkleri Tarihi. İstanbul: 1993. Kazak Türkleri Tarihi. İstanbul: 1993. Özbek Türkleri Tarihi. İstanbul: 1993. Sadettin Gömeç, Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Konya: 1996. Zeki Velidi Togan, BugünküTürk İli Türkistan ve YakınTarihi, İstanbul: 1981. Hatıralar. Türkistan ve Diğer Müslüman Doğu Türklerinin Milli Varlık ve Kültür Mücadeleleri, İstanbul: 1969. Yeni Bir Yüzyıla Doğru Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri İlişkileri, Türkiye Büyük Millet meclisi Kültür ve Sanat Yayın Kurulu Yayınları No: 64.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. A
2. B
3. D
4. C
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
5. E
Avrupa Birliği
ÜNİTE
9
Yazar Yrd.Doç.Dr. Erol KUTLU
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Avrupa Birliğinin kurulma nedenlerini, günümüze kadarki gelişim sürecini, organlarını, çalışma alanlarını ve Türkiye ile ilişkilerini öğrenmiş olacaksınız. • Böylece 30 yılı aşkın bir süredir tam üye olmaya çalıştığımız AB'ni tanıyıp, Türkiye ile ilişkileri konusunda daha sağlıklı değerlendirmeler yapabileceksiniz.
İçindekiler • Giriş
181
• Avrupa Birliği'nin Tarihsel Gelişimi
181
• Avrupa Birliği'nin Genişlemesi
183
• Avrupa Birliği'nin Amaçları
184
• Avrupa Birliği'nin Organları
185
• Avrupa Birliği'nin Mali Kaynakları
188
• Avrupa Birliği Ortak Politikaları
189
• Maastrich Anlaşması ve Avrupa Birliği
192
• Türkiye'nin Avrupa Birliği ile Bütünleşme Süreci
194
• Özet
199
• Değerlendirme Soruları
201
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
202
Çalışma Önerileri • Avrupa Birliği dinamik bir şekilde yapısal değişikliğe gitmektedir. Bu nedenle AB'deki gelişmeleri yeni yayınlardan takip etmelisiniz. • Bu ünite içindeki ve sonundaki değerlendirme sorularını kitaba bakmadan cevaplandırmaya çalışınız. Cevaplandıramıyorsanız ünitedeki ilgili konuyu tekrar gözden geçiriniz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
181
1. Giriş Gerek gelişmiş, gerekse azgelişmiş ülkelerin dünya ticaretini geliştirmeye yönelik faaliyetleri iki doğrultuda gerçekleşmiştir. Bunlardan birisi "evrensel yaklaşım" adı verilen gelişmedir. Bu yaklaşım GATT çerçevesinde, olabildiğince fazla sayıdaki ülke arasında ticaret kısıtlamalarının kaldırılması ve azaltılmasını öngörür. İkinci yaklaşım ise, daha sınırlı nitelikte olup, belirli bir coğrafi bölgede yerleşik ve yakın ilişkiler içinde olan ülkeler arasındaki ticaret ve diğer akımların serbestleşmesi esasına dayanır, ki bunun adı bölgesel bütünleşme ya da kısaca bölgeselleşmedir. Bu ünitede, yukardaki ikinci yaklaşımın dünyada en iyi örneği olan bugünkü adıyla Avrupa Birliği incelenecektir. AB bugüne kadar gerçekleştirilen en başarılı iktisadi birleşmedir. Bu oluşum dünyanın başka yörelerinde de benzer girişimleri özendirmiştir. AB, ekonomik olduğu kadar siyası amaçları olan bir gelişmedir. Bu bakımdan bu ünitedeki incelemelerde geniş kapsamlı bir yaklaşım izlenmiş, konunun ekonomik özelliklerinin yanında zaman zaman sosyal ve siyasal boyutlarına da değinilmeye çalışılmıştır. Ünitenin son kısmında ise, AB-Türkiye ilişkileri ve bütünleşme süreci analiz edilecektir.
2. Avrupa Birliği'nin Tarihsel Gelişimi Avrupa Birliği'nin tarihi başlangıç noktasının genelde, İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar olduğu kabul edilir. Bu yıllar bir daha aynı acıların yaşanmaması için Avrupa'da bir birlik yaratılması gerektiği fikrinin kıta uluslarında ve yöneticilerinde uyandığı dönemdir. İkinci Dünya Savaşı'ndan yıkık ve tükenmiş çıkan Avrupa'nın yeni bir politik ve ekonomik model arayışı içine girdiği görülmektedir. Avrupa Birliği fikrini doğuran temel olay nedir? Marshall yardımı adı altında Avrupa'ya akan ABD sermayesinin kendilerini giderek ABD'ye bağımlı kılacağını gören ufak ve güçsüz Batı Avrupa ülkeleri, Avrupa menşeli yeni bir sermaye piyasası oluşturmak istemişlerdir. Bu amaçlarına bireysel olarak ulaşmaları mümkün olmadığından, bu ülkelerin ekonomik potansiyellerinin bir araya getirilmesi ve böylece güçlü bir Avrupa Pazarı oluşturulması planlanmıştır. Bütünleşmenin pazar genişlemesine, bunun da sermaye ve teknolojinin hızlı gelişimine yol açacağı düşünülmüştür. AB oluşturma fikri ile Batı Avrupa Neyi Planlamaktaydı? Avrupa Birliği'nin kuruluşundaki temel ekonomik neden budur. Hızlı bir ekonomik kalkınma ile savaşın yıkıntılarından kısa sürede kurtulma isteği Avrupa ülkele-
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
?
AVRUPA BİRLİĞİ
182
ri otoriteye devrederler. Ayrıca tam ekonomik birlik, siyasal bütünleşmeyle birlikte yürür. Örneğin izlenen ortak ekonomik politikanın gereği olarak bir merkez bankasının kurulması ya da ortak para biriminin kabul edilmesi demek aynı zamanda ulusal otoritelerin yetkilerinin bir kısmını bu birliğe devretmeleri anlamına gelir. Bölgesel bütünleşme ya da bölgeselleşme; küreselleşmenin alternatifi olmakla birlikte aslında ön aşamasıdır. Bölgeselleşme belli bir bölgedeki ülkeler arasındaki birleşmedir. Oysa küreselleşme dünya çapındadır. Küreselleşme alanına gelişmiş veya gelişmemiş ülkeler katılabilirler. Fakat bölgeselleşmede ülkelerin gelişmişlik düzeyleri birbirine yakın olmak zorundadır. Ekonomik anlaşmalar ve paketler gibi yapılan her türlü girişim küreselleşmeye yönelik olmakla beraber bölgesel niteliklerde taşırlar.
?
Küreselleşme ve bölgeselleşme arasındaki en belirgin fark nedir? Bölgeselleşmede rekabet yok olmamakta, aksine dev boyutlarda sürmektedir. Örneğin AB ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi farklı büyüklük ve ekonomik güce sahip olsalarda bu rekabette yer alabilmek için oluşturulmuşlardır. Biri sanayileşmiş ülkelerin bölgeselleşmesi diğeri ise gelişme yolundaki ülkelerin bölgeselleşmesi olarak nitelendirilebilir. Bunların dışında ABD'nin Kanada ve Meksika ile birlikte gerçekleştirdiği Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ile İngiltere’nin Avrupa Birliği dışında kalan ülkelerle birlikte gerçekleştirdiği Avrupa Serbest Ticret Bölgesi (EFTA) arasında işbirliğini güçlendirmek yönünden itici bir etken olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nin, Marshall Planı çerçevesinde Avrupa'nın kullanması için sağladığı yardımın ortak çıkarlar doğrultusunda etkin bir biçimde kullanılması ise bu işbirliğinin ilk somut uygulama alanını teşkil etmiştir . Sovyetler Birliği'nin batıya doğru yayılmasının engellenmesi de Avrupa Birliğinin temel felsefesinin "politik" boyutunu oluşturmaktadır. Birliğin asıl temel taşı ise 9 Mayıs 1950 tarihinde Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman'ın yayımladığı bir bildiri ile atılmıştır. Schuman, Jean Monnet ile birlikte hazırladığı bildiride tüm Fransız - Alman kömür ve çelik üretimini kurulacak bir birliğin emrine vermeyi ve öteki ülkelerinde dilerlerse buna katılmalarını öngören bir plan öne sürmüştür. Bu planın arkasındaki neden savaş sanayinin önemli maddeleri olan demir ve çeliğin üretim ve kullanımının bir elde yani uluslarüstü bir organda toplanmasıdır.
?
AB’nin temeli hangi olayla atıldı? Schuman Bildirisi neyi içermektedir? Bu öneriyi kabul eden ülkeler, ileride savaş sanayilerini birbirlerine karşı geliştirmek ve dolayısıyla birbirleriyle savaşmak olanağını bulamayacaklardır. Nitekim Fransa'nın bu çağrısına Federal Almanya, Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda cevap vermişler ve bu altı ülke arasında 18 Nisan 1951'de Avrupa ve Kömür ve Çelik ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
183
Topluluğunu kuran Anlaşma Paris'te imzalanmıştır. Bu aynı zamanda, ilk Avrupa Birliğinin de doğuşudur. Schuman'ın ismine itafen Schuman Planı olarak adlandırılan bu anlaşma o dönem sanayisinin iki temel maddesi için güçlenmek üzere altı devlet arasında imzalanan bir "kartel" anlaşmasıdır. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu hangi ülkeler kurdu?
?
Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun, kurulmasından sonra göstermiş olduğu başarılı gelişme; Avrupa'da sektör bazında olmayan, daha geniş kapsamlı bir ekonomik birleşmenin gerçekleştirilmesine yönelik yeni görüşlerin doğmasına yol açmıştır. Çalışmalar ekonomik bütünleşme üzerinde yoğunlaştırılmış ve Messina'da A.K.Ç.T.'nin Dışişleri Bakanları'nın katılımıyla düzenlenen konferansta iki yeni Avrupa Topluluğu'nun daha kurulması kararlaştırılmıştır. Uzun süren çalışmalardan sonra Avrupa Topluluğu 25 Mart 1957'de bu kez Roma'da imzalanan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) anlaşmaları ile kurulmuştur. Topluluk, 7 Şubat 1992 tarihli Maastrict Anlaşmasıyla Avrupa Birliği ismini almıştır. Avrupa Ekonomik Topluluğu nerede, hangi tarihte ve hangi anlaşmalarla kurulmuştur?
?
3. Avrupa Birliği'nin Genişlemesi Avrupa Birliği'nin kuruluşundan itibaren göstermiş olduğu başarılı gelişim ve özellikle üye devletler arasında sanayi malları ile tarım ürünlerinde gerçekleştirdikleri gümrük birliği, yeni ülkelerin üyelik müracatlarına neden olmuştur. 10 Ağustos 1961 tarihinde İngiltere Birliğe katılmak için ilk girişimini yapmış, fakat 14 Ocak 1963'te Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle tarafından birliğe katılması veto edilmiştir. İngiltere’nin ilk üyelik müracatı hangi ülke tarafından reddedilmiştir? 10 Mayıs 1967'de İngiltere ikinci defa İrlanda, Danimarka ve Norveç ile birlikte Birliğe tam üye olmak için başvuruda bulunmuştur. De Gaulle yine İngiltere'nin müracaatına karşı çıkmış, ancak Nisan 1969'da yapılan AB Konseyinde Birliğe katılmak isteyen dört ülkenin talepleri görüşülmüştür. İki yıl süren görüşmelerden sonra İngiltere, İrlanda ve Danimarka tam üye olarak Birliğe 22 Ocak 1972 tarihinde katılmış, Norveç'in katılma anlaşması ise adı geçen ülkede yapılan bir referandum ile reddedilmiştir. Katılma anlaşmaları ile yeni üyeler tam üyeliğin getirdiği tüm yükümlülükleri kabul etmişler, ancak bazı alanlarda özellikle ticaretin serbestleştirilmesi ve mali katkılar yeni üyelere beş yıllık bir uyum devresi tanınmıştır.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
184
Bu uyum devresi ise 1977'de sona ermiştir. Öte yandan, 1981 yılında Yunanistan'ın da topluluğa katılmasıyla üye sayısı 10'a çıkmıştır. 1.1.1986 tarihinde İspanya ve Portekiz'in de katılmasıyla Birliğin üye sayısı 12'ye yükselmiştir.
?
Yunanistan, İspanya ve Portekiz hangi tarihlerde AB’ne tam üye oldular? İspanya ve Portekiz'e 7 yıllık bir uyum dönemi tanınmıştır. Birliğin üçüncü genişlemesinden sonra 1987 yılında Türkiye ve Fas, 1989 yılında Avusturya, 4 Temmuz 1990 yılında Kıbrıs Rum Kesimi, 16 Temmuz 1990'da Malta, 1 Temmuz 1991'de İsveç, 18 Mart 1992'de Finlandiya, 26 Mayıs 1992'de İsviçre ve 25 Kasım 1992'de Norveç bu doğrultuda kararlar almışlardır. Kıbrıs Rum Kesimi ve Malta'nın başvurusu Fas'ın müracaatında olduğu gibi red edilmeyerek incelemeye alınmıştır. Son olarak 1994’te İsveç, Finlandiya ve Avusturya’nın girmesiyle üye sayısı onbeş olmuştur. Belirtmek gerekir ki Birliğe tam üyelik için yapılan başvuruların sayısında büyük artış olmuştur. Polonya, Macaristan, Slovenya, Estonya, Litvanya ve Letonya da tam üyelik için adaydırlar.
?
AB tam üye olan ülkeler hangileridir? Tam üyelik için başvuran ülkeler hangileridir belirtiniz.
4. Avrupa Birliği'nin Amaçları Fransa'nın öncülüğünde Almanya, İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda tarafından kurulan Avrupa Birliğinin amaçlarını siyasal birliğin sağlanması, ekonomik birliğin sağlanması ve barışın korunması şeklinde sınıflayabiliriz.
?
AB’ni kuran anlaşmalarda AB'nin amaçları nasıl ifade edilmiştir? Siyasi Amaçlar: Anlaşmalarda yer alan ilkeler ve önlemler bir ortak pazarın kurulması ve işleyişi ile ilgili olmakla birlikte ekonomik birleşme başlı başına bir amaç olmayıp siyasal birleşmenin ancak yarı yolu olarak düşünülmüştür. Nitekim siyasal birleşme sürecinin ekonomik birleşmeden geçtiği tarihten bazı örneklerle de (Alman Gümrük Birliği Zolleverel gibi) destek bulmaktadır. Ekonomik Amaçlar: Üç topluluk Antlaşması ile gerçekleştirilmeye çalışılan Avrupa Birliği düşüncesinin arkasında yatan ekonomik amaçları, daha yüksek yaşam standartları, tam çalışma, ekonomik büyüme, istikrarın artması, topluluk içinde ekonomik etkinliklerin uyumlu olarak gelişmesi şeklinde sıralayabiliriz .
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
185
Ayrıca AB, üye ülkelerin ulusal piyasalarını mal, insan, sermaye faktörlerinin aynen bir iç piyasadaki gibi serbestçe dolaşabildiği geniş bir ortak pazar durumuna dönüştürmeyi amaçlamıştır. AB’nin ekonomik amaçlarını belirtiniz.
?
Barışın Korunması: Bilindiği gibi, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, Fransız - Alman uzlaşmasını, Avrupa'da oluşturulacak yeni bir düzenin temel taşı kabul etmiştir. Bunun ana nedeni Avrupa'da savaş olasılığını ortadan kaldırmaktı. Avrupa Birliğinin kurulmasıyla bu amaç bir ideal olmaktan çıkıp gerçek olmuştur.
5. Avrupa Birliği'nin Organları Uluslarüstü bir nitelik taşıyan Birliğin kurumları özgün bir yapı içinde eylemde bulunmaktadır. Birlik organları, Birliğin temel yapısını teşkil eden Konsey, Komisyon, Avrupa Parlementosu, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Komite’nin yanı sıra Sayıştay ve Avrupa Yatırım Bankası gibi yardımcı kurumlardan oluşmaktadır. Avrupa Birligi’nin organlarını sayınız.
?
5.1. Avrupa Birliği Konseyi: Avrupa Zirvesi Birliğin yasama ve karar alma sürecinde en önemli rolü üstlenen Konsey, üye ülke Devlet ve Hükümet Başkanları “Avrupa Konseyi” adı altında yılda en az iki kere toplanarak, gerek sisasi işbirliği gerek Birlik faaliyetleri konularında politika seçeneklerini tartışmakta ve bazı konularda öncülük görevi üstlenmektedir. Avrupa Konseyi’ne Dışişleri Bakanları ile bir Komisyon üyesi yardımcı olmaktadır. Avrupa Konseyi, parlamenter demokrasilerde varolan parlamentonun yetkilerine eşdeğer yetkilere sahiptir. Dolayısıyla Birliğin karar alma ve yasama organıdır. Konsey, karar alma sürecinde, Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan tasarıları ele alır ve yasalaşmasını sağlar. Bu süreç içinde Avrupa Parlamentosu değişiklik önerisinde bulunabilir, ancak kesin karar Konsey’e aittir. Sonuç itibariyle Konsey, Birliği şekillendiren, yöneten ve dış politikasını belirleyen organdır. Avrupa birliği Konseyinin çalışma şekli, görev ve yetkilerini belirtiniz.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
186
5.2. Avrupa Birliği Komisyonu AB Komisyonu üye Devletlerce atanan 20 üyeden(komiser) oluşan bir yürütme organıdır. Komisyona Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve İspanya nüfus yoğunluğu itibariyle 2’şer , diğer üye devletler ise birer komiser vermektedir. Komisyon Birlik politikalarının tasarlayıcısı ve koordinatörüdür. Komisyonun görevlerini iki başlık altında toplamak mümkündür. a) Komisyon, Kurucu Antlaşmaların koruyucudur. Kurucu Antlaşmalar’ın ve organların almış olduğu kararların usulünce uygulanıp uygulanmadığı, ilgili tarafların yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini izlemekle görevlendirilmiştir. b) Yürütme organıdır. Roma Antlaşmasından kaynaklanan yürütme yetkilerinin yanısıra, ortak politikaların oluşturulması ve yürütülmesi görevini de üstlendiğinden, bu yetkilerinde bir artış olmuştur. Birliği hukuken temsil eder. Birlik fonlarının idaresi görevi de Komisyona aittir.
?
Avrupa Komisyonunun oluşumu ve görevlerini belirtiniz.
5.3. Avrupa Parlamentosu Avrupa Birliği içinde Komisyon ve Konsey arasında paylaşılmış yasama ve yürütme yetkilerinin kullanılmasının demokratik biçimde denetlenmesi amacıyla bir ortak parlamento kurulmuştur. Avrupa Parlamentosu adını taşıyan bu organ önceleri üye Devletlerin ulusal parlamentolarından seçilen üyelerden oluşmakta iken, Haziran 1979’dan bu yana üye ülkelerde Avrupa Parlamentosu için seçimler düzenlenmektedir. Avrupa Parlamentosunun yetkilerini üç başlık altında toplamak mümkündür. a) Birlik mevzuatının oluşturulmasındaki yasama sürecine katılma yetkisi; yasamaya ilişkin yetkileri görüş bildirmekle sınırlı olup, bağlayıcı bulunmamaktadır. b) Bütçeye ilişkin yetkiler; Birlik bütçesi, ancak Konsey ile Parlamentonun işbirliği halinde kesinleştirilebilmektedir. c) Komisyon ve Konseyi denetleme yetkisi; AB’de yasama ve yürütme yetkilerinin kullanımını demokratik şekilde denetler ve Birliğin işleyişini kontrol eder.
?
Avrupa Parlamentosu kimlerden oluşur, görevleri nelerdir?
