Şahitlerin Dilinden - Risale-i Nur Kahramanlarının Hatıraları - Ebook Reader için Pdf 800x600

January 14, 2017 | Author: Tstre | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Şahitlerin Dilinden - Risale-i Nur Kahramanlarının Hatıraları - Ebook Reader iç...

Description

http://www.sorularlarisale.com

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alp eren Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar. 1971'de işte böyle bir zatı kaybetmiştik. İstanbul Fatih Camii'nde on bini aşmış insanın kıldığı cenaze namazından sonra eller ve başlar üzerinde Eyüb Sultan Kabristanı'na kadar götürülüp, buraya defnedilmişti. Bu müstesna Kur'ân talebesi Ermenekli Mehmed Ziver Gündüzalp'ti. Üstad Bediüzzaman, Ziver, yani süs mânâsındaki ismi, büyük sahabilerden Zübeyir b. Avvam

Hazretlerinin mukaddes ve mübarek ismiyle değiştirmişti. Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alp erendi. Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil'in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de, kendileri Kafkasyalıydı. İstiklâl Harbinin acı günlerinden sonraki Mütareke günlerinde Ermenek'te dünyaya gelen bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana: "Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur." Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt'e, Niğbolu'ya, Mohaç'a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa'ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta'nın güller dünyasında, Emirdağ'ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa'da kalmıştı. 27 Mayıs'tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa'dan Ankara'ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul'da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur'ân'ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu. 1964'ün

sonbaharında

Eskişehir'de

muhterem

Abdülvahid Tabakçı'nın nur kokan hanesinde tanımıştım bu azizi. Lütufkâr alâkalarıyla üç gün misafiri olmakla şerefyâb olmuştum. Açık alnı yılların izini taşıyan alın çizgileri ve yanlardan dökülmüş saçları. Ciddiyet ve vakar dolu bir sima, gülmeyen fakat gülümseyen bir çehre. Tane tane, konuşmalar.

sert

ve

yol

gösteren

kelimeler

İslâmın yüce tarihindeki meseleleri, bahislerle birleştirilerek anlaştılar.

ve

nurlardaki

İslâm'ın dertlisi Feregat ve fedakârlığın doruk noktasını ifade eden, şu mısraları müteaddit defalar, iri harflerle bana yazdırarak, odasına bir levha halinde asmıştı: Muarradır, feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan Bize dad-ı ezeldir, zîrden, bâlâdan istiğna Çekildik, neşve-i ümitten, tûl-u emellerden Öyle mecnunuz ki; ettik vuslat-ı leyladan istiğna." Kara sevda Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara: Ben Risale-i Nur'larla insanların ve İslâmların imanını

kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır?" diye sorular yöneltiyordu. Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut. Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi. Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır. Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu. Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler'in, Sinanlar'ın edası içinde, İstanbul'daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki... bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir! Üstadın hizmetinde Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülasa her şeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti. Günün birinde, Pakistan devlet adamlarından Ali Ekber

Şah'ı, Emirdağ'dan yolcu etmek için; bu zatla birlikte on kilometre kadar yola iştirak ettikten sonra, Ekber Şah'la vedalaşırken, karşı istikametten gelen başka bir arabadan da, sevgili Kur'an talebesi Zübeyir Gündüzalp çıkagelmişti nurlu Üstadın yanına. Bu esnada Üstad şunları ifade ediyordu: "Biz bir veziri uğurlamaya geldik, başka genç bir veziri de karşılamaya gelmişiz!" Bu vedâ ve mülakattan sonra ise nurlu Üstad: "Hayır hayır, ben Zübeyir'i karşılamaya geldim!" diye düşüncelerini dile getiriyordu. İki ermişin latifesi Kur'ân'a hizmet yolunun gönüllü erlerinden olduğumuz günlerde İstanbul Fatih-Çarşamba-Beyceğiz semtindeki bir nur meclisinde cereyan eden tatlı bir hatırayı da, Mehmet Kaya namındaki gönül dostu, Nur talebesi şöyle anlatmaktadır: Toplanan genç cemaatte Albay İbrahim Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp ve Mustafa Sungur da bulunmaktadır. Merhum Hulusi Bey yapılan dersi hatıralarla izah ederken, Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimiz de, kapının yanında, her zamanki haliyle, diz üstü oturmuş, derin bir sessizlik ve huşu içinde Nur albayının derslerini dinliyordu. Ders esnasında Hulusi Bey, kendilerine dönerek: Hazret! Vaziyetin ve haletin ermişlere benziyor.." diye

latif bir şaka yapınca, anında Zübeyir Gündüzalp, Albay Hulusî Beye şu latifeyle cevap veriyordu: "Efendim, ermiş konuşuyor..." Gerçek büyüklerin şaka ve latifeleri bile büyük ve latif olmaktadır. Çünkü ermişlerin bahçesi Kur'ân kokusu ve Medine sürmesiyle sürmelenmiştir. "Yanmayan, yakamaz!" Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler ağzından vecizeler halinde dökülürdü. Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi. İstanbul-Süleymaniye'nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid'in saadet dünyasına, dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve şevkle ayrılırlardı. Hazret-i Mevlânâ'nın veciz bir ifadesini duymuştum. Büyük

Celaleddin Rumi Hazretleri, çok büyük bir gerçeği veciz şeklinde ifade buyurmuş. İşte, Kafkasları'ın bu alperen insanı, Kafkas insanın Mücahid ruhunu alan bu insan inandığı kesin hakikatın Kur'ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle konuştuğu kimseleri hemen yakardı. Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur'ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi. Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!" diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zatı, alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp'iydi bu yiğit adam. Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahiseyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun 'Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur'ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.

Zübeyir Gündüzalp'in kısaca hayatı Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya'nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. Babasının adı Mehmed, annesi ise Seyyide Hanım. Anne ve baba tarafından her iki dedesi de, 93 Harbin'den sonra Kafkasya'dan Anadolu'ya hicret etmişler. Bu hicretten sonra Ermenek'e yerleşmişler. Baba tarafından dedesinin lâkabı Zeyvergil, ana tarafından dedesinin lâkabı ise Hurşit Çavuşlar. Hurşit Çavuşlar yedi kardeşmişler, Rus istilâ ve belâsından sonra, bu kardeşler bir daha birbirlerini görmeden ebediyete göçmüşler. Zübeyir Gündüzalp'in ailesi Ermenek'te Zeyvergil diye tanınmaktadır. Zübeyir Gündüzalp, İstiklâl Harbi'nin en buhranlı günlerinde, Ermenek'in Zaviye Mahallesinede -yeni ismi Taşbaşı- hayata gözlerini açmıştı. Ezan sesiyle kulağına ismini Zeyver diye koymuşlar. Sonradan Üstadı bu ismi Zübeyir diye değiştirmiş. Mehmed Efendi ile Seyyide Hanım'ın dört evlâdı vardır. Bunlardan ikisi erkek, ikisi kız. Babaları 1968'de, anneleri ise 1975'de vefat etmiştir. Merhum Zübeyir Gündüzalp, ilkokul tahsilini Ermenek'te tamamlar. Küçükken çabuk sinirlenir, kardeşlerini ve komşu çocukları dövermiş. Annesi küçüklüğünde yaramaz olduğunu, ele avuca sığmadığı ve çok cesur olduğunu anlatmıştı. Ermenek Postahanesi'nde birkaç sene memur olarak

çalışır. Bu sırada teftişe gelen bir müfettiş, çok genç olan Zübeyir Gündüzalp'in mors alfabesiyle telgraf alışını çok beğenmiş. Kendisine biraz daha tahsil yapmasını, ileride tahsili olmayanların meslekte yükselemeyeceklerini hatırlatmıştır. Bunun üzerine , Ermenek'te ortaokul bulunmadığı için Silifke'ye gider. 1939 senesinde ortaokulu Silifke'de bitirerek memleketine döner. Daha sonra Konya'da açılan bir imtihana girer ve imtihanı kazanarak Ermenek'te postahane memurluğuna tekrar başlar. Bir müddet burada çalıştıktan sonra askere gider. Balıkesir'in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi'nde telgraf muhabere memuru olarak çalışır. Risale-i Nur'u tanıması İşte, İslâm kahramanı merhum Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur Külliyatını bu memurluğu sırasında tanımak şerefine nail olur. Konya'nın tanınmış tüccarlarından Feyzi, Mehdi ve şehid tayyarece Ömer Beyin babaları Sabri Halıcı vasıtasıyla Nur Risalelerini okumaya başlamış. 1944 senelerini takip eden yıllarda Konya'da Zübeyir Gündüzalp'le beraber münevver ve imanlı bir gençlik grubu, Nur Risalelerini tanır. Bu zatlardan tesbit edebildiğimiz isimler şunlardır: Muhsin Alev, Ziya Arun, Ziya Nur Aksun, Kâmil Öztürk, Ahmet Atak, Feyzi, Mehdi ve Ömer Halıcı kardeşler. Merhum Zübeyir Gündüzalp'in küçük kardeşi Haydar Bey, 1945 senesinde Konya'ya gittiği zaman, ağabeyinin

Muhsin Alev'le bir evde beraber kaldıklarını ve kendisine Nurlardan bahsettiğini, Üstadının büyük bir İslam âlimi olduğunu anlattığını ifade etti. Üstadı ilk ziyareti Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946'da Emirdağ'da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, "Keçeli, neden ağlıyorsun?" diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, "Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum" demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, "Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma" demiş. Zübeyir Gündüzalp, Konya'da dört sene kalmış. Bu esnada Babalık gazetesinde çalışmış ve orada çocuk terbiyesine ait bazı makaleler yazmış. Nihayet 1948 senesinde Afyon'a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâm’ın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş. Bundan sonraki hayatı, beş-altı ay Eskişehir'de ve

nihayet büyük kısmı İstanbul'da haşir-neşir olarak geçmiştir.

dinî

hizmetlerle

Üstaddan hatıralar Birgün Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin birkaç hizmetkârıyla bir çınar ağacına gittik. Üstad çınar ağacına çıktı. 'Burası benim medresemdir, ders okuyun' dedi. Biz de okuduk. 'Duymuyorum' diyerek faytonda olan iple üç kişi belimizden ağacın gövdesine bağladı ve bize iki-üç saat ders yaptı. Umumî bir vasıta ile bir gün Eskişehir'e gidiyoruz. Yanımızda da bir yabancı vardı. Sigara içiyordu. Ben de hiddetlenmiştim. Adama tokat vursam veya lâf söylesem Üstad Hazretleri kızacak diye düşünürken, baktım, Üstad Hazretlerinin yanında bir kişilik yer açıldı. Kalktım, oraya oturdum. Üstadımız ise hiçbir şey söylemedi, sükût etti. Birgün otomobille büyük bir buğday tarlasından geçiyorduk. Biz bunların ekmek olup yenmesini düşünüyorduk. Bu sırada Üstad bize, 'Ekmeği sizin, tefekkürü benim' dedi. *** Üstad seher namazını eda ettikten sonra, bir bardak limonlu çay içerdi. Hz. Üstadımız her ne zaman olursa olsun, çaya ve limon konulacak yemeklere limon damlatırdı. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri asıl yemeği kuşluk zamanında yerdi. Öğle vakti pek az, birkaç lokma

bir taam alırdı. İkindi namazından evvel asıl yemeği yerdi. Ancak akşam namazından sonra okuyacağı esnada limonlu bir bardak çay içerdi. Yatsı namazından sonra Resul-i Ekreme (a.s.m.) imtisalen hemen yatardı. Yatmadan evvel küçük bir lokmacık taam yerdi. Sonra 'Âyete'l-Kürsî' yi okur, yatardı. Seher vaktinden çok evvel kalkar, evradını okurdu, sabah namazından evvel veya sonraya kadar. Sabah namazını erken edâ ederek yanında bulunan hizmetkârlarına, basılan kitaplardan ders yaptırır, kendisi de eski hurufla yazılı aslından takip ederdi. Üstad Hazretleri çorba olarak pirinç ve şehriye yerdi. İçine yumurta kırdırırdı. (Bunu 75 yaşından sonra yerdi. Yemeğin üzerine 4-5 habbe üzüm yerdi. Her habbeyi yiyişinde Besmele okurdu. 75-80 yaşlarında ömrünün sonuna kadar gördüğüme göre, kabuklarını soyar, çekirdeklerini çıkarır, yanındaki hizmetkârlarına lütfederdi. *** Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri bir âyet-i kerimeye mânâ vererek, bir camide vaaz veriyor. Camide bulunan âlimler, şeyhler, ahali öyle müessir ve emsalsiz tefsiri, kütüb-ü İslâmiyede ve Kur'ân tefsirlerinde göremiyorlar. Çok hayran olup Üstadımıza minnettar oluyorlar. Fakat kıskanç bir şeyh, iki mürîdine emrediyor. 'Bediüzzaman'ı, sık sık gelip geçtiği şu tenha geçitte akşam namazından sonra mavzerle vurun!' diyor. Şeyhin müridleri aynı günde akşam namazından sonra, mezkûr geçitte Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin oradan geçmesini bekliyorlar. Hazreti Üstad geçide yaklaşınca o iki mavzerli müridleri

görüyor. O iki mürid de Hazreti Üstadı görür görmez mavzerleri hemen kaldırıp Üstada ateş etmek üzere iken, kolları felç tutmuş gibi oluyor, mavzerler yere düşüyor. Merhum Üstad-ı Pâkimiz o iki müridin omuzlarına mübarek kollarını koyuyor ve 'Kabahat sizin değildir, ben size hakkımı helâl ediyorum' diyerek yoluna devam edip tek başına gidiyor. "Bu harikulade hâdise o gün şâyi oluyor. Merhum Üstad o zamanlar çok genç olduğundan, yaşlı ve büyük bazı âlim ve şeyhler, Üstadın 'Bediüzzaman' lâkabını benimseyemiyorlardı. Fakat bu hâdiseden sonra hakikaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerinin 'Bediüzzaman' olduğunu tasdik ve takdir ediyorlar." Zübeyir Gündüzalp'in notlarından seçmeler Kur'ân nurlarından sadık talebesi, İslâmiyetin fedakâr hizmetkârı, rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin dersinden, sohbet ve nasihatlarından zaman zaman istifade edip feyiz alırdık. Yazılacak bir makalede kâğıt kullanma şeklinden, Üstada ait herhangi bir hatıraya kadar birçok mevzuların üzerinde ciddiyetle durur; gayet net ve keskin ifadelerle, yaptığı izahlarla muhatabını aydınlatırdı. İlk günkü görüşmemizden en son görüştüğümüz günlere kadar daima yazmanın ehemmiyet ve faydalarını anlatırdı. Zaman zaman da "müellif efendi" diye takılarak, lâtife yapardı. Küçük çocuklara öğretmek için hazırladığı kelimeler defteri, hadis mealleri ve İslâmî sözlerden derlediği birçok defterleri bulunmaktadır.

Bu notlardan bazılarını takdim ediyoruz: Bilgili insan Bilgili insan güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır. Bir kimse bir saat ilim tahsil ederse, bir geceyi ihya etmekten daha hayırlıdır. Eğer bir gün ilim tahsil ederse, üç ay oruç tutmaktan hayırlıdır. Kim ilim meselelerinden bir mesele öğrenirse, öğrendiği ilmi başkalarına öğretirse, o kimseye yetmiş sıddık sevabı verilir. İlim öğretmek İlim tâlimine, öğretimine memur olan insanların öğrettiği ilim ile ister amel edilsin, ister edilmesin; ücreti, ancak kabul olmuş bin rekât nafile namaz kılmaktan efdaldir. Eğer o kimsenin öğretmiş olduğu ilim ile amel edilirse, kıyamete kadar amellerin sevabı o kimsenin defterine yazılır. Enbiya hakkında sohbet ayn-ı ibadettir Enbiyâ-yı izamdan (büyük peygamberlerden) her birinin gerek isimleri ve gerek ibadet ve ahlâklarından bahisler etmek, ayn-ı ibadettir. Kezâlik, salih, yani ehl-i takva denilen ve Sünnet-i Seniyyeden ayrılmayan ve bid'a ile amel etmeyen kimseleri sevmek, hallerinden bahsetmek keffâretü'z-zünûbtur (günahlara keffarettir). Ey nefsim!

Tahkikî iman ilmini oku. Hakkı ve hakikatı öğren. Cahil kalma. Münevver ol. Aydın ol. Cahil insan, cahil bir genç, cahil bir kadın, ne kadar varlıklı da olsa yine fakirdir, geridedir, aşağıdadır. Okuyan erkek ve kadın, genç ve ihtiyar daima ileride, daima yükseklerdedir. Bütün fenalıkların, hayattaki bütün bedbahtlıkların vasıtası cehalettir. Bütün iyilik ve güzelliklerin, bütün saadet ve huzurun tek çaresi ilm-i iman bilgisiyle aydınlanmak ve nurlanmaktır. Hem, erkek ve kadın için ilme çalışmak, cahillik bataklıklarında batmamak farzdır. Cenab-ı Hakkın ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin emridir. Her türlü belâlar, şer ve azaplar, dinimizi iyi bilmemezlikten, tahkikî iman ilminin nurundan ve feyzinden mahrum kalmaklıktan, cehalet karanlıklarından ileri gelir. Her nevi saadetler, her çeşit selâmetler, ferah ve neşeler, umum huzur ve sükûnlar, her sınıf güzellikler, tahkikî iman ilmi ile tenevvür etmekten, aydınlanmaktan ileri gelir. İslâm büyüklerinin hayatı ve hatıraları genç nesiller için en güzel rehberdir. Hayatın fırtınalı ve dağdağalı hadiseleri içinde bu rehberler ışıklı deniz fenerleri gibi aydınlık verirler. Hayatını vatan, millet ve din yolunda feda eden maneviyat önderleri ise, dünyada birer kutup yıldızı oldukları gibi, ukbâda da günahkârların şefaatçisi olurlar.

İman ilmi Ey genç kardeşim ve zamanlarını hayhuylu, başıboş yaratıklar gibi boşluklar içerisinde geçiren sersem nefsim! Bu yaşa geldin, çocukluktan çıktın. Çocuklar var ki, sen onlardan geçersin. Sakallı çocuk olmak, bir insan için maskaralık, çirkinlik ve kötülük alâmetidir. Halbuki sana yakışan, senin taze ve şirin gençliğine yaraşan, hoplayıp zıplamayı bırakıp, olgun ve yüksek bir Müslüman namzedi olarak ilm-i imana çalışmak, İslâmiyetin yüce bilgisiyle bilgin olmaya gayret etmektir. Allah'a ibadet ve itaat edip, namaz ve ibadete sarılıp, güzel gençliğini çirkinleşmekten, gençlik günlerini boşu boşuna öldürmekten kurtarmaktır. Kendini bir yokla. Ben seni görüyorum ki, sende parlak ve ebedî bir istikbali kazanmak kabiliyeti var. Bu istidat senin gençlik ruhunun nurundan fışkırarak, senin manevî ve maddî simanda ışıldamakta, gözlerinden okumaya ve Allah'a ibadete olan sevgi kıvılcımları pırıl pırıl pırıldamaktadır. Bu nurları karartmamayı, bu ışıkları söndürmemeyi aklın ve kalbin sana feryad ü figânla ihtar ediyor. Ruhun , derinliklerde 'Oku! Allah'ın bahtiyar bir kulu, cemiyetin gülü, İslâmiyetin bülbülü ol!' diye İlâhî bir sada ile sana sesleniyor. Bu sadaya kulak verip nur-u Kur'ân'la ilim ve irfan sahibi olarak iki cihadın saadetiyle mes'ud ol! Ah,

nur

kardeşim!

Sözlerin,

senin

bu

sevimli

özleyişlerin, senin bu sevgi dolu tavsiyelerin beni iman, İslâm ve Kur'ân yolunu öğretmek yolunda nur-u Kur'ân, nuruna kaptırdı. *** Ya İlâhî ve Rabbî! Kusurlarımı affeyle! Beni Kendine kul kabul eyle. Beni nur-u imanla münevver eyle. Emanetinin alınma zamanına kadar beni emanette emin kıl. Merhamet Merhametsizliğin bir alâmeti, nisyan-ı nefisle, kendi kusurlarını unutmakla din kardeşlerinin her birinde bir kusur bulmak, onlara karşı sevgisini ve merhametini kaybederek tenkid gözlüğünü takınmaktır. Kendi kusurlarına; yakını uzaklaştırıcı, sisli gösterici âletle bakıp, din kardeşinin kusurlarına ise mikroskopla bakmaktadır. Böyle fertlerden mürekkep yiğitler, kuvvetsiz cılızlardır. Kendi kusurlarını gören, ihvanlarınınkini örten; kendi kabahatini büyük, din ve dâvâ kardeşinin kabahatini küçük gören, hattâ görmeyen Müslümanlar, Allah'ın rahmet ve mağfiretine nail olan, yüksek ahlâklı, yüksek seciyeli Müslümanlardır, ehli iman nişanını taşıyan dindarlardır. Öyle fertlerden müteşekkil azlar, çoktur. Küçükler, büyüktür. Zaifler, kuvvetlidir. *** Merhametsizlikten, münekkitlikten kurtulma yolunda ilerle, ey kardeş! Aksi halde, ya yakında, ya uzakta, ya

dünyada; ya Haktan, ya halktan inmesin sana adem-i merhamet. Zira, "Men dakka dukka" [Eden bulur>. Merhametsizlik etme, sonra merhametli dosttan dahi merhametsizlik görürsün. Eğer görmezsen dünyaya mukabil, ukbada görürsün muzaaf ceza, bunu bil. *** Merhametsizliği körükleyen, hürmetsizliği alevlendiren öfke zamanındaki hürmet ve muhabbet, cennetmekân kimselerin güzelliklerindendir. *** Öfke zamanında hürmet ve merhamet en güzel ahlâktır. *** Merhamet tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder. *** Güya kendisi kusurdan müberrâ olmuş, hata ve yanlışlardan kurtulmuş gibi, çoklarının ve içinde yaşadığı muhitteki ehl-i imanın kusurları ile fiilen, amelen ve hayalen uğraşmak merhametsizliktir. Bu fena huya sahip olanlar, bu tehlikeli merhametsizliği işleyenler, nisyan-ı nefs illetine tutulmuş ve nefsinin şımarmış olması ihtimalinden titresinler. Ef nefsim! Sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla, kendini tecessüs et; ancak nefsine müfettiş, nefs-i emmârene murakıp olmak yüksekliğine çık.

Sabır ve rıfk Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar: "Faziletiniz nedir?" Onlar da, Zulme uğradığımız vakit saberderdik; bize kötülük edilince de, rıfk ile davranırdık' diye cevap verirler. Hadis meâli *** Allahu Teâlâ sertlik ve kabalığa vermediği ecir, sevap ve mükâfatları, rıfk ve mülâyemete, yumuşaklığa verir. Rıfktan mahrum olan ev halkı, çok şeylerden mahrum olurlar. Hadis meâli *** Rıfktan [şefkatten] mahrum olanlar, hayırdan, sevaplı amellerden mahrum kalırlar. Hadis meâli *** Hilm Hiddete getirilince kızmayıp, hilm ve sabır gösteren kimse, Allah sevgisine mazhar olur.

Hadis meâli *** Sabır ve bağışlamak Peygamberimiz sorar: Allahu Teâlâ'nın,şerefleri ne ile kıymetlendirdiğini ve dereceleri ne ile yükselttiğini size bildireyim mi?' Ashab-ı Kiram, Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimize, 'Buyur, bildir, yâ Resulallah!' diye cevap verirler. Hazreti Fahr-i Kâinat Efendimiz ferman buyururlar ki: Sana karşı cahilâne hareket edildiği zaman, halim ve yumuşak olursun, sana zulmedenleri bağışlarsın, sana vermeyenlere sen verirsin ve senden alâkasını kesenlerle sen alâkalanırsın.' Rıfk Resul-i Ekrem Efendimiz buyuruyor ki: Allahu Teâlâ rıfk sahibidir. Her hayırlı işte rıfkı sever.' Hiddet Resul-i Ekrem (a.s.m.) kendisinden birşey öğretmesini, lütfetmesini talep eden bir kimseye ferman etti: "Hiddetlenme." Dindar kadınlarımız

Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, kadının din, namus, şeref ve hukukuna büyük ehemmiyet verirdi. Onlara rikkat ve şefkatle muamele buyururlardı. Kadınların hislerindeki inceliği, seriütteessür olduklarını, kalblerindeki hassasiyet ve merhameti çok iyi bildiğinden gönüllerini incitmemek için dikkat gösterir ve hanımların haksız yere kalplerinin kırılmaması hususlarında tavsiyelerde bulunurlardı. Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz buyurdu ki: Kadın, Allah'ın, kullarına en büyük hediyesidir. Allah'tan korkun, onlara zulüm ve eziyet etmeyin, onları ihmal eylemeyin.' Kız evlâdı Anne ve baba, kız çocukları hakkında daha ziyade re'fetperver, şefkatli olmalıdır. Zira onların fıtratları, yaratılışları, zaif, nahif ve hassasedir. Kız çocukları daha ziyade merhamete, siyanet ve korunmaya muhtaçtır. Üç kız evlâdı Hazreti Peygamber (a.s.m.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki: Üç kız çocuğuna nail olup da onlara, kendisine muhtaç olmayacakları zamana kadar infak ve ihsanda bulunan, nafakaların temin eden kimseye, Cenab-ı Hak cennetini vâcib kılmıştır. Meğerki o kimse affedilmeyecek büyük bir günah işlemiş olsun veya böyle bir amelde bulunsun.'

Kız evlât Baba ve annenin kız evlâtları için en büyük iyilik ve en birinci vazifesi, en yüksek lütufları şudur ki, onlara iman ve İslâmiyet ilmini öğretmektir. İslâmiyete lâyık bir edep, terbiye ve ahlâkla büyütmektir. Kız yavruların insan ve cin şeytanların şerlerinden kendilerini koruyacak bir ilimle, bilgiyle yetiştirmektir. Böylece mânevî güzelliklerle ruhu parlayan bir ev kadını, bir hane hanımı olabilecek bir halde dünya ve âhirete hazırlanacaktır. Ev kadını Bir İslâm kadını için yemek pişirmek, elbise dikmek, evinin nezafetine, temizliğine bakmak, çamaşır yıkamak, çocuğuna bakıp beslemek, erkeğinin hizmetini görmek büyük bir şereftir, iffet ve ismettir. Namazını geçirmeyen, farzlarını eda eden. Allah'ın emirlerini yerine getiren hanımların bütün dünyevî işlerini dahi bir nevi ibadet olarak, Allahu Teâlâ Hazretleri kabul buyurur. Bu suretle geçici fâni ömürleri âhiret hesabına, bâki, daimî bir hayata tebdil edebilir, ebedî, sonsuz bir ömre çevirebilir. Gaflet örneği En büyük gaflet örneklerinden: Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, herkes kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi,

müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır, Kendi fikirlğriyle yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye, sekiz-on işlerde şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden dolayı zararlar gelince de, birtakım teviller yapmak yoluna sapması, telâşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zâyi etmesidir. Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi; karşısındakinin izzetini kırması; İslamî terbiye ve ahlâka sırt çevirmeye sebep olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, 'Bana böyle dedi, şöyle dedi' gibi hiddetli mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup, iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı da anlaşılmış olur. Müteaddit defalar bir iş hususunda meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada, herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri

misilleme yapar. Birinci hareket edip kalp kırana sor: "Birinci bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim" der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dâvâ arkadaşına ikinci küskün durur. Bu küskünlüğü gören üçüncü, birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da hâricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkit ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır. "İslâm: muaşereti, edep ve terbiye riayet etmeyi evvelâ yakınlarımıza karşı tatbik etmeyi gerektirir. Bunu yapmayarak hisse ve nefse uyarak veya tehevvüre kapılarak dahilî müessese mensuplarına, hâriçtekilere dahi yapılmayacak olan bed muameleyi yapmak yanlıştır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca 'Ben sebep oldum, özür dilerim' kâmilliğini yapmayarak zararlı neticeyi acib bir hâlet-i ruhiye ile karşısındaki ticaret arkadaşına yüklememelidir. Taraflardaki şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir mes'eleye iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle ittiham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmamalıdırlar."

BAYRAM YÜKSEL Bayram Yüksel bahtiyarlar kadrosundan bir zattır. Bediüzzaman'ın uzun yıllar hizmetinde bulunmak şerefine eren, mâneviyat erlerinden birisidir. Başta Hüsrev Altınbaşak ve Tahiri Mutlu olarak, Abdülmecid Ünlükul, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Mehmet Kaya, Hüsnü Bayram, Rüştü Çakır, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Atıf Ural, Tillolu Said, Mustafa Acet ve Seyyid Salih'ler zincirinden biri nûrani halkadır. Bayram Yüksel, 1950'den sonra araya giren Kore askerliği, 1958'de tevkifi ve bazı fasılalar hariç hep Nur Üstadın hizmetinde ve yanında bulunmuştu. Gördüğü, duyduğu ve bizzat yaşadığı hatıraları yazıp verdiler. Bu hatıralar bilhassa Bediüzzaman'ın hayatının son on

yılında, yanında ve bizzat hizmetinde bulunmak itibarîyle çok mühimdir. Burada sözü fazla uzatmadan, sizleri hatıra sahibi ile baş başa bırakmak istiyorum: "Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz oluyor" 1945 yılında ilkokulu pekiyi derecesi ile bitirmiştim. İlkokul öğretmenimiz Hakkı Bey, beni Köy Estitüsüne göndermek istiyordu. Ben de ailemin fakirliğini, ağabeyimin askerliğini, babamın ayağından rahatsız olduğunu ileri sürerek gitmek istemiyordum. Hocanın ısrarları üzerine bu mevzuyu babama açtım, Fakat babam, 'Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz olurlar' diye gitmeme izin vermedi. 'Ben seni hafız olarak yetiştirmek istiyorum' dedi. Babam ümmî idi. Fakat, beş vakit namazını hiç geçirmezdi. "Ezan okumayı çok severdim" Böylece Kur'ân derslerine devam etmeye başladım. Namazlarımı muntazaman kılardım. Bilhassa ezan okumayı çok severdim. Sabah namazlarından saatlerce önce camiye giderdim, saatim de olmadığı için saatlerce caminin önünde beklediğim olurdu. Gündüzleri köydeki meşguleyitimizde, Bediüzzaman'ın ismini, hizmetlerini, hal ve etvarını, mübârekiyetini ve faziletlerini, üç beş zeytinle yaşadığını, çok az yediğini, insanların kalbinden geçenleri bildiğini duyardım. Gün geçtikçe kendisini görmek, ziyaret edip ellerini öpmek arzusu şiddetleniyordu.

"Rüyada Üstadı gördüm" Nihayet 1947 senesinde Üstad Bediüzzaman gibi bir zatla tanışmak, Cenab-ı Allah'ın lütf-u ihsanı oldu. O zamanlara şöyle bir rüya görmüştüm: Emirdağ'a 4 saat mesafede yüksek bir dağda Emir Dede denilen yüksek bir tepede bir türbe vardı. Türbede bir evliya vardı. Hayatımda hiç görmediğim Üstad Bediüzzaman'ı bu tepenin zirvesindeki mübarek türbede gördüm. Kendisine aşkla, şevkle, sevinçle hizmet ediyordum. Üstadımıza kahve pişirip takdim ettim. Fincanı iki parmağımla yıkadım. Ellerini öptüğümde burcu burcu kokuyordu. Bu mübarek kokunun birkaç sene benden gitmediğini hissediyordum. İşte bu rüyadan sonra Üstada talebe oldum. Üstadı gördükten sonra o kokuyu hiç hissetmedim. Hem de bütün ağabeylerin toplu olarak bulunduğu Afyon zindanlarında... "Afyon Hapishanesi'nde" O zamanlar henüz 16 yaşında idim. Bilhassa Zübeyir Ağabeyin benim üzerimdeki tesiri çok fazladır. Risale-i Nur'un düsturları ve hizmet tarzı hakkında Zübeyir Ağabeyden çok istifade ettim. Ahmed Feyzi Ağabey, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mustafa Sungur, Çalışkanlar hanedanından Osman Çalışkan, Mehmet Çalışkan, Halil Çalışkan, Ceylân Çalışkan, Mustafa Acet, İbrahim Fakazlı v.s. çok ağabeylerle beraber hapishanede, daima meşguliyetimiz Nur Risalelerini yazmaktı. Üstadın bulunduğu koğuşa gittiğimizde arı kovanı gibi seslerin

geldiğini duyardık. Bu sesler Üstadımızın evrad, ezkar dua ve niyaz sesleri idi. Gecenin hangi saatinde baksak ışığının yandığını görür, zikir sesleri işitirdik. Devamlı Üstadımızı düşünür, her fırsatta ziyaret edip elini öpmek, duasını almak isterdik. Gardiyanlar ise bize mani olurlar, hakaret ederlerdi. 'Sen de bunun arkasından gidiyorsun, bu Kürd'e tapıyorsun' diye bana tokat atarlardı. Şefkatli Üstadımız da benim gibi bir bîçareyi teberrükleriyle taltif ederdi. Maddî kıymeti küçük olan bu hediyeler hayatımın en kıymetli nâdide yâdigârlarıdır. Hapishanede idareciler bize eziyet ettikleri zaman Üstadımız çok üzülürdü. Ceylân Ağabey, çok şefkatli, çok cesur, çok tedbirli idi. Bizleri şevklendirir, daima hizmete teşvik ederdi. 15. Şuâ'dan Elhüccetü'z-Zehra Afyon Hapishanesin'de telif edilmiştir. Telif esnasında zaman zaman Üstadın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak, bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı, diğerimize verir, o gün bütün oradaki ağabeylerimize ulaşırdı. Böyle böyle, yazılanlar muhafaza edilip, çoğaltılırdı. “Kur’ân yazısını öğrendim" Hapishanede, Kur'ân yazısı yazmayı Ceylân Çalışkan Ağabey bana öğretiyordu. Gardiyanlar bizi yazarken gördükleri zaman korkutmak isterler, tehdit ederler, bize

hakaret ederlerdi. Üstadımızı gördüğümüz zaman Üstadımız bana 'Korkma seni buraya Allah gönderdi. Sen çok bahtiyarsın, çok şükret' diye teselli ve iltifat ederdi. Bizler gece gündüz yazardık. Üstadımız tashih eder, bizlere dua ederdi. Üstadın bir kalemi var, beş renk yazardı.Yazdığımız risalenin sonuna şöyle dua yazardı. 'Ya Erhamerrahimin, İsm-i Azam hürmetine bu risaleyi yazan Bayram'ı Cennet-i Firdevse ve saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede daima muvvaffak eyle.' Bazen de babamın ve annemin ismini yazar, onlara ismiyle dua ederdi. Bizler de çok şevklenir, gece gündüz yazardık. 'Hemen bu risaleyi bitirelim, hem Üstadı ziyaret edelim, hem de dua yazdıralım' diye. Üstadı görüp elini öpmek, duasını almak, bizim için dünyanın en bahtiyar halleri idi. Çeşitli bahanelerle Üstadın yanına gitmek için fırsat kollardık. Daha çok traş olma bahanesini kullanırdık. Hapishanenin berber odası Üstadın odası ile karşı karşıya idi. Cevizli Mahmut isminde Emirdağlı otuz senelik emektar bir berber vardı. Tıraş olma bahanesiyle gider, fakat Üstadın odasına girerdik. Bir gün yine bu şekilde Üstadımızın yanına gitmiştim. Üstad usturasını bana verdi. (Üstad, devamlı ustura ile tıraş olurdu.) Berbere keskinletmek için gönderdi. Ustura yanımdaydı. Başgardiyan ve diğer gardiyanlar beni gördüler. Hiddetle üzerime doğru gelirlerken beşinci koğuşta bir hâdise olduğu haberi gelmesi üzerine koşarak

oraya gittiler, ben de dayaktan kurtuldum. Hemen geri Üstadın yanına sığındım. Usturayı geri verdim. Üstad kapının arkasına durup bana,"Buradan temizle" dedi. Üstadın odasını süpürdüm. Sonra beni yerime gönderdi. Kapıdan çıktığımda baktım ki bu sefer altıncı koğuşta hâdise çıkmış, gardiyanlar oraya doğru koşuyorlar. Ben de fırsattan istifade edip hemen koğuşuma gittim ve yine dayaktan kurtuldum. Bu tamamen Üstadımızın kerameti oldu. Kasap Tahir Kasap Tahir Afyonlu bir eşkıya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan belâlı bir kimse idi. Afyon'u haraca kesmiş, herkes onun korkusundan tir tir titriyordu. Hanımına sataşan birisinin kafasını kopardığı için kendisine 'Kasap Tahir' diyorlardı. Çeşitli suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için Temyiz Mahkemesi'nin kararını bekliyordu. Elinde, ayağında ve boynunda demir prangalar vardı. Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Dördüncü koğuşun hâkimi o idi. Birgün Üstadımızı ziyaret etmiş, Üstadımız kendisine 'Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim. Sen inşaallah kurtulacaksın' demiş, bunun üzerine Kasap Tahir, hemen namaza başlamıştı. O vahşi insan, Nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu.

Ağırbaşlı ve kimseyi üzmez bir hale geldi. Hattâ Tahirî Ağabey ve Refet Ağabeye hizmet ederdi. Onlarla beraber yemek yerdi, onların yemeğini yapardı. Namaz kılanları koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur Talebelerine çok hürmetkâr davranıyordu. Herkes ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları, 'Bu adam nasıl bu hale geldi?' diye hayretlerini izhar ediyorlardı. Nihayet Temyiz Mahkemesi'nden cevap geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu. Temyiz, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nin idam kararını bozmuş, 30 yıl hapse çevirmişti. Sonra da 1950'de umumî af çıkınca, Kasap Tahir tahliye edildi. Buna çok sevinen Kasap Tahir, 'Benim kurtuluşum Hoca Efendinin kerametidir' diyordu. Çobanlarlı Ahmet ve Kıldereli Ahmet isimli iki mahkûm daha vardı. Bu Ahmet Bey, Üstadımızın odununu, kömürünü, suyunu getirirdi. Bir gün Üstadımıza bir çift çorap, bir de bükme getirir. Mustafa Osman Ağabey de kalbinden tefekkür eder, 'Böyle bir şahsın hediyesini alacak mı?' derken Üstad Hazretleri, 'Bismillâhirrahmânirrahîm' der, lokmayı ağzına kor. Onu gören Ahmet Ağa, 'Ha, görüyorsun, sizin hediyenizi Üstad almaz, benimkini aldı, canım fedâ olsun' der. Bu zatın Üstada büyük hizmetleri oldu. Bunlar da Kasap Tahir gibi adamlardı. Üstada çok hürmet ederler ve ona çok yardımları ve hizmetleri dokunurdu. Üstadın yanına kimsenin sokulamadığı zamanlarda bu zatlar kimseden perva etmeden Üstada

hizmet ettiler. Hususan Ahmet hiç idarecilerden falan korkmazdı. Çeşitli suçlardan hapishaneye giren birçok mahkûm, Üstadın ve Risale-i Nur'un dersleriyle ıslah olup çıkıyorlardı. Yalnız Üstadı bir görsün, Üstad bir selâm versin, derhal ıslâh-ı hal ederlerdi, namaza başlarlardı. Afyon hapsinden sonra 1949 sonlarında Üstad, Afyon hapsinden sonra tahliye oldu. Hapisten sonra bir müddet Afyon'da bir evde kaldı. Yanında Zübeyir Güntüzalp Ağabey ile Ziya Arun vardı. 1950 senesi başlarında Üstad Hazretleri, Emirdağ'a gelmişti. O zaman Emirdağ'daki Çalışkanlar hanedanı, Hamza Emek, Mustafa Acet, Mustafa Bilal, Sadık Kalender, sıhhiye memuru Hayri Bey nöbetle Üstada hizmet ediyorlardı. Ben de bazen Emirdağ'ın pazarı olduğu, Salı günleri Emirdağ'a Üstadımızı ziyarete geldiğimde, sıhhiye memuru Hayri Beyden anahtarı alıp Üstadın yanına gidiyordum. Üstadın çayını, yemeğini pişirip, evini temizleyip, akşamları köye dönerdim. O sıralarda Aydın-Ortaklar'da Ahmed Feyzi Ağabeyin ziyaretine gitmiştim. Orada biraz kaldım. Ahmed Feyzi Ağabeyler de Üstadımıza verilmek üzere, onar kiloluk birer teneke zeytin ve zeytinyağını benimle göndermişlerdi. O sıralarda Sungur ve Ceylan Ağabeyler Ankara'da kalıyorlardı. Beni onların yanına gönderdi. Zeytin ve zeytinyağını da onlara götürmemi söyledi.

Giderken DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca da 'Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi'yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nur'ların neşrine ve Ayasofya'nın açılmasına çalışsınlar' demişti. Gazi Yiğitbaşı, Üstadımıza çok hürmetkârdı. Benimle yakından alâkadar oldu. Beni Ulus'taki eski Meclis binasına götürdü, orada dindar mebuslarla görüştük. Üstadımızın arzularını onlara anlattık. Ankara'dan döndükten birkaç gün sonra Üstad beni Eskişehir'e gönderdi. Ceylân Ağabey orada mahkemelerin iade ettikleri Nur Risalelerini teksir ediyordu. Hüsrev Ağabey mumlu kâğıtlara yazar, bizler de teksir ederdik. O zaman yeni yazı yoktu. Bazen de Ceylan Ağabey yazardı. Hutbe-i Şâmiye'nin Zeylî'ni ve Hakikat Çekirdekleri'ni orada teksir etmiştir. Daha sonra Hüsnü Ağabey de geldi. Sungur Ağabey de ara sıra gelir giderdi. Eskişehir'de bulunan Nur Talebeleri de işlerinden fırsat buldukça gelir, bize yardım ederlerdi. Kore yolculuğu 1951 senesinde Ceylân Çalışkan Ağabeyle benim askerliğim gelmişti. Üstadımız bize, 'Elinizdeki hizmetiniz bitinceye kadar rapor alın, gitmeyin' demişti. Bilâhare, 'Lüzum yok, askerliğinizi bir an evvel bitirin, gelin' dedi. Elimizdeki hizmetleri de gece gündüz çalışıp bitirdik. Üstadımız da o günlerde Eskişehir'de Yıldız Oteli'nde

kalıyordu. Elini öpüp müsaadelerini aldık. Ceylân Ağabeyle Emirdağ'a beraber geldik. Ben köye gittim. O Emirdağ'da kaldı. Benim askerliğim İskenderun'a çıktı. Onunki Siirt'e çıktı. Hüsnü kardeşimiz de Urfa'ya gitmişti. Bilâhare benim kuram Kore'ye çıktı. İskenderun'dan Kore'ye gidecek kuvvetleri hazırlıyorlardı. İktidarda Demokrat Parti olduğu için, Halk Partililer Kore'ye asker göndermenin aleyhinde idiler. Bana 'Bak Kore'deki askerlerimizi kırdırıyorlar. Seni Suriye'ye kaçıralım' dediler. O sırada radyo, Kunuri Savaşını, çemberi falan anlatıyor, gazeteler de aynı şeyleri yazıyordu. Herkeste bir telâş vardı. Ben 'Üstadımıza danışmayınca Suriye'ye falan kaçmam' dedim. Nihayet bizi İskenderun'dan büyük bir merasimle istasyona kalabalık bir cemaat uğurladı. Trenle İzmir Seferihisar'a gidiyorduk. Ben Çay istasyonunda inerek doğru Emirdağ'a gidip Üstadımıza Kore'ye kuramın çıktığını anlattım. Üstadımız çok sevindi. 'Tamam, ben bir Nur Talebesini Kore'ye göndermek istiyordum. Onu da, ya seni ya Ceylân'ı düşünmüştüm. İnkâr-ı uluhiyete karşı Kore'ye gitmek lâzım' dedi ve çok sevindi. Üstadımız o zamanlar NATO'yu tasvip ediyordu. Beni Ankara'ya ve Isparta'ya gönderdi. Üstadımız kendi Cevşen'ini bana verdi; 'Bunu yanında taşı, yedi kat muşamba yaptır' dedi. Anneme yedi kat muşamba yaptırdım, daima yanımda taşıdım. Üstadımız 'Hiç korkma, korktuğun zaman beni hatırla, bizler daima inayet-i Rabbaniye altındayız. Hiç merak etme, Cenab-ı Allah senin yardımcın olsun' diye dua

etti. Üstaddan ayrıldım. 15 gün sonra Seferihisar'a vardım. Bir şey demediler. Yalnız çavuş kursunda idim, çavuşluk hakkımı kaybettim. Kore'den gelinceye kadar çavuş vazifesini onbaşı rütbesiyle yapardım. Üstadımız 'Japon Başkumandanı benim ahbabımdır. Benden selâm söyle ve bu Risaleleri ona ver' dedi. Hutbe-i Şamiye gibi beş altı risaleyi götürmüştüm. Üstadımız bana hususî ders verdi. O günlerde Abdullah Yeğin Ağabey de Üstadımızın yanında idi. Üstadımız yine teselli ve cesaret veriyordu. 'Hiç korkma, Cevşen'i yanından hiç bırakma, bizleri Cenab-ı Allah hıfzeder, yine biz bütün Nur Talebeleri inayet-i Rabbaniye altındayız. Sen nereye gitsen yanına bir arkadaş edin' demişti. Hakikaten nereye gittimse yanıma bir arkadaş edindim. Çok faydasını gördüm. Birbirimize adeta murakıplık ediyorduk. Vapurla Kızıldeniz'den geçerken papaz bize Kâbe'nin yakınından geçtiğimizi söyledi. Bütün askerlerle dua ettik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazımızı cemaatle kılıyorduk. Kore'ye 23 günde gittik. Pusan limanında indiğimizde Güney Kore'yi çok perişan bir halde gördük. Çadır gibi çeltik otundan küçük evlerde yaşıyorlardı. Çok sıkıntılı durumdaydılar. Hallerine acımamak mümkün değildi. Ekmek yediklerini görmedim. Devamlı ekmeksiz, yağsız, tuzsuz pirinç lapası yerlerdi. Hattâ kırlarda ihtiyarların ot yediklerini görürdük. Bunların vaziyetlerini gördüğümüz zaman 'Ya Rabbi! Bu vaziyeti bizim memleketimize gösterme' diye dua ederdik. Bize, yani Birleşmiş Milletlere çok iyi bakıyorlardı. Her şeyimiz

boldu. Yemekler artardı. Bizim yemekleri birlikler, kırlara döktükleri zaman Koreliler koşup gelirler, bir kısmını tenekelerine doldurur, bir kısmını ağızlarına doldururlardı. Harp sahneleri Biraz talim yaptıktan sonra muhtelif cephelerde harbe iştirak ettik. Harp ekseriyetle gece olurdu. Gündüzleri hedef göstermemek için sakin kalırdık. Bizim birliğin iki taburunun komutanları dindardı; Niyazi Bengisu ve Kemal Bey. İstirahata çekildiğimizde muhakkak çadırdan büyük bir cami kurardık. Tabur Komutanı Niyazi Bengisu, imamlık yapardı. Ben de müezzinlik yapardım. Hem Cuma namazını, hem de beş vakit namazı cemaatle kılardık. Ezan okuduğum zaman masum Koreliler beni taklit ederek okurlardı. Çadırlar çeltik otundandı. On-on beş çocuk da ezan okurdu, ama ne okudukları anlaşılamıyordu. Ben sağa sola döndükçe onlar da dönerdi. Bunları Üstadımıza anlatmıştım. Üstadımız, 'Bu zamanda lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir. Bak Kore'de İslâmî faaliyetler başladı' demişti. Hakikaten İslâmiyeti çok çabuk kabul edenler oldu. Eserleri çantamda taşıdım. Çok zaman tehlikeli harplere girdim. Allah'ın izniyle Üstadımızın duası, Cevşen ve Risale-i Nur'un himmetiyle hiçbir şey olmadı. Düşman benim bulunduğum yerleri istilâ ettiği halde, ben düşmana makineli tüfekle ateş ediyordum. O çarpışmada on bin mermi yaktım. Makinalı tüfeğin namlusu kıp kırmızı olmuştu. Yanımdaki arkadaşlar mermi getirmeye gitmişlerdi. O sırada düşman etrafımı sardı 'Çap

çap' demeye başladılar. Ekmeğe, yemeğe çap çap derlerdi. Düşman bana hiç ilişmedi, daima ayağımın dibindeki boş kutularla meşguldular. Boyları kısa kısa, hepsinin ayağında lastik ayakkabı vardı. Ben onlara bakıyordum, onlarsa bana hiç bakmıyorlardı. Hepsi aç, hepsi de tek tip elbise giyiyorlardı. Hiçbirinde silâh yoktu. Bazılarında sadece boğma âleti vardı. Ben de makineli tüfeğimi omuzuma aldım. İçlerinden çıktım, elli metre kadar geri geldim. Bizim arkadaşlar durumu telsizle geriye bildirmişler. Bizim tabur komutanı benim şehit veya esir olduğumu duyunca çok üzülmüş, benim ruhuma Yasin-i Şerif okumuş. Tabi ki sağ görünce çok sevindi. Ertesi günü o cepheyi terk etmek mecburiyetinde kaldık. Bu Vakas Cephesi çok tehlikeli bir cephe idi. 1200 metre yükseklikteydi. "Üçüncü Tabur yandı" Bizim üsteğmen, topçu taburundan bir üsteğmen ile düşmanı gözetlemek için benim mevziye gelmişlerdi. Mevzimiz çok muhkemdi. Üzerinde büyük kalaslar vardı. Üstünde yedi kat kum torbası vardı. Düşman bizi anladı. Yağmur gibi havadan ateşine tuttu. Mevziye bir havan ateşine tuttu. Mevziye bir havan mermisi isabet etti. Üsteğmen ağır yaralandı. Benim makineli tüfeğin ayağı kırıldı. Bana hiçbir şey olmadı. Mevzide otuz bin mermi vardı. Mermilere de isabet etmedi. Düşman ikinci sefer o cepheye taarruza geçtiğinde biz istirahate çekilmiştik. Biz Üçüncü Tabura cepheyi teslim etmiştik. Düşman bizim tabura kırk bin kişiyle taarruz etmişti. Biz de geride

istirahatta idik. Tam iftar zamanı oruç açıyorduk. Allah'a şükür hiçbir zaman namazımı terk etmedim. Hattâ cephede namazımı kılarken tüfek üzerinde secde ediyordum. Düşmanın havan mermisi mevziimin üzerine isabet etti. Bu esnada ağzıma toprak doldu. Ben gene namazımı hiçbir zaman terk etmedim. Cenab-ı Hak çok sıkıntılar içinde, çok kolaylıklar ihsan etti. Biz cepheye tekrar takviye gitmiştik. Cephe bir ana-baba günü idi. Zifiri karanlık... Ateş, barut, havan topları. Ben o esnada tüfek komutanı idim. İki tane ağır makinalıya bakıyordum. Bir üsteğmen gördüm 'Üçüncü Tabur yandı, Allah'ını, Peygamberini seven yürüsün' diyordu. O anda Üsdadımızın sen korktuğun zaman beni hatırla' sözü hatırıma geldi. Ben o esnada ezan okudum. Ve arkadaşlar 'Ateş!..' dedim ve yürüdük. O gece çok sevdiğim manga arkadaşlarımdan şehit olanlar oldu. Sabahleyin taarruz ettik. Cepheyi aldık. İkindi namazı geçiyordu. Hemen teyemmüm ettim, iki rekât ikindi namazının farzını kıldım. Beş metre gitmeden düşmanın bir havan topu sesi geldi. Havan topu mermisi tam başıma isabet etti. Beni yere oturttu. Havan topu mermisi patlamadı, yuvarlandı, gitti. Sadece miğferimde ufacık bir çukur açmıştı. Bana bir şey olmadı. Yalnız bir tank mermisi bir çavuş arkadaşımın kolunu kopardı. Hemen kolunu sardık, Çavuş ölmedi, fakat kolu gitti. Gece oldu. Düşman kırk bin mevcutla taarruza geçti. Amerika 8. Kolordu'dan bize emir geldi, cepheyi terk etmemiz için. Gece cepheyi terk ettik. Bizim uçaklar gece

geldi. Cepheyi yangın bombaları ile yaktıklar, düşmana da bir şey kalmadı, bize de. Geri çekildiğimiz zaman bizim tabur komutanı geldi. Beni çağırdı, tebrik etti. Gözlerimden öptü. 'Bu gece senin ruhuna Yasin-i Şerif okumuştum' dedi. Ben de kendisinden rica ettim, Tokyo'ya gitmek için izin vermesini istedim. Bediüzzaman'ın teslim ettiği kitapları Japon Başkomutanına götürmem gerektiğini söyledim. O da, 'Ben götüreyim' dedi. Verdim. Birkaç gün sonra emir eri geldi, 'Komutan, götüremedim, diye sızlanıyordu' dedi. Zaten biz de Türkiye'ye dönme hazırlığı yapıyorduk. Dördüncü Tümen Türkiye'ye dönmüştü. Bunlar gibi çok hâdiseler var ki, anlatmakla bitmez. "Eserleri Japonya'ya götürmemiz lâzım" O zamanlar Nurculuk yoktu. Hep bana Bediüzzamancı derlerdi. Subaylarımız da çok severlerdi. Hattâ bazı subaylar, ben oruç tuttuğum için cephede kendi sularını bana verirlerdi. Üstadımız bana, 'Bu eserleri Japon Başkomutanına vereceksin' demişti. Ben de Kore'ye vardığımızda 'Bu eserleri Japonya'ya acaba nasıl götüreceğim?' diye merak ediyordum. Mutlaka bu eserleri Japonya'ya götürmem lâzımdı. Ama erlerin Japonya'ya gitmesi yasaktı. Subaylar 15 gün, astsubaylarla bir hafta Tokyo'da izin yaparlar, dönerlerdi. Bana bazı Kore'deki hâdiselerden dolayı bölük komutanı ve bazı üsteğmenler söz vermişlerdi; 'Seni ne yapıp yapıp Tokyo'ya göndereceğiz' derlerdi. Ben de eserleri Tokyo'ya götürmeyi çok arzu ediyordum. Allah'a

hadsiz şükür olsun ki, Üstadımızın arzusu tahakkuk etti. Oradaki yaralı subayları almak için bizim tabur olduğu gibi Tokyo'ya uğradı. Hattâ giderken gemiden yanardağı gördük. Yüksek bir dağda lavlar fışkırıyordu. Türkiye'ye dönüşte oradaki yaralı gazileri almak için bizi beş bin kişilik kampa koydular. Ben kumandanlara çıktım. Ben, 'Üstadım olan Bediüzzaman'ın kitaplarını getirdim. Japon Başkomutanına getirdim, kendisine vereceğim' dedim. Hiç itiraz etmediler, 'Yalnız olmaz, yanına iki kişi daha al, git' dediler. Ben de bizim bölükten namaz kılanlardan bir çavuşla bir er aldım. Eserleri yanımıza aldık. Sevinçle hemen bir taksi tuttuk. Zaten adres almıştık. Türkler'in bulunduğu camiye vardık. Caminin müezzinini bulduk. Müezzin bizi evine götürdü, memnun oldu, yemek yedirdi. Sonra Abdülvahhab ismindeki reislerinin evine götürdü. Bizimle çok alâkadar oldular. Ben de üstadımızın selâmlarını söyledim. 'Bu kitapları Üstadımız Japon Başkomutanına gönderdi, o Üstadımın arkadaşı imiş. Üstadla muhabere ederlermiş, İstanbul'da görüşmüşler' dedim. Onlar çok sevindiler. 'Bizi buraya getiren zaten o zattı. Biz kazan Türkleri'yiz. Japon ve Rus Harbinden sonra bizler buraya geldik, bize bu camiyi yaptırdı, verdi. Müslümanları çok severdi, maalesef o zat vefat etti. Bizler Üstadı çoktan tanıyoruz. Üstad müstesna insandır. Biz, onu tâ Rusya'da iken takdir ediyorduk. Bak bu camimizi, evimizi Üstadın dostu olan kumandan bize hediye etti' dedi. (Çok güzel de Türkçe konuşuyorlardı.) 'Biz bu kitapları neşrederiz' dediler.

Abdülvahab'ın kerimesi oradaki Türk çocuklarına, Türkçe dersi veriyor, muallimelik yapıyordu. Eserleri kendilerine verdim. Çok memnun oldular. 'Üstada selâmlarımızı söyleyin, bizlere dua etsin' dediler. "Türkiye'ye mesaj gönderdim" Çok samimî hava içinde onlardan ayrıldık. Ben kendilerine camide namaz kıldırdım. Kore'de iken bir gün teybe benim konuşmamı almışlardı. (Harp cephesinde subaylarla bazı şahsılara teypler gelmişti.) Ben de Üstadımız Bediüzzaman'a, Emirdağ Nur Talebelerine, Isparta Nur Talebelerine, Ankara ve İstanbul Nur Talebelerine selâmlarımı radyoda okurken, Üstadımız o zaman Gençlik Rehberi Mahkemesi vesilesiyle İstanbul'daymış. Şoför radyoyu açmış, Üstad radyodan duymuş, memnun olmuş. Herkese söylüyormuş, 'Bayram, Kore'de harp ediyor' diye. Nasıl ki bazı mübarek zatlar talebeleriyle vefatlarından sonra Alâkadarsa (Hazret-i Hamza, Gavs-ı Azam gibi zatlar) Üstadımız da sağ iken alâkadardı. Ben Kore'de çok sıkıştığım zaman Üstadım imdadıma yetişti. Zaten Üstadım, 'Sıkıştığın zaman beni hatırla' demişti. Yüzlerce misaller var. Kore'de, vesaire yerde. İnşaallah nasıl dünyada iken bizleri muhafaza, hem himaye ediyordu, öyle de âhirette de himaye ve şefaat eder... “Türkiye'ye döndük" Tokyo'dan

ayrılırken

Japonlar

bizi

çok

samimi

uğurladılar. Dönüşte bir ayda gelebildik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazlarımızı cemaatle muntazam kılıyorduk. Türkiye'ye dönüşümüzde İzmir'de iki-üç gün kaldık. Üstadımız da bizim köyün önüne gelmiş beni sormuş, 'Bayram Kore'den gelmiş. Gelsin' demiş. Köylüler, 'Yok Hocam, daha bekliyoruz' demişler. Üstad, 'Gelmiş' diyormuş. Hakikaten biz de gelmiş, İzmir'de muamelelerimiz bitmediği için bekliyorduk. Biz üç köylü idik. Üçümüz de köye beraber geldik. Köylüler, 'İki gündür Hoca Efendi geliyor, seni soruyor' dediler. Ben de köyde bir gece kaldım. Ertesi günü Emirdağ'a gittim. Emirdağ bizim köye on dört kilometredir. Emirdağ'a vardığımda Üstadım çok sevindi. 'Seni ben vermeyeceğim' dedi. Çalışkan Ağabeylere de 'Somya, yatak hazırlayın' dedi. Çocukluk halleri midir, nedir, Üstadımı tam anlayamadığımdan mıdır, 'Üstadım, ben gideceğim' dedim. Üstad, 'Yok, ben seni vermeyeceğim' diyordu. Ben de, 'Gideceğim, ben Kore'den geldim, annem beni bekliyor' diyordum. Üstad ben seni vermeyeceğim. Ben seni hizmetime alacağım "diyordu. Baktım Üstad bırakmıyor, 'Üstadım gideyim, geleyim' dedim. Emirdağ'dan ayrıldım, doğru köye gittim. Ertesi günü Üstadımız köyün yakın bir yerinde bekliyormuş. Zübeyir Ağabey bizim evi bulmuş. Geldi: 'Üstad geldi, seni köyün yakınında bekliyor' dedi. Beraber Üstadın yanına vardık. Üstadın elini öptüm. Üstad bana Eşrep Edib'in basmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı, küçük risalelerden ve yün boyun atkısı getirmişti. Bana bunları teberrük etti. Üstadımız mukabelesiz hiçbir şey

almazdı. Ben Kore'den gelirken Üstadımıza, Aden Boğazı'ndan geçerken aldığım namaz seccadesini ve Kore'den bana verilmiş yün boyun atkısını vermiştim. Hindistan cevizi getirmiştim. Üstadımız da onlara mukabil bana Risalelerle boyun atkısı verdi. 'Evladım, seni bekliyorum. Gel' dedi. Ben de 'Pekiyi' dedim. Yine Üstadı anlayamadım ve çocukluk diyeceğim. Bu sefer de köye yakın bağımız vardı. Bağa gittim, mübarek Üstadım, yine köye yakın gelmiş, Zübeyir Ağabeyi göndermişti. Ben de bağda idim, çocuklar geldi, 'Hoca Efendi geldi, seni bekliyor' dediler. Koşarak köye geldim. Zübeyir Ağabey bekliyormuş. Beraber koşarak Üstadımız yanına geldik. Üstadımızın elini öptüm. Muazzez, mualla Üstadımızın şefkat ve merhametle 'Evladım, ben seni bekliyordum. Gel' dedi. Ben, 'Başüstüne Üstadım' dedim. Zübeyir Ağabey de, 'Hemen gel, Üstad sana ehemmiyet veriyor' dedi. Ertesi gün yatağımı ve yorganımı aldım, doğru Emirdağ'a Üstadımızın yanına gittim. Üstadım çok sevindi. Üstadın hizmetinde Üstadımızın evinin karşısında çok eski bir ev vardı. Altında keçe ve kepenek dokuyorlardı. Zübeyir Ağabeyle ikimiz orada kalmaya başladık. Benden bir ay evvel Emirdağ'a gelmişti Zübeyir Ağabey. Benden bir ay sonra da Ceylân Ağabey askerden geldi, Üstadımız Ceylân Ağabeyi de evlerine göndermedi. Onu da yanına aldı. 1953 senesinde ben askerden gelmeden bir ay evvel,

Zübeyir Ağabey Ankara'da PTT memuru iken, İstanbul Üniversitesi'nde okuyan Abdülmuhsin Alev, Üstadımızın ziyaretine gelmiş. Üstadımız, 'Zübeyir memurluktan istifa etmiş, buraya gelecekmiş' demiş. Bu sözü Muhsin Alev bir emir telâkki ederek Ankara'ya gidip, aynen Zübeyir Ağabeye söylüyor. Zübeyir Ağabey istifa ederek, Üstadımızın hizmetine koşuyor. İki ay Ceylân Ağabeyle beraber Emirdağ'da kaldık. O zamanlar Nur Risaleleri henüz matbaalarda basılmamıştı. Çünkü maddî imkânlarımız yoktu. Eserleri Kur'ân yazısı ile yazardık. 1953'e kadar Üstadımız hiç kimseyi yanına bırakmazdı. Emirdağ'daki talebeleri ekmeğini, suyunu sırayla getirirler, akşam namazından evvel dışarıdan kapıyı kilitlerler, giderlerdi. Üstadımız da kapıyı arkadan sürgülerdi. 1953'e kadar böyle devam etti. Üstadımız akşam kapıyı kapar, sabah saat dokuzdan evvel açmazdı. Memurların takip ve tarassudu altında idi. Önceleri yanına kimseyi kabul etmezdi. Bir gün ilk defa bizlere 'Akşam namazını burada kılın' dedi. Yine aradan bir kaç gün geçince, 'Yatak, yorganlarınızı buraya getirin' dedi ve yanı başındaki odayı göstererek, orada yatıp kalkabileceğimizi söyledi. "Yeni bir devre başlıyor" Üstadımız 1953 tarihinde yeni bir devreye giriyor, hiç değiştirmediği kaidesini değiştiriyordu. Akşamdan sonra kimseyi almayan Üstad, Zübeyir Ağabey, Ceylan Ağabey ve beni yanına aldı. Üstadımızın odasına zil bağladık.

Sabah erken abdest suyunu döker, yemeğini yapar, sobasını yakar, çayını pişirirdik. Üstadımızın tarz-ı hayatında değişen mühim bir hâdise oldu. İşte 'Üçüncü Said' devresi başlıyordu. Risale-i Nurların cemaatle okunmasına ve sabah derslerine başladık. Üstadda ayrıyeten bir hareket hali başladı. Risale-i Nurların yeni harflerle evvelâ daktilo ile, sonra teksir ile çoğaltılmasına müsaade etti. İnebolu'dan, Nazif Çelebi Ağabeyin ilk defa olarak Asa-yı Musâyı teksir ettiğinde çok memnun olmuştu. Emirdağ'dan Isparta'ya Emirdağ'da iki ay kadar kaldık. Üstadımız akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi elden almazdı. 'Beni Isparta'ya çağırıyorlar, Çolak Nuri Benli bana dershaneyi yapmış, beni davet ediyor' derdi. Üstadımız temiz havayı çok severdi. 'Ben yemek yemeden, gıdasız yaşarım, fakat havasız yaşayamam' derdi. Her gün hava almak için Zübeyir Ağabey ile beraber gider, bir saat kadar hava alır, gelirdi. Bir gün Kaymakam, kırda, tarlaların içinde Zübeyir Ağabeyin başındaki beyaz takkeyi görüyor. Takkesini alıyor. Üstad birden hiddete geldi. 'Ben burayı terk edeceğim, Kaymakam benim talebemin başındaki takkeyi aldı' dedi. Zaten ayrılmak istiyordu. Bir bahane arıyordu. Hemen Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabeye, 'Derhal Eskişehir'e gidin, Yıldız Otelinden bana yer ayırın' dedi.

Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey hemen Eskişehir'e gittiler, iki oda ayırdılar. Birisi Üstadımıza, diğeri de bize. Ertesi gün Emirdağ'dan bir taksi tuttular, Üstadımızla ben de Eskişehir'e gittim. Eskişehir'de yirmi gün kadar kaldık. Bir gün Tahiri Ağabeyle Süleyman Rüştü Çakın Ağabey geldiler. 'Üstadım, sizi götürmeye geldik, Nuri Benli kardeşimiz bir otel yaptırdı, dershane olarak size de bir oda ayırdı' dediler. Üstad zaten gidecekti. Emirdağ'dan ayrılışı da bunun içindi. Isparta'ya gitmeyi arzu ediyordu. Tahiri, Rüştü ve Zübeyir Ağabeyler bir taksi ile Isparta'ya gittiler. Biz Eskişehir'de iken İstanbul'dan Abdülmuhsin gelmiş, o da bizimle kalıyordu. "Isparda'da Üstada ev aranıyor" Üstadı otelin bir odasına yerleştiriyorlar. Fakat Üstad sıkılıyor. Hem beton, hem de bakırcılar çarşısı olduğundan çok fazla gürültü oluyor. 'Bana bir yer bulun' diyor. Terzi Mehmed Ağabey ev arıyor, fakat kimse ev vermiyor. Hususan Üstadımızın ismini duyunca korkuyorlar. Terzi Mehmed Ağabey, Tenekeci Hattat Mehmet Ağabeye gidiyor ve şöyle diyor: Hoca Efendi bulunduğu yerden rahatsız oluyor, 'Ben burayı terk edeceğim, bana ev bulun' diyor. Kime gittimse millet korkuyor. Ben de ne yapacağımı şaştım.' Bunun üzerine şöyle diyor: 'Beylerin Fıtnat Hanımın evinin üst katı boş, o yazın evi Antalyalılara kiraya veriyor,

ona sor.' Gidiyor, Fıtnat Hanımın kapısını çalıyor, 'Yukarısı kiralık mı?' diye soruyor. Evet, kiralık' diyor. Kaç para?' 50 lira.' Hemen 50 lirayı veriyor, evi tutuyor. Fıtnat Hanım, 'Kime tutacaksın' diye sormuyor. Merhumun efendisi Terzi Mehmet Ağabeyin asker arkadaşı ve komşusu olduğu için tanışıyorlarmış. Terzi Mehmet Ağabey eski ağabeyleri topluyor, 'Hoca Efendiye evi tuttum, fakat yatak ve yorganı yok' diyor. Ağabeylerin bazıları yatak, bazıları yorgan, kilim bazıları da somya ve hasır veriyorlar, evi hazırlıyorlar. Üstadımızı götürüyorlar. Üstadımız çok seviniyor, 'Tam, tam benim arzu ettiğim ev' diyor. O zaman oradan Antalya yolu geçmiyordu. Hep kavaklık, bahçelik idi. Hemen bizi çağırdılar. Ceylan Ağabey ve Abdülmuhsin'le birlikte Eskişehir'den Isparta'ya geldik. Abdülmuhsin'in yanında teksir makinası da vardı. Otuzuncu Söz ve Tiryak gibi eserleri teksir ediyorduk. "Peygamberimizin yerde gördüm"

merkadini

Üstadın

yattığı

Bir gün ev sahibinin dünürü, yani gelinin babası, Terzi

Mehmet Ağabeye geliyor, 'Bizim kız küs, Hoca Efendi bunların arasını bulsun' diyor. Terzi Mehmet Ağabey de geldi. Üstadımıza söyledi. Üstadımız da Tahiri Ağabeyle bizi aldı, merdivenden Üstadımızla beraber kapıya kadar indik. Kapıyı çaldık. Fıtnat Hanım geldi. Üstadımız, 'Hemşire Hanım. misafirin hatırı kırılmaz, oğlunla gelinin arasını bul' dedi. O da, 'Pekiyi efendim' dedi. Üstadımız odasına girince, 'Bu kim?' diye sordu. Tahiri Ağabey, 'Sen bilmiyor musun?' dedi. O da, 'Hayır' dedi. Bu Bediüzzaman Hazretleri' dedi. O zaman Fıtnat Hanım şöyle dedi: Hoca Efendi buraya gelmeden bir hafta evvel, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin merkadını Hoca Efendinin yattığı yerde gördüm.' Fıtnat Hanım ondan sonra Nur Talebesi oldu. Üstadımız bize her zaman şöyle derdi: 'Bir kadınla bir erkek ikisi yalnız konuşmasın, konuşulduğu zaman, ya kadın iki kişi olmalı veya erkek iki kişi olmalı, şer'an caiz değil.' Ders baklavası Sabah dersinden sonra bize, ders baklavası diye bir

teberrük verirdi. Yani bir elması varsa, bıçakla parçalayıp kur'a çekerdik. İlk kur'a kime isabet etse ilk sefer o alır, bazen bir salkım üzümü kaç kişi olsak kur'a çekerek paylaşırdık. Bazen Isparta'da yapılan beyaz kurabiye tatlısından aldırırdı. Dersi evvelâ Üstadımız okur, sonra sırayla hep okurduk. O zamanlar hatt-ı Kur'ân'dan ders yapardık. Yeni yazı eserler yoktu. Fakat lahika mektupları hem el yazısı, hem hatt-ı Kur'ân'la teksir edilerek çoğaltılırdı. O sırada Sebilürreşad gibi dindar mecmualarda Üstaddan ve Risale-i Nurdan bahisler çıkardı. Üstadımız onları bizlere yazdırırdı. Bazen güzel yazılar çıkarsa lahika olarak neşrettirirdi. "Nurlarla iştigale ehemmiyet verirdi" Üstadımız Risale-i Nurun neşri, okunup yazılması gibi bizzat Nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte ve talebelerini daima teşvik etmekte idi. Bunun lüzum ve hikmeti ise şüphesiz izahtan varestedir. Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîm'in bir mucize-i mâneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı mânevî bir atom bombası olarak; dinsizlik, imansızlık cereyanının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, tamir edip, iman-ı tahkikiden gelen muazzam bir kudret ve kuvvete istinadı, okuyanların, yazanların kalplerine kazandırıyor. Tefekkür-ü imânî dersi ile tabiiyyunun ve maddiyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor. İman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller gösterek izah ediyor.