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
187
5.4. Adalet Divanı Adalet Divanı, AB’nin en yüksek hukuksal organı niteliğini taşımaktadır. Divan 16 yargıç ve 6 savcıdan (hukuk sözcüsü)oluşur. Adalet Divanı nihai yargı organı olup, kararlarının temyizi mümkün değildir. Görevleri; a) Divan, Antlaşmanın uygulanmasında ve yorumlanmasında hukuka saygıyı sağlamaktadır. Üyelerden birinin Roma Anlaşması’nın hükümlerine uygun hareket etmediği görülürse, Avrupa Komisyonu önce ilgili devlete tavsiyelerini bildirir. Eğer üye devlet bu önerileri tutmazsa, bu kez Adalet Divanı’nda aleyhine dava açtırır. Adalet Divanı anlaşma hükümlerine aykırı davranıldığı sonucuna varırsa, bu hükümlerin uygulanması için alınacak karar, üye devletler tarafından yerine getirilir. Adalet Divanı, üye devletleri ve şirketleri ayrıca para cezası ile cezalandırabilme yetkisine de sahiptir. b) Kararları temyiz edilemeyen ve bağlayıcı olan bir adli merci sıfatıyla, Birlik hukuk düzeni dahilinde meydana gelen hukuki ihtilafları, hukuk kurallarına ve adalete uygun olarak çözmek işlevini de yüklenmiştir. Adalet Divanını görev alanına giren başlıca sorunlar şunlardır: - Üye devletlerin diğer üye devletlere karşı açtığı davalar, - Komisyonun üye devletlere karşı açtığı davalar, - Birliğin kurumları aleyhine açılan davalar. Adalet Divanı’nın yetkilerini anlatınız.
?
5.5. Sayıştay Avrupa Topluluklarının bütünleşmesi üzerine, Topluluk düzeyinde bağımsız bir denetleme kurulu oluşturulması fikri üzerinde durulmuş ve sonuç olarak Roma Antlaşması’nın 206. maddesinde sözü edilen Kontrol Komisyonu’nun görevlerini de üstlenmiş olarak, 1975 yılında Brüksel Anlaşması ile Sayıştay kurulmuştur. Sayıştay 15 üyeden oluşmaktadır ve üyelerin görev süreleri 6 yıldır. Sayıştay’ın görevi, AB’nin ve bağlı kuruluşların gelir ve harcamalarını incelemek, bunların yasalara uygun şekilde yürütülmesini sağlamaktır. Sayıştayın görevini belirtiniz.
5.6. Ekonomik ve Sosyal Komite Roma Antlaşması’nın 4. maddesinde, Konsey ve Komisyon’a yardım etmek üzere danışma organı niteliği taşıyan Ekonomik ve Sosyal Komite’nin kurulacağı hükme AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
188
bağlanmaktadır. Komite, ekonomik ve sosyal hayatın çeşitli kesimlerinin, özellikle üreticiler, çiftçiler, taşımacılar, işçiler, küçük esnaf ve zanaatkarlar, serbest meslek sahipleri ve kamu yararına çalışan küçük ve orta ölçekli işletmelerin temsilcileri ile, tüketiciler, çevreciler ve dernek temsilcilerinden oluşur. Komite, bir danışma organı olduğundan, çalışma düzeni, görüş bildirme şeklindedir. Antlaşma’nın tesbit ettiği durumlarda Komite’ye zorunlu olarak danışılmaktadır. Komitenin görüş bildirmesi için 10 günlük süre tanınmakta, bu süre görüş gelmemişse, Konsey ve Komisyon kendini bağlı saymamaktadır.
?
Ekonomik ve Sosyal Komite AB’nin nasıl bir organıdır?
6. Avrupa Birliği'nin Mali Kaynakları AB’nin temel mali kuruluşu Avrupa Yatırım Bankası’dır (EIB). EIB Roma Antlaşması ile kurulmuş olmakla birlikte, ayrı bir tüzel kişiliğe sahiptir. Bunun yanında, AB’nin ekonomik ve sosyal politikalarını yürütme için EIB’den ayrı olarak oluşturulan çeşitli fonlar bulunmaktadır. Şimdi bu fonları kısaca tanıtalım.
?
AB’nin temel mali kuruluşu nedir? AB Bütçesi: Topluluğun bütçe gelirleri, üye ülkelerin katkıları (KDV gelirlerinin belirli payının aktarılması), gümrük vergileri vb. kaynaklardan oluşur. Bu gelirler Birliğin politikalarının yürütülmesinde ve yönetim giderlerinin karşılanmasında kullanılır. Birlik bütçesinin en büyük bölümü ortak tarım politikasının finansmanına gitmektedir.
?
AB Bütçesi’nin gelirlerini oluşturan kalemler nelerdir, Bunlar nerelere harcanır? Avrupa Sosyal Fonu (ESF): Roma Antlaşmasıyla kurulmuştur. Birlik içinde yeni iş olanakları yaratılması, mesleki eğitim programları, işsizlik yardımı sağlanması gibi amaçlara finansman sağlar. Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu(ERDF): AB içindeki nispeten geri kalmış yörelerin kalkındırılması ve yapısal uyum programları için kredi vermektedir. Birlik içinde Yunanistan, İrlanda ve Portekiz göreceli olarak geri kalmış üyelerdir. Diğer yandan İspanya ve İtalya’nın belirli yöreleri ile Kuzey İrlanda da bu fonun kapsamına giren yöreler arasında bulunmaktadır. Avrupa Kalkınma Fonu(EFI): Roma Antlaşmasıyla oluşturulan bu fondan, Lome Sözleşmesi çerçevesinde Birlik’le özel ilişkileri bulunan ACP (Afrika, Karayipler ve Pasifik) ülkelerine yardım yapılmaktadır. Avrupa Parasal İşbirliği Fonu(EMCF): Bu fondan parasal birliğe yardımcı olmak üzere dış ödeme güçlüğü içine düşen birlik üyelerine kredi sağlanmaktadır. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
189
Avrupa Garanti ve Yönlendirme Fonu(FEOGA): 1962 yılında kurulan bu Fon’dan, tarımsal destekleme programlarının finansmanı ve tarımın modernizasyonu için kaynak sağlanır. AB’nin bütçe dışı fonlarını tanıtınız.
?
6.1. Avrupa Yatırım Bankası (EIB) Roma Antlaşması’nın 129.maddesine dayanılarak, 1958’de kurulmuştur. tüzel kişiliğe sahiptir ve Birliği oluşturan 15 ülke bankanın üyesidir. Genel olarak, AB’nin azami 20 yıl vadeli kredi ve/veya garanti veren bir mali kuruluşu niteliğindedir. Banka’nın görevleri, sermaye piyasalarına ve kendi özkaynaklarına dayanarak Ortak Pazar’ın dengeli kalkınmasına yardım etmektir. Bu amaçla; a) Az gelişmiş yörelerin kalkınmasına yönelik projelerin, b) Ortak Pazar’ın gerçekleşmesinin gerekli kıldığı işletmelerin modernleştirilmesi veya faaliyet alanlarının değiştirilmesi gibi projelerin, c) Ortak çıkarlara hizmet etmekle beraber genişliği ya da niteliği nedeniyle finansmanı tamamen karşılanamayan projelerin, finansmanını sağlamaktadır. Avrupa Yatırım Bankası ne tür projeleri finanse eder?
7. Avrupa Birliği Ortak Politikaları Avrupa Birliği Avrupa entegrasyonu hareketini asıl temsil eden ve bu hareketin ileriye doğru gelişim yönünü belirleyen örgüt olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla ekonomik birleşme hareketinin temelini oluşturmaktadır. Bu harekete daha geniş boyutlar kazandırılması için yeni politikalar benimsenmiştir ki, bunlar ortak politikalardır. AB Anlaşması'nda üyelerin ortak politika izlemeleri öngörülen başlıca önemli alanlar şunlardır: Ticaret politikası (ortak pazar), ortak tarım politikası, ortak rekabet politikası ve sosyal politikalardır.
7.1. Ortak Ticaret Politikası Ortak ticaret politikası; gümrük birliği ve mal akımı serbestisi, işçilerin serbest dolaşımı ve sermayenin serbest dolaşımıdır. Gümrük birliği ve tarife dışı engellerin kaldırılması ortak pazarın kurulması için gerekli olan önemli aşamalardır. Bu amaçla AB, 1 Temmuz 1968 tarihinde iç gümrükleAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
190
rin kaldırılmasının ardından ortak bir gümrük tarifesini uygulamaya sokmuştur. Böylece üçüncü ülkelerden Birliğe girecek mallardan (bu malar hangi üye ülkelerden girmiş olursa olsun) OGT'de( OGT=Ortak Gümrük Tarifesi) belirlene bir oranda vergi alınması öngörülmüştür. OGT'nin uygulanmaya başlanması ekonomik birleşmenin birinci ve en önemli aşamasını yani gümrük birliğini ifade eder. Ancak mal ticaretinin serbestleşmesi yalnızca gümrük tarifelerinin değil, miktar kısıtlamalarınında kaldırılmasını gerektirir. Bu amaçla Roma Anlaşması'nın 30. maddesi ile üyeler arasında dış ticarette miktar kısıtlamaları ile benzeri etki yaratan tedbirlere başvurulması yasaklanmıştır.
?
Ortak Gümrük Tarifesinin özelliği nedir? Aynı anlaşmada Birlik içinde işgücünün serbest bırakılmasının çıkardığı sorunlar giderilememiştir. Bu olumsuz şartlar gerçek anlamda entegre bir Avrupa pazarının kurulması imkanının sağlanması için Birlik düzeyinde, ciddi tedbirlerin alınmasına ihtiyaç bulunduğu gerçeğinin görülmesine neden olmuştur. İşte bu olumsuzlukların giderilmesi amacıyla, Birliğin hukuki yapısında yapılması gerekli görülen değişiklikler 1987 yılının Temmuz ayında yürürlüğe giren Avrupa Tek Senediyle gerçekleştirilmiş ve bu tarihten itibaren Birlik organları, Komisyonun 1985 yılında hazırladığı "Beyaz Kitapta" yer alan İç Pazarın Oluşumunun Tamamlanmasına ilişkin programı uygulamaya başlamışlardır . Üye ülkelerden birinde yaşayan işçiler önceden izin almaksızın öteki üye ülkelere göç etme ve oralarda çalışabilme olanağına sahiptirler. Ayrıca, anlaşmaya göre ev sahibi ülkeler işe giriş, ücretler ve öteki çalışma koşuları bakımından diğer üyelerin işçilerine karşı bir ayırımda bulunamazlar. Kısacası, öteki ülkelerde çalışan işçiler o ülkelerin yerli işçileri ile aynı haklara sahip olacaktır. Geniş bir iç piyasa oluşturulmasındaki temel etkenlerden bir diğeri bölge içinde sermayenin serbest hareketliliğinin sağlanmasıdır. Roma Anlaşması'nın 67 ncı maddesi, Birlik içinde sermaye hareketlerinin geçiş dönemi içinde liberalleştirilmesine ilişkindir. Sermayenin milliyetinden doğan ayırımcı işlemlerin kaldırılması 68. maddede öngörülmüştür. Birlik menkul değer alım-satımı, dolaysız yabancı sermaye yatırımı ve ticari kredileri serbestleştirmek yönünde kararlar almıştır.
?
AB’deki hangi olumsuzlukları gidermek için Avrupa Tek Senedi hazırlanmıştır?
7.2. Ortak Tarım Politikası Avrupa Birliği'nde tarım sektörü üye ekonomiler ve politikalar açısından önemli bir yere sahiptir. Tarım topluluğun gıda ihtiyaçlarını karşılayan önemli bir sektördür. Ortak tarım politikasında üye ülkeler ulusal yasama ve yürütme yetkilerinden bir kısmını Birlik organlarına devretmişlerdir. Bu nedenle tarım konusunda üyeler bağımsız politika izleyemezler, Birliğin almış olduğu kararlara uymak zorundadırlar. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
191
Roma Anlaşması, tarım sektöründe üyeler arasındaki farklı yapıyı aynı seviyeye getirebilmek amacıyla bir ortak tarım politikasının belirlenmesini öngörmüştür. Anlaşmanın 39. maddesinde politikanın esasları şu şekildedir; 1. 2. 3. 4. 5.
Tarım sektöründe çalışan kişilere daha iyi bir hayat standardı sağlamak ve onların gelirlerini yükseltmek, Tarım piyasasını istikrara kavuşturmak, Tarımsal ürün arzını güvence altına almak ve arzın devamlılığını sağlamak, Tarımsal üretimi artırmak, Tüketicilerin uygun fiyatlarla tarımsal ürünleri satın alabilmelerini mümkün kılmak nokta yakın olacak.
Ortak Tarım Politikasının esasları nelerdir?
?
1958'de Stresa'de toplanan bir konferansta sanayi ürünlerinde olduğu gibi tarım ürünleri alanında da üyeler arasındaki tarifeler ve öteki dış ticaret kısıtlamaları kaldırılacak ve yeşil pazar oluşturulacaktı. Buna ek olarak tüm üye ülkelerde tarım ürünlerine tek bir fiyat düzeyi garanti etmek için ortak fiyat sistemi kurulacaktı. Buna ek olarak tüm üye ülkelerde tarım ürünlerine tek bir fiyat öngörülmüştür. Ancak ekonomik konjonktürde oluşan olumsuz şartlar, kısa dönemli milli menfaatleri orta ve uzun dönemde büyük yarar sağlayacak uluslararası dayanışmaya tercih etme alışkanlığını kolay bırakamayan üye devletleri, milli pazarlarına dönük tedbirleri Birlik ilkelerine tercih etmeye sevk etmiştir. Dolayısıyla kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı bakımından öngörülen hedeflerin gerisinde kalınmıştır. Malların serbest dolaşımında dahi sınır kontrolleri ve standardizasyon gibi engellerin ortaya düzeyi garanti etmek için ortak bir fiyat sistemi kurulacaktı. Ortak tarım politikası üç tip fiyatı kapsar. Önce sistemin temelini oluşturan hedef fiyattır. Hedef fiyat politik yönden arzu edilen fiyattır. Ortak piyasa düzeni kapsamına giren tahıl, şeker, süt, zeytinyağı ve ayçiçeği tohumlarına uygulanır. Bu fiyatların Birlik içinde en az verimli durumdaki üreticilerin maliyetini yansıttığı varsayılır. Genelde serbest dünya fiyatlarından daha üst seviyede belirlenir. Hedef fiyat müdahale fiyatına ulaşım ve kâr payı eklenerek bulunur. Müdahale fiyatları Birlik çiftçilerine ürünleri için asgari bir bedel vererek onları fiyat düşmelerine karşı korumak için konmuştur. Düşük dünya fiyatları karşısında Birliğin yüksek destekleme fiyatlarını ve tarımsal üretimini korumak için eşik fiyat denilen ayrıca belirlenmiş fiyatlar vardır. Bunlar tarımsal ithal mallarının Birliğe girmesine izin verilen en düşük fiyatlardır. Birlik ayırca kendi üreticilerini korumak için bir kısım tarım ürünlerinde ithalat takvimi ve referans fiyatları belirlemiştir. Hedef Fiyat, Müdahale Fiyat ve Eşik Fiyat kavramlarını açıklayınız.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
192
7.3. Ortak Rekabet Politikası Sanayi ve tarım ürünlerini kapsayan bir ortak pazarın düzenli bir biçimde işleyebilmesi her şeyden önce rekabet koşullarının aynı olmasını gerektirir. Bu, haksız bir fırsat eşitliği sağlayabilmek kamu ya da özel kesim işletmelerinin rekabet eşitliğini bozan faaliyetleri önleyebilmek bakımından zorunludur. Ortak rekabet politikasının temelini; monopolleşme, sübvansiyon gibi belli konularda getirilen kısıtlayıcı hükümler oluşturmakla birlikte gerek tarım ve gerekse sanayi sektöründe çeşitli muafiyetler de getirilerek, belirli koşulara uyulması halinde, şirket birleşmeleri de desteklenmektedir. Ortak Rekabet Politikasına ilişkin hükümler Roma Antlaşması'nın 85-94 maddelerinde yer alır. Bu maddelerde göze çarpan genel amaçlar arasında; rekabeti önlemeye, sınırlamaya veya bozmaya yönelik işletmeler arası anlaşmaların ve monopollerin oluşumunun ve piyasaya hakim olmalarının önlenmesi; Devletin sübvansiyon uygulamalarının kısıtlanması ve yasaklanması bulunmaktadır .
?
Ortak Rekabet Politikasının amaçlarını belirtiniz.
7.4. Sosyal Politikalar Her politik sistem gibi, Avrupa Birliği'ninde gerçekleştirmeye çalıştığı bazı sosyal politika amaçları vardır. Fakat ağırlık ekonomik birleşmeye verilirken sosyal amaçların kendiliğinden gerçekleşeceği varsayımından hareket edilmiştir. Bu nedenle bugüne kadar Birlik tarafından ortak bir politika benimsenmemiş ve sonuçta sosyal politika, Birliğin sınırlı hareket ettiği bir alan görünümünde kalmıştır. Bununla birlikte, özellikle genç nüfus arasındaki yaygın işsizlik Birlik için önemli bir endişe kaynağıdır. Ayrıca çeşitli iş kollarında işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi de önemli bir amaçtır. Birlik sosyal politikasının temel aracı "Avrupa Sosyal Fonu"dur. Fon, işsizliği azaltmak, coğrafi ve mesleki hareketliliği artırmak amacı ile kurulmuştur. Bununla birlikte bölgeler arasındaki gelişme farklarının giderilmesi amacıyla 1975 yılında "Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu" kurulmuştur. Fon'un yardımlarıyla selektif milli projelere kaynak sağlanarak geri kalmış yörelerin kalkındırılmasına çalışılır.
?
Avrupa Sosyal Fonu ve Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonunun işlevleri nelerdir?
8. Maastricht Anlaşması ve Avrupa Birliği Maastricht Anlaşması, Avrupa Birliği'nin ekonomik ve siyasal birliğe doğru götürülmesi yolunda atılmış bir adımdır. Anlaşma bu şekilde oluşturulacak olan bir "Avrupa Birleşik Devleti"nin anayasası niteliğini taşımaktadır. Bu anlaşma ile Roma ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
193
Antlaşması bazı değişiklik ve düzenlemelere uğramıştır. Anlaşma üye ülkeler arasında uzun süren görüşmeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Maastricht Anlaşması'nın nihai amacı Avrupa Birliği oluşturulmasıydı. Bunu gerçekleştirmek için Politik Birlik ve Parasal - Ekonomik Birlik öngörülmüştür. Maastricht Anlaşmasının özü nedir?
?
Politik Birlik için bazı reformlar gündeme getirilmiştir. Bu politik reformlardan bazıları şunlardır. 1) Ortak Güvenlik ve Ortak Dış Politika. Burada amaç halihazırda varolan hükümetlerarası işbirliği aracılığı ile gerçekleştirilenden daha hızlı ve daha etkin hareket etmektir. Anlaşma'da 15'lerin ortak faaliyetler sürdürebilecekleri ve nitelikli çoğunlukla karar almak suretiyle bunların uygulamaya konmasını hızlandırabilecekleri özellikle belirtilmiştir. Ortak Savunma Politikası'nın uygulanması Batı Avrupa Birliği'ne verilmiştir. Birlik üyesi ülkelerin Batı Avrupa Birliği'ne üye olmaları, NATO üyesi diğer Avrupa ülkelerine (Norveç, Türkiye) de ortak üye veya gözlemci üye sıfatı verilmesi kararlaştırılmıştır. Ortak dış ve Savunma Politikası amaçlarını belirtiniz.
?
2) Avrupa Parlamentosu'nun yetkilerinin artırılması. 14-15 Aralık 1990 tarihinde düzenlenen Zirvede Avrupa Parlamentosu'nun yetkileri artırılarak bazı konularda veto yetkisi verilmiştir. Bunlar tüketicinin korunması, sağlık, eğitim, kültür, çevre stratejileri, araştırma geliştirme ve tek pazar gibi konulardır. 3) Avrupa Konseyine çoğunluk oyu. (oybirliğinden çoğunluk oyuna) 4) Polis ve yargı alanlarında işbirliği. Bu alanda 15'ler arasında işbirliği geliştirilerek, uyuşturucu kaçakçılığı ve örgütlü suçlarla mücadele amacıyla sınır kontrolü artırılmıştır. 5) Yeni işbirliği alanları yaratma. Nitelikli çoğunlukla karar alınan bazı alanlarda (araştırma, teknolojik gelişme, çevre, sosyal politika) Birliğin yetkileri artırılmıştır. Anlaşma ayrıca telekomünikasyon, enerji, tüketicinin korunması, sanayi politikası, sağlık, kültür gibi yeni bazı alanlarda Birliğe yetki tanımıştır. Politik Birlik için gerçekleştirilen reformları sayınız. Ekonomik ve parasal birliğe gelince; bunların 3 aşamalı olarak gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. Birinci aşama, 1 Temmuz 1990 tarihinde başlamış 31 Aralık 93 tarihinde sona ermiştir. Bu aşamada fiyat istikrarı sağlamak, her üye devletin kamu maliyesini sağlamlaştırmak, Merkez Bankalarının bağımsızlaştırılması, sermaye hareketlerine ilişkin kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik kararlar alınmıştır. 1.1.94 tarihinde başlayan ikinci aşamada, bütün üyeler ayrı ayrı fazla bütçe açıklarından kaçınma, çok yıllı ekonomik uyum politikalarını benimseme, Merkez BankaAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
194
sı kolaylıklarının yasaklanması, para basımı; Birliğin bütünü için ise Avrupa Para Enstitüsünün kurulması, Avrupa Para Birliğinin (EMU) üçüncü aşamasına geçiş, enflasyon oranının en iyi üç ülkenin ortalamasının %15'den daha fazla olmaması hükümet açığının GSMH'nın %3'den fazla olmaması, hükümet borçlarının GSMH'nın %60'ını aşmaması yönünde kararlar alınmıştır . Üçüncü ve son aşama, konusunda da Maastricht Zirvesi'nde karara varılmıştır. Üçüncü aşamaya en geç 1 Oak 1999'da geçilecektir. Üçüncü aşamanın başlaması ile birlikte bağımsız Avrupa Merkez Bankası oluşturulacaktır.
?
Ekonomik ve Parasal Birliği gerçekleştirmeye yönelik karar aşamalarını açıklayınız.
9. Türkiye'nin Avrupa Birliği ile Bütünleşmesi Süreci 9.1. Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklığının Kurulması Altı Batı Avrupa ülkesinin aralarında imzaladıkları Roma Antlaşmasının 1958'de yürürlüğe girmesinin ardından 1959 yılı Haziran ayında Yunanistan ve Temmuz ayında da Türkiye Topluluğa katılmak için müracaat etmişlerdir. Türkiye ile AB arasındaki görüşmeler dört yıl sürmüş ve taraflar arasında bir "ortaklık kurmuş olan Ankara Anlaşması” 12 Eylül 1963'de imzalanarak, 1 Aralık 1964 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Anlaşmanın amacı, Türkiye ekonomisinin kalkınmasını hızlandırmak, Türk hakının istihdam seviyesinin ve yaşama şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile gözönünde bulundurarak taraflar arasındaki ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir.
?
Ankara Anlaşmasının amacını belirtiniz. Bu anlaşma temelde, Türkiye ile ilişkilerin üç aşamada geliştirilmesini öngörmüştür. Bunlar hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönemdir. Hazırlık döneminde; Türkiye AB ilişkilerinin geliştirilmesi bakımından, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemekte olup, geçiş dönemi ve son dönem boyunca üstlenebileceği yükümlülükleri yerine getirebilmesi için Biliğin yardımı ile ekonomisini güçlendirmesi öngörülmüştür. Bu dönem içinde kullanılmak üzere Türkiye'ye 175 milyon ECU kredi sağlanmıştır. Hazırlık döneminin uzatılmış süresi içinde, Türkiye'nin isteği üzerine geçiş döneminin koşullarını süre ve sıralarını belirlemek üzere 23 Kasım 1970'de Katma Protokol imzalanmıştır.
?
Hazırlık döneminde Türkiyenin hedefi nedir?
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
195
Katma Protokol ve Türkiye AB Ortaklığının Geçiş Dönemi; Bu dönemin başlıca amacı Türkiye ile AB arasında sanayi malları üzerinde gümrük birliğini gerçekleştirmekti. Bunun içinde söz konusu malların gümrük resim ve harçlarının sıfıra indirilmesi, tarife dışındaki miktar kısıtlamalarının kaldırılması ve ortak dış tarifenin uygulanması gerekiyordu. Katma protokol malların serbest dolaşımını gerçekleştirecek usul, sıra ve sürelerde dahil olmak üzere, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı; ulaştırma, rekabet, vergileme ve mevzuatın yakınlaştırılması; ekonomi ve ticaret politikalarının ahenkleştirilmesi konularını hükme bağlamıştır. Serbest dolaşım ise gümrük birliğe ile sağlanabilir. Türkiye bu ilkeler doğrultusunda ve Katma Protokol gereği Birlik’le bir gümrük birliği tesis etme yükümlülüğü altına girmiştir. Ancak, ekonomik kalkınmasına yardımcı olabilecek nitelikte yeni sanayii kolları kurabilmek için bu 12 yıl içinde yeni gümrük vergileri koymaya ve varolan gümrük vergilerini yükseltmeye Ortaklık Konseyi kararı ile yetkili kılınmıştır. Katma protokolün 11 maddesi prensip olarak 12 yıl belirlenen geçiş dönemini 3 sayılı ekte yer alan maddeler için 22 yıla çıkarmıştır. Bazı sanayi kollarına rekabet gücü kazandırılması veya yeni kurulacak sanayilerin gelişmesinin sağlanaması için yapılan bu düzenleme de ayrı bir takvime bağlanmıştır. Katma Protokol’ün Türkiye’ye getirdiği yükümlülükleri sayınız.
?
Türkiye'nin AB'den yaptığı ithalata uyguladığı miktar kısıtlamalarının kaldırılması da bir takvime bağlanmıştır. Türkiye, Katma Protokolün yürürlüğe girdiği tarihte AB'den 1967 yılında yaptığı özel ithalatin % 35'ini Birliğe karşı libere ve konsolide etmeyi kabul etmiştir. Daha sonra bu oranın 1.1.1976'da % 40'a 1.1.1981'de % 45'e 1.1.1986'da % 60'a 1.1.1991'de % 80'e yükseltilmesi kabul edilmiştir. Miktar kısıtlaması ile ilgili olan bir yükümlülük de, ithal libere olmakla beraber liberasyonu topluluk için konsolide olmayan bir madde kotoya alındığı takdirde, son üç yıllık Birlik çıkışlı ithalat ortalamasının % 75'ine eşit miktarda Birlik lehine kontenjan açılması kabul edilmiştir . AB, Katma Protokolün yürürlüğe girişiyle birlikte, Türkiye'den ithal edeceği bütün sinai ürünlerin gümrük ve eş etkili vergi ve resimleri kaldırmıştır. Ancak, pamuk ipliği, dokuma ve petrol ürünlerinde yani sadece bu 3 kalem malda Birlik lehine bir istisna tanınmış ve bu ürünler gümrük vergisinden muaf olarak ithali için kotalar konmuştur. Katma Protokol’ün Türkiye’nin ithalatına gitirdiği yükümlülüğü belirtiniz. Türkiye'nin Ortak Gümrük Tarifesine uyumunun da yine 12 ve 22 yıllık takvimler uyarınca tedricen yerine getirilmesi öngörülmüştür. 12 yıllık dönem için 23 Kasım 1970 tarihinde Türkiye tarafından fiilen uygulanan vergi hadlerinin Ortak Gümrük Tarifesi hadlerinden % 15 farklılık göstermediği hallerde, 1 Ocak 1977'den itibaren Türkiye tarafından Ortak Gümrük Tarifesi hadleri uygulanması öngörülmüştür. 22 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
196
yıllık dönem için ise, 23 Kasım 1970 tarihinden Türk gümrük vergisi oranları ile Ortak Gümrük Tarifesi uygulanması ve diğer maddeler için ise belirlenen takvim uyarınca yapılacak uyumlar sonucu 22 yılın sonunda Ortak Gümrük Tarifesinin uygulanması öngörülmüştür . Ortak Gümrük Tarifesine uyum, Türkiye için oldukça zor ve önemli bir yükümlülüktür. Zira o tarihlerde AB'nin Ortak Gümrük Tarifesi ortalaması % 7 civarında, Türkiyenin gümrük tarifeleri ortalaması ise % 40-50 civarında idi. Aralarındaki fark oldukça büyüktü. Bunun etkisiyle, Türkiye gümrük indirimlerinde olduğu gibi yükümlülüklerini ertelemiş ve Ortak Gümrük Tarifesine uyum takvimini işletmemiştir.
?
Türkiye’nin gümrük tarifisine uyum süreçinde ne gibi zorluklar mevcuttur? Son dönemde Türkiye Nisan 1987'de Roma Anlaşması'nın 237. maddesi uyarınca Birliğe tam üyelik konusunda müracaatta bulunmuştur. 237. madde Avrupa Devleti niteliğinde olan tüm devletlerin tam üyelik için Birliğe müracat edebileceğini öngörmektedir. Ancak Türkiye'nin tam üyelik konusundaki talebi iki nedenle değerlendirilmeye alınmamıştır. Birincisi; Birliğin gelişmesine yönelik sorunlardır. Türkiye'nin müracaatından sonra Tek Pazar çalışmaları yoğunlaştığı için 1992 ve 1993 hedefi dikkate alınmış ve bu hedeflere ulaşılmadan, Birliğin bir genişleme politikası gütmeyeceği ve yeni üye kabul etmeyeceğidir. İkincisi ise; Türkiye'nin ekonomik ve siyasal durumudur. Türkiye'deki ekonomik ve siyasi gelişmelerin kayda değer olduğu, ancak bu gelişmelerin henüz yeterli bir düzeye ulaşmadığı belirlenmiştir. Bu çerçevede Türkiye ile Birlik arasında tam üyelik konusunda müzakerelerin başlamasına rağmen Birlik, Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesinin gerekli olduğunu vurgulayarak, Türkiye ile Birlik arasındaki ilişkileri derinleştirmek, siyasi ve ekonomik yönden Türkiye'nin Birliğe tam üye olabilmesi için gereken zamanı kısaltmak için, Birliğin katkıda bulunması zorunluluğuna işaret edilmiştir. Bu amaçlara varmak için gümrük birliğinin tamamlanması, siyasi ve kültürel bağların kuvvetlendirilmesi hususunda gerekli önlemlerin alınması tavsiye edilmiştir.
?
Türkiye’nin Birliğe tam üyelik talebi hangi nedenlerden dolayı değerlendirmeye alınmamıştır?
9.2. Gümrük Birliği ve Tam Üyelik 1980'li yılların başından itibaren adım adım devreye sokulan ekonomiyi serbest piyasa ekonomisine dönüştürme girişimleri Türkiye'yi kurumsal açıdan gümrük birliğine hazırlamıştır. Ancak 1989 yılının sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan ilberal gelişmeler, iki Almanya'nın 3 Ekim 1990'da birleşerek tek bir devlet olması, Avusturya, Malta ve Kıbrıs'ın tam üyelik başvuruları, Sovyetler Birliği'nin Batıya açılması ve dünya
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
197
konjonktüründe meydana gelen hızlı gelişmeler Türkiye'nin AB'ne tam üyeliğinin 1992'den daha sonraya ertelenmesine neden olmuştur . Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin ertelenmesindeki dış nedenleri belirtiniz.
?
Türkiye Ankara Anlaşması ve Katma Protokolün ilgili hükümleri uyarınca 1 Ocak 1995 tarihi itibariyle Gümrük Birliğine katılabilecektir. Ancak Birlik’le yapılan müzakereler sırasında Gümrük Birliğinin 1 Ocak 1995 itibaiyle değil 1995 yılı içerisinde gerçekleşebileceği konusunda mütabakata varılmıştır . Bu mutabakat dahilinde 1995 yılının 6 Mart günü Brüksel'de yapılan 36. Dönem Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gümrük birliği kararı alınmıştır. Böylece, Türkiye ve AB arasında gümrük tarifelerinin uyumlu hale getirilerek ortak dış ticaret politikası uygulanacağı gümrük birliğinin 1996 yılı başından itibaren gerçekleşmesi karara bağlanmış ve 1 Ocak 1986 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye-AB arasındaki gümrük birliği anlaşması hangi tarihte yürürlüğe girmiştir?
?
Anlaşmaya göre tarım ürünlerinin serbest dolaşımı için Birliğin ortak tarım politikasına uyum sağlaması öngörülen Türkiye, bu yolda aldığı her karar hakkında Birliğe bilgi verecek. Anlaşma, gümrük birliği ile doğrudan ilgisi olan konularda, yasal düzenlemelerin Birliğin yasal düzenlerine uydurulmasını öngörmekte. Anlaşma çerçevesinde, Birlik gümrük birliği ile doğrudan ilgili bir karar aldığında, kararı Gümrük Birliği Ortaklık komitesi aracılığıyla Türkiye'ye iletilecek. Ayrıca Anlaşmada AB tekstilde kotaların kalkması için patent yasasının çıkmasını Rekabet Kurulu'nun işlerlik kazanmasını şart koşuyor. Birlik gümrük birliğinin başlamasından itibaren iki yıl içerisende Türkiye'nin kendi rekabet politisana uyum sağlamasını istiyor. Anlaşma çerçevesinde AB Türkiye'ye 1 Ocak 1996'dan itibaren 5 yıl içinde toplam 1.5 milyar dolarlık bir yardım taahhüt etmiştir. Ancak Anlaşmaya göre Türkiye'nin bütün bu taahhütlerin altına girmesine rağmen gümrük birliği yeterli görülmüyor. Gümrük Birliği Anlaşmasının Türkiye açısından yükümlülüklerini sayınız. Türkiye'nin başlangıçta Avrupa Birliğine tam üyeliğini garanti etmek amacıyla imzalamak istediği bu anlaşma; AB kendisini Anlaşma hükümleri ile bağlantılı hissetmediği, buna karşılık Türkiye'nin "harfiyen" uyması gerektiği bir ortam yaratmıştır. Anlaşmada özellikle Türk hizmet sektörünün AB serbest dolaşımının yer almaması Türkiye'nin AB ile olan ilişkisinde atılmış geri bir adım olarak değerlendirilebilir.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
AVRUPA BİRLİĞİ
198
9.3. Türkiye ile AB Arasında Mali İlişkiler ve Dış Ticaret 9.3.1. Mali Yardımlar Birlik, Türk ekonomisinde verimliliği arttırıcı ve Ankara Anlaşması'nin amaçlarına yaklaştırıcı nitelikte kamu ve özel sektör projelerine hazırlık ve geçiş dönemleri boyunca yatırım kredisi vermeyi taahhüt etmiştir. Türkiye'ye verilen kredi ve yardımların miktarı ve şartları Mali Protokol'lerle tespit edilmekte ve Avrupa Yatırım Bankası kanalıyla, Türk ekonomisinin kalkınmasına yardımcı olacak yatırım projelerine tahsis olunmaktadır. Kredilerden faydalanacak olan projelerin; a) Ortaklık Anlaşması amaçlarının gerçekleşmesine yararlı olması b) Türk kalkınma planlarında yer alması, c) Türk ekonomisinin verimliliğinin artmasına katkıda bulunacak ve özellikle Türkiye'nin daha iyi bir ekonomik altyapıya kavuşmasını sağlayacak nitelikte olması veya, d) Tarım sanayi ya da hizmet sektörlerinin yüksek randımanlı, modern ve rasyonel teşebbüslerle donatılmasını sağlayacak nitelikte olması gerekmektedir.
?
Türkiye’nin AB kredilerinden faydalanacak projelerinin özelliklerini sıralayınız. Birinci Mali Protokol, Ankara Anlaşmasına ek olarak 12.10.1963'de imzalanmıştır. 1964-1967 yılları için Türkiye'ye 175 milyon ECU tutarında kredi açılmış ve 1969 yılına kadar kredinin tamamı kullanılmıştır. Beş yıllık sürede 35'er milyonluk dilimler içinde açılan krediler daha çok altyapı yatırımlarının finansmanında kullanılmıştır. İkinci Mali Protokol, 23.11.1970 tarihinde Katma Protokol ile birlikte imzalanmış ve 1.1.1973'ten itibaren yürürlüğe girmiştir. 1971-1977 dönemini kapsamaktadır. Protokol ile 195 milyon ECU Topluluk üyelerinden, 25 milyon ECU ise Avrupa Yatırım Bankası öz kaynaklarından toplam 220 milyon ECU'luk kredinin verilmesi öngörülmüştür. 195 milyon ECU kredisinin 175 milyon ECU'luk kısmı kamu, 20 milyon ECU'luk kısmı ise özel sektör projelerine ayrılmıştır. Üçüncü Mali Protokol, 12.5.1977 tarihinde imzalanmış 1.5.1979 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 220 milyonluk ECU kısmı Topluluk bütçesinden, 90 milyon ECU'luk kısmı ise Avrupa yatırım Bankası kaynaklarından olmak üzere toplam 310 milyon ECU tutarında bir kredi verilmiştir. Dördüncü Mali Protokol, çerçevesinde 600 milyon ECU tutarında mali yardım yapılması öngörülmüştür. 30.6.1980 tarihli Türkiye Birlik Ortaklık Konseyi toplantısı sonucunda tespit edilmiştir. Bunun 225 milyonu, Avrupa Yatırım Bankası kaynakANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
199
larından karşılanacak ve piyasa şartlarına göre normal kredi şeklinde olacaktır. 375 milyonluk kısım ise Birlik bütçesinden sağlanması tespit edilmiştir. Mali protokolların sonuçlarını belirtiniz.
?
9.3.1. Dış Ticaret Avrupa Birliği, Türkiye'nin en büyük ticaret ortağıdır. 1960'lı yılların sonundan bu yana, Birliğin Türkiye'nin dış ticareti içindeki payı % 50'ye ulaşmıştır. Türkiye ise Birlik ihracatında ilk 10 ülke ithalatında ise ilk 20 ülke içinde yer almaktadır. Türkiye ile Birlik arasındaki yakın ticari ilişkiler yalnızca Ortaklık Anlaşması'ndan değil, ortak geçmiş, coğrafi yakınlık, kaşılıklı bağımlılık ve dünya çapındaki liberal akımlardan da kaynaklanmaktadır. Ortaklık ilişkilerinin durgunluk içinde bulunduğu 1980'li yıllarda Türkiye AB ticaret hacminin yaklaşık beş kat artması bu bakımdan özel bir önem arz etmektedir. Bu gelişme Ortaklık Anlaşmalarından çok Türkiye'nin dünyadaki liberal eğilimler çerçevesinde gerçekleştirdiği yapısal reformlar ve dış ticaretin liberalleştirilmesinden kaynaklanmaktadır . Türkiye'nin Avrupa Birliğine ihracatı sürekli artmaktadır. Özellikle son on yıl içindeki artış son derece belirgindir. 1984'de 2.7 milyar $ olan ihracatımız. 1997'de 12.3 milyar $'a yükselmiştir. Aynı süre içinde AB'dan yapılan italat 3.3 milyar $'dan 24.8 milyar $'a yükselmiştir. Avrupa Birliği ile olan dış ticaretimizi; ihracat ve ithalatttaki toplam payları yönünden incelemeye aldığımızda; gerek ihracat ve gerekse ithalat payları toplam ticaret hacmimizin % 50’si dolayındadır. Bu gösteriyor ki AB Türkiye’nin her zaman en önemli ticaret ortağıdır. Bütün bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin AB’ne tam üyeliği kaçınılmaz bir gerekliliktir. Türkiye’nin tam üyeliği gerçekleştirecek her türlü çalışmayı büyük bir hızla yapması gerekmektedir. Türkiye’nin dış ticaretinde AB niçin önemlidir?