Risale-i Nur bu asrın idrakine, zamanın anlayışına hitap eden, bu zamanın ihtiyacına en muvafık tarzı gösteren, ders veren, doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarikiyla gelen, Kur'ân-ı Hakîm'in bu zamanın fehmine uygun mânevî bir atom bombasıdır. Hem Üstadımız mektuplarında, dahilde tarafgirâne adavet ve münakaşalara vesile olan fürüatla meşgul değil, belki 'bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medâr-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas rabıta-yı uhuvveti bulunan Kur'ân'ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya diniyenin umumunu tazammun eden vüs'at ve câmiiyeti hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nevini teyit ve teşvik ettiğini cadde-i kübrâ-yı Kur'âniye olan Risale-i Nur dersinin umum ehl-i iman ve İslâm’a şamil bulunduğunu ifade ediyor. Ve yine mektubunda devamla; 'Hatta değil Müslümanlarla, dindar Hıristiyanlarla dost olup adaveti bırakmaya çalışıyorum' diyor. Ziyaretçiler Üstadımız ziyaretine gelenlere, 'Kardeşim, sen bana dua et, ben de sana dua edeceğim. Hadiste var: Gıyâbî yapılan dua daha makbuldür. Ben senin ağzınla günah işlemedim. Sen de benim ağzımla günah işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbuldür. Bana ismimle dua et, ben de sana dua edeceğim' derdi. Ziyarete gelenler de, 'Üstadım bize dua et' derlerdi. Üstadımız da, 'Bize dua eden, bizim dualarımıza dahil olur' derdi.

Mezar taşlarının verdiği ders Yolculuk anında olsun, kırlarda gezerken olsun, rast gelen kabirlere dua ederdi. Bir gün, 'Bu kabir taşları canlı birer muallim gibi ihtar ediyor. Bu kabir taşları, 'Sizler de buraya geleceksiniz' diye lisan-ı haliyle ders veriyor. Şimdi ise ehl-i dünya iptâl-i his nevinden kabirleri şehirlerin dışına çıkarıyorlar. Tâ ki ölümü hatırlamasınlar. Eskiden herkesin kabri evinin önünde idi. Sabahleyin kalktığında kabir taşlarını görünce Fatiha okuyordu. Kabir taşları canlı birer muallim vazifesi yapıyordu. 'Siz de buraya gideceksiniz' diye ihtar ediyordu' diyerek bize ders verdi. Cüz taksim ederek hatim yapma usulü Mübarek, mualla Üstadımız üç aylar girdiğinde Isparta'daki Nur Talebelerine hatim için Kur'ân-ı Kerim taksim ettirir, herkese bir cüz vererek vazife taksimi yapardı. Isparta, Sav, Kuleönü, Atabey, Bozanönü gibi mübarek Nur hizmeti ile müşerref olmuş, mübarek köylere cüzleri taksim ettirir, böylece mübarek şuhur-u selasede her gün hatim indirilirdi. O zaman bütün duasını umum Nur Talebeleri namına Üstadımız yapardı. Başta Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ve âli, ashabı olmak üzere bütün ehl-i iman ve Nur Talebelerine bağışlardı. "İstikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum" Gece erken kalkar, teheccüd namazını kılardı. Evradlarını, bütün dualarını sabah namazına bir saat kala bitirirdi. Ellerini dergâh-ı İlahiyeye açar, uzun uzun dua

ederdi. Bu dua bir saat devam ederdi. O anda bizler giremezdik. Ancak dua bittikten sonra girebildik. 'Hatta benim bir dua vaktim var,o anda melaike de gelse kabul etmem' demişti. 'Hem istikbaldeki Nur Talebelerine dua ediyorum' derdi. Üstadımız yatsı namazını kılınca fazla beklemez hemen yatardı. "İsmen duaya ehemmiyet verirdi" Mübarek Üstadımızın Isparta'daki menzilinde baş ucunda beş metre uzunluğunda, bir metre eninde bir şecere vardı. Peygamberimizin (s.a.v) âl-i beytinden, evradlarında ism-i şerifleri olan zatların nereden geldiğini ayrı ayrı oklarla gösteriyordu. Çok arzu etmeme rağmen saymaya bir türlü muvaffak olamadım. Üstadımız dua ederken isim üzerine çok ehemmiyet verirdi. Bazı Nur Talebeleri, Üstadımızı ziyaret ettiklerinde Üstadımız isimlerini yazdırırdı. Başucuna koyar, o ismi ezberleyinceye kadar yanında muhafaza ederdi. Ve şöyle misal verirdi: 'Nasıl ki bir yere mektup attığınızda zarfın üzerine güzel yazarsanız, gideceği yere güzel gider, dua ederken de ismiyle zikredilirse daha iyi olur' derdi. "Gıyâbî yapılan dua daha makbul olur" Üstadımız, 'Hem gıyâbî yapılan dua daha makbul olur. Çünkü ben senin ağzınla günah işlemedim, sen de benim ağzımla işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbul olur. Dua bir iksirdir, toprağı gümüş yapar, gümüşü

de altın yapar' derdi. "Oruçta ve bayramda takvime göre amel ederdi" Üstadımız Türkiye takvimine göre amel ederdi. Yeni yazı takvimden hatt-ı Kur'âniyeye çevirttirir, onu başucuna astırırdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da Ramazan'da bazen bir gün evvel oruç tutanlar, bayram edenler olurdu. Üstadımıza söylerdik. O hiç ehemmiyet vermezdi. Hattâ bir gün Tahirî Ağabey, 'Bugün Arabistan'da bayram' dediğinde Üstad, takvimi göstererek; 'Kardeşim ben Türkiye'ye göre amel ediyorum' diye cevap verdi. Bilâhare bir dersinde, 'Ben de öyle yaparsam, fitneye vesile olur' demişti. "Camiye devam ediyordu" Üstadımız Emirdağ'a ilk geldiğinde hem cumaya, hem de vakit namazına camiye devam ediyordu. Sonra yeni gelen kaymakam hem vakit namazından, hem de cumaya gitmekten men etmiş. 1953'te Isparta'ya vardığımızda her hafta Cuma günleri Ulu Cami'ye namaz kılmaya Üstadımızla beraber giderdik. Hattâ benim üzerimde Kore elbisesi vardı. Bir seneyi geçmişti. Emniyet müdürü, 'Bunun müddeti geçti, çıkar' dedi. Üstadımızsa çıkarttırmazdı. Eskiyinceye kadar çıkarttırmadı. Beni asker elbisesi ile götürürdü. Ulu Cami çok fazla kalabalık olmaya başlamıştı. Emniyet müdürü, Ceylân Ağabey ile beni çağırdı. 'Hoca Efendiden rica ediyorum, çok kalabalık oluyor. Biz burada telaş ediyoruz'

dedi. Biz de aynen Üstadımıza arz ettik. Üstadımız, 'Ben zaten Hanefi mezhebini takliden cuma namazını kılıyorum. Çünkü bizim Şafiî mezhebinde imam arkasında kırk kişi Fatiha okuması gerekir' dedi. Barla'da ekseri vakitlerde Üstadımız hem vakit namazına, hem cuma namazına iştirak ediyordu. Üstadın yemesi ve içmesi Üstadımız çok az yerdi, yediği zaman da beş saat geçmeyince tekrar yemek yemezdi. Yemekten sonra da iki saat geçmeyince su içmezdi, saate bakar, on dakika da olsa, 'Daha iki saat olmadı' diye beklerdi. İki saat olduğunda su içerdi. Suyu çok soğuk içerdi. İlk zamanları malum buzdolapları yoktu. Üstadımız da çok soğuk suyu arzu ederdi. Suyun içine buz bulduğumuzda buz koyardık. Termosa çok zamanlar buz bulamıyorduk. Meselâ o zaman Isparta'da iki adet eczane vardı, birisinde buzdolabı vardı. Rica eder, parası ile ondan buz alırdık. Bol su ile yıkar, termosa doldururduk. Buzu termosa koyarken Üstadımız başımızda durur, 'Ben de size yardım edeyim, ben de iştirak edeyim, bu iştirakten beni mahrum etmeyin' derdi. "İçeceği suya dikkat ederdi" Isparta'ya ilk vardığımız zamanlar suyu Kirazlıdere yolu üzerindeki Piri Efendi çeşmesinden getittirirdi. Çok güzel su, fakat fazla soğuk değildi. Ekseri, Üstadın çok sevdiği, yazın çok soğuk ve lezzetli, kışın da normal olan Sidre'den su getirirdik. Bazı gün akşam sabah iki sefer getirirdik. İki

sene böyle devam etti. Sidre, Isparta'nın batısında yüksek bir yerdi. Isparta'nın meşhur evliyalarından, kırk günde bir yemek yiyen Osman Halit Efendi burada vakit geçirirmiş. O mübarek zat Üstaddan haber verirken, 'Bu asrın müceddidi bugün dünyaya geldi. Ben göremeyeceğim, fakat benim oğlum inşaallah görecek' demiş. Nitekim seneler sonra o zatın sözü tahakkuk etti. Oğlu Keçeci Mustafa, Üstadımıza talebe oldu ve onunla Eskişehir Hapishanesi'ne gitti. Bir gün, soğuk su içmesinin, zehirin tesirinden olduğunu söyledi. Kendisine zehir enjekte edilen iğnenin yeri, göğsünde hâlâ belli idi. Uzun zaman akmış. Bizim zamanımızda kurumuş gördük. Üstad çayı fazla içmezdi. Hararet olduğu zamanlarda, limonlu bir bardak ancak içerdi. Limonu çok severdi. Yemeklerinde de limon kullanırdı. Limon her zaman bulunmazdı. Limon bulunmadığı zamanlar çayına çok cüz'î limon tuzu kordu. "Üstada nasıl yemek yapardık?" Üstadın yemekleri çok sade idi. Ekseri yemekleri şehriye çorbası, pirinç çorbası, sulu yemekler, yoğurt ve yumurta idi. Sulu yemeklere muhakkak yoğurt katardı. Üstadımızın hiç dişi yoktu. Son dişi 1948'de Afyon Hapishanesi'ned düşmüş. Üstadımız yemekleri ekseri şu şekilde pişirttirirdi:

Meselâ küçük bir sefer tasına az su koyarız. Bir çay kaşığı tereyağı, çok cüz'î tuz, beraber kaynamaya başladığında, yumurtayı kırarız. (Üstadımız yumurtayı yıkattırırdı.) Yumurtanın beyazı pişmeye başladığında içine ekmek doğrarız. Üstadımız kat'iyen yağı yaktırmazdı. Şehriye çorbası olsun, pirinç çorbası olsun, onlar da biraz su ile kaynamaya başladığında yumurtayı kırarız. Yumurtanın beyazı piştiğinde içine yoğurdu koruz, karıştırırız. Hafif kaynadığında indiririz. Üstadımız afiyetle yerdi. Üstad, sarımsağı hiç yemezdi. Bizler soğan kullanırdık yemeklere. Yarım ekmek alırdık (bazen de bütün). Bu ekmek bir hafta giderdi. Ekmeği getirirken ve alırken çok dikkat eder, beyaz torbanın içinde getirirdik. Nazardan ve zehirden çok sakınırdı. Çünkü Üstadımızı zehirlemek için çok desiselere başvururlardı. Üstadın et ve meyve yemesi Üstadım on beş günde bir et yerdi. Taze koyun eti alır, çok pişirirdik, bazen de köfte yaptırırdık. Emirdağ'da Çalışkan hanedanının evine, yâni Ceylân Ağabeyin annesine, Isparta'da ise eve sahibesi Fıtnat Anneye yaptırırdı. Aldığımız kıymayı iki üç sefer makinada çektirirdik. Yoğurtlardan da inek yoğurdu yerdi. Koyun v.s. yoğurdu yemezdi.Yemeklerden sonra da Üstadımız muhakkak, az da olsa tatlı yerdi. Meselâ Isparta'da yapılan

beyaz kurabiye çok yumuşak olurdu. Onu kaşıkla ezer, toz haline getirir, kaşıkla yerdi. Üstad kavunu da sever, kaşıkla yerdi. Üzümün kabuğunu ve çekirdeğini ayırır, domatesin de kabuğunu soyardı. "Fıtrî uyku beş saat" Üstadımız, bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. Bize de derdi ki: 'Fıtrî uyku beş saattir.' Geceleri sabaha kadar dua, niyaz ve ibadette bulunurdu. Yaz ve kış âdetini hiç değiştirmez, teheccüd namazını devamlı kılar, münacaat ve evradların asla terketmezlerdi. Hem Isparta'da, hem Barla'da, hem Emirdağ'da, komşuları bizlere, 'Ne zaman Üstadın evine geceleri baksak, Üstadın odasında ışık yandığını görür, hazin edasıyla dua ettiğini duyardık' derlerdi. Üstadımız her zaman abdestli olurdu. Üstad duhâ namazını da hiç geçirmezdi. Bu namazı güneş doğduktan 45 dakika sonra kılardı. "Boş vakit geçirmezdi" Hiçbir zaman mübarek vaktini boş geçirmez, ya okur, ya tashihle meşgul olur veya okutturur, dinlerdi. "Onunla birlikte olunca hiç yorulmazdık" Üstadımızın konuşmasında o kadar letafet vardı ki, o derece feyizliydi ki, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsak, yol yürüsek, zahmet çeksek, aç kalsak, içimizden zerre kadar sıkılma gelmez, hattâ bazen sıkıntılı hallerimizde Üstadımızın sima-i mübareklerine baktığımız

zaman içimizde bir ferahlık gelirdi. Bize bir şevk, bir cevvaliyet gelir, gece-gündüz çalışsak, uyumasak yorgunluk hissetmezdik. "Sadece Risale-i Nurla meşgul olurdu" Üstadımız Risale-i Nurun hizmetini her şeye tercih ederdi. Hiçbir zaman başka kitablarla meşgul olduğunu görmedik. Daima Risale-i Nurların neşri, telifi, tashihi, okuması, yazması ve lahika mektupları gibi hizmetlerle meşgul olurdu. Bize de şu dersi verirdi: Bakın, ben başka kitaplarla meşgul olmuyorum. Siz de Risale-i Nurdan başka kitaplarla meşgul olmayın. Risale-i Nur size kâfidir. Risale-i Nurun gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz'i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur sair ilimler gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin kût ve nurudur.' "Kalbimizden geçenleri bilirdi" Üstadımız bizim hatırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, bizim haberimiz olmadan ufacık bir meseleyi bahane eder, şiddetle ikaz ederdi. Günler geçtikten sonra, mübarek Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. 'Fesübhanallah, bu meseleden dolayı bizlere ders

vermişti' derdik. "Temiz havayı çok severdi" Üstadımız temiz havayı çok severdi. Hemen hemen yaz-kış temiz hava almak için dışarı çıkardı. Üstadımızın hem güneş gözlüğü, hem şemsiyesi, hem de okuma gözlüğü vardı. Dışarı çıktığında muhakkak güneş gözlüğünü takar, şemsiyesini eline alır, çok dinç yürürdü. Üstadımız bizimle beraber yürümezdi. Bizler ya elli metre önden, veya elli metre arkadan yürürdük. Bazen fayton, bazen araba ile temiz hava almak için çıkardık. "Eserlerin baskısını takip ederdi" Üstadımız eserlerin sıhhatine çok dikkat ederdi. Hattâ yeni harflere çevrilirken Tahiri Ağabeyle Ceylan Ağabeyi gönderir, 'Çok dikkat edin' derdi. Risale-i Nur Külliyatı'nın 1955'ten sonra yeni harflerle Ankara, İstanbul, Antalya ve Samsun'da basılmaya başlandığında Üstadımız âdeta bayram ediyordu. 'Risale-i Nur bayramıdır' derdi. Sözler mecmuası ilk matbaaya verildiğinde, 'Ben bunu bekliyordum. Bu bitsin, ben âhirete gideceğim' dedi. O bitti, Mektubat başladı, 'Bunu da görsem gideceğim' dedi. Ondan sonra Lem'alar, İşarâtü'lİ'caz, Mesnevî-i Nuriye, Asâ-yı Mûsa, Şûalar, Tarihçe-i Hayat ve en son Bediüzzaman Cevap Veriyor basıldı. Her kitap baskıya verildiğinde, 'Ya Rabbi, bunu görsem gideceğim, bu günleri bekliyordum' derdi. Hattâ bir gün Sözler mecmuası ilk çıktığında Said

Özdemir kardeşimiz Üstadımıza göndermişti. Üstadımız çok sevindi. Ağabeyimize hediye etmek istedi. O da 'Üstadım, bu yeni yazıya nasıl müsaade ettin?' dediğinde Üstadımız, 'İmanı kurtarmak lâzım, bunu Maarif'le Diyanet basıyor' dedi. Said Özdemir kardeşimiz o zaman Diyanet İşlerinde memurdu. Atıf Ural Hukuk Fakültesi'nde talebe, Tahsin Tola da milletvekili idi. Bunlar beraber basıyorlardı. Üstadımız onu kastederek, 'Diyanet ve Maarif basıyor. İmanı kurtarmak lâzım' diyerek ağabeyimize ısrarla verdi. Ağabeyimiz almadı. 'Kardeşim, sizin çekirdekleriniz meyve oldu, meyveler ağaç oldu. Bunlar hep sizin hizmetiniz' dedi. Fakat mübarek ağabeyimiz yine almadı. "Kırmızı cildi tercih ederdi" Mecmualar ciltlenip geldiğinde Üstadımız bayram ediyordu. Cilt işleri İstanbul'da yapılırdı. İstanbul'daki neşriyatı Ahmet Aytimur kardeşle Mehmet Fırıncı ve Mehmet Emin Birinci kardeşlerimiz beraber yaparlardı. Ankara'daki neşriyatı ise, Said Özdemir, Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Tahsin Tola beraber yaparlardı. Üstadımız kırmızı ciltleri tercih ederdi. Formalar gelmeye başladığında, Üstad hâtt-ı Kur'ânla takip eder, bizler de yeni yazıyla. Her mecmua matbaada basılıp ciltli olarak geldiğinde, kapağından başlar, baş sahifesinden sonuna kadar o mecmua bitinceye kadar derslerimizi ondan yapardık. O mecmua bittiğinde sırasıyla diğer mecmuaları okurduk. Arabî Mesnevi-i Nurîye'den ders

Risaleler yeni yazıyla basılmadan evvel 1953'te Isparta'ya vardığımızda Üstadımız Arabî Mesnevi-i Nuriye'den derse başlamıştı. Çok güzel izah ediyordu. Âdeta yirmi yaşındaki genç ve faal birisi gibi beş-altı saat derse devam ederdi. Okudukça gençleşiyordu. Bizler tahammül edemezdik. Sabah namazından sonra başlar, tâ öğle namazına kadar sürerdi. Bu derslere Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Ceylân Ağabeylerle beraber iştirak ederdik. Arabî Mesnevi-i Nuriye'yi üç sefer okuduk. İşaratü'l-İ'caz'ı da yarısına kadar aynı şekilde okuduk. Yarısından sonrasını, Üstadımız Çamdağı'nda ve Barla'da Zübeyir ve Sungur Ağabeyle, Ziya Arun kardeşimizle bize okuttular. Isparta'da okuduğumuzda bazen Sungur Ağabey gelir, birkaç gün kalır, Üstadımız Risale-i Nur hizmetleri için, kendisini Ankara'ya gönderirdi. Mustafa Ezener Ağabey de bazen iştirak ederdi. Bu ders çok feyizli olurdu. Üstadımız, Ceylân Ağabey gelmeyince derse başlamazdı. İçimizde Arapça'yı en güzel anlayandı. "Eserlerin tashihine çok önem verirdi" Risale-i Nurlar, yeni yazıyla Ankara ve İstanbul'dan geldiğinde tashih eder, tashihten sonra, eğer elle gelmişse elden, posta ile gelmişse posta ile acele gönderdik. Gelen formaların tashih işlerini bitirip göndermeyince, hiçbir işe bakmaz ve baktırmazdı. Âdeta asker gibi veya saat gibi dakikti. Bir hizmeti anında yaptırırdı. Kırlara gittiğimizde bazen, 'Hemen döneceğiz' derdi. Bakardık ki, Ankara'dan veya İstanbul'dan bir üniversiteli kardeşimiz gelmiş,

formaları getirmiş, Üstadımızı bekliyor. Hem formayı getirir, hem Üstadımızı ziyaret ederdi. Üstadımız yüksek tahsil gençliğine çok önem verir, daima onları Risale-i Nuru okumaya teşvik ederdi. Formalar tashih olduktan sonra yerlerine gönderilince posta ile gitmişse, telefon ettirir, yerine ulaştığını öğrenince rahatlarlardı. Biz de gönderdiğimizde Üstadımıza tekmil verirdik. 'Posta veyahut filanca şahısla gönderdik, Üstadım' derdik. Hizmeti, vaktinde ifa ettiğimizden Üstad da memnun olurdu. "Risale-i Nurların neşrine çok sevinirdi" Risale-i Nur matbaalarında neşr olunmaya başladığında Üstadımız yerinde duramıyordu. Bir faaliyet, bir gayret, bir cevvaliyet... Sevincinden âdeta yerinde duramıyordu. Öyle haller oldu ki, dünyayı tayeran etmek istiyordu. Bazen yaya, bazen vasıta ile Isparta'nın gül bahçelerine, bazen Kirazlıdere, Ayazma, Gölcük, bazen Eğirdir Gölü kenarlarına, Barla bahçelerine, Karakavak, Kabristan, Karadut gibi Nur'un menzil ve menzilciklerine gider, gezer, dolaşır, dönerdik. Üstadımız Eğirdir'den Barla'ya atla giderdi. Birimiz atı çeker, birimiz Üstadı tutar, birimiz de Üstadımızın ibrik, termos, seccade gibi eşyalarını taşırdık. Barla'ya vardığımızda yorgunluk, hastalık dinlemezdi. Hiçbir zaman Üstadımızı boş dururken görmedik. 'Geliniz, biriniz bana ders okuyun, biriniz suya gidin, biriniz de yoğurt, yumurta bulun, yemek yapın' derdi. Bir saat mesafede Çam Dağı yolu üzerinde Güdük suyu

vardı. Suyu bazen oradan, bazen de Karakavak gibi yerlerden getirirdik. Karakavak veyahut Güdük suyundan geldiğimizde bazen Üstadımız, 'Hazır olun vasıtaya bakın, Ankara, İstanbul'dan formalar gelmiştir. Hemen gideceğiz' derdi. Eğer vasıta bulmuşsak, vasıta ile Eğirdir'e kadar giderdik. Gidip gelirken yollarda Üstadımız, ders okutturur, dinlerdi. Çam Dağı'na çıkarken de okuttururdu. 'Maşaallah, çok güzel istifade ettik seyyar medresemizde' derdi. "İşlek" Üstadımız, Barla civarında fazla merkep kullandığı için, 'Bunlara eşek demeyin, hayvana hakaret oluyor. İşlek deyin, çünkü bunlar çok çalışkan hayvanlardır' derdi. Üstadımız her gün şemsiyesini alır çıkar, bizler de arkasından giderdik. Isparta'nın yakın menzillerine veya Isparta'ya nazır tepelere çıkar, oralardan Isparta'yı temaşa ederdi. Bazen yol kenarlarındaki asmaların salkımlarını saydırırdı. Ondaki sanat-ı İlâhiyeyi izah ederdi. Üzümlerin kudret helvası olduğunu söylerdi. Sidre ve Ayazma ağaçlık yerlerdir. Ispartalılar Cuma ve Pazar günleri istirahat için oralara giderlerdi. Halkın olmadığı günlerde biz de Üstadımızla oralara giderdik. "Hocam beni affet" Bir gün Ayazma'da Üstadımız arabanın içinde Cevşen okuyordu. Bizler de etrafında ayrı ayrı yerlerde Nurlardan okuyorduk. O anda bir sarhoş, 'Hocam beni affet, bana dua

et' diye bağırarak Üstadımıza doğru yürüdü. Ben bırakmadım. Üzeri fena kokuyordu. Üstadımız, 'Bırak gelsin' dedi. Üstadın yanına beraber gittik, Üstadın ellerine sarıldı, 'Hocam beni affet, bana dua et' dedi. Hakikaten, mübarek Üstadımız da dua etti. 'Ya Rabbi, bu kardeşimizi kurtar' diyerek okşadı. 'İnşallah kurtulursun' dedi. Bir ayda onun kurtulduğunu haber aldık. Kendisi tenekecilik yapardı. "İnşaallah kurtulursun" Yine bir gün akşamüstü Sidre'den Üstadımıza su getiriyordum. Akşam namazı olmuştu. Kapının önünde beli bükülmüş yetmiş-seksen yaşlarında iki kadın duruyordu. Kapı açık vaziyette ve biri kapının iç tarafında idi. Çok taaccüp ettim. Bizim kapı daima kapalı idi. Kapı nasıl açılmıştı da bunlar içeri girmişti? Bir sarhoşu da merdivenlerden çıkarken yakaladım. Çok hayret ettim. O saatlerde bizim kapı muhakkak kilitli olurdu. Sarhoşla münakaşamıza Tahirî, Zübeyir ve Ceylân ağabeyler geldiler, onlar da hayret ettiler. Üstadımızın odasında akşam namazı kılıyordu. O vakitlerde evimizin önünde daima polis beklerdi. Allah'tan ki, o anda onlar da yokmuş, olsaydılar kim bilir ne iftiralar uydururlardı. Kadınları dışarıya çıkardık. Sarhoşu da Üstadımıza anlattık. Üstadımız da çok taaccüp etti, şefkatle dua etti, 'İnşaallah kurtulursun' dedi. Sarhoş merdivenden bağırarak indi. 'Baba beni kurtar, baba beni kurtar' diyordu. Bir zaman sonra annesiyle, teyzesini gördüğümüzde, evlâtlarının

kurtulduğunu söylediler. 'Allah razı olsun, sizden ve Hoca Efendiden, çocuğumuz kurtuldu' diye bize dua ediyorlardı. "Jip almaya karar verdik" Mübarek, mualla Üstadımız Isparta civarında gezerken çok yorulurdu. Dönüşünde bize, 'Beni düşünemiyorsunuz, ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam, vasıta bulun' derdi. Bizler de vasıtayı her zaman bulamazdık. Mübarek Üstadımız ise, her gün gezmek istiyor. Bazı günler vasıta buluyoruz, bazı günler de bulamıyoruz, yani parasızlıktan bulamıyoruz. Bulduğumuz vasıtaların yarısını da, Allah rahmet eylesin, kahraman Tahirî Ağabeyimiz temin ederdi. Üstadımızın ruhunda bir cevvaliyet vardı. En uzak yerlere gitmek ister, yüksek tepelere, tenha yaylalara, ağaçlık yerlere gitmek arzu ederdi. Bazen, 'Emirdağ'a gideceğim' derdi. Otomobilciler de fazla para isterdi. Üstadımıza, bu kadar para istiyor dedimizde iktisadına muhalif olduğu için müteessir olurdu. Gezmezse rahatsız oluyor, gezmeyi çok arzuluyordu. Çoğu zaman ayakları ağrıyordu. Bizler de Üstadımızın dizlerini, ayağını ovalıyorduk. Mübarek, muazzez Üstadımızın gözlerinden yaşlar geliyordu. Üstadımızın bu hali bizleri fazlasıyla müteessir ediyordu, ne yapacağımızı şaşırıyorduk. Üstadımızın bu hallerine tahammül edemedik. Merhum Zübeyir Ağabey, merhum Tahirî Ağabey, merhum Ceylân Ağabeyle beraber meşveret ettik. Emirdağ'dan Osman Çalışkan Ağabey ve Mehmet

Çalışkan Ağâbey, İnebolu'dan Çelebi Ağabey, Isparta'dan Rüştü Ağabey, Çolak Nuri Ağabeylerle beraber konuştuk. En ucuzundan bir araba almaya karar verildi. Bu kararı Üstadımıza söylersek kabul etmezdi. Ağabeyler şöyle bir karar verdiler. 'Üstadımıza şimdilik bir jip alalım' dediler. Emirdağ, İnebolu ve Isparta Nur Talebelerini himmeti ile on sekiz bin liraya bir jip alındı. Emirdağlı Mahmud Çalışkan kardeşimiz de şofördü. Onu Isparta'ya getirdik. Arabayı Mahmud'un üzerine yaptırdık. Mahmud hem piyasada çalışıyor, hem de Üstadımıza hizmet ediyordu. Kendine hizmeti esnasında Üstadımız benzin parasını verirdi. Ehl-i dünya da fazla şüphelenmedi. Çünkü Mahmud piyasaya da çalışıyordu. Üstadımıza rica ettik. Üstadım Mahmut Isparta'da çalışacak, sizi'de istediğiniz zaman gezdirecek. Mahmut bizim yanımızda kalsın' dediğimizde 'Üstadımız kabul etti ve Mahmud da bizimle beraber kalmaya başladı. O zaman Üstadımız biraz rahatladı. Bu jiple bir sene devam ettik. "Arabayı değiştirdik" Türkiye'de o zaman, malûm, yollar çok bozuktu. Asfalt filan yoktu, yine aynı ağabeylerle meşveret edildi. Jipi satıp bir taksi almaya karar verildi. Jipi on dokuz bin liraya sattık. On bin lira da ödünç para bulduk. Yirmi dokuz bin liraya 53 model Chevrolet araba aldık. (Boyacı Hüsnü Efendi, Mahmud ve Ceylân kardeşlerle beraber, Ankara'dan aldık.) Araba yine Mahmud Çalışkan'ın üstünde idi. Bilahare Ceylân Ağabey şoför oldu. 1958'de

Ankara hapsinden çıktıktan sonra Üstadımız bana, 'Keçeli, keçeli, benim şoförüm sen olman lâzımdı' dedi. Ben de 'Üstadım on beş gün izin ver, ben şoförlüğü öğrenirim' dedim. Üstadımız da, 'Sana bir ay izin veririm, öğren' dedi. Ben de Samsun'a gittim. Samsun ve Bafra'da çalıştım. Bir ayda şoförlüğü öğrendim. Sinop'tan ehliyet aldım. Bir kaç sefer imtihana girdim. Direksiyondan verememiştim. Son gün Üstadımı rüyamda gördüm. Bana yarım bir ehliyet verdi ve ertesi gün çok güzel muvaffak oldum. 1958'de Hüsnü kardeşimiz de askerlik yaparken şoförlüğü öğrendi. Ceylân Ağabey de şofördü. Ceylân Ağabey çok şakacı, latifeci ve zeki idi. Isparta'dan Emirdağ'a gelirken, 'Ben sizden hem eskiyim, hem de şoförlükten ustayım, yolun yarısına kadar ben kullanacağım, yarısından sonra da siz kullanacaksınız' diye latife etti. Ben de yeni öğrenmiştim. "Seni şoförlükten men ettim" Bir gün Emirdağ'dan Çifteler'e kadar arabayı ben kullandım. Çifteler'e Üstadımıza kar almaya gitmiştim. Arabayı şehrin ortasına koymuştum. Arabada Zübeyir Ağabey, Ceylân Ağabey, Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın yanında idi. Ben gelinceye kadar, halk toplanmış, fazla kalabalık olmuş, ben geldiğimde Üstad hiddet etti. 'Bu halkı niye böyle topladın? Bu kalabalıktan ben çok sıkılıyorum. Seni şoförlükten men ettim. Sana şoförlüğe izin yok' dedi. Mahmudiye'yi

geçtikten

sonra

Sakarya

Nehrinin

kenarında yeşillik, ağaçlık bir yerde söğütlerin altında Üstadımız, bana hususî olarak bir saat ders verdi. Hüsnü ile Ceylân Ağabeyi Eskişehir'e gönderdi. Zübeyir Ağabeyi de ayrı bir yere gönderdi. Bana o zaman hususî olarak 'Evlâdım ben seni şoförlükten men ediyorum, ben sana şahsım için şoförlüğe izin vermiştim' dedi. Üstadımızın şu sözü bana çok tesir etti: 'Evlâdım, Adnan Menderes gelse, 'Said, Bayram'ı bana şoför ver de Risale-i Nur Külliyatını bastırırım' dese yine izin yok' dedi. 'İleride küçük bir araba alacağım, beraber gezeceğiz' diye beni teselli etti. Bu sözleri ile bana çok iltifat etti. Ben de çok fazla üzülmüştüm. Üstadımızdan Allah ebediyen razı olsun. Kim bilir şoförlük yapsaydım, belki de kendimi muhafaza edemeyecektim. Çünkü şoförlüğe karşı çok zafiyetim vardı. Üstadımız, 'Seni şoförlükten men ediyorum. İleride Ceylân'la Hüsnü'yü de men edeceğim' dedi. Üstadımızın vefat etmesine birkaç ay kala Ceylân Ağabeyin babası araba almıştı, oraya gitmişti. Hüsnü kardeşimiz Üstadımızın şoförlüğünü yapıyordu. Hattâ en son Urfa'ya Hüsnü kardeşimiz götürdü. Halk Partililerin dedikodusu Sırası gelmişken şurasını da belirteyim ki: O zamanlar Halk Partililer çok dedikodu yaptılar. Bu arabayı kim aldı? Bediüzzaman'a Menderes araba aldı. Hediye etti gibi... Çok yollardan dedikodu yaptılar ve çoklarına sorarlar ve sordururlardı. Bu arabayı kim aldı? v.s. O zamanlar bizi, emniyetten çok sık takip ederlerdi.

Emniyetin eski bir jipi vardı. Bizi bir türlü takip edemezdi. Birçok zaman tehdit ederlerdi. 'Fazla süratli gitmeyin ve bize gideceğiniz yeri söyleyin, yola çıkmadan evvel bize haber verin' gibi ikazlarda bulunurlardı. Biz hiç ehemmiyet vermezdik. "Karşılıksız hediye kabul etmezdi" Mübarek, muazzez Üstadımızın en yakın hallerini bizler görüyorduk. İktisat düsturunu harfiyen tatbik ederdi. İstiğna düsturunu hiç bozmazdı. Çünkü, 'Benim mesleğim sahabe mesleği, aç kalmak var, hapis var, zahmet var, var, var...' derdi. Mübarek, muazzez Üstad hiç kimseden hediye almazdı. Çok sevdiği talebesi dahi bir kilo üzüm getirse veyahut bir teberrük getirse, mukabilini muhakkak verirdi. 'Benim kaidem bozulur, bana dokunur' derdi. Bizler mukabilini vermeden hiç hediye aldığını görmedik. Bizlerden dahi almazdı. Üstadımızın bu hallerini görenler, 'Kimseden hediye almıyor da nasıl geçiniyor' diye soruyorlardı. İktisat ve bereket-i İlâhiyeye mazhar oluşunun çok hikmetleri vardı. "Kağıt para taşımazdı" Üstad kâğıt para taşımazdı. Bir krem kutusu içinde bozuk para bulundururdu. Bizler su getirsek dahi mukabilini verirdi. Çok basit giyinir, ucuz dokumaları tercih ederdi. Onun için masrafı olmazdı. Bizlere günde otuz kuruş tayinat verirdi. Bunlar eserlerinden alınan te'lif hakkından idi. Bu âdet, Üstadımızın vasiyetlerinde vardı. O

zaman ekmek otuz kuruştu. Üstadımızın vasiyetleri üzerine inşaallah bu devam edecektir. "Kâinatı tefekkür ederdi" Üstadımız kırları gezerken kitâb-ı kebiri mütalaa ederdi. Bizlere de hem arabada giderken ve gelirken 'Keçeli, keçeli siz de şu kitab-ı kebir-i kâinatı okuyun' derdi. Bütün mahlûklarla alakası vardı. Ağaçlara, taşlara ve hayvanlara çok acîb şefkati vardı. Hattâ yollarda köpek görse bize der; 'Bunlar çok sadık hayvanlardır. Bunların koşmaları, ulumaları sadakatlarının iktizasıdır' derdi. Kırlarda gezerken kaplumbağa görürse onunla çok ciddi alakadar olur, 'Maşaallah, bârekallah ne güzel yapılmış, şundaki san'atı sizlerden geri görmüyorum' derdi. "Hayvanlara karşı çok müşfikti" Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş kaldırsak ve altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur, 'Hayvancıkların rahatını bozmayın' derdi. Kırlarda avcıları gördüğünde, 'Tavşanları ve keklikleri vurmayın' derdi. Ve, 'Diğer hayvanları incitmeyin' der ve nasihatte bulunurdu. Hattâ çok kişileri avcılıktan menetti. Kırlarda çobanlara rast geldiğinde onları çağırır, konuşurdu. 'Beş vakit namazınızı kıldığınız zaman, sizin her vakit saatiniz ibadet yerine geçer. Bu da beşeriyete hizmettir. Bundan hasıl olan eti, yünü, sütü, yoğurdu her kim yerse yesin, size sadaka hükmüne geçer. Bu hayvancıkları incitmeyin' diye çobanlarla çok şefkatli

konuşurdu. "Cemaatle namazda imamlık ederdi" Kırlara gittiğimizde hiç boş durmazdı. Daima Cevşen, Evrad-ı Bahaiye, Delail-i Nur, Hülasatü'l-Hülâsa, Hizbi'nNuriye, Tahmidiye ve hususan Sekine'yi hiç bırakmazdı. Onu her gün okurdu. Hattâ bazen çay içerken bile okurdu. Risale-i Nurları ya tashih ederdi veya bizlere Risale-i Nurlardan okutur, kendisi dinlerdi. Tefekkür ederdi. Kırlara gittiğimizde en yüksek yerlere çıkardı. Bazen yüksek ağaçların ve taşların başına çıkardı. Namaz kılarken de yüksek taşların başını tercih ederdi. Kırlarda cemaatle namaz kıldığımızda bizlere imamlık ederdi. Namaz vakti girdiğinde muhakkak ezan okuturdu. Üstadımız bizlere, 'Sizlerdeki gençlik bende olsa, şu dağlardan inmem' derdi. Daima kitab-ı kebir-i kâinatı mütalaa ederdi. Kırlarda kuşları, böcekleri hiç incitmez ve incittirmezdi. "Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor" Çam Dağında bazen ağaç lâzım olurdu. Bu ağaçları, Karaağaç köşkündeki menzilinin tamiri için kullanırdık. Üstadımız rasgele ağaçları kesmemize mani olurdu, 'Ağaçları kesmeyin, onlar da zikrediyor' derdi. "Fareler Nurları yemezdi" Isparta'daki evde, tavanda eserler vardı. El lambası ile eserlere bakıyordum. Fareler eserlere zarar vermesin diye, bir de baktım Üstadımız da tavana geldi. Tavan yüksek

olup, merdivenlerle çıkılırdı. Üstad 'Keçeli, keçeli, ne yapıyorsun?' dedi. Ben de, 'Üstadım, fareler eserlere ilişmesin diye bakıyorum' dedim. Üstadımız, 'Onlar bize ilişmez. Eğer bizde bir kabahat olmazsa bize ilişmezler' dedi. Hakikaten fareler eserlere hiç ilişmezdi. Bazen Nurların yanında başka mecmular ve gazete filan olurdu, fareler onları parça parça ederdi, fakat Nurlara hiç ilişmezlerdi. Bu neviden çok hâdiseye şahit olduk. Üstadımız bu nevi kerametleri istemediği için bu hâdiseleri yazmıyorum. "Dindar öğretmenlere çok ehemmiyet verirdi" Üstadımız, muallimler ziyarete geldiklerinde onlarla çok fazla alâkadar olurdu. 'Şu zamanın dindar bir muallime eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum, çünkü eski zamanda dinî terbiye ebeveyne verilmişti, bu zamanda o vazife muallimlere verilmiş, muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler, âdeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse iyiyi de fenayı da çekerler. Muallimin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için ortası yoktur, ya âlay-ı illiyyinde veya esfel-i safilindedirler. Ortası yok' derdi. Onun için dindar muallimlere çok ehemmiyet veriyordu. 'Eğer vaktim olsa, her gün dindar bir muallime on altın lira veririm. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alâkadarım' derdi. Muallimlere ders verirken merhum Hasan Feyzi,

Mustafa Sungur, Abdurrahman Yüksel gibi zatları misal verirdi ve 'Sizleri de onlar gibi kabul ettim' derdi. Hem, 'Mustaf Sungur'un okuması mânâ-yı ismîden mânâ-yı harfi hükmüne geçti, onun okuması maarif-i İlâhî hükmüne geçti' derdi. Mektuplar 1953'e kadar Üstadımız Emirdağ'da iken muhabereyi Hüsrev Ağabey yapardı. Mektupları Üstadımız Isparta'ya gönderir, Hüsrev Ağabey de mumlu kâğıda yazar, Sav'a gönderir, Sav'da teksir olur, muhabere edilen merkezlere Isparta'dan gönderilir veyahut Eğirdir vesaire yakın postanelerden gönderilir. O zamanlar çok sıkı takibat vardı. Hattâ mübarek Hüsrev Ağabey, risaleleri teksire yazarken, yatak dolaplarında sabahlara kadar mumlu kâğıda yazar, gece gündüz dâmia tarassut altında çalışırdı. Hüsrev Ağabeyin yanına gelen-gidene çok dikkat ederdi. 1953'te Isparta'ya vardığımızda Hüsrev Ağabey mumlu kâğıda yazar, Abdülmuhsin, Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabeyle birlikte teksirle çoğaltırdık. Bu bir kış devam etti. Bazı mecmuaları neşrettik. Ekseri büyük mecmualar Sav'da teksir oldu. Sav'dan sandıklarla İstanbul'a cilde gönderirlerdi. Ciltten geldiğinde de hiç bilinmedik adreslere gelirdi, o zamanlar açıkta kitap gezdiremezdik. Hem de her yerde okuyamazdık, daima Nur Talebeleri tarassut altında idi. Risale-i Nurlar matbaalarda Latin harfleri ile neşriyata başladığında (1954-1957), her gün bir vesile ile Üstadımız

ders verirdi. Hiç boş durmuyordu. "Siyasilere ders verirdi" Hayat-ı içtimaiyeye dair mektuplar, siyasilerle muharebeler, lahika mektupları devamlı neşrediliyordu. Isparta'ya vardığımızda hem teksir, hem neşriyat, hem o zamanki particilerle merhum Tahirî Ağabey, Tenekeci Mehmet Efendi, Terzi Mehmet Efendi, merhum Zübeyir Ağabey, merhum Rüştü Ağabeyler o zaman parti başkanı olan Mehmet Tokalar ve parti ileri gelenlerinden Süreyya Demiralay, Hilmi Dolmacı, Celâl Bey gibi zatlarla temas ediyorlardı. Üstadımız onlara Risale-i Nurdan dersler verirdi. Hem hayat-ı içtimaiyeye dair mektup lahika olduğundan, onlara bir bahane ile verdirir, okuttururdu. Üstadımız Üçüncü Said devrinde hayat-ı içtimaiye ile meşgul olurdu. Çok zaman, sabah namazından sonra 'Bana ihtar olundu,' diyerek, 'kalem kağıt getirin' der, çok süratli söylerdi. Ekseri Tahirî Ağabey, Ceylân Ağabey yazarlardı. Bağdat Paktı meselesinde Üstadımız çok sevindi. Başbakan ve Reis-i Cumhura mektuplar yazdı. O mektupları aynı zamanda lahika olarak neşretti. Üstadımız kendisini ziyarete gelenlere Bağdat Paktı meselesini anlatıyordu. "Erzurum Üniversitesi ile çok alâkadardı" Erzurum Üniversitesinin açılışı ile çok fazla alakadar oldu. Üstadımız, 'O üniversiteye benim ismim verilmesi lâzım. Fakat Mustafa Kemal'le beni barıştırmak için, onun

ismini verdiler' demişti. Meselâ Reis-i Cumhura yazdığı mektupta şöyle diyordu: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteyi sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün Şark hocaların ıminnettar etmiş. Ve şimdi Orta Şarkta sulh-u umuminin temel taşı ve birinci kal'ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-i siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan ve devlete, bu millete bu azim faideli hizmeti netice verecek.Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacaktır. Çünkü, hariçteki kuvvet tahribât-ı mânevidir. O mânevî tahribata karşı atom bombası ancak mânevî cihetinde, mâneviyattan kuvvet alıp tahribatı durdurabilir. Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaiki ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika'da Avrupa'da bu meseleye dair istişareye mecbur bildiğimizden... Elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizlerden bekliyoruz.' O zamanki müspet siyasilerle konuştuğunda, 'Size kat'iyen ve çok emarelerle beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle

Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir' diye ders verirdi. "Bizi daima ikaz ederdi" Üstadımız bizlere her vesile ile, sadakat ve dikkat hususunda daima tahşidat yapardı. 'Dikkat edin, ben sizlerin nefsinizi itham etmiyorum, ama aldanabilirsiniz. Sizler herkesten ziyade çok dikkat etmeniz lâzım ve elzem. Hususan Risale-i Nurun meslek ve meşrebine, benim tarz ve meşrebime sadık kalacaksınız' derdi. Bizlere bu hususta çok tahşidat yapardı. Sık sık ders verirdi. Bilhassa merhum Ceylân Ağabeye, Zübeyir Ağabeye ve bana mükerrer ders verirdi. Polislere nasihatı Polisler, Üstadımızı ziyarete geldiklerinde, veyahut taharri için geldiklerinde, bir vesile ile muhakkak onlara ders verirdi. Dindar bir polis memurunun, eski zamandaki çok mübarek zatlar gibi hayr-ı azim kazandıklarını; bilhassa farz namazını kılan bir polis memuruna, eskisinden çok fazla ihtiyaç olduğunu söylerdi: 'Ben derim: Bu zamanda hocalardan hattâ sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup kebâirden kendilerin muhafaza ve feraizi yapmasını, vazifeleri iktiza ediyor. Ve ona ihtiyac-ı şedid var. Tâ ki karşısındaki mânevî tahribatçılara karşı âsâyiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifeleri tam yapabilsinler.' (Emirdağ Lahikası c. II, sahife 76-77)

"Karşılığını vermezsem olmaz" Üstadımız, bazen yaya gittiğinde yollarda şoförler rastlarlardı. Hemen dururlar, ısrar ederler, 'Hocam, buyurun arabamıza' derlerdi. Bindirmek için ısrar ederlerdi. Üstadımız da biner ve 'Mukabilini vermezsem olmaz, benim kaidem bozulur' derdi. Muhakkak ücretini verirdi. Ve, 'Şoförlük de beşeriyete hizmettir, yalnız siz farz namazınızı kılarsanız, çalışmanız da ibadet yerine geçer' derlerdi. Bazen kırlarda, bahçe kenarlarından geçerken bahçe sahipleri meyve getirirlerdi, ısrar ederlerdi. Üstadımız bazen hatırlarını kırmazdı, çok az alır, mukabil parasını verirdi. 'Mukabil parasını vermezsem, bana dokunur, benim kaidemi bozmayın' derdi. Hattâ bizden bir şey alsa, muhakkak mukabilini verir, bizimle pazarlık ederdi. 'Bunu bu fiyata bana sattınız mı?' diye sorar, biz de, 'Sattık' derdik. Yemek, içmek, yatmak hususlarında Sünnet-i Seniyyeye harfiyen ittiba ederdi. Çok sâde yerdi. "Çok temiz giyinirdi" Ekseri beyaz giyinirdi. Temizliğe çok riayet ederdi. Bizler çamaşırının hangisi yıkanmış, hangisi yıkanacak olduğunu anlayamazdık. Çoğu zaman tereddüde düşerdik. Haftada bir yıkanırdı. Çamaşırlarını sık sık değiştirir, fazla elbise bulundurmazdı. Fazla olan neyi varsa, sattırırdı. 'Hediye almayan, hediye vermez' derdi. Eşyalarının namaz

kılına satılmasını söylerdi. Fazla fiyata da sattırmazdı. Kokulardan gül yağını kullanırdı. Başka koku kullanmazdı. Sarımsağı kendisi hiç yemediği gibi, bizlere de yedirmezdi. Hattâ yirmi dört saat önce yemiş olsak dahi anlar, yanına almazdı. Yün çorap ve lâstik pabuç giyerdi. Çok zayıf olduğu için, kışın çok üşürdü. Pamuklu giyerdi. Yemeklerinde kullandığı kaplarına çok dikkat ederdi. Meselâ; biz, kendi yemek ve çaydanlığımızın kapağını ters koymuş olsak veya kaşığımızı yere koysak, Üstadımız da görse, darılır, 'Kendine bakmayan, bana bakamaz' derdi. Üstad, Şafiî olduğu için çamaşır yıkadığımızda ıslak çamaşıra başımız veya elimiz değse tekrar yıkatırdı. Çok zayıf olduğundan ekseri sobasını yakardık. Temiz havayı çok severdi. Akşam ve sabah pencereleri muhakkak açtırır, evi havalandırırdı. "Namazı, vaktinde ve huşu içinde kılardı" Üstadımız, namazı çok huşu içinde kılardı. Sûreleri okurken tane tane okurdu. Namaza dururken, tam huzura vardığında, niyet ederken, 'Allahü Ekber' dediği zaman, bizler arkasında korkardık. Mübalağa olmasın, ahşap bina sarsılırdı. Üstadımız namaz vaktinde çok dikkat ederdi. Namazı vaktinde kılardı. Meselâ, Isparta'dan çıktığımızda,

Emirdağ'a beş dakika sonra varacak olsak bile, Üstadımız saate bakar, kış, fırtına olsa beklemez, hemen namazı vaktinde kılardı. Kırlarda olsun, yolculukta olsun, namazı vaktin evvelinde kılardı. Bu mevzuda şöyle buyuruyor: Namazı vaktinde kılmanın ne derece tükenmez, uhrevî bir sermaye olduğu anlaşılıyor ki, her namaz vaktinde âlem-i İslâm denilen muazzam camide, yüz milyondan fazla cemaat-ı kübra namaz kılıyor. O cemaatte herbir adam umum cemaate dua ediyor. İhdine's-sırata'l-müstakim' (Bizi doğru yola hidayet eyle) diyor. Her biri umum cemaate hem şefaatçi, hem duacı olur. O vakit, namaza iştirak etmeyen hissesini alamaz. Kaynayan mirî ve askerî kazanına karavanasını götürmeyen, tayınatını alamadığı gibi, cemaat-ı kübrânın mânevî matbahında kaynayan, mânevî erzakını alamaz. Belki namaza iştirakle o cemaatin ordusuna iştirak etmiş olmakla ve dualarına amin demek olan namazı vaktinde kılmakla alabilir.' "Hayrınız büyük, hatanız da..." Bazen hatalarımız olurdu. Yine bir hatamız olmuştu. Sidre mevkiinde Zübeyir Ağabeyle suya gitmiştik. Üstadımız da okuyordu. Biraz geç kalmışız. Üstad da merak etmiş. Baktık ki şemsiyesini eline almış geliyor. Bize, 'Niye geç kaldınız?' diye hiddet etti, bizi ikaz etti,

dersler verdi: Ben sizin hatırınız için kırk senelik kaidemi bozdum. Ben siz yokken kimseyi devamlı yanımda bulundurmuyordum. Kimseyi yanımda yatırmazdım. Akşam kapıyı içten ve dıştan kilitleyip, sabah açıyordum. Sizin hatırınız için kaidemi bozdum. Eğer siz benim hizmetimden giderseniz, ben eski hayatıma döneceğim. Siz mecbursunuz, benim meslek ve meşrebimi ve Risale-i Nurun meslek ve meşrebini benden gördüğünüz gibi muhafaza etmeye. Ben sizinle iktifa ediyorum. Siz de Risale-i Nura kanaat ediniz. Siz zaten dünyada ücretinizi almışsınız. Başta Müslüman olduğunuz için, ikincisi Risale-i Nur Talebesi olduğunuz için, bana hizmetkâr olduğunuz için... Bilhassa çok dikkat etmeniz lâzım. Sizin hayrınız da çok azim, hatanız da... Onun için sizin daha çok dikkat etmeniz lâzım.' "Nur dersinde dost düşman ayırt edilmez" Üstadımız her gelen siyasilere veya hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara şu tarzda ders verirdi: 'Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alakaları yok. Ehl-i dünya Nur Talebelerinden hiç evham etmesinler. Çünkü bizim hizmetimiz dünyevî değil, uhrevîdir. Risale-i Nur, rıza-i İlâhiden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden mümkün olduğu kadar Risale-i Nurun mensupları içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Çünkü iman dersi için

gelenlere, tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman, derste fark etmez.' Hattâ bir gün bize, 'M. Kemal'in oğlu da olsa, Abdülmecid'in oğlu ile Nur dersinde beraber hissesini alırlar, hiçbir zaman tefrik olunmaz. Halbuki siyaset, tarafgirlik bu mânâyı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki Nurcular, emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle bir nevi siyasete teması var' demiştir. Bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini, mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir. "Küfür ile iman ortası yoktur" Bir zaman İstanbul Üniversitesi'nin profesörlerinden birisi Üniversitenin açılışında o zamanki Maarif Vekiline -Anadolu'daki Nurcuları kastederek- 'Din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz' demesine mukabil, o zamanki Maarif Vekili Tevfik İleri, 'Eğer dediğin, o cereyan Nurcular ise, ne siz, ne de Avrupa onun mağlup edemez' demişti. Üstadımız bu söz üzerine meslek ve meşrebine muhalif olarak, 'Eski Said'in kafasını bir-iki dakika başıma alarak diyorum ki: Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmliyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol ortası üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası Nasraniyet

diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp, komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman, hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup, tam anarşist olur. İnşaallah Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkân da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar, sağ ve sol tabiri yerine hak ve hakikat, Kur'ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlakadan ve anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh-u canımızla niyaz ve rica ediyoruz' şeklinde beyanatta bulunmuştur. "Reyimizi kime verelim?" Nur Talabeleri gelip, Üstadımızdan soruyorlardı: Üstadım reyimizi kime vereceğiz?' Üstad Hazretleri de bunlara şu cevabı veriyordu: Demokratlar parmak kesiyor, Halk Partisi ise bilek kesiyor. Nur Talebeleri ehven-i şer olarak Demokratlarla rey veriyorlar' derdi. Bu meseleye böylece işaret ediyordu. Akla kapı açıyor, fakat ihtiyarı elden almıyordu. Fikre hürmet ediyordu, böyle yapın demezdi, ama Üstadın ne demek istediğini ferasetli olanlar anlarlardı. 1954 yılında Vanlı Seyyid Abdülvahhap, Isparta'ya Üstadımızın ziyaretlerine gelmişti. Kendisi Nuri Benli'nin otelinde kalıyordu. Kızının hastalığı için Isparta'nın

havasının iyi geldiğini söylüyordu. Üstadımız da ziyarete geldiğinde kabul eder, alâkadar olurdu ve Seyyid derdi, çok ehemmiyet verirdi. Bu zat sonradan Van'a gidip, orada, 'Ben Üstadın yanında kaldım, buradan adaylığımı koyacağım' demiş. Sonradan Halk Partisinden milletvekili olmuştu. Üstad bunu duyunca çok üzüldü ve kızdı. Biçare, Halk Partisinden milletvekili olmuş' diye sık sık üzüntüsünü belirtirdi. "Ben Halk Partisi milletvekiliyim" Yine Isparta'da, kulağında bir kulaklık bulunan Halk Partili bir ihtiyar zat gelmişti. Üstad bu adamı kabul edip kendisiyle görüştü. Ziyaret anında ben de yanlarında bulundum. Adam: Hocam, ben Halk Partisi Malatya Milletvekiliyim. Eğer sen istersen ben oradan ayrılırım.' Üstad cevaben: Hayır, ayrılma sen orada bulun, bizi müdafaa edersin, sen bizi görüyorsun, bizim siyasetle alâkamız yoktur.' İnönü demiş ki, 'Biz Said'i anlayamadık. Eğer bir fırsat bize gelirse, artık ona ilişmeyeceğiz' diye karşılık verdi. Adam Üstadımızdan memnun olarak ayrıldı. Sonra biz anladık ki, adamı Halkçılar ve İnönü hususî göndermişler. Üstadımız ziyaretçilerle görüşürken, onları katiyyen rencide etmezdi. Siyasîlere, 'Siz dinsizsiniz' gibi sözleri asla söylemezdi. İslâmiyet aleyhindeki din düşmanları diye umumî konuşurdu.

Bir gün Ağrı Halk Partisi Milletvekili Ahmet Alparslan ziyaretine gelmişti. Üstadı çok seven bir zattı. Üstad, Halk Partisinin içinde bulunan din düşmanlarına mani olmasını söyledi. Adamı hiç incitmeden çok güzel dersler verdi. Halk Partisini yaptıkları zulümleri anlattı Ahmet Bey; 'Üstadım, eğer istersen ben Halk Partisinden ayrılırım' deyince, Üstadımız da, 'Hayır ayrılma, orada bizi müdafaa edersin' dedi. "Biz Nurcular sizi destekliyoruz" Demokrat milletvekilleri de Üstadın ziyaretine gelirlerdi. Üstadın onlarla görüşmesi ise daha farklıydı. Onlara, 'Biz Nurcular, sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum' derdi. Misaller verirdi. 'Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır' diye Demokratlara anlatırdı. Eskiden Halk Partisinin yaptığı zulümleri anlatırdı. Bir kimsenin hatasıyla başkalarının, akraba ve yakınlarının mes'ul olmayacaklarını söylerdi. Halkçıların Şarktaki zulümlerinden bahsederken; bir köyü olduğu gibi imha ettiklerini, hattâ bir kadının karnından çocuğunu çıkarttıklarını, kadını öldürdüklerini, çocuğun ise hâlâ sağ olduğunu söylemişti. Emirdağ'da gezmeye çıktığımız zaman, Halk Partililerin hal ve hatırlarını da sorardı. Emirdağ'da Halim Yüksel isimli Halk Partili bir zata

nasihat eder, incitmeden dersler verirdi. Hattâ adama risale bile yazdırmıştır. Daima yazardı. Halk Partisinin yaptığı zulüm ve haksızlıkların mesuliyetini baştakilere verirdi, 'Sizin kabahatiniz yoktur' derdi. "Alevîye nasihatı" Barla'da Alevî bir öğretmen vardı, hem de Halk Partiliydi. Üstad bazen kendisini çağırtır, saatlerce kendisiyle konuşurdu. İltifat eder, şefkatle tokatlardı. Adama: Siz Hazret-i Ali'ye hürmetsizlik ediyorsunuz. Hazret-i Ali yatsı namazının abdestiyle sabah namazını eda ederdi. Eğer siz Hazret-i Ali'yi seviyorsanız namazlarınızı kılın' diyordu. Bu öğretmenle daima konuşurdu. İltifad eder, Risalelerden okuturdu. Bizler de yanında merakla dinlerdik. Biz, 'Üstad bu adama niçin bu kadar değer veriyor?' diye merak ederdik. Üstad bize cevaben: Ben onun zararını azaltıyorum' derdi. Sonra o adam Barla'nın müdürlüğüne de baktı. Bize hiçbir zararı olmadı. Onun zamanında hiçbir hâdise olmadı. Fakat ihtilâl olduğunda, o adam ilk sefer mübarek çınar ağacındaki köşkü kendi eliyle yıktı, ne olduğunu gösterdi. Tarikat dersi Bazan tarikat dersi almaya gelenlere şöyle derdi: 'Hem

Risale-i Nurun mesleği tarikat değil, hakikattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat, hakikattır. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur bu hizmeti lillâhilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi Hazret-i Ali (r.a.) ve Hasan ve Hüseyin'in ve Gavs-ı Âzamın ihbar-ı gaybiyetleriyle şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü, Hazret-i Ali (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nurdan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam da (k.s.) kuvvetli bir surette Risale-i Nurdan haber verip türcümanını teşci etmiş. Zaten Üveysî bir surette, doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam'dan (r.a.) ve Zeynelâbidin (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (r.a.) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onun dairesidir.' Sakal meselesi Bazı ziyaretçilere şu şekilde ders verirdi: Belki hatırınıza gelir, neden sakalsız olduğum. Bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi, benim milyonlarca talebem var. Ben sakal bıraksam onlar da genç ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakal ise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır. Bu sebepten ben bu sünneti terk ettim.' "Sebepsiz eser yazmadım" Eserleri hakkında:

Ben hiçbir zaman boşuna sebepsiz eser yazmadım. Mutlaka bir delile ve bir sebebe binaen yazdım. Bir ihtiyaca binaen yazdım. Hem sizler bilerek çalışıyorsunuz. Ben şuurum taalluk etmeden istihdam ediliyorum. Risaleler Cenab-ı Hakkın bu zamanın ihtiyacına binaen bir lütfu ve ihsanıdır' derdi. Emirdağ Lahikalarındaki içtimaî mektupların bir çoğu 1950 senesinden sonra yazılmıştı. Bu mektupları Üstad siyasî ve içtimaî hayatla alâkadar olanlara gönderirdi. Bu mektupları Isparta'da Nur Talebeleri ve Hüsrev Ağabeyler teksir ederek çoğaltırlardı. Üstad Isparta'ya gelince mektupların teksir edilmesi ve gönderilmesiyle bizzat kendisi ilgilenirdi. Yanındaki hizmetçileri vasıtasıyla lâhikaları hiç kesintisiz devam ettirirdi. Aynı zamanda Nur Talebeleri ile haberleşme, müjdeli mektupla tebriklerini gönderirdi. Acîb bir hâdise O günlerde hava almak ve gezmek için Eğirdir'e gitmişti. Eğirdir'in Halk Partili kaymakamı Üstadı Eğirdir'e sokmak istemedi. Üstadın kıyafetine ilişmek istemişti. Üstad çok üzülmüş ve hiddetlenmişti. Bu hâdise Emirdağ Lahikalarında 'Acîb bir hâdise' başlığı altında aynen şöyle beyan edilmektedir. Bugün yine Eğirdir'e gitmişti. Tam evinin önünde birisi rast geldi ve bize hitaben 'Derhal Isparta'ya dönmenizi

emrediyorum' dedi. Biz önce kim olduğunu bilemedik, sonra anladık ki, Eğirdir'e bir kaç gün evvel Van vilayetinin bir kazasından gelen yeni kaymakam imiş. Biz 'Hangi kanun veya hangi talimat ve nizamnameye istinaden arabamızın önüne geçip şehre gitmeyi men ediyorsunuz?' diye bu keyfî ve kanunsuz harekete mukavemet edeceğimiz anda, Üstadımız Said Nursî bizi bundan men'etti. Hem de Said Nursî'ye sarsılmaz bir bağlılık ve büyük bir hürmetleri olan şehirli ve köylü ahalinin, hususan pazar münasebetiyle bugün kalabalık olması ile kanun hilafına hareket ettirilen bir kimsenin yüzünden çıkacak herhangi bir hâdiseyi önlemek için geriye dönülmüştür. Şöyle kanaatimiz geldi ki: Üstadımız Said Nursî katiyen siyasete karışmadığı ve insanlarla görüşmediği halde, Risale-i Nur'un Anadolu ve Şark vilayetlerinde ve hattâ âlem-i İslâmda fevkalâde bir hüsn-ü kabul görmesi ve Ankara'da hükümetin müsaade ve teyidiyle büyük mecmuaların resmen tab edilmesi ve bütün mahkemelerden beraat kazanması sebebiyle Risale-i Nur'la alâkadar olan çok büyük bir kitle Demokrat lehinde olarak hareket ettiklerinden ve bilhassa bu vaziyet Şark vilayetlerinde pek zahir müşahede edildiğinden Nur Talebeleriyle hükümetin mabeynini bozmak için bazı gizli zındıklar ve eksi parti taraftarlarının plânıyla bu yeni kaymakamı, asayiş ve din aleyhinde olan böyle muameleye vesile yapmışlar. Demokrat Nur Talebeleri adına: Rüştü Çakın, Mehmet

Sözer, Mehmet Babacan, Tahirî Mutlu, Ziver Gündüzalp. Düşüncelerinin hâlisane olduğunu ben de bilmekteyim: Demokrat Milletvekili Kemal Demiralay." [1> "Isparta'ya çok ehemmiyet verirdi" Üstadımız Isparta'ya çok ehemmiyet veriyordu. 'Benim son hayatımı Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdu. Isparta taşıyla, toprağıyla benim için mübarektir. Hattâ yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski hükümete, kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta Hükümetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükümetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan orada eski tahribatı tâmirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnetdarım, onların muvaffakiyetlerine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer'iyeye vesile olacaklar' [2> diyordu. Uzun sabah dersleri 1954'te Isparta'da Üstad Hazretleri Arabî Mesnevî-i Nuriye'den derse başladı. Merhum Tahirî Ağabey, Merhum Zübeyir Ağabey ve Merhum Ceylân Ağabeylerle beraber geldik. Mustafa Sungur Ağabey de ara sıra gelir, birkaç gün kalırdı. Üstadımız ekseriyetle onu bazı hizmetler için Ankara'ya gönderirdi. Üstadımız sabah namazından sonra derse başlıyordu. Ders beş-altı saat devam ediyordu. Adeta

on yedi yaşında bir genç gibi çok hareketli idi. Bizler Arapçayı bilmiyorduk, ama Üstadımız yine derse muntazaman devam ediyordu. Ceylân Ağabey çok güzel anlıyordu. Tam öğle ezanı okununcaya kadar ders devam ederdi. Yorgunluktan uykumuz gelirdi. Üstadımızın başucundaki saate bakardık, Üstadımız saati ters çevirirdi. Aklımızın, kalbimizin, ruhumuzun ve bütünü lâtifelerimizin derse verilmesini temin ederdi. Zübeyir Ağabey vücuduna iğne batırarak dersleri takip ederdi. Üstad bir gün, 'Evlâtlarım, bu ders yalnız bizi değil, bütün kâinatı alâkadar eden bir derstir. Bu dersi mele-i alânın sakinleri de dinliyorlar. Bu ders çok mühimdir' dedi. Hakikaten bizlerede acaip bir hal oldu. Yine bir gün dersten sonra, 'Evlatlarım, siz zannediyor musunuz ki, biz beş altı kişi ders yapıyoruz? Biz bu dersimizle Anadolu’da binler ders yapan cemaatlerin arasına mânen giriyoruz, beraber ders yapıyoruz' demişti. Hiç Arapça bilmediğimiz halde, çok mükemmel anlamaya başlamıştık. Bu şekilde Arabî Mesnevî-i Nuriye'yi iki defa bitirdik. Bundan sonra da İşârâtü'l-İ'caz'ın yüzüncü sahifesine kadar Isparta'da; gerisini Çam Dağında Ceylân Ağabey, Zübeyir Ağabey, Ziya Arun ve Sungur Ağabeylere okuttu. Üstadımız en cebbar firavunlara karşı bile izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edip baş eğmediği ve hattâ esareti vaktinde Rus'un baş kumandanına kıyam etmeyerek idamla alay edecek derecede bir izzet-i diniyeyi taşıdığı

halde, bu mübarek vatanda asayişe zarar gelmemek için en küçük bir jandarmanın dahi hürmetsiz muamelesine ses çıkarmıyor, sabır ile karşılıyordu. Sebebi de; Kur'ân'ın bir kanun-u esasîsi olan (Velâ tezirü vâziretün vizre uhra) sırrıyla, 'Bir adamın cinayetiyle başkası mes'ul olamaz, kardeşi de olsa..' âyetinin hükmüne tabi olmasıdır. Said Nursî Risale-i Nur'u okuyanlara, hususan bütün vilayat-ı Şarkiyedekilere Nur dersleriyle demiştir ki, 'Dahilî asayişe ilişmek, yüzde on cani yüzünden doksan masuma zulüm ve zarar etmektir. Onun için Risale-i Nur'u okuyanlara ilişmek değil, muhafaza etsinler.' İşte bu sır için siyasete ilişmiyor, asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyordu. Asayiş lehinde izzetini ve milletin âhireti için dünyasını ve hattâ lüzum olsa âhiretini feda eden böyle bir İslâm kahramanı, muhterem bir ihtiyar misafirin hukukunu müdafaa kadirşinaslığı herkesten evvel misafir bulunduğu Isparta vilayetinin hükümetine ve Demokratına düşmektedir. Üstadımız diyordu : 'Üçüncü Said, maşaallah barekallah, Eski Said'de yanlış bulamıyor. Maşaallah Eski Said'i tebrik ediyorum.' Üstadımızın bu sevinçlerini tarif edemem. Üstadımıza öyle bir hal oldu ki, hiç duramıyordu. Öğleye kadar ders yapıyor, öğleden sonra da temiz hava almak için kırlara çıkıyordu. Bir iki saat temiz hava alıp gelir, çalışmaya hemen başlardı.

"Anladığın kadarı yeter" Bir gün yine Üstadımızın Arabî dersinde Hizbünnuriye'yi okuyorduk. Üstadımız benden anlayıpanlamadığımı sorduğunda, anlamadığımı söyleyince izah etti ve ben de çok güzel anladım. Ve içimden, 'Artık ben oldum, Arapça’yı güzel anlamaya başladım' dedim. O anda kafam makine gibi çalışıyordu. Bir de Üstadın odasından çıktım, hiçbir şey kalmamıştı. Yine bir gün dersten sonra Üstadımız yapılan dersi anlayıp-anlamadığımı sordu. Ben anlamadığımı söyleyince, Üstadımız bana bir tokat aşk etti. 'Keçeli, keçeli, sen mükemmel anladın. Anladığın kadarı yeter sana. Eğer daha çok anlasan, 'Bu bana yeter artık,' dersin, 'Yetiştim' diye gidersin. Böyle istihdam olamayacaktın. Bir bahçeye girenler boyları nispetinde meyvelerden istifade ederler. Boyu uzun olan yüksek dallardan, kısa olanlar ise aşağıdaki dallardan koparıp yerler. Bir kısmı da koparamaz, meyveleri çiğner. Sen koklasan bu sana yeter. Kanaat et, şükret' diye bana ders vermişti. "Her yerde dershane açın" Matbaalarda yeni harflerle neşriyat başlamıştı. Aynı zamanda hatt-ı Kur'ân'la Isparta'da teksir devam ediyordu. Üstadımız Nur Talebelerinin her yerde dershaneler açmalarını teşvik ediyordu. Isparta'nın köylerinde dershaneler açmaya başladılar. Üstadımızı davet ediyorlardı. Üstadımız da ya bizleri gönderiyor, yahut da

kendisi gidiyordu. Dershane açanlar, 15-20 anahtar bizlere teslim etmişlerdi. Üstadımız Isparta'nın köylerinden gelen Nur dershanelerinin anahtarlarını bana vermişti. Ben muhafaza ediyordum. "Yeni bir alet çıkmış: Risale-i Nur hafızı" Biz Üstadımızın yanında kaldığımız uzun seneler boş oturduğunu görmedik. Ya okur, ya tashih eder, veyahut okutur, dinlerdi. Hatta son zamanlarda teybe Risale-i Nur okuyorduk. Üstadımız da dinliyordu. Üstadımız, ziyarete gelenlere, 'Yeni bir âlet çıkmış Risale-i Nur hafızı, Risale-i Nur'u çok güzel okuyor' diyor ve alıp dinlemeye teşvik ediyordu. "Bugün kaç sayfa okudunuz?" Üstadımız bazen diyordu: 'Bugün kaç sahife okudunuz?' Biz de üç veya beş dediğimiz zaman, 'Ben iki yüz sahife okudum. Hem benim kalemim yok, çok ağır yazıyorum. Hem de sizin gibi gazete gibi okuyup geçmiyorum. Ben manasını da anlayarak okuyorum. Hem de bakın ne kadar tashih ettim' derdi. Risaleleri açarken sahifeleri hiç incitmeden, elini ağzı ile ıslatmadan çok itina ile açardı. Elhamdülillah ben bugün bu kadar okudum, çok istifade ettim. Bugün imanım çok inkişaf etti' derdi. Hayretler içinde bize gösteriyordu. 'Fesübhanallah bu eseri hiç görmemiş gibi istifade ettim' derdi. 'Nasıl mübarek

günlerde camilerde tecdid-i iman ederler; biz de Risale-i Nur'u okumakla tecdid-i iman ediyoruz" derdi. 'Kardaşlarım, bakın ben bu kadar yer okudum, hiç yanlış bulamadım. Risale-i Nur'un telifinde inayet-i İlâhiye ve hıfz-ı Rabbanî bize yardım ettiler. Bizim bu ne hünerimiz, ne de kabiliyetimiz. Bu tamamen Cenab-ı Hakkın ihsan ve kereminden, biz acizlere bir lütf-u ihsanıdır' derdi. Risale-i Nur'un telifinde tayy-ı zaman, tayy-ı mekân karışmış, az zaman içinde çok işler yapmışız' derdi. 'Kardaşlarım, nasıl geldi ise öyle yazıyorum. Hiç değiştirmeye cesaret edemiyorum. Hiç fikrimi de karıştırmıyorum' derdi. 1954'te Ceylân Ağabey ile ikimiz iki ay Barla'da kaldık. Üstadımız Emirdağ'a gitmişti. Ev sahibinin küçük oğlu askerden gelmişti. Polisler kandırdı, bize 'İlla çıkın' dedi. Biz de Üstada haber gönderdik. Üstadımız da haber verdi. 'Sungur askere gitsin, Ceylan'la Bayramda Barla'ya gitsin.' İki ay Barla'da kaldık. "Çok süratli yazdırırdı" Üstadımız, Zübeyir Ağabey ile beraber iki ay Emirdağ'da kaldılar. Biz Ceylân Ağabey ile beraber her gün öğle namazından sonra Sıddık Süleyman Ağabey, Hafız Tevfik Ağabey, Abdullah Çavuş ve Hacı Bahri Ağabeylerden biri ile Risale-i Nurların telif olduğu menzillere (Karadut, Karakavak, Büyükoluk, Küçükoluk gibi) giderdik. Risale-i Nur'un telif olduğu yerleri gezerdik,

mesrur olurduk. Bazen Hafız Tevfik Ağabeyler Risale-i Nur'un telif olduğu yerleri bize gösterirken, 'Bak size bir hatıra anlatayım' derdi. Bir defasında şunları anlatmıştı: Üstadımızla tenha kırlara giderdik. Münasib bir yere oturur, belirli bir noktaya bakardı. Çok süratli söylerdi, ben de çok süratli yazardım. Eli ile 'Yaz kardaşım' der ve devamlı bir noktaya bakardı. Arada bir, 'Dur, kesildi. Git sinekleri kovala' derdi. Ben de hakikaten çok fazla sigara içerdim, başım şişerdi. Üstadımızdan ayrılır, bir taşın arkasına oturur, sigaramı içer bitirirdim. Üstad, 'Gel kardaşım, gel' derdi. Tekrar yazmaya başlardık. Öyle risaleler var ki; bazen bir saatte, bazen iki saatte yazmışız' Yeminle söylerdi ki: 'Aynı risaleyi başka zaman iki günde yazmakla bitiremezdim.' Bunu mükerrer defa yeminle söyler, 'Biz o zaman ne hallerde, ne günlerdeymişiz? Kime hizmet etmişiz bilmemişiz, kaçırdık o fırsatları' derdi. 'İşte kardaşım bu tayy-ı zaman, tayy-ı mekân budur' derdi. 'Ah kardaşım, Üstadın bütün hayatı hep kerametle dolu. Bizler anlatmakla bitiremeyiz' derdi. Sıddık Süleyman Sıddık Süleyman Ağabey de Üstadımızı anlatmakla bitiremezdi. O da bizlere şunları anlatmıştı: 'Bir gün Üstadımıza içimden dedim, 'Biz yazıyoruz, biz okuyoruz, Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?' diye düşündüm.

Böyle mülahaza ediyordum. Üstadım, birden, 'Kardaşım göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım' dedi. Bu neviden eski ağabeylerin hepsinden bu mevzularda çok şeyler işittik. Münasebet geldiği için şunu da geçemiyorum. Bir gün bulaşık yıkıyordum, Üstadımız da balkonda (Barla'daki Hacı Enver'in balkonunda) okuyordu. Aramızda on beş metre kadar mesafe vardı. İçimden dedim. Bu Barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek Üstad, geldiği zaman burada duruyor. Halbuki Isparta daha güzel, her şey mükemmel ve Isparta'da hem talebe çok, hem hizmet geniş, vasıta filan da bol, diye içimden böyle konuştum. Üstad beni çağırdı. 'Gel evlâdım Bayram' dedi. 'Evlâdım sen burayı kerih görme, burası çok mühim, cidden çok mühim, burası ileride nurlanacak inşaallah' dedi. "Ne düşünüyorsun?" 1959'da Antalya taraflarında Ağlasun dağlarına gitmiştik. Dağların en yüksek noktasında bir kayanın üzerine çıktık. Hüsnü kardeşimizle, Zübeyir Ağabey, Üstada çay yapmakla meşguldüler. Ben de Üstada şemsiye tutarak gölgelik yapıyordum. Üstad da Cevşen okuyordu. Ben dalmışım. 'Acaba bizim sonumuz ne olacak, ileride ne yapacağız?' diye derin düşünceler dalmıştım. Üstad benim düşünce ve halimi hissetmiş ki, 'Keçeli... Keçeli,' diye bana bir tokat vurdu. 'Ne düşünüyorsun? Sen sonunu düşünme. Senin sonun çok iyi olacak inşaallah'

diye ikaz etti. Elhamdülillah Üstadımın sağlığında, hayatında ve vefatından sonra, hiçbir gün sıkıntı çekmedik. Birgün Üstadımız, 'Moğol ve Mançurya'ya gittin mi?' diye sordu. Ben 'Oralara gitmedim. Güney Kore'nin başşehri olan Seul, Pusan şehirlerine gittim' dedim. Şunu ilâve ettim. 'Amerika bir silah bulmuş. 150 metre uzaklıktaki kara karıncayı vuruyor. Ruslar da onu gören silahı bulmuşlar' dedim. Üstad, 'Ahmak, ben onları çoktan geçmişim' dedi. Sonra 'Allah-u âlem Ahirzamanda Ye'cücü ve Me'cüc Moğol ve Mançurya'dan çıkacak' dedi. "Vasiyetini yazdırıyordu: Kabrim gizli olsun" Hususan Üstadımızın kabrinin gizli olma meselesinde o kadar bâriz kerametini gördük ki; hakikaten harfiyyen, aynı aynına çıkmıştır. Üstadımız sık sık vasiyetini yazdırıyordu. Birincisin, Ceylân ve Zübeyir Ağabeylerle beraberdik, Yalvaç yolu üzerinde bir dere kenarında söğüt ağacının altında yazdırdı: 'Evlâtlarım, ben bu vasiyetimi bir ihtara binaen yazdırıyorum. Ben size vasiyet ediyorum ve bunu da kaleme alın, nasıl Gavs-ı Azam, Cenab-ı Allah'tan biraz ömür istemiş, Cenab-ı Hak hizmet için ömrünü uzatmış. Ben de Cenab-ı Allah'tan ömür istiyorum. Risale-i Nur külliyatının baskısı matbaalarda bitinceye kadar. Ta ki ehl-i dünyanın nazarı bende olsun, matbaalarda ve Risale-i Nur'larda olmasın.' Hakikaten Üstadımız her gün Barla'ya veyahut başka bir semte gider, orada Nurları okur, veya

tashih eder, evradıyla meşgul olurdu. Hem Isparta hükümeti, hem Ankara hükümeti Üstadla meşgul olurlardı. Polisler telsizle, 'Bediüzzaman namaz kıldı, şurada burada' diye Ankara'ya malumat verirlerdi. Üstadımız onları uyuturdu. Üstad onları meşgul ederken hem Ankara, hem İstanbul, hem Samsun, hem Antalya'da Risale-i Nur'lar basılıyordu. Üstadımız, matbaalarda Sözler basılırken, 'Ya Rab! Bunu görsem gideceğim' dedi. Ondan sonra Mektubat basılmaya başladı, 'Bunu görsem gideceğim' dedi. Lem'alar basılmaya başladı aynı şekilde 'Bunu görsem gideceğim' dedi. En sonunda Şuâlar'ı ve Sikke-i tasdik-i Gaybî mecmuasını gördü. 'Ya Rab! Artık ben gideceğim, benim vazifem bitti' diye sık sık söylerdi. 'Allah'tan ömür istedim ve hadsiz şükür olsun, bunları da gördüm. Yalnız benim kabrim gizli olsun. İki-üç talebemden başkası bilmesin. Nasıl ömrümde mukabilsiz hediyeler bana dokunuyordu. İsabet-i nazar verecek haller var, Risale-i Nur'un mesleğindeki azamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından azamî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma fatiha okusunlar. Mânevî dua ile ziyaret etsinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur'daki azamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur'a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında bulunup bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.'

İkincisini Emirdağ'da yazdırmıştı. Üçüncüsü olarak da; yine vefatından üç-dört yıl önce Isparta'da bir hastalık içinde, yanında bulunan talebelerine gayet ciddî olarak aynen şunları söyledi: Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başak hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da hakikat bu surette beni mecbur ediyor.' Bunun üzerine Zübeyir Ağabeyle Ceylân Ağabey sordular: Kabri ziyarete gelenler, fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men ediyorsunuz?' Üstad da cevaben şöyle dedi: Bu dehşetli zamanda, eski zamanlardaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, bu zamanda enaniyet ve benliğin verdiği gafletle heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları tamamen kendilerine çevirmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamada lillah için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki azamî ihlası kırmamak için o ihlasın sırriyle, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, her kim olursa

olsun okudukları fatihalar o ruha gider. Dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, vefatımdan sonra da bu surette, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle menetmeye mecbur edecek.' Bu meseleyi Ceylân Ağabeyle biz kaleme almıştık. Üstadımız, 'Hz.Ali'nin kabri nasıl gizli ise, benim de kabrim öyle gizli olsun' demişti. Üstadımız bu hususta bizlere şu dersi de vermişti: Saniyen: Belki beni uzak bir yere gönderirler. Veyahut bu defa ki zehir beni kabre sevk edecek. Ben de her birinizi yerimde birer Said ve Nura birer bekçi ve muhafız olarak varis bırakıyorum. Bir bekçiye bedel binler muhafız olursunuz. Hem sizler dahi benim yerimde her bir mecmua-i Nuriyeyi bir manevî Said görüp, benim bedelime ondan ders almaya çalışınız. Sarsılmayınız, fani zahmetlerin ehemmiyeti yoktur. Bizim sohbetimize hiçbir şey mâni olmaz. Hatta bezrahtaki merhumlar ve yirmi sene sureten görmediğim Nur kardeşlerimi her zaman görür gibi bir nevi beraberlik hissediyorum. Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam, hangi Risaleyi açsa, benimle değil, hadim-i Kur'ân olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imânîyeden zevkle ders alabilir. Evet, Risale-i Nur'la görüşen benim adi şahsımla değil, Kur'ân hadimi ve Nur tercümanıyla görüşüyor. Çünkü Nurlardaki ilim başka kitaplar gibi bir ilmî ders dinlemek

değil, belki müellifinin mânevî ameliyat ve tedavileri içinde ve bütün lâtife ve duygularıyla çırpındığı ve çalıştığı ve kısmen aynelyakîn kazandığı aklî ve halî ve kalbî hissettiği ve zevk ettiği hakikatları onun ders aldığı yerden ders almak ve manevî muhavere ve sual ve cevabı müstefîdane dinlemektedir. Bu ise fena ve fânî şahsımla sohbetten çok ziyade faydası var. Hem meşrebimizde surî ve muvakkat sohbet esas değil, manevî ve daimî sohbet yeter. Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olmadığımdan kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp, o para ile kendi kitaplarımı yazan kardeşlerimden satın alıyorum. Ta Risale-i Nur'un ihlasına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin. Ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye alet edilmesin. Rabian: Nurun hakikî şakirtlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli. Başka şereflere veya maddî manevî menfaatlere gözünü dikmesin. Hem münakaşa, münazaa, mesail-i diniyede damara dokunacak tarafgirane mübahese etmemek lazımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın.' Üstadımız 1960'ta 'Bu sene teravihi beraber kılacağız' dedi. Bizler çok sevindik. Ceylân Ağabeyle konuşmuştuk. 'Bu sene Ramazan'ı Isparta camilerinde sırayla gidip kılalım.' Mübarek Tahiri Ağabey teravihi bir buçuk iki saatte kıldırıyordu. İflahımız kesiliyordu. Üstadımızdan böyle müjde gelince çok sevindik. O sırada Ceylan

Ağabeyin babası kamyon almış. Ceylân Ağabeyi istiyordu. O da Emirdağ'a gitmişti. Ramazan geldi, namaza başladık. Üstadımız yatsı namazının farzını kıldırıyordu. Tahiri Ağabey de teravihi kıldırıyordu. Bizim yattığımız odanın karşısındaki odayı mescit olarak kullanıyorduk. Odada Üstadımız, Tahiri Ağabey, Zübeyir Ağebey, Sungur Ağabey, Hüsnü kardeşle beş-altı kişi oluyorduk. Ramazan'ın tam on beşiydi. Üstadımız çok rahatsız oldu. Zübeyir Ağabey Tahiri Ağabeye, 'Ağabey, yarıda keselim, sonra tamamlarız' sözüne Üstadımız, 'Yok tamam kılacağız' dedi. Ve tamam kıldık. Üstad çok ağırlaştı. Yatağına götürüp yatırdık. Sungur Ağabeyle Cevşen okumaya başladık. Zübeyir Ağabeyin yatağının bir tarafında ben, bir tarafında Sungur Ağabey oturduk. Benimle Sungur Ağabeyin kulağımızdan tuttu, 'Evlatlarım, evlatlarım, katiyyen müteesir olmayın. Risale-i Nur dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Katiyyen merak etmeyin. Ben kemal-i ferahla gideceğim' dedi. Koltuğuna girerek yatağına götürdük. Ramazan'ın on beşinden sonra hiçbirimiz yatmazdık. Üstadımız dahil ağabeyler hep ayaktaydık. Sabah oldu, Üstad bizleri çağırdı, 'Emirdağ'a gideceğiz' dedi. Bana da 'Hazırlan, seni annenin yanına götüreceğim' dedi. Ben de Emirdağ'a gidince muhakkak köye uğrarız, köylüler Üstadımızın elini öpeceğiz diye rahatsız ediyorlardı. 'Sungur Ağabey gitsin' dedim. O Ankara'ya gidecekti. Tarihçe-i Hayat'ın mahkemesi vardı. Üstadımız, 'Doğru, Sungur'u götürelim' dedi. Beraber gittiler. Ben bilemedim. Oysa Üstadımız annemle vedalaşacakmış. Nitekim Emirdağ'da ağabeylerle vedalaştı, geldi. Bu

Üstadın son gidişiydi. "Hoca Efendi nereye gitti?" Üstad Emirdağ'a son olarak 17 Mart 1960'ta gitti. İki gün orada kaldı. Üstadımız, Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeşimiz ve Sungur Ağabeylerle birlikte sabah saat sekizde Emirdağ'a hareket ettiler. Evimizin önünde polis bekliyordu. Tahirî Ağabeyle ben Isparta'da kalmıştık, bir saat sonra polisler geldi. Zili çaldılar, aşağı indik. 'Hoca Efendi ne tarafa gitti' dediler. Biz de, 'Bilmiyoruz, gideceği yeri söylemez. Emirdağ'a mı, Barla'ya mı? Bilmiyoruz' dedik. Hemen gittiler, muhtelif yerlere telefon ederek Üstadı aramışlar. Hazret-i Üstad, 19 Mart 1960 Cumartesi günü, ikindi namazından sonra geldi. İkindiden evvel de bir polis gelmişti. 'Hoca Emirdağ'dan hareket etmiş' dedi. 'Gelmedi' dedik. Hakikaten bir saat sonra geldi. Eve gelmeden korna çalardı. Üstadın arabasının kornasını bilirdik. Korna çaldı. Tahirî Ağabey ile beraber hemen aşağıya indik. Kapıyı açtık, araba içeri girdi. "Urfa'ya gideceğiz" Üstadımız arabanın arka koltuğunda yatıyordu, zorla kucağımıza aldık, arabadan çıkardık. Merdivenden çıkarken sırtımıza almak istedik, binmedi. Kollarına girdik. Tahirî Ağabey ile beraber yatağına yatırdık. Çok şiddetli ateşi vardı, yanından hiç ayrılmadık. Namazları da nöbetle

kılıyorduk. Üstadımızın hizmetinde o anda Tahirî Ağabey, Zübeyir Ağabey ve Hüsnü kardeşimizle dördümüz bulunuyorduk. 19 Mart 1960 gecesi saat iki veya iki buçuktu. Zübeyir Ağabey ile beraber Üstadın başında nöbet tutuyorduk. Zübeyir Ağabey kollarını ovuyor, ben de ayaklarını ovuyordum. Üstadımız bana baktı. 'Gideceğiz' dedi. 'Üstadım, nereye gideceğiz?' dediğimde, 'Urfa.. Diyarbakır...' dedi. Tekrar, 'Gideceğiz' dedi. 'Nereye Üstadım?' dediğimde, 'Urfa'ya gideceğiz diye söylenince, Zübeyir Ağabey, 'Çok ateşli de ondan öyle diyor' dedi. Burada şunları da yazmak isterim: Bizler çok gafletteyiz. 1951'de Üstadımız bütün hususî kitaplarını Urfa'ya göndermişti. Mevlânâ Halit Hazretlerinden kendisine kalan cübbeyi de göndermişti. Köyümüzden Emirdağ'a Üstadı ziyarete gitmiştim. O sırada Eskişehir'den Astsubay Ahmet Özyazar ve Urfa'dan Vahdettin Gayberi, daha başkaları astsubaylar da vardı. Üstadımız, 'Tam tam, siz Eskişehir'de meşveret edin. Eğer münasip görürseniz, Bayram, benim Albay Reşat Beyde muhafaza olan hususî kitaplarımı, hem Mevlânâ Halit'ten kalan cübbeyi götürsün' demişti. 'Hem Bayram Urfa'da kalsın' demişti. Eskişehir'de meşveret ettiler. 'Trenle gönderelim. Bayram Eskişehir'de kalsın' dendi ve askere gidinceye kadar Eskişehri'de kaldık. Bazen Urfalılardan Üstadı ziyarete gelenlere, 'Ahir ömrümde Urfa'ya

gideceğim. Ben Urfa'ya dua ediyorum. Urfa'nın taşı da, toprağı da mübarektir' derdi. Urfa'dan da kardeşler sık sık mektup yazıyorlardı. Üstadımızı Urfa'ya davet ediyorlardı. Üstad da, 'Geleceğim' derdi. Abdullah Ağabeyle Hüsnü Kardeşimiz o zamanlar, yani 1951-1957 arası Urfa dershanesinde kaldılar. Devamlı Üstadımızla muhabere ederlerdi. Bizlerin hiç hatırına gelmezdi ki; Üstadımız artık Urfa'ya gidecekler. Bizler Üstadımızın öleceğine hiç ihtimal vermiyorduk. Çünkü Üstadımızı çok seviyorduk. Annemizden, babamızdan görmediğimiz şefkat ve merhameti, terbiye ve nezaketi, ilmi, irfanı, şecaati, cesareti, ihlası, uhuvveti, kahramanlığı, tevazu ve mahviyeti hep onda görüyorduk. Acîb bir mahviyet. Üç dört sene evvelinden vasiyet etmeye başladı: Kardeşlerim, evlâtlarım, artık ben gideceğim. Cenab-ı Allah'tan biraz ömür istedim. Tâ ki, bu günleri göreyim, Risale-i Nurlar matbaalarda basılsın, ehl-i dünyanın nazarı bende, benimle meşgul olsun ki, Risale-i Nur Külliyatı matbaalarda tamamlansın.' Hakikaten mühim mecmualar tamamlanmıştı. "Arabayı hazırlıyoruz" Saat iki buçuk civarında, sık sık tekrarlamaya başladı, 'Sabah olsun hemen Urfa'ya gideceğiz' diyordu. Diyarbakır, bir sefer ağzından çıktı. Daima Urfa diyordu. Tahirî Ağabeyle Hüsnü kardeşimiz nöbete geldi. Biz Zübeyir

Ağabeyle sahur yemeği yemeye gittik. Üstadımız yine, 'Urfa'ya gideceğiz hazırlanın' diyor, Hüsnü kardeşimize. Hüsnü de 'Lastikler arızalı' diyor. Üstad, 'Urfa'ya gideceğiz, başka araba da olabilir ve iki yüz elli lira olsa veririz. Hattâ cübbemi bile satabilirim' diyordu. Hüsnü geldi, hemen arabayı hazırlamaya başladık. Hakikaten lastikler patlaktı. O zaman yeni lastik bulmak zordu. O sırada Üstadımız, Tahirî Ağabeyi, 'Git, sen de yardım et' diye bir kaç sefer gönderdi. 'Kardeşim, ben de yardım edeyim, Üstad acele ediyor, çabuk olun' dedi. Arabayı hazırladık. Üstadımız da hazırlandı, Zübeyir Ağabey de akşamdan beri, 'Keşke Bayram da beraber gitse, bize çok yardım eder, yalnız başımıza çok zor oluyor' diyordu. Çünkü Üstadımız Ankara veya İstanbul'a giderken kimseyi götürmüyordu. Yalnız Zübeyir Ağabey ile Hüsnü kardeşimiz gidiyorlardı. Zübeyir Ağabey de, 'Nazar-ı dikkati fazla celbetmesin diye, Üstadımız yanında fazla kimseyi götürmüyor' demişti. Üstadım da hazırlandı, kapıdan çıkacağı zaman, 'Efendim Bayram da gidecek mi?' diye Zübeyir Ağabey Tahirî Ağabeye sordurdu. Üstadımız da, 'Gidecek' dedi. Zaten ben de hazırlanmıştım. Üstadımızı arabanın arkasına yatak koyarak yatırdık. Zübeyir Ağabeyle biz şoför mahaline oturduk. 20 Mart 1960 saat tam dokuzdu. Üstadımızın evinin önünde caddede iki polis bekliyordu. İnönü, Menderes'e hücum etmişti. O zaman hükümet bildirisi olarak radyoda

'Said Nursî'nin Emirdağ ve Isparta'da oturması tavsiye olunur' diye okumuşlardı. Polisler, ekseri Ankara veya İstanbul'a gider diye çok korkuyorlardı. Onun için bilhassa o günlerde çift polis bekliyordu. Araba hareket etmeden, ev sahibi Fitnat Hanım, arabanın yanına geldi. "Allah'a ısmarladık" Üstadımız, 'Hemşirem Allah'a ısmarladık, bana dua edin, çok rahatsızım' demişti. Üstad çok hüzünlü ayrıldı. Fitnat Hanımın da gözleri yaşarmıştı. Biz ayrıldıktan sonra, Fitnat Hanım Tahirî Ağabeye, 'Bu sefer Üstaddan ben şüphelendim. Vallahi yerini aramaya gidiyor' demiş. Biz Tahirî Ağabey ile anlaşmıştık, 'Biz ayrıldığımızda polislere kapıyı açma, hemen yat' demiştik. Çünkü, Tahirî Ağabeyi 'Hoca nereye gitti?' diye suale çekecekler, bizim ne tarafa gittiğimizi öğreneceklerdi. Tahiri Ağabey da hiç kapıyı açmıyor, polisler ev sahibesine geliyorlar. 'Teyze, Hoca Efendi ne zaman gitti, nereye gitti, biliyor musunuz?' dedikleri zaman, Fitnat Hanım polislere, 'Ben bekçi miyim, ne bileyim, siz bekliyorsunuz ya. Siz bilmiyorsunuz da ben mi bileyim?' diyor. Biz garajdan çıktığımızda yağmur yağıyordu, en çok Konya Valisinden korkuyorduk. Çünkü o zamanlar gazetelerin baş manşetlerinde, 'Nurcuların kökünü kazıyacağım' diye her gün aleyhte sözleri çıkıyordu.

Eğirdir'e vardığımızda yağmur çok şiddetlendi. Polis karakolunun önünden geçerken, polisler, yağmurun şiddetinden içeri girmişlerdi, bizi görmediler. Şarkikaraağaç'a varmadan arabanın plakasına çamur attık. Orada da kimse görmedi. Şarkikaraağaç'ı geçtikten sonra Üstad iyileşti. Arabadan çıktı, abdest tazeledi, geldi. Şarkikaraağaç'ı bir kaç kilometre geçtikten sonra yolun sonunda bir çeşme vardı. Bir taşın üzerinde namaz kıldı. Konya'ya varmadan evradları bitirdi, epeyce düzeldi. Meram bağlarına yaklaştığımızda Üstad yine hastalandı. Hiç konuşamıyordu. Konya'ya girişimizde bir bakkaldan zeytin ve peynir aldık. Akşam iftarda yemek için kullanacaktık. Parasını da Üstadımız verdi. 'Evlâtlarım ben çok hastayım, benim yerime siz yiyin' dedi. Konya Valisinin şerrinden korkuyorduk, 'Buradan bizi geri gönderir' diye endişe ediyorduk. Onun şerrinden kurtulmak için daima Ayetü'l-Kürsî'yi okuyordum. Ben Isparta'dan çıkışımızdan itibaren devamlı okuyordum. Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş de aynı şekilde okuyorlarmış, sonradan öğrendim. Konya'dan bizi kimse görmeden inayet-ı Hakla, Mevlânâ Camii yanından, Adana yolu üzerinden hareket ettik. Karapınar'dan geçtik. Ereğli'ye varmadan, Üstadımız öne doğru uzandı ve Zübeyir Ağabeyle benim kulağımdan tuttu. "Merak etmeyiniz" Evlatlarım siz hiç merak etmeyin. Risale-i Nur, dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima

galiptir. Siz hiç merak etmeyin' Bunları mükerrer söyledi. Bazı şeyler daha söyledi. Üstadımızın sözü çok zor anlaşılıyordu. Bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni anlayamadılar, bunlar beni siyasete bulaştırmak istediler' dedi. O zamanlar İstanbul'daki talebeler yürüyüş yapmak istiyorlar, vali de, 'Peki, karşı tarafa da müsaade etsem razı mısınız?' diyor. Solcu talebeler ise, 'Biz razı değiliz. Bize de müsaade etme, onlara da' diyorlar. Bunları Üstadımız duymuştu çok üzülmüştü. 'Ben buradan gitsem bunlar tokat yiyecek, karışacak' demişti. Hakikaten karıştı. Ereğli'ye varmadan ikindi namazını kıldık. Burada Üstadımız namazı arabada kıldı. Akşam namazından Ulukışla'ya vardık. Üstad 'Acaba biraz yemek yiyebilir miyiz?' dedi. Zübeyir Ağabeyle lokantadan pirinç pilavı aldık, pilavdan Üstada yemek yapacaktık. Arabanın arkasında gaz ocağı vardı, fakat ayağı kırıktı ve kış olduğu için çok soğuktu. Pozantı'yı geçerken tren yolu bekçisi sobayı yakmış ısınıyordu. Ben memura rica ettim, 'Hastamız var, ocağımızın ayağı kırıldı, parasını verelim, azıcık yemek ısıtacağız' dedim. Memur razı oldu, 'Buyurun ısıtın' dedi. Zübeyir Ağabeyle Üstad arabada kaldı. Hüsnü kardeşle ben yemeğin suyunu süzdük, çok az tereyağımız vardı çay kaşığı ile kattık, bir yumurta ve biraz da yoğurt kattık. Üstadımız bir kaşık aldı, yiyemedi. Boğazından geçmedi. Gece Adana'dan geçtik, yatsıdan sonra Ceyhan'a vardık. O zaman yol Ceyhan'ın içinden geçiyordu.

Ceyhan'ın kıyısında yatsı namazını kıldık, Hüsnü de bir saat uyudu, devamlı arabayı kullanıyordu. Sahurda Osmaniye'ye vardık, girişte benzin aldık. Ve sahur yemeği yedik. Üstadımız ise hiçbir şey yiyemiyordu. Sabah namazını da Alman Pınarının başında, biz dışarıda, Üstadımız yine arabanın içinde kıldık. O zamana kadar o dağa Gâvur Dağı derlerdi. Sonra da o dağa Nur Dağı ismini koydular. "Urfa'ya varıyoruz" Sabahleyin 7:30 sıralarında Gaziantep'e vardık. Ben lokantadan çorba aldım ve yolu sordum. Antep'te hiç eğlenmedik. Nizip yolundan giderken, kar yağdığından dolayı yollar çok bozuk ve çamurdu. Arabaların bir çoğu yollara saplanmış kalmıştı. Bizim ise ne lastiğimiz patladı, ne de arabamız bozuldu. Adeta rüzgâr gibi gidiyorduk. Zübeyir Ağabey ve Hüsnü kardeşimiz Urfa'da çok kaldıkları için Urfa yollarını çok iyi biliyorlardı. Urfa'ya girdiğimizde saat tam on biri gösteriyordu. Doğru Kadıoğlu Camiine gittik. Çünkü Abdullah Yeğin Ağabey oradaydı. Camiye yakın bir yere vardık. Zübeyir Ağabey camiye Abdullah Ağabeyi çağırmaya koştu. Üstad, 'Çabuk gidelim benim beklemeye vaktim yok' dedi. Abdullah Ağabey, Zübeyir Ağabeyle koşarak geldiler. Abdullah Ağabeye sorduk, 'Hangi otel temiz ise, bizi oraya götür.' Bu arada yanımızda başkaları da vardı. İpek Palas'a gittik. Üstadı indirirken çok kalabalık bir cemaat geldi, daha çokları Üstadı bilemiyordu. Otelin üçüncü katına

çıkardık. Üstadımızı kollarımızın arasından kendini yere atıverdi. Biz Üstadımızın koltuklarına girerek yatacağı odaya götürerek yatırdık. Köşede, 27 numaralı oda idi. Ramazan-ı mübarek olduğundan, Urfa’lılar hatim okumakla meşgul idiler. Halk Üstadın Urfa'ya geldiğini duyunca, İpek Palas'a doğru akın etmeye başladılar. Çokları, 'Neden bize haber vermediniz? Eğer evvelden haber verseydiniz, biz Antep'e kadar gelir, Üstadımızı karşılardık' dediler. Büyük ziyaret başlamış oldu. Zübeyir Ağabey ziyaretçileri kapıdan sırayla gönderiyordu. Ben de Üstadın ellerini tutuyordum, Üstadın ellerini öpüyorlardı. Üstad da onların başından öpüyor, bırakmak istemiyordu. Ben, 'Sen git de başkası gelsin' dediğimde, 'Bak Üstad bırakmak istemiyor' diyorlardı. Bizler de hayret ediyorduk. Çünkü bu bizim hiç görmediğimiz bir hâdise idi. Isparta'da olsun, Emirdağ'da olsun, hasta olduğu zaman kimseyi yanına almazdı. Hattâ Isparta'da iken Üstadın hastalığı anında, 'Üstadım, filanca ağabeylerimize söyleyelim mi?' dediğimizde Üstad, 'Hayır sizden başka kimse gelmesin' derdi. Urfa'da ise hiç kimseye itiraz etmedi. Bütün Urfalıları kucaklıyordu. Biz bilemedik. Mübarek Üstadımızı bütün Urfalılar ziyaret ettiler. Halk, esnaf, subay, asker; hep ziyaret ettiler. Mübarek Üstad hiç itiraz etmedi. Hem tahammül etti, hem de yatmadı. Bizler de yatmadık. Hüsnü kardeş, 'Ben arabayı götüreyim, bir yere koyayım' dedi. Ben de Üstadın yanında idim.

Nöbetle Zübeyir Ağabey ve ben Üstadı yalnız bırakmıyorduk. Ben nöbeti Zübeyir Ağabeye teslim ettim. Birden iki sivil polis memuru geldi. Bana, 'Şoför nerede, hazırlanın gideceksiniz' dedi. Ben de, 'Üstadımız hasta' diye konuşurken on-on bir resmî ve sivil polis daha geldiler, 'Hazırlanın hemen, Isparta'ya gideceksiniz' dediler. Ben de, 'Üstadımıza söyleyeyim' dedim. Üstadın yanına girdim, vaziyeti anlattım. Üstad, onları da çağırdı, onlar da Üstadın yanına girerek İçişleri Bakanı'nın emri olduğunu, Isparta'ya dönülmesi lâzım geldiğini söylediler. "Ben buraya ölmeye geldim" Üstad, 'Acayip ben buraya ölmeye geldim. Belki de öleceğim. Siz benim halimi görüyorsunuz, siz beni müdafaa edin' dedi. Polisler, 'Biz emir kuluyuz, biz ne yapalım,' dediler. Ve Hüsnü kardeşi araba ile beraber otelin önüne getirdiler, halk müthiş kalabalıklar halinde toplandı. O anda otel müsteciri Mahmud Efendi, komiseri merdivenden aşağıya itti. 'Benim misafirimi nasıl zorla göndermek istersin?' diye bağırdı. Halk müthiş bir heyecan içinde idi. Biz de, 'Üstadı zorla ısparta'ya gönderiyorlar' diye halka söyleyince halk daha fazla heyecana geldi. 'Nasıl olur da böyle kıymetli bir misafirimizi, ölüm döşeğinden zorla kaldırıp gönderirler?' diye bağrışmaya başladılar. Vaziyet çok gerginleşti. Polisler artık yukarı çıkıp otele giremez oldular. O zaman, 'Aman

şoför nerede, arabayı buradan götürsün' diye rica ettiler. Araba otelin önünden ayrıldı. Araba gittikten sonra millet biraz teskin oldu. Halk da yine Üstadı ziyarete devam ediyorlardı. Esnaf, memur, âmir, bütün particiler, askerler hep geliyorlardı. 'Üstadı göreceğiz, Üstadı ziyaret edeceğiz' diye... O arada bir doktor geldi, Üstadı muayene etmek için emniyetten bizzat gönderilmişti. Doktor muayene etmeden tekrar doktoru geri çevirdiler. Çünkü doktor muayene etse, mümkün değil ki sağlam raporu versin. Hasta raporu almaması için muayene ettirmeden geri çevirdiler. Tekrar komiser rica etti, kendisi bizzat Üstad ile görüşmek istedi. Hattâ komiser şöyle demişti: Yaman Üstadınız var. Ona söyleyin, yukarıdan, vekâletten katî emir var, hemen Urfa'dan çıkacaksınız. Doğru geldiğiniz yere, kendi arabanız ile gidemezseniz, sizi ambulansla göndereceğiz.' Efendim hastalığı şiddetlidir, tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsız. Biz Üstadımıza müdahale edemeyiz, zaten bitkin bir haldedir' dedik. O da, 'Buraya nasıl kalkıp geldi ise, öyle de gidecek. Bizzat Vekil Beyden gelen emir katîdir. Hemen Urfa'dan çıkacaksınız.' Biz hiç müdahele edemeyiz, siz gelin, bizzat söyleyip, durumu arz edin, bize gidelim derse biz de gideriz. Biz kendisine hiçbir şey söyleyemeyiz. Sizin emrinizi de biz

ona tebliğ edemeyiz.' Emniyet Müdürü ve memurlar hiddetlenip, bağırıp çağırıyorlardı. 'Ne demek o öyle, siz ona en küçük bir şey de mi söylemezsiniz?' Evet efendim, söyleyemeyiz. Üstadımız ne derse harfiyyen yerine getiririz.' Ben de âmirlerime bağlıyım. İki saat içinde burayı terk edip, Isparta'ya döneceksiniz' diyorlardı. "Bediüzzaman'ın kılına halel gelmeyecek" Bu esnada Bediüzzaman'ın Urfa'dan çıkarılacağı haberi bütün havalide süratle yayılıyordu. Durumu haber alan DP İl Başkanı Mehmed Hatiboğlu koşarak Emniyete gelip Emniyet Müdürüne sertçe çıkışıyordu. 'Ne oluyor, eğer Bediüzzaman Hazretlerini buradan çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz. Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım dahi attıramazsınız. Bu bizim misafirimizdir.' Efendim, üstten, vekâletten emir var. Derhal geldiği gibi dönecek' diyorlardı. Nasıl döner yahu, adamcağız şiddetli hasta, kıpırdayacak halde değil, çok muhterem bir zattır, misafir olarak buraya gelmiş. Tanrı misafiridir. Bu kadar tazyike lüzum yok.' Efendim, Ankara'dan gelen emir çok şiddetlidir ve katîdir, derhal dönmesi lâzım' denince, hiddetlenen

Hatiboğlu tabancasını masaya dayadı. Bediüzzaman'ın Urfa'dan götürüleceğini haber alan beş-altı bin kişi otelin önünde toplanmışlardı. Bu durum karşısında hastaneye koştuk. Baştabibe bir dilekçe ile müracaat ederek, yola devam edemeyecek olduğunu arz ile muayenesini istedik. Mehmed Hatiboğlu hükümet doktorunu getirdi. Bediüzzaman'ı muayene eden doktor, 'Siz ne cesaretle buraya geldiniz, kırk derece ateşi var. Bu durumda hiç bir yere gidemez. Yarın dokuzda gelin, bu zata heyet raporu verelim. Bu hali ile bir yere gidemez' diye teminat verdi. "Meğer Üstad vefat etmiş" Akşam namazından sonra ben bir türlü ayakta duramadım. Durumu Zübeyir Ağabeye anlattım. 'Kardeşim, git yat' dedi ve ben de yattım. İki saat filan uyumuşum ki Zübeyir Ağabey geldi. 'Kardeşim tahammül kalmadı, bir haftadır uyumadım.' Ben de: 'Gel Zübeyir Ağabey, hemen nöbeti değişelim' dedim. Yatsı namazını kıldım. Zübeyir Ağabey yattı. Hüsnü kardeşimizle beraberdik. Hüsnü: 'Düşeceğim, ayaklarım da uykusuzluktan sancılanıyor' dedi. Hüsnü'ye: 'Ben iyiyim, sen de git' dedim. Hüsnü de Zübeyir ve Abdullah Ağabeyin kaldığı odaya gitti. Ben, Üstadın yanında idim, kapı arkadan kilitliydi. Gündüzden Üstad çok hararetli olduğu için, buz istemişti. Biz aramış bulamamıştık. Gece arkadaşlar bir yerden buz

bulup getirmişlerdi. 'Buz bulduk Üstadım' dedim, istemedi. 'Üstadım çay yapayım' dedim. Üstad 'İstemez' diye işaret etti. Üstadın mübarek dudakları kuruyordu. Ben ıslak mendille siliyordum, bu hiç görülmemiş bir hararetti. Saat iki buçuk sıralarında idi. Ben Üstadın üzerini örtüyordum. Üstad atıyordu. Bir müddet böyle devam etti. Üstad ışıktan rahatsız olmasın diye lâmbaya mendil sararak ışığı azaltmıştım. Bir ara birden Üstad boynumu tuttu, ben üstadın kollarını ovuyordum. O anda Üstad ellerini göğsüne koydu uyudu. Ben de Üstad uyudu diye sobayı yaktım. Üstadın ayak ucuna geçip uyanacak diye bekliyordum. Ağabeyler de gelecek de sahur yemeği yiyeceğiz diyordum. "İnna lillah..." Ah bilmiyordum ki, Üstadım ebedî âleme göçmüş. Bu fani dünyaya gözünü yummuş. Başımdan hiç geçmemişti ki, nasıl bileyim, Üstadımın vefatını anlamayarak uyudu zannediyordum. Sahur da geçti. Abdullah ve Zübeyir Ağabeyle Hüsnü kardeş geldiler. 'Bayram, uyuyakalmışız' dediler. Ben de 'Siz gelin, Üstad uyudu, üşütmeyin, ben sabah namazını kılayım' diye onların yattığı odaya geçip namaz kıldım. Cüz'üm vardı, onu okuyup biraz yatayım derken, birden içeriden ağabeyler, 'Yahu Bayram, Üstad Hazretlerinden ses gelmiyor' dediler. Ben, 'Üstad uyudu, onu üşütmeyin' dedim. Tekrar geldiler. 'Bayram, Üstaddan ses gelmiyor' deyince ben de beraber Üstadın odasına vardım. Zübeyir Ağabey baş ucunda, dördümüz Üstada

bakıyoruz. Üstaddan hiç ses gelmiyor. Fakat vücudu sıcacık. Bizi müthiş bir telaş aldı. Zübeyir Ağabey 'Üstada böyle haller olur, geçer' diyordu ama, ben fena üzülüyordum. Hiçbirimizin başından böyle bir hâdise geçmemişti. Zübeyir Ağabey, 'Urfa'da Elazığlı Vaiz Ömer Efendi var, ona haber gönderelim, o bilir' dedi. Haber gönderdik, geldi. Üstadı görünce; 'İnna lillah ve inna ileyhi raciûn. Üstad vefat etmiş kardeşlerim' dedi. "Haber kısa zamanda yayıldı" Zübeyir Ağabey, 'Üstada böyle haller olur, geçer' dedi. Ben de Üstadın vefatına katiyyen inanmıyordum. Afyon hapsinde Üstadımızı zehirlemişlerdi. Üstadın dili kızarmıştı. Biz devamlı ağlıyorduk. Zübeyir Ağabeyle Ceylân Ağabeyler beraberdi. O anda Ahmed Feyzi Ağabey: Budalalar ne ağlıyorsunuz, daha Üstadın ömrü uzun' demişti. 1949'da söylemişti. O anda Ahmed Fevzi Ağabeyin sözleri hatırıma geldi. 'Acaba yine Üstadın ömrü uzun mu?' diye kendimi teselli ediyordum. Kimseye bir şey diyemiyorduk. Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah Ağabey, Üstadın yanından ayrıldılar. Isparta, Ankara, Emirdağ, İstanbul, Diyarbakır v.s. yerlere Üstadın vefat haberin telgraf çekerek bildiriyorlardı. Sabahleyin halk yine Üstadı ziyarete başladı. Ben de pencereden, 'Üstadımız uyudu' dedim. Üstadımızın üstüne bir tülbent örtmüştük. Az sonra otel sahibi gelmiş, kapıdan şöyle bakınca durumu

anlamıştı. Eyvah deyip dizlerine vurarak feryad etmeye başlamıştı. Dışarıda otelci ile Emniyet Müdürü karşılaşınca, Emniyet Müdürü, 'Bu telaş nedir?' diye soruyor, o da, 'Bediüzzaman Hazretleri vefat etti' demiş. "Ben şüpheleniyorum" Hakikat mı?' diyor, o da 'Evet' diyor. Emniyet Müdürü ve bütün emniyet teşkilâtı ve otelin önüne Üstadı Isparta'ya zorla göndermek için gelen jandarma teşkilâtı geri döndüler. Hemen Emniyet Müdürü aslı olup olmadığını anlamak için bir doktor gönderdi. Doktor geldi ve Üstadı muayene etti ve 'Allah Allah çok fazla hararet var' dedi. Bana, 'Bir ayna var mı?' diye sordu. Üstadın ağzına, getirdiğim aynayı koydu, nefes gelmediğini görünce, 'Evet Üstad vefat etmiş' dedi. 'Fakat hiç ölüm haline benzemiyor, yalnız bu cenazenin hemen kalkmasını istemiyorum. Biraz kalsın, ben şüpheleniyorum' dedi. Daha sonra doktor raporu yazdı ve emniyete verdi. Zaten biz de hemen kalksın istemiyorduk. O arada tereke hâkimi geldi. Üstadın saat, cübbe, seccade, sarık gibi eşyalarını tesbit etti. Bunları kardeşine verilmesini kararlaştırdı. Vefat haberini alan binlerce Urfalı akın ederek otelin önünü doldurdular. Bütün illere telgraflarla, telefonlara Üstadın vefat haberi duyuruldu. Mehmed Hatiboğlu ve diğer Urfa'nın ileri gelenleir, 'Üstadı Dergâhta yıkayacağız ve oraya defnedeceğiz diye karar aldılar. Üstadın mübarek naaşı öğle namazından sonra İpek Palas'tan alındı ve iki saatte ancak Dergâha gidebildi. Müthiş bir kalabalık vardı.

Bütün Urfalılar dükkânlarını kapamışlardı. Cenaze giderken ben ve Hüsnü kardeş bayılmıştık. Abdullah Yeğin Ağabey de bizi teselli ediyordu. 'Çocuk musunuz' Kendinize gelin' diye... Urfa'da şimdiye kadar böyle bir kalabalığın daha meydana gelmediğini söylüyorlardı Urfalılar... Urfa'ya akın Dergâha vardığımızda çok kalabalıktı. Dergâha girmek de çok zordu. Bizim içeri girmemiz için açıldılar. Üstadın cenazesini Dergâhın içinde yıkamak mümkün oldu. Üstadın cenazesini Molla Abdülhamid Efendi (Urfa'nın tanınmış ve çok sevilen âlimlerinden) yıkadı. Molla Abdülhamid Efendi, Şafiî mezhebindendi. Üstadın hizmetkârları Zübeyir Ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah Ağabey ve Hulusi Ağabey beraber yardım ettik. Oradan Ulu Camiye Üstad için hatim okumaya gittik. Cenazeyi beraber götürdük. O gece üstadın cenazesi camide kaldı. Diyarbakır, Elâzığ, Maraş, Gaziantep, Adana ve Urfa civarı, vilâyet, kaza ve köylerden gelen çok kalabalık bir cemaatle sabaha kadar hatimler okundu. Cenaze Cuma günü kaldırılacakken Urfa'da çok fazla izdiham olmasından dolayı vazgeçildi. Bir de Isparta milletvekilleri Menderes'e çıkarak, Üstadın cenazesini Isparta'ya götürmek istediklerini söylemişler. Urfa halkı bunu duyunca, 'Biz buradan cenaze vermeyiz' dediler. Ve günden güne de sadece Türkiye'den değil, dış

devletlerden duyanlar da, Üstadın cenazesine geliyorlardı. Bu durum üzerine Urfa Valisi Şerafettin Atak, bizi çağırdı ve rica etti. 'Cenaza Cuma günü kalkacaktı, çok fazla dahilden ve hariçten kalabalık gelmeye başladı, sizden rica ediyorum, biz bugün ikindi namazını müteakiben cenazeyi defnedeceğiz' dedi. Aniden belediye hoparlörüyle ilân edildi: 'Cenaze namazı Perşembe günü ikindi namazından sonra kılınacak' diye. Bir gün önce de Cuma namazında kılınacağı ilân edilmşti. Ve Perşembe günü ikindi namazını müteakiben, Vali ve Belediye Reisi de dahil olmak üzere cenaze namazı kılındı. Şunu arz etmeden geçemeyeceğim: Cenaze yıkanırken, muhtelif renk ve büyüklükte çeşitli kuşlar geldiler, biz hayret ettik ve hafif hafif de yağmur devam ediyordu. Urfa'da Mübarek Şeyh Müslim isminde bir zat, 1954 yılında Dergâhı tamir ettirdiği sırada ayrıca kendisi için de iki kubbeli yeri yaptırıyor. Talebeleri ve müritleri vasiyeti anında, 'Seni buraya defnedelim' dediklerinde, 'Benim yerim başka yerdik. Buranın sahibi vardır ve gelecektir, burası onundur' diyor. Üstadımızı defin anında, cenaze kabre indirilirken, çok fazla kalabalıktı. Hattâ bir ara Vali yere düşüp altta kalarak eziliyordu. Cenazeyi taşımak için birlikler, halk ve polis birbirlerinin ellerinden âdeta zorla alıyorlardı. Acayip bir kalabalık vardı. Perşembe günü ikindi namazını müteakip Üstadımız defnedildi. Ancak, hususî araba tutanlar yetişebildiler. Ceylân Ağabey, Çalışkan

Hanedanı, Emirdağ Nur Talebeleri çok zor yetiştiler. Merhum Ceylân Ağabey çok fazla üzüldü. 'Kaç sene Üstada hizmet ettik ve vefatında bulunamadım' diye. Çokları da Cumaya kalacak diye, Cuma günü sabah geldiler. Emniyet mülahazasıyla askerî birlikler, Urfa'nın etrafını tanklarla çevirmişti. "Kabrimde nöbet tutacaksın" Bir gün Üstadımız bana: 'Sen benim kabrimde nöbet tutacaksın' demişti. Üstadın vefatından sonra ben Urfa'da kalmak istedim, fakat ağabeyler ısrar ettiler. 'Hiç olmazsa biriniz Isparta'da kalın' diye. Ben hakikaten Urfa'da kalmak istedim. Fakat Zübeyir Ağabey 'Kardeşim, Üstad bana da kabrimi bekle' demişti. 'Şimdi ben kalayım, hem rahatsızım, siz Isparta'ya gidin' dedi. Birkaç gün sonra Üstadı götüren araba ile Ceylân Ağabey, Sungur Ağabey, Hüsnü kardeş, Tahirî Ağabey, Isparta'ya gittik. Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettik. Hüsnü ve Ceylân Ağabey oradan memleketlerine gitmek üzere ayrıldılar. Tahirî Ağabey ile biz Isparta'da kaldık. İki ay sonra ihtilal oldu. Üstadın vefatından sonra Zübeyir Ağabeyi Urfa'dan çıkardılar. O da Isparta'ya geldi. İki gün sonra polisler geldi. Zübeyir Ağabeyle beni Valinin yanına götürdüler. Vali bize çok kızdı, hakaret etti. 'Derhal Isparta'yı terk edin. Burada yılan gibi çöreklenmişsiniz' tabirini kullandı. Üstadımızın evine gittik. Tahiri ve Zübeyir Ağabeyle, 'Ne yapacağız?' diye meşveret ettik. Zübeyir Ağabey, 'Bunlar memleketlerimizde hizmet

ettirmezler. Ben Eskişehir'e gideyim, saatçilik öğreneyim. Köylerde saat tamir edeyim. Sen de şoförsün, Nazilli'de Mustafa kardeşin yanına git. Onun traktörleri var. Bu sıkıntı geçinceye kadar idare edelim' dedi. Ertesi gün Zübeyir Ağabeyin memleketinden 'Baban hasta' diye telgraf geldi. O Konya'ya gitti. Benim üzerimde baskıyı arttırdılar, 'Derhal burayı terk et' dediler. Hüsrev Ağabey, 'Bayram, şimdi ihtilal hükümeti seni zorla çıkartırsa bir daha Isparta'ya koyamayız. Bir müddet buradan ayrıl. Hatta gideceğin yeri de bunlara söyle' dedi. Biz zaten ayrılmaya karar vermiştik. Polisler Terzi Mehmet Ağabeye ve Rüştü Ağabeye gidiyorlar, 'Yukarıdan emir var, Bayram Isparta'dan ayrılsın' diyorlar. Tahiri Ağabey, Mustafa Ezener Ağabeyle beni otobüse bindirdiler. Nazilli'ye vardım. Hacı Mustafa Öztürk çok memnun oldu. 'Arkadaş, başımın üzerinde yerin var' dedi. Üst katta yatak hazırladı. Menderes'in yanında büyük bir çiftliği vardı. Her gün gidip geliyorduk. Allah razı olsun o cesaret ve fedakârlığı hiç unutmam. Bu arada Isparta'daki Ağabeyleri hapis ediyorlar, sonra beni arıyorlar. Tahiri Ağabeyden bir mektup geldi. 'Seni arıyorlar yerinden ayrılma' diyordu. Zübeyir Ağabey de Ankara'dan telefon etmiş, 'Bayram'ı arıyorlar yerinden ayrılmasın' diye. meğer Üstadın kabrini kaldıracakmışlar, tedbir alıyorlarmış. Hatta yukarı kabristanda nöbetçiler bir müddet beklemiş. Bir gün Menderes'in kenarında çadırda yatıyorduk. Rüyamda acayip bir ses, uçak sesi. Ve Urfa'da dergâhın üzerinde beyaz bir uçak. Uçaktan çok fazla gürültü

geliyordu. 'Bekleyin geliyoruz, bekleyin geliyoruz' diye müthiş bir ses geliyordu. Birde tam dergâhın üzerine bir uçak indi. Uçaktan iki mübarek zat indi. Bembeyaz sakalları vardı. Ben hemen vardım birisinin elini öptüm. Arkadan ses geldi, 'Bediüzzaman'ın hizmetinde olan, başkasının elini öpemez' diyordu. Ama ben öptüm. Birkaç gün sonra gazeteler yazdılar, 'Bediüzzaman'ın naaşı denize atıldı v.s.' diye. Çiftlikte su motoru vardı. Motor Menderes'ten su çekiyordu. Üç-dört adam pamukları suluyordu. Kadınlar da çapalıyorlardı. Ben çadıra girdim, İhlas Risalesini okudum, sonra çıktım. Bir başçavuş çadırın önüne geldi, benden sordu: 'Burada bir Nurcu varmış.' Ben de 'Nurcu ne demek?' dedim. 'Ben ne bileyim?' dedi ve gitti. Üç ay falan Nazilli'de kaldım. Oradan İstanbul'a, daha sonra Ankara'ya geçtim. Ankara'da on altı yıl kaldım. *** Tugay Camii Bir gün Üstadımızla Barla'ya gidecektik. Zübeyir Ağabey de vardı. Şoför de Mahmut Çalışkan'dı. Isparta İmam-Hatip okulunda Kur'ân Hocası ve Kesikbaş Camiinde imamlık yapan Hafız Feyzi Efendi (1957), Üstadımıza geldi, Tugaya temel atılacağını, Üstadımızın da gelmesini rica etti. Barla'ya hareket etmek üzereyken Üstadımız Hafız Feyzi'yi kıramadı. 'Peki gideceğiz' dedi. Isparta'nın ileri gelenleri hep oradaydı. Üstadımız da

kalabalığın içine girdi. Tugayın subayları Üstada bakıyorlardı. Çünkü hiç böyle bir zat görmemişlerdi. Kılıkkıyafeti şeair-i İslâmiyeyi gösteriyordu. Elinde şemsiyesi, gözünde güneş gözlüğü vardı. Biz de Zübeyir Ağabey ve Mahmut Çalışkan ile Üstadımızın arkasındaydık. Bütün nazarlar Üstadımızdaydı; herkes birbirine 'Bu zat kim?' diye soruyorlardı. Bir yüzbaşı koşarak bir sandalye getirdi ve 'Buyurun efendim, oturunuz' dedi. Üstad da kendisine teşekkür ederek oturdu. Tugay komutanı çok güzel bir konuşma yaptı. Üstadımız da dinledi. Konuşması bittikten sonra Tugay Komutanı Üstadımıza işaret ederek, 'Hoca Efendi camiye harcı koysun' dedi. Ve Üstadımıza Zübeyir Ağabey malayı doldurdu ve verdi. Üstad 'Bismillah' dedi ve harcı attı. Bizler de Üstadımızın arkasındaydık. Tugay Komutanı Feyzi Fırat Bey, Üstadımıza ve Isparta halkına teşekkür etti. Ondan sonra birçok subay Üstada karşı hürmetle alâkadar oldu. Biz Isparta ve Barla'ya giderken, Üstadımız subaylara ve erlere daima eliyle selâm verirdi. Hattâ Isparta'nın içinde orduevi vardı, oradan geçerken Üstadımız subayları gördüğünde daima onları selâmlardı. Onlar da Üstadın selâmını ayağa kalkarak alırlardı. Üstadımız askerleri çok sever, fazla alâkadar olurdu. Tugay Camiinin yapılmasını çok arzu ediyordu ve çok memnun olmuştu. Cami temeli kalkmaya başladı. Maalesef 27 Mayıs ihtilâli oldu ve cami kaldı. Yeri hâlâ boş duruyor.

"Radyo bir nimet-i ilâhiyedir" Üstadımız radyoyu dinliyordu. İstanbul'da genç Üniversite talebeleri ile gezerken bir taksi içindeki radyoyu dinliyor, ondan sonra 'Nur Âleminin Bir Anahtarı' namında küçük bir risaleyi yazıyor. Üstadımız radyoyu kudret-i İlâhiyenin bir eseri olarak tefekkürle dinlerdi. Radyo bir nimet-i İlâhiyedir. Elbette ve elbette beşer bu büyük nimete karşı umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelime-i tayyibe olan başta Kur'ân-ı Hakim, onun hakikatları, iman ve güzel ahlâk dersleri ve beşere lüzumlu ve zarurî menfaatlarına dair kelimatı olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer. Evet, beşer hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı vardır. Fakat bu keyifli hevesat beşte birisi olmalı, yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahatine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olsa sa'ye şevki kırar.' Lahika mektubu neşrederdi Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şuhur-u selase girdiğinde muhakkak lâhika neşreder, talebelerinin mübarek ay ve günlerini tebrik eder, vesile ile muharebeyi devam ettirirdi. Talebeleriyle devamlı irtibat halinde idi. Lâhika mektuplarından bir misal: Evvela; sizin mübarek şuhur-u selase ve içindeki

kıymettar leyali-i mübarekelerinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak her bir geceyi sizin hakkınızda birer Leyle-i Regaib, Leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin. Hem Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazanınızı ve hem gelecek Leyle-i Kadri, hakkınızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmalinize böyle geçmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz. Hem Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz eder ve bu havaliden Mirac Gecesinden bir gün evvel, bir gün sonra müstesna rahmetin yağması işaret eder ki, umumî rahmet tecellî edecek inşaallah.' Aziz, sıddık kardeşlerim, Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak Ramaz-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hakkınızda kabul eylesin.' Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi. Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur'un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli haberleri Nur Talebelerine gönderirdi. Ramazan geceleri Üstadımız Ramazan'ın on beşinden sonra kendisi yatmazdı, bizi de yatırmazdı. Hattâ çok gece kontrol ederdi. Eğer uyurken yakalarsa, bize su döker, uyandırırdı.

Bizleri uyumamaya alıştırırdı. Mübarek geceleri ihya ettiğimiz zaman sabah namazı olduğunda kılar, yatardık. Hem rivayet-i sahiha ile Leyl-i Kadri nısf-ı âhirde, hususan aşr-ı âhirde arayınız' ferman etmesiyle bu gelecek seksen küsür sene bir ibadet ömrünü kazandıran Leyl-i Kadrin gelecek gecelerde ihtimali pek kavi olmasından istifadeye çalışmak böyle sevaplı yerlerde bir saadettir' diye bize dersler verirdi. Üstadımız mübarek Ramazan'da daima evrad ve ezkarıyla meşgul olurdu, her gün bir cüz okurdu. Bizleri de teşvik ederdi. Bizler Ramazan'da muhakkak cüzlerimizi okurduk. Üstad fitresini bize verirdi. Bizlere de 'Siz talebe-i ulumsunuz, fitrenizi birbirinize devredebilirsiniz' derdi. Biz de birbirimize devrederdik, o parayla buğday alırdık. Sav'da, bazen Kuleönü'nde ekmek yaptırırdık, nafakamızı iktisatlı olarak harcardık. Üstadımız arabaya bindiğinde şu Âyet-i Kerimeyi okurdu. 'Sübhanellezi sehhare lena hâzâ ve ma künna lehü mukrinîn.' Ayrıca yedi defa Ayetü'-Kürsî'yi okurdu. İki öne, iki sağa, iki sola, bir arkaya. "Hayru'l-umûri ahmezüha" Üstadımız daima talebelerini lâhika mektuplarıyla tenvir ve irşad ederdi. Bu lâhika mektuplarıyla talebelerini maddi ve mânevî muhafaza etmiştir. Hem pek çok âli hakikatların anlaşılmasına vesile olmuştur. Hususan musibete düşen ağabey ve kardeşleri şöyle irşad ederdi:

Madem biz kadere teslim olduk, bu sıkıntıları (hayru'l-umûri ahmezüha) sırrıyla sevap kazanmak cihetiyle mânevi bir nimet biliyoruz. Madem gecici dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Madem hakkalyakin derecesinde yakinî bir kanaatimiz var ki, biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz, bu sıkıntılı haller ile müftehirane, müteşekkirane bir mücahede-i mâneviye yapıyoruz, diye şekva etmemek lâzımdır. "Evvel ve âhir tavsiyemiz tesanüdünüzü muhafaza, enaniyet ve benlik ve rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır." Sizdeki ihlas ve metanet şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve sertretmeye kafi bir sebeptir. Ve Risale-i Nur zinciri ile kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlâhiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaene hasenelerin rüçhanına göre muhabbet ve afe muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek sıkıntıdan bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet iki cihetle zulüm olur. İnşaallah birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz. Sıkıntılı musibetleri hiçe indiren bir hakikatlı tesellidir: Birinci: Hakkımızda zahmed rahmete dönmesi,

İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ve ferah, Üçüncü: İnayet-i hususiyetindeki sevinç.

hassanın

Nurcular

hakkında

Dördüncü: Geçici olmasından zevalinden lezzet, Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar, Altıncı: Vazife-iİlâhiyeye karışmamak, Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar, Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok hafif olması, Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur. Dokuz adet mânevi sevinçler öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki, tarif edilmez. Ağır elemlerimizi teskin ediyor.' Bu nevi mektuplarla dışarıda olduğu gibi, hapisteki Nur Talebelerini çeşitli vesilelerle, çeşitli mektuplarla teselli ediyordu. "Yok mu bir talebem?" Üstadımız yine bize bir gün ders anında, 'Afyon hapsinde talebelerim arasında ufak nazlanmalar, huzursuzluk vardı. Çok üzülüyordum. 'Yarabbi, yok mu bunların içinde bir talebem?' dediğim zaman, Tahirî

karşıma çıktı. 'Evet varım Üstadım' diye beni teselli etti. Üstadımız: “Tahiri, 'gençlerin kumandanı' derdi. Tahirî Ağabeydeki hasletler bambaşkadır. En çok beraber kaldığımız, çok mübarek bir ağabeyimizdir. Otuz sene üç ayları tuttu. Ben hiç görmemiştim vitir namazını yatsının arkasından kıldığını. Muhakkak gece erkenden kalkar, teheccüd ve vitir namazını kılardı. Nur Talebelerinin adeta bir dua hazinesiydi. Üstadımızdan ne gördüyse aynen tatbik ederdi. Ben hiç kimse hakkında Üstadımızın böyle dediğini duymamışım. 'Tahirî velîdir. Dünyada kendini bilmesin' derdi. Ben Üstadımızdan bu sözü, çok defa Tahirî Ağabey hakkında duymuşum. Afyon hapsinde Yalaman Camii imamı Hafız Osman Toprak'ın, Tahiri Ağabey hakkındaki bir hatırası: 1948'de Afyon hapsinde tam altmış dört gün mevkuf kaldım. Bu mevkufiyetim merhum Tahiri Mutlu'nun koğuşunda geçti. Hapiste Üstadla devamlı görüşmelerimiz olurdu. Üstad bana bir gün şöyle buyurdu: 'Onlar seni başka koğuşa koyacaklardı. Ben seni Tahiri'nin yanına verdim.' Beni altı koğuş gezdirmişlerdi. Sonunda Tahiri'nin koğuşunda kaldım. Üstad, merhum Tahiri Mutlu için ise şöyle diyordu: 'Tahiri'nin öyle bir derecesi var ki, manevî sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder. Bunu kendisine söyleme. Tahiri dolu bir testidir, artık su almaz. Eğer bu durumu kendisi bilseydi dünyada harcardı. Ya Rabbi, bu manevî varlığını kendisine bildirme. Ahirette ümmet-i Muhammed'e faydası olacak.'

"İstihdam olunmamı isterim! Bir gün yine bir ders esnasında, 'Tahirî, kendini bu dünyada biraz bilmek ister misin? Yoksa istihdam olunmanı mı istersin?' dediğinde. Tahirî Ağabey, 'Aman efendim, istihdam olunmamı isterim' dedi. Tahirî Ağabeyimiz Üstadın hizmetinde olanların içinde hepimizden yaşlıydı. Fakat hepimizden çok çalışırdı. Risale-i Nur olsun, Kur'ân-ı Kerim olsun, gözünden hiçbir noksan kaçmazdı. Tashih ederken bizlerin gözünden kaçar, fakat Tahirî Ağabeyin gözünden hiç kaçmazdı. İçimizde Kur'ân-ı Kerim hizmetinde en fazla Tahirî Ağabeyin hizmeti geçti. Isparta'da en sıkıntılı anlarımızda hem teksir işlerinde, hem mumlu kağıt meselelerinde bütün Risale-i Nur'un hizmetlerinde, en nazik zamanlarda, sırf Allah rızası için, hiç fütur vermeden çalışır, onun çalışması bize gayret verirdi. Bilhassa sabahlara katar teksir işlerinde çalışırdık. Sabahleyin millet yattığında, çuvallarla, yaptığımız teksirli eserleri başka yerlere kaldırırdık. Isparta'da bütün hizmetlerin tedbirinde bize çok müşfikane davranırdı. Hem mânevî pederimiz, hem en kıymetli Ağabeyimiz idi. Hiç yorulmak bilmezdi. "Vazifemiz hizmettir" Üstadımız daima derslerinde, 'Kardeşlerim, bizim vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir. Ama bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek, muarızları kaçırmak ise, vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlup da olsak, kuvve-i mâneviye ve hizmetimize

noksanlık vermeyeceğiz. Bu noktadan kanaat etmek lâzımdır. Meselâ bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celâleddin-i Harzemşah'a demişler. "Cengiz'e karşı muzaffer olacaksın."O demiş: "Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i ilâhiyedir.Ona karışmam."Bende o kahraman-ı islâma iktidaen, Benim vazifem hizmet-i imaniyedir.Kabul ettirmek Cenab-ı Hakka aittir.Vazifemi yaparım. Cenab-ı Allah'ın vazifesine karışmam" İhlâs - Uhuvvet Hususan Üstadımız daima derslerinde ihlâs ve uhuvvetten bahsederdi. 'Bu zaman enaniyet zamanıdır' derdi. Hattâ bir gün Zübeyir Ağabey: 'Üstadım ben enaniyetten çok korkuyorum' dediğinde, mübarek Üstadımız Zübeyir Ağabeye, 'Evet kork, titre' demişti. Bu gaflet zamanında hususan tarafgirâne mefkûreler sahibi her şeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinin ve uhrevî hareketini de dünyevî mesleğine bir nevî âlet hükmüne getiriyorlar. Halbuki hakaik-ı imaniye ve hizmet-i Nuriye-i Kudsiye kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlâhîden başka bir gaye olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında, bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet-i İlâhiyeye dayanmaktadır.'