Özet Günümüz dünya ekonomisinde hızlı bir küreselleşme eğilimi yaşanmakla birlikte, bölgeselleşme gerçegi gözardı edilemez. Bu gerçeğin en belirgin örneğini ise Avrupa Birliği temsil etmektedir. Bu Birlik Batı Avrupa’nın birleştirilmesi yolunda atılan önemli bir adım olmakla birlikte, dünyada yaşanan bölgeselleşme hareketlerinede öncülük etmiştir. AB günümüz dünya ekonomisinin önemli ekonomik ve siyasal gücüdür. Dünya ticaretinde, üretiminde, tüketiminde önemli paya sahiptir. Bu durum ise, üyelerinin refah düzeyini yükselterek, üye olunması cazip bir alana dönüşmüştür.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
200
AVRUPA BİRLİĞİ
AB önceleri ekonomik amaçlar etrafında toplanmıştır. Zamanla mal haraketlerinde sağlanan serbestlik, üretim faktörlerinede yansıtılarak, ekonomik, mali, sosyal ve yasal politikaların uyumlaştırıldığı bir iktisadi birliğe ulaşılması öngörülmüştür. Nihai amaç ise Avrupa’nın siyasal birleşmesini sağlamaktır. AB’nin bugüne gelmesinin uzun bir geçmişi vardır. Böyle bir kuruluşun fikir babalığını Robert Schuman ve Jean Monnet gibi hükümet adamları ve düşünürler yapmıştır. AB’nin oluşumuna öncülük eden kuruluş 1951 yılında 6 Avrupa ülkesi(Almanya, İtalya, Fransa, Belçika, Lüksenburg ve Hollanda) tarafından kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’dur. Buna Schuman Planı denir.Bu yolda ilerlenmesi sunucunda, yine aynı ülkeler arasında 1 Ocak 1958 tarihinde yürürlüğe giren Roma Antlaşması imzalanmıştır. Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmuştur. Bu üç topluluk birbirini tamamlamakta ve tek bir bütünü yani Avrupa Birliği’ni (AB) oluşturmaktadır.AB’nin iktisadi birleşme gibi ekonomik amacının yanında, Avrupa barışının korunması ve siyasal birleşme gibi politik amaçlarıda vardır. Uluslarüstü bir nitelik taşıyan AB’nin kurumları özgün bir yapı içinde eylemde bulunmaktadır. Birlik organları, Birliğin temel yapısını teşkil eden Konsey, Komisyon, Avrupa Parlementosu, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Komite’nin yanı sıra Sayıştay ve Avrupa Yatırım Bankası gibi yardımcı kurumlardan oluşmaktadır. Bu organların hepsi Birliğin özgün bir yapı içinde çalışmasını sağlayabilmek amacıyla farklı yetki ve görevleri üstlenmişlerdir. 1951 tarihinde altı Avrupa ülkesiyle başlayan Birlik, bügün 15 tam üyeye sahiptir. 1 Ocak 1973’te İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nin katılımı ile Birlik’in tam üye sayısı dokuza çıktı. 1 Ocak 1981’de Yunanistan’ın tam üyeliğiyle on’a, 1 Ocak 1986’da İspanya ve Portekiz’in katılmasıyla üye sayısı onikiye ulaştı. 1994 yılında Finlandiya, Avusturya ve İsveç’in katılımıyla bu sayı onbeş olmuştur. 1960 yılına gelindiğinde AET’de gümrük tarifeleri ve kotalar kaldırılmış ve gümrük birliği gerçekleştirilmişti. Ayrıca geçen zaman içinde üretim faktörlerinin (işgücü, sermaye, girişim) serbest dolaşımında önemli gelişmeler sağlandı. Ama görünmez engeller önemli bir kısıtlama oluşturmaya devam etmiştir. Bu engelleri ortadan kaldırmak üzere sürdürülen çalışmalar sonucunda 1 Ocak 1993’de “tek pazar”a geçilmiştir. AB’nin entegrasyon hareketine daha geniş boyutlar kazandırılması için yeni politikalar benimsenmiştir ki, bunlar ortak politikalardır. AB Anlaşması'nda üyelerin ortak politika izlemeleri öngörülen başlıca önemli alanlar şunlardır: Ticaret politikası (ortak pazar), ortak tarım politikası, ortak rekabet politikası ve sosyal politikalardır. AB, Maastricht Anlaşması ile gerçek bir ekonomik ve siyasal birliğe doğru adım atmıştır. Bu anlaşmanın hedefleri şunlardır; Ekonomik ve Parasal Birlik, Avrupa Yurttaşlığı, Ortak Güvenlik ve Ortak Dış Politika, çeşitli alanlarda ortak programlar uygulanması. Bilindiği gibi Türkiye ile AB arasındaki nihai tam üyelik alan ortaklık ilişkisi 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile başlamıştır. Ortaklık ilişkisinin seyri ve geleceği konusunda yıllarca süren iç tartışmalar bir anlamda, iki noktada kesintiye uğramıştır. Bunlardan ilki 1978 yılında Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükümlüANADOLU ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA BİRLİĞİ
lüklerini ertelemesi, diğeri ise 12 Eylül 1980 sonrasında demokrasiden uzaklaşıldığı gerekçesiyle Ortaklık ilişkisinin 6 yılı aşkın bir süre askıya alınmış olmasıdır. Türkiye, değişen koşulları gözönüne alarak14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik başvurusunda bulunarak, gerek Yunanistan gerek Portekiz ve İspanya’nın tam üyeliğin ön koşulu olan gümrük birliğini Birlik içinde tam üyelik avantajlarından yararlanarak gerçekleştirmek düşüncesi doğrultusunda hareket etmiştir. Bu başvuruya iki yıldan biraz daha uzun bir süre sonra gelen (18 Aralık 1989) Komisyon görüşünde ise, Türkiye’nin Birliğe katılmaya ehil olduğu vurgulanmakla birlikte ülkemiz ekonomik, Birlik açısından ise, mevcut yapıdaki değişikliklere bağlı bazı gerekçelerle zamana ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir. Gerçekten de bu dönemde AB, genişlemeyi bir tarafa bırakarak derinleşme sürecine girmiş, bir diğer ifade ile Tek Pazar, Ekonomik ve Parasal Birlik ve Siyasal Birlik yönündeki çalışmaları yoğunlaştırmıştır. Türkiye ise, aynı dönemde AB ile ilişkileri çerçevesinde ertelemiş olduğu yükümlülüklerini hızlandırılmış bir takvim dahilinde yerine getirmeye başlamıştır. 1993 yılında kurulan Gümrük Birliği Yönlendirme Komitesi bünyesinde sürdürülen müzakereler sonucunda, hazırlanan Ortaklık Konseyi karar taslağı 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi’nde Gümrük Birliği Kararı olarak kabul edilmiş ve Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası olarak addedilen Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Değerlendirme Soruları 1. Avrupa Birliği’nin Kurucu Anlaşmalarının ve Organlarının almış olduğu kararların usulünce uygulanıp uygulanmadığını izlemekle görevlendirilmiş organ aşağıdakilerden hangisidir? A. Avrupa Birliği Komisyonu B. Avrupa Parlamentosu C. Sayıştay D. Avrupa Zirvesi E. Adalet Divanı 2. Avrupa Birliği’ne katılmak için ilk başvuruda bulunan ülke aşağıdakilerden hangisidir? A. İrlanda B. Danimarka C. İngiltere D. Norveç E. Avusturya
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
201
202
AVRUPA BİRLİĞİ
3. Avrupa Birliği’nin destekleme programlarının finansmanı ve tarım sektörünün modernizasyonu için kaynak sağlayan fonu aşağıdakilerden hangisidir? A. Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu B. Avrupa Kalkınma Fonu C. Avrupa Parasal İşbirliği Fonu D. Avrupa Garanti ve Yönlendirme Fonu E. Avrupa Sosyal Fonu 4. Avrupa Birliği’nin bir ekonomik ve siyasal birlik olması yolunda yapılmış anlaşma aşağıdakilerden hangisidir? A. Ankara Anlaşması B. Roma Anlaşması C. Maastricht Anlaşması D. Brüksel Anlaşması E. Paris Anlaşması 5. Avrupa Birliği’nin çiftçilerine ürünleri için asgari bir bedel vererek onları fiyat düşmelerine karşı korumak amacıyla belirlediği fiyata ne ad verilir? A. Müdahale Fiyat B. Hedef Fiyat C. Eşik Fiyat D. Referans Fiyat E. Rekabetçi Fiyat
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Başbakanlık Hazine ve Dış Ticaret Müşteşarlığı. Avrupa Topluluğu ve Türkiye, Ankara, 1993. DPT. Türkiye ve Avrupa Entegrasyonu, 7.BKP Özel İhtisas Komisyonu Raporu, 1995. İyibozkurt, Erol. Küreselleşme ve Ekonomimiz, Ezgi Kitabevi, Bursa, 1990. Karluk, S. Rıdvan. Avnupa Birliği ve Türkiye, Beta Basım A.Ş.,İstanbul, 1998. Seyitoğlu, Halil. Uluslararası İktisat, Güzem Yayınları, İstanbul, 1996. TOBB. AET’yi Kuran Anlaşma (Roma Anl6aşması), Ankara, 1988 TOBB. Türkiye- AB Gümrük Birliği, Ekonomik Rapor, Ankara, 1993. Yüksel, A. Sait. Türkiye İlişkileri Açısından AET, EİTİA Yayınları, Eskişehir, 1976.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. A 2. C 3. D 4. C ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
5. A
Günümüzde Ortaya Çıkan Ekonomik Oluşumlar ve Türk Dünyasına Etkileri Yazar Yrd.Doç.Dr. Erol KUTLU
Amaçlar Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Günümüzde Dünya Ekonomisinde ortaya çıkan ekonomik oluşumlardan yeni Dünya Ekonomik Düzenini, Küreselleşmeyi ve Bölgeselleşmeyi öğreneceksiniz. • Ortaya çıkan bu yeni ekoınomik oluşumların Türkiye'ye etkilerini ve Türkiye'nin bu oluşumlar karşısında stratejilerini öğreneceksiniz. Böylece içinde yaşadığımız dünyadaki yeni gelişmeler ve Türkiye'ye bu gelişmelerin etkilerini sağlıklı bir şekilde analiz edebileceksiniz.
İçindekiler • Giriş
205
• Yeni Dünya Ekonomik Düzeni
205
• Yeni Dünya Ekonomik Düzenine Geçiş
208
• Küreselleşme (Globalleşme)
212
• Bölgeselleşme (Bloklaşma)
216
• Yeni Ekonomik Oluşumlar ve Türkiye
223
• Türkiye'nin Bölgesel Konumunu Güçlendirecek ve Uluslararası Stratejik Önemini Artıracak Projeler
228
ÜNİTE
10
• Özet
229
• Değerlendirme Soruları
231
• Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar
232
Çalışma Önerileri • Bu alanda yeni gelişmeleri takip etmek ve daha geniş bilgi sahibi olmak için başvurulan veya yararlanılabilecek kaynaklar listesindeki kitaplardan ulaşabildiklerinizi okumaya çalışınız. • Dünya Ekonomisinde sürekli yeni gelişmeler yaşanıyor, bu gelişmelerin Türkiye'ye etkilerini görsel ve yazılı basından takip etmeye çalışın. • Ünite içindeki ve sonundaki değerlendirme sorularını kitaba bakmadan cevaplandırmaya çalışınız. Cevaplandıramıyorsanız ünitedeki ilgili konuyu tekrar gözden geçiriniz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
205
1. Giriş Bu ünitede günümüz dünya ekonomisinde ortaya çıkan ekonomik oluşumlardan en önemlileri olan Yeni Dünya Ekonomik Düzeni ve buna bağlı olarak hız kazanan Küreselleşme ve Bölgeselleşme üzerinde durulacaktır Bu üç temel oluşum geniş bir şekilde tanıtıldıktan sonra hem konuların içersinde hemde ünitenin son bölümünde Türkiye ve yakın çevresinin bu oluşumlardan nasıl etkilendikleri analiz edilip, bu oluşumların doğurduğu gerekler karşısında Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle mücadelesi, konumu ve gelişmiş ülkeler tarafında yer almasını sağlayacak koşullar belirtilecektir. Günümüzde ortaya çıkan ekonomik oluşumlar, Türkiye ve çevresi için bir veridir. Buna en iyi uyum sağlamaya çalışmaktan başka bir yol görünürde yoktur. Bu uyum için Türkiye’nin bariz kısıtları kadar elinde çarpıcı fırsatları da vardır. Uyum sağlayamayan, fırsatları olmayan ya da bunları kullanamayan ülkeler çevrede yanlızlığa itileceklerdir. Bu bakımdan Türkiye’nin mutlaka bu oluşumların (yeni dünya ekonomik düzeni, küreselleşme ve bölgeselleşme) içersinde kendisine yer edinmesi gerekmektedir.
2. Yeni Dünya Ekonomik Düzeni Bugünkü şartlarda dünya düzenini sağlayacak bir sistemin kurulabilmesi ve anarşik düzenin bir kaosa gitmemesi için sadece üç yol vardır. Bunlar, geleneksel güç dengesi, nükleer denge ve merkezi koalisyon tarafından yönlendirilen dengedir. Geçen yüzyıl içinde değişik zamanlarda bu üç sistemin her biri uygulanmıştır. Hiç bir dünya düzeni sonsuza dek sürmemiştir. Sorunlara akılcı çözümler üreten, herkese refah getiren, ülkeler arasında refah ve dengeyi iyi dağıtan düzenler uzun soluklu olmuşlardır. Bunun bir örneği, II. Dünya Savaşı sonrası düzendir. Aksi durumlar yaratan dünya ekonomik düzenleri ise kısa soluklu olup; savaşlarla ya da krizlerle sonuçlanmıştır. Buna iyi bir örnek ise iki dünya savaşı arası ekonomik düzendir; Büyük Depresyon ve onu izleyen İkinci Dünya Savaşı ile sonuçlanmıştır. Bir dünya düzeninin uzun ömürlü olması nelere bağlıdır?
2.1. Eski Dünya Ekonomik Düzeni
2.1.1. Soğuk Savaş Öncesi Dünya Ekonomik Düzeni ve Özellikleri Dünya düzenini sağlamaya yarayan ve geleneksel güç dengesi, nükleer denge ve merkezi koalisyonun yönlendirdiği dengeler olarak nitelenen yöntemler, geçen yüzyıl içinde uygulanmıştır. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
206
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Güç dengesi genelde 18. yüzyıldan Birinci Dünya Savaşına kadar olan dönemde uygulanmıştır. Bu dönem dünyasında örgütlenme biçimi temelde büyük sömürge imparatorluklarının oluşturulmasına dayanmıştır. Bir yandan Orta Çağ'dan kalma Asyalı imparatorluklar (Osmanlı, Rus, Çin, Japonya), bir yanda sömürgeci tipte Avrupalı imparatorluklar (İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Avusturya-Macaristan, İspanya, Portekiz) yerkürenin büyük bir kısmını ellerinde tutmuşlardır. Fakat bu yöntem güç ilişkilerinde otomatik bir dengeleme getirmediği gibi iki dünya savaşının çıkışına da engel olamamıştır.
?
Geleneksel güç dengesi hangi dönemde uygulanmıştır? Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren başlayan çözülme 1920'li yıllardan 1960'lı yılların sonuna dek sürmüştür. Bu arada 1945'lerde üretim güçlerinin gelişiminde önemli bir etken olan elektriğin yerini hızlı bir şekilde nükleer güç almaya başlamıştır. Böylece nükleer denge, soğuk savaş dönemi olan 1945-1989 yılları arasında uygulanmış, nükleer tehdidin olmasına rağmen iki süper gücün davranışlarının sınırlanması açısından başarılı olmuştur. Merkezi koalisyon ise geçen yüzyıl içinde aralıklarla görülmüş ancak ömrü kısa sürmüştür. Son örneği ise, I. Dünya Savaşından sonra yenen devletler Milletler Cemiyeti aracılığıyla bir koalisyon oluşturmaya çalışmışlar, ancak ABD'nin koalisyon dışında kalması nedeniyle başaramamışlardır.
2.1.2. II.Dünya Savaşı Sonrası Oluşan İki Kutuplu Dünya Ekonomik Düzeni II. Dünya Savaşı sonrasında özellikle A.B.D. tarafından düşünülen ittifak sadece Avrupa'da değil dünyanın hiçbir yerinde olayların evrimi nedeniyle gerçekleşememiş, aksine bloklaşma başlamıştı. O yıllarda Doğu Avrupa, Balkanlar ve Asya'nın büyük bir kısmının Sovyet çekim alanına girmiş olması ve Akdeniz yoluyla yapılacak ticarete yönelik tehdit olarak algılanmasının yarattığı uluslararası ortam, Ortadoğu ile ilişkilendirildiğinde denizlere kayan bir endişe yaratmıştır. Bunun üzerine Amerika ve Sovyetler Birliği 1948'de karşı karşıya gelmeye başladı. Sovyetler Birliği ekonomik, teknolojik vs. bakımlarından güçsüzdü. Sadece askeri gücü sözkonusu idi. Fakat savaş sonrasında Almanya ve Japonya'nın güçsüz durumundan faydalanarak nükleer denemeleri gerçekleştirmesi ve nükleer silahlara sahip olması iki kutupluluğu perçinlemiştir. Eğer Sovyetler nükleer silahlara sahip olmamış olsaydı, ikinci dereceden bir güç haline gelecekti.
?
İki kutuplu dünya düzenini hangi olay sağlamlaştırdı? Böylece II. Dünya Savaşı sonrasında iki kutuplu nükleer dengeye dayanan bir dünya düzeni meydana gelmiş; bu da 1989 yılına kadar sürmüştür. İki kutupluluğun ve ideolojinin getirdiği kutuplaşma ile devamlı olarak soğuk savaş diye niteleyeceğiANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
207
miz bir ortam oluşmuş; bu zaman zaman gerginliğe zaman zaman yumuşamaya neden olmuştur. Soğuk savaş yıllarının iki kutuplu düzeni, dünyaya bir istikrar getirmiştir. Dünya düzeninin korunması açısından nükleer denge etkili olmasına rağmen, pahalı ve riskli olması maliyetini çok yükseltmiştir. Uzun dönemde Sovyetler'in çöküşüne ve ABD'nin diğer müttefiklerine kıyasla ekonomik olarak gerilemesinde etkili olduğu söylenebilir. İki kutuplu dünya ekonomik düzeninin ABD ve Sovyetlerin bu günkü durumlarına ne gibi ektide bulunmuştur?
?
2.2. Eski Dünya Ekonomik Düzeninin Yıkılışı İkinci Dünya Savaşı sonundan l970’li yılların başına kadar, dünya ekonomisinin çizgisi savaş sonrası koşulları, kurumlaşmaları ve Soğuk Savaş’ın kamplaşmasının etkisinde oluştu. l970’li yıllar geçiş dönemini simgeledi. l980’li yılların başından itibaren, geçiş döneminin sonucunda belirginlik kazanan Yeni Ekonomik Düzen devreye girdi. Bu düzen 2000’li yılların başına kadar sürme olasılığı çok yüksek gözüküyor. Yeni düzen, eski düzenden çok farklı. 1970’li yılların başından1980’li yılların başına kadar süren yeni ekonomik düzene geçiş, yeni teknoloji devriminin devreye girmesinden, dünya ekonomisinde rekabet gücü yükselen yeni ülkelerin ve bölgelerin ortaya çıkmasına; Bretton Woods’un istikrarlı finans piyasalarının yerini dalgalı kurlara bırakmasından borç krizlerinin 1970’li yılların sonundan itibaren patlamaya başlamasına kadar sürüp gitti. 1980’li yılların başından itibaren ABD öncülüğünde başlatılan tam serbest piyasa ekonomisine geçiş gelişmekte olan (ve ağır dış borçlu) ülkelere yaygınlaştırılırken, teknolojik devrim, bunu yaşamayan Doğu Blokunu çoktan geri kalmaya mahkum etmişti; devrimin askeri boyutu da eklendiğinde eski dünya düzeninin temel ayağı olan ideolojik kamplaşma son buldu, Doğu Bloku tarih sahnesinden silindi. Bu açıdan, belki de geçiş dönemini 1980’li yılların sonuna kadar uzatmak, Yeni Ekonomik Düzen’i bundan ötede düşünmek daha gerçekçi sayılacaktır. Ancak, 1985’de, M. Gorbachev iktidarında Sovyetler kendini yenilemek için yola çıktığında, zaten kamplaşmanın sona erdiği görülüyordu. Eski dünya düzeninin temel ayağı olan ideolojik kamplaşma niçin son buldu?
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
208
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
3. Yeni Dünya Düzenine Geçiş 3.1. Yeni Ekonomik Düzen Arayışları Dünya’da yeni düzen arayışları, Avrupa, Japonya ve ABD gibi ayrıcalıklı bölgeler dışında kalan yerleri marjinal bir konuma itiyor. Ayrıcalıklı bölgeler giderek sanayi ötesi bir topluma gittikçe, periferideki ülkelerle aralarındaki fark daha da açılıyor. Sanayileşmiş ülkeler imalat sanayiinden hizmet sanayiine geçerken, terkettikleri dalları periferideki (çevredeki) ülkelere yönlendiriyorlar. 30 yıl sonra sanayileşmiş ülkelerde imalat sanayiinde çalışanların %10’u geçmeyeceği tahmin ediliyor. Azgelişmiş ülkelerin üretimlerine olan gereksinim azaldıkça, diğer bir değişle hammadde merkezdeki sanayi üretimi için önemini kaybettikçe, ihracatları azalacak.