Risale-i Nur'un kerameti Üstadımız gösterişten, kerametvârî hâdiselerden çok çekinirdi. Meselâ, bir gün ders esnasında, Kastamonu'dan Denizli hapsine götürülürken o zamanki valilerden Nevzat Tandoğan ve o zamanki emniyet teşkilâtı, Üstadımızı istasyonda karşılıyorlar. Güya cürm-ü meşhud halinde yakalayıp, Üstadı cezalandırmak istiyorlar. Üstadımız da o anda sarığını çıkarıp trene biniyor. Vali ve emniyet teşkilâtı çok hayret ediyorlar. Nasıl haber aldı da, böyle hareket edip cürm-ü meşhuddan kurtuldu diye. Üstadımız da, 'Bu keramet değildir. Bir pire onları mağlûp etti' demişti. Çünkü Üstadımızın trene bineceği zaman başına bir pire konuyor, Üstad da başını kaşımak için sarığını çıkarıyor. Emniyet teşkilâtı da bu durumda hiçbir şey yapamıyor. Üstad kerameti kendine almayıp pireye veriyor. Bu neviden hem Denizli'de, hem Eskişehir, hem Afyon hapishanelerinde çeşitli kerametvârî hâdiseler oluyordu. Üstad, 'Benim değil, bu Risale-i Nur'un kerametidir' derdi. Üstadımız gösterişten, kendisine Müceddid nazarıyla bakılmasından rahatsız olurdu. "Yüzüne bakılmasını istemezdi" Bizler Üstadımıza başka bir nazarla baksak, derhal rengi değişir, sıkılır, bizden istiskal eder; ihtiyar ve bakıma ihtiyacı olan bir kimse nazarıyla sırf lillah için baktığımız zaman çok memnun olurdu. Hattâ yemek yaparken, çay yaparken şahsî meseleleriyle fazla meşgul etmek istemezdi. Daima nazarları Risale-i Nur'a ve Nur'un

hizmetlerine tevcih ederdi. Yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak, bizlere muhakkak ikram ederdi. Biz ise almak istemezdik. 'Vermezsem, ikram etmezsem bana dokunur' derdi. Üstadımız yemeğini rahatla yesin diye yemek yerken dışarı çıkardık. Bazen yemeğini yedi, zannı ile sofrayı kaldırmak için habersiz girdiğimiz zaman; 'Keçeli, keçeli midenin kerameti var' der, yemeğini bize verirdi. Üstadımıza hizmet ederken yüzüne baksam, yani mübarek, veli bir zat sıfatıyla baksam hemen sıkılırdı. Hizmet ederken Üstadın yüzüne değil de, yere bakarak hizmet ederdik. Üstad, rahatsız olduğu, sesinin az çıktığı zamanlarda, ben yüzüne baksam, ne demek istediğini hemen anlardım. Bu hususta meleke kesb etmiştim. En küçük bir hareketinin mânasını, Üstadın yüzüne bakmakla anlıyordum. Üstad da, 'Keçeli, kulağı gözünde, bakma' derdi. Bazen de kulunç değneği ile döverdi. Üstadımız bizlere latife ederdi. Hattâ bazen 'Benim şarklı talebelerim lâtife eder beni eğlendirirlerdi. Siz de beni ferahlandırıcı sözler söyleyin' derdi. Hattâ araba ile seyahate giderken Ceylân Ağabeyle beraber şu kasideyi söylerdik, Üstadımız da memnun olurdu. (Bu kaside Hanımlar Rehberi kitabının arkasında dercedilmiştir.) "Annem beni yetiştirdi"

Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı. Teslim etti Risaleyi, Allah'a ısmarladı. Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle imana, Sütüm sana helâl etmem çalışmazsan Kur'ân'a. Yazdığımız Risaledir, okuyoruz Nurları, Biz Nurların yardımiyle hıfzederiz imanı. Medrese-i Nuriyedir Sav ve Barla, Eflâni, Şakirdlere müzahirdir Abdülkadir Geylânî. Mübarekler hey'etiyle Nur ve gül fabrikası, Kalemleri kılınç gibi zamanın harikası. Hapishane dedikleri oldu birer medrese, Genç-ihtiyar, kadın-erkek koşuyorlar bu derse. Tamam otuz beş senedir küfürle etti cihad, Tarih-i İslâmda pek ender görünür bu sebat. Ey Nurcular! Ey Nurcular! Ey mübarek kardeşler! Her an sizden razı olsun Allah ve Peygamber... "Üstadın rahatsızlığı kulunçtu" Üstadımız bunu dinlerken çok memnun olur ve ferahlardı. Üstadımız rahatsız olduğu zaman daima ferahlandırıcı, müjdeli havadisler söylerdik. 'Söyleyin,' derdi, 'Benim vücudum çok hassas olmuş, en ufak bir şeyden fazla üzülüyorum' derdi. Bizler de çok dikkat ederdik. Üstadımızın üzüleceği bir şey olursa tehir ederdik.

Üstadımızın maddî hastalığı yoktu. Yalnız kulunç hastalığı vardı. Üstadın hastalığı mânevî idi. Âlem-i İslâmın aleyhinde bir şey olsa, Üstad derhal radar gibi hisseder, rahatsız olur, rengi değişir, sesi çıkmaz, bir asabî hal alırdı. O anda hizmeti çok zor olurdu. Türkiye'nin neresinde bir hâdise olsa, Üstad derhal hisseder, bizler de anlardık ki, muhakkak bir yerde Risale-i Nur'un veyahut Nur Talebelerinin aleyhinde bir plân hazırlanıyor. Bunların yüzlercesine şahit olmuşuz. Üstadımız yine son zamanlarda daima, 'Bana merak edici şeyler söylemeyin, benim vücudum çok hassas olmuş, çok fazla üzülüyorum. Daima bana ferahlandırıcı, müjdeli havadisleri söyleyin' derdi. 1954'te Sungur Ağabey Samsun'da hapiste idi. Üstadımız çok fazla alâkadar oluyordu. Daima sorardı. Her zaman Sungur Ağabeyden bahsederdi. Bir gün Üstadımız Ceylân ve Zübeyir Ağabeyle Barla'ya gitmişti. Sungur Ağabeyin tahliye olduğuna dair Samsun'dan telgraf geldi. Üstadımız da bir saat sonra Barla'dan geldi. Ben Üstadımıza müjde verdim. Üstadımız çok sevindi, benim müjdemi ziyafet olarak verdi. "Sen benim aramı açacaksın" Üstadımız katiyyen gıybet ettirmezdi. 'Üstadım, falan böyle söyledi' desek, 'Siz yanlış anlamışsınız, o benim dostumdur, o Risale-i Nur'a dosttur. O öyle söylemez, sen benim kardeşlerimle aramı açacaksın' derdi. Bazı yerlerden, 'Filan hoca Risale-i Nur'un aleyhinde,

Üstadımızın aleyhinde' diye mektup gelirdi. Bazen de gelir, söylerlerdi. Üstadımız da, 'O zat ehl-i ilmdir. Bize dosttur' der, sustururdu. Daima hüsn-ü tevile çalışır ve 'Biz hüsn-ü zanna memuruz' derdi. Hattâ Konya'dan Nur Talebelerinden iki grup geldi. Üstadımızı ziyaret ettiler. Bir grup diğer grubu şikâyet etti. 'Tedbirli hareket etmiyorlar, camide ders yapıyorlar' diye. Diğer grup da öbür grubu şikâyet etti. Üstadımız onlara demişti: 'Kardeşim, sizin hizmetinize ihtiyaç yoktur. Aranızda tesanüdünüze ihtiyaç vardır. Sizler ara sıra İhlas ve Uhuvvet ve Hücumat-ı Sitte risalelerin mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkâlede sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız bu memlekete medar-ı iftihar olacak.' Üstadımız fedâkarlık dersi verirken, eski Şark talebelerinden misaller verirdi. Hattâ Ermeni Taşnaklarından misaller verirdi. 'Onları ateşe atarlar, gözleri patlar, davalarından ve şecaatlerinden vazgeçmezler. Siz benim yeni talebelerim de öyle olmanız lâzımdır. Ben size gidin Rus kumandanını öldürün desem, siz de hiç tereddüt etmeden gitmeniz lâzımdır. Ve sizleri de öyle biliyorum' derdi. "Zararı yok" Ankara'da Tarihçe-i Hayat neşrolunduğunda bir mektup geldi. Mektupta resmin caiz olmadığından bahsediliyordu. Mektubu Üstadımıza okuduk. Üstadımız tebessüm etti, 'Bir kurşun kalem ile resmin boynunu çizdi. 'Zararı yok. Yarım insan yaşamaz ve böyle mektup yazın' dedi. Mektubu

yazan zata aynen Üstadımızın cevabını gönderdik. Buna benzer başka bir mesele: Üstadımız Afyon hapsinden çıktığında Zübeyir Ağabey ile bir evde kalıyordu. Tahirî Ağabey Isparta'dan Üstadımızı ziyarete gelip bir akşam misafir kalıyor. Namaz kılarken resimli para olduğu için cüzdanını çıkarıyor. Sabahleyin Üstadımıza, 'Allah'a ısmarladık' deyip çıkıyor. Garaja geldiği zaman bilet almak için cüzdanını arıyor, bulamıyor. Hemen geriye dönüyor, Üstadın yanına geliyor. Zile basıyor. Zübeyir Ağabey çıkıyor, cüzdanını getiriyor. O anda Üstadımız Tahirî Ağabeyi görünce, 'Niye geldin?' diye soruyor, Tahirî Ağabey de, 'Resimli para olduğu için cüzdanımı çıkartmıştım. Unutmuşum, onu almaya geldim' diyor. Üstadımız, Tahirî Ağabeye darılıyor, 'Bir daha böyle yapma, zararı yok, yarım insan yaşamaz' diyor. "Rüya ile amel edilmez" Üstadımız bize bu hususlarda çok mükerrer ders verirdi. Bazen bizler de cüzdanımızı korduk, yatağın üzerinde filan unuturduk. Üstadımız gördüğünde bize 'Emniyete sadakatsizlik ediyorsunuz. Böyle yapmayın' derdi. 'Çünkü sizin hatırınıza gelmez, fakat diğer kardeşinizin hatırına gelir; acaba bu kardeşimiz parayı kaybetti, benden mi şüpheleniyor?' diye... Yine bir gün Diyarbakır'dan bir mübarek zat mektup yazmıştı Üstadımıza. Orada birisi rüya görmüş, rüyasında Peygamber-i Zişan Efendimiz ve Hülefa-yı Raşidînin ve

Gavs-ı Azam gibi zatların bulunduğu meclise Cibril Alehisselâm gelip, artık hizmetin, neşriyatın sona erdiğini ve bundan böyle maddî cihad lâzım olduğunu söylemiş. Bunu Üstadımıza yazmışlardı, biz de okuduk. Üstadımız hemen kağıt kalem istedi. Cevap yazdırdı. 'O rüyanız mübarektir, yalnız te'vile ve tabire muhtaçtır. Oradaki cihad maddî değil, mânevî iman hizmetidir, düşmana galebe çalmak silâh ile değil, Nur'un iman bürhanlarının küfr-ü mutlaka mânevî galebesine işarettir. Sakın maddî cihad zannedilmesin. Ve ben rüya ile amel etmem' demişti. Üstadımız, Ankara Beyrut Palas Oteline geldiğinde, bazı mühim zatlar kendisini ziyarete gelmişlerdi. Üstad burada, vasiyetnamesi hükmünde olan bir mektubu kaleme aldı. Bu mektup, 'Nur Talebelerinin müsbet hareket tarzını bir kanun gibi ilelebet devam ettirmeleri... ' mânâsında idi. (Bkz. Emirdağ Lâhikası, II. cilt, 213'üncü sahife. Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman'ın vefatından önce vermiş olduğu son derstir.) Gazeteler: "Nurcular beyanname dağıttı." 1958 senesinde Nazillili mahalli gazetelerce Üstadımızın aleyhinde neşriyat yapılmıştı. Çeşitli isnadlarda bulunuluyordu. Nazilli'deki Nur Talebeleri o gazeteyi Isparta'ya, Üstadımıza göndermişlerdi. Biz de Üstadımıza okuduk. Üstadımız çok üzüldü. Buna bir cevap yazın demişti. Allah rahmet etsin, Zübeyir ve Ceylân

Ağabeylerle beraber üç imzalı bir cevap yazıp Nazilli, Ankara ve sair yerlere gönderdik. Ankara'nın genç Nur Talebeleri bu mektubu matbaada bastırıp bazı postahanelerden gönderirken memurlar bunu tesbit etmişler. O zamanki müsbet hükümete muarız, büyük gazeteler de ele geçirmişler. Çok büyük bir hâdise imiş gibi günlerce büyük manşetler attılar. 'Nurcular Ankara'da beyanname dağıttılar' gibi yaygara kopardılar. Hemen hükümet kuvvetleri faaliyete geçti, bizlerin hakkında tevkif kararı verdiler. Ceylân Ağabeyi Emirdağ'da yakalayıp elleri kelepçeli olarak Ankara'ya getirdiler. Bizi de Tahirî ve Rüştü Ağabeyle birlikte polis karakoluna götürdüler. Bir gece orada kaldık. Bir sandalye verdiler, sabaha kadar bir tek sandalye üzerinde nöbetleşe uyuduk. "Herkes Aya çıkıyor" Dar bir yer... Yatacak yer zaten yok. Sabaha kadar polislerle sual-cevaplı münazara yaptık. Bizlere tehdittezvirler savuruyorlar, 'Bediüzzaman nereden geçinir? Siz nereden geçinirsiniz' 'Herkes Aya, Güneşe çıkıyor... Sizler de insanlara Kur'ân-ı Kerim öğretmekle meşgulsünüz... Milleti kırk senedir geri bıraktınız' gibi laflar ediliyorlardı. Biz de cevaben onlara diyorduk; 'Kardeşim, biz sizin Aya, Güneşe çıkmanıza mani değiliz. Biz sizin imanınıza çalışıyoruz. Siz madem ki çalışıyorsunuz, Aya, Güneşe çıkın, biz size mani değil, yardımcı oluruz.' Bu neviden çok şeyler konuşuldu. Bir gün sonra Isparta Hapishanesine aldılar. Orada da bir müddet kaldıktan sonra, Ankara'ya

göndermek için başımıza bir jandarma uzmanı geldi. Bu meselelerle ilgilenen Ahmet isminde Burdurlu bir komiser vardı. 10-15 sene Isparta'da kaldı. Aleyhimize çok çalıştı. Isparta'da ne kadar Nur Talebesi var, Risaleler hangi köyde ne kadar yazılır, hangi köyde ne kadar Nur Talebesi var, nerede teksir olunur, kağıt, kalem nereden alınır? Hangi dükkândan hangi dükkâna mektup gider. Gece gündüz Nur Talebeleriyle meşgul, çok gaddar, çok merhametsiz birisiydi. Isparta'ya Üstadımızı ziyarete kim geldi ise hepsinin adresini alarak evlerini taharri ettirmişti. Çok gayretkeş bir Halk Partili idi. Bu adam hakkında ne kadar anlatılsa bitmez. "Kelepçeleri namaz için açıyorlardı" Bizi trene bindirdiler. Ellerimizde kelepçeli idi. Başımızdaki jandarma uzmanı insaflı idi, namaz vakitlerinde ellerimizi açıyor, sonra tekrar bağlıyordu. Ankara cezaevine geldik. Bu yazıyı kim yazmış, kim bastırmış, kim dağıtmış, onunla kim alâkadar olmuşsa toplayıp on kişiyi Ankara cezaevine koymuşlardı. Biz orada altmış dört gün kaldık. Cezaevinde iken Üstadımız bize haber göndermişti: 'Üzülmesinler, Halk Partinin şiddetli hücumuna karşı Demokratların mason kısmı rüşvet veriyor. Demokratların aleyhinde olmayın. Hem Menderes Japonya'ya gittiği için onun yokluğundan istifade ettiler. Demokratların mason kısmı bu hâdiseyi körükledi.' Ayrıca şöyle bir haber daha göndermişti: 'Âlem-i İslâmda Nur Talebelerine başka bir nazarla bakıyorlar. Bizi serbest

bıraksalar, âlem-i İslam, 'Nurcular bunlarla beraber, onların seyyiatlarına ilişmiyorlar. Demek onlarla beraberler' diyecekler. Fakat şimdi bu hapis gibi ilişmelerle, 'Demek Nurcular onların din aleyhindeki hareketlerini tasvip etmiyorlar. Belki hapis etmişler' diyecekler. Hem yine bizler fakr-u hâlimizle milyonlar lira verseydik bu küllî neşriyatı yaptıramazdık. Demek ki kader-i İlâhî, Ankara cezaevinde kısmetimiz varmış ki, bu şekilde tecellî etti.' "Tahliye oluyoruz" Altmış dört gün kaldıktan sonra tahliye olduk. Mahkememiz bilahare neticelendi. Biz hapiste iken merhum Küçük Ali, Mahmut Çalışkan, Vahşi Şaban Üstadımıza hizmet ediyorlarmış. Üstadımız, 'Bunlar bana bir senelik zahmeti verdiler, beni çok yordular' diye lâtife yapmıştı. Çünkü bizler Üstadın tarz-ı hareketine iyice meleke kesbetmiştik. "Tasannu ve gösterişten çok çekinirdi" Üstadımız tasannu ve gösterişten çok çekinirdi. İhlasın zirvesine çıkmıştı. Üstadı tam manasıyla anlatmaya benim ifadem, kabiliyetim ve kalemim müsait değildir. Üstad her yaşta, anlayışta ve meslekteki kimselerin seviyesine ve durumuna göre konuşur, görüşür hepsini de memnun ederdi. İlkokul talebesinden üniversite talebesine, mualliminden profesörüne kadar, herkesle alâkadar olur, onların durumlarına göre Risale-i Nurlardan ders verir, muhakkak tatmin ederdi. Biz onun karşısında

hiç itiraz edenini görmedik. Hattâ çıktıktan sonra çokları, 'Biz bu sualleri soracaktık, Allah razı olsun, hiç sormaya ihtiyaç kalmadı, hattâ kalbimizde ne varsa hepsinin de cevabını verdi' derlerdi. Bir gün İzmir'den başka yerlerden doktorlar gelmişti. Onlara doktorluk hakkında gayet güzel dersler verince, doktorlar hayret içinde kaldılar. 'Tıpta bunların biz bir kısmını okuduk. Bu kadar tahsil yaptığımız halde, bu anlattıklarını yeni duyuyoruz. Acaba bunları nereden okumuş? Doğrusu Üstadın otuz senedir tatbik ettiği meseleleri, tıp, bugün yeni yeni keşfediyor' demişlerdi. "Herkesin seviyesine göre konuşurdu" Üstad avamın da seviyesine göre konuşurdu, havassın da. Öyle olurdu ki bir köylünün, bir çobanın, bir rençberin seviyesine iner, alçak gönüllülükle ve tam onların anlayacağı bir lisanla konuşuyor, onları memnun ve mesrur ederdi. Bir profesörle konuşurken kâh kozmoğrafyadan bahseder, dünyanın kaç saniyede döndüğü, dakikada kaç yağmur tanesi düştüğünü hesaplar, bu nevi şeylerden konuşurdu. Onlar da, 'Bunların nereden öğrenmiş, biz bunları okumadık, bir kısmını yeni okuyoruz. Dünyanın yaratılışından kıyamete kadar ömrünü biliyor' derlerdi. Dinlerken sevinçlerinden yerlerinde oturamazlar, kalkarlar, otururlar, hayretler içinde kalırlar, 'Allahü Ekber' derlerdi.

Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil, 'Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle, Üstadın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye'de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor' demişti. Çantay: "Bizler Bediüzzaman sayesinde eser verdik." 1961'de Mustafa Polat'la merhum Hasan Basri Çantay'ı ziyarete gitmiştik. Mustafa Polat sordu: 'Neden Üstad tarzında eser yazmadınız.' Kardeşim,' dedi. 'Sizler Üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse Üstadla mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı. Onun fiş takacağı yeri vardı. Bizim fiş takacak yerimiz yok. Kardeşim, sizi tebrik ederim. Bizler Üstadın sayesinde müellif olduk. Bizler korkumuzdan ne eser yazabiliyorduk ve ne de kimseye anlatabiliyorduk. Üstad Hazretleri Risale-i Nurları te'lif etmeye başladı; hem Türkiye'de okuma çığırı açtı, hem de hapishanelerde dayak, kelepçe, açlık, susuzluk her zulme tahammül etti. Fakat onun ihlası, onun şefkati, onun merhameti, onun tevazuu, onun şecaati ve kahramanlığı her şeye galip geldi. Türkiye'de herşey

onun peşinde; emniyeti, polisi, bekçisi, İslâmiyetten mahrum kalmış halkı, İslâmiyetten uzaklaşmış insanları hep aleyhinde. Onun kimsesi yok. Ne ordusu var, ne polisi, ne jandarması, ne bekçisi. Yalnız onun Allah'ı var. Yalnız Allah'a dayanmıştı, yalnız Peygamberine.' "Siz Üstadı anlayamazsınız" Bir gün eski alay müftüsü Osman Nuri Efendi: Kardeşlerim! Sizler Üstadı tek taraflı anlıyorsunuz. Üstadı sizin hafızalarınız anlamaz. Üstad acaip bir insan. Sizler Risale-i Nur'u anlayarak okuyun. Ben eserlerinin hepsini mütalaa edemedim. Fakat çok kitaplarını tetebbu ettim. Hususan işte görüyorsunuz. Fevzi Çakmak'la her gün beraberiz. Çeşitli mevzuları, hattâ dünya ahvalini görüşüyoruz. Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idare edebilecek bir kabiliyet var. Ben öyle görüyorum ve hakikaten de öyledir' demişti. "Üstadı on yedi defa zehirlediler" Üstadımız aynı zamanda yemek yerken yalnız yer, bizler yanında olsak bize verir, 'Vermezsem bana dokunur' derdi. Hattâ Üstadımıza haftada bir ekmek alırdık, ekmeği fırından veya bakkaldan alırken çok dikkat ederdik. Çünkü bizim etrafımızda çeşitli dessaslar vardı. Fırıncılardan ekmek alırken, fırıncının verdiği ekmeği almaz, bir tedbir olarak kendimiz seçer alırdık. Hattâ mandıradan yoğurt alırken yüzlerce kâsenin içinden biz kendimiz seçerdik.

Çünkü Üstadın aleyhinde çok plânlar döndürüyolardı. On yedi sefer zehirlediler. Bizler çok dikkat ediyorduk. Hattâ Üstadımıza su getirirken, suya giderken ve sudan gelirken erkek ve kadın, çoluk çocuk hep bizimle meşgul olmak isterlerdi. Üstadımızın hizmetinde olduğumuz için su getirirken bize yardım etmek isterlerdi. Biz katiyyen kimse ile konuşmazdık. O anda su getirirken Üstadımızın hizmetkârları da olsa birbirimize termosu vermezdik. Üstadımıza ekmek ve yoğurt gibi ne alırsak kapalı bir kap içinde getirirdik. Zehirlenme hâdiselerinden başka, Üstadımız isabet-i nazardan da çekinirdi. Su getirdiğimizde dahi Üstadımız kendisine dokunmasın diye bize yirmi beş kuruş para verirdi. "Hizmetindekilere şefkatle muamele ederdi" Üstadımız hizmetine yeni gelenlere bir-iki sene iltifat eder, okşar, fazla sıkmaz, ağır ağır derslere başlar, fedakârlık, sadakat, tedbir ve ihlas dersleri verirdi. Çok şefkatli muamele ederdi. Hususi hizmetlerini de tedricen yaptırırdı. Bu hususlarda her bakımdan en fedakâr, bir kale gibi imanı olan Zübeyir Ağabey idi. Acaip bir fedakârlık vardı kendisinde. Hattâ Üstadımız bizlere darılsa, kızsa Zübeyir Ağabeyi döverdi. Üstadımız Zübeyir Ağabeyin nefsini tam terbiye etmişti. Zübeyir Ağabeye, 'Bu taştır, bu ağaçtır, topraktır, bu meyyittir' gibi sözlerle nefsini rencide edecek şeyleri söylerdi. Zübeyir Ağabey de, 'Evet Üstadım'

derdi, katiyyen nefsinden dahi itiraz gelmezdi. Allah rahmet eylesin, şefaatına mazhar eylesin. "Zübeyir Ağabey müstesna idi" Bizler Üstadımızın, Risale-i Nur'un tarz-ı hareketini, hem ihlâs, istiğna, mahviyet, fedakârlık, kahramanlık, iktisat; kardeşlerine karşı tevazu, şefkat; düşmanlarına karşı şecaat, cesaret derslerini Üstaddan sonra Zübeyir Ağabeyden aldık. Allah ebediyyen razı olsun, Allah dünyada olduğu gibi, âhirette de Nur Üstadımızın hizmetinden ayırmasın. Kendisinden çok istifade ettik. Sahabelerin isâr hasletine tam mazhardı. Onda, Risale-i Nur'a ve Üstadımıza karşı öyle bir bağlılık vardı ki, katiyyen taviz vermezdi. Kendisi hakaretlere, işkencelere, dayaklara maruz kalsa, zerre kadar sarsılmazdı. Hattâ Afyon hapsinde onun o güzel müdafaalarını hazmedemeyen Afyon savcısı kendisine günlerce dayak attırırdı. Gardiyanları ayartarak onu falakalara yatırırdılar. Gardiyanlar vurdukça Zübeyir Ağabey onların yüzüne tükürür ve 'Vurun, vurun' diye bağırırdı. Hapishanede kendisine insanlık dışı hakaretler yapıldığı halde o, onlara şefkatle muamele edip, hiç ehemmiyet vermezdi. Biriktirmiş olduğu maaşı ile hapishanedeki fakir Nur Talebelerine yardımda bulunur, kendisi yemez, onlara yedirirdi. "Her şeyini Risale-i Nur'a feda etmişti"

Risale-i Nur ve Üstad uğrunda kendisini binler parça da etseler, o, yine Risale-i Nur diye kalkardı. Hattâ bazı zamanlar hasta olurdu. 'Zübeyir Ağabey, polisler geliyor' denildiği zaman hemen kalkar, hiç hastalık eseri kalmazdı. Polisler sık sık kendisini ziyaret ettikleri, bulunduğu eve taharri maksadıyla geldikleri için böyle hareket ederdi. İman ve İslâma dair, şecaate dair bir yazı çıksa, hemen Zübeyir Ağabeyi taharri ederler, o da onlara hiç taviz vermez, âdeta onlarla dalga geçerdi. Üstadımızdan ne görmüş, ne işitmişse harfiyen tatbik ederdi. Üstadımız da en mahrem işlerinde ve hizmetlerinde Zübeyir Ağabeyi istihdam ederdi. Çok zaman siyasî mevzuları veyahut hayat-ı içtimaiyeye dair meseleleri Üstadımız Zübeyir Ağabeye havale ederdi. Bütün içtimaî mektuplarında, siyasilerle görüşmelerde de Zübeyir Ağabey, Ceylân ve Sungur memur olurdu. 'Sungur, bugün seni keyfetmeye götüreceğim' dediğinde; Sungur Ağabey 'Üstadla gezmeye çıkacağım' diye çok sevinirdi. Birden hazırlanır, Üstadımız balkona çıkar, 'Sungur, evlâdım sen kal, filanca yere mektup yaz, veyahut Ankara'da Nur'un hizmetleri var oraya git' der, Ankara'ya gönderirdi. Ekseri bu neviden hâdiseler vuku bulmuştur. Üstadımız, 'Sungur, senin hayatın Nurlarla kaimdir, ' derdi ve 'Şahsî hizmetimden ziyade, sen Risale-i Nur'un hizmetiyle mükellefsin' derdi. Hayat-ı içtimaiyeye dair mektup işlerinde, siyasilerle görüşmelerde ve Ankara'daki Nur hizmetlerinde ekseri Sungur Ağabeyi istihdam ederdi. Üstadımız daima akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi kimsenin

elinden almaz, yalnız işaret ederdi. "Zübeyir böyle yapalım mı?" Meselâ, Zübeyir Ağabeyi çağırır, 'Zübeyir böyle yapalım mı?' der, işaret ederdi. Zübeyir Ağabey, de 'Evet Üstadım, yapalım' derdi. Üstadımızın işaret ve emri olmadan katiyyen ne mektup yazar ve ne de başka şeyle meşgul olurdu. Daima, Üstad, Risale-i Nur diye yaşar, onlarla yatar, kalkardı. “Niçin gazete ile meşgul oluyorsun?” “Zübeyir Ağabeyin gayreti de yetişilmez mertebede idi. Bizim anlayamadığımız meselelere o çok ehemmiyetle eğilirdi. Meselâ İttihat gazetesi çıktığında Zübeyir Ağabey, Galata Köprüsünde gazete satmıştı. Ankara’ya geldiğinde, ‘Niye böyle yapıyorsun? Sen gazeteci mi oldun, ne lüzum var da gazete ile meşgul oluyorsun? Bunlarla çocuklar meşgul olur, sen çocuk musun?’ diye, haddim olmayarak darılmıştım. Çok üzüldü. ‘Haklısın, ama Üstadı ve Risale-i Nur’u ne ile tanıtacağız? Üstadımız bizlere gazete okutturmuyor muydu? Üstad sağcı neşriyatı takip etmiyor muydu? Gazeteciliğin on seyyiesi olursa, yüz hasenesi olur. Bu iyi bir meslek değil, gazetecilikle insan kendini harcar, çok zor bir meslek. Ben bunlara mani olamam. Üstadı dünyaya ilân edeceğim, dünyaya tanıtacağım, diye bu tehlikeye atılıyorlar. Bizler aleyhinde olmayalım. Ben bunları teşvik için gazete sattım’ demişti. “Bunlar Nur Talebelerini parçalıyorlar”

“Nizam Partisi kurulduğunda hiç taviz vermedi. Daima Nurum içtimaî hayatımıza dair derslerini anlatırdı. ‘Ama Ağabey, bunlar Müslüman değiller mi? Bunlar kardeşlerimiz değil mi?’ dediğimde, ‘Bunlar Üstadı anlayamamışlar. Bunlar bilmeyerek Nur Talebelerini parçalıyorlar, çok, pek çok zarar veriyorlar’ diyordu. “Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur prensiplerine aykırı hareketlere katiyyen müsamaha etmezdi. ‘Nur Talebelerini parçalamak isteyenler, Risale-i Nur’un düsturlarını bilmiyorlar, bize siyasî bir gözle bakıyorlar, baktırıyorlar. Bizim siyasetimiz, sırf reylerimizle Halk Partisini iktidara getirmemek, milleti bölmemektir. ‘Biz Üstadımızdan böyle dersimizi aldık. Lâhikaları okumuyorlar veyahut okumak istemiyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu hayat-ı içtimaiyeye dair mektupları bize Üstadımız ders vermedi mi? Bunları bize Üstadımız yazdırmadı mı? Biz bunların hepsini de biliyoruz ve Üstadımız bu meselelere ne kadar ehemmiyet veriyordu, onu da biliyoruz. Bunlar Üstadımıza tek taraflı bakıyorlar, Üstadımız vazifeli. Üstad her cihetle Üstad değil mi de, bunlar başka bir çığır açmak istiyorlar. Nur Talebelerini siyasî yapmak istiyorlar’ diyor ve bunlara çok üzülüyordu. “Halbuki Üstadımız nazarları daima Nurlara veriyordu. Evet mesleğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas sebat ve metanettir ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş, bir adam yirmi otuz yaşında

iken, altmış yetmiş yaşındaki velilere teveffuk etmiş’ derdi. ‘Bunun gibi biz de Üstad Hazretlerinden ne görmüşsek, ne duymuşsak ona ittiba etmeye mükellefiz. Yeni bir çığır açmayalım. Onlar da inşaallah anlayacaklardır. Üstadımızın son mektuplarını okumuyorlar, okusalar herhalde anlayacaklar. Eğer yine anlayamazlarsa o zaman anlamak istemiyorlar.’ “Halk Partililerin iftirası” “Emirdağ’da bazen Halk Partililer gelir, bizleri tanımazlar, ‘Yahu şu Çalışkanlar var ya, bir risaleyi, bir liralık bir kitabı beş liraya satıyorlar’ gibi çoklara su-i zan verirlerdi. Maksatları Çalışkanlar hanedanının kuvve-i mâneviyelerini kırmaktı. Halbuki bütün ziyarete gelenleri onlar misafir ederlerdi. Maddi-mânevî alâkadar olurlardı, paralarını verirlerdi. Kahraman Emirdağ Nur Talebeleri, Üstadımıza karşı çok sadıktırlar. Üstadları için canlarını verirlerdi. O kadar baskı, tehdit, zulüm ve tarassut onları hiç yıldırmadığı gibi bilâkis daha çok kahramanlık yaparlardı. Öyle zaman oldu ki, öz kardeşin üçünü de oğulları ile beraber hapsettiler. Günlerce, aylarca dükkânları kapalı kaldı, iflas ettirinceye kadar çalıştılar, ama yine onlar kazandı. Dünya malının fani olduğunu ve Üstadın verdiği derslerin mahiyetini tam anlamaya vesile oldu. Değil malları ve servetleri, onlar, Üstad ve Risale-i Nur için canlarını veriyorlardı. Servetlerini kaybetmiş, iflas etmiş, bunları düşünmüyorlardı bile. “Hamza Emek o zamanlar Demokrat Parti ilçe başkanı

idi. Sırf hizmet için parti başkanlığı yapardı. Çünkü Emirdağ’a gönderilen kaymakam, jandarma v.s. gibi kişiler kasıtlı olarak menfî insanlardan seçer gönderirlerdi. Hamza Emek parti başkanı olduğu için kendisine diş geçiremezlerdi. "Herkese itimat edemezdik" Üstad kimsenin yemeğini yemediği halde, Ceylân Ağabeyin annesini yaptığı yemeği yerdi. Hususan köfte gibi yemekleri daima Ceylân Ağabeyin annesi Fethiye Hanıma yaptırırdı ve onun yemeğini yerdi, ona dua ederdi. Bir de Firdevs Hanım vardı, çok ihlaslı idi. O da Üstada yoğurt yapardı, hem ineği bereketliydi. Üstad Emridağ'a gelmeden Üstadın geleceğini hisseder, yoğurt hazırlardı. Herkesten yoğurt alamazdık, çünkü zehir vermek için daima çalışanlar vardı. Hattâ bir defasında yukarıdan emir geliyor ve ne yapın yapın Bediüzzaman'ı hastaneye yatırın, ona bakan bir hizmetçi koyun ve para da almayın deniliyordu. Tabiî bu plânlar hep akim kaldı. Çünkü Üstadda müthiş bir feraset, tedbir, hassasiyet, ihlas vardı. Derhal farkına varıyordu, ona göre de tedbir alıyordu. Tarihçe-i Hayat'ta bunların bir kısmı geçer. Üstada neler yaptılar neler? Geceleri aniden karakola çağırmak, akşamdan sonra mahkemeye çağırmak, ziyaretçi gelmişse niye geldi diye çağırmak... Biçare bir köylü Üstadın elini öpse peşine takipçi koyarlardı. Üstadın evinden çıkarken ve girerken ziyaretçilerine hakaret ederlerdi. Üstada niye selâm veriyorsunuz, niye bakıyorsunuz v.s. Ama o büyük

Üstad her şeye sabrediyordu... Beşeriyetin imanını kurtarmak, masumların imanını kurtarmak için, Risale-i Nur'un neşri için her şeye sabredeceğim... Eskiden cebbar kumandanlara baş eğmeyen, hayatında kimseye tenezzül etmeyen zat, şimdi bir bekçi, bir jandarma gelse 'Filan yere git' dese, gideceğim... Sabredeceğim, benim vazifem müsbet hareket etmek, ben Eski Said'i bıraktım. Yeni Said bütün işkence ve hakaretlere sabretmeye karar verdi' derdi. "Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem" Barla'ya geldiğinde Üstad, çınar ağacının başında sabahlara kadar dua ederdi. Arı sesi gibi çınar ağacının başından yanık yanık ses gelirdi. Barlalılar derdi: Hoca Efendiyi buradan Eskişehir Hapishanesine götürdüler, çınar ağacı mahzun kaldı, kanatları aşağı indi, hiç şenlenmedi, yaprakları aşağı sarktı. Sanki akıllı bir insan gibi bir vaziyet aldı. Ama Hoca Efendi tekrar geldiğinde çınar birden acaip bir hal aldı, birden şevklendi, kanatları yukarı kalktı, yaprakları şenlendi, hep şaşırdık. Barlalılar, mahallemizin bülbülü geldi, diye hep sevinirlerdi.' Üstad da: 'Ben bu çınar ağacını Yıldız Sarayına değişmem, bu çınar benim için bin altından kıymetli' derdi. 'Bundan siz de istifade edin' derdi, meyvesi olan kozalaklardan bize de verirdi, bundaki san'at-ı İlâhiyeye bakın derdi. Muazzez Üstadımız hakikaten çok zahmet çekti, zahmette rahmeti görüyordu. Her şeyden

mahrumdu. Abdesthanesi elli metre mesafede, üstü açık, elektriği yoktu. Kış kıyamet, evde bazen odunu dahi bulunmazdı. Barla'da kışın her şeyden mahrumdu. Yanında yalnız bir yumurta bulunur, ekmeğini mahallelerde yaparlar, fakat buna rağmen Üstad gayet memnundu. 'Bu çınarı Yıldız Sarayına değişmem' diyordu. Barla'daki mübarek dershanesinde de Risale-i Nur te'lif olduğu için saraylara değişmem diyordu. Üstad Barla'nın kabristanından, suyundan, havasından, insanlarından çok memnundu. Hattâ Barla'dan, İstanbul ve Ankara'ya çalışmak için gidenler olursa üzülürdü. 'Aman kardeşim dünya acaip olmuş, parmağını soktuğun zaman eli, eli soktuğu zaman kolu, kolu soktuğun zaman da vücudunu götürüyor, dikkat edin, kimseye muhtaç olmayacak kadar rızkınız varsa iktifa edin, mübarek Barla'dan ayrılmayın' derdi. Barlalıları çok sever, kendi akrabası gibi alâkadar olurdu. Üstadımız Barla'da, sık sık Barla Gölünün kenarlarına gider, bazen denize girerdi. Denize gömleği ve iç donu ile girer, fakat fazla duramaz, çabuk üşüdüğü için hemen çıkardı. Bize; 'Sizler benim yerime girin' derdi. Biz de Ceylân Ağabeyle girerdik. Bazen gölde kayıklar olurdu. Üstadımızı kayığa bindirir, gölün kenarlarında gezdirdik. Fazla kalsak veya abdest için gölden fazla su harcasak, gölden israf etmeyin, derdi. İktisad, Üstadımızın damarlarına işlemişti. "Türkiye'de Risale-i Nur var, Rusya giremez" Üstadımızdan işittim. Mükerrer defalar, 'Risale-i Nur

kıyamete kadar devam edecektir. Dünya devletleri bunları kanun olarak kullanacaklardır' demişti. Bir seferinde de şöyle konuşmuştu: 'Sizden soruyorum, koca Çin'i ve Balkanlar'ı yutan bir ejderha Türkiye'ye neden bir şey yapamıyor' Bizler sükût ettik. Tekrar sordu, yine sükût ettik. Üstadımız, 'Kur'ân-ı Kerim'in bu zamandaki hakikî tefsiri olan Risale-i Nur'un sayesinde' dedi. Benim içimden bir sual geldi. Acaba Risale-i Nur koca Rusya'yı nasıl durduracak? O zaman Üstadımız şöyle buyurdu: 'Bakın bir Miralay talebem gitti, Onuncu Sözü habbeciklerle Şarkta neşretti, Rusya'nın önünü aldı.' Yine benim hatırıma geldi. Onuncu Söz elli-altmış nüsha kitap. Nasıl koca Rusya'nın önünü alacak? Üstadımız şöyle dedi: 'Esas manevî atom bombası Risale-i Nur'dur. Onların atomundan daha üstündür. Sizler korkmayın, bu memlekette Risale-i Nur olduğu müddetçe Rusya bu memlekete giremez.' Yine Alman Harbinde herkes telâşta, 'Almanlar Türkiye'ye girdi girecek' diye kahvelerde konuşuluyor. Üstadımız Hafız Ali Ağabeye haber gönderiyor. 'Korkmayın, telâş etmeyin. Türkiye'de Risale-i Nur var, giremez' diyor. Hafız Ali Ağabeyin hizmetine bakan Abdullah Çavuş kahveye gidiyor, milletin telâşını görünce, 'Merak etmeyin

hocaefendi haber göndermiş, Türkiye'de Risale-i Nur var giremez demiş,' diyor. O zamanki eğitmenlerden Osman Atasoy'da inanmaz bir tavırla şöyle diyor: 'Meczub, işte girdi.' Abdullah Çavuş bir şey demeden evine gidiyor. Gece radyolar ilân ediyor. 'Alman orduları Türkiye'ye giremedi.' Ondan sonra Osman Atasoy Nur Talebesi oldu. "Üstadımız eski Nur Talebelerine çok ehemmiyet verirdi. Onların sadakat ve sebatlarından dolayı çok rağbet ve alâka gösteriyordu. 'Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel çekirdekler hükmündedirler. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyvesini vermektedir' derdi."

HALİL GÖNÜLALAN 1925'te Gaziantep'te doğdu. 1944'te Emirdağ'da onbaşı olarak bulundu. Verilen emirle Bediüzzaman'ı takip etmişti. "Gözleri heybetliydi" Benim için onbaşı olan hemşehrim Hayri Özhelvacı izinli olarak Antep'e gitmişti. O zaman bana, 'Bediüzzaman'ı sen takip et' dediler, vazifeyi bana verdiler. Kumandanımız İsmail Güneybölük'tü. Bediüzzaman'ın kıyafetine bile müdahale etmemizi istiyorlar, başındakini çıkarttırmamazı emrediyorlardı. Oturduğu evin karşısında bir kahvehane vardı, orada takip ederdik. Kendisi, 'Ben şapka giymem' diyerek, şapkayı başına koymazdı, hep sarık sarardı. "Bölük kumandanı sarığını yırttı. Ama o işi yaptığı gün, karısı ile beraber yatamıyorlar. Devamlı olarak kâbus basıyor. Gece saat üç sıralarında Bediüzzaman'dan özür dilemeye gittik. Rica ettik, af diledik. Bana, 'Sen git. Benim suçum nedir? Rahat yatsın' dedi. Benim, gedikli başçavuş olarak orduda kalmaya niyetim

vardı. Bediüzzaman bana, 'Bu meslekte kalma, memleketine git, ev sahibi de olacaksın' dedi, dua etti. Allah'a şükür, bugün ev sahibi de olduk, rahatız. "Camide örtülü bir yeri vardı, namazları orada kılardı. Bir gün hep beraber yağmur duasına çıktık. 'Büyüğümüzden isteyeceğiz' dedi. Hakikaten çok miktarda yağmur yağdı. Ben bazen elini öperdim, bana dua ederdi. Allah'a şükür, bugün iyiyim. Sırtındaki cübbesi ve başındaki sarığı ile eski zamandaki hocalara benzerdi. Gözleri heybetliydi. Bir gün Konya ve Sandıklı'dan iki hoca kendisini ziyaret için gelmişlerdi. Bana, 'Sen misafirlere bak' dedi. Emirdağ'da Halepli Hasan Usta isminde bir dükkâncı vardı. Onun dükkânında kahvaltı yaptık. Üç kişi kırk kuruşluk kahvaltı yaptık. Hocanın duası ve bereketiyle üçümüz de doymuştuk. "Bediüzzaman'a sevgim son zamanlarda kendisini daha da gösterdi. Vefatından birkaç gün önce kendisini Antep'te gördüm. Eski postahanenin önünde, sabahın erken vakitlerinde yabancı bir araba duruyordu. Baktım ki, Bediüzzaman. Hemen koşarak elini öptüm. 'Ben Urfa'ya gidiyorum' diye dua istedi. Yanında talebeleri vardı. İşte böyle, Allah böyle büyük bir insanı görmek nasip etti bana."

SEYDİ KOÇAK 1913'de Emirdağ'da doğdu. Üstadın talebelerindendi Karakol komutanlığı yapan bir arkadaşa, 'Bu zamanda üstad-ı kâmil var mı?' diye sorduğumda bana, Denizli hapsinde bulunan Üstad Bediüzzaman'dan bahsetmişti. Az zaman sonra, Emirdağ Çarşı Camiinde, 1944 yılının Ağustos ayında onu bana gösterdiler. Camide ellerinden öperek himmet diledim. Daha sonraları ise evine gitmeye başladım. Bizim komşumuz İbrahim Kantar vardı, Üstada çok hürmet ve hizmet ederdi. Afyon hapsinde de Üstada hizmetler etti. Bir göz ilâcının bile ücretini verdi. Kimseden hediye ve zekât almıyordu. Kardaşım Seydi, Vallahi'l-Azim hariçten birinin lokması mideme düşerse sancıdan yatamıyorum. Rica ederim, bana böyle bir şey getirmeyin. Ben minnet altına girmemişim. Hayatım boyunca rızkımı Cenab-ı Hak ihsan ediyor' diyordu.

Ara sıra değil de daima hizmet versin arzusundaydım. Bu arzu ile ziyaretine gitmiştim. Daha ben söylemeden, bana, 'Sen hizmet ediyorsun, sana şuradan anahtarı atıyorum, Çalışkan'ları çağır, Ahmed'i veya Mehmed'i çağır diyorum, bunu yapıyorsun, bu hizmet sana yeter' dedi. Ben 'İzin verin, yerleri süpüreyim, yahut su getireyim' deyince 'Hayır, hayır kardaşım, sana bu hizmet yeter' demişti, daha fazla ısrar etmedim. Emirdağ'a gelmeyip Isparta'da kaldığı zamanlar, oraya ziyaretine giderdim. Emirdağ'dan vedalaşıp, Isparta'ya gittiği zaman da yine hizmetindeydim. Üstada şöyle bir mevzu sordum; 'İslâmın sadası en yüksek olacak diyorsunuz. Bu gür sada daha ne zaman olacak Üstadım?" dedim. Acaip' dedi ve hemen cevap verdi: 'Bu siyasi değildir. Ben siyasetten de bahsetmek istemiyorum. İslâmın sadasının en gür bir sada olduğunu hep sizler göreceksiniz. Ben göremeyeceğim.' Bir de İhlas Risalesindeki Hıristiyanlığın İslâmiyete inkılâp edeceği meselesini sordum. 'Acaip, kardaşım' dedi ve Hıristiyanların tasaffi edip, sâfi bir hale geleceğini, Almanya'nın Müslüman olacağını müjdeledi. Üstad minnet almazdı, para ve hediye hiç almazdı. Minnetsiz yaşardı. Kimsenin çorbasını içmezdi. Evinde kedileri vardı. Bunlar başını çıkaran fareye bile dokunmazlardı. Üstad kediler için, 'Bunlar benim minettarım değil, ben bunların minnettarıyım. Allah bunların yüzünden benim rızkımı ihsan ediyor' demişti.

Fare çıktığı zaman kedilere, 'Bunlara dokunmayın' diyordu. Hakikaten kediler de dokunmuyorlardı. Şöyle bir söz vardır: 'Himmet-i rical, tahrib-i cibal.' Evliyâullah himmet ederse, dağlar parça parça olur. Evliyâullah beddua ederse, dağlar param parça olur. Ama eliyâullah beddua etmez. İşte Bediüzzaman Hazretleri de böyle büyük bir zattı. 'Benimle konuşmaya lüzum yok, Risale-i Nur'dan himmetinizi, dersinizi alırsınız' diyordu. Üstada 'veli' dediler, kabul etmedi; Mehdi dediler, yine kabul etmedi. Bir gün Osman Çalışkan kendi kendine konuşuyor. 'Bu risaleleri nasıl yazıyor, Kürtten de olur mu bu?' diyor. Allah kendisine, kalbine, durumu bildiriyor. Yakub Aleyhisselâmın, 'Bizim halimiz şimşekler gibidir, bazen ayağımızın üzerini bile göremeyiz, bazen da kâinatı temâşâ ederiz' diye buyurduğu gibi, Allah bildirince her şeyi biliyorlar. Osman Çalışkan, Üstadın yanına gelince, Üstad kendisine, 'Kardaşım, ben seyyidim' demişti. Zamanın iman kurtarma zamanı olduğunu, tarikat zamanı olmadığını ifade ediyordu. 'Eğer İmam Rabbani de bu zamanda gelseydi, bütün himmetini iman-ı kurtarmaya verirdi. Bir imanın inkişafı binler kerametlere müreccahtır. Tarikatsız cennete gidilir, fakat imansız cennete gidilmez' diyordu. "Bediüzzaman bir güneşti. Üstad 1944'te Emirdağ'a geldiği zaman, oğlum Ekrem de dünyaya geldi. Ekrem hastalandığı zaman Üstad himmet edip dua buyurdu ve çocuk şifa buldu."

MUSTAFA AKDEDEOĞLU 1924'te Konya'da doğdu. İlkokulu Türkiye'de ortaokulu Halep'te, lise ve fakülteyi Mısır el-Ezher Üniversitesinde tamamladı. İki yıl Pakistan Karaçi Üniversitesinde master çalışması yaptı. Risale-i Nur Külliyatını ne zaman ve nasıl tanıdınız? 1945 yılları idi. Ben o tarihlerde Isparta Askerlik Daire Başkanı (yedek subay) olarak vatanî görevimi yapıyordum. Ara sıra Isparta Ulu Camiinde izinli günlerimizde namaza gider, cemaate Kur'ân-ı Kerim okurdum. Günlerden bir gün, camiden çıkışta bir zat ile tanıştım. Bana hitaben dedi ki: 'Evladım, ben sana İstanbul kıraatı ile Kur'ân-ı Kerimi talim ettireyim, bu hususta ihtisasım var, sana faydamız dokunsun." Neticede samimi olduk. Meğer samimi olduğumuz zat Geçici Hava Askerliği Amiri Önyüzbaşı Refet Barutçu imiş.

Kur'ân-ı Kerimi talim ederken bu arada Risale-i Nurları tanıttı. Bana ilk verdiği eser Gençlik Rehberi idi. İyi daktilo yazdığım için bana Gençlik Rehberi'nin bazı nüshalarını yazdırdılar ve yazdım. Daha sonraları Hüsrev Ağabey ile de tanıştık. Çoğalttığımız Gençlik Rehberi'ni tanıştığımız ortaokul ve lise talebelerine dağıtırdık. Bediüzzaman ile görüşme imkânı bulabildiniz mi? Eğer görüşme bahtiyarlığına erişmişseniz kaç defa oldu? 1945 sonlarında Isparta'da askeri izne ayrıldım. Refet Bey bana dedi ki: "Kardeşim Konya'ya giderken Çay kazasında in. Oradan Emirdağa git. Hz. Üstadı ziyaret et, ellerini öp ve benim 1 kg kadar kesme şekerim var, onu da Üstada hediyem olarak götür." Ben de aynı şekilde güzergâhı çizdim ve Emirdağ'a vardım. Çalışkan'ların dükkânına gittim. Rahmetli Ceylan ile irtibat kurduk. Üstad, "Gelsin" demiş. Koşa koşa gittim. Baktım, Üstad bahçeli evinin dış kapısında beni bekliyor. Hicap edip durdum. Ellerini öpmek istedim, öptürmediler ve bana hitaben, "Hoş gelmişsin kardaşım. Ben neyim ki, sen bana geldim. Bana gelmektense Risale-i Nur Külliyatını okuman daha istifadeli olur. Fakat ben seni Refet kardeşim adına kardeşliğe kabul ettim." "Şimdi yazmak zamanıdır" Gayet haşmetli olarak ayakta duran ve heybetle bakan

Hz. Üstad bana hitaben, "Sen eskimez Kur'ân harflerini yazabiliyor musun?" diye sordu. "Evet efendim, yazıyorum." Yaz kardeşim, şimdi yazmak zamanıdır. Eğer çoğaltırsan, iman ehli kardeşlerimize hediye edersin" dedi. Üstadı ayakta bekletmekten utandım. Hemencecik Refet Barutçu Ağabeyin hediyelik şekerini kendilerin uzattım. "Refet bizim hediye almadığımızı bilmiyor mu? Peki öyle ise (Ceylan kardeşe seslenerek) Ceylan, benim odamdaki Asâ-yı Mûsa kitabını getir. Onu Refet'e gönderelim." Ben kitabı aldım. Ve yine dediler ki: "Kardeşim, buradan hemen ilk vasıta ile Konya'ya git. Ben gözetim altındayım. Seni tutarlar, soruşturma ve eziyet ederler. Konya'da kardeşlere selamımı götür." Neticede ilk araba ile Bolvadin'e, oradan da Konya'ya geçtim. Üstad bizi kabul etti Hazret-i Üstad ile ikinci görüşmem 1953 yıllarında oldu. 1952'de Kahire'de okuyordum. 1953'te Türkiye'ye geldim. O günlerde İstanbul'a gezmeye gittik. Mısır'da

beraber okuduğumuz Ali Özek Bey ile Fatih Camiinde karşılaştık. Bana hitaben, "Mustafa birisini bekliyorum, şimdi gelip bizi Said Nursi Hazretlerine götürecek" dedi. Bekledik. Ne görelim, Konya'da beraber dersler yaptığımız Abdülmuhsin Elkonevi kardeşimiz. Birlikte Çarşamba semtinde iki katlı bir eve gittik. Üstad bizi kabul etti. Kendilerini karyolada bağdaş kurmuş vaziyette gördük. Ellerini öptük. Mısır'dan geldiğimi söyledim. Bize hitaben: "Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Safa geldiniz. Mısır'dan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş ve Risale-i Nur Külliyatı içinde neşrini istiyor. Fakat Risale-i Nur külliyatı içinde neşrine müsaade yok. Çünkü kitabının içinde çok ihtilaflı meseleler var. Risale-i Nur Külliyatının meşrebi ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir ve yeri yoktur. Benim çok selâmımı götürün. Yine de kitabının başım üstünde yeri vardır. Bunları aynen söyleyin." Neticede Kahire'ye gittik. Mustafa Sabri Efendi hasta idi. Bu bakımdan yanına Ali Özek kardeşimi kabul ettiler. Üstadın selâmını ve söylediklerini nakletmiş. Mustafa Sabri merhum, "Peki, madem öyle, mesele yoktur" deyip Üstadın selâmını almış. Cennetten gelen üç nehir Üstad Bediüzzaman mektuplaşmıştır.

Hazretleri

ile

birçok

zevat

Sizlerin diyar-ı gurbette, bilhassa el-Ezher Üniversitesinde iken Said Nursi Hazretleri ile mektuplaşmanız oldu mu? Evet bir defa oldu, şöyle ki: El-Ezher'de olsun, diğer okullarda olsun -Vahhabimeşreb bazı coğrafyacı hocalar Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Efendimizin-"Şu üç nehrin menbaları Cennettendir" mealindeki hadis-i şeriflerine, nehirlerin çıktıkları yerleri hakir ve küçük görerek dil uzatmışlardı. Hatta bazılar, bu hadis-i şerifi "mevzu ve hurafedir" diye sapıtıyorlardı. Bunun üzerine biz Kahire'den Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerine, "Bizleri müşkilâttan kurtar" diyerek bir mektup yazdık ve tafsilâtını anlattık. Kısa bir müddet sonra Üstad bize, "20. Sözün Birinci Makamını" gönderdi. Hassaten "20. Sözün Birinci Makamının Üçüncü Nüktesi" meseleyi fevkalade halletmektedir. Neticede bu hocalar ilzam ve ikna oldular. Bize de şükranlarını belirtirken, Üstad Hazretlerine de duada bulundular.

SABRİ HALICI Konyalı Halıcı Sabri. Aslen Erzurumlu olna bu zat "Kürt Sabri" diye de anılmaktadır. Erzurum'da doğan Sabri Halıcı, Cünan aşiretindendir. Birinci Cihan ve İstiklâl Harbinde çarpışarak gazilik rütbesi almıştır. Nur risalelerine uzun yıllar hizmeti geçmiştir. Bilhassa birinci ve ikinci Emirdağ mektuplarında ismi geçmekte ve kendisine hitaben mektuplar bulunmaktadır. 1948'de Üstad Bediüzzaman'la birlikte Afyon Hapishanesinde yatmıştır. İstanbul'da Salih Yeşil'in yanına gittiği zaman Hazret-i Ali ve Hazret-i Muaviye meselesinde ve Salih Yeşil'in çocukları konusunda şiddetli münakaşa etmişler. Emirdağ mektuplarında geçen uzun mektupta Bediüzzaman'ın "Yâ Rab! Erzurum'dan imdadıma yetişen bu iki zatın münkaşasını musalâhaya tebdil et" diye yaptığı niyaz Halıcı Sabri ve Salih Yeşil içindir. Ömer Halıcı, Sabri Halıcı'nın oğludur. Diğer iki oğlu olan Feyzi ve Mehdi Halıcı da Üstadı ziyaret etmişlerdir.

Birinci Cihan Harbinden sonra çocuklarıyla birlikte Konya'ya yerleşmişti. Eski Şer'iyye Vekili Hâdimli Vehbi Çelik Efendiye İhlas Risalesi'ni hediye etmişti. Vasiyeti üzerine, Bediüzzaman'ın kendisine hediye ettiği, şark dokuması olan bel kuşağı kefenle birlikte vücuduna sarılarak defnedilmişti.

AHMED URFALI Aslen Urfalı olan Ahmed Urfalı 1924'te Emirdağ'da doğdu. "Seni kardeşliğe kabul ediyorum" Üstadı ilk olarak 1954'lerde ziyaret ettim. O vakit askerdim ve izinli olarak dönmüştüm. Emirdağda bana: 'Buraya büyük bir hoca gelmiş' diye bahsetmişlerdi. Ben de Hoca Efendiyi ziyaret etmek istedim. Bir gün yatsı namazından sonra arkasına düştüm. Bana 'Adın ne?' deyince, 'Ahmed' dedim. 'Buralı mısın?' diye sordu. Emirdağlı olduğumu ve askerden izinli geldiğimi söyledim. Balıkesir'de askerlik yapmakta olduğumu söyleyince, Hasan Basri Çantay'ı sordu. Daha sonra Hasan Basri'ye selamlarını götürdüm. Böylece Üstadın evinin önüne geldik. Anahtarı bana uzattı. Dış kapıyı açtım. 'Kardeşim, seni kardaşlığa kabul ediyorum' dedi. İçeriye girdi ve 'Kapıyı kilitle' dedi. Kapıyı kilitledim. Ben dışarıda, Hazret-i Üstad ise içeride kalmıştı. Anahtarı istedi, Ben de kapı aralığından uzattım. Böylece ilk ziyaretimi yapmıştım. "Üstadın hizmetindeyim"

1947'de askerden döndüm. Ceylân Çalışkan Ağabey vasıtasıyla Üstadı tekrar ziyaret ettim. Daha sonraları Ceylân ve Mustafa Acet'le birlikte ben de hizmetine girdim. Benim hizmetim daha hafif işleri takip etmek tarzında oluyordu. Odun getiriri, sobayı yakar, çarşıya çıkar ve yemek pişirirdim. Yemeği küçük sefer taslarında yapardık. Yemeğimiz çoğu zaman pirinç çorbasıydı. Bu şekilde Üstadın hizmetine devam ederek, risale yazmaya başladım. İslâm yazısını Üstadın yanında kalan talebelerinden öğrenmiştim. Üç tane Sözler yazdım. Üstad tashih ederek duasını yazıp, tekrar bana iade etti. "Üstadımın kılına dokunamazlar" Üstad ve talebelerini Emirdağ'dan toplayıp Afyon Hapishanesine götürmüşlerdi. O anda aleyhte çok dedikodu yapılıyordu. Bir zaman sonra bize de gitmek nasip oldu. Bir gün Üstadımızın aleyhinde konuşan bir zabıta memuruyla münakaşa ettim. O nurdan nasipsiz adam, 'Said Nursi'yi asacaklar, şöyle yapacaklar, böyle yapacaklar' diye konuşunca; ben de kendisine hiddet ettim, 'Hiçbir şey yapamazlar, Üstadımın kılına bile dokunamazlar' dedim. O da gidip beni şikâyet etmiş. Beni yakalayıp Emirdağ Hapishanesine attılar. Orada bir hafta kaldım. Oradan da, Afyon hapishanesine götürdüler. Bir hafta da dördüncü koğuşta Tahiri Mutlu Ağabeyin yanında kaldım. Üstadımızla görüşmem mümkün olmadı. İfademi

aldıktan sonra beni tahliye ettiler. "Üstadın tokadı şifa oldu" Üstadın yanında çeşitli zamanlarda kıra gitmiştim. Kendisi tefekkür eder, tashih yapar ve evrad okurdu. Biz lüzumu zamanında yanına yaklaşırdık. Yine birgün kıra giderken, eski postahanenin önünde aniden geri dönerek, bana sordu: 'Hasta mısın?' Hakikaten birkaç yıldır bende şiddetli vehhamlık vardı. Ben daha 'Evet' diyemeden şiddetli bir şamar vurdu. Sonra, 'Haydi gidelim, birşeyin yok' dedi, yola devam ettik. Daha sonra benim rahatsızlığımla alâkalı hiçbir şikâyetim kalmadı. Hizmette anne-babasının rızası Üstadı çeşitli zamanlarda ziyaret ettiğimde bana tekraren 'Kardaşım, sen evlenme' derdi. Bana pekçok defa söylediği bu söze bir mânâ veremezdim. Bilahare babamın şiddetli ısrarı üzerine evlendim. Babam 'Evlenmezsen seni evlatlıktan reddederim' demişti. Evlilikten sonra Üstada gittim. Üstad bana, 'Kardaşım, sen kendine ayrılan hisseyi kaybettin' dedi. Sonra 'Abdestli misin?' diye sordu. Ben abdestli olduğumu söyleyince işaret ederek, raftaki Kur'ân'ı getirmemi söyledi. Getirince açtı. Bir âyet-i kerimeyi göstererek, 'Kur'ân'a, imana hizmet edenlerin peder ve validelerinin dinlememelerini emrediyor' dedi. Ben oracıkta, çok acıklı bir şekilde, şiddetli bir hüzünle ağladım. Gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyordu. yatağından kalkarak beni kucakladı, alnımdan

öptü. 'Seni Risale-i Nur hesabına kabul ediyorum' dedi. "Kore'de Kunuri Zaferi Üstadı sevindirdi" "Bir defasında kardeşlerden birisi sormuştu: "Allahümme ecirna derken ellerimizi neden çeviriyoruz?' Ben bunu Üstada sormak için yanına girdim. Üstad yataktaydı, ama sanki vücudu kaybolmuştu. Çok hiddetli bir vaziyeti vardı. Yüz hatları gerilmiş, çok sinirli bir hali vardı. Soruyu sordum. 'Kardaşım senin işin bitti mi?' deyince, 'Evet, Üstadım' dedim. 'Derhal dışarı çık' dedi. Mahcup ve korkarak dışarı çıktım. Ertesi gün yine Üstadın huzuruna gittim. Bu defa yatağında gülümsüyordu. 'Gel kardaşım, sen birşey işittin mi?" dedi. 'Hayır, Üstadım' dedim, 'Keçeli, sen radyo dinlemedin mi?" deyince sormak istediği meseleyi anlamıştım. 'Dinlemedim Üstadım, fakat halktan işittim' dedim. Kore'de Kunuri çemberi yarılmıştı. Üstad bu haberden dolayı çok sevinçliydi. Kore Harbiyle çok alâkadar oluyordu. Tebessüm ederek beni alnımdan öptü. Böylece huzurundan sevinçle ayrıldım."

MUSTAFA BİLAL Üstadın Emirdağ'a ilk gelişini Tayyar Özkasap ismindeki şahıstan işitmiştim. Bana, 'Buraya bir hoca geldi, eğer istersen gel, gidip ziyaret edelim' dedi Üstadın Emirdağ'a ilk gelişini Tayyar Özkasap ismindeki şahıstan işitmiştim. Bana, 'Buraya bir hoca geldi, eğer istersen gel, gidip ziyaret edelim' dedi. Ben de, 'Siz önce gidip izin isteyin, müsaada ederse ben de ziyaretine gideyim' dedim. Üstad o zaman Hasan Gücenmez'in otelinde kalıyordu. Üstad bana 'Gelsin' diye haber yollamıştı. Hemen gidip bir abdest aldım, kendime çekidüzen verdim. Üstadın huzuruna vardığımda, karyolasına uzanmıştı. 'Gel kardeşim,' diye doğrularak, 'Safa geldin' dedi. Bana ilk olarak söylediği şu sözleri hiç unutmam: Ben Afyon'a menfi (sürgün) olarak gönderildim. Afyon'a gelince birçok yer sayıp teklifler yaptılar. Ben bunların içinde Emirdağ'ı seçtim. Burada ihlâslı kardeşlerim vardır. Onların ihlâsı beni buraya çekti..' Sonra bana kelime-i tevhidin bahsi geçen risaleyi

vererek okumamı, eğer beğenirsem de yazmamı söyledi. 'Peki' dedim, bilahare de okumaya başladım. Okudukça, içimde tabirinden âciz olduğum bir boşluğun büyük bir lezzetle dolduğunu kat'iyetle hissediyordum. Okudukça hoşlanıyor, tekraren okuyordum. Sonra ise, bu güzel eseri yazmaya başladım. Eseri yazdıktan sonra Üstada götürdüm, tashih etti. Başka bir risale daha verdi, bunu diğer risaleler takip etti. Birçok risaleleri yazımla çoğalttım. Babam da yazdı. Bazen bazı risaleleri ikimiz de yazardık. Ben Üstadın devamlı değil de ara sıra hizmetinde bulunurdum. On beş gün de bir hizmetine giderdim. Mesleğim terzilik olmasından, elbiselerinde sökük olduğu zaman onları dikerdim. Bazen de kıra çıkarken, tashih edeceği risaleleri ve namaz seccadesini taşırdım. Çok zamanlar akşam namazından sonra yatsıya kadar yalnız kalırdı. Bu müddet içinde birer ikişer yanında hizmeti için kalırdık. Bir gün bana, 'Mustafa, bana bir bardak su getir' demişti. Ben de gidip kahveden bir bardak aldım, caminin çeşmesinde iyice yıkadım, suyu verdim. Suyun yarısını içti. Diğer yarısını da 'Al, bunu sen iç!' diye bana verdi. Alıp içtiğimde sanki su değil de gül yağıydı. Tamamen içmedim, üzerine su ilâve edip, eve getirdim. Hanım ve çocuklar da içtiler. Onlar da hayret içinde 'Bu su mu?' diye söylenmişlerdi. Ben de 'Bu Üstadın suyudur' demiştim. "Bir gün rahmetli babam (Nuri) bir tabak sütlaç yaptırmıştı. Bunu Üstada götürdüğünde, Üstad elinde

sütlâç ile girdiğini görünce hiddetlenerek, 'Sen niye böyle çocukların rızkını bana getiriyorsun!" demiş. Babam da mahcubiyetle geri dönerken, 'Nuri, Nuri!' diye seslenip 'Gel' diyerek, iki-üç kaşık almış. 'Haydi, geri kalanı çocuklarına götür, benim ikramım olarak yesinler' demiş." Bu hatırayı dinleyen Mustafa Bilâl'in hanımı Şerife Hanım söze katıldı. Sütlacı kendisinin yaptığını, arada bir çamaşırlarını da yıkadığını ifade ederek, iki hatırasını anlattı: Beyim Mustafa çok hastaydı. Tifoya yakalanmıştı. Ben Üstadı takip ettim. Kıra giderken arkasından koştum. Üstadın faytonu aniden durmuştu. Rahmetli Ceylan, 'Gel, Üstad seni bekliyor' dedi. Yanına gidip elini öpecektim. Bana dirseğini uzattı, dirseğini öptüm. 'Tamam, duacıyım' dedi, ben de geriye döndüm. Bir gün de, ben çok hastalanmış, doktora gitmiştim. Bana 'Bir böbreğin çürümüş, ameliyata alınman lâzım' demişti. Ben de ameliyat için hazırlanmıştım. Üstadın duasını almak istedim. Ceylan bana ve annesi Fethiye Hanıma Adaçalı tarafına gitmemizi söyledi. Az sonra Üstad oraya geldi. Ceylan yanımıza geldi, Üstadın bize dua ettiğini ve 'Ben onları hemşirem olarak kabul ediyorum' dediğini söyleyerek, bana 'Gitmesin' diye haber getirdi. Ben de gitmedim. Allah'a şükür, ben hâlâ böbreğimden şikâyetçi değilim. Beyim

Mustafa

Eskişehir'de

hasta

olarak

tedavi

oluyordu. Bir sabah kuşluk vaktinde Ceylân geldi; 'Şerife Abla, Üstadım 'Biz Mustafa'yı yeni kazandık' dedi' diye haber verdi. Akşam da beyim şifa bulmuş ve sıhhati yerinde eve gelmişti. Mustafa Bilâl hatırasını şöyle bağladı: İsmet Paşa Afyon'a gelip konuşma yapmıştı. Ondan sonra Üstada olan baskı, takip ve kontroller arttı. Bundan hemen sonra Üstadı ve talebelerini Afyon mahkemesine götürdüler. Biz de telâş ve korku içindeydik. Etrafta sivil polisler geziyordu. Bize de, 'Hazırlanın, sizi de götürecekler' diye söyleyenler oluyordu. Birkaç defa evimizi aramışlardı. Ben bu ara Üstadı rüyamda görmüştüm. Rüyam şöyleydi: Üstadın faytonu hükûmet binasının önüne gelince durdu. Üstad ayağa kalktı. Üstad bize hitaben üç defa; 'Korkmayın, korkmayın, korkmayın!' dedi. Ben de cevaben, 'Korkmuyoruz, korkmuyoruz, korkmuyoruz!' dedim ve hemen uyandım. "Üstadın hizmetinde bulunduğumuz sıralarda, iki kedisi vardı. Yemek vakti gelince bunlara yemek verirdi, kendisi daha sonra yerdi. Ayrıcı dolaplara fareler için yemekler koyardı."

HACI ALİ KILIÇALP 1922'de Emirdağ'da doğdum. Babam Hacı Şükrü Efendi medrese tahsili görmüş, muhtelif yerlerde memuriyet yapmıştır. İlk tahsilimi Emirdağ'da yaptım. "Üstaddan icazet aldım" 1922'de Emirdağ'da doğdum. Babam Hacı Şükrü Efendi medrese tahsili görmüş, muhtelif yerlerde memuriyet yapmıştır. İlk tahsilimi Emirdağ'da yaptım. 1945'de vatanî vazifemi yaptım. Askerden geldiğimde 1946'da Hazret-i Üstad ile ilk defa görüştüm. Hz. Üstadın müsaadesi ile önce Şam'a, daha sonra 1950'de Mısır'a tahsil için gittim. 1950-1959 yılları arasında Mısır el-Ezher Üniversitesinde tahsilimi ikmal ettim. 1959 senesinde Emirdağ'a avdet ettim. Diyanet İşleri Başkanlığından vaizlik yapabilmek için vesika aldım. Bu tarihten itibaren Emirdağ'da manifatura ticareti ile iştigal ettim. Üstad Hazretlerinin de icazeti ile 1968 senesine kadar fahri vaizlik yaptım. 1968-1982 seneleri arasında Emirdağ belediye reisliği yaptım. Halen ticaret ile meşgulüm. Babama, dedem Osman Efendi benim tahsil görmem

için defalarca talimat ve ısrarda bulunmuş olup o günkü şartlarda ne kendisi okutma imkânı bulabilmiş, ne de başka yere gönderebilmişti. Ancak ilkokulu bitirme imkânı bulmuştum. Hal böyle iken bende okuma arzusu sönmedi. O günün cami imamlığını yapan Bozüyüklü Hafız Nuri Güven'den Kur'ân öğrenme, az da olsa dinî malumat edinme fırsatı buldum. Ne gariptir ik, bir evladın öz babası ve dedesi medrese tahsili gördükleri halde kendi evladlarını dini tedrisattan mahrum bırakmışlardı. Sebebi ise o günün idaresinin şiddetli takibatı, dini tedrisatın yasak oluşuydu. Seneler geçiyor. Önce Aziziye iken sonradan değiştirilip Emirdağ olan ilçemize bu sefer bir nur doğuyor. Bir milletin İslâmî inancını yitirmemesi, eski satvetine tekrar kavuşması için bir âlim, bir mücahid geliyor. Kendi istek ve arzusu bir tarafa, mecburi ikamete tabi tutulması emir ile. "Bediüzzaman geliyor" 1944 yılında Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri geliyor. O tarihte vatanî vazifem münasebetiyle Ankara'da idim. 1945 tarihinde terhis oldum. Sene 1946. Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle ilk defa tanışıp ziyaretinde bulunmam bu tarihte olmuştur. Ziyaretim devam ediyordu. Bu süre içerisinde benden önce kardeşim merhum Tahir de ziyaretlerinde bulunuyormuş. Bir

defasında

aile

durumumuzu

gözden

geçirdi.

Babamın durumunu özetledi. Çünkü babamın medrese tahsili görmesi ile beraber, Nakşibendi tarikatına mensup oluşu da vardı. Bu cümleden, yani bu aileden bir kimsenin dini tahsil görmesi, okuması gerektiği inanç ve isteğiyle 'Kılıç Ali" Senin kardeşlerinden Tahir isimli kadeşini okuyacak zannetmiştim. Meğer yanılmışım. Fesübhanallah meğer o senmişsin' diye iltifatta bulundu. Kardeşim Tahir iki sene sonra vefat etti. Bu, Üstad Hazretlerinin şahid olduğum ilk kerametidir. Çünkü kardeşimin en ufak bir hastalığı yoktu. "Üstadı Afyon'a götürüyorlar" Sen 1948'i 1949'a bağlayan kış mevsimi idi. Hava hayli soğuktu. Üstadın evinin giriş tarafına üstü çadırlı bir kamyon durduğunu gördüm. Nazar-ı dikkatimi çekti. Hemen vardım kapı önünde birkaç jandarma dalaşıyor. (mahalli tabirle )gedikli bir çavuş telaşlı olarak Üstadın odası önündeki küçük salonda ileri geri dolaşırken Üstad odadan çıktı. Çavuş, 'Hazırlanın, hemen gideceğiz' dedi. Üstad Hazretlerinin götürüleceğini o zaman öğrendim. Ve kendisine 'Müsaade ederseniz ben de sizinle beraber geleceğim' dedi. 1947 yılında hacca gittiğimden bana 'Hacı Ali sen burada kalacaksın' dedi ve odasına girip 'Sen şurada yatacaksın' buyurdu, yer gösterdi. Yer halen gözümün önündedir. Üstad Hazretlerinin yatağının duruş şekli batıdan doğuya doğruydu. Batı tarafına başını koyar ayak ucu ise doğuya gelirdi. Sağ tarafa yattığı zaman yönü güneye gelir, sünnet üzere kıbleye teveccüh etmiş olurdu.

İşte bu karyolanın güney tarafından, 25-30 santim mesafede bir yer idi. İster istemez emre uydum. 'Pek Üstadım' dedim. Birlikte aşağı indik. Herşey hazırlanmış, yani kamyonun içi karşılıklı iki sıra kanepe ile hazırlanmış, üstünde bazı şahıslar oturmuştu. Üstadı şoför mahalline aldılar ve Afyon'a götürdüler. Kış mevsimi devam ediyordu. Bir gün soba yakmadığım için soğuğun şiddetine tahammül edemedim. Sobayı yaktım. Biraz sonra sobadan bacaya vuran dumanı gören bekçiler karakola haber vermiş olacaklar ki, bütün o günkü jandarma ekibi evin üstüne çıktılar. Tabii ben, bir yorgan bir yastık olan yatağımın altında üsttekileri dinliyordum. Sobayı söndürdüm, sessizce bekliyordum. Yapacak bir şeyleri kalmadı. Dışarıdan kapı kilitli, içeride kimsenin olduğuna dair malumatları yok, bırakıp dağıldılar. "Üstad kitapları nasıl gördü?" Birkaç gün sonra gelirler, içeriyi ararlar, Risale-i Nur'ları alırlar düşüncesiyle akrabamızdan merhum Mevlüd Kahya'yı çağırdım, dışarıda konuştuk. Birkaç çuval temin ettik. İçeriye girip kitapları güzlece çuvallara yerleştirdik. Yukarı çıkan merdivenin altını kazdık, güzelce kitapları yerleştirdik. Üstünü de iyice örttük. Biz artık kitapların muhafazasından emindik. Yaptıklarımızı ikimizden başka ancak Allah biliyordu. Biz bu yaptıklarımızı unutmuştuk bile. Aradan bir aydan biraz fazla geçmişti; bize haber geldi. Üstad Hazretleri 'Hacı Ali'ye söyleyin kitapları merdivenin altından yukarı çıkarsın' buyurmuş. Hayret

ettim. Bunu kim söyledi, hem ne için diye düşündüm. 'Kitapların yeri rahat' dedim. Üstadın emrini yerine getirmek için koyduğumuz yerin üstünü açtım. Bir de ne göreyim, etrafından su, rutubet, çuvalları ıslatmış, kitaplar alınmazsa harap olacak.Hemen hepsini alıp yukarı çıkarttım. Risaleler bu şekilde kurtulmuş oldu. Kimsenin haberi yokken, Üstad Hazretlerine herhangi bir kimsenin haber vermesi de söz konusu değilken bu durumu haber almam beni hiç de yadırgamam için telaşlandırmadı. Çünkü Üstadın kerametine, Nurlarla her cihetle alakadarlığına bu ikinci bir delildi. "Üsdad gardiyanların gözü önünde cezaevinden çıktı" Sene 1949. Üstad Hazretleri halen Afyon Cezaevinde bulunuyordu. Ben bir pasaport alıp tahsil görmek için Mısır'a gitme arzusu ile kaymakamlığa müracaat ettim. Afyon'da ikmal edilen evrakı alıp Bolvadin'de nüfus memuru olarak vazife yapan babamı ziyaret ettim, durumu anlattım ve müsaadesini aldım. Afyon'a gittim. Aynı gün öğleye kadar pasaportumu aldım. Her şey çok hızlı oluyordu. Üstad Hazretlerini ziyaret edecektim. Yeni gelmiş kiraz gördüm. Belki fazlası kabul edilmez diye yarım kilo kiraz aldım, doğru cezaevine gittim. Afyon eski vilayet konağının arkasında olan cezaevinin ön tarafına bakan cephenin üst katında bir odanın penceresinde Üstadı sanki beni bekliyormuş gibi ayak üstü durumda gördüm. Geriden selâm verdim. Elimdeki pasaportu

gösterdim ve işaretle gideceğim dedim. İşaretle bana, 'Olduğun yerde dur, geliyorum' dediğini anladım. Yalnız nasıl olur, kapı kilitli, binanın önünde jandarmalar, gardiyanlar var. Acaba bunlara haber gönderecek, bunlar müsaade edecek, kapıları açacaklar da öyle mi gelecek, yoksa bana izin verilecek de ben mi içeri gireceğim' diye düşünürken, Üstad Hazretleri yukarıdan aşağı inmiş, dıştan kilitli olan kapı otomatik kapı gibi kendiliğinden açılmıştı. Fakat ne gardiyanlar, ne de jandarmalarda hiçbir ses yok. Hiçbir müdahale yok. Yanlarından çıktı geldi. Elimdeki kirazı verdim, aldı. Doğruca bahsettiğim jandarma ve gardiyanların yanlarına gitti. Sanki dışarıdan gelen bir misafir gibi onlara kesekâğıdı içerisindeki kirazdan avuçlayıp avuçlayıp verdi. Aldığım kiraz yarım kilo idi. Avuçlayıp verdiği, o kirazın yetecek miktarda olması akıl kabul edecek gibi değildi. Sonra yanıma geldi; kesekâğıdındaki kiraz öylece duruyordu. Elini öptüm, pasaport aldığımı, Mısır'a okumaya gideceğimi anlattım, müsaade istedim, duasını talep ettim. "İsmimi kullanan dünyalık temin etme" Hacı Ali, Üstadın sana Mısır'da okuman için izin veriyor, sen Mısır'a gidip okuyacaksın. Yalnız senden ve bütün kardeşlerimden ricam şudur ki, hiç kimse benim ismimi kullanarak ben Bediüzzamanın talebesiyim diye dünyalığını temin etmeye kalkmasın. Çünkü Allahu Teala,

halk ettiği kulların rızkını vermeye kendisi kefildir. Sen de aynen bu şekilde hareket et' buyurdu. Lehülhalmd, şükürler olsun, bu emre muhafelet etmedim. Üstadın ismini kendi şahsî çıkarım için kullanmadım. Ve konuşmamız devam etti. 'Hacı Ali, Şam'a vardığın zaman kardeşim Halid Bağdadi'ye benim selamımı söyle' buyurdu. Hayır dualarını ve müsaadelerini alarak ayrıldım. Mevlânâ Halid'in verdiği ziyafet Şam'a varınca bu selâm emanetini aynen yerine getirmek üzere harekete geçtim. Yalnız bu şahıs kimdi düşüncesinde iken hacıların ziyaret ettikleri türbesi aklıma geldi ve ziyaretine gittim. Türbesinde kabr-i şerifi önündeydim. 'Ya Hâlid-i Bağdadi! Sana bir emanet, bir selâm var. Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinden... Esselâmü Aleykum yâ mübarek!' diye hitabım oldu. Ruhuna üç İhlâs bir Fâtiha hediye ettim. Gün akşam oldu. Türbedar türbeyi kilitleyip gideceğini, işaretle anlattı. Ben de 'Müsaade et, bu gece burada kalayım' diye ricada bulundum. Türbedar ne hikmetse işaretle 'Olur' dedi ve türbenin dış kapısını üzerimden kilitledi ve gitti. Halid Bağdadi Hazretlerinin türbesi Osmanlı zamanında padişahın emri ile yaptırılmış, dış kapıdan içeri girince ufak bir avlu ve karşıda bir kapı açıldığı zaman içeride Halid Hazretlerinin kabri ve girişin sağ tarafında avlu kapısına doğru uzun bur dergâhı, toplantı salonu. Bu

salonun kapısını da türbedar bana açık bırakmıştı. Türbedarın ayrılışını müteakip içeri girdim. Vakit gece yarısına gelmişti. Türbenin yeri bir tepe üstünde. Şam'ı ayak altında seyrediyorsun hissi veriyor. Bu ayrı bir seyir, ayrı bir görünüş. Gündüz ne yemek yediğimi, ne zaman yediğimi bilemiyorum. O anda karnımın aç olduğunu hissettim. Aradan çok geçmeden kapı açıldı. İçeriye türbedar kılığında uzun boylu bir zat girdi, elinde bir tepsi, üstünde Şam'ın yuvarlak pidesinden birkaç tane, bir kapta zeytin ve çay demlenmiş demlik ve bir bardak. Bana işaretle, buyur dedi ve ayrıldı. O anda büyük ve muhteşem bir ziyafeti neden hak ettiğimi de düşünmeden kendimi alamadım. Bu Üstadın selâmının ve Halid Hazretlerinin misafirine ikramı. Yalnızca ben Üstad Hazretlerini talimatına uymuştum. Kimseden 'Ben Bediüzzaman'ın talebesiyim, şuna buna ihtiyacım var' diye talepte bulunmamıştım. "Ezher'e talebe oldum" 1949 senesinde Şam'dan Mısır'a gidebilmek için konsolosluktan vize alamadım. Aynı senenin hac mevsiminde hacca gidip geldim. 1949-1950 ders yılında Şam'da bulunan bir medreseye (halen mevcud) girebilmek için orada tanıştığım bir arkadaş olan Gaziantep'li Ahmed Muhtar Büyükçınar ile (Cemiyetü'l-Gazza Cami-i Dengiz) adıyla maruf medreseye kaydımızı yaptırdık. Bu kayıt

işlerimiz kolay olmadı. Yalnız Allah'ın lütfu, Hz. Üstadın duası ile tahakkuk etmiştir. 1950 senesi yaz başlangıcında tekrar Mısır'a gitmek için konsolosluğa müracaatımız netice vermeyince Şarkü'lÜrdün'e gittim. Merkezi Amman şehrine 20 km. mesafede bir Çeçen köyüne vardım. Beraberimde iki Çeçen arkadaş ile bu köyün şeyhi olarak bilinen Şeyh Abdülmecid Hazretlerine misafir olduk. Mısır'a el-Ezher Üniversitesine vermek üzere yanımda Risale-i Nur Külliyatı da vardı. Şeyhin ailesi bir bohça getirerek 'Bu benim gelinlik bohçamdır. Bu kitapları şuna sarınız, size veriyorum' dedi. Kitapları bohçaya sardık. Amman'da da vize alamayınca Şam'a geri döndüm. Şam'da tekrar müracaatımız üzerine arkadaşım Ahmed Muhtar Büyükçınar ile birlikte Mısır vizesini aldık ve Beyrut'tan vapurla Süveyş'e, Mısır'a gittik. El-Ezher Üniversitesine gidip kaydımızı yaptıracağız. Ne lise mezunu, ne de oranın imtiyazlı bir talebesiyiz. Şam'dan Kahire'ye beraber geldiğimiz Ahmed Muhtar ile beraber müracaatta bulunduk. Hüsn-ü kabul gördük. Vaktiyle ecdadımız -nur içinde yatsınlar- Kahire'de talebe yurdu yaptırmışlar, burada barınmak için gelen Türk talebelerine iki kişiye bir oda, bir divan, bir battaniye verdiler. 125 kişi olna Türk talebelerinden ayrılan olmuş, 75 kişi tahsilini tamamlamıştı. O dönemde Türkiye'ye dönmüştüm. Arkadaşlarımızdan bazılar resmi vazife almış, ekserisi fahri olarak hizmet görmektedir.

"Mustafa Sabri Efendinin Üstadı anlatışı" Bulunduğum devrede Türk Talebe Başkanlığı vazifesi yaptım. Osmanlı İmparatorluğunun son şeyhülislâmlarından Tokatlı Mustafa Sabri Hazretlerini ziyaret ettim. Evini buldum, izin istedim. Kendisi kabul ettiler. Bir odasındayız. Yalnız olarak ikimiz bir odada kaldıktan sonra kendimi tanıttım. 'Ben Afyon vilayetinin eski ismiyle Aziziye kazasındanım. İsmim Hacı Ali. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Emirdağ'da ikamete memur olarak bulunuyor. Şimdi Afyon Hapishanesindedir. Zat-ı âlilerinize selamları var. Benden size selam söylememi tensip ettiler' demem üzerine ayağa kalktı ve 'Aleykümselam, demek sen onu gördün. Demek hayattadır' dedi. Evinin içerisinde seni kabul etmiş olduğu salon gibi bir odada ayağa kalktı, başladı gezinmeye ve konuşmaya devam etti. 'Yâ Said!' Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik, bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said!' diyerek hem konuşuyor, hem birlikte geçirdikleri günleri hatırlayıp sanki aynen yaşıyordu. Bir ara duraklayıp bana bakarak anlatmaya başladı. O zamanlar Şeyhülislâm olarak tayin olmuştum. Aradan üç ay geçtiği halde ortada bizim Said görünmez olmuştu. Bir ara tevafuk ettik. 'Yâ kardeşim Said! Ya Hazret! Sen neredesin? Görünmez oldun kardeşim' demem üzerine kaşlarını çattı. O meşhur keskin bakışlarıyla, 'Kardeşim, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm' demesi üzerin,

'Hayır ola, nedir bu hâl?' dedim. 'Evet, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm. Nefsim bana, 'Sen mutlaka şeyhülislâm olmalıydın. Senin olman lazımdı' diye bana eziyet ediyordu. O nefsimi terbiye etmekle meşguldüm' demişti' diye geçmiş günlerinden bir hatırasını sanki o anı yaşıyormuşçasına anlattı. Hâlâ ayak üstünde 'Ya Said! Ya Said!' diyerek konuşuyordu. Risale-i Nur Ezher kütüphanesinde Bir ara koltuğuna oturdu. 'Hocam sizden bir yardımınızı istirham edeceğim. Lütfen kabul buyurunuz' dedim. 'Biz Türkiye'den hayli kalabalık denecek miktarda talebe olarak burada bulunuyoruz. El-Ezher Üniversitesine kayıtlarımızı yaptırdık. Açıkta kalanımız olmadı. Yalnız Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur isimli külliyatını Ezher Üniversitesi kütüphanesine teslim etmem için Üstad Hazretleri tarafından vazifeliyim. Kabul edip, kütüphanelerine almaları ve aldıklarına dair resmi tesellüm ilmuhaberi vermeleri için yardımlarınızı rica ediyorum' demem üzerine, 'Şimdi zamanı değil, acele etme, zamanı gelince ben sana söylerim, gerekeni yaparız' buyurdular. 1953 senesinde Şeyhü'l-Ezher olarak Üniversitenin başına Hıdır Hüseyin adıyla âlim bir zat geldi. Bunun üzerine Mustafa Sabri Hazretleri, 'Şimdi zamanı geldi, sana bir mektup yazıp vereyim. Götür, külliyatla birlikte Şeyhü'l-Ezher Hıdır Hüseyin'e ver, bu işi o yapar. Ben kendisini tanırım, iyi insandır' diye konuştu. O mektubu

aldım. Kitaplarla birlikte Hıdır Hüseyin Efendi'ye çıktım. Kendisine mektubu verdim. 'Kitaplar nerede?' dedi. 'Yanımda' dedim. Sekreteri çağırdı. 'Bu kitapları üniversitenin kütüphanesine götürün. Kütüphanenin müdüründen kitapları teslim alındığına ve kütüphane kaydına geçtiğine dair resmi belgeyi imzalayıp mühürlesin' emrini verdi. Bunun üzerine kütüphaneye giderek Risale-i Nur Külliyatını Camiü'l-Ezher kütüphanesine teslim ettik. Sözü edilen tesellüm vesikasını aldım. Mısır'dan İstanbul'a gelen bir Türk talebe arkadaşımız ile birlikte gönderip Üstadımıza verilmesini tembih ettim. O sırada Üstad Hazretleri Gençlik Rehberi Mahkemesi münasebeti ile İstanbul'da bulunuyordu. Vesikânın verilmesi kolay olmuştu. Mustafa Sabri Efendi 1954 senesinde Kahire'de vefat etti. Orada bulunan Türk talebelerinin elleri üzerinde merasimi tertip edildi. Mısır ulemasının da iştirakiyle Kahire kabristanlığına defnedildi. Üstad Hazretleri, 'Hacı Ali, sen vazifeni yaptın' diye sevinmiş ve duada bulunmuşlardı. "Hacı Ali dersin tamamlandı" Seneler geçiyordu. 1959 senesinde Mısır'dan Türkiye'ye geldim. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettim. Çok memnun oldu. Emirdağ'daki evimizin merkezî bir yerde olması dolayısıyla, Üstad Hazretleri şehir dışına, kırlara

geziye çıkışlarında, arabası evimizin önünden geçer, ekseri gezileri esnasında arabasını evin önünde durdurur, beni de yanına almak lütfunda bulunurlardı. Bir defasında yine kapı çalındı. Dışarı çıkmaya elbisem müsait olmadığı halde, 'Gel,gel, Hacı Ali, böyle gel zararı yok' buyurarak otomobile yanına aldı. Şoför merhum Ceylan Çalışkan kardeşimizdi. Bolvadin istikametinde yarı yolda, Kapaklı diye anılan bir semtte, yol üzerinde bir su vardır. Oraya kadar beraber götürdü. Beni üşümeyeyim diye cübbesinin içine alarak iltifatta bulundu. İman hizmetinin ehemmiyetine dair muhtelif bahislerden dersler yaptı ve 'Hacı Ali, bugün dersin burada tamamlandı' buyurdular.. "Üstaddan vaizlik icazeti alıyorum" Bu sene içerisinde ilçemiz ileri gelenlerinden merhum Hacı Osman Çalışkan ve merhum Bolvadinli Ömer Taktak ile birlikte evimize bir heyet geldiler. Kendileriyle hoş amedi yaptıktan sonra sebeb-i ziyaretlerini açıkladılar. 'Hacı Ali Efendi, elçiye zeval olmaz. Halkımız senden vaaz ve nasihat etmeni isterler. Siz de kabul buyurun, istifade edelim' dediler. Ben de cevaben, 'Haklısınız. Bana biraz müsaade buyurun. İnşaallah bu isteklerinizin yerine getirilmesine çalışacağım' diye kendilerini münasip lisanla uğurladım. Pek tabii ki, bir beldede büyük bir âlim bulunursa onun iznini, rızasını almak insanî bir vecibedir. Kaldı ki, Üstadımızın müsaadesini almak bizim için önde gelen bir vazifedir. Bu düşünce ve edep gereğince Üstad Hazretlerini

ziyaret etmek istedim. Kalmış olduğu evinin önüne doğru yaklaştığımda kapı önünde merhum Ceylan Çalışkan'ı gördüm. İşaret ettim, yanıma geldi. 'Ceylan Efendi, Üstad hazretlerini ziyaret etmek istiyorum, müsait ise lütfen söyleyin, ben sizi burada bekleyeyim' dedim. Hemen gitti. Çabucak geri döndü. 'Sizi bekliyor, buyuracaksın' dedi. Ben de memnun olarak yanına çıktım. İçeride, hatırımda kaldığı kadarıyla merhum Ceylan Çalışkan ve merhum Hamza Emek vardı. Hazret-i Üstad, 'Bir kürsü getirin' diye emretti. Bir sandalye getirdiler koydular. 'Hacı Ali otur' dedi. Oturdum. Bir kaç hoş sohbetten sonra, 'Üstadım müsaade buyurursanız sebeb-i ziyaretimi size arz edeyim' dedim. 'Hacı Ali konuş' dedi. Söze başladım. Malum-u âliniz Mısır'da tahsilde bulundum. Şu anda Emirdağ'dayım. Halkımızın ileri gelen cami cemaatinden evimize bir heyet geldiler. Halkımızın benden vaaz ve nasihatte bulunmamı istediklerini açıkladılar. Ben de kendilerinden bana biraz süre vermelerini isteyerek kendilerini münasip bir lisanla uğurladım. Siz Üstadımıza durumu anlatmak için geldim. Halkımız isteklerinde haklıdır. Ancak mazeretimi siz değerlendireceksiniz. Vaaz ve nasihatte bulunabilmem için siz Üstadımıza müracaat ediyorum. Eğer durumum müsait ise icazetimi veriniz, müsaade ediniz. Yok değilse, noksanımı ikmal etmek üzere derhal derse başlatmanızı sizden istirham ediyorum' dedim. Üstad Hazretleri arka üstü uzanmış vaziyette idi. Görünüşte hasta bir hali vardı. Başını ve vücudunu bana

yönelterek 'Sen Hacı Ali, zannediyor musun ki' dedi. Oturur şekle geldi. Üçüncü defa, 'Sen Hacı Ali' dedi ve ayağa kalktı, 'Zannediyor musun ki' dedi ve ilave etti, 'Üstadın seni on sene himayesinde, biiznihi Teâlâ tahsil görmeden kontrolü altında, manevi himayesinde bulundurdu. Üstadın sana izin veriyor. Vaaz ve nasihatta bulunmana müsaade ediyor' demesi üzerine ellerine kapandım. Dua buyurdular. Evden müsaade isteyerek ayrıldım. Bu merasim bir Perşembe günü idi. Ertesi gün Cuma namazında Çarşı Camiinde vaaz verecektim. Üstad Hazretlerini görmek üzere Cuma günü saat 11'de evine yöneldim. Yine kapının önündü Ceylan Çalışkan (Rahmetullahi Aleyh)'i gördüm. Kendisine yaklaşması için işaret ettim. 'Gel Kardeşim Ceylan Efendi, sana zahmet, Üstada benim için iki kelime söyle ve cevabı getir' dedim. 'Ben Çarşı Camiinde vaaz vermek üzere gidiyorum. Lütfen teşrif buyursunlar' dedim. Gittikten biraz sonra geldi. Cevabı şu olmuştu, 'Hacı Ali'ye selam söyle. Üstadı buradan dinliyor, buradan iştirak ediyor, dersine başlasın' buyurmuşlardı. Üstad Hazretlerinin icazetli talebelerinden bir tanesi de ben olmuştum. (Lillahil hamd) Camiye girdim. Kürsüye çıktım ve vaazda bulundum. Müftülüğün iznini beklemeden vaaz ve nasihata başlamıştım. İleride herhangi bir kimsenin başı ağrımasın diye o zamanın Diyanet İşleri Reisi Eyüp Sabri Hayıroğlu'ndan, Ankara'dan vesika aldım. Namazlarımızın

akabinde

tesbihatlarımızda,

okuduğumuz dualarımızda kendilerini hayırlarla yâd ettiğimiz Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini, son olarak Emirdağ'daki, yol üzerinde bulunan evimizin önünden geçerken, binmiş olduğu otomobilin arkasına yaslanmış, başında her zaman sarındığı sarığı olduğu halde sakin bir yolculuk içinde görmüştüm. Meğer bu sessiz gidiş bâkî âleme irtihalinin başlangıcıymış. Şefaatlerine nail eylesin. Amin. "Bundan kısa bir süre önce de yine evimizin önünden geçerken her seferinde kapımız önünde durarak selamlaşan Üstad Hazretleri, 'Hacı Ali, seni buraya bırakıyorum, burada kalacaksın' buyurmuşlardı. Seneler birbirini kovalıyor, halen Emirdağ'da bulunuyoruz."

ABDULLAH GAYRETLİOĞLU 1910'da Emirdağ'da dünya geldi. hânedanıyla akrabadır. Aslen Kerküklüdür.

Çalışkanlar

"Zaman imanı kurtarmak zamanıdır" Birkaç arkadaş, Üstad Bediüzzaman Emirdağ'a gelmeden bir müddet evvel, bir tarikata veya bir büyük zata intisap etmek istiyorduk. Biz bu niyetteyken, Üstad Emirdağ'a teşrif etmişti. Hemen arkadaşlarla birlikte ziyaretlerine varıp, ellerini öpüp dualarını aldık. Kendilerine niyetimizi arz ettik. Üstad bize cevaben şöyle buyurdu: Kardaşım, zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır. Şimdi iman kurtarmak zamanıdır, hem şu dar pantolonlarla tarikat olmaz.' Bizler bu dersten sonra, arzumuzdan vazgeçmiştik. Üstadın kirayla kaldığı evinin yanında bizim han vardı. Bu han Emirdağ'a gelen yabancıların uğrak yeriydi. Hanın

yanında da benim dükkânım vardı. Üstad camiye giderken hep bana uğrardı. Bir defasında uğradığında şöyle iltifat etmişti: Abdullah, sen benim kardaşım olan Abdullah yerindesin. Seni onun gibi biliyorum ve kabul ediyorum.' "Karşılıksız hediye almazdı" Oğlumun düğünü vardı. Üstada düğün yemeği götürmeye niyet etmiştim. Merhum Zübeyir Gündüzalp'e danıştım. O da Üstadımızın mukabelesiz bir şey kabul etmediğini söyledi. Yemek getirmekte ısrarlı olduğumu anlayınca. 'Kapalı kapta getir, yoksa hiç kabul etmez' dedi. Hazırladığım yemek çeşitlerini küçük kaplar içinde bir sepete koydum, ağzını kapattım. Üstad âdeti olduğu üzere, mukabelesiz bir şeyin kendisine dokunduğunu ifade etmişti. Mukabele olarak bana bir lira verdi, o para o zaman çok kıymetliydi. Ben de bu ücreti mecburiyetle kabul ettim. *** Üstad namazını çok zaman mahfilde, yalın ayaklı olarak kılardı. Yoğurdu çok severdi. Bir parça pazar ekmeği ona birkaç günden fazla giderdi. Şu hususlar da dikkatimi çekiyordu; fareler için, ayrıca komşu dükkânın çatısında kuşlar ve kediler için, ulaşabilecekleri yerlere ekmek parçaları koyardı. Fareler de, kediler de ondan rızıklanırdı.

Üstadın tasarrufta titizliği Bir gün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, 'Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık beni kırk yıllık arkadaşımdır' dedi. Bu defa çaresiz tekrar dükkâna gelip, küçük bir saç keserek kıvırdım ve kaşığın içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi. Tarassutların, takibatların çok sıkı olduğu günlerde, risaleleri çuvala kor ve eve taşırdım. Bilahâre çıkarıp, isteyenlere gönderir veya verirdik. "Bir saatte yedi kitap tashih ediyordu" Tashihatın sık olduğu zamanda, bir gün Üstadın yanına gitmiştim. Bana hitaben, 'Kardaşım Abdullah, ben bir saatte kaç risale tashih edebilirdim?' demişti. Düşündüm ve hemen cevap verdim. 'Üstadım, ben ancak bir tane yapabilirim' demiştim. Üstad elindeki risaleyi göstererek; 'Kardaşım, bu bir saatte tashih ettiğim yedinci kitaptır' diye buyurmuştu. Ben hayretler içinde kalmıştım. *** Hanın bulunduğu yerleri yıkıp dükkân yapıyorduk. Dükkânlardan birinin üzerinde, Üstad için ev yapmaya

karar verdim. Kardeşlere de bu arzumdan bahsetmiştim. Bunu Üstada haber vermişlerdi. İnşaat bittikten sonra, Üstad için yaptığım yerin yatak odasının zeminini döşedim. Hasır, kilim ve halıyla, hasta ve ihtiyar olan Üstad için odayı iyice döşedim. Üstad buraya teşrif etti. "İki-üç saat kadar burada kaldı, oturdu, ibadet etti. Buradaki mütevazı yer için Üstad Emirdağ Lâhikası'nda, 'Kirasını verdiğim Emirdağ'da iki menzilim' şeklinde bir ifadeyle bahsetmektedir. Bu mütevazı küçük medrese bir sene kadar Medrese-i Nuriye olarak kullanıldı. Çok hizmetlere vesile oldu."

ABDURRAHMAN AKGÜL (Komiser) Abdurrahman Akgül Kırşehir-Çiçekdağı doğumlu. Bediüzzaman'ı gözetlemek için görev verilen üç polis 1946 seçimlerinde Afyon'da Demokrat Parti listesi kazandı. Bunun üzerine valisinden polis memuruna kadar Afyon'daki bütün memurlar, tamamen değiştirildi. Beni de Aydın'dan Afyon'a tayin ettiler. Bir gün Vali Abidin Özmen ve Afyon Emniyet Müdürü Hayri İrdel beni çağırdılar, gittim bana bir dosya verdiler. Sana bir vazife vereceğiz. Bu dosyayı tetkik et, sonra seninle görüşeceğiz' dediler. Dosyanın kapağını açtım, içinde bir sürü resimler, küpürler, raporlar ve yazılar vardı. Bu dosya Bediüzzaman olarak bilinen Said Nursî'ye aitti. O zamana kadar kendisini tanımıyordum. Dosyayı tetkik ettikten sonra Emniyet Müdürünün yanına gittim. Müdür bana şöyle dedi: Abdurrahman, bu dosyayı okuduğun adam, şimdi

Emirdağ'da oturuyor. Yanına Hasan'la Salih'i alıp beraber Emirdağ'a gideceksiniz. (Polis memurları Uşaklı Hasan Kuşaksız, Sivaslı Salih Çakırtaş) Orada olan bitene dikkat edeceksiniz. Sizi kimse polis olarak bilmeyecek. Sadece Kaymakam ve Jandarma Kumandanı sizi bilecek. Başka kimse bilmeyecek. Ailelerinize dahi durumu bildirmeyeceksiniz. Eğer polis olduğunuzu bilirlerse bunu hayatınızla ödersiniz. Raporlarınızı eski yazı ile tutarsınız. Yazıları postaya verme, memurla gönder. Said Nursî'nin postahanede de adamları bulunur. Gözünüzle gördüğünüzü, kulağınızla işittiğinizi hemen rapor edersiniz. Jandarma Kumandanı Emirdağ'daki Başçavuşa sizin elektrik teknisyeni olduğunuzu, ileride malzeme geleceğini ve köylere elektrik çekeceğinizi söyleyecek. Siz de soranlara aynen öyle söyleyeceksiniz.' Verilen görev dolayısıyla ben sık sık Emniyet Müdürünün odasına girip çıkıyordum. Bu vaziyeti gören Başkomiser Süleyman Faik Örsel beni yanına çağırdı: Abdurrahman, gel otur' dedi. Yanına vardığımda durumu sordu. Ben de anlattım. Kendisi beş vakit namazını kılan, dindar,dürüst bir zattı. Bana şöyle dedi: Ben o zatı iyi tanırım. Muhterem bir insandır. Ben onu otuz sene evvel İstanbul'dan tanırım. O zaman Darü'lHikmet-i İslâmiyede âzâ idi. Âlim ve fâzıl bir zattır. Sen henüz gençsin. Vazifeni yap, fakat müdürün gözüne gireyim diye, o temiz zatı incitme. İleri gitme. Sonra tokat

yersin, başına bir belâ gelir, musibete uğrarsın.' Ben Emniyet Müdürü ile Başkomiserin arasında kalmıştım. Henüz tecrübesizdim. Çok heyecanlı ve telâş içindeydim. Daha sonra, iki polis arkadaşla beraber 1947 senesi Aralık ayının on üçüncü günü sivil olarak Emirdağ'a geldik. Önce bir otele indik. Orada Kaymakamı sordum. 'Kulüpte bulunur' dediler. Oraya gittim. Kaymakam köylere gittiği için görüşemedik. Bunun üzerine Jandarma Kumandanı ile görüştüm. Bana Bediüzzaman'ın evini gösterdi. Bu hususta bilgi verdi. Ben elimdeki adamlarla bunu takip edemiyorum. Kapı içeriden kapanıyor. İçeride ne yapıyorlar bilmiyoruz' dedi. İkinci gün Emirdağ'ın pazarı idi. "Üstadın selâmı var, sizinle görüşmek istiyor" Bakın size bir hatıramı anlatayım. Çarşıya çıkıp kahvaltı yapmak için peynir ve zeytin aldık. Bir dükkândan da tereyağı aldık. Dükkâncı tereyağını tartarken, yağı koyduğu kâğıt kadar da, terazinin öbür kefesine kağıt koydu. Ben doğrusu bu vaziyeti başka bir yerde görmemiştim. Bediüzzaman, işte Emirdağ'ı böyle yapmıştı. Bediüzzaman'ın kaldığı evin karşısında bulunan kahvehaneye oturduk. Küçük yer olduğu için dikkatler üzerimize çevrilmişti. Dikkatleri üzerimizden atmak için Hasan'la Salih'e tavla bilip bilmediklerini sordum. Salih biliyormuş. Bunun üzerine Salih'le tavla oynamaya

başladık. Hasan da karşıdaki evi ve oraya gireni çıkanı kontrol etmeye başladı. Biraz sonra Bediüzzaman kapının önüne çıktı. Talebeleri de çıkmışlardı. Hasan, bize işaretle durumu haber verdi. Talebeleri hep genç ve delikanlı kimselerdi. Az sonra içlerinden biri bize, kahvehaneye doğru geldi. Önce kahveci ile görüştü. Sonra bizim yanımıza geldi. Selâm verdi. Üstadın selâmı var, sizinle görüşmek istiyor' dedi. Biz şaşırdık ve doğrusu afalladık. Ama durumu da çaktırmamaya çalıştık. Üstad kim, bizimle ne işi varmış?' dedik. Yine genç talebe ısrar edince o zaman ben Hasan'ı gönderdim. 'Git bir bakıver' dedim. Bir müddet sonra Hasan döndü, geldi. Ne olduğunu sordum, Bediüzzaman önce Hasan'a, 'Evlâdım, senin ismin ne?' demiş. O da, 'Ahmet' diye cevap vermiş. Bediüzzaman, 'Bak evladım Ahmet, doğru söyleyeceğine söz ver' demiş. Hasan da, 'Söz veriyorum' dedikten sonra, Beni takip için, üç tane polis gönderildiğini haber aldım. Benim çok talebem ve dostlarım var. Eğer o üç polis siz iseniz bana söyleyin ki, adamlarıma ve talebelerime tenbih edeyim, size bir zarar vermesinler' demiş. Şaşkına dönen Hasan, tabiî polis olduğumuzu inkâr

etmiş. Dört yanımı Kur'ân çarpsın, vallahi-billahî biz polis değiliz' demiş. Hasan bu hali anlatınca şaşırdık kaldık. Vaziyet böyle olunca, biz hemen kahvehaneyi değiştirdik. Ertesi gün başka bir kahveye gittik. Orada yine oyun oynamaya başladık. Yanımıza yine bir genç geldi. Üstad Bediüzzaman sizi çağırıyor' dedi. Biz yine aramızda istişare ettik. Her ihtimale karşı, belki bir pusu kurarlar, bir komploya uğrarız korkusuyla, 'İkiniz gidin, ben dışarıda kalayım' dedim. Ben kaldım, Hasan'la Salih'i yanına gönderdim Bir saat sonra geleceksiniz, şayet gelmezseniz, jandarmaya haber vereceğim' dedim. Nihayet anlaştığımız saatte geldiler. Karşılaştıkları manzarayı hayret ve heyecanla anlattılar. "Biz manevî zabıtayız, bizden memlekete zarar gelmez" Said Nursî onlara: Biz manevî zabıtayız. Bizden millete, memlekete zarar gelmez. Hükümet bizden boşuna endişe ediyor. Yahut da bu şekilde dini, baskı altında tutmak istiyor' demiş. Onlara iman ve Kur'ân hakikatlerinden bahsetmiş. Lokum ikram etmiş. Birer tane de Nur Risalelerinden, el yazması Âsa-yı Musa, Gençlik Rehberi kitaplarından

hediye etmiş. Eğer fazla nüsha olsaydı, bu kitaplardan her birinize, birer tane hediye ederdim. Bunlardan her üçünüz istifade edersiniz. Diğer arkadaşınız niçin gelmedi?' diye sormuş. Bunları bana otelde anlattılar. korktum, lokum belki okunmuştur Salih, küfrederek lokumu ağzına inancı vardı. Fakat Salih, küfürbaz bir pusula yazmış:

Lokumu verdiler. Ben diye yiyemedim. Fakat attı ve yedi. Hasan'ın ve inancı zayıftı. Şöyle

Said Nursî talebesine bakkaldan içki aldırttı' şeklinde. Bu pusulayı da bazı kimselere imzalatmak istemiş. Hiç kimse imzalamamış. Daha sonra da bu yaptığının cezasını gördü. Polisin başına gelenler Hep beraber bir düğüne gitmiştik. eğlendikten sonra vakit gecikmişti.

Bir

müddet

Kalkalım' dedim. Salih: Komiser Bey, ben biraz daha kalayım' dedi. Ben de 'Peki' dedim. Biz Hasan'la otele döndük. Salih bizden sonra ölçüyü kaçırmış, çok fazla içmiş. Sarhoş olduktan sonra etrafındakilerle kavga etmiş. Onlar da kendisini iyice dövmüşler. Gece yarısı bekçiler beni uyandırdılar. Hasan'la beraber

gittik. Bir derede pis suların içinde yatıyordu. Salih! Salih!' diye sarsıyordum, hiç kendinde değildi. Ha! Ha!' deyip duruyordu. Baktım üzerinde tabancası da yok. Sordum. Hiç kendinde değildi. Cevap verecek hali yoktu. Sonra durumu vilâyete bildirdim. Salih'e tabancasının bedelini üç misli ödettirdiler. Rütbe tenzili cezasıyla başka bir yere gönderdiler. "Hoca Efendiye bir zarar verirsen beni karşında bulursun" Emirdağ'a geldiğimiz zaman, orada eski bir arkadaşla karşılaştık. Arkadaşım: Abdurrahman buralarda ne arıyorsun, polislik işeri nasıl gidiyor? Emniyette ne var, ne yok?' demesin mi? Ben şaşırdım, 'Aman sus, kimse duymasın, gel şurada konuşalım' diye kahvehaneden kendisini çektim, birlikte çıktık. Ona Aydın'da ismimizin bir kaçakçılık olayına karıştığını, bu sebebten görevden attıklarını söyledim. İstanbul'a gidip elektrik teknisyenliği kurslarına devam ederek teknisyenlik öğrendiğimi ifade ettim. Emirdağ'a elektrik teknisyeni olarak görevli geldiğimi bildirdim. Çok zor durumda kalmıştım. Ancak bu şekilde yalan söyleyerek vaziyeti kurtardım.

Ama iki-üç gün sonra arkadaşım, başkalarından bizim polis olarak Bediüzzaman'ı takip için geldiğimizi öğrenmiş, ikinci karşılaşmamızda bize çıkıştı, 'Çok ayıp ettin, bana doğruyu söylemedin. Bana bak, eğer Hoca Efendiye bir zarar verirsen beni karşında bulursun. Önceleri Bediüzzaman'ı ben de bilmiyordum. Aleyhinde konuştum. Az kalsın felakete uğrayacaktım. Kamyonla giderken uçuruma yuvarlanıyordum? Sonra tevbe ettim. Bediüzzaman kimseye zararı olmayan muhterem bir hoca efendidir' diye konuştu. Biz meslek icabı ne hallere düşmüştük. Emirdağ'dan Afyon'a Bediüzzaman Emirdağ'da yola çıktığı zaman bütün ahali onun yolun beklerdi. O da onlara gülümseyerek selâm verirdi. Vali ve Savcı. biz orada iken, beş-altı defa Emirdağ'a geldiler. Aramalar yaptılar. En sonuncusunda on kişiyi, akşamleyin evlerinden; diğerlerini de iş yerlerinden topladılar. Bediüzzaman'ı ertesi sabah Emniyet arabasına alıp hep beraber Afyon'a götürdüler. Biz de 17 Ocak 1948'de Afyon'a döndük. Onlar Afyon'da Emniyet Oteli'nde üç gün kaldılar. İfadeleri alındı. Bu üç gün zarfında civardan büyük kalabalıklar toplandı. Üç günün sonunda bütün polisler Emniyet Oteli'nin etrafına ve cezaevi yoluna dizildiler. Emniyet Müdürü, benim Bediüzzaman'ı otelden alacağımı söyledi. Ben resmî elbisemi giydim,kuşandım.

Nasıl olur? Beni tanır, çok ayıp olur' dedim, Olsun, artık her şey açığa çıktı' dedi. Bir kaç polisle otele gittim. Arkadaşlar içeri girdi. Ben kapıda bekledim. Bediüzzaman çıkarken merdiven başında görünce gülümseyerek: Abdurrahman!' dedi, sırtımı okşadı. Ben yine seni severim. Sen vazifeni yapıyorsun' dedi. Bediüzzaman'ı tenha bir yoldan, talebelerini de halkın beklediği yoldan cezaevine götürdük. Dava, Ağır Cezada uzun müddet devam etti. Ben de ifade verdim. Bediüzzaman'ın herhangi bir zararlı hareketini görmediğimi söyledim. "Ben namaz kılacağım" Son mahkeme sırasında, akşam namazının vakti girdi. Bediüzzaman ayağa kalkarak, Ben namaz kılacağım' dedi. Hâkim, Kaza edersin' diye cevap verdi. O da, Kaza olmaz, namaz kılacağım' diye ısrar etti ve yürüdü. Sonra Savcı bana işaret etti. Ben koluna girdim,

Kalem'de namazını kıldı. Mahkeme safahatı esnasında, Hâkim kendisine bizim polis olduğumuzu nasıl öğrendiğini sordu. O da, 'Gece rüyamda gördüm' diye cevap verdi. Son sözü sorulduğunda: "Eğer suç varsa, bütün suç benimdir. Diğer arkadaşlarımın hiç bir suçu yoktur. Biz Kur'ân'ın hizmetkârıyız, asayişin manevî muhafızlarıyız' dedi."

OSMAN AYDIN 1929'da dünyaya geldi. Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü mezunudur. İlk öğretmen olduğum zaman Üstadı ziyaret ettim. O zaman aradığım nuru bulmuştum. 1948'de Risale-i Nur'ları okumaya başladım. Bundan sonra İslâm yazısını da öğrendim. Kur'ân'ı hatmederek Üstaddan müsaade alıp, Isparta ve Konya İmam Hatip Mekteplerinin imtihanlarına girerek diploma aldım. Sonra da hocalık ve vaizlik imtihanlarını kazandım. Önce Emirdağ'da imamlık yaptım. Üstadın vefatından sonra da Ankara merkez vaizi oldum. 1950'den sonra ayrıldım ve bir müddet Üstadın hizmetinde bulundum. Öğretmen iken, bir gün talebelerle otururken Üstad yanımıza gelmişti. O gün Üstad, 'Menderes'i kurtardık, o kurtuldu!' dedi. Bir gün sonra uçak kazasında Adnan Menderes'in sağ salim kurtulduğunu öğrendik. Üstadın bu harika kerametini bir gün sonra hâdise olunca öğrenmiştik. "Üstad çingenelere ne dedi?" Bir gün Üstadla birlikte kıra gezmeye çıkmıştık. Yolda

çingeneleri gördük. Üstad onlara nasihat etti ve buyurdu ki: 'Siz dünyanın fâni olduğunu anladığınızdan basit yerlerde oturuyorsunuz. Sizler de göçebe olduğunuzdan dolayı benim meslektaşım sayılırsınız.' Bu hadiseden sonra onlar, Üstadı nerede görseler hürmet eder, kimseye Üstadın aleyhinde söz söyletmezlerdi. Üstad herkese durumuna göre muamele ederdi. Yine bir gün Üstad beni akşamdan sonra Gençlik Rehberi'nin basımı için İstanbul'a göndermek istemiş, 'Şimdi yola çık' demişti. Aşağıya indiğimde dış kapı kilitliydi. Çok uğraştım, bir türlü açamadım. Sonra Üstad geldi, o da açmak için çok uğraştı. Kapı bir türlü açılmıyordu. Sonra Üstad yan tarafa çekildi. Âniden kapı şak diye açıldı. Üstad mecbur kalmadan keramet göstermiyordu. Bu hal de bir keramet haliydi. Emirdağ'da kardeşler birkaç defa hapse girmişlerdi. Ben de iman, Kur'ân yolunda hapse girmeyi çok istiyordum. Hattâ İçişleri Bakanına dilekçe dahi yazmıştım. Beni götürmediler. Bunu da sonradan anlamıştım. Üstad bana zaman zaman, 'Ben Osman'ı vermeyeceğim' diye buyurmuştu. "Ben o koca Sultan için ayağa kalkıyorum" Mustafa Kırıkçı'yla birlikte Konya'nın Lâdik kazasına giderek, büyük velilerden Hacı Ahmed Efendiyi ziyaret etmiştik. Bu zatın devamlı Hızır (A.S.) ile gezdiği ifade edilir. Bizim Üstaddan geldiğimizi öğrenince, Üstaddan çok

sitayişle bahsetmişti. Kendisi için, 'Ben Hızır'la yüz sene hizmet etsem, yine Üstad Bediüzzaman'ın mertebesine yetişemem' demişti. Konya'ya İmam Hatibe ders vermeye gidince, Hacı Veyiszâde Mustafa Efendiyi ziyaret ederdim. Her ziyarete gidişte bu zat ayağa kalkar, çok hürmet ederdi. Ben bu durumdan çok mahçup olurdum. Bana, 'Ben sana ayağa kalkmıyorum. O Koca Sultana ayağa kalkıyorum. Sen o Sultanın yanından geliyorsun ya, işte onun için ayağa kalkıyorum' derdi. *** "Üstad Bediüzzaman'dan aldığım ilhamla manzumeyi yazmıştım: Nura Çağırış Ey Nur, hicabını aç, şu beşer felâh bulsun, Bu âlem sana muhtaç, mazlum ümmet kurtulsun Kaldır nikabını ki, fetholsun bütün cihan Zulmetler bitsin artık, nur dolsun bütün cihan Bu müthiş asrın derdiyle, herkes mânen hastadır Zalimler zulme devam, mazlumlar hep yastadır Bu dertlere bir derman, yâ Rabbî nuru gönder Zeminin Üstadını beşere kıl müyesser

şu

Mü'minlere rahat yok, Müslüman diyarında Mazlumların âhı çok, hem bugün hem yarında Hayır, hayır, bitecek, artık mazlumun âhı Gözlerden akan yaş, döker bütün günahı Şu gaddar medeniyet, mazlumları boğmada Sabredelim kardaşlar, işte güneş doğmada Doğuyor nur güneşi, işte arş-ı âlâdan Ferman-ı İlâhî ile, hem de arş-ı âlâdan Nusret gelir ümmete, mazlumun âhı diner Kurtulur ehl-i iman, kâfirler hepsi siner Şeriat-ı garradır, bu beşere selâmet Kur'ân hâkim olmadan, elbet kopmaz kıyamet Yürü ey Nur kervanı, yolun Hakka ulaşır Şanın bütün cihanda, saygı ile dolaşır Bu Nurun kılavuzu, Said Bediüzzaman Mübareğin isteği, kurtulsun yeter iman Felâh bulup kurtulan, Nur ile ehl-i Kur'ân Kırk sene bu ümmete, olacak rahat vicdan Yâ Rabbî, Üstadımdan ebediyyen razı ol Payidar kıl bir nuru, imanda en kısa yol Selâmet müminlere ol yüce Haktan gelir Aydınım, sen de öğren, gaybı ancak Hak bilir

İlâhî, hıçkırıklar doldurdu şu fezayı Bu hicran ağlatıyor, gökte güneş ve ayı Mü'minler sabredelim, mutlak güneş doğacak İslâm selamet bulup zulmetleri boğacak *** Osman Aydın şu şiiri de Üstad Bediüzzaman'ın vefat haberi üzerine kaleme almıştı: Elveda, Hazretlerine

Büyük

Üstadım

İşte geldi çattı ayrılık derdi Bin türlü elemi bizlere verdi. Gam, keder postunu gönlüme serdi. Üstadım, firakın yaktı dağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Acı haberlerin gönlümü dağlar Bayram geldi, fakat kalbim kan ağlar Bilmem yaramızı bizim kim bağlar Üstadım, firakın yaktı dağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Boyunlar büküldü, çehreler duruk Boğazda döğüldü, sesimiz kırık Bütün kardeşlerde derin hıçkırık Geliyor, sel gibi aktı, çağladı.

Bediüzzaman

İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Ansızın ayrılık geldi kapıya Gözyaşı bıraktı Nurdan yapıya Dostla vuslat için terhis tapuya Gözler pınar gibi aktı, aktı, çağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Elveda dostlarım, ayrıldı Üstad Nemli gözler ile ediyoruz yad Kur'ân okuyalım ruhu olsun şad Üstadım, firakın yaktı dağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Yaramıza merhem Risale-i Nur Derdine dermanı hep onda bulur Kat'î bir hüccettir Risale-i Nur Bizlere tesellî verip ağladı Üstadım, firakın yaktı dağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Üstadım, gidersin sen bâki yere Viran kalbim kırık, vücudum bere Al götür beni gittiğin yere Firakın bizleri yaktı dağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Aydın'ın derdini açtı da açtı

Kanlı yaşlarını etrafa saçtı Daha da söylerdi dili dolaştı Üstadım, firakın yaktı dağladı İnsanlar, mahlûkat, semâ ağladı. Osman Aydın Emirdağ- 23 Mart 1960

MUSTAFA ACET Mustafa Acet, uzun yıllar Diyanet İşleri Başkanlığında hattat olarak vazife yapmıştır. 1924 yılında Emirdağ'da doğan Acet, 1948 ve 1961'de Risale-i Nurları okuduğu için mahkemelere verilmiş ve mevkuf kalmıştır. 1990 başında Medine-i Münevverede rahmet-i Rahman'a kavuştu. Bir Emirdağ çiçeği İrfan dünyamızın Emirdağ sayfası parlak ve berrak haliyle, gözümüzü ve gönlümüzü aydınlatmaktadır. Bu ışıklı sayfanın, nurlu kelimeleri pek çoktur. Bunlardan birisi de Nur-İslâm yolunun 'Hakikat Kahramanları'ndan mümtaz bir şahsiyet olan Mustafa Acet'ti. Hayatının baharında, henüz yirmi üç yaşında Emirdağlı bir Türkmen delikanlısı olarak Nur Üstad Bediüzzaman'ın sesine, dersine ve nurlarına "Lebbeyk!" diyerek koşmuştu. Bu samimi koşmasının neticesinde, Üstadıyla birlikte Afyon zindanlarını boylamıştı. Askerlik vazifesinden vatanına dönen Mustafa Acet'i Emirdağ bozkırlarının "Ceylan"ı alıp götürmüştü, Nur Üstadın aydınlık iklimine.

Mustafa Acet bu huzurda ilim öğrenmişti, imân öğrenmişti, meslek öğrenmişti, hocalık ve hattatlık öğrenmişti. Mübarek ve müstesna şahsiyetlerinin bu fani dünyadan ebediyete kanat açmaları da kendileri gibi müstesna olmaktadır. İşte bunlardan birisi de Mustafa Acet'tir. Merhum Mustafa Acet, İman-Kur'an yoluna gönül veren fedakârlardan birisiydi. Şeflik devrinin hükümferma olduğu tarihlerde iki defa hapishanede yatmıştı. Birinci yatışı 1948'in karanlık günlerindeydi. İkinci yatışı ise 27 Mayıs İhtilalinden sonraki günlerdeydi. Suçu Kur'an hakikatları olan Nur Risalelerini yazmak ve okumaktı. Müslüman Türkiye'mizde cereyan eden bin beş yüz tane Nurculuk mahkemelerinden ikisine şeref vermişti. İkisinin de sonunda diğer dâvâlarda olduğu gibi tahliye olup, beraat etmişti. Bu yüz akı onun ebediyet albümüne pırıltılı bir sayfa halinde intikal etmişti. Mustafa Acet altmış altı yaşında çıktı ebediyet yolculuğuna. Mesut ve mutlu ömrünün kırk yılın Kur'ân yolculuğunda geçirdi. Ankara'daki mütevazi hanesinde, namaz vakti girince, Nur Üstadın Afyon ceberrutlarına söylediği ateşîn sözlerini nasıl da heyecanla anlatmıştı. Haliyle, tavrıyla ve bütün varlığıyla sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Uzun süren mahkemenin bir celsesinde namaz vakti gelmiş geçiyordu.

Üstad Bediüzzaman namaz için izin ve müsaade istediği halde, adamlar razı olmuyorlardı. Bir an celâllenen Nur Üstadın şehlâ gözleri şimşekler gibi parlamış, o pâk alnındaki damarları parmak gibi kabararak âdeta dışa fırlamıştı. Savcıya asrımızın sultanı Ulu Üstad şöyle gürlemişti: "Biz namazın hukukunu müdafaa için burada bulunuyoruz. Bizim bundan başka bir suçumuz yoktur." Üstadla ilgili diğer hatıralarını şöyle anlatmıştı: "Afyon Hapishanesine nasıl girdim?" Anlatacağım hatıraların üzerinden yıllar geçti. Bu sebepten parça parça, kesik kesik olacak. Afyon hapsine Üstadla birlikte girdiğimiz zaman, yirmi üç yaşındaydım. 1947'de askerden yeni gelmiştim. Ceylan Çalışkan benim akrabamdı. İlk defa Üstad Bediüzzaman'a beni o götürdü. Heyecanla, bu görüşme gününü beklemiştim. Daha önce kıymetli eserlerini okumaya başlamıştım. Afyon hapsine benim girişim, bir isim benzerliğinin neticesidir. Terzi Mustafa girecekti, benim de adım Mustafa olduğu için bu piyango bize isabet etti. Kader-i İlâhinin bir rahmeti oldu. Hapishanede Kur'ân harflerini öğrendim, yazı yazmaya başladım. Kur'ân okumayı ilerlettim. Afyon hapsi

gerçekten benim

için bir 'Yusufiye

Medresesi' oldu. Orada tecvidi öğrendim. Hapishaneden çıktıktan sonra, on yıl Emirdağ'da imamlık yaptım. On dört yıldır da Diyanet İşlerinde hattat olarak görev yapıyorum. İşte bunlar Üstadla olmanın, ona gönül vermenin, sadece dünyada görülen küçük bir meyvesidir. Hapishaneden çıktıktan sonra, 1951'de imam oldum, 1960'a kadar hizmetimiz oldu. Hapis hayatımız 11 ay sürdü. *** Üstad, gazetelerde bilhassa İslâm dünyası ile ilgili haberleri takip ederdi. Büyük Cihad, Hür Adam, Ehl-i Sünnet ve Büyük Doğu mecmualarını takip ederdi, okutturudu. Ben de bazen kendilerine okurdum. "Bu vatanın saadeti için çalışıyorum" 1948 senesinin arifesinde Üstadın evine bir komiser, iki polis memuru gelmişti. Onlara aynen şunları söyledi: Siz beni gözetlemeye geldiniz. Benim hatt-ı hareketim meydandadır. İslâmiyet ve bu vatanın saadeti için çalışıyorum.' Hapisten çıktıktan sonra Cevşen'i yazmıştım. Bunu Ceylan Çalışkan kendilerine götürüp göstermişti. Ben de yanında bulunuyordum. Bu yazıyı benim çok mahir bir talebem yazmıştır' dedi. Ceylan da beni işaret ederek, 'Bu kardeşimiz yazdı'

deyince, Üstad, 'Keçeli' diye iltifat etip, hafifçe yüzüme vurdu. "Verdiği haberler bir bir çıktı" Onun herhangi bir hareketini bile unutmak benim için imkânsızdır. En çok esef ettiğim şey kıymetini bilip de, tam hizmetine koşamamamdır. Onu anlayamadım, idrak edemedim. Zamanı gelip de önceden haber verdiği hâdiseler bir bir çıkmaya başlayınca, onun büyüklüğünü daha çok anlamaya başladım. Güneş her gün çıktığı için kıymetini tam bilemiyoruz. Ancak nimet elden çıkınca, kıymetini takdir ediyoruz. "Kendisi daima şahsını gizliyor Dikkatleri Nur Risalelerine çekiyordu."

ve

perdeliyordu.

MUSTAFA KARAPINAR İlk defa 1947 yılında Emirdağ'da Hayri Gence vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman ile tanışmak şerefine nail oldum. "Üstad adına Kelime-i Tevhid çektim" İlk defa 1947 yılında Emirdağ'da Hayri Gence vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman ile tanışmak şerefine nail oldum. Daha evvel de kendisinin fevkalâde bir âlim olduğunu duymuştum. Çok mütevazı olmakla beraber, gayet ciddi idi. Giyim kuşamı tam mânâsıyla İslâm kisvesi idi. Bana, 'Kur'ân okumasını biliyor musun?' diye sordu. 'Hayır, bilmiyorum' dedim. Kur'ân'ı öğren kardeşim' dedi. Yine 1947 senesi Ramazan ayında Kadir Gecesinde geceyi ihya etmek için Osman Çalışkan beni çağırmıştı. Üstad rahatsız olduğundan bana iki yüz defa Üstad adına Kelime-i tevhid çekmemi istediler. Ben de Üstad adına çektim.

Gece rüyada kapımızın zili çalındı. Kapıyı açtığımda Üstad karşımda idi. 'Teşekkür ederim kardeşim' dedi. İhbar eden memurun akıbeti Afyon'da tevkif olduktan sonra bir gün yatsı namazını kılmış, sobanın başında oturuyordum. Yarı uyku vaziyetinde idim. Odanın kapısı açıldı. Üstad girdi, etrafımda dolaştı ve dışarı çıktı. Uyandığımda kimse yoktu. Ertesi gün vazife icabı mahkemede bulunuyordum. Kötü niyetli bir memur, 'Bu da Bediüzzaman Said Nursî ile görüşüyor' diye ihbar etmiş. Evim ve dairem arandı. Fakat bir şey bulunamadı. Oysa arama sırasında dört tane kitap çantamda, yanımda asılı duruyordu. Tam o gün, akşam üzeri postacı bir telgraf getirdi. Beni ihbar eden memurun vazifesine Ankara'dan son veriliyordu. "Üstad tabiatı çok severdi. Devamlı kırlara çıkardı. Birkaç sefer kırlara çıkması için ona kendi atımı verdim."

HAFIZ NURİ GÜVEN 1913'te Bozöyük'te doğdu. Yedi yıl Emirdağ Çarşı Camiinde imamlık yaptı. Bediüzzaman'ı görme bahtiyarlığı Sıcak bir Ramazan gününde, Bitlisli bir dostunun gayretleriyle Pendik'te, Sakarya Oteli sahibi Hafız Nuri ismindeki zatı arıyorduk. Başka adreste sorduğumuz ak saçlı, ak yüzlü ihtiyar bir adam, sorduğumuz zatın kendisi olduğuna işaret ederek; bizi içeriye, geniş bir odaya davet etti. Meğer bilmeden, aradığımız zatı kendisinden sormuşuz.Yedi yıl Emirdağ Çarşı Camiinde imamlık yapmıştı. On yılın hatıralarıyla doluydu. Anlattıkça anlatmak istiyordu: 1947'yi 48'e bağlayan zamanda Bozöyük'ten, güzel koyunlarıyla bildiğimiz Emirdağ'a hayvan ticareti için gitmiştim. Hocamın ağabeyi olan Gönenli Hafız Ahmed Hoca'da misafir olarak kaldım. İşte o mesut zamanda, Bediüzzaman'ı görmek bahtiyarlığına erdim. O günlerde zaten her akşam rüyada görüyordum, görüşüyorduk, kitabını okuyordum. Bir hafta

kadar görüşebilmek için bekledim. Türkiye'nin, dünyanın her tarafından ziyaretçileri geliyordu. Pek azı ile görüşüyordu, zaten hepsiyle görüşmesi maddeten imkânsızdı. Bir sabah namazından sonra yine evine gittim. Orada Zübeyir Gündüzalp'i gördüm. İki kişi daha görüşmek için bekliyorlardı. Birisi yaşlı, diğeri ise otuz beş yaşlarındaydı. Gelenlerden birisi daha sonraki zamanda oğlunda misafir olarak kaldığım Kadınhanlı Hafız Mehmed Âsaf, diğeri ise Kütahyalı Hafız Hüseyin idi. Üç cenaze namazı Ziyaretine giderek ellerine kapandık. 'Kardaşım' diye hitap ediyordu. Aynen rüyamda gördüğüm gibi, bana bir risale verdi. 'Gençsin, kitap yeni yazı ile yazılmıştır' dedi. On beş-yirmi dakika kadar yanında oturduk. 'Vazifem vardır, sizi üç hafız olduğunuz için kabul ettim' demişti. Diğer ziyaretçi arkadaşların da hafız olduklarını o zaman öğrenmiştim. Bana Çarşı Camiide vazife veriyorlardı. Ben ise kabul etmiyordum. Sonraki ziyaretimde bunu öğrenmiş, 'Neden reddediyorsun? Kabul etmiyorsun? Sana verilen vazifeyi kabul et! Sonra iyi olmaz' dedi. Bunun üzerine vazifeyi kabul ettim ve asil olarak ben tayin edildim. Gönenli Hafız Hoca da zaman zaman ava gittiği için vazifeyi ihmal ediyormuş. Burada uzun zaman vazife yapmıştım. Bu yıllar içinde, tam yedi senede, Bediüzzaman üç defa cenaze namazına geldi. Bunlardan birisi 1949'da üç hava şehidinin cenaze namazı, diğeri de otuz dokuz

sene müezzinlik yapan, yaşlı Murad Hocanın cenaze namazı idi. "Hastahane ile âlâkadar olurdu" Adaçalı mevkiinde tepedeki mezarların başında dua ederdi. Sağlık Merkezi Koruma Cemiyeti kurarak bir hastahane yaptırmıştır. Orası ile de alâkadar olur, dua eder, teveccüh ederdi. Bana, 'Senin ilminden başka ihlâsın ve halka tesirin var' diye iltifat ederdi. Boya götürmüştüm. Küçük bir krem kutusunda bozuk paraları vardı. Buradan bana yirmi beş kuruş vermişti. Bu parayı bizim hanım aziz bir hatıra olarak hâlâ saklamaktadır. 1950 Ramazan'ında otuz gün camiye, teravih namazına geldi. Afyon hapsine girdikleri zaman evin anahtarını bana vermiş, anahtar bende kalmıştı. Emirdağ'da çok çalışıyorduk. Kaymakam ve müdde-i umumî dahil, hep Kur'ân dersi veriyordum. Emirdağ bana çok bağlıydı. Zamanlarımız hep kudsî hizmetlerde geçiyordu, istihdam ediliyordum. Üstadın 'Senin vazifen var' sözü tecellî ediyordu. Rüyalarımda bile ders veya ikaz ederdi. Kitapları da yağmurdan böyle bir ikaz üzerine kaldırıp sakladım; yoksa kitaplara yağmur yağdığının farkında bile değildim. Ziyaretlerimde yalnız olunca yatağının kenarında otururdum. Simasına gayet rahat bakardım, o heybetli gözlerinin tesiri altında kalırdım. Hapishanede verdikleri zehir, sol göğsünün altında yara olarak toplanmıştı, onu da göstermişti.