?
2000’li yıllarda sanayi ekonomilerinde ne gibi değişiklikler yaşanacak? Hakim bölgelerin piyasa kapıları bu ülkelere yavaş yavaş kapanırken, birbirleri ile olan ticaretleri artacaktır. Çok fakir ülkelerden ümit kesilmiş gibi ve ekonomik fırsat eşitliği gibi kavramlar artık gelişmekte olan ülkeleri bile ilgilendirmiyor. Globalleşme sürecinde sorunlar da global. Yoksulluk, göçler, uyuşturucu, çevre, silahlanma hep içiçe geçmiş durumda.
?
Dünyanın global sorunlarını belirtiniz.
3.2. Yeni Dünya Ekonomik Düzenine Geçiş ve Ortaya Çıkan Eğilimler Dünyada yeni siyasal düzen’in nasıl yürüyeceği aşağı yukarı belli oldu. Hiç olmazsa 2000 yılına kadar, dünyanın tek “süper gücü” kalan ABD, Birleşmiş Milletleri kendi siyasal hedeflerinin “meşruiyet aracı” olarak kullanacak; eşitler arasında ikinci derecede güçler (Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere, Rusya) ABD’ye karşı çıkmayacak. Ne var ki, bunlar arada kendi küçük manevralarını yürütürken, ABD’ de bunlar karşısında sessiz kalacak. Yani dünyanın “Merkez” indeki büyüklü küçüklü güçler arasında siyasal planda sürtüşme pek olacağa benzemiyor. Güçleri birleştirmede “yapıştırıcı” işlevi üstlenen “ortak düşman” ise, l990 öncesi dünyadan çok farklı. “komünizm tehdidi” yerini, şimdilik, İslami Köktencilik akımından, Saddam ve onun Irak’ı, Kaddafi ve onun Libyası ile Humeynici İran’dan gelen tehdide bırakmış gözüküyor. Tabii, bir diğer ortak düşman üçüncü dünya ülkelerinden “Merkez”e doğru önlenemeyen göç olgusu. Burada da büyük dayanışma görülüyor kendi aralarında. Sanki karşıtlık bir Kuzey-Güney ya da Merkez-Çevre çekişmesinde bulunuyor gibi bir tablo çıkıyor ortaya.
?
Yeni dünya ekonomik düzeninin siyasal düzeni nasıl işliyor, belirtiniz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
209
Dünya’da oluşan yeni Ekonomik düzen ise, bundan farklı bir görüntü sergiliyor. Merkez-Çevre, Kuzey-Güney karşıtlığı burada da mevcut. Ne var ki, Merkez’in kendi içindeki çekişme-çatışma hiç de ihmal edilir gibi değil. Hatta, yeni ekonomik düzen temelde, aralarındaki rekabet eşitliğini düzenlemeye dönük olduğu dahi savunulabilir. Ne var ki, Çevre’yi kendi ihtiyaçlarına koşut biçimde değiştirmeye gelindiğinde yine, küçüklü büyüklü, Merkezde yer alan bütün güçler işbirliğini aksatmıyorlar. Tek kutuplu yeni düzende, Çevre ülkelerinin eski işlevlerini kaybetmeleri, Merkez açısından eski önemlerini yitirmeleri, bunlar için artık eski kolaylıkların yok olduğuna işaret ediyor. Bu sav Türkiye içinde geçerli. Yeni dünya ekonomik düzeninin ekonomik düzenini anlatınız.
?
3.3. Yeni Dünya Ekonomik Düzenin Doğuş Nedenleri Yeni ekonomik Düzeni yaratan temel neden 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların başından itibaren ileri sanayi ülkelerinde sermayenin kâr haddinin düşmeye başlamasıdır. Buna, bazı ek siyasal-ekonomik olayların Batı’nın gücünü sorgular niteliği eklenmelidir: Biri, ABD’nin Vietnam’daki başarısızlığıdır; bir diğeri 1973 ve 19791980’deki birinci ve ikinci petrol krizlerinde OPEC’in başarısıdır; nihayet, Japonya’nın ve Asya Kaplanlarının sanayi ve ihracat alanındaki devlet destekli başarılarıdır. Hepsi sonuçta kâr haddini etkiliyor olsa da, ciddi siyasal boyut da içermektedirler. Kârlılıktaki değişmeler kapitalizmin olağan konjonktürel iniş çıkışlarından ibarettir. Böyle olsa da, kâr hadlerinin dibe vurduğu 1979-1982 arası yıllar, işte, Yeni Dünya düzeni denilen programın yürürlüğe sokulmasiyle eş-anlılık gösterir. 1970’li yılların başından itibaren yürürlüğe girmeye başlayan yeni teknoloji devrimi, önlem paketinin bir boyutunu oluşturur: Kapital yoğunluğu, yüksek yeni teknoloji, kâr haddini yükseltme olanağı vermektedir. Yeni dünya ekonomik düzeninin doğuşuna yol açan temel nedeni belirtiniz.
?
Olayın kurumsal boyutu ise, bir yandan çevresindeki ülkelere, ileri sanayi ülkelerinde sermayenin kâr haddini artıracak programların uygulatılmasıdır; bir yandan Merkez’in içinde rekabet koşullarının eşitlenmesidir. Programı uygulatmanın ikinci aleti, buna uygun ideolojinin kitle haberleşme araçları, programa göre değişen iktisat teorisi ve ders kitapları ve uygun kişilerin iktidara getirilmesi yoluyla insanların buna inandırılmaya çalışılmasıdır. Programın kurumsal boyutu, böylece, yaygın uygulamaya girebilmiştir. Uygulatılan programın temel öğeleri ise, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşmedir. Yeni dünya ekonomik düzeninde uygulatılan programı ve bu programın temel öğelerini belirtiniz. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
210
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
3.4. Yeni Dünya Ekonomik Düzeninin Amaçları Yeni düzen’in temel öğretisel öğesi evrensel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçiştir; bütün ülkelerin dünya pazarı ile bütünleşmesi ve mal-hizmet-sermaye hareketlerinin tam serbestleşmesi ile küreselleşmenin gerçekleştirilmesidir. Bu amaçla, ithalat-ihracat dış ticaret koruma politikalarının etkisinden arındırılacak, fiyat sübvansiyonları kalkacak, paraların konvertibilitesi sağlanacaktır; devlet tekelleri kaldırılacak, kamu teşebbüsleri özelleştirilecektir; mallar gibi hizmetlerin ve sermayenin dolaşımındaki kamu müdahaleleri de kaldırılacak; dolaysız yatırımlar, portföy yatırımları ve kısa vadeli sermaye hareketleri denetimden arındırılacaktlır. Böylece, dünya ekonomisi, katılanları özel girişimler olan, piyasalarına rekabet koşullarının egemen olduğu ve dürtüsünün kâr olduğu bir alana dönüşecektir. Devletlerin bürokratik müdahaleleri ortadan kalkacağı için, özel girişimler kendi rekabet güçlerine göre kazanacak ya da kaybedecek; rekabet koşulları verimliliği ve kârlılığı artıracaktır. Özetle, Yeni Dünya Ekonomik Düzen’in hedefi devletlerin “asli” görevleri dışında rolünün kalmadığı ve çok küçüldüğü, özel girişimin dünya ekonomisi ile rekabet koşullarında bütünleştiği bir dünya ekonomik düzeni yaratmaktır.
?
Yeni dünya ekonomik düzeninin temel öğretisel öğelerini açıklayınız.
3.5. Yeni Dünya Düzeninin İşleyişine Yönelik Bir Örnek; Finansal Küreselleşme Yeni Düzende finans kesimi sürekli büyümekte, küreselleşmekte, kendi içinde ekonominin diğer öğelerinden bağımsızlaşmaktadır. 1970’li yıllarda petrodolarların “dolaşıma iadesi” olayından bu yana, ülke içinde üretim kesimlerine ve “Çevre”ye egemenlikte başlıca araçtır. Üretimde kâr hadlerinin düşmesine koşut olarak kaynakları kendine çekmekte, aynı zamanda spekülasyonların, parasal istikrarsızlığın kaynağı olmaktadır. Artık döviz kurlarında temel belirleyici cari işlemler açıkları olmayıp, sermaye hareketleridir; faiz hadleri ise ülkelerin yatırım-tasarruf düzenleyicisi değil, döviz kurlarının jandarması, dış sermayeyi çekme aracıdır. Merkez-Çevre ilişkileri açısından finans kesimi, hem birincinin ikinciyi denetleme aracı, hem ikinciden birinciye kaynak aktarma mekanizmasıdır. •
•
Merkez’in resmi ve özel kurumları, 1970’li yılların sonunda borç krizleri patlayalı beri işbirliği içinde çalışırlar; yani, bir finans karteli gibi davranırlar. Merkez’deki yönetimin Çevre’nin uygulamasını istediği (kendi kâr haddini artırmaya dönük) yeni düzen’in “kurumsal” programını uygulatmanın başlıca yöntemi budur. Bunu kabul etmeyen ülke dışardan borçlanamaz. Çevreye uygulatılan program ise, Merkez’deki ülkelerin paralarına talebi sürekli artırma etkisi yaratır: Mal-hizmet hareketleri serbestleşirken, ithalat patlar; ihracat ise merkezin korumacılığı, satılan malların düşük gelir elastikliği vb. nedenlerle bunu izleyemez. Dış açık denetlenemez. Asıl sorun, finansal serbestleşmeden çıkar. Çevre ülkesi, eskiye oranla daha büyük döviz rezervleri
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
tutmak zorundadır. Önce gelişmekte olan ülkeler 1989 sonrasında da eski Doğu Bloku ülkeleri konvertibiliteye geçtikçe, Merkez paralarına talep sürekli yükselir. Çevre’de yerli paraya güvensizlik (özellikle, hızlı enflasyon yaşayan ülkelerde) halk katında “para ikamesi” ile yerli para yerine yabancı para talebini artırır; ticari bankalarda döviz mevduatı ve döviz büfeleri patlarken, yabancı para talebi de patlar. İhracat fazlasıyla bu talep artışını karşılayamayan Çevre ülkesi, giderek artan faizlerle ve kısalan vadelerle dış borç almak zorundadır. Borcun faizini kısmen de olsa tekrar borçlanarak ödemek durumuna düşen ülke, yabancı para talebini artırırken, kendi dış borçlarının da patladığına tanık olur. Çevre yerli paranın sürekli değer yitirmesinin kendisini fakirleştirdiğini, enflasyonu denetlemeyi olanaksızlaştırdığını farkedince bu kez, yüksek reel faizler yoluyla kısa vadeli sermayeyi kendine çekmek yoluna gider; %20-30’a yaklaşan reel faizler, bunun için gereklidir. Çünkü, ülkenin yüksek rizikosu ancak böyle karşılanır. Böylece, dışarı kaynak sızıntısı artarken, ülke birkaç yıl rahatlar; ancak, bu arada ithalatküreselleşen Merkez markaları ve tüketim kalıplarının da etkisiyle-patlarken, ihracat duraklar. Böylece ülke, içinde çıkılmaz bir çelişkiye girer. Yeni gelişen sermaye piyasasına yapılan dış kaynaklı portföy yatırımları ise hisse fiyatları yükselirken girip, düşüş olasılığında gitmek yoluyla, yüksek kapital kazançlarını dışarı transfer eder. Yeni bir “dışarı sızıntı” yaratır. Bu sürece tipik örnek l989 sonrası Türkiye’dir. Hizmetlerin serbestleşmesi ayrı bir sorundur. Ticaret, bankacılık, turizm gibi Yeni Düzen’e kadar çoğu çevre ülkesinde sadece yerli sermayeye açık olan yüksek kâr marjlarıyla çalışan kesimler yabancı sermayeye açılır. Özellikle ticaret büyük bir “dışarı sızıntı” kaynağına döner: Merkez’in büyük mağaza zincirleri, yabancı malları, Merkez’in markalarına düşkün yerli halka pazarladığı gibi, yüksek kâr marjlarını da dışarı transfer eder. •
Özelleştirme, işin son halkasıdır. Çevre ülkesinin parası reel anlamda değer yitirdiği için, dış yatırımcı açısından Çevre’nin kamu girişimleri neredeyse “bir paket sigara” parasına ele geçirilebilir. Aynı durum yerli özel girişimlerin satışı için geçerlidir. Fakat en kârlısı, enerji, uluştırma, haberleşme alanındaki “tekel” konumu olan kamu girişimlerinin özelleştirilmesidir. Merkez’in kâr haddini artırma açısından en elverişlisi bunlardır; çünkü, kamu tekeli iken “dışsal yarar”ları özel girişimi sağlayabilmek için “tekel” fiyatı uygulamaz. Oysa, yabancı özel tekel, kesinlikle tekel kârı (monopol rantı) sağlayacağı fiyat uygular. Eğer özelleştirmeye girişen hükümet kamu tekelini özel yabancı tekele dönüştürmeme basireti gösteremezse, ülke ayrıca bir yabancı tekelin fiyatlama politikasına terkedilmiş olur. Dışsal yararı kaybeden özel sanayinin rekabet gücünün azalması bunu izler. Özelleştirme yoluyla Çevre’nin kamu tekellerini ele geçirmenin Merkez’deki şirketlere yararı ise tekel rantları yoluyla ortalama kâr haddinin yükselmesidir; ayrıca, Çevre’nin artan dış borçlarına karşı bir ipotek yaratılmış olur.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
211
G Ü N Ü M Ü Z D E
212
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Tabii, özelleştirme sürerken dış kaynak girişi ülkenin finansal dengesini kurmasına ve enflasyonun düşmesine katkı yapar. Kamu açıkları kapanır. Ancak, bu geçici bir olaydır. Özelletirme tamamlandıktan sonra yeni kaynak girişi sona erdiğinde, ülke sadece dışarı kâr transferinin büyüttüğü kaynak kayıpları ve dış tekellerin yönetimine girmiş bir ekonomi ile başbaşa kalır. İç ve dış dengeyi bu kez bu sızıntı bozacaktır.
?
Finansal küreselleşmenin gelişmekte olan ülkeleri getirdiği sorunları açıklayınız.
4. Küreselleşme (Globalleşme) 4.1. Küreselleşmenin Tanım ve Kapsamı Uluslararası sistem hızlı bir değişim süreci geçirmektedir. Bu belirsiz ortamda oluşan yeni dünya ekonomik düzen; yeni eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. bunlar arasında en belirgin olanı küreselleşme, bütünleşme veya tek dünya düzeni olarak nitelendirilen eğilimdir. Kelime olarak bazen “dünya ile birlikte hareket...” cümlesi içinde, ulus devletin egemenlik alanını sınırlayan bir eşiği ima etmekte, bazen de, “uluslararası rekabete açılmayı...” ikame etmektedir. Dışa açıklık, entegrasyon ve karşılıklı bağımlılık gibi kavramları da bünyesine almakla beraber 21. yüzyıl eşiğinde kavram olarak henüz kesinleştirilememiştir. Küreselleşme; uluslaraşırılaşma sürecinin tamamlanıp tüm delokolize (bölgesel olmayan) üretim dokularının üretim ve tüketiminin dünya ölçeğinde planlandığı, serbest rekabet ve piyasa düzeninin uluslarüstü kuruluşlarca denetlendiği, kuralların uluslarüstü anlayışla çalıştığı bir sistemdir. Siyasi ve kültürel alanlar için olabileceği gibi daha çok ekonomik alanlar için kullanılır ve sınır tanımama anlamına gelir. Sınır tanımama ile kastedilen ticaret bloklarının, gümrük sınırlarının ve koruma duvarlarının kalkması sonucunda oluşacak bir dünya pazar sürecidir. Bu sürecin gerek gelişmiş gerekse az gelişmiş ülkeler açısından önemi vardır. Şöyle ki; Uluslararası sistemde uzunca bir süredir ekonomik mekanizmalar çerçevesinde (özelikle uluslararası ticaret, sermaye hareketleri ve teknolojideki hızlı değişim) yoluyla yayılan küreselleşme hareketi dünya ekonomisinde bir anlamda kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Bunda artan entegrasyonla birlikte bilginin, hammaddenin ara malların ve nihai mal ve hizmetlerin uluslararası dolaşıma girmesinin payı vardır. Ayrıca küreselleşme, özellikle iletişim teknolojisinin yaygınlaşması sonucunda tüm ülke insanlarının (ister gelişmiş ister azgelişmiş olsun) aynı normlarda hizmeti, demokrasiyi, insan haklarını talep etmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla küreselleşmenin önemini ülkelerin gelişmişlik düzeylerindeki farklılıklarına bağlı olarak değerlendirmek yanlıştır. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
213
Sınırların kalkması ile gelişmiş ülkelerdeki teknolojinin, finansal olanakların azgelişmiş ülkelere aktarımı sonucunda teknolojiyi geliştirmiş bir ülke azgelişmiş bir ülkeyi pazar olarak görecektir. Tabi ki yüksek teknoloji yeni bir pazar için azgelişmiş ülkeye gider. Sonuçta azgelişmiş ülke yeni teknolojinin katkısıyla yüksek teknolojiye ulaşır ve düşük kalitenin neden olduğu rekabet gücünden kurtulur. Küreselleşme sürecinde küresel normların baskısı nedeniyle azgelişmiş ülkeye yatırım yapan gelişmiş ülkeler yüksek kalitede ürünü ve teknolojiyi götürmek zorundadır. Çünkü sınırlarının açık olması sadece bir kaç ülkeye açık olması demek değildir. Tüm gelişmiş normları olan ülke ve işletmelere yönelik küreselleşme kuralları vardır. Örneğin ABD işletmesi azgelişmiş bir ülkeye eski teknolojiyi götürmeye teşebbüs ederse, Japonya gibi gelişmiş bir ülkenin yeni teknolojiyi aktarması nedeniyle küresel rekabet bakımından geride kalacaktır. Sonuçta küreselleşme kuralları; gelişmiş ülkenin azgelişmiş bir ülkeyi sömürmesi ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Küreselleşmenin tanım ve kapsamı nedir?
4.2. Küreselleşmenin Nedenleri
4.2.1. Ekonomik Nedenlere Dayalı Küreselleşme Küreselleşmenin en belirleyici unsurları bu grupta toplanmaktadır. Doğal kaynaklar, sermaye, teknoloji ve işgücü gibi faktörlerden yararlanma amacını taşır. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişme ekonomik globalleşmeyi doğuran itici güçlerdendir.
4.2.2. Sosyal Nedenlere Dayalı Küreselleşme İnsanların arzu ve davranışları; günümüzde tüketim toplumu kavramı en gelişmemiş bölgede bile kullanılmaktadır. Öyle ki hükümet politikaları artık tüketimi artırıcı yönde oluşmaktadır. Her ne kadar gerçekleşme oranı düşük ise de adil paylaşım arzusu etkilidir.
4.2.3. Siyasi Nedenlere Dayalı Küreselleşme İki kutuplu dönemin sona ermesinden sonra dünyanın süper gücü olma, uyguladığı politikalarla etki alanını genişletebilme amacıyla başta ABD olmak üzere Almanya ve onun ardından daha çok ekonomik yönüyle Japonya koltuğa oturmak istenmektedir.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
214
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
ABD’nin askeri harekatları, Almanya’nın AB’nin tek hakimi olma yönündeki gayretleri, Japonya’nın çevresindeki YSÜ’leri kontrol etme çabaları gündeme yeni bir kavramı getirmiştir: Post-Emperyalizm. Çoğu yazar küreselleşmenin pembe çercevesinin yıkıldığını, hiç bir şeyin düzelmeyeceği kanısını taşımaktadır.
?
Küreselleşmenin nedenleri nelerdir?
4.3. Ekonomide Küreselleşme Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi, ekonomik konjoktürün o yönde dalgalanmalar göstermesine bağlıdır. Bilindiği gibi en önemli ekonomik göstergeler milli gelir (GSMH), fert başına düşen milli gelir, dış ödemeler dengesi, paranın satınalma gücü, büyüme hızı, sektörel yatırımlar, üretim, üretimde yatırım rekabeti, tüketim, ithalat, ihracat...vs’dir. O halde azgelişmişlikten, gelişmiş ülke kategorisine yönelmenin ya da sıçramanın yolu, bu ekonomik göstergeleri gelişmiş ülkeler düzeyinde maximuma ulaştırmaktır. Bunun için ülkeler kalkınma planları, ekonomik istikrar stratejileri hazırlar. Bütçelerini dengeleme yönünde kararlı atılımlarda bulunurlar. Kapalı ekonominin kalmadığı günümüzde, ülkeler dışa açılıp ekonomilerini uluslaraşırılaştırmaktadırlar. Uluslaraşırı ekonominin yasaları, ülke ekonomilerini keyfi ve yanlış uygulamalardan uzaklaştırmak zorunda bırakmıştır. Uluslaraşırı ekonominin temel ölçütleri, üretimde niteliksel ve niceliksel artışı en az maliyetle sağlamak, kârda yükselişi sağlamak, üretimde rekabet dayanıklılığı, kaliteyi yaratmak, aynı malı üreten üreticiler arasında tüketici istek ve çıkarlarını koruyucu yönde Ar-Ge (Araştırma Geliştirme) çalışmaları uygulamaktır. Günümüzde ülkelerin kalkınmışlıkları, ihracatlardaki sanayi ürünleri yüzdesi ile belirlenmektedir. O halde ülkeler ekonomilerini, sanayii üretimlerini artırmaları ile güçlendirebilirler. Sanayi üretimleri ise sanayi yatırımlarının arttırılması ve sanayi ürünleri pazarının genişletilmesiyle gerçekleştirilebilir. Bu ise ülkeleri kalkınma hızlarını yükseltmek yönünde bütçelerinden büyük pay ayırmaya zorlanmaktadır. Ya da yabancı sermaye, kredi, destekleme, hibe gibi kaynaklarla olayın gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır. Burada en önemli nokta kaynak bulma ve kaynakları rasyonel (akılcı) bir şekilde kullanmaktır.
?
Ekonomide küreselleşmeyi açıklayınız.
4.4. Küreselleşmeyi Hızlandıran Oluşumlar Küreselleşmeyi hızlandıran etmenlerin başında ulaşım ve haberleşme maliyetlerinde yaşanan büyük düşüşler gelmektedir. Dünya ekonomik sistemi üzerinde şimdiye kadar parçalayıcı bir etki yaratmış olan soğuk savaş, Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı ve Orta Doğu’daki istikrarsız ortam gibi politik faktörlerin çözümünde ilerlemeler sağlanmasıyla küreselleşme hızlandı.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
215
Küreselleşmeyi hızlandıran en önemli faktör belki de gelişmekte olan ülkelerin, eskinin içe kapalı ve korumacı politikalarını bırakıp, liberalizasyon hareketini benimsemeleridir. Küreselleşmeyi hızlandırıcı ektisi olan, uluslarüstü kurumlara, yani kendi alanlarında ulus-devleti aşabilecek kurumlara duyulan ihtiyaçtır. Bu kurumlar pek çok ve çeşitli alanlarda, ulus devletin egemenliğine dayandırılmış doğrudan kontrol uygulamalarını (yani vatandaşlarını ve kurumlarını kontrol edişini) aşabilecek kararlar alabilirler ve almalıdırlar da. Bu kararlar, ulus-devleti kenara iter ya da onu uluslarüstü kurumun bir ajanı haline dönüştürür. Sözünü ettiğimiz bu alanlardan ilki çevredir. Bozucu kirliliği önlemek için yerel eylem de gereklidir. Ama çevreye yönelik en büyük tehdit, bir kağıt fabrikasının atıklarından, bir belediyenin kanalizasyonu okyanusa boşaltmasında ya da yerel çiftliklerde kullanılan tarım ilaçlarıyla gübrelerin sızıntı ve akıntılarının denize ulaşmasından kaynaklanan yerel kirlilik değildir. Esas tehlike, insanoğlunun yaşamına, atmosfere, dünyanın bir bakıma Akciğeri sayılan tropik ormanlara, dünya okyanuslarına, hava ve su rezervlerimize yönelik olan tehlikedir. Bu da tüm insanlığın bağımlı olduğu çevre demektir. Buna ek olarak, çevrenin korunmasını, giderek artan dünya nüfusunun gelişmişlik ihtiyaçlarını karşılamakla da dengelemek gerekmektedir. Bunlar ulusal devletin sınırları içinde başa çıkılabilecek sorunlar değildir. Enformasyon nasıl ulusal sınırları tanımıyorsa, kirlilik de tanımamaktadır. Uluslarüstü eyleme ve uluslarüstü kurumlara yönelik ihtiyaçlarımız arasında çevreden sonra gelen ikinci en önemli ihtiyaç da, terörizmi yoketme ihtiyacıdır. 1991 yılının kış ve ilkbahar mevsimlerinde Irak’a karşı girişilen askeri harekat belki bunun başlangıç noktası olabilirdi. Yazılı tarihin başından beri ilk defa olarak, hemen hemen tüm ulus devletler birlikte harekete geçmiş, bir terörizm hareketini sindirmişlerdir; çünkü Irak’ın Kuveyt’i işgali aslında bir terörizm hareketinden başka bir şey değildir. Ancak daha sonraki işgallerde aynı duyarlılık gösterilmedi. Bugüne gelininceye kadar çoğu ülkeler (ama kesinlikle hepsi değil) bu yolun verimsiz bir yol olduğunu anlamış bulunmaktadırlar. Ama terörizmi desteklememek de yetmez. Onu yok etmek ya da en azından kontrol altına alabilmek için gerekli olan şey, uluslarüstü eylemdir. Herhangi bir egemen devletin sınırlarını aşabilen eylemdir. Bunun örnekleri de vardır. On dokuzuncu yüzyılda köle ticaretini yasaklayan ve açık denizlerde korsanlığı enternasyonal bir suç ilan eden anlaşmalar gibi. Üçüncüsü ve terörizmle sıkı sıkıya bağlantılı olanı da transnasyonal silah kontrolüdür. Küreselleşmeyi hızlandıran gelişmeler nelerdir?
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
216
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
5. Bölgeselleşme (Bloklaşma) 5.1. Bölgeselleşmenin Tanım ve Kapsamı Gerek gelişmiş, gerekse azgelişmiş ülkelerin dünya ticaretini geliştirmeye yönelik faaliyetleri iki doğrultuda gerçekleşmiştir. Bunlardan birisi "evrensel yaklaşım" adı verilen gelişmedir. Bu yaklaşım GATT çerçevesinde, olabildiğince fazla sayıdaki ülke arasında ticaret kısıtlamalarının kaldırılması ve azaltılmasını öngörür. İkinci yaklaşım ise, daha sınırlı nitelikte olup, belirli bir coğrafi bölgede yerleşik ve yakın ilişkiler içinde olan ülkeler arasındaki ticaret ve diğer akımların serbestleşmesi esasına dayanır, ki bunun adı bölgesel bütünleşme ya da kısaca bölgeselleşmedir.
?
Dünya ticaretini geliştirmeye yönelik temel iki yaklaşımı belirtiniz. İki savaş arasındaki dönemde uluslararası ticarette görülen kısıtlayıcı uygulamalardan özellikle Batılı sanayileşmiş ülkeler şikayetçi olmuşlardır. Çünkü sanayi üretiminin hızla geliştiği bu ülkelerde ekonomik hayatın canlılığı büyük ölçüde geniş dış piyasaların varlığına bağlı bulunuyordu. O nedenle batılı ülkeler daha II. Dünya Savaşı sona ermeden bir uluslararası ticaret ve ödeme sistemi geliştirmek için harekete geçmişlerdir. Sanayileşmiş ülkeler arasında ortaya çıkan bu akıma, giderek az gelişmiş ülkelerde katılmışlardır. Bu gelişmeler temelde eski dünya düzeninde görülen koruyuculuk ve iktisadi milliyetçilik hareketlerine bir tepki olarak düşünülebilir. Bir çoğu oldukça karmaşık bir yapıya sahip olan bölgesel bütünleşmeyi hedefleyen birlikleri, temelde siyasi ve ekonomik amaçlı olarak iki şekilde sınıflandırmaya tabi tutabiliriz. Siyasal bütünleşme hareketlerinin en basiti "siyasal işbirliği"dir. Aslında "işbirliğini" amaçlayan bu tür teşebbüslere bütünleşme demek zor; ancak yine de bütünleşme yolunda bir adım olarak kabul edilmektedir. İşbirliğini esas alan bu kuruluşların üye ülkelerin istemediği konularda bağlayıcı kararlar alabilmeleri söz konusu değildir. Yine siyasal bütünleşmede bir diğer yol, "konfederasyon"dur. "İşbirliği"ne göre daha ileri bir aşamayı ifade etmekle birlikte "gevşek" bir örgütlenmeyi esas almıştır. Konfederasyonda kararlar oybirliği ile alınır, dolayısıyla ülkeler egemenlik haklarından bütünüyle vazgeçmezler. Oysa siyasi bütünleşmenin en ileri aşamalarından olan "federasyon"da ise ülkeler, özellikle dış politika, savunma gibi konularda, egemenlik haklarından merkezi otorite (federasyon) lehinde özveride bulunurlar. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Siyasal bütünleşme şekillerini belirtiniz.
217
?
Ekonomik açıdan bölgesel bütünleşmeye yönelik en gevşek teşebbüs "Serbest Ticaret Bölgesi"dir. Bu tür teşebbüslerde, anlaşmaya taraf ülkeler kendi aralarında serbest ticaretin önündeki engelleri kaldırırlar; ancak taraflar üçüncü ülkelere karşı ortak bir tarife uygulama yükümlülüğü altında bulunmazlar. Yani aynı mal birlik üyesi bir ülkeden ithal edildiğinde vergi ödenmez. Fakat üçüncü ülkelerden ithal edildiğinde ulusal gümrük vergisi uygulanır. "Gümrük Birliği" ise serbest ticaret bölgesine göre daha ileri bir aşamayı ifade eder. Bu tür birlikte taraflar kendi aralarında serbest ticareti önleyen engelleri kaldırmanın yanısıra, üçüncü ülkelere karşı da ortak gümrük tarifeleri uygulamak zorundadırlar. Ekonomik bütünleşmenin üçüncü aşaması "Ortak Pazar"dır. Bu tür bütünleşmede, taraflar aralarında malların serbet dolaşımına ilave olarak emek ve sermayenin de serbest dolaşımını sağlarlar. Ayrıca taraf ülkeler aralarında bölgesel kalkınmışlık farklarını ortadan kaldırmaya yönelik politikalar izlerler. "Ekonomik Birlik" ya da "Tam Ekonomik Birleşme" ise diğerlerine göre çok daha ileri aşamaların ifadesidir. Ekonomik birlikte taraflar, sadece üretim faktörlerinin serbest dolaşımını ya da ortak dış ticaret tarifelerini benimsemekle kalmaz; birçok alanda ortak politika izlerler. Özellikle tam ekonomik birlikte, hükümetler kendi ellerindeki bir takım yetkileri, oluşturdukları uluslarüstü (supranational) kurum ve kuruluşlara devrederler. Aşağıda yukarda belirtiler birleşme örneklerinin bazıları kısaca tanıtılacaktır. Ekonomik açıdan bütünleşme şekillerini belirtiniz.
5.2. Bölgeselleşme Örnekleri
5.2.1. Avrupa Birliği (AB) Avrupa Birliği'nin tarihi başlangıç noktasının genelde, İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar olduğu kabul edilir. Bu yıllar bir daha aynı acıların yaşanmaması için Avrupa'da bir birlik yaratılması gerektiği fikrinin kıta uluslarında ve yöneticilerinde uyandığı dönemdir. İkinci Dünya Savaşı'ndan yıkık ve tükenmiş çıkan Avrupa'nın yeni bir politik ve ekonomik model arayışı içine girdiği görülmektedir. Marshall yardımı adı altında Avrupa'ya akan ABD sermayesinin kendilerini giderek ABD'ye bağımlı kılacağını gören ufak ve güçsüz Batı Avrupa ülkeleri, Avrupa menşeli yeni bir sermaye piyasası oluşturmak istemişlerdir. Bu amaçlarına bireysel olarak ulaşmaları mümkün olmadığından, bu ülkelerin ekonomik potansiyelleriAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
218
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
nin bir araya getirilmesi ve böylece güçlü bir Avrupa Pazarı oluşturulması planlanmıştır. Bütünleşmenin pazar genişlemesine, bunun da sermaye ve teknolojinin hızlı gelişimine yol açacağı düşünülmüştür. Sovyetler Birliği'nin batıya doğru yayılmasının engellenmesi de Avrupa Birliğinin temel felsefesinin "politik" boyutunu oluşturmaktadır.
?
AB’nin kuruluşundaki temel ekonomik ve siyasal hedefler nelerdir?
5.2.2. Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA) Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi; Avrupa Birliğine üye olmayan ülkelerin diğer ülkelere karşı rekabet güçlerini artırmak ve ticaretlerini geliştirmek amacıyla oluşturdukları birliktir. EFTA'nın kurucu üyeleri İngiltere, İsviçre, İsveç, Avusturya, Danimarka, Portekiz, Norveçtir. Daha sonra İngiltere, Danimarka (1972) ve Portekiz (1986) Avrupa Birliğine katılmışlar, Finlandiya (1961), İzlanda (1970) ve Liechtenstein ise 1991'de EFTA'ya katılmışlardır. Bugün üye sayısı on olan EFTA, AB'nın yanısıra Avrupa'nın ikinci büyük ticari bloğudur. Bu ülkeler Avrupa'daki birleşme hareketinin gümrük birliği şeklinde değil, serbest ticaret bölgesi şeklinde oluşturulmasını savunmuşlardır.
?
EFTA nasıl bir ekonomik bütünlüşme şeklidir? EFTA'yı yürürlüğe koyan Stockholm anlaşması EFTA'nın amacını şu şekilde belirlemiştir; • • •
Ekonomik faaliyetleri teşvik, tam istihdam, verimliliği, kaynakların tam kullanımı ile hayat şartlarında gelişme sağlamak. Anlaşmaya üye ülkeler arasında rekabet şartlarını düzenlemek. Üye ülkeler arasındaki ticarette koruyucu gümrüklerin ve kotaların kaldırılmasını sağlamak.
Anlaşmaya göre üye devletler kendi aralarındaki ticaret için ortak esaslar tespit etmekle birlikte, diğer ülkelere tek tek yapacakları ticarette serbest bırakılmışlardır. Bu durumda her ülke kendi ithalatına ait gümrük oranlarını tespit etmekte serbesttir. EFTA'nın esas amacı antlaşmaya üye ülkelerle sınırlıdır.
?
EFTA’nın amaçlarını belirtiniz.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
219
5.2.3. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) 2 Ocak 1988 tarihinde imzalanmış olan ABD - Kanada Serbest Ticaret Anlaşması ikili bölgesel uygulamalar için de en geniş kapsamlı ticaret anlaşması olarak kabul edilmektedir. Anlaşmada iki ülke arasındaki ticarette tarifelerin kaldırılması ve tarife dışı engellerin azaltılması ve hizmetler ticaretinin liberalleştirilmesi öngörülmüştür. Bu arada Meksika'nın 1986 yılında GATT'a üye olmasından sonra ABD, bu ülke ile ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmek üzere bir anlaşma imzalamıştır. ABD , Kanada, Meksika arasında 12 Ağustos 1992 tarihinde imzalanan bu anlaşma ile Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi oluşmuştur. Anlaşmanın kapsamına sanayi ürünleri ile tarım ürünleri girmektedir. Kuzey Amerika ülkelerini: ABD, Kanada ve Meksika'yı kapsayan NAFTA anlaşması, dış ticaretteki serbestleşmenin ortaya çıkardığı avantajlardan azami bir ölçüde yararlanılmasını ve bölge ülkelerinin refah seviyelerinin artırılmasını, yeni pazarlar yaratılmasını amaçlamıştır. Söz konusu anlaşma, 3 ülke arasındaki ticari engelleri ve kısıtlamaları ortadan kaldırmayı taahhüt ederken, üçüncü ülkelere karşı yapacakları ticarette kendi ulusal tarifelerini uygulamalarına da imkan tanımaktadır. NAFTA hangi ülkeler tarafından kurulmuş ve amaçları nelerdir?
?
5.2.4. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB) Karadeniz Ekonomik İşbirliği girişimi sosyalist rejimlerin çözüldüğü koşullarda ortaya çıkmıştır. Önceleri Türkiye'nin İran ve Pakistan ile birlikte oluşturduğu ancak ölü bir durumda olan bu girişim kapitalist ülkelerin ayrı ayrı nüfus alanı yaratma çabalarının ardından beş orta Asya Cumhuriyeti ve Afganistan'ın katılımı ECO (Economik Cooperation Organisation) adını alarak canlandırılmıştır. İlk olarak 1990 yılının başlarında resmi ve gayriresmi çevrelerde, tartışılmaya başlanan öneri, 1990 yılının Aralık ayında Türkiye'nin yanısıra Bulgaristan, Romanya ve Sovyetlerin katıldığı bir toplantı ile gerçekleşme sürecine girmiştir. Hazırlık dönemi olarak adlandırılan bu süreç, 25 Haziran 1992 tarihinde İstanbul'da imzalanan Boğaziçi Deklerasyonu ile sona ermiş ve bu tarihten itibaren kurumsallaşma dönemine geçilmiştir. KEİB hangi deklarasyon ile kurumsallaşma sürecine girmiştir? Sovyetlerin dağılmasıyla bu kez yeni cumhuriyetlerin katılımı söz konusu olmuştur. Rusya Federasyonu, Ukrayna, Azerbaycan, Moldava, Gürcistan, Ermenistan, Romanya, Bulgaristan ile ayrıca katılmla isteği belirten Arnavutluk ve Yunanistan'ın kurucu üye olduğu, Türkiye'nin önderliğinde 11 üyeli bir örgüt kurulmuştur, AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
220
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
anlaşma 1992'de (Haziran) imzalanmıştır. Örgüt Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB) adını almıştır. Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin genel amacı, coğrafi yakınlık ve ekonomilerinin tamamlayıcılık özelliklerinden yararlanarak, bölgenin ekonomik ve ticari potansiyelinin canlandırılması ve Karadeniz'in bir barış, istikrar ve refah bölgesi durumuna getirilmesidir. Bu doğrultuda önce mal ve hizmet ticareti artırılmaya ve hükümetler arası uygun işbirliği koşulları yaratılmaya çalışılmaktadır. Fakat uzun dönemdeki amacı bölge içinde mal, hizmet sermaye ve işgücünün serbest dolaşımını sağlamaya yöneliktir. KEİB'nin temel felsefesi üye ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin, öncelikle özel kesim tarafından geliştirilmesi ve çeşitlenmesine dayanır. Ayrıca kamu ve özel kesim katılmasıyla ülkeler arasında işbirliği ve ortak projelerin geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca ortak yatırım projelerinin değerlendirilebilmesi ve Birliğin ciddi boyutta işlerlik kazanmasını kolaylaştırmak amacıyla Karadeniz Dış Ticaret ve Yatırım Bankası kurulmuştur.
?
KEİB’in genel amaçlarını belirtiniz.