Evinde iki kedisi vardı. Kendisi Afyon Hapishanesine atılınca, o kedilerden birisi hiç yemek yemedi, yediremedik, açlıktan öldü. Her sabah Hazret-i Ali'nin duası Celcelûtiye'yi okuyordu. Yalnız huddamların geldiği kısmı okumadığını göstermişti. Bir gün, Alaşehirli olan Nevzat isimli müdde-i umumî Ankara'nın verdiği emir üzerine, ifadesini almaya gelmişti. Hürmetle Üstadın elini öperek girdi, oturdu. Üstad, 'Kardaşım, bir kürsü getirin' diye kendisini bir sandalyeye oturttu. "Vazifenizi yapın, ücret beklemeyin" Bir defasında köpekle kedilerin mukayesesini yapmıştı. 'Köpeğe bir dilim ekmek verin, size bağlanır, mutlaka borcunu ödemeye çalışır. Halbuki kediyi çok sevdiği ciğerle besleseniz bile, hiç aldırmaz, nankörlük yapar, size minneti ve borcu olmaz. Siz de işinizi, vazifeniz olduğu için yapın, ücret beklemeyin.' O zamanlar uyku diye birşey bilmezdim. Yirmi bir köye cami yaptırmıştım. Vazifeli olup, istihdam edildiğimi sonraları anladım. Mis gibi Ben inanıyorum ki, dünyada ondan daha temiz bir insan yoktur. Ondan daha temiz bir insan görmedim ben. Dünyadaki miskler onun gibi değildir, o daha da güzel ve temizdi. Evine girdiğimiz zaman mis gibi bir koku sizi

sarardı. Eksişehir'de Yıldız Oteline gelip kalırdı. Beni çağırtırdı. Emirdağ Sağlık Merkezi yapılırken, Üstad bana, 'Arazi sahiplerinin gönlünü al' demişti. Üstadın da iştirak ettiği iki cenaze namazından Murad Hocanın ve hava şehitlerinin namazlarını ben kıldırmıştım. Bir defasında bizi Tez Dağlarına davet ederek, orada çay ve pirinçli kabak yemeği ikram etti. Hayatta öyle lezzetli yemek yediğimi bilmiyorum, o yemeğin tadı hâlâ damağımda durur. O kırda, Dr. Tahir, Terzi Sadık, Zübeyir, Terzi Raşid hep beraberdik. Üstadın namaz kılışı ve hususi halleri Boyu uzunca sayılırdı. O uzun boylu adam, namaza durduğu vakit sanki küçülürdü. Belki beş dakika namaza durması sürerdi, çok heybetli, haşmetli ve haşyetli bir şekilde namaza dururdu. 'Allah bana geçim kaygısını vermedi' derdi. Son zamanlarda yanında radyo bulundurur ve dinlerdi. Konya'dan Halıcı Sabri kendisine bir taksi gönderdi, fakat kabul etmedi. Eğer kendisine verilenleri kabul etseydi, dünyanın en zengin adamı olurdu. Muhteşem bir hafızası ve çalışması vardı. Dört yüz sayfalık bir kitabı akşam alır, sabaha kadar düzeltir, tashih eder ve tamamlardı. Emirdağ'da işlerini en fazla Zübeyir yapardı. Kendileri Afyon Hapishanesinde iken,

Ramazan'da mukabele için beş-altı çocuk gelmişti. Evin anahtarı bende olduğundan, çocukların evde kalması için haber göndermiştim. 'Derhal yatırsın' demiş, çocukları kendisinin evinde misafir etmiştik. Tığ gibi bir insandı; dağlara çıkarken biz arkasından ulaşamazdık. Kendileri seksen yaşlarında, ben ise otuz beş yaşlarındaydım. Ona rağmen arkasından yetişemezdim, belki yüz metre önden çıkardı o yüce dağlara. Saçları uzundu, kendisini hiç sakallı görmedim, her zaman ustura ile ayna karşısında traş olurdu. O kadar güzel kokardı ki, o kokuyu hiçbir yerde görmedim. Camiin müezzini olan Mübarek Murad Hoca, Üstaddan çok korkardı ve çekinirdi. Bir Kadir Gecesi tesbih namazı kıldırmıştım. Murad Hoca namazı bilemediği için ön taraflara gelmişti. Üstadın namaz kıldığı üstteki settareli yerden, öğleyin bıraktığı kibriti almıştı. Üstad hiçbir şey demeden cebinden yirmi beş kuruş kendisine verdi. 'Kendine bir ecza (kibrit) al' dedi. Teravih namazını biraz daha ağır kıldırmamı söylemişti. Kendisi Fatiha'yı ancak zorlukla bitiriyormuş, ben rükûa gidiyormuşum. Teravihte cemaat da çok oluyordu. Üstad cemaatin çok olmasından memnun olarak şunu söyledi: 'Kesret-i cemaatte, vâcip olan sehiv secdesi bile affediliyor. İnşaallahu Teâlâ Allah affeder. Okumayı biraz ağırlaştır ki, cemaat Sübhanek'yi okuyabilsin.'

Meşrutiyet yıllarında basılmış bir kitabı eskilerden beri bendeydi, saklardım, onu kendisine getirdim. Çok memnun oldu ve çok sevindi. "Zaman zaman başına kına yakardı." "Cemaat içinde bir veli olduğunu unutmuşsun" Hafız Nuri Güven Efendiye namaz meselesiyle alâkalı olarak Mustafa Sungur Ağabeyimin sorduğu bir hususu sorunca, mezkûr meseleyi anlattı. Sungur Ağabey ise, meseleye şahit olan, bizzat dinleyen bir kimse olarak şunları ifade etmektedir: Hazret-i Üstadımız 1951 senesi Ramazan'ında teravih namazını Emirdağ Cami-i Kebir'de kılmıştı. Cemaatte, yanında bazen bendeniz de bulunuyordum. Hemen Fatiha'yı okumaya başlardı. Daha Fatiha'yı zor bitirir bitirmez, imam rükûa giderdi. Bayramda, teravihi kıldıran imam Hafız Nuri Güven ziyarete gelmişti. Hatırımda kalan ve asla unutmadığım, 'Kardaşım, arkanda, yani cemaat içinde, İyyake na'büdü diyebilen bir veli olduğunu unutmuştun' veya 'düşünmeli idin' gibi bir cümle söyledi. "Kat'î bildiğim: 'Arkanda İyyake na'büdü diyebilen bir veli olduğunu düşünmeli idin, ' veya başka söz, 'Arkanda İyyake na'büdü diyen bir veli olduğunu kat'î işittim." Hafız Nuri Güven Üstadla son görüşmesini şöyle anlattı: "Son olarak Isparta'ya, Üstadla vedalaşmaya gitmiştim.

Artık imamlıktan da ayrılmak istiyordum. Başka işlerim vardı, onları takip etmek istiyordum. Isparta'ya, Üstada benim vazifeyi bırakmamam için arkadaşlar gitmişlerdi. Üstad da, 'Vazifeyi bırakmasın, ayrılmasın' diye haber göndermişti. Ben de Üstadın hatırı için bir müddet daha vazifeye devam ettim."

İSMAİL HAKKI ÜNLÜ 1930'da Bovadin'de 1980'de vefat etti.

doğdu.

Kore

gazilerindendir.

CHP Kore'ye asker gönderilmesine karşı çıkmıştı Eski CHP mebuslarından Faik Ahmet Barutçu'nun hatıralarında, Kore meselesiyle ilgili cidden ibret verici kısımlar vardır. Barutçu hatıratında diyor ki: Devrin Menderes hükümeti, Yalova'da Celâl Bayar'ın başkanlığında iki saatlik bir görüşmeden sonra, aldığı bir kararla Kore'ye 4500 kişilik silâhlı asker göndermeye karar vermişti. "Bu karara karşı CHP kanadından beklenen tepki gelmekte gecikmemiş, Kasım Gülek, yetkisi olmadan Kore'ye asker gönderilmesine karşı çıkmıştı. Arkasından İsmet Paşanın sesi yükselmişti. İsmet Paşa, Hürriyet gazetesinde verdiği demeçte, tecrübeli bir parti lideri olarak fikrinin sorulmamasından şikâyet ediyordu. Paşa'nın bu demeci, memlekette derin bir etki meydana getirdi ve

iktidar çevresince, dış politikada beraberlik esasına aykırı ve komünistlerin kurdukları Dünya Barışseverler Teşkilâtının propagandası ile aynı anlamda kabul edildi." Halk Partisinin bu bozgunculuk ve sabotajcılığı devam ederken, İsmail Hakkı Ünlü isimli bir vatandaş, babasıyla birlikte Emirdağ'da, Üstad Said Nursî ile bu mevzuyla alâkalı olarak görüşüyorlardı. Bu görüşme ve hatırayı İsmail Hakkı Ünlü şöyle anlatıyor: "Bana da izin verseler, komünistlerle harb etmek için gönüllü giderdim" 1948 senesinde Ankara'da Genelkurmayda vatanî görevimi yapıyordum. Kore'ye asker gönderileceğini haber alınca, derhal gidip gönüllü olarak Kore'ye gideceğimi bilirdim. Beni ilk Kore Türk Tugayına gönüllü yazdılar. Kore'ye gitme zamanı gelinci, bize üç gün izin vermişlerdi. Ben de memleketim olan Bolvadin'e ailemle vedalaşmaya gittim. Babam beni alarak, o zaman Emirdağ'da bulunan Üstad Said Nursî'ye götürdü. Ondan hayır dua almamı söyledi. Üstad bizi sevgi ve alâka ile karşıladı. Babamla birlikte ellerinden öptük. Üstadın babama hitaben ilk sözleri şunlar oldu: Oğlun Kore'ye gidiyor, sen çok merak ediyorsun, üzülüyorsun. Hiç merak etme, üzülme. İnşaallah oğlun gidip gelenlerden olacak'.

Yine Üstad sözlerine devam ederek: Hükümet Kore'ye 4500 kişilik asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, beş bin genç Nur talebelerimle gönüllü olarak, komünistlerle harp etmek için ben de giderdim.' Gayet kararlı ve ciddi konuşan Üstad, bu arada eski gençlik hatıralarından da anlattı: Ben Ruslarla eskiden de harp ettim. Şimdi de onlarla çarpışmaya hazırım. Hattâ o harplerde yaralanıp, esir düştüm. Kore'ye gitmekten korkma. İhlasını muhafaza et.' Ben de: Üstadım harbe nasıl niyet edeyim?' dedim. Cevaben bana: Din-i İslâm uğruna, Allah için cihada... şeklinde niyet et' diye tavsiye etti. Bana dua etmesini istedim. 'Oğlum duam umumîdir. Hepinize duacıyım. Harpte dahi namazını bırakma. Namazını bırakmamak şartıyla duacıyım' dedi. Mücahidliğin mukaddes bir vazife olduğundan bahsetti. Bu konuda yazılmış küçük kitaplardan verdi. Bunları erlere ve kumandanlara dağıtmamı söyledi. Elini öperek huzurundan ayrıldık. "Harpte en ufak bir yara bile almadım..." 26 Eylül 1950'de İskenderun'dan Haan gemisiyle

Kore'ye doğru hareket ettik. "Çeşitli ve çok şiddetli harplere girip çıktım. Allah'a şükür hiçbir şey olmadı. En ufak bir yara bile almadım. Sonra giydiğim kaputa baktığımda, delik deşik kurşun izleri gördüm. Bundan anladım ki, Üstadın duasıyla ve mâneviyatımızın kuvvetiyle sağ salim gidip geldim. Allah bizi muhafaza etti."

H. ŞÜKRÜ BEŞEOĞLU Biz ona "Şekerci Şükrü Amca" deriz. Şekerci Şükrü Amca Biz ona "Şekerci Şükrü Amca" deriz. Ziyaretine gitmeyeli seneler olmuştu. Geniş bahçeli, çiçekli ve ağaçlı, ahşap evinde, sakin, sessiz köşesinde anlattıklarını dinlerken, "Üsküdar'ın Dost Işıkları"nda aydınlatmaya başlamıştım. Kimlersiniz? Ya bağrı yanık kimselersiniz! "Yahud da her sabâh uyanık kimselersiniz!" Yahya Kemal'in "Kimlersiniz?" diye sorduğu sualine Şekerci Şükrü Amcayı dinlerken cevap bulmuştum. Müslüman Üsküdar'ın "Dost Işığı"nda aydınlanmıştım o güzel bahar gününde. Her sabah uyanık olan Şekerci Şükrü Amcalar bu aziz toprakların hakiki sahipleri. Müslüman Türkiye'nin tapu senetleri... Şairin Şükrü Amcayı gördüğünü ve görüştüğünü

zannetmiyorum. Ama hiss-i kablelvuku (ön sezi) ile terennüm ettiği böyle aziz nur dostlarıdır: Dünya yüzünde, bir sefer olsun, tanışmadan, Öz çehrenizle sizleri görmekteyim bu an, Gönlüm, dilim, kanım ve mizacımla sizdenim, "Dünya ve âhirette vatandaşlarım benim." Hacı Şükrü Efendinin samimi sohbetlerini, hanımı Azize Teyzenin getirdiği çayları yudumlarken dinliyorduk. Devrekânili Ahmed Kureyşi Efendi ile birlikte Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmiş, sohbetinde bulunmuştu. "Benim iki misafirim gelecek" Bediüzzaman o gün talebe ve hizmetkârı olan Ceylan Çalışkan'a, Bugün benim iki misafirim gelecek. Biri Ahmed Kureyşî, diğeri Mehmed Feyzi'dir!' diyor. Biz ziyaretine girince bana, Seni Mehmed Feyzi'nin yerine kabul ettim" dedi. Emirdağ'da ve sonraları 1952 senesinde İstanbulSirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde ziyaret etmiştim. Hicaz dönüşümde kendilerine misvak, zemzem ve hurma gibi hediyeler götürmüştüm. Bana, 'Bir daha Hicaz'a gitmek

ister misiniz?' diye sorduğunda, 'Evet' diye cevap verince, tebessümle mukabelede bulunmuştu. "Üstad evimde üç gün misafir oldu" 1953 senesinin bahar aylarında bir kandil günüydü. O gün oruçluydum. Gece rüyamda Üstad, evimizin cumbasında oturmuş, tesbih çekiyordu. İki ay sonra bu rüyam aynı hakikat olarak çıktı. Dualarımda her zaman bize gelmesi için Allah'a yalvarırdım. "Baktım, bir araba evin önünde durdu, içinden Hazret-i Üstad iniyor, sevinçle koşup ellerinden öptüm. Abdest alma kolaylığı bakımından girişteki kısımda kendisini misafir etmek istemiştik. İnanın bana aynen rüyamda gördüğüm şekli söyledi: 'Beni gördüğün yere çıkart.' Ben rüyamda üst odada, cumbada görmüştüm kendilerini. Hemen üst kata çıkarttım." Şükrü Amcanın aziz misafiri, hanesinde üç gün kalıyor. "Kitabımı okuyun, benimle berabersiniz" Sohbetin bu kısmında Şükrü Amcanın hanımı Azize Teyze de söze katıldı: Ben sizi âhiret kardeşi olarak kabul ettim. Kitaplarımı okuyun, benimle berabersiniz' diye buyurdu. "Evimizden ayrıldığı anı hiç unutamıyorum. El sallayışı hiç gözlerimden gitmez. Şimdi kitaplarını, hayatını okuyoruz. Ne çileler, ne eziyetler çekmiş."

Şükrü Efendi devam ediyordu aziz misafirini anlatmaya: "Üstad her zaman rüyalarıma girer. Hep iyi ve güzel görürüm. Bana daima Eyüpsultan'ı göstermektedir. Üstad rahmetli, 'Nerede zahmet, orada rahmet vardır' derdi." "Onlar gezmeye çıktılar..." Son ayrılış gününü ise şöyle anlatmaktadır: Talebelerini ev aramaya göndermişti. Onlar bir müddet gecikince Üstad lâtife tarzında, 'Onlar ev aramaya çıkmadılar, gezmeye çıktılar' demişti. Sonra talebelere anlattığımda güldüler, 'Hakikaten öyle oldu' dediler. "Ayrılırken bana, 'Seni buraya İkinci Said olarak bırakıyorum' dedi. Ellerini öptük, bize dualar etti, öylece vedalaştık." Uzun, heybetli endamı, tatlı nur gibi simasıyla, şeker gibi tatlı sohbetiyle Şükrü Amca hakikaten mesleği gibi bir insandı. "Üsküdar'ın Dost Işığı"nı Şükrü Amcanın parlayan nasiyesinde ve secdeli simasında görmüştük.

NECATİ MÜFTÜOĞLU Afyonlu Müftüoğlu sülalesindendir. 1948'de Afyon mahkemesi başkâtipliğinde bulunuyordu. "Asa-yı Mûsa Müslümanlar arasındaki birliği sağlamak için yazıldı" Bir gün Hüsrev Altınbaşak hakkında Isparta'dan bir talimat geldi. Evini basmışlar. Bu talimatta 'Isparta Cumhuriyet Savcılığının filan tarihli, yapılan tahkikatla Emirdağ'ında iskâna memur edilen Bitlis'in Nurs köyünden Mirza oğlu Said Nursi'nin ifadesi alınarak, tutanağın gönderilmesi...' diyor. Bunu Savcı Bey bana teklif ediyordu. Hay hay' dedim. Hemen efendim. Allah, Peygamber hakkı için. Yok efendim sivil polismiş, falanmış. Allah'ın emri, Peygamberin kavli. Sivil polis ne edecek bana? Ne yapabilir? 'Hay hay, gidiyorum Savcı Bey' dedim. Hemen izin aldım. Bu ara -rahmetli, kabri nur olsun- Kıbrıslı Fethi Önkaya Bey, Beyefendi ben de gideyim' dedi. Kaymakam İbrahim Ergun Bey,

Ben de gideyim' dedi. Müdde-i umumi (savcı) Nevzat Bey, Ben de gideyim' dedi. Bu hadiseden on-on beş göün öncesi Efendi Hazretleri Emirdağ'ın Catallı Köyüne yeşilliklere dinlenmeye gitmişti. Rahmetli Ceylan da vardı. Ben de o sıralar mahkeme başkâtibiydim. Kıbrıs Larnakalı Fethi Önkaya, Kaymakam İbrahim Ergun, Savcı Nevzat Bey olmak üzere Efendi Hazretlerinin yanına vardık. Zübeyir'e yer göstermesini söyledi. Zübeyir -rahmetli- bize yer gösterdi. Oturduktan sonra dedim: Efendim, arkadaşları tanıtayım.' Arkadaşların herbirisini takdim ettikçe 'Kardaşım' diye iltifatta bulunuyordu. Ben, 'Efendim, elimizde şöyle bir talimat var. Nur'un başkâtibi Hüsrev Altınbaşak'ın evini basmışlar. Nur Risaleleri meyanında Asa-yı Musa ve Zülfikar adlı iki eser yakalamışlar. Bunları soruyorlar.' Bu ara beraberimizdeki hâkim, savcı falan hepsi birşeyler sormaya başladılar. Efendi Hazretleri de umumi olarak Nur Külliyatını muhtevasını anlatıyor, izah ediyordu. Sıra, Asa-yı Musa'ya gelince: Haa,' dedi. 'Bu Asa-yı Musa, Türkiye'deki Müslümanlarla, cenup Müslümanlarının kaynaşıp, sevişip, işbirliği, ruh birliği yapmaları için yazılmış bir eserdir.'

"Zülfikar ise, şimalden gelecek Rus anarşisine karşı sed çeken bir kitaptır. Gerek genç, gerek yaşlı kim olursa olsun Zülfikar'ı okuduktan sonra Rus anarşisine kapılmayacaktır, sed olacaktır." *** Sarık için vekâletname Üstad, Emirdağ'daki terzi Mustafa Bilal'e benim için demiş: Kardeşim söyle, bir vekâletname alsın, o sarık meselesi için.' Mustafa geldi, bacanağı olan Başkâtip Mazhar Beye, Bacanak, Efendi Hazretleri rica ediyor, o sarık için bir vekâletname istiyor' dedi. Başkâtip çok acaip ve galiz hakaretlerde bulundu. Ben hemen devreye girip teskin ettim. Neticede yine aldık. *** Kar üstündeki hâleler Efendi Hazretleriyle ilgili bir hatıra işitmiştim, o zamanlar -ismini şimdi hatırlayamayacağım- bir arkadaş Üstaddan duymuştu. Üstad şöyle anlatmış: Fırtınalı bir günde ayakyoluna gitmek için dışarı çıktığımda yarım metreye yakın kar vardı. Merdiven basamaklarına ayağımı basacaktım ki, birde ne göreyim,

kar üzerinde kırmızılı, yeşilli, renk renk haleler. Hemen 'Ziver çabuk kürek getir' dedim. Kürek ile attıkça altından yine o izler, nurlar görülüyordu. Allah'ın hikmeti.' Yine birgün zabıt kâtipleri ile geziyoruz. Emirdağ'da Harami Tepesi var. Efendi Hazretleri orada geziyordu. Etrafında yirmi-otuz tane çocuk toplanmıştı. Bana dedi: Kardaşım, hastayım. Bunlara, çocuklara söyle, bunların duası indallahda makbuldur. Ne olur bana dua etsinler.' Ben hemen çocuklara seslendim. Çocuklar, Hoca Dedeniz hasta, dua edin de hastalığı geçsin,' dedim. Hepsi bir ağızdan: "Allahım, Allahım, Hoca Dedeye şifa ver, iyileştir." *** Birgün Demokrat Partinin ilk kurulduğu günlerde Ali İhsan Sadık Paşa Afyon'a gelmişti. Uzunçarşı'dan geçiyordu. Emirdağ'da zabit kâtibi Yusuf Bey falan vardı. Efendi Hazretleri, Ali İhsan Paşa'ya doğuda milis albayı olarak İstiklâl Harbine iştirakini, esareti neticesi Sibirya'daki Nikola Nikoloviç ile geçen hadise ve hatırasını anlatmıştı.' Arasıra yukarıdan telgraf gelirdi. Eserlerin müsaderesi ile ilgili falan. Ben hemen cebime koyar, doğruca Efendi Hazretlerinin yanına gider, durumu haber verirdim, tedbirler alınırdı. Postaneden kitap göndermemelerini hatırlatırdım.'

*** "Doktor merhum Tahir Barçın, Bediüzzaman Hazretlerine rahatsızlığına binaen mahkemeye gitmemesi için rapor verirdi. Fakat kimse dinlemezdi. Kendisi çok muhterem ve mütedeyyin bir doktordu."

ABDURRAHMAN CANTEKİNLER 1930'da Konya'da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilin Konya'da yaptı. Ankara Tıp Fakültesinden mezun oldu. İlk görev yeri Arapkir (3,5 yıl). Tekrar Ankara'ya döner, operatör ve hastanede başasistan olur. O tarihlerde Devrin Afganistan Başbakanı Mayvantal âni bir kriz geçirir. Ameliyatını Abdurrahman Cantekinler ve Muzaffer Özerkut birlikte yaparlar. Babasının arzusu üzerine 1966 yılında Konya'ya gelir. Emekli olmadan Konya'da kasım Şifa Hastahanesini açarlar. Bu hastahanenin Başhekimi, Cerrahi Operatörü ve sahibi olarak görev yapmaktadır. Abdurrahman Cantekinler mülakat şeklinde oldu.

ile

görüşmemiz

Milyonların imanını kurtaran, ölümsüz eser, Risale-i Nur Külliyatını nasıl ve ne zaman tanıdınız? 1947-1948 yılları arasında Abdülmuhsin Elkonevi (Muhsin Alev) kanalı ile tanıdım. O yıllarda Konya Lisesinde talebe idim. Yine o yıllarda bizim akran

diyebileceğimiz çok değerli liseli kardeşlerimiz vardı. Hasan Tahsin Oğuz, Ziya Nur Aksun, Feyzi Halıcı, Mehdi Halıcı, Ahmed Atak Hatipoğlu, Selahaddin Erdoğan, Kamil Öztürk. Büyüklerden de merhum Halıcı Sabri ve yine merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey vardı. Özellikle Zübeyir Ağabey bizlere ders yapardı. Yalnız Abdülmuhsin Elkonevi'nin bana karşı çok yakın himmetini unutmak mümkün değil. Risale-i Nur'dan aldığımız şevk ile o yıllarda çok hareketli idik. Bediüzzaman'ı ziyaret etmek nasip oldu mu? Olduysa kaç yıllarında ve ne gibi gelişmeler oldu? Efendim, Risale-i Nur Külliyatını tanıyınca Hz. Üstadı her an görmeyi kalbime yerleştirmiştim. Zaten fırsat arayıp kolluyordum. O tarihlerde bizim evlerde ev turşusuna çok meraklıydılar. Taze turşuluk sebzeler de Akşehir'de vardı. Bu vesile ile Akşehir'e gittim. Fakat bütün aklım Hz. Üstaddaydı. Üstadın selâmını söyleyince Adalet Bakanı telâşa kapıldı Üstü açık bir kamyona rastladım. Emirdağ'a gidiyormuş, hemen atladım. İner inmez Üstadı soruşturdum. Evini gösterdiler. Evine gittim. Üstad Mustafa Sungur ile bana haber gönderip demiş: "O benim misafirimdir. Bugün meşgulüm, yarın gelsin." Ayrıca kendilerinin çok zamanlar yediği tirit yemeğini de benim yemem için göndermiş.

Böylece o yemeği yemek de nasip oldu. Sene 1949 sonları idi. Hayrettir, o gece Emirdağ'da kaldığım otelde ihtilam olmuşum. Kalktım abdestimi aldım, namazımı kıldım ve kendi kendime, "Demek Üstad hazretleri bizleri abdestli ve ter temiz görmek istiyor" dedim. "Abdurrahmanlar cesur olur" Neticede, Hazreti Üstad ertesi sabah beni kabul etti. Mübarek ellerini öptüm. Memnun ve mütehassis idim. Bana hitaben, "Evladım, sen de bir Abdurrahman'sın. Abdurrahmanlar cesur olur. Ben sana vazife veriyorum, Ankara'ya gittiğinde Adliye Vekili Ruknettin Nasuhioğlu ile görüşeceksin. Yalnız bu selâm Adliye Vekili olduğu için değil, Nasuhi Şeyhi Rukneddin Efendinin torunu olduğu cihetle size selam gönderdi, diyeceksin" dedi. Yıl 1950. Ankara Tıp Fakültesini kazanmıştım. Ankara'ya gittim. O yıllarda bizden önce mezun olan kardeşlerimizden Muhsin Alev ve Ziya Nur Aksun Ankara'da idiler. Ankara'ya varınca ilk işim Hazret-i Üstadın selâm emaneti idi. Muhsin Alev, Ahmed Atak ile birlikte Adliye Vekili Rukneddin Nasuhioğlu Beyle görüşmeye gittik. Randevu aldık. O yılların üniversitelisi idik ve bizi odasına kabul ettiler. Kendimizi takdim ettik ve akabinde, "Ziyaretimizin maksadı Hazret-i Bediüzzaman'ın selâm mevzuatıdır" dedik.

"Siz neci oluyorsunuz?" Bunu der demez bize gayet hiddetli olarak cevaben dedi ki: "Siz neci oluyorsunuz? O adamın peşinden niye gidiyorsunuz? Ben şimdi sizin isimlerinizi alıp tahkikat açtıracağım, v.s." Vaziyete baktım. Ziya Aksun ile Muhsin Alev biraz çekingenlikten dolayı sustular. Bunun üzerine ben Bakan Beye gayet cesurane olarak hiç çekinmeden ve yüksek bir sesle dedim ki: "Sen necisin? Sen kenidini ne zannediyorsun? Said Nursi Hazretlerinin sana ihtiyacı yok. Size muhtaç da değil. Sizin dedenizden dolayı ve o cihetle size selâm gönderdi. Ben size Risale-i Nurları okumayı tavsiye ederim. Bediüzzaman'ın eserlerinde iman hakikatları var, müjdeler var. Başta Gençlik Rehberi'ni okuyun, bakın içinde neler göreceksiniz. Gençlik müthiş bir bunalım içinde, buhran geçirmektedir. Bir kurtarıcı arıyor. İşte Risale-i Nurlarda kurtuluşun çareleri var. Efendim, okuyun bunları." Bunun üzerine Adliye Bakanı sustu ve mânen sarsıldı ki, o eski, tehditkârane hali kayboldu. Ve bize güleryüz göstermeye çalıştı. Ve "Her zaman sizi beklerim" dedi. Yani şunu ifade etmek istiyorum. Hazret-i Üstadın bana Emirdağ'da, Tıp Fakültesine gideceğim aylarda, "Abdurrahmanlar cesur olur" tabiri ve "Sana vazife verdim" sözleri tahakkuk etti. Bu âşikâr bir kerametti ve zahir oldu...

Tekrar Hazret-i Üstadla bir mülâkatınız oldu mu? Hayır, olmadı. Yalnız şimdi doktor olan kızım dünyaya gelmişti. "Ne isim koyayım?" derken, o gece rüyamda Hz. Üstadı gördüm, "Kızının ismini Nursel koy" dedi ve uyandım. Aynı ismi koydum. *** Bu mülâkatı gerçekleştiren Halil Uslu kardeşime teşekkür ediyorum.(N. Şahiner)

MEHMET METİN 1943 tarihinde terhis olduktan sonra Konya'nın Ilgın ilçesinde, Devlet Demiryollarında memur olan babamın yanına geldim. Bir ay kadar dinlendikten sonra Toprak Mahsulleri Ofisinde vazife aldım. "Gençlik Rehberi'yle tanıştım" 1943 tarihinde terhis olduktan sonra Konya'nın Ilgın ilçesinde, Devlet Demiryollarında memur olan babamın yanına geldim. Bir ay kadar dinlendikten sonra Toprak Mahsulleri Ofisinde vazife aldım. Bu arada Devlet Demiryollarında yol bekçisi olan Nebi Uluçay ile tanıştım. Bana Hz. Üstaddan ve Risale-i Nur'lardan bahsetmeye başladı. Birkaç gün sonra da Konya'ya gidip beraberce Halıcı Sabri Ağabeyi ziyaret etmemizi teklif etti. Bunun üzerin beraberce Konya'ya gittik. O gece Sabri Ağabeyin evinde geç vakte kadar oturduk. Onlar bana Hz. Üstaddan ve Nur'lardan bahsettiler. Ben de anlattıklarını dikkatle dinledim. Ayrılırken Sabri Ağabey bana bir Gençlik Rehberi hediye etti. Geceyi otelde geçirip ertesi gün vazifemizin başına döndük. Birkaç gün içinde Gençlik Rehberi'ni okudum ve Nebi

Ağabeyi aramaya başladım. Onunla her gün buluşuyor ve istifade ediyordum. Bu arada Gençlik Rehberi hakkında bir şiir yazdım. Bu şiiri Sabri Ağabey'e gönderdim. O da Hz. Üstada göndermiş. Üstadımız da şiirin Lâhikâlara geçmesini emir buyurmuş. Bu hususu mektupla Sabri Ağabey bana bildirdi ve daha çok şeyler yazmamı isteri. Ben de yazdım. "Nebi Ağabeyin azmi" Benim Nur'ları tanımama vesile olan Nebi Ağabeyden de birkaç nebze bahsetmeden geçemeyeceğim. Kendi ifadesine göre, Rus Harbi esnasında muhacir olarak Ilgın'ın bir köyüne, aile efradı ile birlikte iskân edilmişler. Çok fakir ve günlük yiyecekleri bile olmayan bu aile, yerleştikleri köyün sâkinleri tarafından bir müddet idare edilmişler. Nebi Ağabey köye gelir gelmez köyün hocasına giderek Kur'ân yazısını öğrenmeye başlamış. Fakat genç olduğu için hoca başından savarmış. O ısrarla gidince, bir gün hocanın hanımı dayanamayıp, 'Yahu çocuk çok hevesli ve meraklı, öğretsen ne olur?' diye ricada bulunmuş. Hatta kalem alacak parası da olmadığından, yanmış odun ve kömür parçalarıyla duvarlara yazı yazmaya uğraşırmış. Bunun bu gayreti ve hevesi karşısında Cenâb-ı Hak rüyasında beyaz sakallı, nur yüzlü bir zât vasıtasıyla okuyup yazmayı tâlim ettirmiş. Sabahleyin tekrar hocaya koşup, 'Hocam ben harfleri ezberledim, söyleyin yazayım' deyip, çok işlek olmasa da harfleri yazmaya başlamış. Hoca efendi hayret edip, 'Dersi

alacağın yerden almışsın' demekten kendini alamamış. Zamanla yazı yazmayı o kadar ilerletmiş ki, bir matbaa yazısı güzelliğinde yazı yazmaya başlamış. Yazdığı tesbihattan bir tane de bana hediye etti. El'an bende mevcuttur. Bu meyanda Üstadımızı görmeyi arzu etmiş. Ancak maddî durumu iyi olmadığından ayağında çarık, yaya olarak Ilgın'dan Barla'ya gelip Hz. Üstadı ziyaret etmiş. Hz. Üstad ona, 'Ben Kur'ân'ın çırağıyım, siz de okuyun çırağı olun' demiş. Halbuki o, saatlerce kendisine vaz u nasihat edeceğini zannediyormuş. Böylelikle Nebi Ağabey ilk ziyaretini yapmış. Bilâhare Devlet Demiryollarına yol bekçisi olarak girmiş. Her iki hizmeti de birlikte yürütmeye çalışmış ve muvaffak da olmuş. 1948'de evi basılmış, Kur'ân-ı Kerim dahil bütün kitapları alınmış, yerlere atılıp çiğnenmiş. Daha sonra da Yusufiye'de kaldıktan sonra tahliye edildi. "Müdürün ilk ve son hali" Risaleleri çoğaltmak için benim çalıştığım dairedeki daktilodan istifade etmeye beni teşvike başladı. Mesai saatleri dışında diğer memurlar gidince, dairede Risaleleri okur, ben de yazardım. Daha sonra da dağıtırdı. Müdür çok disiplinli ve Risale-i Nur'a muhalif bir insandı. Hatta verilen selâmı dahi almayan bir kimse idi. Bundan dolayı kendisinden çok çekinirdik. Bu zâtın bilâhare Diyarbakır'a tayini çıkmış, orada Nurları tanıyınca kalbine giren iman

nuru onu sultan yapmış ve bundan dolayı da bir müddet Medrese-i Yusufiyede yatmıştı. Bilâhare tekrar vazife almış, İzmir'e tayin edilmişti. Bir derste karşılaşıp tekrar tanıştık. Sonraları emekli oldu. "Üstadı ziyaret maceramız" Nebi Ağabeyle birlikte Üstadı ziyaret etmek için Emirdağ'a gitmeye karar verdik. Bu arada Ilgın'ın Çavuşçu köyünde ikamet eden İsmail Efendi isminde bir tanıdığımız vardı. Tarikat ehli olan bu zâta gidip, Hz. Üstada gideceğimizi söyledik. İsmail Efendi, 'Ben de çok arzu ediyorum, ama param yok' dedi. Ben de ödünç olarak masrafını çekebileceğimi söyledim. Üçümüz beraberce yola çıktık. O zaman vesait çok azdı. Trenle Çay istasyonuna kadar geldik. Oradan bir kamyonla Emirdağ'a geldik. Günlerden Cuma olduğundan nasıl olsa Cuma namazı için Üstad camiye çıkar, biz de görüşürüz diye hesap etmiştik. Maalesef hesabımız gerçeğe uymadı. Üstadın Cuma namazına çıkamadığını öğrendik. Evinde de ziyaretin çok güç olduğu ve devamlı jandarma tarassudu altında bulunduğu söylendi. Kendi kendimize, niyetimizin halis olduğunu, İnşaallah ziyaret sevabını aldığımızı düşünürsek teselli bulmaya çalıştık. Çarşıda yol üzerinde bulunan bir kahvehanede buluşup çok seyrek geçen vesaitlerden biri ile geri dönmeyi kararlaştırdık. Ben çarşıyı dolaşayım diye Nebi ve İsmail Ağabeylerden ayrıldım. Biraz sonra kahvehanede buluştuk. Onlar benden

ayrıldıktan sonra Üstadın kapısı önünden geçerlerken Hz. Üstad kapıyı açmış, bunu fırsat bilen iki ağabeyimiz de hemen elini öpmüşler. Yanlarına geldiğinde bunu bana söylediler. Kıskançlık damarım o kadar kabardı ki, yerimde duramadım, hemen kalktım ve Hz. Üstadın evinin ön tarafına doğru yürüdüm. 'Bunların yol paralarını ben verdim. Onlar Üstadın elini öpsünler de, bana niye nasip olmasın' diye düşünerek, Cenab-ı Allah'a iltica ettim. Hayatımda bundan başka halis bir yalvarış yapabildiğimi hatırlamıyorum. Yabancı olduğum için halktan çekinmeme rağmen, Hz. Üstadın evinin pencere tarafına bakıp yürürken Üstadın baş kısmını gördüm. İçinde birden bire ürperme belirdi ve 'Elhamdülillah gördüm' dedim. Bu esnada Hz. Üstad hemen ayağa kalktı ve iki eliyle selâm verdi. Ben de başımı eğerek mukabele ettim. İleri doğru geçip tekrar geriye döndüğümde Hz. Üstad yine ayakta selâm verdi. Ben de bu defa mukabele ettim. İçim biraz ferahladı, fakat tatmin olmamış bir halde arkadaşlarımın yanına döndüm. Onlara Üstadla selâmlaştığımı söyledim. Onlar sohbetlerine devam etmeye başladılar, ben de, 'Ey Allah'ım! Ne olur, Üstadımın ellerini öpseydim' diye düşünceye daldım. Bu esnada karşıma birden 16-17 yaşlarında nur yüzlü bir genç geldi. Bana hitaben, 'Ağabey, siz Üstadı ziyarete mi geldiniz?' dedi. Ben de 'Evet' dedim. 'Öyleyse buyurun, ben oraya gidiyorum, sizi de götüreyim' dedi. Hemen ayağa kalktım, birlikte yürümeye başlayınca yanımdaki ağabeyler, 'Nereye gidiyorsun, vasıta şimdi gelir' dediler. Ben de, 'Üstada

gidiyorum' dedim. Hemen onlar da bizi takip ettiler. Üstadın evine 5-6 adım kalmıştı ki, Hz. Üstad kapıyı açıp önünde durdu, bizi götüren genç kenara çekildi, ben derhal eline sarılarak öptüm, diğer iki ağabeyimiz de aynı şeyi yaparak tek sıra halinde önünde durduk. İsimlerimizi sordu ve iki defa, 'Zaptiyeler var, zaptiyeler var' dedi. İki eliyle bizi selâmlayarak içeriye girdi. Bunun üzerine biz de oradan ayrıldık ve kahvehanenin önüne geldiğimde Çay istasyonuna kadar bizi götürecek olan vasıtanın sanki bizi bekliyormuş gibi kalkmak üzere olduğunu gördük. Hemen binip memleketimize geldik ve vazifemizin başına döndük. Bu durumu bazı kardeşlerime naklederken iki ihtimali anlatmaktan kendimi alamıyorum. Birisi, 'Ben Hızır (a.s.)'ı gördüm' diyorum. Çünkü, Emirdağ'a ilk defa gittiğimde beni almaya gelen gençle tanışmıyordum. Sıkıntılı anlarda bir anda binlerce Hızır'ı vazifelendiren Allah (c.c.) bana o genci gönderdi. O anda benim Hızır'ım o genç oldu. İkincisi, Üstadımızın açık bir kerametidir ki, o genci göndererek beni çağırttı. Nasıl olursa olsun, Cenab-ı Hakka şükürler olsun ki, arzum tahakkuk etti. Sene 1948... Ilgın'dan yine ilçeye Kadıhan'a tayin edildim. Dairemiz Demiryolları istasyonunda olup, Kazaya 10-11 km. uzaklıkta bulunuyordu. Kaldığımız güzergâh istasyonu personeli ile, bizim dairede çalışanlardan başka kimse yoktu. Günde sadece iki posta treni geçerdi. Ondan sonra kuş uçmaz kervan geçmezdi, hiç bir yabancı göremezdik. Trenle, kazaya gelen mektup ve kolileri almak

için günde iki defa atlı araba gelir giderdi. Lütfi Bey isminde bir İstasyon Müdürü vardı. Muhterem bir şeyh efendiye intisablı idi. Boş zamanlarında okuması için birkaç eser vermiştim. Eserler masasının üzerinde durur, buluştuğumuz zaman beraberce okurduk. İşimiz müsait olduğu bir zamanda yine istasyona gitmiştim. Birlikte oturuyorduk. Hiç beklenmedik bir hadise ile karşı karşıya kaldık. Aniden ilçenin hâkimi kapıdan içeri girdi. Posta trenlerinin gelme zamanı da değildi. Risaleleri masanın üzerinde görünce, 'Bunlar kimin?' diye sordu. Çok korktuk. Müdür Lütfi Bey yüzüme bakınca, ben korkarak, 'Benim' diyebildim. Ama terlemeye başladım. Hakim gençti. Yumruğunu masaya vurarak, 'Arkadaş bu eserler böyle okunmaz, abdest alıp diz çökerek okuyacaksınız' demez mi? Ey Allah'ım! O anda da imdadıma yetiştin. Bir oh çektim, korkum izale oldu. Hâkim Bey Üstadın nerede olduğunu sordu. Ben, 'Afyon Hapishanesinde' dedim. 'Ona ceza verecek hâkimin kalemi kırılsın. Kendini ziyaret etmem mümkün olmadı, siz görürseniz selâmımı söyleyin, bana dua etsin' dedi. Trenle gelecek eşyaları varmış, onların gelip gelmediğini sordu, gitti. Cenab-ı Allah hem beni sevindirdi, hem de Müdür Lütfi Beye, ilçenin hâkimi vasıtasıyla, 'Bu eserler kıymetlidir, sahip olun ve okuyun' dedirtti. Hz. Üstad Afyon Hapishanesinden tahliye edildikten sonra bir gece rüyamda ziyarete gitmiştim. Evindeki bir kedinin (rengi ve şekli ile aklımda) iç kapı önünde durduğunu gördüm. Ertesi gün daireden izin alarak yola

çıktım. Emirdağ'a indiğimde, Çalışkan Ağabeylerin dükkânına gittim. Üstadı ziyaret etmeye geldiğimi söyledim. 'Görüşmek çok zor' dediler. Kendilerinden haber vermelerini rica ettim. Hz. Üstada söylemişler, Üstad ise gelmemi söylemiş. Daha önceden Konya'da iken tanıştığımız Zübeyir kardeşle birlikte eve gittik. Tam iç kapıya geldik ki, iki gece evvel rüyamda gördüğüm aynı renk ve eşkâldeki kedi karşımda duruyor. Durumu Zübeyir kardeşe söylediğimde, 'Sen ne zannediyorsun kardeşim, kalbindeki tereddütlerden sıyrılıyorsun' dedi. İzin almak için Hz. Üstadın odasına girdi ve sonra kapıyı açarak bana içeri girmemi söyledi. Ziyaret heyecanı ile içeriye girdim. Hz. Üstad karyolasında ayaklarını sarkıtmış bir vaziyette oturuyordu. Beni görünce, 'Kardeşim, seni dualarıma dahil ediyorum' dedi. Sonra karyolanın altına doğru eğilerek, oradaki kutunun içinden bir lokum alıp kendi eliyle ağzıma koydu. Oturmamı işaret etti, ben de oturdum. Yanıma Ceylân kardeş gelip oturdu. Ben yukarıda anlattığım hâkim hadisesin anlatmaya çalışırken, Ceylân kardeş beni dürterek fazla konuşmamamı söyledi. Fakat Hz. Üstad bunu gördü ve Ceylân kardeşe işaret ederek, 'Bırak kardeşimiz anlatsın' dedi. Anlatıp bitirdikten sonra selâmı aldı ve hâkimi dualarına dahil edeceğini ve selâm söylememi emir buyurdu. Benden bir gün evvel ziyarete gelen Nebi kardeşimiz, aile efradından biraz şikâyette bulunmuş, onun için de, 'Kardeşlerimiz dünya işleri için Sabri kardeşimizle konuşsunlar' dedi ve yanından ayrıldım.

"Üstadın hastalığı ve zindeliği" Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, yalnız kiraz mevsimi idi. Isparta yolu ile tekrar Hz. Üstadı ziyarete gitmeye niyetlenerek hareket ettim. Isparta'da rahmetli Musfafa Ezener ve Rüştü Çakın Ağabeylerle görüştüm. Emirdağ'a gideceğimi söyleyince, oraya gidecek mürekkep kalemi ucu olduğunu söyleyerek bir küçük kutu verdiler. Üstadımızın yanında evvelce bulunmuş ve kâtiplik yapmış olan Kâtip Osman Ağabey de bir-iki kilo ağırlıkta dolu bir sepet getirerek, Üstada götürmemi söyledi. Götürmek istemedim 'Almazlar' dedim. O da 'Nur Bahçesinin mahsulüdür dersin' dedi. Bunun üzerine reddetmeyip götürdüm. Çalışkan kardeşlerin dükkânına gittim. Zübeyir kardeş oraya geldi. Kutuyu verdim, 'Üstadın bir şey almadığını bilmiyor musun kardeşim? Ben durumu anlattım. Fakat yinede sepeti alamam.' dedi. Sepet dükkânda kaldı, bilmiyorum, sonra ne oldu? Orada Zübeyir Ağabeye Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. 'Çok rahatsız' dedi. 'Karşıdan bari göreyim' dedim. Günlerdir ziyaret için bekleyenler varmış, buna rağmen ısrar ettim, izin alındı ve gittim. Hakikaten Hz. Üstad çok ağırdı. Bence sanki vefatı an meselesi gibi idi. Sesi gayet az çıkıyordu. Eğilerek dinlemeye çalıştım. Anlayabildiğim, 'Hastayım, dua edin' sözleriydi. Yanında fazla kalamayıp dışarı çıktım. Dışarıda Zübeyir kardeşe, 'Üstad Cuma namazına çıktığı

zaman nerede namaz kılar? Bugün ben de onun kıldığı yerde Cuma namazını kılmak istiyorum' dedim. Bunun üzerine bana, 'Camide yukarı mahfile çık, sağ taraftaki bölmenin yanında namaz kılar' dedi. Başkası oraya oturmasın diye, namazdan çok evvel camiye gidip tarif ettiği yere oturdum. Vakit geldi, ezan okunmaya başladı, cemaatte bir hareket belirdi ve merdivene doğru bakmalar başladı. Ben de herkesin baktığı tarafa baktım, ne göreyim? Sanki birkaç saat evvel ölüm döşeğinde gördüğüm hasta Üstad değildi de, 30-40 yaşlarında zinde ve sıhhatli halde Hz. Üstad merdiven başında göründü. Bütün cemaat ayağa kalktı, yol açtılar. Zübeyir Ağabey yanında ve Üstadın seccadesi elinde olarak yanıma geldiler. Oturduğum yere Üstadın seccadesini serdi. Üstad seccadeye, Zübeyir Ağabey de yanına oturdu. Ben de Hz. Üstadın arkasında safa durdum. Ezan bitip Cuma namazı edâ edildikten sonra, cemaat bekledi, Hz. Üstad çıkarken yine ayağa kalkıp yol verdiler. Cami dışına çıkınca cemaat Üstadın etrafını sardı, kendisi mübarek elleri ile hepsini selâmlıyordu. Yanındaki kardeşlerimiz de, 'Üstad hastadır, sizlere dua ediyor' diyerek evinin önüne kadar geldik. Eve girmesi de mesele oldu. Cemaat ayrılmıyor, kimi eline, kimi giydiği cübbeye sarılıp öpüyordu. Zorla içeri girebildi. Ben de oradan ayrıldım. "Sıkıntımı gideren sadık rüya" Sene 1952. Babam aniden hastalandı. Onu Ilgın'dan alıp Konya Devlet Hastahanesine yatırdım. Ertesi gün

sabahleyin ziyaretine gittiğimde yatağında bulamadım. Doktoruna sordum, 'Başınız sağ olsun' dedi. Aniden şaşırdım. Zira ağır hasta değildi. Neyse, lüzumlu cenaze malzemesini aldım, hastahanede yıkandı, az bir cemaat ile cenaze namazını kılarak Musalla Mezarlığına defnettik. Allah rahmet eylesin. Babamın vefatı ile iş bitmedi. Vefatı esnasında başında bulunamayışım bana ayrı bir üzüntü kaynağı oldu. Vazifemden, efradı-ı ailemden bir şikâyetim yoktu. Buna rağmen üzüntüyü bir türlü üzerimden atamıyordum. Devamlı, 'Acaba babam nasıl vefat etti?' diye düşünüyordum. Geceleri uykudan aynı düşüncelerle uyanıyordum. Aradan aylar geçti, bir gün rüyamda, Peygamberimiz (a.s.m.)'ı ziyaret etmek için Ravza-i Mutahhara'nın kapısından içeri girdim. Nur yüzlü iki zât yanıma geldi. 'Sen Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi misin?' dediler. 'Evet' dedim. 'Sen baban için çok merak ediyorsun. Hiç merak etme, baban vefat ederken Bediüzzaman ve bütün talebeleri başında idi' dediler. Heyecanla uyandım ve Elhamdülillah dedim. Üzüntüm sevince kalboldu. Üstadımız da, 'Biz imanı kurtarmak için hizmet ediyoruz' demiyor muydu? Onun için bu hususta zerre kadar şüphem kalmadı. Babam namazını kılan müttakî bir insandı. Gerçi Nurlarla pek ilgisi yoktu. Fakat bizim gibi âciz ve günahkâr bir oğlunun, az dahi olsa Hz. Üstada ve

Risale-i Nurlara karşı muhabbetinin olması, İnşaallah babamın da imanla göç etmiş olmasına vesile olmuştur diye düşünüyordum. Şu satırları yazarken yine aynı heyecanı yaşıyor ve davamızın kutsiyetini bir kat daha idrak ediyorum. "Topal Hocanın Üstada muhabbeti" 1953 senesinde memleketim olan Beyşehir'e gittim. Orada o sırada 112 yaşında ve kırk sene Ege havalisinde müftülük yapmış, âlim bir zât vardı. Kendisini ziyaret etmek ve duasını almak için evine gittim. Sohbetimiz esnasında, yanımda bulunan Üstadın vesikalık bir fotoğrafını kendisine gösterdiğimde, aldı, öptü ve ağlayarak, 'Bir ayağımı kaybettiğim için ziyaretine gidemedim, kalbden kalbe yol vardır, görürseniz selâmımı söyleyin, bana dua etsin ve bu esnada belki, Beyşehir'de bir topal hocamız var derse, kurtuluşuma vesile olur' demişti. Yukarıda anlattığım rüyamı kendisine naklettiğim, tabir etmesini istirham edince buyurdu ki, 'Ravza-ı Mutahhara'da gördüğün o iki zâtın birisi Hz. Ebubekir, diğeri de Hz. Ömer'dir. Sen iki defa hacca gideceksin' dedi. Dediği gibi iki defa hacca gitmek nasip oldu. Elhamdülillah... "1954 yılında memuriyetimi İzmir'e naklettirdim. Buradaki kardeşlerimizden Mustafa Birlik ile birlikte Hz. Üstadı ziyarete gitmiştik..."

ZAKİR ÇANGAR İzmir'in sıcağı, kavurucu bir hal almıştı o gün. Biz, elimizde bir emekli başkomiserin adresi, köşe bucak dönüp duruyorduk. İrtica masası şefi Zakir Çangar'ı arıyoruz.. İzmir'in sıcağı, kavurucu bir hal almıştı o gün. Biz, elimizde bir emekli başkomiserin adresi, köşe bucak dönüp duruyorduk. Nihayet bir tanıyanın vasıtasıyla Zakir Çangar Beyin evini bulduk. Evi bulmuştuk, ama kendisini bulamamıştık. Nerede olduğunu sorunca, keçilerini otlatmaya gittiğini söylediler. Tarif ettikleri kırlara doğru, Zakir Çangar'ı yeniden aramaya başladık. Yanımızda mahalleli küçük bir çocuk, bize yol gösteriyordu. Bir tepe, nihayet ikinci tepe; bulamamıştık bir türlü. En sonunda çocuğa, "Git şu tepeye de bakıver" dedim. "Şayet bulabilirsen bana işaret et, ben oraya ondan sonra geleyim" dedim. Çocuk

koşarak

gitti. Uzak

bir tepeden

el

etti.

Adımlarımı sıklaştırarak tepeye çıktım. Baktım, tepenin altında, elli beş-altmış yaşlarında görünen, hafif siyah sakallı, kısa kollu gömleğini pijamasının üzerine sarkıtmış olan bir zat duruyordu. Selâmlaştık. Hayırdır İnşaallah!" dedi. Ben de "Hayırdır. Sizi arıyordum" dedim. Ağaçların altında, serin yerde konuşmak, bazı sorular sormak istediğimi bildirince; "Eve gidelim, hem siz misafirsiniz, bu sıcakta size soğuk şurup ikram edeyim" dedi. "Siz Nur talebesine benziyorsunuz" Her ne kadar orada, kırda konuşmak istedimse de razı olmadı. Keçileri toplayarak önüne kattı. İkimiz birlikte yola koyulduk. Bizim beraber gittiğimiz arkadaşlar da, az sonra karşımıza çıktılar. Zakir Bey: "Bunlar da sana benziyor, arkadaşlarınız mı?" deyince, "Evet," dedim, "Beraber geldik." Sizler Nur talebelerine benziyorsunuz" dedi. Cevaben, "Ziyaretimiz de bu konu ile ilgili" dedim. Evinde kendisinin verdiği, çeşitli ellerden geçerek bize kadar gelen, Bediüzzaman Said Nursî'nin bir fotoğrafını göstererek bu resmi nereden ele geçirdiğini sordum. Zakir Çangar, bir anda şaşırdı, bu resimden haberi

olmadığını ve böyle şeylerle ilgisi olmadığını söyledi. Ben yanlış giriş yaptığımı fark ederek sustum ve meseleyi, başından bütün teferruatı ile izah etmeye başladım. Ben, Said Nursî, Nurculuk ve Nur Risaleleri konusundaki geniş araştırmalarımdan bahsederek, adamcağızın korku ve endişesini dağıtmak istiyordum. Fakat, adam, "Ben bilmiyorum" deyip işin içinden çıkıyordu. Bir ara hanımı söze karıştı. Zakir Beye hitaben, Niçin anlatmıyorsun bildiklerini... Bak çocuklar buraya kadar gelmişler. Ne varsa, ne soruyorlarsa anlatsana!" dedi. Nihayet Zakir Bey başladı anlatmaya: Zakir Çangar Üstadı takipte Ben 1950 yılından sonra Ankara Emniyetinin Birinci Şubesinde, irtica masası şefiydim. Dahiliye Vekâletinden gelen bir emir üzerine Said Nursî'nin dosyalarını getirttim ve incelemeye başladım. Tam 19 tane klasör geldi. Bununla ilgili benden bir rapor istemişlerdi. Raporu hazırlamak için devamlı çalışıyordum. Ama fena halde de sıkılmıştım. Ama neylersin, biz emir kuluyduk. "Bir müddet çalışma yaptıktan sonra, kalkıp Emirdağ'a gittim. Kendisi o zaman Emirdağ'da ikamete memur edilmişti, orada kalıyordu. Emirdağ'da üç gün kaldım. İki

gün otelde kaldım. Bir gün de Bediüzzaman Hocanın evinde yattım." Bu arada Zakir Beyin sözünü keserek bir sual sordum: "Kendinizi ne diye tanıttınız?" Emekli öğretmen diye tanıttım. Ama yutmadı, pek inanmadı. Yanında kalıp bütün halini, gece gündüz ne yaptıklarını, bütün detaylarıyla tespit etmek istiyordum. Bilhassa yanında yatmamdan çok sıkılmıştı. Sabahleyin bana; Vazifeni yaptınsa artık yeter, sen beni çok sıktın, artık git' dedi. Gerçekten ben de sıkılıyordum. Ama vazife icabı buna mecburdum. O günlerde başımdan geçen bir hâdiseyi size anlatayım. Bu zat büyük velidir. Bununla uğraşmaya gelmez. Rüyadaki civcivler... "Otelde gece yatarken, rüyada aniden kapı şiddetle açıldı. Kapının altı üstüne geldi. Şiddetle ürperdim. Kapı açılınca, baktım, içeriye küçücük civcivler, tavuk yavruları doldu. Bütün odayı civcivler yavaş yavaş büyümeye başladılar. Büyüyen civcivler, az sonra küçük küçük adamlar şekline girdi. Cüceler her tarafı istilâ ettiler. Ama nasıl hücum! Arılar gibi nereme gelirse vuruyorlardı. Ben korku, heyecan ile bağırıyordum. Neredeyse boğulmak üzereydim. Kan ter içinde uyandım. Baktım heyecandan

kalbim duracak gibiydi. Yatağın içinde sağ salim kendimi bulunca derin bir nefes aldım. Allah'a şükrettim. Hemen kalkıp dua ettim, tevbe ettim. Bir daha bu Zatla uğraşmamaya karar verdim. Size de tavsiyem, bu Zatla uğraşmayın. Bu büyük bir Zattır." Zakir Beye anlattıklarından dolayı teşekkür ettik. Zaten kendisi de, daha çok anlatacakları olduğu halde pek anlatmak istemiyordu. Hatıra olarak bir fotoğrafını rica ettik. Fotoğrafının, o anda olmadığını ifade etti. Biz de yanımızdaki makina ile bir hatıra resmi alabileceğimizi söyledik. Kendisini zorla razı ederek bahçede bir-iki hatıra resmi çektik. Teşekkür ederek, vedâlaşıp ayrıldık.

MUSTAFA RAMAZANOĞLU 1929'da Kahramanmaraş'ta doğdu. Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını kendisi kaleme aldı. Nurculuktan dolayı çeşitli zamanlarda mahkemelere verildi. Hep beraat etti. Hakikî Aleviler Müslüman’dır ismiyle 1971'de neşrettiği bir kitabı bulunmaktadır. "Üstadı arıyorum" Ben Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini müteaddit defalar ziyaret ettim. İlk ziyaretim 1950 yılında Emirdağ'da oldu. Bu ziyaretimden önce Risale-i Nur'ları okumamıştım. O zaman Büyük Doğu ve Serdengeçti mecmularını hiç kaçırmaz, okurdum. Bir gün Büyük Doğu mecmuasında Üstadın mahkeme müdafaasından bir pasaj okudum. Cesur, kahraman kişileri çok severdim. Büyük Doğu'yu ve Serdengeçti'yi de fıtratımdaki bu ihtiyacı tatmin için okurdum. Bu mecmuların İslâmı, imânı müdafaası beni büyülerdi. Bediüzzaman'ın müdafaasındaki belâgat,

fesahat, şecaat ve cesaret beni mest etmişti. Hayran kalmıştım. Hemen bu zat-ı muhteremi ziyarete gitmek hatırıma geldi. Derhal harekete geçtim. Bu zat-ı muhteremin adresini temin için soluğu İstanbul'da aldım. Necip Fazıl Kısakürek'in bürosunu buldum. Kendisi büroda yoktu. Orada çalışan kişilerden nerede olduğunu sordum. Büroda çalışan Malatyalı Ahmet Ramazan isminde, hiç tanımadığım bir arkadaş: Ne yapacaksın Necip Fazıl Beyi?' Said Nursî Hazretlerinin adresini isteyeceğim.' O zatın adresini Necip Fazıl Bey bilmez, ben bilirim.' Öyleyse bu zatın adresini lütfen bana verin, ben ziyaretine gideceğim.' O zat gelen her ziyaretçiyi kabul etmez. Hâlis bir niyetle gitmiş olman lâzım ki sizi kabul etsin.' Ben hâlis niyetle gittiğimi zannediyorum. Hele ver bakalım da bir gideyim' dedim. "Üstadı ilk ziyaretim" Nihayet Üstadın adresini Ahmet Ramazan'dan aldım. Hemen Emirdağ'a vardım. Adres merhum Ceylân kardeşin pederi Mehmed Çalışkan'ın dükkânı imiş. Mehmed Çalışkan kardeşimiz dükkândaydı. Mehmet Çalışkan'a, Beni şu adresi götürür müsünüz?' dedim.

Bediüzzaman bugün rahasız, ziyaretçi kabul etmiyor.' Ben uzak yol kat ederek geldim. Lütfen beni götürün.' Kardeşim, hususan bize tenbih etti. 'Ziyaretçi getirmeyin, hastayım, kimseyle görüşecek halim yok' dedi.' Mehmed Efendi kardeşimizi bir türlü ikna edemedim. İki saat peşinde dolaştım, yalvardım. 'Bir kere sorun, kabul ederse giderim. Hoca Efendiyi benim geldiğimden haberdar etmeden beni göndermeyin' diye ısrar ettim. Allah'a şükür, Mehmed Efendi kardeşimiz, 'Bir sorayım' dedi, gitti. Hac yolcusu bekler gibi büyük bir ümitle yolunu bekledim. Üstadın yanından döndüğü zaman yüzü gülüyordu. Çok neşeliydi. Daha gelirken kabul edildiğimi anlamıştım. Buyurun, gidelim, sizi kabul etti.' Bu söz bana dünyadan daha tatlı gelmişti. Sürûrum sonsuzdu. Mehmed Efendi kardeşimizin peşine takıldım, gittik. Eski, ahşap bir eve girdik. Üstadın odasına yaklaşmıştık. Bana Mehmed Efendi, 'Başındaki serpuşu çıkar, Üstad sevmez' dedi. Üstadın kaldığı odanın karşısında odun koyulmuş bir yer vardı. Gayri ihtiyari serpuşu oraya attım. O günden bu yana serpuş giymem. Mehmed Efendi kapıyı vurdu. 'Üstadım, misafiri getirdim' dedi. Mehmed Efendi odayı terk ederek gitti. Üstad karyolasının üzerinde istirahat ediyordu. Gayet mütevazı bir oda idi. Dünyaperestelerin, halılarla koltuklarla müzeyyen tantanalı odası gibi bir oda değildi. Dünyaya ve

dünya saltanatına hiç ehemmiyet vermeyen, dünyasını ahiretine mezra yapan, yalnız ahireti düşünen, orası için çalışan müstağni bir zatın odasıydı. Bu odada taban halısı gibi bir ziynet eşyası yoktu. Karyolasında, karyola örtüsü ve karyola eteği gibi şeyler yoktu. Sadece karyolada bir yatak vardı. Odaya girdiğimizde hemen Üstadın elini öptüm. Gözüm oturacak bir koltuk veya sandalye aradı. Ne gezer? Karyolanın başı ucunda yere serilmiş bir minder vardı. Pantolonunun ütüsünün bozulmasından endişe eden o mindere bağdaş kurup oturmaya mecburdu. Ben de dizlerim üzerine bu mindere oturdum. Üstad: Nereden geliyorsun?' İstanbul'dan, efendim.' İstanbul'dan geldiğimi söyler söylemez büyük bir çeviklikle sıçradı, yatağın ortasına oturdu. Orada talebelerime işkence ediyorlarmış, doğru mu? Benim etimi cımbızla çeksinler, talebelerime ilişmesinler.' Bir az daha bekledim, rahatsız olduğu için fazla durmadım, elini öptüm, çıkarken; 'Oğlum buradan çıktığın zaman seni isticvap ederlerse, 'Hastaydım, onun için gittim' de, zira yalan söylemiş olmazsın. Manevî hastalık hepimizde var' dedi. Ayrıldım. K. Maraş'a geldim. Islahiye'ye Zübeyir Ağabeye telefon açtım. 'Ben Said Nursî Hazretlerinin yanından geldim.

Okumam için bana eserlerinden vereceksin, selâmı var' dedim. Zübeyir Ağabey büyük bir heyecanla, 'Ney! Sen o zatı gördün mü?' dedi. Ben de, 'Evet gördüm' dedim. 'Geliyorum' dedi. İki saat sonra merhum Zübeyir Ağabey eserlerle birlikte K. Maraş'a geldi. Beni kucaklayarak, 'O zatı gören gözlere de kâfi' dedi ve benim gözlerimden öptü. Böylece ben de Risale-i Nur okuyucuları arasına girdim. 'Hâzâ min fazlı Rabbî.' "Üstad hâlis niyetlileri kabul ediyordu" Sene 1952. Üstadın Gençlik Rehberi adlı eseri, Konyalı Muhsin tarafından yeni harflerle bastırılmıştı. Eserin müellifi, bu sebeple İstanbul'da mahkemeye verilmişti. Üstad mahkeme için İstanbul'a teşrif etti. Bir müddet İstanbul'da mahkeme sebebiyle kaldılar. Sirkeci'de, Akşehir Palas Oteli'nde ikamet ettiler. Üstad İstanbul'da iken, ben sık sık İstanbul'a zahiren ticaret için, hakikatte Üstadı ziyaret için gidiyorum. Bir gün, musallî, salih iki Maraşlı arkadaş, 'Bizi de Üstadı ziyarete götür' dediler. 'Gidelim' dedim. Ancak niyeti halis olmayan bir Maraşlı daha bize katılmak istedi. Ona, 'Arkadaş, bu zat sana yaramaz, sen nasıl adammış, bir göreyim diye gideceksin. Bu niyetle gittiğin için bizi de kabul etmez. Sen bizden ayrıl' dedim. İnanmadı. 'Öyle şey mi olurmuş, niye kabul etmesin? Ayrılmam, ben de

gideceğim' dedi. Gittik, Üstad kabul etmesin? Ayrılmam, ben de gideceğim' dedi. Gittik. Üstad kabul etmedi. Ahmet Ramazan kardeşimizin dediği aynen görüldü. Diğer iki Maraşlıya, 'Bu adamdan vitrinlere bakarken ayrılalım, tekrar Üstadı ziyarete gidelim' dedim. Kendisi bir vitrine bakarken biz kaçtık, bizi kaybetti. O adamdan ayrı olarak Üstada gittik, kabul etti. Böylece o halis niyetli arkadaşlar da ziyaret etmiş oldular. "Üstad, doktor ve öğretmenlere önem verirdi" Yine sene 1952. İstanbul Belediyesinin doktoru Nihat Ongun bana rica etti. 'Beni Üstadın ziyaretine götür' dedi. Doktorla beraber Üstadı ziyarete gittik. Yine kabul buyurdular. Üstad, Nihat'ın doktor olduğunu öğrenince şöyle bir nasihatta bulundu: Ben iki meslek erbabına çok kıymet veririm. Bunlardan biri doktorlar, diğeri muallimlerdir. İmanlı muallimler körpe dimağlara imanı, İslâmı yerleştirir. Onun için benim nazarımda muallimler çok kıymetlidir. Sana tavsiyem şudur. Sen bir hastayı tedavi ettiğin zaman ücretin 100 lira değerse de, 2,5 lira verirlerse al, cebine at. Zannetme ki, 97,5 lira kaybettin. Sadaka olarak defter-i âmâline geçer.' Doktor Nihat Bey çok iyi bir intiba ile ayrıldı. Bana, 'Bu zatın sözleri iliklerime işledi' dedi. Bu kardeşimiz halen salâhatını muhafaza etmektedir. "Rüyada yediğim yemek" Sene

1952,

İstanbul'dayım.

Kardeşim

Mahmut

Ramazanoğlu o tarihte hukuk fakültesi talebesiydi. Onun Şehzadebaşı'ndaki evinde yatmıştım. Rüyamda Üstad, talebeleri ile birlikte bulgur pilâvı yiyorlardı. Ben varınca yemeğe davet ettiler. 'Teşekkür ederim' dedim, yemeğe dahil olmadım. Ama Üstadla birlikte yemek yemeyi de çok arzu ediyordum. Bir daha çağırsalar yemeğe giderdim diye bekledim. Ne yazık ki yemeğe tekrar buyur etmediler. Büyük bir üzüntü ile uyandım. O gün öğleye yakın bir zamandı, saatini hatırlayamıyorum, ama öğleye yakındı. Üstadın odasından Muhsin kardeşimiz çıktı. Beni görünce, 'Gel gel, kardeşim, Üstadın artığını ye, sevaptır' diyerek bana küçük bir sefertası içerisinde, bir kaşık gelecek kadar kuru fasulye verdi, ben de yedim. Allah'ıma hamd ettim. Rüyada beraber yemek yiyemeyişimin üzüntüsünü Rabb-ı Rahimim artığını yedirerek ref'etti. Bu bir tesadüf değildi. Ben buna da Üstadımın bir kerameti nazarı ile bakıyorum. "Albayın Üstada hayranlığı" Yine sene 1952. Üstad Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyordu. Günlerden Cuma idi. Üstadı ziyarete gittim. Cuma namazı da yakındı. Otele vardığım zaman baktım ki, salonda, Üstad beni görünce eliyle yanağımı okşayarak, 'Hoş geldin oğlum' dedi. Arkasındaki talebelerine dönerek, 'Siz benimle gelmeyin, hükûmetin nazar-ı dikkatini çekmeyelim' dedi. Ve merdivenlerden indi. Arkasındaki cemaatin içinde bir de albay vardı. Resmî elbisesi ile gelen bu albay, 'Çocuklarımın maişeti olmasaydı, ben şimdi istifa

eder, bu zat-ı muhtereme hizmet ederdim' dedi. "Üstad bir delikanlı zindeliğindeydi" Üstad otelin kapısından çıktı. Ben hemen dışarıya kendimi attım. Üstadı yolda giderken görmek istiyordum. Çünkü her ziyaretimde yatağında oturuyor bir vaziyette gördüğüm için, Üstadı zor yürüyecek bir durumda tahayyül ederdim. Otelden çıktığım zaman Üstadın, otelin bulunduğu kaldırımdan karşı kaldırıma 20 yaşındaki bir delikanlının çevikliğinde geçtiğini gördüm. Akasya ağacının engin dallarındaki yaprakları eliyle okşayarak çevik adımlarla Fatih Camiine doğru ilerledi. Üstadın bu dinç durumu beni çok mesruru etmişti. "Üstad Fatih Camiinde" Fatih Camiine Cuma namazını kılmak üzere girdik. Ben artık Üstadın peşini hiç bırakmıyordum. Cuma namazından sonra beraber camiden çıktık. Camiden çıkan cemaat bir anda Üstadın etrafını sardılar. Birbirlerine, 'Bediüzzaman' diye yüksek sesle ve büyük neşe içinde haber veriyorlardı. "Üstad, 'Taksi!' diye seslendi" Cemaat Üstadın elini öpmek için itişmeye başladı. Orada büyük bir izdiham oldu. Camii otele çok yakındı. Üstad camiye yaya olarak gelmişti. Üstad bu tezahürattan kurtulmak için orada bulunan bir taksiye 'Taksi!' diye seslendi ve taksiye hemen atlayıverdi. 'Beni otele götür'

dedi. Bunu yapmasaydı camiden çıkan Müslümanlar Üstadın otele gitmesini en az iki saat tehir ettirebilirlerdi. Üstadın bu müdakkik hali beni hayran bıraktı. "Üstadın Maraş'a olan alakası" Üstadın K. Maraş'a olan sevgisini de aksettiren bir mektuplaşma ile hatırama son vereyim. Kayalar Ağabey üstada bir mektup yazarak Diyarbakır'a davet etmişti. Kayalar Ağabeyin bu mektubu lâhika yapılmış, dağıtılmıştı. Bir tanesi de bana gelmişti. Ben bu davet mektubunu okuyunca hemen Üstada bir mektup yazarak K. Maraş'a davet ettim. Üstad mektubuma şu cevabı verdi. Ben Urfa'yı, Diyarbakır'ı ve Maraş'ı aynı gözde görüyorum ve duama ismen dahil etmişim. Diyarbakır'a gidersem Maraş'a da gelirim' demişlerdi. Diyarbakır'a da, K. Maraş'a da teşrifleri mümkün olmadı. "İki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi" Sadede gelelim. Merhum Zübeyir Ağabey, 1950 yılında telefondaki ricam üzerine eskimez yazılı Mektubat, Zülfikar, Sözler, Siracünnur ve Tılsımlar mecmualarını getirmişti. Müftü Hafız Ali Efendinin bize, 'Her kitap okunmaz, aldığınız kitabı bana bir gösterin de öyle okuyun' diye olan tavsiyesine uyarak, yukarıda isimleri yazılı Said Nursî Hazretlerine ait olan kitapların hepsini Müftü Efendiye götürdüm.