5.3. Yeni Gerçek: Gelişen Bölgecilik Olgusu Bölgeciliğe doğru gidiş, Avrupa Birliği tarafından başlatılmıştır.Ama onunla sınırlı kalmayacaktır. Avrupa Birliği, esasen bir “ortak pazar” olarak ortaya çıkmış, yani tümüyle ekonomik bir örgüt olarak başlamıştır. Ama giderek daha çok siyasal işlevler üstlenmeye başlamıştır. Şu anda bir Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa parası yaratmanın eşiğindedir. Ama aynı zamanda, ticarete ve mesleklere giriş konusunda da yetki almıştır. Ona ek olarak, şirket birleşmeleri ve satın almaları, karteller, sosyal yasalar gibi, “tarife dışı engeller”den, malların, hizmetlerin ve insanların serbest dolaşımına kadar türlü konularda da yetki Birliğin elindedir. Avrupa Birliği daha sonra da bir Kuzey Amerika Ekonomik Topluluğu oluşmasının tetiğini çekmiş, bu da ABD çevresinde, ama Kanada ile Meksika’yı da bir ortak pazara katacak biçimde ortaya çıkmıştır. Şu ana kadar bu girişimin amacı yalnızca ekonomiktir. Ama uzun vadede öyle kalması pek düşünülemez. Aynı şey Doğu Asya için de geçerlidir. Bütün mesele, bu tür ekonomik bölgelerden bir tane mi, yoksa birkaç tane mi olacağıdır. Çin’in kıyı kesimleriyle Güneydoğu Asya ülkelerinin Japonya çevresinde bir araya gelerek kuracakları bir bölge gerçekleşebilir. Aynı zamanda, hızla gelişen kıyı Çin bölgelerinin (burada Çin nüfusunun beşte biri yaşamaktadır ve Çin ulusal üretiminin de üçte ikisi, kuzeyde Tsientin’den güneyde Canton’a kadar uzanan bu bölgeden çıkmaktadır) kendini bir bölge olarak düzenlemesi, Japonya’ya eğilimli Güneydoğu Asya’nın ikinci bir bölge oluşturması da mümkündür.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
221
Bir de “mini bölge”lere doğru kayma hareketi vardır. Sovyet İmparatorluğu dağılır dağılmaz, Orta Asya’nın “Türki” devletleri hemen, Türki ülkelerin en Batılılaşmışı ve en gelişmişi olan Türkiye’nin çevresinde bir “Türki Bölge” oluşturmayı önermişlerdir. Üç Baltık ülkesi, Letonya, Litvanya ve Estonya da Sovyet İmparatorluğundan kopmayı başarır başarmaz hemen “Baltık bölgesi”nden söz etmeye koyulmuşlar, İskandinav komşularıyla, özellikle de Finlandiya ve İsveç’le yakınlaşmayı ummuşlardır. Güneydoğu Asya halklarını ve uluslarını kapsayan benzer bir mini bölge de Malezya, Singapur, Endonezya, Filipinler ve Taylan arasında olmak üzere Malezya Başbakanı tarafından yeni önerilmiş bulunmaktadır. Eski Sovyetler Birliği’ni kapsamına alan bir başka birliği de Rusya Başkanı ummaktadır. Ama bu bölgelerin üç mü, dört mü, yoksa daha fazla sayıda mı olacağından çok, bölgeciliğe doğru gidişin geri dönüşü olmayışı önemli gözükmektedir. Bu, kaçınılmaz bir şeydir. Yeni ekonomik gerçeğe cevap vermektedir. Bilgi ekonomisinde, geleneksel korumacılık da, geleneksel serbest ticaret de kendi kendine sonuç veremez. Gerekli olan, anlamlı bir serbest ticarete ve içeride bir rekabete izin verecek kadar büyük bir ekonomik birimdir. Bu birimin, yüksek düzeyde bir korumacılık altında yeni “high-tech” sanayilerin gelişmesine izin verecek boyda olması gerekmektedir. Bunun nedeni de “high-tech”in (yüksek teknoloji)yapısında, yani bilgi sanayiinde yatmaktadır. Küçük ekonomiler için bölgeciliğin avantajları nelerdir?
5.4. Globalleşme ve Bölgeselleşmenin Gelişmekte Olan Ekonomilere Etkileri Bugün küçük ve zayıf ekonomilerin bulunduğu uluslararası iktisadi ortamı tanımadan, bu ortamdaki degişmeleri dikkate almadan dışa açılma olayının nasıl ve nerede sürdürülebileceği konusunun tartılışması anlamsızdır. Bu ortam incelendiğinde şu temel özelliklere sahip olduğu görülür; •
•
Ticareti kısıtlayan engeller hala mevcuttur. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler iş ve ticaret hacmini etkileyen bu uygulamalara tahmin edilenin üzerinde ragbet göstermektedirler. Sanayileşmiş ülkeler çeşitli nedenlerden kaynaklanan durgunluktan nasiplerini belli bir süreklilikle almaktadır. 1960’lı yıllardan beri zaman zaman ortaya çıkan durgunluğun üstesinden gelmeleri ise tahmin edilenden fazla zaman istemektedir. Bu yetmiyormuşcasına bu ülkelerin büyüme hızları örneğin 1960’lı yıllardaki düzeylerine bir daha ulaşamamıştır. Halbuki bu büyüme oranlarının aynı dönemde Güneydoğu Asya Ülkelerinin büyüme atılımlarına büyük katkısı olmuş ve bugünkü Pasifik kaplanları’nın gelişmesine neden olmuştur. Bugünkü gelişmiş ülkelerdeki nisbi yavaş büyüme gelişmekte olan ülkelerin ürünlerine olan taleplerinin geçmişe oranla dar kalmasına neden olmaktadır.
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
222
•
•
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Batılı ülkelerin uyguladıkları tarım sektörönü teşvik edici politikalar gelişmekte olan ülkelerin tarımsal ürün ihracını menfi yönde etkilemeye devam etmektedir. Dış ticaret hadlerinin gelişmekte olan ülkelerin aleyhindeki gelişmesi hala sürmektedir.
Bu dostane olmayan uluslararası iktisadi ortalama gelecek için önemli sonuçları olacak bir gelişmeyi daha eklemek gerekmektedir: Ticari blokların doğuşu ve bu blokların, veya başka bir ifade kullanırsak, bölgesel ticari alanların güçlenmesi...
?
Uluslararası ekonomik ortamın temel özelliklerini belirtiniz. Türkiye Örneği: Yukarda belirtilen özelliklere sahip bir ekonomi olan Türkiye açısından bölgeselleşme olgusuna bakıldığında, coğrafi açıdan iki kıta üzerinde bulunan Türkiye’nin en yakın çevresinde yer alan üç bölge ile yürütebileceği ticari ilişkilerin geleceği tartışıldıgında, bugün için bu üç bölge ile ilişkiler şu başlıklar altında incelenebilir. Fırsat ve Zorluklar Diyarı : Avrupa Birliği İstikrarsızlığa Mahkum Pazarlar : Ortadoğu Pazarı Bilinmeyene Açılış : Doğu Avrupa, Rusya ve Türki Cumhuriyetleri Yakın çevremizde yer alan bu bölgelere, geleneksel pazarlarımızdan olan ABD ve yeni olanaklar sağlayabilecek Uzakdoğu pazarını da eklemek mümkündür. Türkiye’nin ABD ile olan ticaretinin zaman içerisinde gösterdiği gelişmeye baktığımızda bu pazarın toplam ithalat ve ihracatımız içerisindeki payı bir gelişme kaydetmemiştir. Zira ABD’nin mevcut çeşitli taahhütlerine sürekli yenileri eklenmektedir. Meksika ve Kanada ile bağlantıları, Avrupa Birliği ve Uzakdoğu ülkeleri ile süre gidecek ilişkilerinin yanısıra, Ortadoğu ülkeleri ile bağlantıları da şekil değiştirmektedir. Bu gelişmeler Türkiye ile olan ilişkilerinin mevcut olandan daha fazlasının gelişmesine pek imkan vermeyecek niteliktedir.
?
Türkiye ABD pazarını niçin büyütemiyor? Türkiye ticaretinin Avrupa Birliği grubu ile coğrafi bir bağımlılık içerisinde olduğu söylenebilir. Değinilmek istenilen bir diğer konu Türkiye’nin Birliğe üyeliği sorunudur. Genel bir bakış açısından bakıldığında Türkiye’nin bütün Avrupa kurumlarına dahil edildiği görülür. Türkiye coğrafi konumu, ekonomisi, politikası bakımından Asya, Orta Doğu ve diğer bloklardan çok Avrupa’ya yakındır. Fakat Türkiye’nin Birliğe tam üye olması konusunda iki önemli sorun vardır.Bir tanesi nüfus sorunudur.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
223
İkinci önemli engel Türkiye’nin Ekonomik performansıdır. Ekonomik problemler Birliğe kabulde önemli bir engel teşkil etmektedir. Bu konu 9. ünitede detaylı incelendiği için bu ünitede kısa tutulmuştur. Türkiye’nin AB üyeliğine engel teşkil eden temel sorunlar nelerdir?
?
Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerimize gelince, Ortadoğu ülkelerine yönelik pazar çeşitlendirilmesi çalışmaları 80’lerde başlamış ve bu pazar ani bir büyüme göstermiştir. Ancak bölgedeki siyasi istikrarsızlık ve petrol gelirlerindeki azalışlar pazarın dalgalanmalara açık olmasına yol açmıştır. Bu bölge ile ilişkilerimiz sadece ticari olmayıp müteahhitlik gibi hizmetleri de kapsamaktadır. Türkiye için büyük gelecek vadeder nitelikteki ticari bölgelerden bir tanesini de Doğu Avrupa ekonomileri ile Asya’da bağımsızlıklarını ilan eden eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin teşkil ettiği söylenmektedir. Bu ülkeler arasında en büyük pazarı Rusya oluşturmaktadır. Türkiye’nin AB dışındaki alternatif pazarları nerelerdir?
6. Yeni Ekonomik Oluşumlar ve Türkiye Yeni ekonomik oluşumlar henüz uygulamaya yeni girdiği yıllarda (1970’li yılların sonu ve 1980’in hemen başı), Türkiye’yi borç ödeyemez duruma girdiği bir zaman da etkisine almıştır. Askeri rejimin kapalı-tartışmasız ortamında uygulanması başlamış ve bugüne dek sürmüştür. Aşağıda, Türkiye’nin “Merkez’e aday olma”, Merkez’in ise Türkiye’yi “Çevre’de tutma” mücadelesindeki zayıf ve güçlü noktalar ele alınacak, buradan 2000’li yılllar için öngörü yapılmaya çalışılacaktır.
6.1. Merkez-Çevre Mücadelesinde Türkiye Türkiye’de yöneticiler hiç bir zaman ülkeyi Çevre’nin bir üyesi olarak görmemiş, “merkez’e aday” yapacak ne kadar kurum varsa orada yer bulmasına çalışmıştır. İkinci dünya savaşından sonra Türkiye, Sovyet tehdidi dönemindeki stratejik konumundan yararlanarak Avrupa Konseyi, NATO, OECD gibi tipik Merkez kurumlarında yer almıştır; AB’ne tam üyelik için sürdürülen ısrarlı mücadele, EFTA’ya ortak üyelik de bunlara eklenmelidir. Merkez’in Çevre’ye (kendi kâr haddini artırmak için) uygulattığı programı ise, Türk yöneticiler, Merkez’e adaylığa sıçrama basamağı olarak görmüş ve buna uygun girişimler ortaya çıkarmıştır: 1987’de AB’ne tam üyelik için başvuru, izleyen EFTA üyeliği başvurusu, Türk şirketlerinin dış yatırıma geçmesi, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünün kurulmasında öncülük, ECO’yu Orta Asya Cumhuriyetlerini kapsayacak biçimde genişlettirme, Doğu Bloku’na kredi vermek için kurulan Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankasına kurucu üye olarak katılma, eski Doğu Bloku üyelerinden öğrenci alıp eğitme, İstanbul’u bölgesel fiAÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
224
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
nans merkezi yapma isteği, vb... çok sayıda olay buna örnektir. Türkiye açıkça “bölgesel güç” olmaya oynadığını belirtmektedir. Türkiye, açıkça kendisine hayat sahası yaratmaya oynamaktadır.
?
Türkiye’nin merkeze aday olma çabalarını açıklayınız. Merkez ise, Türkiye’yi çevreleştirmeye hatta, etnik olaylar yoluyla parçalamaya kendi amaçları için kullanmaya eğilimlidir. AB’ne tam üyeliğin askıya alınması, Türk işçilerinin diğer Çevre ülkeleriyle birlikte Batı Avrupa’da ırkçı saldırıya maruz kalmaları, Türkiye vatandaşlarına uygulanan (onur kırıcı işlemleri kapsayan) “vize” işlemi, Irak’tan çok Türkiye’yi büyük ekonomik kayıplara uğratan ekonomik ambargo, Çekiç güç ve peşinden sürüklediği Güney Doğu olayları, Merkez’in medyasında Türkiye aleyhinde yürütülen kampanya, bu eğilimin toplumsal-siyasal alandaki göstergeleridir. Ekonomik planda çevreleştirme arzusu ise daha yoğundur; nedeni, Türkiye’nin Avrupa’nın kıyısında nüfusu 60 milyona yakın, büyüyen bir pazar olmasıdır: AB’nin Türkiye ile ilişkileri sadece sınai mamullerde gümrük birliğine inhisar ettirmesi, 1978’den beri donmuş durumdaki mali protokoller yoluyla dahi kaynak aktarımına olanak vermemesi, ABD’nin Türkiye’yi askeri yardım programın dışına çıkarması, Türkiye’nin tarım pazarlarını açması ve özelleştirme için getirilen baskılar buna diğer örneklerdir.
?
Gelişmiş ülkelerin Türkiye’yi çevrede tutmak için yaptıkları girişimler nelerdir? Ancak, Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasında karşısında sadece Batı’nın Merkez ülkeleri yoktur; kendisi Merkez’in bir parçası olmasa da, ne aletlerine ne kurumlarına sahip olmasa da, Avrasya-Kafkasya ekseninde hala önemli ve büyük bir askeri etkenliğe sahip olan Rusya Federasyonu da vardır. Nitekim, Türkiye’nin Kafkasya-Orta Asya alanında yaratmaya çalıştığı hayat sahasını önemli ölçüde yitirmesinde temel etken Rusya olmuştur. Orta Doğu ise, Arap-İsrail anlaşmasından sonra, ne olanaklar getirecek neler götürecek şu anda belirsizdir. Ancak, burası da mutlaka Türkiye’nin hayat sahasının bir parçası olarak algılanmakta ve yeni barış ortamında yer edinmesi için etken bir rol oynamasına çabalanmaktadır. “Barış suyu” projesi bu çabanın başlıca örneğidir. 2000 yılına kadar olan sürede, bu bakımdan şöyle bir mücadele yaşanacaktır: Merkez Türkiye’yi çevrede tutmaya, Rusya eski Sovyet topraklarında etkinlik kazanmasını önlemeye, Arap-İsrail anlaşmasının patronu olarak ABD ise (herhalde) Türkiye’nin ABD güdümünde kalmasında oynayacaktır. 2000 yılına doğru Merkez’e aday ülke komumuna girmeye, kendisine yeni hayat sahaları bulmaya çalışan Türkiye ise, bu güçlere karşı mücadele vermek durumunda kalacaktır.
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
225
6.1.1. Türkiye’nin “Bıçak Sırtı”ndaki Konumu 1990’lı yıllarda Türkiye’nin dünya sahnesindeki konumu “bıçak sırtında”ki denge olarak tanımlanabilir: Göstergeleri öyledir ki, kolayca çevre’ye inebileceği gibi, Merkez’e “aday” konumuna da yükselebilir. Burada kendi becerisi kadar Merkez’in Türkiye’ye biçtiği rol de önem taşır. Yaşanan olaylar Merkez’in aletlerini kullanmadan, kurumlarına sahip olmadan, mekanizmalarını işletmeden, hatta Merkez’le ilişkileri iyi sürdürmeden Merkez’e aday olunamayacağını gösteriyor. Merkez’in dışından gelip Merkez’e sıçrayabilen bugüne dek sadece Japonya olmuştur; ancak çok da yüksek bir fiyat ödemiştir (İkinci Dünya Savaşının yıkımı buna örnektir). Bu bakımdan, Türkiye’nin Yeni Dünya Düzeninin kurumları, aletleri ve mekanizmalarını kullanır duruma gelmesi, bölgesel anlaşmalara bir yandan Merkez’le girerken (AB, EFTA ortak üyeliği gibi), kendi hayat sahası olarak seçtiği alanlara (Avrasya-Kafkasya-Balkanlar ile Orta Doğu) Merkez’le paylaşma yoluyla girmeye çalışması, izlenen uyumlu yöntemi ortaya koymaktadır. Çok sayıda toplumsal ekonomik göstergesi, Türkiye’yi bugün Çevre’nin bir parçası konumunda tutuyor: Kişi başına GSMH’nın düşüklüğü; köylü nüfusun toplamın hala yarısına yakınını oluşturması ve kentli nüfusun da yarısının gecekondulu-köylü olması; yaygın eğitimin yakın zamana kadar beş yıllık ilk okul düzeyinde kalması yanında, yaş nüfusunun yarıya yakının (%48.8) orta okula dahi devam edememesi, ilk okula giren her 100 çocuğun sadece 8’nin yüksek okuldan mezun olabilmesi, bunlara GSMH’nın yarısına yakın dış borç; 1978’den bu yana duraklayan tarım, imalât sanayiinin özel girişim için cazip (kârlı) olmaktan çıkması, tarım ve imalat sanayiinde sabit yatırımların toplam sabit yatırımlardaki paylarının yarıyarıya azalması, 1988’den bu yana ihracat artışı duraklarken 1990 ve izleyen yıllarda ithalatın patlaması eklenmelidir. Bunlar eklendiğinde, Yeni Ekonomik Düzen’inde giderek dinamizmini yitirmiş, üretim çarpılmasına düşmüş ve dış borç batağına artan biçimde saplanırken Merkez’in iyice güdümüne girmiş ülke görüntüsü ortaya çıkar. Dizginlenemeyen enflasyon; giderek kötüleşen gelir bölüşümü; çığ gibi büyüyen dış ve iç borçlar ile cari işlemler açıkları; mali spekülasyonlara kayan fonlar ve girişim gücü; iç ve dış değeri “pul” olan TL ve büyüyen yeraltı ekonomisi ile bu tablo tamamlanır. Bu, tipik bir “Latin Amerika sendromu”dur ve Yeni Ekonomik Düzen’in Türkiye’de yarattığı etkilerdir. Bunun en önemli yanı, Türkiye’den dışarı Merkez’e doğru kaynak transferini olağan üstü boyutlara ulaştırmasıdır ve ekonominin büyüme kaynaklarını daraltmasıdır. Yeni Ekonomik Düzen’in kurumsal programı yukardaki tabloya göre, Türkiye’nin Çevre ülkesi konumunu pekiştirmekle kalmamış, hatta iyice kötüleştirmiştir. Türkiye’yi çevre ülke konumuna iten temel sosyo-ekonomik göstergeler nelerdir?
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
226
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Buna karşılık, 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’nin ikinci bir kimlik yakaladığı da bir gerçektir. Bu kimlik önce Orta Doğu’da müteahhitlik yapan şirketlerle ortaya çıkmış, günümüzde güçlenerek sürmüştür. Dış yatırımlarla kendine hayat sahası arayan, Balkanlarda (başta Romanya) Rusya, Federasyonu’nda, Kafkasya’da (başta Azerbaycan) şirketleri yerleşen, Eski Doğu Almanya’ya yerleşerek Avrupa Ekonomik Alanı’nda kendine yer arayan, dış kredi vererek ihracatını artırmaya çalışan, ABD’den Batı Avrupa’ya Orta Doğu’ya bankalarını yerleştirmeye çabalayan ve müteahhitlik şirketlerinin yadsınamaz başarısı olan Türkiye görüntüsü bunun bir boyutudur. İkincisi, bölgeselleşme sürecindeki ısrarıdır: ECO’ya Orta Asya Cumhuriyetlerinin alınması, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütünün kurulmasına öncülük, AB ile sınai mamullerde gümrük birliğinin ve EFTA ile ortak üyeliğin tamamlanmasına verilen önem, hayat sahası yaratma girişiminin ikinci boyutudur. Üçüncüsü, bölgede büyük projelerin gerçekleşmesi yoluyla hem ekonomik hem siyasal planda etkenlik kazanma çabasıdır: Azerbaycan ve Kazakistan’dan gelen petrolün Türkiye topraklarından boru hattı ile geçiyor olmasına ve İsrail-Arap anlaşmasından sonra işlerlik kazanma olasılığı yükselen “Barış Suyu” projesine verilen önem, GAP projesinin tamamlanması ile gıda kıtlığı çekilen Orta Doğu ve Avrasya bölgesinde bir güç elde etme isteği bu projelerin başlıca örnekleridir.
?
Türkiye’yi merkeze yaklaştıran göstergeler nelerdir? 2000 yılına doğru Türkiye bu iki ayrı kimliği ile yaşamayı sürdürecektir. Ancak, önemli olan birinci kimliği ne ölçüde daraltabileceği ve ikinciyi ne ölçüde genişletebileceğidir. Merkez ile ilişkilerinde, birinci kimlik Çevre’ye itilme nedenidir; ikinci kimliği ise rekabet, bazen de (ortak girişimlerde olduğu gibi) işbirliği alanıdır.