Hoca Efendi, şu kitapları okumak istiyorum. Bir tetkik buyurun da okumaya değerse okuyayım.' Bırak da git.' Aradan iki ay geçmişti. Birgün Müftü Efendiye giderek, bıraktığım kitapların mahiyetini sordum. Hoca Efendi, kitapları okudunuz mu?' Okudum.' Nasıl buldunuz?' Oğlum, iki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi, bundan sonra da geleceği meçhul,' Öyleyse verin de ben de okuyayım.' Yok, ben kitap vermem, sen kendine yenisini al.' Müftü Efendinin takdirini toplayan bu eserleri o tarihten beri, yani 1950 yılından beri okumaktayım. "Hafız Ali Efendinin ilmi ve fazileti" Merhum Zübeyir Ağabeyin getirdiği Risaleleri aldım, çok itimad ettiğim ve güvendiğim K. Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendiye götürdüm. 'Şu eserleri okuyun da, okumaya değerse biz de okuyalım' dedim. Evvelâ muhterem Müftümüzün ilim ve fazilet derecesini kısa olarak arz edeyim. Müftü Hafız Ali Efendi uzun müddet K. Maraş müftülüğü makamını muhafaza ve ihya

etmiştir. Kitap, okuma âşıkı olan bu zat, doktorun, 'Kitabı çok okuma, gözlerin görmez olacak' diye tavsiyede bulunmasına rağmen okumayı bir türlü bırakamamış, binnetice maddî gözleri görmez olmuştur. Bu defa da gözü gören dostlarına, meselâ Mahmut Kanadıkırık'a, bana, Şakir Efendi Hocaya okutarak dinlemek suretiyle talebe-i ulûm sıfatını asla kaybetmemiştir. Hacca giden bir K. Maraşlıya Medine-i Münevvere'den kitap sipariş etmiş. Hacı, istenilen kitabı ararken kitapçı, 'Bu kitabı Türkiye'de yalnız K. Maraş Müftüsü Hafız Ali Efendi anlar, sen bu kitabı kime alıyorsun?' demesi üzerine, Hacı Efendi, 'Ben de o zata alıyorum, onun siparişidir' demiştir. 1961 yılında Diyanet Reisi olan eski İstanbul Müftüsü müfessir ve fakih Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri, fetva için gelen bir K. Maraşlıya, 'K. Maraş'ta Hafız Ali Hoca Efendi varken, K. Maraşlıya bizim fetva vermemiz icab etmez' demiştir. Özetleyeycek olursak, bu zat, yalnız K. Maraşlının değil, bütün âlem-i İslâmın ilmî cihette nazarını çekmiştir. Müftü Efendinin vefatından sonra, bu zata ait olan kitaplar Hafız Ali Kütüphanesi ismiyle müsemma bir kütüphane açılarak bu kütüphaneye koyuldu, kocaman kütüphaneyi dolduran kitaplar böylece K. Maraş'ta kültür hizmetine girdi. "İki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi" Sadede gelelim. Merhum Zübeyir Ağabey, 1950 yılında

telefondaki ricam üzerine eskimez yazılı Mektubat, Zülfikar, Sözler, Siracünnur ve Tılsımlar mecmualarını getirmişti. Müftü Hafız Ali Efendinin bize, 'Her kitap okunmaz, aldığınız kitabı bana bir gösterin de öyle okuyun' diye olan tavsiyesine uyarak, yukarıda isimleri yazılı Said Nursî Hazretlerine ait olan kitapların hepsini Müftü Efendiye götürdüm. Hoca Efendi, şu kitapları okumak istiyorum. Bir tetkik buyurun da okumaya değerse okuyayım.' Bırak da git.' Aradan iki ay geçmişti. Bir gün Müftü Efendiye giderek, bıraktığım kitapların mahiyetini sordum. Hoca Efendi, kitapları okudunuz mu?' Okudum.' Nasıl buldunuz?' Oğlum, iki yüz senedir dünyaya böyle bir eser gelmedi, bundan sonra da geleceği meçhul,' Öyleyse verin de ben de okuyayım.' Yok, ben kitap vermem, sen kendine yenisini al.' Müftü Efendinin takdirini toplayan bu eserleri o tarihten beri, yani 1950 yılından beri okumaktayım. "Ayağı öpülecek zatlar" Sene 1952. Üstad Said Nursî İstanbul'daydı. Ben de

Üstadı ziyaret için bir İstanbul yolculuğuna hazırlandım. Zaman buldukça Risale-i Nur'ları okuyor ve Üstadı da ziyaret ediyordum, ama mübtedi olduğumdan ve echeliyetimden, Üstadın değerini tam olarak bilemiyordum. Nur talebelerinin üstada yazdıkları lâhika mektupları bana geliyordu. Mektubun sonunda, 'Mektubuma son verirken el ve ayaklarından öperim' hitabesini bir türlü hazmedemiyordum. Ve içimden, 'Ayak da öpülür mü yahu? Bu kadarı ifrattır' diyerek kendi kendime kızıyordum. Bu halimi de kimseye izhar etmiyordum. Üstadı ziyarete gideceğimi Hafız Ali efendiye söyledim. 'Bir diyeceğiniz var mı?' diye sordum. Müftü Efendi, 'Cenab-ı Said'e benden çok selâm söyle, el ve ayaklarından öperim' dedi. Hayretler içinde kaldım ve hatamı anladım. 'Demek ayağı öpülecek zatlar da olurmuş' dedim. Müftü Efendi, Üstada karşı bu beyanı ile benim kalbimdeki istifhamı çözmüştü. Aynı zamanda kerametini de izhar etmiş ve Üstadın ilim ve fazilet değerini bana tebliğ etmişti. "Rüyada gördüğümü yaşadım" Müftü Efendi güzel de rüya tabir ederdi. 1952 yılında bir rüya görmüştüm. Rüyamda Üstadı sırtıma aldım, bir camiye götürüyordum. Dizimin bağı

çözüldü, yürüyemez hale geldim. Fakat Üstadı da sırtımdan bırakmadım. Güçlükle Üstadı götürüyordum. Üstadı götüreceğim cami uzaktaymış, yakınımızda bir cami gördüm. Üstada, 'Üstadım, dizimin bağı çözüldü, gidemez hale geldim, gideceğimiz cami de uzak, şu görünen camiye gitsek olmaz mı?' dedim. Üstad, 'Olur, bu camiye gidelim' dedi. Yakın olan camiye girdik, uyandım. Müftü Efendiye giderek rüyamı anlattım. Rüyayı şöyle tabir etti: 'Üstadı sırtına almam, onun eserlerini neşretmendir. Dizinin bağının çözülmesi; bu eserler sebebiyle sana hükûmet tarafından bir sıkıntı gelecek. Camiye girmeniz de; o sıkıntıdan kurtulacaksınız.' Tabiri aynen çıktı. 1952 yılında Ahmet Emin Yalman'ı vurmuşlardı. Bu hadise sebebiyle birçok Müslüman taht-ı muhakemeye alınmış ve tutuklanmıştı. Bu hadise sebebiyle benim evim de aranmıştı. Risale-i Nur külliyatından Zühretü'n-Nur eserini arama sırasında ellerine geçirmişlerdi. Bu sebeple tutuklandım. Malatya Cezaevine gönderildim. Orada 70 gün hücre hapsi uyguladılar. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde birinci celsede tahliye edildim. Bilâhare beraat ederek kurtuldum. "Üstadın cenazesine iştirak ettim" Sene 1960. Üstad Urfa'da tebdil-i mekân, tahvil-i hayat etmişti. Üstadın vefatını Abdullah Yeğin Ağabey bana telefonla bildirince, telefon gayri ihtiyarî elimden düşmüştü. Gözümden pınar gibi yaş gelmeye başlamıştı.

Hayatımda Üstadın vefatına ağladığım gibi hiçbir şeye ağlamamıştım. Üstadın cenazesine iştirak etmek ve yetişmek için garaja koşuyordum. Bir taksi tutarak Urfa'ya âcilen gitmek istiyordum. Büyük bir telâş ve figân içinde giderken Risalelerle alâkalı Ökkeş Tiyek Ağabey karşımdan geldi. Mustafa, dur bakalım, nereye gidiyorsun? Bu halin nedir? Niçin ağlıyorsun?' diye sordu. Üstadın Urfa'da vefat ettiğini, cenazesine yetişmek için taksi tutmaya gittiğimi söyledim. Üstad iktisatçıdır. Senin bu hareketine razı olmaz, sen Üstadın ruhu için buradan okursun, saniyesinde yerini bulur' dedi. Bu söz beni tesir altına almıştı. Zira Üstadı o kadar çok seviyordum ki; onun rızasına muhalif bir halimin olmasın asla istemiyordum. Zira beni sefahet bataklığından Allah'ın lütuf ve hidayeti ile onun Kur'ân tefsiri Risale-i Nur eserleri kurtarmıştı. Yolumu değiştirerek her yerde rehberim olan Müftü Efendiye yine gittim. Fetvahaneye vardığım zaman hıçkırıktan bir türlü konuşamıyordum. Müftü Efendi, 'Neyin var oğlum? Annenle mi dövüştün, babanla mı dövüştün? Niye ağlıyorsun?' diye sordu. Bir müddet konuşamadım. Teskin olduktan sonra, 'Üstad vefat etmiş, ben cenazesine gidecektim. Ökkeş Tiyek, bu hareketimin israf olduğunu, Üstadın buna razı olmayacağını söyledi, ben de zat-ı âlinize danışmaya geldim' dedim.

Ney! Eğer dersim olmasaydı şu kör gözümle o veliyullahın cenazesine de giderdim. Böyle bir evliyanın cenazesine gitmek israf olur mu?' dedi. Merhum Müftü Efendinin bu sözleri beni çok sevindirdi. Dünyayı bana bağışlasaydı bu kadar ikrama geçmezdi. Çok memnun ve mesrurdum. Hemen oradan kalkarak taksi tutmak için koştum. Tuttuğum taksi ile kısa zamanda Urfa'ya vâsıl oldum. "Her on dakikada bir hatim" Üstadın cenazesine iştirak için Türkiye'nin hemen her vilâyetinden Nurlarla alâkalı zatlar gelmişti. Urfa sokakları gelen cemaati almaz olmuştu. Ulu Caminin on yerinde hafızlar ve Kur'ân okumasını bilenler ellerinde Kur'ân cüzleri, Üstadın ruh-u mübarekine hatimler indiriyorlardı. Bu cüzlerden okumayı Rabbim bana da nasib etti. Her on dadikada bir hatim indiriliyordu. Bu hatim okuma faslı geceli gündüzlü 24 saat devam etti. Böylesine bir duanın kimseye nasip olduğunu zannetmiyorum. Üstadın cenazesi Cuma günü kalkacaktı. Türkiye çapında ilânat böyle yapılmıştı. Fakat Urfa'ya dolan Müslümanlardan lüzumsuz endişe duyan Vali, Perşembe günü âni bir emir vererek ikindi namazının müteakip cenazesini defnettirdi. Cenaze namazına iştirak eden Müslümanlar Ulu Caminin içerisine sığmadı. Üstadın nâş-ı mübareki camiin içerisindeydi. Camiin iç, dış ve bahçesi cenaze namazına iştirak eden cemaatle dolmuştu.

"Cenaze parmaklar üzerindeydi" Böyle muhteşem bir cemaat, padişahların cenazesinde dahi görülmemiştir. Bu cenazeye ve cenaze namazına iştirak sırf Allah içindi. 'El-hubb-u lillah' düsturu burada tam tecellî etmiş ve zahir olmuştu. Bu cemaat-i azîme, Said Nursî Hazretlerini Kur'ân'a ve imana hizmetinden dolayı seviyordu. Bu sevgi uhrevî idi, hakikî sevgi de işte budur. Cenazeyi götürürken el değiştirmenin imkânı olmuyordu. Parmağını tabuta değdirebilen, bu küçük hizmetinden dolayı çok memnun ve mesrurdu. Nihayet cenazeyi defnettik. Ben de K. Maraş'a hareket ettim. Karşımızdan gelen otobüsler cenazeye iştirak için gidiyorlardı. Birkaç otobüs bizi durdurarak cenazeyi sordular. Defnedildiğini söylediğimiz zaman yetişemediklerine çok üzüldüler. Mezarını ziyaret için Urfa istikametine devam ettiler. "Kafama takılan mesele" K. Maraş'a gelirken yolda kafama takılan iki mesele vardı. Birisi, Üstad vefatından önce bir mektup yazmıştı. Bu mektupta, 'Benim mezarımı 4-5 kardeşim bilecek, başkalarına söylemesinler; nasıl ki bir hakikat beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor, aynı hakikat vefatımdan sonra da beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor. Heykellerine perestiş edilenlerin durumuna düşmek istemiyorum' demektedir. Üstadın cenazesine iştirak eden

iki yüz bini aşkın kişi vardı. Bunlar Üstadın mezarını görüyor ve biliyordu. Üstad neden 'Mezarımı 4-5 kardeşim bilecek' demişti? Bu mesele kafamı bir hayli karıştırdı. Kafamdaki bu sorunun cevabını 27 Mayıs 1960 ihtilâlcileri verdi. 1960 İhtilâlini yapan kişiler, Üstadın mezarından çıkartarak ıssız, sessiz; kimsenin bilmeyeceği, görmeyeceği bir mahalle defnettiler. Üstadın kerametvari mektubundaki isteğini, bu adamlar bilmeyerek yerine getirdi. Evet şimdi Üstad kimsenin, evet, kimsenin bilmediği yerde, istediği ve arzu ettiği gibi, teveccüh-ü nastan uzak, perestişten âzade bir şekilde ebedî istirahatgâhında istirahat etmektedir. onu ziyaret etmek isteyenler, hatm-i şerif, Yâsin-i Şerif ve Fatiha-i Şerif hediyeleri ile manen ziyaret etmektedirler. Onun ruh-u mübarekine senede binlerce hatim indirilmektedir. Onun eserlerini okuyarak Allah'ın hidayetine erenlerin, İslâmî yaşayışlarından hâsıl olan bütün sevaplarının bir misli 'Essebebü kelfail' sırrınca defter-i hasenatına geçmektedir. Böyle bir nimete mazhar olmak her insana nasip olmaz. "Üstadın vefat edeceği tarihi bilmesi" Kafama takılan ikinci mesele ise şu idi. Üstadın eserinde bir 'Eddaî' şiiri vardır. Bu şiirde: Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde, Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsâm âlâma.

Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş. Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma. Mezar taşımla pür emvat enindar o mezarımla Revânım saha-i ukba-yı ferdâmâ... Yâkînim var ki, istikbal semavat ü zemin-i Asya Bahem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâma Zira yemin-i yümn-ü imandır Verir emn ü eman ile enama' diyordu. Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsam âlâma'nın açıklamasında, Hicrî 1379 yılına kadar yaşayacağını söylemektedir. Söylediği gibi çıkmış. Hicri 1379 yılında vefat etmiştir. Halbuki insanların vefat edeceği günü bilmemesi lâzımdır. Bu gaybî bir meseledir. Kafama takılan bu meseleyi aydınlığa çıkarmak için, K. Maraş'a gelir gelmez yine Müftü Hafız Ali Efendiye gittim. Muhterem Hocam, Üstad şu elimdeki kitapta vefat edeceği yılı haber veriyor, aynen haber verdiği gibi de çıkıyor. Nasıl olur, bu gaybî bir mesele değil mi?7 Hoca Efendi bu soruma gülümseyerek şu cevabı verdi: Mustafa, istisnalar kaideyi bozmaz. Böyle bir velinin vefat edeceği yılı bilmesini çok mu gördün?' O gün ikindi namazını kılmak için Ulu Camiye gitmiştim. Müftü Efendi her zaman olduğu gibi, bu

Ramazan-ı Şerifte de ikindi namazından sonra vaaz ediyordu. İkindi namazını kıldıktan sonra yine vaaz kürsüsüne çıktı, cemaata hitaben, 'Ey Müslümanlar, dünyaya ilim ve faziletiyle şöhret salan Said de gitti' dedi. Müftü Efendi bu hitabı ile hem Üstadın ebedî hayata intikalini bildiriyor, hem de Üstadın ilmî değerini ilân ediyordu. Müftü Efendinin gözleri görmez olmuş, kitap okuyamaz hale gelmişti. Ben her gün fetvahaneye giderek Risale-i Nur'lardan ders okuyordum. Büyük bir heyecan ve zevkle, 'Evet, evet' diyerek tasvibini izhar ede ede dinliyordu. "Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına çıkar. " "Bir gün Hasan Gürpınar ve Hasan Birbilen'le Hoca Efendiyi ziyarete gittik. Bizden başka da birçok ziyaretçi vardı. Biz varınca o ziyaretçiler de dinî bir sohbet olur düşüncesi ile kalkmadılar. Ben Hoca Efendiye, 'Hoca Efendi, bir ders okuyalım mı?' diye sordum. Hoca Efendi çok tedbirli bir zattı. Ziyaretçiler içinde münafıklar da olabilir düşüncesi ile sükût geçti. Ben Hasan Birbilen'e, 'Oku' diye işaret ettim. Öğretmen Hasan Birbilen dersi okudu, ders bittikten sonra Hoca Efendi, 'Burada kim olduğunu bilmiyorum, kim olursa olsun' diyerek elini soldan sağa doğru salladı ve 'Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına çıkar' dedi. Böylesine bir ilim sahibi bu eserlere meftun olursa bizim gibi iman ve Kur'ân hakikatlarına susamış kimselere durmadan bu eserleri

okumak düşmez mi?"

AHMED RAMAZAN Tarihçe'nin "Bediüzzaman Said Nursî ve Hariç Memleketler" kısmında Paikistan'la alâkalı bir mektubu bulunan Ahmed Ramazan, 1927'de Malatya'da doğdu. 1950'lerde Büyük Doğu mecmuasında çalıştı. Emirdağ, Eskişehir ve Isparta'da Üstadla görüşmeleri oldu. Üstadın Hasan Benna'ya mektubu 1950'den evvel Üstadı Eskişehir ve Emirdağ'da ziyaret eden Ahmed Ramazan, daha sonra da Isparta'da ziyaret etmişti, Gençlik Rehberi dâvâsı esnasında ise, Şam'a hicret etmişti. Üstad kendisine, Hasan Benna'ya verilmek üzere bir mektup vermişti. Fakat Benna şehit olduğu için bu mektubu verememişti. Zübeyir Gündüzalp Şam'a gelip bir hafta kadar kendisine misafir olmuştu. Birlikte, Üstadın eniştesi Molla Said'in kardeşi Molla Abdülmecid ile görüşmüşlerdi. Kayınpederinin de Üstadla alâkalı hatırası olduğunu ifade eden Ahmed Ramazan kısa görüşmemizde şunları anlattı: 1947'de İstanbul'da askerliğimi yapıyordum. Askerliği

bitirdikten sonra tâbi olacak, bağlanacak mürşid ve şeyh arıyordum. Bu maksatla Elazığ'ı ve Diyarbakır'ı dolaşmıştım. Bu esnada Üstadın ismini duydum, bana tavsiye etmişlerdi. Mezkûr maksatla Emirdağ'a, Üstadın ziyaretine gittim. İlk ziyaretimde, huzurunda bir buçuk saat kadar kaldım. "Bana onların iyi taraflarını anlat" Ben içimdeki niyet ve arzumu daha söylemeden, Üstad bana, 'Kardaşım, ben senin aradığın adam değilim' diyerek, 'zamanın tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanı' olduğunu beyan etti. Irak, Suriye ve Mısır'ı dolaşmış ve Üstadın ziyaretine gitmiştim. Gezdiğim yerlerdeki Müslümanların, İslâma uymayan, gayri İslâmi hallerini üzülerek görmüştüm. Bunları Üstada anlatmak istedim. Daha ilk cümlede, Üstad eliyle 'Sus' işareti yaparak, 'Kardaşım, bana onların iyi taraflarını anlat, fena vaziyetlerini anlatma' diyerek beni ikaz etti. "Mustafa Sabri Üstadı anlattı" Kahire'de Mustafa Sabri Efendiyi aradım. Sonra İskenderiye'de buldum. Evinde görüştüğümüzde yaşlı gözlerle, ağlayarak, bana Üstadın ilmini, faziletini ve yüksek dehasıyla alâkalı hatıralarını anlattı. Aradan zaman geçtiği için unutmuşum. "Uzun seneler Suriye'de kaldım. Türkiye'ye 1961'de

geldim. 1950'lerde Büyük Doğu mecmuasında çalışırken, Necip Fazıl, Üstaddan sitayişle bahsederdi. Mecmuada, Nur'lardan parçalar neşrederdi." Ahmed Ramazan'ın mektubu Tarihçe'nin "Hariç Memleketler" bölümünde Ahmed Ramazan'ın şu mektubunu okumaktayız: Pakistan'daki Nur talebelerinin Üstad Said Nursi'den istedikleri mesaj münasebetiyle, Irak'taki bir Nur talebesinin gönderdiği mektup: "Bundan birkaç gün evvel, Pakistan'da talebeler konferansı vardı. Hazret-i Üstaddan bir mesaj istemişlerdi ve bunun tarihî bir tesiri olacaktı. Haber aldık ki, Salih (Özcan) Nur talebeleri namına bir mesaj göndermiş, sizlere yazmışlar ki, acele Hazret-i Üstada bildiriniz. Konferansta, Hazret-i Üstad ve Nur'lar çok methedilmiş. Komünistler tarafından itirazlar yapılmış. Fakat reis hepsini reddetmiş. Hazret-i Üstadın fotoğrafları teşhir edilmiş. Yakında Nur ve Nur'a ait uzun ve resimli bir yazı ile bir mecmua çıkaracaklarmış. Sonsuz selâm ve dualar."

İRFAN GÖKOVA İrfan Gökova, 1932'de, Sakarya'nın Hendek kazasında doğdu. Batı Almanya'da imamlık vazifesinde bulundu. "Üstadın tığ gibi bir endamı vardı" İlk olarak Üstad Bediüzzaman Hazretleri hakkında malumatı, hocalarımdan Hacı Veyiszade Mustafa Efendi ve Adapazarlı Hacı Hafız Ahmed Efendiden aldım. Şunları anlatmışlardı: Üstad Bediüzzaman, gençliğinde İstanbul-Vefa semtinde gezerken, İstanbul âlimleri ve Mısır'dan gelen âlimler, Vefa'da boza içerken, bu genç âlimi kamalı ve kuşaklı olarak görüyorlar. Daha önceleri de şöhretini duymuşlar. 'Çok alimmiş' diye aralarında latife ederek, Üstad Bediüzzaman'la görüşmek isteyerek, bazı sorular sormuşlar. Üstadın verdiği harika cevaplar karşısında çok şaşırmış ve hayretler içinde kalmışlar. Bu yaşta deryalar gibi bir ilim adamıyla karşılaştıklarını anlamışlar. Bu hârikalar hârikası zatın âhirzaman müceddidi olduğunu onlar da kabul etmişler. İlminin de vehbî olduğunu ifade etmişler. O zamanlar Üstad Bediüzzaman,

'Her suali sorabilirsiniz, ama ben size sormam' diyormuş. 1950 senesinin Ramazan ayında Camiinde mukabele okuyordum.

Emirdağ

Çarşı

Bir gün makabeleden sonra, bu müstesna ve büyük zatı ziyaret etmek, ellerini öpüp dualarını almak için harekete geçtim. Arkadaşlarım da bu teklifimi memnuniyetle kabul ettiler. Tam on kişi Üstadın Nurlu menziline doğru hareket ettik. Önce bu mübarek evin altındaki bir talebesinin terzi dükkânına girdik. Selâmdan sonra Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek istediğimizi ifade ettik. Terzi, 'Kardeşim, biraz bekleyin' dedi. Bu sözün arkasından şöyle söyledi: 'Üstad Hazretleri birazdan faytonla gezmeye çıkacak. Her gün 10:30'da evden çıkar ve faytonla sahraya, bir saat kadar tefekkür gezisine gider.' Biz, terzi Nur talebesinin dükkânında biraz kaldıktan sonra, baktık, Üstad Hazretleri çıktı. Üstad evden çıkarken üzerinde açık gri bir cübbe, başında sarık, gayet zayıf, tığ gibi endamı vardı. Yüzü buğday rengindeydi. Yavaş yavaş kendilerine yaklaştık. Terzi, bizleri Üstad Hazretlerine takdim etti. "Aziz hatıra" Üstad Hazretlerine, 'Ellerinizi öpüp, dualarınızı almak

istiyoruz' dedik. Sırayla Nurlu Üstadın ellerinden öptük. Başımı okşayarak bana dualar etti. Etrafındakilere de muhabbetle selâmlar veriyordu. Bu sırada kapının eşiğinde bir talebesi bulunuyordu. Hazret-i Üstada bakan halk ise ellerini öpmek için izdiham halindeydi. Etrafta belediye başkanı dahil, kazanın birçok idarecileri de vardı. Bana anlattıklarına göre, Üstadın evine gelişi de, gidişi gibi oluyormuş. Sonra halkın muhabbet ve hürmet edaları içinde faytona bindi. Emirdağ kırlarına doğru hareket etti. Hazret-i Üstadın faytonu uzaklaşıncaya kadar millet, etrafından ayrılmıyordu. O zamanlar çok gençtik ve zamanın en büyük âlimiyle tanışıp ellerini öpmenin mutluluğu içindeydik. Bu hayatımın en kıymetli ve aziz hatırası olmuştur. Bu hatıramı bütün ömrüm boyunca, hiçbir zaman unutamayacağım. "O büyük Üstad, zamanımızın en büyük âlimiydi. Allah dostlarındandır. Cenab-ı Hak böyle büyük zatları başımızdan eksik etmesin ve bizlere de şefaatlerini nasip etsin."

İBRAHİM HUBAN Eğirdir ilçesinin sahillerindeki Nis adasında 1923'de doğdu. Tehlikeli göl yolculuğu Nisli İbrahim Huban'ın babası Veli Huban 1890-1966' larda yaşamış bir zat. Babasıyla birlikte muhtelif tarihlerde Üstad Bediüzzaman'ı kendi kayıklarıyla üç defa Nis adasından Barla'ya götürmüşler. Yalnız bir seferinde yağmurlu bir havada batma tehlikesi geçirdiklerini anlattı. Kayıktaki beş kişi sanki denize batmış gibi sırılsıklam olmuşlardı. Bu göl yolculuğunda kendilerinin yağmur ve dalgalardan çok ıslandıklarını, ama Üstadın üzerinin bile ıslanmadığını anlatıyordu. Bu fırtınada kayığın motorunun bozulduğunu, yelkenleri elleriyle tutarak, yol almaya çalıştıklarını, bu heyecanlı anlarda Üstad Bediüzzaman'daki sükuneti, o yüce vakar ve telaşsız halini anlatıyordu. Bir seferinde Üstad kayık parası olarak bir lira veriyor, fakat İbrahim Huban bu bir lirayı almak istemiyor. Ama Üstad Bediüzzanman ısrarla "bu bir lirayı, bin lira gibi

kabul edin!" ve zorla veriyor. Kayıkçı İbrahim Huban gerçekten 1954'lerde aldıkları bu bir lirayı sanki bin lira gibi çoklukla harcadıklarını anlatmaktadır. Bu tehlikeli göl yolculuğundan sonra, yanaşabildikleri sahilde bulunan bir jandarma jipine binen Üstad Bediüzzaman ve yanındaki talebesi Demirci Salih Efendi, Mehmedçiğin kullandığı Türk Ordusunun bir arabasıyla Barla'ya gitmişler. İbrahim Huban, üstad Bediüzzaman'ın kayıklarına binmesi ve bir lira vermesinin bereketini hemen görmeye başladıklarını, çünkü o gün fırtınadan sonra Eğirdir gölünde çok ve bol miktarda balık tutarak, bereketli bir gün geçirdiklerini anlatmaktadır. İbrahim Huban, bugün Eğirdir gölünün sularının çekilmesiyle dünkü Nis adasının bugün bir yarımada şekline girdiğini anlatarak, geçmiş senelerde Üstad Bediüzzaman'ın kitaplarını din düşmanlarının şerlerinden ve baskınlarından korumak için Nis adasında sakladıklarını, bu kudsî nur hizmetinde babası Veli Efendi'nin ve ağabeyi Halil Huban'ın da çalıştıklarını anlatırken, bediüzzaman Hazretleri'nin de Nis adasına geldiğini söylemektedir.

MUHİDDİN YÜRÜTEN Saatçi Muhiddin diye bilinen bu zât, 1980 Ramazan'ının birinci günü, Eskişehir'de vefat etmiştir. Bediüzzaman Eskişehir'de bulunduğu zamanlar müteaddit defalar evinde misafir kalmıştır. "Vehbî ilim, kuyudaki su gibidir" Ailem çok önceleri Konya-Seydişehir'den Bulgaristan'ın Şumnu kasabasına hicret etmiş. Osmanlılar zamanında Sebilü'r-reşâd mecmuası gelirmiş. Mecmuada, 31 Mart vak'asından sonra kurulan mahkemede, Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaaları çıkarmış. Bunları takip eden babam şöyle derdi: Zamanın ileri gelen âlimlerinden bir Bediüzzaman vardır. Bunun ilmi vehbîdir. Ona yetişmek kabil değildir. Çünkü vehbî ilim kuyulardaki su gibidir. Su çekildikçe arkasından gelir. Diğer kesbî âlimlerin ilmi ise, depodaki suya benzer. Bir müddet sonra bitmesi muhtemeldir. Bediüzzaman denilen zata, hakimler ne sormuşsa cevap verirmiş. Onun müdafaa ve konuşmalarından hâkimler hayretler içerisinde kalırmış. Ben böylesine âlim daha

duymadım ve işitmedim.' Rahmetli pederimin bu ve buna benzer sözleriyle Bediüzzaman ismi kafama nakşedilmişti. Ancak bu zat nerededir? Yaşıyor mu, vefat mı etti? Bilmiyordum. Yıllar sonra 1949 yılında Bediüzzaman'ın Afyon mahkemesinin cereyan ettiği sıralarda bir arkadaş bana, 'Bediüzzaman Emirdağ'da imiş' diye haber getirdi. Bizde onu ziyaret etmek ve onunla görüşmek arzusu gittikçe şiddetlenmeye başladı. Nihayet babam, ağabeyim ve iki kişi daha olmak üzere Üstadı ziyaret etmek üzere yola çıktık. Emirdağ'a vardığımızda, Üstadın kırda olduğunu söylediler. Üstad o zamanlar tek atlı bir faytonla kırlara gider, gezerdi. Biraz sonra araba ortalıkta göründü. Arabada Zübeyir Ağabey vardı. Ona Üstadla görüşmek istedğimizi bildirdik. 'Görüşüp de ne yapacaksınız? Zaten ihtiyar ve hasta' dedi. Biz de, 'Görüşüp duasını alacağız. Büyük bir zatın yanına girildiğinde ne yapılırsa, biz de onu yapacağız' cevabını verdik. Zübeyir Ağabey, 'Onun eserleri vardır. Siz onları okuyun. Hem ziyaretçi kabul etmiyor' dedi. Zübeyir Ağabeyi ne söylediysek, Üstadı ziyaret edebilmek hususunda ikna edemedik. Sonunda bize, 'Eskişehir'de Tenekeci Ali Osman var. Siz ona gidin ve ondan eserleri alıp okuyun' dedi. Mahzun mahzun Eskişehir'e döndük. Bir müddet sonra elimize Tılsımlar mecmuası geçti. Biz onu alıp Kalabak suyu deposunun bulunduğu mağarada sabahtan akşama

kadar okuyup, dersler yapardık. Üstad ile beraber Afyon hapsinde kalan Yalaman Camii İmamı Hafız Osman Hoca da bizimle beraber olurdu. "Nihayet Üstadla görüşüyorum" 1950'lerde bir gün Konyalı Tenekeci Ali Osman, babamla ağabeyimi Üstadın yanına götürdü. Üstadla görüştüler. Bir müddet sonra Beylikahır'daki Ali Osman beni Üstada götürdü. Doğruca Hamza Emek'in dükkânına gittik. O gidip Üstada haber verdi. O sırada babamın şu sözünü hatırlamıştım: 'Hakikî bir mürşidin yanına vardığın zaman, gayr-i ihtiyarî kalbin, 'Allah Allah' der. Bu 'Allah Allah' demeler, mürşidin hakikiliğini ispat eder.' Üstadın odasından içeri girdiğimizde fevkalâde sade bir manzara ile karşılaştık. Yerde bir hasır ve bir de Üstadın karyolası vardı. Üstad, karyolanın üzerinde idi. Eşikten içeri adımımızı atar atmaz, kalbim bir motor silindiri gibi hareket etmeye ve âdeta 'Allah Allah' demeye başlamıştı. İçeride o kadar güzel bir gül kokusu vardı ki, ben o kokuyu başka bir yerde duymadım. Üstad sordu: 'Bu kimdir?' Hamza Emek cevap verdi: Bu, geçenlerde oğluyla birlikte size gelen zatın oğlu Saatçi Muhiddin.' Üstad bana doğru bir baktı ve 'Seni eski talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Ali Osman'a da, 'Seni de yeni talebe olarak kabul ediyorum' dedi. Biraz konuştuktan sonra, beni

kastederek, 'Buna İhlâs Risalesi'ni verin.' Sonra, 'Küçük Sözler'i, daha sonra da, 'Onuncu Söz'ü verin dedi. Ve 'Siz onu bulamazsınız' diyerek o hasta halinde yataktan gayet cevval bir şekilde fırlayarak gitti ve bir Onuncu Söz getirip bana verdi. Biraz daha sohbetten sonra bize 'Safâ geldiniz' dedi. Bu söz, sohbetimizin ve görüşmemizin bittiği mânâsına geliyordu. Dışarı çıktıktan sonra 'Allah Allah' diye zikreden kalbim, yine eksi halini aldı. "Üstadın seyyidliği" Ziyaretlerimden birisinde Salih Özcan da bulunuyordu. Üstad ona, 'Kardeşim Salih! Sen hakikî seyyidsin. Nuriye de seyyid, Mirza da seyyid' dedi. *** Bizim bir kahveci Murat vardı. Üstada gitmeden önce ona sorardım. 'Üstad nerede?' O da şöyle bir durur ve Üstadın nerede olduğunu söylerdi. Kendisi çok saf ve temiz bir arkadaş idi. Bir gün yine dükkânına gidip, 'Murat, Üstad nerede?' dedim ' Üstad Isparta'dan çıkmış, Emirdağ'a gidiyor' dedi. Fidanlık yolundan gittim, orada bulunan Âşık Çeşmesinden abdest alıyordum. Üstad karşıdan göründü. Böylece Kahveci Murat'ın sözü doğru çıkmış oldu. "Üstad sarhoşu kurtardı" Bu hadise bir Ramazan günü olmuştu. Emirdağ'a

gitmek için vasıta beklerken zil-zurna sarhoş biri çıkageldi. Üstad Hazretlerinin de üşümemesi için sırtına bir yorgan sarmıştık. Sarhoş, Üstadın yanına varmış, 'Aman hocam, üşüme, üşüme' diyerek Üstadın yorganını düzeltiyordu. Üstad sarhoşa, 'Kardeşim, otur yanıma. Seninle konuşalım' dedi. Sarhoş edepli bir şekilde Üstadın yanına oturdu. Üstad ona, 'Beş vakit namazını kılacağına ve senede bir ay oruç tutacağına bana söz ver, ben de ölünceye kadar sana dua edeceğime söz vereyim' dedi. Bu sözler üzerin sarhoş hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi: Hem vallahi, hem billâhi söz veriyorum. Bugün banyoya gidip abdest alacağım ve bu gece sahura kalkacağım. Yeter ki, sen bana dua et de bu halden kurtulayım. Hem namazımı, hem de orucumu terk etmeyeceğim.' "Hacı Hilmi Efendinin Üstada hürmeti" Eskişehir'in Muttalib köyünde Hacı Hilmi Efendi vardı. Kendileri Nakşî şeyhlerinden idi. Köyde Kur'ân okutur, talebe yetiştirirdi. Bir gün Üstadla birlikte onun ziyaretine gittik. Hacı Hilmi Efendi, hemen âdeti üzere sofra hazırlattı. Üstad sofradan bir parça ekmek aldı ve sofraya beş kuruş koydu. Sonra Hilmi Efendi bir havlu getirip Üstadın boynuna koydu, 'Bunun bedeli on lira, ama âdetim bozulmasın' dedi ve iki lira koydu. Hilmi Efendi beni çağırıp, 'Yahu kardeşim, ben Üstada parasız bir şey veremeyecek miyim? Kabul ettiremeyecek

miyim?' ded. Ben 'Meşrebi böyle' dedim. Hilmi Efendi bir kutuya koku koyarak bana verdi. Üstada götürmemi söyledi ve ilâve etti, 'Bunu sen ver' dedi. Gittim, her zamanki gibi kesesine el attı. 'Efendim, siz daha evvel Mesnevî-yi Nuriye vermiştiniz. Hacı Hilmi Efendi bunu onun karşılığı olarak kabul etmenizi arzu ediyor' dedim. Peki' diyerek kabul etti. Yemekten sonra talebeler gelerek Üstadın elini öptüler. Üstad onlara hitaben şöyle dedi: 'Sizler, Kur'ân'ın lâfzının hâfızlarısınız. Risale-i Nur talebeleri de mânâsının hâfızlarıdır. Her ikiniz de kardeşsiniz.' Ehl-i imana karşı Üstadın davranışı Eskişehir'de Şeyh Âkif denen bir zatın etrafında toplanmış, Âkifiler diye bir grup vardı. Kendilerinden başka kimseye selâm vermezlerdi. Ben Şeyh Âkif'e rastladığımda selâm verirdim, fakat selâmımı almazdı. Onun bu durumu benim çok canımı sıkıyordu. Bir gün doğruca Üstada gidip onları şikâyet ettim: Üstadım, burada bir Şeyh var. Ne kendisi ve ne de talebeleri kendilerinden başkasının selâmlarını almıyorlar.' Üstad Hazretleri hiddetle, 'Bu zat namazı emrediyor mu, yoksa nehyediyor mu?' dedi. Ben de cevaben, 'Hayır, Üstadım, bu zat namazı emrediyor. Hem de tâdil-i erkân üzere namaz kıldırıyor' dedim. 'İman Uhud Dağı gibidir. Kusurları çakıl taşları gibi. İnsanın kusuru ne olursa olsun,

imanı varsa başka kusurlarına bakılarak, medâr-ı tenkit yapılmaz' diye karşılık verdi. "Üstad zelzeleyi haber verdi" Eskişehir Zelzelesinden önceki günlerde, Üstad sık sık Emirdağ'dan gelir, bazen bir saat, bazen iki saat kalır, giderdi. Bu arada bizimle konuşur ve 'Bir sıkıntınız var, tedbirli olun, ihtiyatlı olun, ihtiyatlı davranın' şeklinde ikazlar yapardı. Biz sıkıntının ne olduğunu, Üstadın ne demek istediğini anlamazdık. Her zaman olduğu gibi, yine polisin evlerimize baskın yapmasından endişe ederdik. Zelzeleden çok kısa zaman önce Üstad Kanlıpınar'ın yakınındaki bayıra gelip Zübeyir Ağabey ile haber göndermiş, 'Tedbirlerini alsınlar' demiş. Biz yine bir şey anlayamadık. Meğer, Üstad, o gece olacak zelzeleden haber veriyormuş. O mübarek Üstadı anlayamadık, onu tanıyamadık. Zelzele olduktan sonra Üstad geldi. Akoğlan Camiinde yanına gittik. Üstad, 'Büyük bir sıkıntı atlattık. Bu hadise bütün Türkiye üzerine idi. Eskişehir cevap verdi. Bu zelzelede zarar görenlerin malları on misli olarak ahirette sadaka hükmüne geçti. Bunu da müjde verin' dedi. Biz Üstadın bu müjdesini etrafa bildirdik. "Vefat tarihini haber vermişti" Üstadın, Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalırken, sık sık

ziyaretine giderdik. 1959 senesi Ramazan ayında birgün yanına vardığımızda şöyle dedi: Muhiddin, bak, sesim kısıldı. Artık meramımı muhataplarıma çok zor anlatır oldum. Anladım ki, vazifem bitmiş. Fakat bana bir sene daha ömür verildi.' Üstad, bu sözlerini Ramazan ayının ortalarına doğru söylemişti. Hakikaten ertesi sene Kadir Gecesi, Üstad vefat ettiği zaman, bir sene önceden söylenen sözlerinin bir işaret olduğunu anladık, ama iş işten geçmişti. "Şehitler ölmez" Konyalı Sabri Halıcı'nın oğlu pilot Ömer Halıcı, rüyasında şehit olacağını görmüş. Aynı rüyayı hanımı da görmüş. O sırada hanımı hamileymiş. Hanımıyla şehit olduğu takdirde nereye gideceği meselesini bile görüşmüşler. Nihayet bir uçak kazası ile Ömer Halıcı şehit oldu. Bir müddet sonra bizim yeğen rüyasında Ömer Halıcı'yı görüyor. Rüyasında ona soruyor: 'Ömer Ağabey, biz seni ölü biliyorduk. Uçak kazasını anlatır mısın, nasıl olmuştu? Biz tafsilâtını pek bilemiyoruz.' Ömer Halıcı şöyle cevap veriyor: Ben uçakta iken birden her tarafı duman kapladı. Semâya çekilir gibi oldum. Derken yukarı çıktım ve orada Peygamberimizi (a.s.m.) gördüm. Beni bağrına bastı, kucakladı ve sevdi. Hem ben ölü filân değilim. Şehitler

ölmez.' Biz bu rüyayı aynen Üstada anlattık. Üstad tasdik ederek şöyle dedi: 'Ömer kardeş doğru söylüyor. Gördüğün rüya sahihtir.' "Hizmetimiz tevafuklarla dolu idi" Hüsrev Ağabeyin verdiği bir risaleyi, kısa bir zamanda Üstada ulaştırıp, tashih edildikten sonra tekrar kendisine ulaştırmıştım. Bu hizmeti yaparken de aslında benim iradem çok az rol oynamıştı. Çünkü nereye gitsem, bütün vasıtalar hazır, beni bekliyordu. Meselâ Afyon'a vardım. Emirdağ'a gitmem lâzım. Vakit gece yarısı. Diğer zamanlarda o saatte vasıta bulmak imkânsıza yakın bir şey. Ancak ben gittiğimde vasıta hazır bekliyordu. Emirdağ'a vardığımda, sabah namazı vaktinde, Hattat Mustafa Acet'in imamlık yaptığı camiye gidip onunla Üstada gitmiştik. Üstad beni gördüğünde hoş-beşten sonra şöyle dedi: Muhiddin, biliyorum, tembelsin. Ama öyle bir zamanda bir hizmet yapıyorsun ki, anahtar hükmüne geçiyor.' Üstad hemen mangala çay koydu. Mangalda üç tane fındık kadar kor parçası vardı. 'Hemen simit alın, gelin' dedi. Kısa bir zaman sonra çay suyu kaynamıştı. Çayı içtikten sonra, Üstad bana yolu tarif etti ve Eskişehir'e müteveccihen ayrıldık. Burada hatırıma gelmişken bir hususu ifade etmek

isterim. Üstad Hazretlerinin yanına vardığımızda hiç soru sormamıza hâcet kalmazdı. O bizim suallerimize cevap olacak şekilde meseleler açar ve biz soru sormadan cevabımızı almış olurduk. "Tahirî Mutlu'nun hizmeti" Tahirî Mutlu Ağabeyin bu hizmetteki yeri büyüktür. Üstadımız Tahirî Ağabey için, 'Tahirî'yi ben açmadım. O kendini bilmez. Eğer bilseydi, yaşayamazdı' demişti. Tahirî Ağabey hacca gitmek için Üstaddan izin istedi. Üstad da, 'Gidemezsin Tahirî' dedi. 'Sen, İslâmın büyük kalesinin bekçisisin. Harp meydanında bulunan bir kalenin muhafızısın. Bugün gidemezsin. Ama ileride gideceksin' diyerek onun hacca gitmesine izin vermedi. Daha sonraki yıllarda Tahirî Ağabey hacca gitti. "Ücretini vermediği şey, boğazından geçmezdi" Üstad, Optalidon ilâcı kullanırdı. İlâcı bitmişti. Kardeşlerden birisine 100 kuruş vererek eczaneye gönderdi. Ancak ilâcın fiyatı 110 kuruşa çıktığından, o kardeş 10 kuruş ilâve etmiş. Sonra ilâcı alıp getirdi. Bilâhare Üstad ilâcı yutmak için ağzına aldı. Ancak bir türlü yutmaya muvaffak olamıyordu. Sonra o kardeşi çağırıp ilâcı kaça aldığını sordu. 110 kuruşa aldığını söyleyince, 10 kuruş daha verdi ve sonra ilâcı rahatlıkla alabildi. Ve bana dönüp şöyle dedi: 'Kardeşim, işte görüyorsun, başkasının malını yiyemiyorum. Boğazımdan geçmiyor.'

"Hz. Ali'nin kabri gibi benim kabrim de gizli olacak" Üstad vefatından önce bana şunları söylemişti: Kardeşim Muhiddin! Vasiyetimi bildirdim. Kabrim meçhul olacak. Hz. Ali (r.a.) beni manevî evlâtlığa kabul ettiğinin ve kabrimin meçhul oluşunun bir hikmeti şu olabilir: Hz. Ali'nin kabri de meçhuldür. Eğer kabri belli olsaydı. Alevîler ifrat ederek taparlardı. Ben sağlığımda ziyaretçi kabul etmediğim halde, gelen ziyaretçileri görüyorsun. Bundan çok rahatsız oluyorum.Ya bir de meçhul olmayıp, herkes tarafından bilinirse nasıl olur, tahayyül ediniz. Belki ifrat ederek aşırılıklarda bulunurlar. Onun için kabrim gizli olacak, iki-üç talebem beni kabre koyacak, fakat kimseye söylemeyecekler.' Sonra da kabir ziyareti ile alâkalı olarak şunları söyledi: 'Ehl-i dünya kabir ziyaretini bilmiyorlar. Kabirden medet umuyorlar. Bu şirke girer. Halbuki kabre varınca, üç İhlâsla bir Fatiha okunur. Sonra başta Peygamberimize ve tâ kabirdekilerin ruhuna gelinceye kadar, diğer büyük zatların ruhlarına hediye edilir. Şu şekilde de dua edilir: 'Ey filan! İnşaallah kabre imanla girmişsindir. Bize de dua et ki, biz de imanla kabre girelim.' "Ulviye Hanımdan dinlediklerim" Ankara'da Ulviye isminde muhtereme, dindar bir hanım vardı. Bu hanımın Risale-i Nura çok hizmeti oldu. Ankara mahkemesinde, Nur talebeleri mahkemeye verildiğinde,

beş çuval kitabın ehl-i vukufa gönderilmesine vesile olan, bu hanımdır. Bir defasından Ankara'ya giderken, Üstad Hazretleri, Ulviye Hanıma selâm söylememi emir buyurdular. Evlerine gittiğimde Üstadın selâmını söyledim. Beni içeri aldılar. Risale-i Nur'ları nasıl tanıdıkların da şu şekilde anlatmışlardı: Bizim bey kitap getirmişti. O kitabı okur, rafa kaldırırdı. Sessizce okur, ne okuduğunu da söylemezdi. Ben de merak etmekle birlikte, kitaba bakıp ne olduğunu öğrenemezdim. Bizde, efendinin koyduğu bir şeye hanım el vuramaz. Bir gün bir zatın evindeki mevlide gitmiştim. Orada gördüğüm bir kitap, bana güneş gibi parlak gözüktü. Mevlid sahibi de 'İsterseniz buyurun, okuyun. Ben sonra sizden alırım' dedi. Kitabı alıp eve geldim. Baktım, Asâ-yı Mûsâ mecmuası. Okumaya başladım. Akşam, efendim geldiğinde ne okuduğumu sordu ve kitaba bakıp, 'Benim de okuduğum kitap aynısı' dedi. Kitapları okudukça bende, Üstadı görmek arzusu gittikçe şiddetleniyordu. Ne yapıp edip Üstadı görmek istiyordum. Hiç olmazsa kapısının tokmağını öpsem diyordum. Derken bir arkadaşımla birlikte Üstadı ziyarete gittik. Ahdim üzerine, kapı tokmağını öpecektim. Ancak kapı açıktı ve Üstad merdiven başında bizi bekliyordu. Tıpkı ilk defa kitabını gördüğüm şekilde, Üstad, bir güneş gibi parlıyordu. Uzun müddet bir ders verdikten sonra

yanından ayrıldık. Risale-i Nur'lara olan bağlılığım günden güne artıyordu. Devamlı okuyordum. Bizim efendi, 'Hanım, bu kadar düşme' gibi ikazlarda bulunuyordu. Ben de, 'Efendi, evimizin önünden sel aksa, sen o seli durdurabilir misin? İşte, ben de öyleyim. Ne olur, bana dokunma' diye cevap veriyordum. Bir müddet sonra beyim bir rüya görmüş. Rüyasında ona, 'Seni ailenin yüzü suyu hürmetine affettik' demişler. O rüyadan sonra bana Risale-i Nur'lar mevzuunda bir söz söylemedi.' Gençlik Rehberi mahkemesi Biz erkenden gidip mahkeme salonundaki yerimize oturmuştuk. Ortalık çok kalabalıktı. Üstad, ayağında yün çorapla eski bir lâstik ayakkabı, başında sarık ve sırtında cübbe ile geldi. Bu sırada içeride kalabalık bir grup halinde bulunan stajyer hakimler ve avukatlar birbirlerine Üstadın geldiğini işaret ediyorlardı. Üstad geçip yerine oturdu. Fakat içerisinin kalabalık oluşu sebebiyle hakimlerin rahat vazife görmesi pek mümkün değildi. Kalabalık, hakim kürsüsünün arkasına kadar her tarafı işgal etmişti. Polisler bu duruma mâni olamamışlardı. Hakim bu duruma çok kızmış ve 'Çekilin arkamdan, mahkemeye başlayacağım' diye bağırmaya başlamıştı.

İçeride bulunan o kadar polisten yardım istedi. Polisler sanki Türkçe bilmiyorlar, aval aval hakimin yüzüne bakıyorlardı. Sinirlenen hakim, 'Yahu size diyorum. Siz Türkçe bilmiyor musunuz? Şu kalabalığı dağıtın, izdihamı önleyin' diyerek polislere bağırıyordu. Polislerde aynı sükût ve çaresizlik devam ediyordu. Hakim başını iki eli arasına alarak düşünmeye başladı. Sonunda Üstada hitaben şöyle dedi: 'Hocaefendi, lütfen talebelerinize söyleyin de çekilsinler. Mahkemeye başlayacağız.' Üstad ayağa kalktı ve 'Beni sevenler kapıya kadar çekilsinler dedi. Kalabalık kapıya kadar çekildi. Hakim Üstada, 'Sarığınızı çıkarınız' dedi. Üstad, 'Bu boynumu kesersiniz, fakat bu sarığı çıkaramazsınız' mânâsında eliyle boğazını işaret etti. Bu arada mübaşir, Üstadın, hakimin sözünü duymadığını zannederek yüksek sesle, 'Hocaefendi, Hocaefendi! Hakim, sarığınızı çıkarın diyor' dedi. Mahkeme başkanı mübaşire müdahale ederek, 'Tamam, biz anlaştık. Sen aradan çekil' dedi.

VAHDETTİN GAYBERİ 1919'da olmaktadır.

Şanlıurfa'da

doğdu.

Ticaretle

meşgul

"Ceylan Çalışkan'la karşılaşmamız" Salih Özcan'la talebeliğinde sık sık görüşüyorduk. Üstad Hazretlerinden sitayişle bahsediyor, büyük bir merakla eserlerine hayranlık duyuyorduk. Her gün Üstadı ziyaret için, içimizde heyecan ve büyük bir arzu doğuyordu. Cenab-ı Hak nasip etti, bir gün çok genç ve nuranî yüzlü , hayatta hiç görmediğim ve hemen içimde büyük yakınlık ve âşinalık duyduğum birisi dükkânın tezgâhını eliyle açarak içeriye girdi. Emirdağ'dan, Üstadın yanından geldiğini bildirince heyecan ve iştiyakımız daha da arttı. 'Ben Ceylan Çalışkan' diye kendini tanıttı. Kendisiyle sohbetlerimiz devam etti, sık sık ders yapmaya başladık. Emirdağ'a gidebilmenin yollarını da hep konuşuyorduk. Emirdağ'a Üstada yazdığımız hürmet mektuplarımıza cevap alıyorduk. Bu arada lâhika mektupları da geliyor, bunları hayranlıkla arkadaşlara okuyarak derslerde hasretimizi teskine çalışıyorduk. O zaman öyle idi. Nur

talebeleri arasındaki muhabere, mektuplarla yürüyordu. Hizmetteki gelişmeleri bu yolla öğreniyorduk. Meselâ, Türkiye'deki Nur talebelerinin sayısını o zamanın Ulus gazetesinin, 'Said Nursî'nin talebeleri çoğalıyor, 800 kişiden fazla oluyor, lâiklik elden gidiyor' diye haberlerinden öğreniyorduk. "Üstadın huzurundayım" 1950 sonbaharı, nüfus sayımından bir gün önce Emirdağ'a gittim, Çalışkanların yanına vardım. 'Hz. Üstad zehirlendi, evininin karşısında sıkı tarassudat var, görüşmek çok zor' dediler. İmkânı yok, buradan ayrılmak, ne pahasına olursa olsun, tutuklanmayı da göze alırım' dedim. Sağ olsunlar, devreye girdiler, epeyce temas ve izahtan sonra Mehmet Çalışkan güler yüzle dönüyordu. Çok sevindik. Hz. Üstadı ziyaret için yola koyulduk. Kapıya vardık, elimdeki paketi sordular: 'Nedir bu?' 'Hz. Üstada hediye' dedim. 'Kabul etmez' cevabını aldım. Rica ile Üstada sormalarında ısrar ettim. 'Urfa'dan geldiğimi arz edin' dedim. Kapıda, muhterem üç zat vardı, sonradan öğrendim. Sungur, Bayram ve Zübeyir Ağabeylermiş. Üstadın hediye kabul etmeyeceğini söylediler, fakat ben onun için de müsaade almalarını rica ettim. Üstaddan, 'Mukabele

olarak bizim de hediyemizi alır' müjdesiyle geldiler. Nihayet içeri girdik, merdiveni heyecanla ve büyük bir sevinç içerisinde, çıktık. Karşımda bir tahta sedir üzerinde, serâpâ nura gark olmuş bir zat vardı. Başında, Orta şarkın âlim, meşâyih ve kahramanlarının tatbik ettiği bir şekilde sarılmış sarığı vardı. Başının üstünde bereket, nimet ve kanaat âlameti alarak duran buğday başağından yapılmış yelpaze şeklinde bir âlâmet asılı idi. Yeni tıraş olmuşlardı, yüzü parlıyordu, iki gözü birer cevahir taşı gibi parlıyordu. Mübarek burnu bir yiğitlik ve kahramanlık simgesi idi. Hürmetle elini öptüm, beni yanına oturttular. Urfa'yı, arkadaşları, Ceylan'ı ve dersleri sordular. Urfa'yı çok sevdiğini, arzuladığını, son ömrünü orada geçirmek istediğini ve Urfa'nın evliyalar şehri mübarek bir belde olduğunu, havasının da mübarek beldelere benzer bir iklime sahip olduğunu havi bir konuşma irad ederek ders mahiyetinde veciz ve çok edebi kelimelerle güzel bir konuşma yaptı. "Müceddidlik cübbesini emanet etti" Eşyamı Urfa'ya götürür müsün?' diye sordular. Memnuniyetle, başımın üstünde taşıyarak' dedim. Memnun oldular, 'Seni, kardeşimin oğlu Abdurrahman'ın yerine kabul ediyorum ve her sabah yaptığım dua listesinde seni dahil ediyorum' diye müjde verdiler. Birçok sitayişkâr dua ve sözlerden sonra ellerini

öperek ayrılırken kapıda bana, Üstad Hazretlerinin hediyesi olarak, Urfa'da incaz eriği olarak bildiğimiz ve reçel, hoşaf ve tatlı olarak kullanılan bir miktar eriği bir kâğıt torba içinde koyarak teslim ettiler. Hürmetle evden ayrıldım. Kapıda arkadaşlarla görüşerek, Çalışkanların dükkânına gittik. Beni gezdirdiler, diğer arkadaşlarla tanıştırdılar. Gezerken birden dediler: 'Üstad Hazretlerinin faytonu geliyor.' Kenara çekildik. Arabası geçiyordu. Hürmetle selâmlayarak yol verdik. Sonra bir defa da arabada vakûr oturuşu ile seyrettik, selamladık. Merhum Zübeyir Ağabey faytonu kullanıyordu. Elinde kırbaç vardı. "Urfa'ya dönüyorum" Emirdağ'dan arkadaşlar, beni yolcu ederken bir küçük balya ile bir de sepet verdiler, Urfa'ya getirdim. Ceylan çok sevindi, onu dikkatle koruduk, iyi muhafaza etmek için içine baktık. Bir yorgan, ince bir şilte ve bir cübbe; sepette ise semaver, demlik, birkaç bardak vardı. Üstad Hazretlerinin tıraşta kesilen saçları küçük çıkınlar içinde sarılıydı. Gerek eşyalar ve gerekse sepettekiler misk gibi kokuyorlardı. (Sonradan İstanbul'daki esansçılardan araştırdım, kokunun ismi tefarik imiş. O gün, bugün dükkânımızda o kokuyu bulundururuz.) Yatağın içindeki ise meşhur Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesi idi. Teberrüken sakladık. Sonra Abdullah Yeğin, sonra Hüsnü ve daha sonra Zübeyir Ağabey geldi. Seneler geçmişti, gelen emir üzerine eşyaları onlara teslim ettik.

"Üstadın Urfa'ya teşrifi ve sonsuz yolculuğa çıkışı" Zamanı gelince Üstad Hazretleri Urfa'ya teşrif ettiler. Hasta idi, gidip elini öptük, vefatını ümit etmiyorduk. Ziyarette, önceleri hiç görmeyenlere daha çok imkân veriyorduk. Âni vefatı Urfa'yı yerinden oynattı âdeta. Mahşeri bir kalabalık Urfa'yı doldurdu. Sonradan Urfa bir ziyaretgâh görünümünde büründü. Şehir dolup taşıyordu. 27 Mayıs İhtilalinden birkaç ay sonraydı. Birgün sabah namazına giderken baktık, yollar tanklarla tutulmuş, köşebaşları silâhlı askerlerle dolmuştu. Camiye gitmeye yol vermediler. Gün açıldıktan sonra baktık ki, Üstadın kabr-i şerifi parçalanmış, açılmış, içinde kimse kalmamış. Halk büyük bir üzüntü içinde... "Bu yerin sahibi gelir" Özel bir kubbesi, ayrı müzeyyen bir yeri olan kabrin yeri hâlen çiçeklerle döşeli pırıl pırıl bir ziyaretgâh olarak muhafaza edilmekte, yerli ve taşradan gelenler tarafından ziyaret edilerek Fatihalar okunmaktadır. Tam karşısındaki hücrede ikindi, yatsı ve sabah namazından sonra evrad-ı fethiye üç defa okunmakta, yine aynı hücrede her gün akşamla yatsı arasında Kur'ân-ı Kerim okunarak hatim yapılmaktadır. "Üstadın vefatından 15-20 sene evvel cami yeniden yapılırken, camiyi yaptıran Müslim Hafız ismindeki veli bir

zat, Üstadın defnedildiği yeri boş bırakarak soranlara, 'Bu yerin sahibi gelir' diye haber vermişti. Orası şimdilik itina ile muhafaza edilmekte ve bir ziyaretgâh olarak durmaktadır."

OSMAN KÖROĞLU Osman Köroğlu Burdurludur. 1950'den sonra Emirdağ'da, 1952'de ise Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'nde Bediüzzaman'ı ziyaret edip görüşüp konuşmuştur. Daha önceleri Burdur'da babam Abdullah Köroğlu'ndan ve sonraları İzmir'e gidip yerleşen Abdurrahman Cerrahoğlu'ndan Bediüzzaman'ın ismini ve büyük İslâmî hizmetlerini dinlemiştim. Sitayişle bahsederek hep faziletlerini, kemalâtını ve büyüklüğünü bana anlatmışlardı. Gıyaben kalbimde sevgi ve hürmet vardı. 1948 yıllarından beri kıravatçılık yapmaktayım. Otuz beş-kırk yıldır aynı meslekteyim. Bu meslekle uğraşırken Emirdağ'a giderek Üstadı ziyaret etmek istedim. Sattığım kıravatları otele bırakarak Üstadın kaldığı yere gittim. Kendisi faytonla kıra gidiyordu. Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey bir bisikletle takip etmemi söyledi. Bisiklete binmeyi bilmiyordum, fakat Üstadı ziyaret edip, ellerini öpebilmek iştiyakıyla faytonun peşine düştüm. Sonra Üstadın ellerini öptüm. Beni de faytona aldı, bir kilometre kadar beraber gittik. Kendisine yapılan

zulümlerden bahsetti. Halk Partisinin, İnönü'nün yaptığı eziyetleri anlattı. Benim mânâsız konuşmalarımı şefkatle karşılıyordu. Büyük bir şefkat ve müsamaha sahibiydi. Kıravat satmak Yine bir Emirdağ ziyaretimde, merhum Osman Çalışkan kıravatlara ilişiyor, onları satmanı istemiyor ve itiraz ediyordu. Sonra beni Üstada, 'Bu taylasan satıyor' diye şikâyet etti. Üstad, 'Nedir?' diye sorunca orada bulunan merhum Dr. Tahir Barçın'ın boynundaki kıravatı gösterdim. Üstad tebessüm ederek, 'Sen buna bakma,, sat' dedi ve yine bana şefkatini gösterdi. Üstadın şefkati, merhameti ve insanlara bakış tarzı bam başkaydı. Hep müsamaha ile korumaya ve kurtarmaya çalışıyordu bizleri. 1952 senesinde Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'nde kalıyordu. Açılan Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a gelmişti. Bu otel de harika bir haline, bir kerametine şahit olmuştum. Muhsin Alev'le erkenden, sabah namazı vakti ziyaretine varmıştık. Abdest almıştık, fakat namazı kılmadan, görüşmek için çabucak yanına varmıştık. Bize hitaben aynı durumumuzu bildirerek konuştu. 'Neden acele ettiniz? Abdest aldınız, fakat namaz kılmadan geldiniz. Ben neyim ki? Basit bir kulum. Neden böyle yaptınız? Beş dakika sonra gelirdiniz, o zaman görüşürdük!' Bu hali ben gözlerimle görmüş, hayretler içinde kalmıştım.

Radyo ve beşte bir keyifli hevesat Akşehir Palas Oteli'ndeki ziyaretlerimde kendisine radyo getirmek istedim, teklif ettim, 'Dinler misiniz?' diye sordum. 'Memnun olurum, getir' dedi. Bu ara Nur Âleminin Bir Anahtarı kitabındaki radyo bahsini anlattı. İnsanların, hakikatların yanında beşte bir keyifli heveslere de ihtiyacı olduğunu söyledi. Sonra kendisine bir radyo getirdim. Arkadaşlar benim halime kızıyorlardı. Üstad ise şefkatle bakıyordu. Radyodan çeşitli istasyonları ararken şarkı, türkü söyleyen kadın sesleri de geliyordu. Üstad yine bana şefkat gösteriyordu. Bu musukî seslerine karşı bana beşte bir meselesini ders vermişti. Nur Âleminin Bir Anahtarı kitabının başındaki "İkinci Mektup'ta bu hakikat şöyle ifade edilmektedir: Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur.' Bu radyoyu aziz bir hatıra, Üstaddan bir yadigâr olarak hâtâ saklarım. Nur Âleminin Bir Anahtarı kitabı da o yıllarda yazılmıştı. Kendilerini bir başka ziyaretimde yeni basılmış olan Gençlik Rehberi'ni götürerek, üzerine yazı yazmasını istemiştim. 'Ne yazayım?' diye sordu, sonra bana dua yazdı, verdi. Bir hırsızlık vak'asında diğer eşyalarla birlikte bu hatıra kitap da elimden gitti, hâlâ üzülürüm.

Birgün kardeşlerden Mehmed Emin Birinci'nin de olduğu bir zaman, Üstadla Fatih Camiinden namazdan çıkıyorduk. Beyoğlu'ndaki bir fotoğrafçıda vazifeli birisine tenbih ettim, adamla konuştuk, bedelini verdim, hep beraber bir resmimizi çekti. Bu resim daha sonra Eşref Edip Beyin yazdığı Üstadın hayatını anlatan kitabında da çıkmıştı. Fotoğrafçı bu resim sayesinde çok para da kazanmıştı. Ahmed Emin kıskanıyorum"

Yalman:

"Bediüzzaman'ı

"Beyazıt'ta, Marmara Kıraathanesindeki toplantılarda, Elbistanlı Prof. Mükremin Halil Yınanç, Üstadın bahsi olduğu zaman hemen toplanır, kendisine çeki düzen verir, hürmetle bahsederdi. Kendisinin hafızası, bilgisi o kadar kuvvetli olduğu halde, 'Biz onun yanında neyiz ki!' derdi. Onun da hafızası müthişti, bir baktığını hemen ezberlerdi. Zannediyorum, Bediüzzaman hakkında bir şeyler yazmıştır. Kendisi hiç evlenmemişti. Eserleri herhalde Elbistan'da, kütüphanededir. Bir gün Ahmet Emin Yalman'a 'Niçin Bediüzzaman'la alâkalı bildiklerini yazmıyorsun?' diye sormuştum. 'Kıskandığımdan yazmıyorum, o bildiğiniz gibi bir kimse değildir. Fevkalâde bir insandır' diyerek Üstadın büyüklüğünü anlatmıştı."