6.2. Türkiye’nin Merkez’e Aday Olabilmesi İçin Neler Yapılabilir? Türkiye’nin ikinci kimliğinin birinciye galip gelebilmesi için ekonomisinde ve dış ilişkilerinde bir takım koşulları yerine getirmesi gerekir.
6.2.1. İç-Piyasada Yerine Getirilmesi Gereken Koşullar Türkiye makro-ekonomik dengesini mutlaka sağlamalıdır. Yani, kamu kesimi açıkları geçici değil kalıcı önlemler yoluyla GSMH’nin %3-5 arası bir orana indirilmeli, enflasyon hızı tek rakamla bir düzeyde karar kılmalı, cari işlemler açıkları ortadan kalkmalı ve dış borç faizleri tekrar borçlanmadan ödenebilmelidir. Sürekli “seçim” ikliminde yaşayan siyasal düzenin istikrarlı bir hükümete yer bırakması ve en az üç yıllık iktidar garantisi olan bir hükümetin kurulması, bunun asgari şartıdır. Türkiye Güney Doğu sorununu en kısa sürede çözmek zorundadır. Bunu sağlayacak bütün almaşıklar tartışılmalı ve ulusal bütünlük demokratik biçimde işlemelidir. Ulusal bütünleşme sağlanmadan uluslararası bütünleşmeye soyunmak, bölgesel farklılıkları büyütebileceği için, bütünden kopma eğilimlerinde hızlanma yaraANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
227
tır. Ayrıca, askeri masrafların artması makro-ekonomik dengeleri kurmayı güçleştirdiği gibi, uzun vadeli yatırımlar için kaynakları da kısıtlamaktadır. Türkiye bu iki sorunu önümüzdeki 2-3 yıl içinde kalıcı biçimde çözüme bağlarken uzun vadeli büyüme–bütünleşme süreçlerinin gereklerini yerine getirmelidir; çağın getirdiği yeni koşullar, çizilecek stratejide gözününde tutulmalıdır. Bir kere, nüfus artış hızı öncelikle düşürülmelidir. Yeni Ekonomik Düzen’de vasıfsız, çok sayıda işgücüne gereksinim kalmamıştır. İkincisi, eğitim sistemi yenilenmeli, okullaşma oranı her düzeyde yükselmeli, işgücünün beceri derecesi artırılmalıdır; “tevhidi tedrisat” yasasına işlerlik kazandırılmalıdır. Metafizikle doldurulan genç beyinlerle çağın gerekleri yerine getirilemez. Üçüncüsü, Türkiye küçülmekte olan tarımını ve ivme kaybeden imalat sanayini, yeni teknolojilerle donatıp üretim artışını hızlandırmak zorundadır. Türkiye üçüncü sanayi devriminin ivme verdiği bir üretim yapısını gerçekleştirmelidir. Bu da, iç tasarruf-yatırım oranlarının artışını, bu alanlarda yabancı sermaye ile işbirliğini, yeni teknolojilerin özümsenmesi ve yayılması için hükümetin bir örgütleşmeye gitmesini gerektirir. Bu alanda Uzak Doğu ülkeleri kaynaklı firmalarla işbirliği olanakları aranmalıdır. Türkiye belirtilen ilk iki koşulu (makro-ekonomik denge ve Güney Doğu için demokratik çözüm) başarabilirse, reel faizlerin düşmesi, yatırım ikliminin iyileşmesi, yatırılabililr fonların serbest kalması sayesinde uzun dönemli gelişme koşullarını da yerine getirebilecek duruma girer; ihracatını-döviz ile faiz makasından kendini kurtarmak yoluyla artırıp, ithalatını kısabilir. Mal ihracatı ancak mal ithalatının yarısını karşıladığı bir dış ticaret yapısıyla, tarımını ve sanayiini hızla geliştirmesi, teknolojisini ve üretim yapısını iyileştirmesi olanaklı gözükmemektedir. Yukarıda incelenen öğeler hükümetlerin Yeni Ekonomik Düzen’e uyum sağlayabilmek için iç piyasada gerçekleştirmeleri gereken asgari koşullardır, Merkez’e aday olmanın ön koşullarıdır. Türkiye’nin merkeze aday olabilmesi için iç piyasada yerine getirmesi gereken koşullar nelerdir?
6.2.2. Uluslararası Ekonomik İlişkilerde Yerine Getirilmesi Gereken Koşullar Türkiye yeni Ekonomik Düzen’in bölgeselleşme eğilimine uygun girişimleri 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren başlatmış bulunuyor. Önümüzdeki yıllarda bunları gereklerine uygun biçimde başarı ile sürdürmesi gerekiyor. AB ve EFTA ile ilişkiler Türkiye’nin Yeni Ekonomik Düzen’e uyumu ve Merkez’e adaylığı açısından büyük önem taşıyor; çünkü, Merkez ile yakın ticari ilişkiler kurmayan ülkelerin dışlanması olasılığı çok yüksek olacak gibi gözüküyor. Gerek AB gerek EFTA’da Türkiye “ortak üye” statüsündedir; AB ile sınai mamullerde gümrük birliği, EFTA ile serbest ticaret anlaşması aradaki ilişkinin çerçevesini AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
G Ü N Ü M Ü Z D E
228
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
oluşturmaktadır. AB ile ilişkilerin öngörülebilir bir gelecekte tam üyeliğe dönüşmeyeceği kesinlik kazanmış gibidir. Bu nedenle, bağımsız ülkeler arasında, salt ticari düzeyde kalacak ilişkilerin “serbest ticaret anlaşması” niteliği taşıması gerektiği anımsatılmalıdır. Nitekim, dünyadaki bütün örnekler (EFTA, NAFTA, LAFTA gibi) bu ikinci ilişki tipindedir; gümrük birlikleri “istikrarsız” kurumsallaşma biçimi sayılır, öyle ki, ya ilişkiler daha derinleşme yoluyla ekonomik bütünleşme yolunda verilir, ya da bütünlüşmeye gidilemiyorsa ilişkiler kopar. Bu noktadan yola çıkarak, Türkiye’nin AB ilişkilerini sınai mamullerde gümrük birliğinden serbest ticaret anlaşmasına dönüştürmekte sonsuz yarar olacağı kanısındayız. Böylece, Türkiye, karar alma sürecine katılmadığı AB’nin dış dünya ile ekonomik ilişkilerini benimsemek zorunda kalmaz. Bu son nokta şu bağlamda özellikle önem taşımaktadır: Batı Avrupa hem ABD hem Japonya ve Asya Kaplanları’nı Avrupa’dan dışlamak eğilimindedir. Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği girişiminin (APEC) ABD tarafından bu nedenle başlatıldığı, AB’nin dışlama eğilimine (mütekabiliyet ilkesine uygun biçimde) bir tepki olduğu anlaşılıyor. ABD’nin bir süredir dış ekonomik ilişkilerinde ağırlığı APEC alanına kaydırdığı, dış ticaret hacminin 2000 yılına doğru %40’nın bu alanda yoğunlaşmasını beklediği bilinmektedir. Türkiye’nin bu büyük alanı gözardı etmesi, gümrük birliği çerçevesinde benimseyeceği ortak gümrük tarifesi ve diğer ekonomi politikası önlemleri yoluyla dışlaması için hiç bir akılcı neden yoktur. APEC önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin sıkı ilişki kurduğu bir alan olmalıdır. Diğer bir deyişle, salt “bağımsız” ülke konumunun korunması değil, aynı zamanda ekonomik gerekler de AB ile ilişkilerin yeni bir biçime, yani serbest ticaret alanına, dönüştürülmesini gerektiriyor. Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve Orta Asya Türkiye Cumhuriyetleri ile ilişkilerin Türkiye’ye dış yatırımlar yapmak, müteahhitlik hizmetleri, mağaza zincirleri yoluyla yeni hizmetler için ihracat imkanları yaratmak yoluyla yeni olanaklar getirdiği kuşkusuzdur. Ancak, burada da “sınırsız” hale gelen sınır ticaretine bir düzenleme getirmek, Türkiye’ye kaçak girişleri ve göçleri sınırlamak gereği bulunmaktadır.
?
Türkiye’nin merkeze aday olabilmesi için uluslararası ekonomik ilişkilerinde yerine getirmesi gereken koşulları belirtiniz.
7. Türkiye'nin Bölgesel Konumunu Güçlendirecek ve Uluslararası Stratejik Önemini Artıracak Projeler Bu projelerin birincisi “Barış Suyu”dur; Orta Doğu’da hem Türkiye’nin politik ve ekonomik gücünü hem de bu ölçüde Merkez nezdindeki stratejik önemini artıracaktır. Bölgede su giderek darlığı artan bir doğal kaynak, su gücünü elde tutan ülke ise vazgeçilmez hale gelmektedir. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
229
İkincisi GAP’tır. GAP projesi Türkiye’nin Orta Doğu’daki stratejik önemini üç değişik boyutu ile artırmaktadır: Bir kere, tamamlandığında ve barajlar su tuttuğunda, bölgenin can damarını elde tutuyor olacaktır. (Bu beklenti, bölgedeki Arap ülkelerini Türkiye karşısında birliğe ve terörü desteklemeye götürmektedir.) Ayrıca, Türkiye’nin tarım potansiyelini artıracak ve gıda maddesi yetersizliği çeken bölge ülkeleri açısından eline bir diğer güç geçecektir. (Ancak, bu nokta gıda maddesi fazlasından boğulan ABD ve AB açısından Türkiye’ye sorun çıkarmaya adaydır.) Buna, Türkiye’nin bölgeye elektirik enerjisi satabilmesi gücü de eklenmelidir. Üçüncü proje Kafkasya ve Orta Asya’dan Batı’ya petrol-doğal gaz nakledecek boru hattında kilit ülke konumudur. Türkiye’ye sağlayacağı ekonomik yarar kadar ülkenin stratejik önemini de yükseltecektir. Türkiye iç piyasasında ve uluslararası ilişkilerinde işaret edilen düzenlemeleri ve yukardaki projeleri gerçekleştirebilirse, 2000 yılında Çevre ülkesi olma durumundan çoktan çıkmış, Merkez’e Aday ülkeler arasında saygın bir yer almış olacaktır. Aksi halde sadece ekonomik değil ciddi siyasal tehlikeler de gündeme gelebilecektir. Türkiye’nin bölgesel konumunu güçlendirecek ve uluslararası stratejik önemini artıracak projeler nelerdir?
Özet Sovyet türü komünizmle batının liberal demokrasisi arasındaki elli yıllık soğuk savaşın sona ermesiyle “izm’ler”in çarpışmasının bu yüzyılda yarattığı keskin ideolojik kamplaşma sona erdi. Yerkürenin çok çeşitli yerlerinde çok sayıda insan, ormanların, çöllerin ve kırsal yalıtlanmışlığın unutulmuşluğu içinde geçmiş yüzlerce, hatta binlerce yılı geride bırakarak, dünya topluluğundan ve onu birarada tutan global ekonomiden kendileri için yeterli ve çocukları için daha iyi bir yaşam talep ediyorlar. 1970’li yılların sonlarında uygulamaya konulan Yeni Dünya Ekonomik Düzen’in temel öğretisel öğesi evrensel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçiştir; bütün ülkelerin dünya pazarı ile bütünleşmesi ve mal-hizmet-sermaye hareketlerinin tam serbestleşmesi ile küreselleşmenin gerçekleştirilmesidir. Bu amaçla, ithalat-ihracat dış ticaret koruma politikalarının etkisinden arındırılacak, fiyat sübvansiyonları kalkacak, paraların konvertibilitesi sağlanacaktır; devlet tekelleri kaldırılacak, kamu teşebbüsleri özelleştirilecektir; mallar gibi hizmetlerin ve sermayenin dolaşımındaki kamu müdahaleleri de kaldırılacak; dolaysız yatırımlar, portföy yatırımları ve kısa vadeli sermaye hareketleri denetimden arındırılacaktlır. Böylece, dünya ekonomisi, katılanları özel girişimler olan, piyasalarına rekabet koşullarının egemen olduğu ve dürtüsünün kâr olduğu bir alana dönüşecektir. Devletlerin bürokratik müdahaleleri ortadan kalkacağı için, özel girişimler kendi rekabet güçlerine göre kazanacak ya da kaybedecek; rekabet koşulları verimliliği ve kârlılığı artıracaktır. AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
?
230
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Ancak uygulama sonuçları ve işleyiş süreci itibariyle bu düzen incelendiğinde dünya ekonomisinde çözebildiği sorunlardan daha fazla sorun yarattığı tesbit edilmiştir. Hızlı bir değişim süreci geçiren uluslararası sistem, belirsiz ortamda oluşan yeni dünya ekonomik düzeni, yeni eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlardan ilki küreselleşme, bütünleşme ya da tek dünya düzeni olarak adlandırılan eğilimdir. Bu kavram tanım olarak; uluslaraşırılaşma sürecinin tamamlanıp tüm delokolize (bölgesel olmayan) üretim dokularının üretim ve tüketiminin dünya ölçeğinde planlandığı, serbest rekabet ve piyasa düzeninin uluslarüstü kuruluşlarca denetlendiği, kuralların uluslarüstü anlayışla çalıştığı bir sistemdir. Siyasi ve kültürel alanlar için olabileceği gibi daha çok ekonomik alanlar için kullanılır ve sınır tanımama anlamına gelir. Sınır tanımama ile kastedilen ticaret bloklarının, gümrük sınırlarının ve koruma duvarlarının kalkması sonucunda oluşacak bir dünya pazar sürecidir. Ortaya çıkan yeni eğilimlerden bir diğeri ise, bölgeselleşme(bloklaşma)dır. Gerek gelişmiş, gerekse azgelişmiş ülkelerin dünya ticaretini geliştirmeye yönelik faaliyetleri iki doğrultuda gerçekleşmiştir. Bunlardan birisi "evrensel yaklaşım" adı verilen gelişmedir. Bu yaklaşım GATT çerçevesinde, olabildiğince fazla sayıdaki ülke arasında ticaret kısıtlamalarının kaldırılması ve azaltılmasını öngörür. İkinci yaklaşım ise, daha sınırlı nitelikte olup, belirli bir coğrafi bölgede yerleşik ve yakın ilişkiler içinde olan ülkeler arasındaki ticaret ve diğer akımların serbestleşmesi esasına dayanır, ki bunun adı bölgesel bütünleşme ya da kısaca bölgeselleşmedir. Bu tip bütünleşme türlerine örnek olarak, AB, EFTA, NAFTA, KEİB örnek verilebilir. Bölgesel bütünleşme siyasal yada ekonomik olabileceği gibi, iki amacıda gerçekleştirmek içinde kurulabilir. Bu gelişmelere Türkiye açısından bakıldığında; Yeni Ekonomik Düzeni Türkiye Konumundaki ülkeler için bir veridir; buna en iyi uyumu sağlamaya çalışmaktan başka bir yol görünürde yoktur. bu uyum için Türkiye’nin bariz kısıtları kadar elinde çarpıca fırsatları da vardır. Uyum sağlamamayan, fırsatları olmayan ya da bunları kullanamayan ülkeler Çevre’de yalnızlığa itileceklerdir. Azgelişmiş ülkelerin gelişme yoluna girebilmesi için Merkez’de kalkınma kuramları kurulduğu, yatırım kaynaklarının ayrıldığı, serbest pisasa ekonomisi dışında politikalar uygulamalarına göz yumulduğu dünya çoktan geride kalmıştır. Merkez’i oluşturan sanayileşmiş ülkelerin birbirlerine karşı da hoşgörüsü yoktur. Yeni Düzen’de her bölge eşit koşullarda dünya pazarında yarışa katılacaktır; ancak,bu o bölge dışında kalanlar için koşulların eşit olmaması demektir. Bu bakımdın, Türkiye’nin mutlaka bu bölgeselleşme sürecinde kendisine yer edinmesi gerekmektedir. Yeni Dünya Ekonomik Düzeni bitmiş, sonu gelmiş bir olgu değildir. Yarattığı çelişkiler nedeni ile, bir etki-tepki sürecinde sürekli yeni oluşumlara yol açacaktır. Bunun yeni bir örneği ABD’nin Asya Pasifik İşbirliğini gündeme getirmesidir. AB-EFTA’dan mutlaka buna diğer bir oluşum ile tepki gelecektir. Değişmelerin çokluğu ve sürati Türkiye gibi oluşumların ortaya çıkması kararlarında payı olmayan ülkelerin, her çeşit değişime hazır olmasını gerektirmektedir. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
G Ü N Ü M Ü Z D E
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Ancak, değişimlerin her türüne uyum sağlamanın ön koşulu, Türkiye’nin bu ünitenin son bölümünde belirtilen asgari ekonomik çözümleri ivedilikle üretebilmesi, iç-dış dengesizliklerini azaltabilmesidir.
Değerlendirme Soruları 1.
Yeni Dünya Ekonomik Düzeninin doğuşuna yol açan temel neden aşağıdakilerden hangisidir? A. ABD’nin Vietnam’daki başarısızlığı B. Petrol Krizlerinde OPEC’in başarısı C. Japonya ve Asya Kaplanlarının sanayi ve ihracat alanındaki devlet destekli başarıları D. Gelişmiş ülkelerdeki sermayenin kâr hadlerindeki düşüşler E. Sermaye yoğunluğu ve yüksek teknoloji
2.
Aşağıdakilerden hangisi finansal küreselleşmenin gelişmekte olan ülkelere getirdiği sorunlardandır? A. Yabancı para yerine yerli paraya olan talebin artması B. Düşük faiz ve uzun vadelerle dış borç alma zorunluluğu C. Küreselleşen merkez malları ve tüketim kalıplarının da etkisiyle ithalat artarken ihracatın duraklaması D. Dış borçlarda ani düşüşlerin yaşanması E. Ticaretin büyük bir dış tasarruf kaynağı olması
3.
Aşağıdakilerden hangisi küreselleşmeyi hızlandıran gelişmelerdendir? A. Ulaşım maliyetlerinde yaşanan büyük artışlar B. Haberleşme maliyetlerinde yaşanan büyük artışlar C. Gelişmekte olan ülkelerin liberalizasyon hareketini benimsemeleri D. Ulus devlete duyulan ihtiyacın artması E. Ulus devletlerin sınırları içersindeki tüm sorunlarla başa çıkabilmeleri
4.
Aşağıdakilerden hangisi siyasal bütünleşme şekillerindendir? A. Federasyon B. Gümrük Birliği C. Ekonomik Birlik D. Ortak Pazar E. Serbest Ticaret Bölgesi
AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ
231
232
G Ü N Ü M Ü Z D E
5.
O R T A Y A
Ç I K A N
E K O N O Mİ K
O L UŞ U M L A R
V E
T Ü R K
D Ü N Y A S I N A
E T Kİ L E Rİ
Aşağıdakilerden hangisi günümüz uluslararası iktisadi ortamının temel özelliklerindendir? A. Ticareti kısıtlayan engeller kalkmıştır B. Sanayileşmiş ülkeler çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ekonomik durgunluklardan etkilenmemektedir C. Batılı ülkelerin uyguladıkları tarımsal destekleme politikaları gelişmekte olan ülkeleri olumlu yönde etkilemektedir D. Dış ticaret hadleri gelişmekte olan ülkeler aleyhine gelişmeye devam etmektedir E. Bölgesel ticari alanlar zayıflamaktadır.
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar Drucker F. Peter, Yeni Gerçekler, T. İş Bankası, Ankara, 1991. Durusoy Serap, Küreselleşmenin Oluşum Süreci ve Türkiye, Anadolu Ünv. Sosyal Bl.Ens., Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 1995. Kansu Işık, Küreselleşme, İmge Kitabevi, Ankara, 1997. Kazgan Gülten, “Değişen Dünya Ekonomik Düzeni ve Türkiye”, Türkiye Ekonomi Kurumu, Ankara, 1993. Knoke William, Cesur Yeni Dünya, Türk Henkel Yay. 7, İstanbul, 1997. Kutlu Erol, Dünya Ekonomisi, Anadolu Ünv. Basım Evi, Eskişehir, 1998. Teulon Frederic, La Nouvelle Economie Mondial, Presses Ünv. De France, 1993.
Değerlendirme Sorularının Yanıtları 1. D
2. C
3. C
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
4. A
5. D
View more...
Comments