CELÂL BAŞER 1925'te Ağrı'da doğdu. Uzun yıllar Ağrı'da Demokrat Ağrı ve Medeniyet gazetelerini çıkarttı. Bu gazete Bediüzzaman'ın ifadesiyle "Nurun matbuat kalesidir." "Nur'a intisabım" Bediüzzaman'la ilgili hatıralarını, Celal Bey kendisi kaleme almıştı: Üstad Hazretlerini ve Risale-i Nurları 1950 yılında tanıdım. Beni bu hususta irşad eden, Üstad Hazretlerinin Hocası Şeyh Mehmed Celâli Efendinin oğlu, Şeyh Sıddık Efendinin yeğeni idi. Cidden çok acı bir tecellidir ki, bir Doğulu ve bundan daha üstünü, bir mücadele adamı olan ben, Üstad Hazretleri gibi bir mücahidi ancak 1950 yılında işitiyor ve eserlerine müttali oluyordum. Yine ibret verici bir tecellidir ki, ben Risale-i Nurlarla irşad olduğum günlerde, 'İlkeleri' çiğnemekten altı aya mahkûm olmuştum. Bu noktada da bir hikmet aramak gerekir ki, ben Nurlarla müşerref olduğumda, yaşayışım,

yüz seksen derece bir dönüş ile müsbet bir değişikliğe uğramıştı. Ben, 1944 mücadelecileri arasında olmakla, milliyetçilik davasında, bir nebze hisse sahibi olduğumu söyleyebilirim. Ancak o tarihlerde fikren müstakim olmakla beraber, Nur'a intisapla daha da müsbete ve amele intikal etmiştim. Nurları tanıdıktan ve okumaya başladıktan sonra, Üstad Hazretlerini görmek ateşi de içimi yakmaya başlamıştı. Altı aylık cezamın tashihi için arkadaşlar beni İstanbul'a, Avukat Abdurrahman Şeref Laç Beye göndermek istediler. İşte bu istek ve teşebbüs, Üstad Hazretlerini ilk ziyaretime vesile oldu. "Üstadı ilk ziyaretim" 1951 yılında Emirdağ'a gidince ilk olarak Çalışkanları ziyaret ettim. Üstada, beni, onlar götürdüler. Üstad Hazretlerini ahşap bir evde, tahtadan karyolasında, hasta bir vaziyette bulmuştum. Çok sade bir odası vardı. Temiz bir yatak, çok temiz bir giyinişle yastığını duvara dayamış, sırtını yastığa vermişti. O tarihlerde Nur talebelerini pek tanımadığım için yanında hizmet eden gençleri de pek bilmiyordum. Üstadın elini öptüm, karyolasının dibine oturdum, haşyet içinde Üstadı dinlemeye başladım. Üstad Hazretleri, tahsilini Doğubeyazıt'ta yapmıştı. Bu sebepten tanıdıkların sordu. Mektep arkadaşı ve hocasının oğlu

Sıddık Efendiyi şahsen tanıdığımı söylediğimde çok memnun oldular. Sıhhatlerini sordular. Sıhhatli olduğunu bildirdiğimde, memnuniyeti mübarek gözlerinden belli oluyordu. Yalnız Sıddık Efendiden dinlediğim bir hususu kendisine anlatamadım. Zira Üstadı dinlemekten, onun bakışları altında erimekten konuşmaya mecâlim yoktu. "Sıddık Efendinin hikâyesi" Müftülük için müracaat etmişti. İmtihana Erzurum'da girecekti. Erzurum'a çağırmışlardı. Bir kış vakti yola çıkmıştı. Araba, Tahir köyünde gecelemişti. Sıddık Efendi, o gece rüyasında Üstad Hazretlerini görüyor. Üstad ona Kur'ân-ı Kerimi açarak bir âyet okumuş, anlatmaya başlamış ve ücretle dinî bilgilerin verilemeyeceğini, dinî ilmin ücretle satılamayacağını söylemiş... Sıddık Efendi haşyet içinde uyanmış ve Erzurum'a gitmekten vaz geçmiş. Tekrar Doğubeyazıt'a dönmüş. Çok kuvvetli bir din âlimi olan Sıddık Efendi, bundan sonra ölünceye kadar ücretli olarak hiçbir kimseye ders vermedi. Ücretli hiçbir vazife kabul etmedi."Allah'ın rahmeti onun ve onların üzerine olsun. *** Üstad Hazretleri benden Ahmed Ağa isimli birisini sordu. Ahmed Ağa, Adaman Aşiret Reisi ve Üstadın da sürgün arkadaşlarından Ahmed Alpaslan idi. 1946

seçimlerinde de CHP'den milletvekili seçilmişti. İyi tanıdığımı ve konuştuğumuzu ifade ettim. Dikkat ettim, Üstad Hazretleri bu arkadaşına kırgındı... Hem de çok kırgındı... Celal Başer'in Üstadın vefatı üzerine yazdığı yazı: Müsbet ilimler muvacehesinde Kur'ân-ı Azimüşşannı XX. asırdaki en büyük Müfessiri, Risale-i Nur Külliyatını müellifi, asrımızın Bediüzzaman Said Nursî ahirete intikal etti. Bu mübarek Ramazan-ı Şerifte İslâm âleminin hiçbir ölçüyle tarif edilemeyecek kıratta büyük bir kaybı oldu. Bu muazzam kayıp dört devir yaşamış, bir asra yakın bir ömür geçirmiş, zulümler, işkenceler, nefiyler ve hapisler görmüş; fakat insan takatının tahammülünü taşıran bu muamelelere rağmen fikir ve prensiplerinden zerre-i nisbe feragat etmemiş büyük bir İslâm mücahididir ki, bu da Bediüzzaman Said Nursî'dir. XX. asırda Kur'ân-ı Azimüşşanın en mükemmel tefsirini yapan, mülhid ve zındıklara müsbet ilimler muvacehesinde en açık ve kat'i cevapları veren, Kur'ân'ın hikmetlerini nesillere, elle tutulur vaziyette ulaştıran 130 parça Risale-i Nur Külliyatı'nın Müellifi Said Nursî, Ramazan-ı Şerifin son haftası, salihlerin günü Salı günü Urfa'da, emanetini Yaratanına teslim etti. Dünyayı

kendisi

için

bir

gurbet

telakki

eden

Bediüzzaman Said Nursî, İbrahim Halilullah Hazretlerinin defni ile şeref duyduğu Urfa'da ebede intikal etti. Allah'ın Bedisi, Halil'i ile aynı yerde bugün şerefyap bulunmaktadırlar. Ufûlü ile İslâm âleminin büyük kaybı olan Said Nursî, vekili olarak bıraktığı 130 parça Risale-i Nur eserleriyle de bu kaybı telafi etmiş, her tehlike karşısında açılacak deliği tâ sağlığında tıkamıştır. Kaybıyla bütün İslâm âlemine baş sağlığı verdiğimiz Said Nursî, bedenen aramızdan ayrılmışsa da, bugün hem madden, hem mânen yine aramızdadır. "Allah Said Nursî'ye mağfiret, Risale-i Nur'a kuvvet versin." *** Üstad bir ara durumumu sordu, mahkûmiyetimi ve tashih-i karar için İstanbul'a gideceğimi söyledim. Cevaben, İnşaallah iyi olur, günahlarına kefaret olur...' dedi. Ben, Üstadın sözündeki inceliği anlayamamış, İstanbul'a gelmiş ve A. Şeref Lâç vasıtasıyla tashih-i kararda bulunmuştum. Tabiî bir netice vermedi. Üstadın dediği gibi, 'günahlarımıza kefaret' altı ay 'İlkeler' adına ve uğruna yattım. "Kitaplarımı hapsetmeyin, okutun"

Üstadı ikinci ziyaretim, 1953 ilkbaharında İstanbul'da Eyüp'te bir evde oldu. Muhsin Alev ile birlikte gittim. Yine rahatsızdı. Fakat ben yine heyecan içinde titriyordum. Sert ve dik bakışları insanın içine kadar tesir ediyordu. İnsan konuştuğunu, konuşacağını şaşırıyordu. Zaten, soru sormak için değil, Üstadı dinlemek ve o havayı teneffüs etmek için ziyaretine koşuyordum. Ama Üstad, bu şekildeki ziyaretleri kabul etmez görünüyor, 'Kitaplarım var, onları okuyun ve buralara kadar masraf ve zahmet ederek gelmeyin' diyordu. 'Kitaplarımı hapsetmeyin, okutunuz..' diye de ikaz ediyordu. "Benimle samimi konuşuyordu" Üstadı üçüncü ziyaretim, 1956 yılında Isparta'da oldu. Hem hemşehrisi olmam, hem kendi arkadaşlarını tanımam, belki de gazeteci olmamdan dolayı, benimle yakın, içli dışlı konuşuyordu. "Son ziyaretim" Bu yakınlığı, 1960 yılı Şubat sonlarında dördüncü defa son ziyaretimde, yine çok daha açık olarak müşahede ettim. O tarihlerde Üstadı Ankara'ya sokmamış, geri çevirmişlerdi. Sol gazeteler aleyhinde neşriyata başlamışlardı. Böyle bir hengâmede ben yine ziyaretine gitmiştim.

Meğer bu ziyaretim son ziyaretmiş. Ben, Süleyman Rüştü Çakın'ın dükkânına gittim. Arkadaşlar da hep oraya toplanmışlardı. Bir telaşlı hava vardı. Bana dert yandılar. Üç günden beri Üstadın kapısında bir polis jipinin nöbet tuttuğunu ve kimseyi Üstadın yanına sokmadıklarını söylediler. Vali ve Emniyet Müdürünün şehirde olmadığını , âdeta kaçtıklarını, Ankara'ya telgraf çektiklerini, fakat cevap alamadıklarını söylediler. Üç günden beri kapısında polisler beklediğini Üstad ancak o gün haber almıştı. Eğirdir'e gezmeye gitmek isteyen Üstada talebeleri durumu anlatmışlardı. Üstadın canı çok sıkılmıştı. Bu sebeple de kimseyi ziyaretine kabul etmiyormuş. Ben haber verilmesini, kabul etmezse geri döneceğimi söyledim. Bir arkadaşı yolladık. Biraz sonra dönen kardeşimiz, Üstadın beni beklediğini söyledi. Bu kabul ediliş, beni son derece memnun ve mütehassis etmiştir. Polislere görünmeden Üstadın yanına gitmenin yolunu düşünüyordum. Polis arabası, Üstadın evinin yolunda hatırımda kaldığına göre, CHP İl Başkanı Mehmet Çimen'in evinin önünde duruyordu. İçinde iki sivil polis memuru bulunuyordu. Ben, Üstadın hizmetlerine bakan ve içeri girip çıkmasına bir şey denilmeyen arkadaşa, 'Siz bahçe kapısını açık tutun, ben arka yoldan gelirim, polis arabadan inip

yanına gelinceye kadar, ben içeri girip, bahçe kapısını kilitlerim' dedim. Aynen bu planı tatbik ederek Üstadın evine girebildik. Ben bahçeden içeri girerken polis arabadan indi, ben acele ile kapıyı kapattım, arkadan kilitledim. Tahta bir merdivenden yukarı çıktım. Odasına hürmetle girdim. Yine tahta bir karyolada yatıyordu. Ev yine çok sade ve boş idi. İçeride Nur talebelerinden Sungur, Ceylan ve Tahirî vardı. Üstad rahatsızdı. Her halinden canının sıkkın olduğu anlaşılıyordu. "Elini öptürmek istemiyordu" Yanına yaklaşarak, yorganın üzerinde bir deri bir kemik halinde duran mübarek elini öptüm. Üstad bu durumdan çok müteessir oldu. 'Elimi öpmemeli idin!' dedi. Kendilerine, Üstadım, ben sizin elinizi öpmeyeceğim de, kimin elini öpeceğim?' dedim. Üstad: 'Hayır!... Bizler talebeyiz ve kardeşiz. Ben bunun altından nasıl kalkacağım, sana kitap versem kitaplar sende vardır.' Ben Üstadın bu üzüntüsü karşısında şaşırmıştım: 'Üstadım, ben talebe kardeşlerimi dolaşarak geldim.

Cümlesi de kendi yerlerine elinizi öpmemi istediler. Ben bu vazifeyi yerine getirdim.' Üstad yine üzüntülü ve ancak duyabilecek bir sesle, Hayır... Onlar da benim kardeşlerimdir' dedi. Ben bu sefer: 'Üstadım ben Konya'ya da uğradım. Kardeşiniz Abdülmecid Efendiyi de ziyaret ettim. Abdülmecid Efendi hassaten ellerinizi öpmemi istediler.' Üstad Hazretleri, bu sözlerim üzerine derin bir nefes aldı. Ha... İşte oldu. Abdülmecid benim küçüğümdür. Beni bir yükten kurtardın' diyerek doğrulmak istedi. Kardeşler sırtına bir yastık dayadılar, beni bağrına bastı, talebelerine dönerek; "Gazeten Nur'un matbuat kalesidir" Ben sizlere demedim mi? Bu, o gazetecilerden değil. Senin gazeten, Nur'un matbuat kalesidir. Senin gazeten ve yazıların bize geliyordu' dedi. Üstad bu son ziyaretimde bana tam bir saat ders verdi. Dersin mahiyeti kelime kelime aklımda olmamakla birlikte, hatırımda kalan sözleri: Buradan çıkar çıkmaz, Isparta'dan ayrıl. Burada durma.' Ben, Üstadın bu sözlerindeki mânayı, o gece Ankara'ya varıp, evime telefon ettikten sonra anlamıştım.

Ankara'dan evime telefon ettiğimde, benim Isparta'da tevkif edildiğim haberinin yayılmış olduğunu öğrendim. Ayrılırken Üstad beni ikinci defa bağrına bastı. Vedalaştık. O kadar hastalık içinde benimle ilgilenmesi, beni çok derin duygulandırmıştı. Demek çok derse ihtiyacımız varmış. Çünkü çok hasta ve mecalsizdi. Tam bir saat radyofonik bir sesle bana ders verdi. Konuşmaları hâlâ kulaklarımda çınlar, gönlümün derinliklerinde çağlar. "Hâlâ o kudsî sıcaklığı duyuyorum bağrımda" Üstaddan ayrılınca, çıkıp doğru polis arabasına gittim. Arabadan bir sivil memur hüviyetimi istedi. O tarihte sahibi bulunduğum Demokrat Ağrı gazetesinden aldığım sarı basın kartını verdim. Polis memuru biraz hayret, biraz istihza ile, Üstelik gazetecisin!' dedi. Evet, gazeteciyim' dedim. Polis memuru: Niye buraya geldiniz?' Üstad Hazretlerini elini öpmeye geldiğimi söyledim. Polis memuru tam bir bilgiçlik içinde: Üstad Hazretleri ne yapmış yani? Kur'ân'ı başkaları da tefsir etmiş.' Anladım ki, bu memurun derse ihtiyacı vardı.

Evet, Kur'ân-ı Kerimi çok kimseler tefsir etmişlerdir. Kur'ân iki türlü tefsir edilmiştir. Biri lügavî mânada ki, bunu çoğu kimseler yapmışlardır. İkincisi ise hikemî mânada.. İşte bunu da Üstad Hazretleri yapmıştır' dedim. Polis memuru, bir uzun'Ya!..' çekti. Ben, 'Git bunu Valine ve Emniyet Müdürüne aynen söyle... Bir gazeteci böyle söylüyor, de!' dedim. Hüviyetimi alıp ayrıldım. O gece şifre ile Ağrı'dan durumumu sormuşlar. Eve, çocuklara, Isparta'da tevkif edildiğim şeklinde haber gitmiş. Ama Üstad Hazretlerinin ikazı üzerine, o gün hemen Isparta'dan ayrılmış. Ankara'ya gelmiş eve telefon ederek durumu öğrenmiştim. Böylece Üstadın himmetiyle, ailem ve çocuklarım, merak ve ıztıraptan kurtulmuşlardı. Üstadı, bu ziyaretim, meğer sonmuş. Ne bilirdim ki, Üstad benimle helâlleşip, vedalaşıyormuş. Hâlâ o kudsî sıcaklığı duyuyorum bağrımda... "Urfa'da bir misafir" şiiri Aradan bir ay geçmişti. Üstad bir fecir vakti Urfa'da uful etmişti. Ben bu acı haberi duyunca derinden sarsıldım. Sanki güneşler sönmüş, dünyam kararmıştı. Bu karanlık dünyamı birazcık olsun aydınlatabilir miyim diye bir şiir yazmıştım. Bu şiiri (5 Nisan 1960) tarihli Demokrat Ağrı gazetesinde neşrettim.

"Hakkımda takibat açıldı. Takibat, adem-i takiple neticelenmişti." Celâl Başer'in (5 Nisan 1960) tarihli Demokrat Ağrı gazetesinde neşredilen "Urfa'da bir misafir" başlıklı şiiri şöyle: "Bismihi süphane(Hu) diyen diller, Varır arşa bugün feryadım benim. Nur me'yus, kul bizâr, akmıyor kevser, Sanki bikes kalmış serhadım benim. Firakıyla girdi iyd-i Ramazan, Verene kavuştu Bediüzzaman, Said'in namına kurulsa dîvan Nur ile yanmaktır, muradım benim. Bin başım olsa da Nur'a sererim, Kur'ân için Üstad derdi Ömer'im Dergâh-ı Halil'de olsun da derim, Tek nam-ı nişansız merkadim benim.* Şeref-i Kur'ân'la İslâma sürur, Nasip oldu bize Nur ile huzur, Yetişti imdada Risale-i Nur, Nur ile kırıldı inadım benim. Müntezil Ahmed'den bu iki resim, Nur Kur'ân'da, Kur'ân Nur'da mürtesim,

Hakkın Kitabından süzülmüş isim, Risale-i Nur'da var adım benim. Yâ Râb! mü'min gönül Nur ile dolsun, Nur ile cemiyet necatı bulsun, Nur'u yaymak, Nur'u duyurmak olsun, Âlem-i islâma tek va'dim benim. Tavaf et, ey yolcu, uğrarsa yolun, Urfa'da misafir, Üstadım benim... **" "27 Mayıs'ta kitaplarım alındı" 27 Mayıs İhtilâlinde ise matbaam, evim, evraklarım, didik didik edilmişti. Bir casus arar gibi, masanın üzerindeki sümenin dikişlerini bıçakla yırtarak evrak aramışlardı. Aramaya gelen Kurmay Yarbay'a, Yarbayım, ne aradığınızı sorabilir miyim?' dedim. Cevaben, Nur kitaplarını arıyoruz' dedi. Kütüphanemde var, yalnız onları mı alacaksınız?' dedim. 'Evet' deyince kütüphanemde her çeşit kitap olduğunu söyledim. Yalnız Nurları alacaklarını tekrar belirtince, niçin diğerlerini de almadıklarını söyledim. Devamla, 'Eğer bu ihtilâl dine karşı yapıldı ise, bu milleti karşısında bulacaktır' dedim. 'Bırakın bu millet okusun, her şeyi

okusun.' Yarbay çok yorgun ve uykusuzdu. Pek bir şey duyacağı benzemiyordu. Kitapları toplayarak, zabıt tuttular, beni de alarak, askerî mahkemeye götürdüler. O tarihte Muhterem Faik Türün, Ağrı'da Tümen Komutanlığına vekâlet ediyordu. Rütbesi ise Kurmay Albaydı. Faik Türün Paşa, beni serbest bıraktırmış, Nur Risalelerini de iade ettirmişti. "Üstad, kendi eserlerini kurtarmıştı" Hatıralarımın sonunda, başımdan geçen bir ibretli hâdise daha anlatayım. Askerî mahkemeden rahatlıkla kurtardığımız Risale-i Nurları evde bir çekmecede muhafaza ediyordum. Bu defa Emniyet makamları evi basarak aramaya gelmişlerdi. Çekmece kilitliydi. Birkaç defa anahtarını sordular. Aradığımı, anahtarı bulacağımı ifade ettim. Duvardı Üstadın resmi camlı olarak asılıydı. Aramada yanımda bulunan bir yakınıma, 'Bu kitapları askerî makamlardan kurtardık, fakat polislerden kurtarmamıza imkân yok gibi... Artık bu eserleri kurtarmak bu defa sahibine kaldı' dedim. Evi arayan polis memurlarından birisi ararken yerde duran çekmeceyi ayağı ile sedirin

altına soktu. Aramalar epey müddet sürdü. Bu arada çekmeceyi de unuttular. Neticede, bir şey bulamadılar ve çıkıp gittiler. Üçüncü defa Üstadın kudsî himmet ve muhafazasına şahit olmuştum. Nurları, kendi eserlerini kurtarmıştı. Aramayı yaptıran Vali beni çağırtarak, biraz özürle karışık, 'Bir şey bulamadılar. Kusura bakma! Geçmiş olsun' dedi. Ben de, 'Bulamadılar, halbuki gözlerinin önündeydi' diyerek hâdiseyi anlattım. 'Evim yine aranır ve aranacaktır. Bu memlekette Halk Partililer ve ben sağ olduğum müddetçe, bu aramalar devam edecektir' dedim. Çünkü bu aramalar hep Halk Partililerin jurnal ve ihbarları ile oluyordu. "Onun kıymetini bilemediler" Hayatta, Üstadı ziyaret imkânları bulduk. Eserlerini okuduk, okuyoruz. Ama ufûllerinde, Hindistan Müslümanlarının yazdıkları gibi: 'Anadolu’da bir güneş doğdu, bir güneş gibi de ufûl etti. Ama Türkler onun kıymetini bilemediler.' Bu acı sözler gibi, hâlâ aynı gaflette, aynı hamakatteyiz. Onun bir deri, bir kemik gibi kalan vücudundan korkanlar, iktidarı bir gecede yıkanlar, bu defa da onun kuru bir taştan ibaret mezarından korktular. Urfa'da yatan misafîri, meçhullere götürdüler. Çünkü, kıymet takdir edebilen insanlardan değillerdi. Belki onun fani vücudunu

kaybettiler, lâkin eserlerini kaybedemediler. "Çünkü Kur'ân'ın hakikatleri, kıyamete kadar devam edecektir." FAİK TÜRÜN'ÜN KARARI T. C. M. M. V. 1. SÜVARİ TÜMEN KUMANDANLIĞI ADLÎ AMİRLİĞİ SAYI: 60/ 1756 ESAS: 70/ 775 KARAR: 60/ 71 TAHKİKATA MAHAL OLMADIĞI KARARI SUÇ: Muzır faaliyette bulunmak. SUÇLU SANILAN: Celâl Başer, Şükrü oğlu, Fatma'dan 1341'de doğma, Karaköse Leylak Pınar Mahallesinde nüfusa kayıtlı. Evli 6 çocuklu, Karaköse de AĞRI Demokrat Gazetesi sahibi, ifadesine göre sabıkasız. Yukarıda kendisine isnad olunan suçun mahiyeti ve açık hüviyeti yazılı şahıs hakkına Denizli Nur Talebeleri adına Denizli'den 24/5/1960 tarihinde gönderilen bir mektubun 3822 sayılı örfî idare hükümlerine ve Türk Silâhlı Kuvvetleri Başkumandanlığı'nın emirlerine tevkifan Ağrı

postahanesinde el konulması üzerine yapılan hazırlık tahkikatı neticesinde: "Ağrı'da münteşir Demokrat Ağrı gazetesinin sahibi Celâl Başer'in Nurcu olduğu, gerek matbaasında, gerekse evinde Nurculukla ilgil risaleler ve Said Nursî'nin kitapları bulunduğu, bunları okuduğu tesbit edilmiş ise de, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası hükümleri karşısında vatandaşların fikir hürriyetinde, dinî inançlarında, ibadetlerinde ve her türlü dinî düşüncelerinde serbest ve hür fikre sahip olmalarını amir bulunduğuna, binaenaleyh, her vatandaşın muzır propaganda yapmamak, inançları ne olursa olsun başkalarının fikir ve inanışlarıyla çatışmamak, onları kendi fikirlerine alet etmek için neşriyat ve propaganda yapmamak şartıyla fikrî hürriyetini dilediği gibi kullanabileceğine ve bu durum muvacehesinde Celâl Başer de, sırf fikrî hürriyetine sahip olup, bu hürriyetini kendi düşünce ve inanışları içinde sakladığına, herhangi bir şekilde memlekette veya bulunduğu cemiyette huzuru bozacak fiilî harekette bulunmadığına, kendisinde bulunan risale ve kitapların mevzuata muhalif siyasî ve idarî bir mahzur taşımadığına, bu kitaplarda, insan kitlelerini gafletten ikaz fikri, şehvani dalâletten ve su-i itikad ve su-i niyetten kurtarmaya matuf akideler münderiç bulunduğuna dair Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinde, Diyanet İşleri Reisliği Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Heyetinin sarih raporları muvacehesinde münteşir Demokrat Ağrı gazetesinin sahibi Celâl Başer hakkında As.

M.U.K. 86/5. maddesine olmadığına karar verildi."

tevkifan

tahkikata

FAİK TÜRÜN KURMAY ALBAY AĞRI GARNİZON KUMANDAN VEKİLİ ADLÎ AMİR Aslı gibidir. Hakkı İmlice Hakim Alb. Garnizon Baş Hakimi.

mahal

ABDÜLVAHİD TABAKÇI 1927'de Eskişehir'in Belpınar köyünde doğdu. 1950'lerden sonra Nur Risalelerini ve Bediüzzaman'ı tanıdı. Bediüzzaman zaman zaman Eskişehir'deki evinde misafireten bulundu. Abdülvahid anlatıyordu:

Tabakçı

hatıralarını

şöyle

1953'lerde Eskişehir hapsinde bulunan bazı akrabalarım Üstadın harika hallerinden bahsederdi. Bilâhare ağabeyim ve annem de Emirdağ'a kendilerini ziyarete gittiler. Kayınpederim Şuayib Efendi Risale-i Nur eserlerine ve Üstada çok bağlıydı. Sabah namazını kıldıktan sonra öğleye kadar risale yazardı. Bediüzzaman hakkında, 'Bu zâta neden bu kadar bağlanıyorlar?' diye düşünürdüm. 1951 yılında ağabeyim Şuayib Tabakçı ile birlikte Üstada gitmeye karar verdik. Emirdağ'a vardığımızda vakit akşam olmuştu. Akşam namazını camide kılıp Üstadın evine geldik. Evinin merdivenlerinden çıkarken Üstad bizi gördü. Eliyle işaret edip, haber gönderdi. 'Şuayib'lere selâm söyleyin' dedi.

Şuayib'lerden birisi ağabeyim, diğeri de kayınpederimdi. Bu bir anlık muhavereydi, ama bende çok şiddetli tesir etmişti. Kendimden geçer gibi olmuştum. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine yolum düştü. Mezarlığın yanından geçiyorduk. Kendileri de oradaydı. Arabayı durdurup yanına vardık. 'Oğlum Abdülvahid, kabristanın yanından geçerken ölülere, 'Elem neşrah leke'yi okumadan geçmeyin' dedi. "İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafazası zor" Üçüncü görüşmemiz Eskişehir'de Yıldız Otelinde olmuştu. Otelin hademesinden kaldığı odayı öğrenip yanına çıktım. İçeri girip selâm verdim. Kaşları çatık vaziyette baktı. 'Otur' işaretini yaptı. Kendisi Cevşen okuyordu. Cevşen'i kapatıp şöyle dedi: 'Annen ile baban hacca gittiler, değil mi? Allah kabul etsin.' Hayretimden donakalmıştım. Devamlı olarak yüzüne bakıyordum. Hiddetle, 'Yüzüme bakma!' dedi. Bu arada söylediği bir sözünü de hiç unutmam: 'İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafaza etmek çok güç.' "Üstadın Tatarlarla ilgisi" Kafkasyalı ve Tatar olduğumuz mevzubahis edildiğinde çok iltifat etmişti. Şöyle demişti: Ben Tatarları beş vakit duama dahil etmişim. Bir

zamanlar esarette iken, Kosturma'da iki ihtiyar Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur Külliyatını yazmama vesile olmuşlardı. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Hattâ 1948'de bana zehir veren Afyon savcısı da Tatardı. Abdülvahid, sen neredeyse onu ara bul, mektup yaz. Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helâl ettim.' Üstadın bu dersinden sonra, o zaman Gaziantep'te bulunan o zata mektup yazdım ve Üstadın sözlerini naklettim. Bir gün bizim evde Üstad Hazretleri, Yaşar Zeydan, Erhan Erbatlı ve Yakub Aysel beraber bulunuyorduk. Üstad, Erhan'a hitaben, 'Sen Tatar mısın?' dedi. Erhan da utanarak, 'Evet' diye cevap verdi. Üstad, 'Ben Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Bana onlar Sibirya'da çok yardım ettiler' dedi. Bunun üzerine ben de, 'Üstadım, Yakub Bey de Tatardır" dedim. Üstad ayağa kalkarak Yakub Beyi kucakladı. "Kabrimi gizleyiniz" Bir gün de Üstad Hazretleri şöyle demişti: Ben hayattan ayrılacak olursam, benim kabrimi gizleyiniz. Eğer ben Eskişehir'de vefat edersem Muttalib'e defnedersiniz. Emirdağ'da vefat edersem, kaldığım yere (o zaman kaldığı eve), Isparta'da vefat edersem Çam Dağına

defnedersiniz.' "Üç müşkilimi de halletmişti" Bir ara mühim, üç müşkilim vardı. Bunlar sabah namazına kalkamamam, hasta oluşum ve dedem ile ilgili olarak görmüş olduğum bir rüya idi. Bunların halli için Üstaddan medet bekliyordum. Ancak bir türlü fırsatını bulup söyleyemiyordum. Bir gün, daha ben derdimi söylemeden üstad şöyle dedi: 'Oğlum Abdülvahid, namazlarını bırakma. Bilhassa sabah namazlarını. Sen merak etme, annen veya refika-i hayatın sabah olunca seni kaldırsınlar. Hastalık insan için bir temizleyicidir. Zahir ibadetlerden daha sevaplıdır. İnsanın yüksek mertebeye çıkmasına vesile olur. İbadetine, hizmetine engel olmadığı müddetçe üzülme.' Sonra da, 'Ben bir zamanlar anne ve babamı şöyle bir rüyada görmüştüm' diyerek rüyasını anlattı ve sözlerin şöyle tamamladı: 'Mâşallah, senin anne ve baban bahtiyardır.' Bütün bu konuşmalarıyla üç derdimi de halletmiş oluyordu. Ondan sonra hizmetlere daha bir şevkli koştum. Sobacı H. Ali Osman Ağabey ile öylesine hizmete dalmıştık ki, bir türlü Üstadı görmeden edemiyorduk. Gece-gündüz hep onunla beraberdim, onunla meşguldüm. Dayanamayıp Emirdağ'a gittim. Giderken kayınpedere uğradım. Hem risale okuyup,

hem ağlıyordu. 'Ben de risaleyi defalarca okumuştum, ama böylesine analayamamıştım' diyordu. Veda edip ayrıldık. Ankara'dan Nuri isimli bir arkadaş ve Mustafa Türkmenoğlu ile birlikte yola koyulduk. Yolda birçok inayet ve teshilata mazhar olduk. Üstadın yanına gittiğimizde Yarbay Reşat Bey de oradaydı. Kendilerini ziyaretlerimiz sık sık tekerrür ederdi. Bir ara üç bavul dolusu risaleyi Emirdağ'a götürmüştüm. Üstad ağabeyime, 'Ben Eskişehir'e Abdülvahid'i tebrik etmek için gelmiştim. Kafkas muhacirlerinden birisinin Nur Talebesi olmasını isterdim. Allah'a hamdolsun , onu da nasip etti.' Eve geldiğimde ağabeyim gözyaşları arasında, Üstadın teşriflerini ve tebriklerini bildirdi. Derecesiz memnun ve mesrur olmuştum. "Üstadın bizim evde kalışı" Üstadın bizim evde kalmasını arzu ediyorduk. Hattâ evi hazırlamıştık. Ancak o zaman, Eskişehir'de hizmetin ön saflarında bulunan Saatçi Şükrü Kardeşin kalbine bir şeyler gelir endişesiyle bir türlü arzumuzu tahakkuk ettiremiyorduk. Bir gün Üstad onlara gelmiş. Ancak onlar evde yokmuş. Biz de o gün evde yok idik. Üstad, 'Ben Abdülvahid'in evine gideceğim' demiş. Gelmişler, üst kata çıkmışlar. O gün de poyrazdan esen rüzgâr sobayı tüttürmüş. Üstad üşüyor, rahatsız. Ben ise evde yokum. Ağabeyler de hararetle beni arıyorlarmış. Ben durumdan

habersiz eve geldim. Hemen bir kazma ile diğer cihetten bir delik delip, sobanın istikametini değiştirdik. Ve öylece Üstad bizim evde kalmaya başladı. Bir gün Üstad eve geldiğinde, 'Bu evin kirası kaç para?' diye sordu. Ben ne cevap vereceğimi bilememenin sıkıntısı ile kıvranırken Zübeyir Ağabey imdada yetişti. Üstadım, buradaki kardeşler hissedar olmak istiyorlar' dedi. Üstad, 'Bana bu gece ihtar edildi. Hiç olmazsa beşte birini vereyim. Kaç liradır buranın kirası?' diye tekrar sordu. Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Evin normal aylığı olan 150 lirayı söylemem mümkün değil. Az söylesem yalan olacak. Yine Zübeyir Ağabey imdada yetişti. '20 liradır, Üstadım. Beşte biri dört lira yapar' dedi. Üstad, 'Ben altı aylığını vermem lâzım' dedi ve 25 lirayı çıkarıp verdi. Resimsiz altı kuruşluklar ile, sarı 25 kuruşlukları kullanırdı. "Uhuvvete önem verirdi" Köyde bulunduğum günlerden bir gündü. Yoldan Üstadın arabasının geçtiğini gördüm. Koştum. 'Bir araba gelse de Üstada yetişsem' diye düşünürken hemen bir araba geldi ve binip Eskişehir'e geldim. Doğruca Yıldız Oteline gittim. Muhasebeci kardeşlerden biri orada idi. Hemen, 'Üstad geldi' dedi. Ben de, 'Geldiğinden haberim var, ama nereye gittiğini bilmiyorum. Bize gitmese bari' dedim. Üstad Hazretlerinin devamlı olarak bizde kalmasından diğer arkadaşların kalben münkesir olmamalarını istiyordum.

Hayır, hayır. Size değil. Şükrü'lere gitti' dedi. Koşarak oraya gittim. Üstadın çok celâlli olduğunu söylediler. Yanına vardım. Karyolada oturuyordu. 'Kardeşim, ben bir sebebe binaen buraya geldim. Kalbine bir şey gelmesin' dedi. Ben de hemen daha önce kalbimden geçenleri söyledim. 'Üstadım, hep bizde kalıyorsunuz. Diğer kardeşlerin de kalbine bir şey gelmesini istemiyordum. Onlar da mahrum olmasınlar, diye düşünüyordum. Vahdet ve tesanüdümüze bir zarar gelmesin arzu etmezdim' dedim. Bu sözlerim duyan Üstad ayağa kalktı. Yanıma gelerek bana sarıldı ve uhuvveti tesis edici cümleler ifade etti. Menderes'i karşılama O günlerde uçak kazasından sâlimen kurtulan Adnan Menderes Eskişehir üzerinden Ankara'ya gidecekti. Üstad, Ceylân ile birlikte bize, 'Gidin, onu karşılayın. Benden de selâm söyleyin' dedi. Arkadaşlarla birlikte gidip karşıladık. Ancak emniyet mensupları görüşemeyeceğimizi bildirdiler. Biz de kendilerine hitaben bir mektup yazıp, Üstadımızın dualarını ve Nur talebelerinin geçmiş olsun temennilerinin bildirdik. Bir gün Üstad, 'Bu gece Isparta'da evliyaullahın toplantısı var. Bana ihtar edildi. Evin iki senelik kirasını vermem lâzım' dedi. Ben de samimiyet bularak dedim: 'Üstadım, herhalde benim malım ve param kirli ki, Risale-i Nur hizmetine

lâyık görülmüyor. Ashab-ı Kirâm mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş.' Bunun üzerine Üstad ayağa kalktı ve gözlerimden öptü. 'Yine de iki aylığını vermem lâzım' diyerek bir reşat altını verdi. Biz de o altını bozdurup, Üstadın geliş gidişlerindeki masraflara harcadık. "Son görüşmemiz" Vefatından altı gün önceydi. Evde öğle namazını kılıp, çevreyi sarmış halka ve polislere hitaben, balkondan şiddetli bir konuşma yaptı. Sonra da ayrılıp Emirdağ ve Isparta'ya uğrayarak Urfa'ya gitti. Üstad Urfa'ya ulaştığında şöyle bir telgraf aldım: Üstadımızla birlikte Urfa'ya vardık. Bizim burada kalmamıza müsaade etmiyorlar. Ankara ile temasa geçin, bize bir çare arayın.' Ben hemen Ankara'ya telefon edip Hasan Polatkan'ı aradım. Alâkadar olacağını söyledi. Ancak daha sonra Menderes'in İstanbul'a gideceğini mazeret göstererek yardımcı olmadı. Afyon milletvekili Orhan Köktar'ı aradım. Ona durumu anlattım. İki saat sonra yeni bir telgraf geldi. Üstadın vefatını haber veriyordu. Neye uğradığımı bilemedim. Hemen kardeşlere duyurduk. Bir araba ile hemen hareket ettik. Ancak Urfa'ya gittiğimizde defnedildiğini öğrendik. "Ağabeyim Üstadın kabri başında Yâsin-i Şerif okudu.

Urfa, civar vilayetlerden gelen binlerce insan ile dolup taşıyordu. O gün kuşlar bambaşka bir hava ve âhenk içerisindeydi. Ağaçlara toplamış olan kuşlar, muazzam bir koro halinde cıvıldaşıyorlardı. Büyük Üstad da Rahmâna kavuşmuştu. Allah gani gani rahmet eylesin."

MEHMET KAYALAR Kalamış'ta güzel manzaralı bir apartman katında üç arkadaş Mehmet Kayalar'ın sohbetini dinliyorduk... Bu sohbet Nur'lar, Nur Talebeleri ve Nur Üstad hakkında idi. Mevzu ile alakalı bildiklerini, intibalarını ve hatıralarını anlatıyordu Mehmet Kayalar... Uzun boylu, yaşlı bir zat, güzel konuşuyordu. Bir hatip edasıyla izahlara giriyordu. Bu izahları, bu hatıra ve tesbitleri notlarımızdan Şâhitler'in Dilinden, öyle hülasa edebilirim: Onun hayatına ait bir hatıramla başlamak istiyorum. 1952'de henüz emekli olmuştum. Hatırat-ı hususiyesini yazmak istedim. Hayat-ı hususiyesinin safahatı içerisinde geçen, alelekser hâdisata asla ehemmiyet vermezdi.

Tarihçe-i Hayat hakaik-i imaniyenin hizmetine tahsisen yazılmıştır. Dikkat edilirse hayatından çok az bahis vardır. Bir defa Üstadıma dedim ki: 'Şahsiyet-i maddiyeni öne sürmek istemiyorsun. Elbette çok mûtena bir bahçenin çok sanatperver bir bahçıvanı olmalıdır. O nizamın hayatı onunla kaimdir. Süleymaniye'ye bakıp Mimar Sinan'ı hatırlamamak mümkün değildir. Koca bir asar-ı mübeccele ki, onun hem hâli, hem istikbâli onunla kaimdir. Binaenaleyh nasıl ki, Mimar Sinan, Süleymaniye'ye baktıkça hatırlanıyorsa, sizin o manevî asârınız da ondan daha mükemmeldir. Said Nursî anılacak, o isme tevcih-i nazar edilecek.' Biz işin suretindeyiz. O ise manevî tarafına bakıyordu. Ayrılığa bile ehemmiyet vermiyor, 'Daima beraberiz' diyordu. Bir defasında şiddetle görüşmek için iştiyak izhar etmiştim. Buyurdu ki, 'Kardeşim, biz her zaman beraberiz, hattâ âhirete gitsek de beraberiz.' Sohbette insibağ vardır. Boyanmak çok ehemmiyetlidir. Veysel Karanî gibi bir zat, sahabe-i kiram asrında yaşadığı halde, sahabe derecesine çıkamamıştır. Çünkü sohbet-i Resûlullah'la müşerref olamamıştır. Yüksek tevazu ile hayat-ı hususiyesinin bilinmesini arzu etmezdi. Çünkü böyle bir zata dört bir taraftan tehacüm gösteriliyordu. Onlarla meşgul olup zamanını israf etmek istemiyordu. Tarikatlarda olduğu gibi, dua için veya bir dünyevî maksat için gelenlerin ziyaretlerini kabul etmezdi.

"Üstadın tanımadığı adam" Harb-i Umumide beraber çalıştığı Vanlı bir talebesi, Üstadın şöhreti, umum âleme gittikten sonra, 1955 yıllarında Emirdağ'a ziyarete geliyor. Harb-i Umumideki maceralarını zikrederek kendini tanıtmaya çalışıyor. Üstad, 'Bu kimdir? Ben tanımadım' diyor. Yani o eski şahsiyetle değil de, Kur'ân hizmetkârı olduğunu nazara vermek istiyor. Bir de hizmet-i diniyeden infisal etmeyi tasvip etmediğini ifade etmek istiyor. Üstadın iki şahsiyeti vardı: Biri dünyevî, diğeri uhrevîdir. Üstad, 'Tanımıyorum' derken o şahsın nazar-ı imanında dünyevî şahsiyeti olduğu için, ben o şahsiyeti tanımıyorum diyor. Bir şahsın (ismini vermek istemiyorum) Afyon hapsi yıllarında ve daha evvelinde, Üstadın bir çok takdir ve senalarına mazhar olduğu, hizmetinde bulunduğu halde, daha sonraki senelerde hizmeti bir müddet inkıtaa uğruyor. Bilahare Üstadı ziyarete gittiğinde kendisini, 'Ben şuyum, ben buyum, ben filanım' diyerek tanıtmaya çalıştığı halde, Üstad Hazretleri defaatle, 'Ben tanımadım' diyor. Ve en sonunda, 'Ha! O sen misin?' diyerek aradaki inkıtaından dolayı ikaz etmek istiyor. "Çok çevikti" Üstadı bir ziyaretimde vuku bulan şu hal çok enteresandır: 79 yaşında olmasına rağmen o kadar çevik bir şekilde beni karşıladı ki hiç unutmam. Hayatımda ben o kadar çevik, o kadar cündî bir ruh taşıyan insan

görmedim. Halbuki Emirdağ'da Mehmet Çalışkan, hasta demişti. Yanında o kadar ruhî bir feyiz hissettim ki, onu bir senede kazanamazdım. "DP'deki yüzdeler" Ayrıca mevcut partiler hakkında kalbî birtakım suallerim vardı ki, daha sormadan cevaplandırırdı. Adnan Menderes'den bahsetti. Adnan Menderes hakkında, 'O bizdendir' diyordu. Demokrat Parti hakkında ise; o parti içerisinde %20 nisbetinde sefih ve masonların bulunduğunu, %80'inin ise Müslüman olduklarını ifade ediyordu. Hattâ bana, Diyarbakır'a gönderdiği mektupta, 'D.P.'yi destekleyelim ve yardım edelim' diye emrediyordu. 1957 seçimlerinde Dr. Tahsin Tola'yı bize göndermiş ve o havalide mebus olması için çalışmamızı mektupla bize bildirmişti. Çok zekî bir zat. O bakışlar o kadar harikaydı ki, bir anda insanı tesir altına alıyor ve oradan insan, bir velayet-i kâmilenin tereşşuhatını hissediyordu. *** Vefatından biraz önce Diyarbakır'da Üstaddan bir telgraf aldım. Derhal Ankara'ya gelmemizi istiyordu. Hemen uçakla Ankara'ya geldim. Demek son dersini vermek istiyormuş. Zaten ondan sonra görüşmek nasip olmadı. Ancak Urfa'da mübarek naşını görebildik. Orada, Ankara'da, birçok Nur Talebesi arkadaşlar vardı.

"Onlar senin muhafızların" Diyarbakır'da evimin etrafını askerî birlikler, tanklar muhasara altına almıştı. Bunu Üstada haber verdim. Üstad, 'Kardeşim onlar senin muhafızlarındır' diye haber gönderdi. Garip bir tecellidir ki, o subayların ekserisi sınıf arkadaşımdı. Demek ki insanları birbirine bağlayan sun'î dostluklar değil, mefkûre bağıymış. "Müsbet hareketi ders veriyordu" Üstad son dersinde menfî harekete katiyyen izin vermemişti, katiyyen kılıç çekilemeyeceğini ve onların aleyhinde bulunulmayacağını ifade etmişti. Hattâ ben bir hadiste gördüm: 'Başınızda bulunanlar eğer dünyevî umurunuzu tedvir ediyor ve dinî faaliyetinize ilişmiyorsa onlara karşı gelmeyin. Velev ki, başınızdaki karabacaklı bir Habeşli bile olsa.' Nitekim Üstad, 31 Mart ve Şeyh Said isyanlarında da menfî bir tavır takınmamıştı. *** Üstad, Millet Partisine ve kendilerine iltifat etmiyordu. *** Bir gün Afyon'da Üstadı ziyaret ettikten sonra bir arkadaşımla birlikte, Afyon savcısının da bulunduğu bir toplulukta bulunduk. Orada muhtelif mevzularda konuştuk. Orada bulunanlar, 'Yüzbaşım, ne kadar da ihatalı, geniş bilginiz var. Muhtelif mevzularda bizi tenvir ettiniz' dediler. Avukat arkadaşım geveze birisiydi. 'Bu

kimdir, biliyor musunuz? Bediüzzaman'dan geliyor' dedi. Bunun üzerine savcı, Şimdi olmadı işte yüzbaşım'dedi. "Ben de dedim ki: 'Bütün o bildiklerim Bediüzzaman'a olan intisabımdandır.' Tabii yine muameleleri değişmedi. Ne garip bir durum: Tıpkı asr-ı saadette Yahudilerin Hz. Peygamber huzurunda Abdullah bin Selam'a yaptıkları muamele gibi..."

SALİH ÖZCAN 1929'da Akçakale'de doğdu. İslâm âlemi ile yakın irtibat ve teması vardır. 1977 seçimlerinde Urfa'dan milletvekili oldu. Faysal Finans'ın kurucusu ve yöneticisidir. Ayrıca FEY vakfı mütevelli heyeti başkanıdır. "Üstad, 'Annem Hüseynî, babam Hasenî'dir' dedi." Salih Özcan hatıralarını şöyle anlattı. 1949 yıllarında Hulûsi Ağabey (Yahyagil) bize, Üstad Bediüzzaman'dan bahseder ve Küçük Sözler'den okurdu. Afyon'da olduğunu söyler ve bizi Üstadı ziyarete teşvik ederdi. O sene liseyi bitirdim. Tatilde Emirdağ'a Üstadın ziyaretine gittim. Dedem bana o zaman izin vermişti. Mehmed Çalışkan'a giderek beni Üstada götürmesini istedim. Üstad bizi kabul etti. Dizlerinin üzerinde doğruldu, kalktı, 'Gel, Seyyid Salih! Gel' diye beni kucakladı. Ellerinden öptüm, başımdan tuttu. Dedemin, Hulûsi

Ağabeyin selâmlarını, hürmetlerini söyledim. Yanımızda bulunan Mustafa Acet'le Mehmet Çalışkan'ı dışarı çıkarttı. 'Ben yüzbinlerce seyyidi beklerken sen geldin' dedi. Ben kendilerinin seyyid olup olmadıklarını sordum. Annem Hüseynî, babam Hasenî'dir' dedi. Sonra da, 'Ben de seyyid sayılır mıyım?' diye tebessümle sordu. Ben de, 'Hem de çift taraftan seyyidsiniz' dedim. İstanbul'da üniversiteye gireceğimden bahsettim. Orada Nur talebeleri olduğunu, onlarla tanışmamı söyledi. Daha sonra kendilerine Urfa'dan mektup yazmıştım. O zaman Vahdeddin Gayberî'yle bir kısım kitaplarını ve eşyalarını göndermişti. Kendisine gidip gelen Urfalılara, Urfa'ya geleceğini söylerdi. Sonra Ceylân Çalışkan geldi. Dedem, 'Sana misafir arkadaş geldi' diye Ceylân Çalışkan'a çok alâka gösteriyordu. İlk zamanlar bizde misafir kalmıştı. Ankara'da toplantılarımız olurdu. Bu toplandılara Demokrat Partnin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin babası, Prof. Münif Çelebi, Osman Nuri, Kemal Kalkan Paşa, Mahmud Yazır, Nail Pertev Paşa ve Cevat Çağrı gibi zatlar da katılıyordu. Sohbetlerde sık sık Bediüzzaman'dan söz edilirdi. "Ali Ekber Şah'ın Üstadı ziyareti" O sıralarda Türkiye'ye Pakistan Maarif Nâzır Vekili Seyyid Ali Ekber Şah gelmişti. Cihan Palas Otelinde kalıyordu. Tevfik İleri, misafirin Üstadı ziyaret etmek istediğini, bizim alâkadar olmamızı, ancak kimsenin

duymamasını söyledi. 1952 yılında idi. Mehmed Gemalmaz'la birlikte misafiri de alıp Emirdağ'a gittik ve bir otele indik. Üstadın acele bizi beklediğini bildirdiler. 'Hemen gelsinler' demiş. Beraberce gittik. Üstad, Ali Ekber Şah için bir sandalye istedi. Hamza Emek hemen bir sandalye tedarik edip geldi. Üstad, 'Seyyid Salih tercümanlık yapsın' diyerek benim tercümanlık yapmamı emretti. Konuşmasında, Risale-i Nur hareketini ve hizmetlerini, İslâm dünyasının durumunu anlattı. Ben tercüme ediyordum. Ancak mevzu gittikçe derinleşiyordu. Öyle bir noktaya geldi ki, ben tercüme etmekte güçlük çekmeye başladım, hattâ işin içinden çıkamaz oldum. Bu sırada Üstad iki dizinin üzerine doğruldu ve çok fasih bir Arapça ile konuşmaya başladı. Ben öylesine fasih ve beliğ bir Arapça konuşma dinlemedim. Seyyid Ali Ekber Şah, 'Beni talebeliğe kabul eder misiniz?' dedi. Üstad ona, 'Seni yirmi senelik kardaşlığa kabul ediyorum' cevabını verdi. Üstadı Pakistan'a davet etti. Orada kendi emrine her türlü imkân, rayo istasyonu ve matbaa tahsisi edebileceklerini söyledi. Üstad buna karşılık şöyle cevap verdi: Kardaşım, Ali Ekber Şah! Bu hizmetleri göğüs göğüse yapmak icap ediyor. Siperin arkasında hizmet olmaz. Esas hastalık burada başladı. Ben Mekke'de de olsam buraya gelirdim. Asıl hizmet buradadır, cephe buradadır.' Üstad Hazretleri Ali Ekber'e eserlerinden verdi. Osman

Çalışkan ve Dr. Tahir Barçın'la birlikte Üstadın yanından ayrıldık. "Ali Ekber Şah'ı uğurlama" Seyyid Ali Ekber Şah, Üstadı ziyaretten son derece memnun olmuştu. Devamlı olarak, bu ziyaret imkânını bahşettiği için Allah'a hamd ediyordu. O geceyi beraberce otelde geçirdik. Üstad hakkındaki kanaatlerini sordum. 'Bu zat sırf Kur'ân'dan konuşuyor. Bu kadar fasih ve beliğ olarak Kur'ân lisanını konuşan sadece bu zatı gördüm' diye cevap verdi. Sabahleyin Üstadın yanına gittim. Bana, 'Keçeli, keçeli! Bu zatın devlet adamı olduğunu söylemedin. Görüşmemiz yeter' deyince ben çok üzüldüm. Adam, Üstadı tekrar ziyaret etmek istiyordu. Üstad kabul edemeyeceğini söyleyince, 'Eyvah, bir daha göremeyecek miyim?' diye ağlamaya başladı. Emirdağ'dan otobüsle ayrılacağımız sırada, bir de baktık ki, Üstad onu uğurlamaya gelmiş. Otobüste yan yana oturdular. Yedi-sekiz kilometre kadar beraberce gittiler. Ali Ekber tekrar görüşebilmekten dolayı çok memnundu. 'Allah'a şükür, sizi bir daha gördüm' diye seviniyordu. Ayrılacakları sırada Üstada bir kese altın vermek istedi. Ayrıca bir de ipek kumaş takdim etmek istiyordu. Altının hizmetlerde kullanılmasını, kumaşın da Nur talebelerinin ayaklarının altına serilmesini arzu ediyordu. Üstad uygun bir lisanla kabul edemeyeceğini bildirdi.

Ali Ekber'i uğurladıktan sonra Zübeyir Ağabey çıkageldi. Üstad Zübeyir Ağabeye hitaben, 'Bir veziri yolcu ettik, başka bir veziri karşıladık' diye iltifatta bulundu. Ali Ekber Şah, ülkesine döndükten sonra Üstadla alakalı çok sitayişkâr konuşmalar yapmıştı. El-Cumhuriyet gazetesinde de, 'Risale-i Nur, Kur'ân'ın tercümanıdır' diye yazdı. O sırada Üstada, Pakistan Dostluk Cemiyetini kurmak istediğimizi söyledik. 'Beis yok, kurun' dedi. "Benim kabrimi kimse bilmeyecek!" 1954 yılının yazı idi. Emirdağ'da Mustafa Acet, Sâdık ve ben, Üstadla birlikte dağa çıkıyorduk. Bir ağacın altına gelince, Üstad orada yarım saat kadar durdu ve tefekkür etti. Sonra bizi yanına çağırdı ve şunları söyledi: Keçeli, keçeli! Kimse benim kabrimi bilmeyecek. Sen de bilmeyeceksin. Ben senin memleketinde vefat etmek isterim. Halilullahın civarında ölmek isterim.' Üstadın bu sözlerini Mustafa Acet yazmıştı. "Menderes'i desteklemek lâzım" Bir ara ben, 'Bu Menderes çok münafıktır' diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, 'Sus, keçeli! Menderes'e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni olanlar var' cevabını verdi. Bunun üzerine ben, 'Biz bir parti kuralım. Biz başa

geçelim' dedim. Üstad, 'Eğer bugün Bayar bana dese, 'Said gel, buraya otur,' ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindar olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur. Memuru, mebusu senden olmadıkdan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle Menderes'i desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.' Üstad Millet Partisinden bahsederek, 'O partide çok münafık var. Kuvvet dindarların elinde değil' dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu: 'Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene hacca gönderirim. Sen Kutb-u Âzamın elini öpüp, ona Risale-i Nur'dan bahsedeceksin.' Daha sonraki yıllarda Seyyid Alevî Mâlikî'ye Üstaddan bahsettim, Beşinci Şuâ'yı okudum. 'Hâzâ sahih,' yani, 'Bu gerçekten doğrudur' dedi. Üstadı sordu, vefat ettiğini söyledim. 'Hayatta olsaydı, ziyaret eder elini öperdim' dedi. Beni nerede görse, Bediüzzaman'ın talebesi olarak iltifat eder, yanına oturturdu. Tarihçe'deki resimler Tarihçe-i Hayat'taki resimlerin baş kısımlarını çizerek başı gövdeden ayırırdı. 1955' İhlâs Risalesi'ni bastırmıştım. 'Bârekellah, perdeyi yırttın. Seni tebrik ederiz' dedi. Emirdağ'a, 'Eddâî'nin bulunduğu formayı götürmüştüm.

Üstadla yolda karşılaştık. 'Oradaki yetmiş dokuz değil, daha büyüksünüz. Bunda da hata var' dedim. 'Keçeli, bu doğrudur. Karışma sen. Bu böylece kalsın' dedi. Vebhâbîlik bahsi "Vebhabîlik meselesini Üstada sordum ve Mektubat'ta onunla alâkalı kısmın konmamasının münasip olacağını düşündüğümü söyledim. 'Evet, bu bahis risalelerini İslâm âlemindeki intişarına mâni olur. Sonradan bu mesele izale olur' dedi. " Seyyid Salih Özcan'ın Üstada yazdığı mektup Salih Özcan'ın Gençlik Rehberi mahkemesinin beraetle neticelenmesinden sonra Urfa'dan İstanbul'a, Üstad Bediüzzaman'a yazdığı bir mektup: Çok muhterem, çok aziz, çok mubarek, çok müşfik ve bütün yüksek sıfatların mazharı olan Üstadım Efendim Hazretleri, Evvelan: Çok mübarek el ve ayaklarınızdan tazimatla kana kana öper, dua-yı âlîlerinizi bütün ruhumla niyaz eylerim. Saniyen: Mahkeme beraatının bütün âlem-i İslâmda yapmış olduğu akislerin ve sevinçlerin elbette bir âciz talebelerinizi de en az o kadar sevindirmiş ve Allah'a hamd ederek, Risale-i Nur'un bir zafer-i azîmi olarak telâkki etmeleri ve istikbale ait parlak ümitler müjdelemiştir.

Salisen: Hazret-i Üstadımız Efendimiz, birçok mecmua ve gazetelerde Risale-i Nur'un bazı parçalarını, bazen değiştirerek yazdıklarını ve hattâ maalesef istismar ettiklerini görmekle müteessir oluyoruz. Bu halleri Hazret-i Üstadımıza arz etmenin elzem olduğuna kanaat getirdik. Bütün bizleri arındıran bu hadiseler karşısında, buradaki üniversiteli Nurcular, kendi aralarında toplanarak, Büyük Nur isminde bir mecmuayı çıkarmak fikrine vardılar. Fakat bu fikri fasıl haline getirmeden önce, Hazret-i Üstadımıza arz etmeyi zarurî bulduk. Bu hususta, yüksek emirlerinize müntazırız, Efendim Hazretleri. "Sevgili Üstadım; Risale-i Nur'a hizmet için, hakikata hizmet için, kusurlarımı af buyurarak en münasip şey ne ise Rabb-ı Rahim ihsan buyursun. Ve Risale-i Nur'un mübelliğ-i âzamı, istihdam-ı Nuriye ve Nur'ların merkez-i hakikîsi olan sevgili Üstadımdan emir ve fermanını el açarak bekliyorum. Hangi surette istihdam emir buyurulursa, İnşaallah lütf-u İlâhî ile muntazırım, Efendim Hazretleri. Bütün kardaşlarımız ayrı ayrı selâm ve hürmetlerini arz ederler." El-Baki Hüve'l-Baki Kusurlu talebeniz: Seyyid Salih (Özcan)

KÂMİL ACAR Kamil Acar, Van-Muradiye'de doğdu. Çeşitli tarihlerde Üstadı ziyaret etti. "Üstada ilk gidişim" Sene 1952, Haziran ayı ve Ramazan'ın 12'si idi. Emirdağ'ın Uzun çarşısındaki Mehmed Çalışkan'ın dükkânına gittim. 'Ben Van'ın Muradiye kazasından Terzi Kemal Acar'ım' dedim. 'Ziyarete mi geldin?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Üstadımıza haber gönderelim kabul ederse görüşürsünüz' dedi. Çalışkan Ağabey birisine söylediyse de, 'Ben yeni geldim gidemem' dedi. Başka birisine söyledi, o da, 'Ben bu gece hiç uyumamışım öğleden sonra gideyim' dedi. Biz ikindi namazına kadar orada kaldık. Namazı kılıp geldim. Çalışkan Ağabey, 'Daha kimse gelmedi' dedi. Sonra otele gittim. Cevşen okudum. Bitirdikten sonar, merdivenlerden ayak sesleri geldi. Odadan dışarı çıktım. Baktım Çalışkan Ağabey... Beni çağırdı ve beraber dışarıya çıktık. Biraz birlikte yürüdük, sonra, 'Şunu takip et' diyerek birisinin arkasından gitmemi söyledi ve kendisi ayrıldı. Önümde birisi başını yere eğmiş yürüyordu. Onu takip ettim. Birkaç adım gittikten sonra,

sağa döndük. 150-200 metre gittik, bir evin önünde durduk. O zat cebinden bir anahtar çıkardı, beyaz tahtadan yapılmış bir kapıyı açtı ve içeri girdi. Bana da, 'Gel' dedi ve girdik. Kapıyı kilitledi. Önümüze üstü açık bir salon çıkmıştı. Merdivenin yakınında tahtadan yapılmış bir askı vardı. Üzerinde üç tane çivi vardı. "Seni Haydaran aşireti yerine kabul ettim..." İkimiz beraber, merdivenden yukarı, ikinci kata çıktık. Karşıdaki odanın kapısını vurdu. 'Gel' demesiyle içeri girdi. Ben de onu takiben girdim. Selâm verdim. Üstad, 'Aleykümüsselâm' diyerek selâmımı aldı. Elinde Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi okuyordu. O talebeye, 'Mangalı götür, ateşi iyice yansın, çiğ kalmasın' dedi. Kitabı kapadı, başının üzerindeki rafa bıraktı. Ben gittim, elini öptüm. Elini boynuma attı, 'Otur' dedi. 'Nereden geliyorsun? İsmin nedir? Babanın ismi nedir?' diye sordu. Ben de, 'İsmim Kemal, babamın ismi Cemşid. Babam, Şeyh Enver Efendinin mürididir. Şeyh Enver Efendi ile siz Çoravanis'te ve Nurşin Camiinde iken, babam sizin ziyaretinize gelmiş' diye cevap verdim. Üstad, 'Hangi aşirettensin?' dedi. Ben de 'Haydaran aşiretinden, Etmaneki kabilesindenim' dedim. Üstad, 'Senin ismin Kemal değil, Kâmil'dir' dedi ve sözlerine devam etti: 'Sen benim 27 senelik talebemsin. Babanı da talebeliğe kabul ettim. Seni bütün Haydaran aşireti yerine kabul ettim. Her sabah ism-i Azamla sizlere dua ediyorum. Benim bir tane Kâmil talebem daha var. Sen de ikinci Kâmil'sin. Benim

terzi talebelerim bana çok sadıktır.' Daha sonra Üstad, 'Sen zahmet çekmişsin, buraya gelmişsin, senin harçlığını vereceğim' dedi. Ben de, 'Benim buraya gelecek gidecek kadar param vardır; yalnız beni Risale-i Nura hizmetçi yap. Akrabalarım bana para verdiler, buraya geldim' dedim. Üstadımız bunun üzerine, 'Benim bu günlerde çok masrafım oluyor. Almanya'ya çok eser gönderiyorum. Almanlar, Zülfikâr mecmuasını başları üzerinde tutuyorlar. Benim şimdiye kadar 200 lira ile 9 altınım vardı. Bu masrafları bu parayla yapıyorum. Yoksa senin harçlığını verecektim' dedi. Ben, 'İstemem' dedim ve Van'daki Molla Hamid, Molla Resul, Molla Yusuf, Çaycı Emin, Çaldıranlı Taceddin ve bizim eski müftü Hasan Efendinin selâmlarını söyledim. Üstadımız, 'Ben onalar mektup yazamıyorum, fakat sen benim canlı mektubum olarak gideceksin, onlarla görüşeceksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. O havalideki Nur Talebeleriyle muhabere edeceksin. Bana ara sıra mektup yazacaksın. Talebelerle sık sık görüşeceksin. Benimle görüştüğünü de kimseye söylemeyeceksin. Ben Şarkı çok seviyorum. Şarka İnşaallah geleceğim' dedi. Ben de, 'İnşaallah bekleriz Üstadım' dedim ve ilâve olarak 'Suad'ın da selâmı var' dedim. Suad, Üstadın kardeşi Abdülmecid Ağabeyin oğlu idi. Van'da askerdi. Gelirken onu da görmüştüm. 'Amcamın elini öperim, selâm söyle' demişti. Üstad, 'Maaşallah, demek sen Suad'ı da gördün, ben daha görmemişim' dedi. Elini öpüp, dua istedim, ayrıldım. Birinci görüşmem böyle oldu.

"Üstadı ikinci ziyaretim" 1953 yılında, Üstadla görüşmeye giderken Urfa'ya uğradım. Urfa'da Abdullah Yeğin ile Hüsnü Bayram vardı. Onlarla görüştüm. Abdullah Yeğin, Üstadımıza verilmek üzere bana bir mektup verdi. Hüsrev Ağabeye ait bir miktar da kitap parası emanet etti. Bir arkadaşla beraber Isparta'ya gittik. Isparta'da Nuri Benli ve Rüştü Çakın Ağabeylerin adreslerine vardık. Aynı zamanda onlara mektuplaşıyorduk. Bizi oğluyla birlikte Üstadın evine gönderdi. Zübeyir Ağabey kapıyı açtı. O zamana kadar Zübeyir Ağabeyi görmemiştim. Fakat mektuplaşıyorduk. İsmimizi sordu. 'Muradiyeli Terzi Kâmil Acar' dedim. Hemen tanıdı, boynuma sarıldı. Arkadaşımı sordu. Onun da ismi Feyyat'tı. 'Arkadaşımdır' dedim. 'Üstadımıza söyleyeyim' deyip, yukarıya çıktı. Hemen bizi çağırdı. Gittik. Üstad Hazretleri, kıbleye karşı oturmuş, bir şeyler okuyordu. Elinde kitap yoktu. Elini öptük. 'Oturun' dedi. Elini boynuma attı. Arkadaşımın yüzüne elini vurdu. Onu da kardeşliğe kabul etti. 'Kardeşim, ne var, ne yok?' diye Risale-i Nur'un inkişafını sordu. Ben de Van'dan, Muradiye'den, Diyarbakır'dan, Urfa'dan, Nurun inkişafını anlattım. Çok memnun oldu. Abdullah Yeğin Ağabeyin mektubunu verdim. 'Hüsrev ağabeyi görüp, emâneti vereceğim' dedim. 'Peki' dedi. 'Nereden gideceksin?' dedi. Ben de, 'Nereden emir ederseniz oradan giderim' dedim. 'Sen gideceğin yolu söyle' dedi. Ben de, 'Erzurum'dan

gideceğim' dedim. 'Ağrı'da (Karaköse) eski mebus Ahmed (Alpaslan) Beye uğra, (O da daha önce Üstadla görüşmüş) İran'daki muhabereyi temin etti mi diye sor' dedi. 'Talebelerle daima gidiş-geliş yapsın' diye buyurdu. Oradan biz elini öpüp ayrıldık. "İran'a Risale gönderiyoruz" Ben dönüşte mebus Ahmed Beyle görüştüm. 'Biz muhabereyi temin edemedik' dedi. Bana, İran'daki adamın kim olduğunu ve adresini verdi. Ben de Üstadımıza mektup yazdım. Üstadımız, 'Sen oraya kitap göndermeyi temin et' dedi. Ben de bir iş dolayısıyla pasaport alıp gittim. Kaleni (Siyahçeşme)... Orada Şeyh Adil ile görüştük. 'Ben sana Risale-i Nurları getireceğim, sen bu kitapları Tahran'a yakın bir şehirde bulunan Seyyid Abdullah'a göndereceksin' dedim. Üstadımızın eski talebelerinden, Gevaş'a bağlı bir köyde kalan Abdulvahab Gazi, Türkiye'den ayrılarak İran'ın Katar kazasına gidip yerleşmişti. Onu buldum. Abdulvahap Gazi ile, Üstadımızın gönderdiği mektubu Seyyid Abdullah'a gönderdik. Daha sonra, ikinci bir pasaport daha alarak İran'a gittim. Arapça Mesnevi-i Nuriye, İşaratü'l-İcaz, Asâ-yı Musa, Hutbe-i Şamiye ve bir de Üstadımızın eskiden matbaada bastırdığı Arapça Hutbe-i Şamiye, Hubab, Katre, Nokta birleşik bir kitap halinde, onları da Abdulvahap Gazi

vasıtası ile Seyyid Abdullah'a gönderdim. Seyyid Abdullah daha sonra, Üstadımıza, kitapları aldığına dair bir mektup yazmış. Ben de, Şeyh Adil'den bu mektubu alıp getirdim, Üstadımıza gönderdim. "Üstadı üçüncü defa ziyaretim" Bir gün Denizli'ye gitmem icap etmişti. Giderken Diyarbakır'da Molla Ali'ye rastladım. O da İzmir'e gidiyordu. Ben, Isparta'ya uğrayıp Üstadı ziyaret edeceğimi söyledim. Molla Ali de, 'Ben, Hacı Ziya ve Hacı Mustafa, Üçümüz de Üstadın ziyaretine gidecektik' dedi. Biz Molla Ali ile trenle gittik, Isparta'da indik. Hacı Ziya ile Hacı Mustafa'yı istasyonda gördük. Dördümüz beraber şehre gittik. Ben, 'Dördümüz birlikte gitmeyelim, siz üçünüz gidin, ben sonra giderim' dedimse de Hacı Ziya ısrarla, 'Hepimiz beraber gidelim' dedi. Gittik, kapıyı vurduk. Bayram Ağabey açtı. 'Üstadımız çok rahatsızdır, kimseyi kabul etmiyor' dedi. Kapının arkasına bir lahika mektubu yapıştırmışlar. Bayram Yüksel onu okudu. Şu satırlar yazılıydı: 'Beni ziyarete gelmektense Risale-i Nur'u okusunlar. Benimle görüşmek beş veya on dakika olabilir. Fakat Risale-i Nur'u okuyanlar her an benimle beraberdir.' Ben hemen dönüp, kapıdan çıkmak istedim. Bayram Ağabey, isimlerimizi sordu. Ben de, o zamana kadar Bayram Ağabeyle şahsen görüşmemiştim; fakat mektuplaşıyorduk. İsimlerimizi söyledik. 'Muradiyeli Kâmil sen misin?' dedi. 'Hoş gelmişsiniz' diyerek ilâve etti.

'Durun Üstadımıza söyleyeyim' dedi ve yukarı çıktı. Biraz sonra geldi. 'Bekleyiniz, Üstadımız aşağıya iniyor' dedi. Biraz sonra Üstad Hazretelri, Tahirî ve Zübeyir Ağabeyler koltuklarına girmiş olarak aşağıya doğru iniyordu. Ben diğer arkadaşlara, 'Hemen merdivenin baş tarafına çıkalım, Üstad Hazretleri aşağıya inmesin' dedim. Beraber yukarı çıktık. Üstadın elini öptük. 'Nasılsınız?' diye sordum. Üstadımız, 'Ben rahatsızım. Kimseyi kabul etmiyorum. Zahmet ederek buraya kadar gelmişsiniz. Buraya gelmektense, Risale-i Nur okuyun' dedi. Bana, 'Niye geldin?' diye sordu. Ben, 'Denizli'de kardeşim askerdir. Hastalanmış oraya gideceğim' dedim. Üstad, 'Kardeşin iyi olur, bir şey olmaz' dedi. 'Buralarda kalmayın, hemen gidin' diye de sözlerine ilâve etti. "Üstada çok zahmet verdiniz" O akşam vesâit olmadığı için, otelde kaldık. Gece hepimiz hastalandık. Hemen kalkıp Molla Ali ile istasyona gittik. Diğerleri otelde kaldılar. Ben Denizli'ye, Molla Ali de İzmir'e gitti. Denizli'den dönüşümde, tekrar Isparta'ya geldim. Rüştü Ağabeyin dükkânına gittim. Rüştü Ağabey, 'Ayrılma, Bayram Ağabey azık almaya gitti. Gelip Üstadla geziye gidecekler' dedi. Bayram Ağabey geldi. Birlikte giderken, bana, 'Kardeşim, siz, Üstadımıza çok zahmet verdiniz. Üstadımızı hasta hasta aşağıya indirdiniz. Üstadımız Risale-i Nur'u okumayanlarla görüşmüyor. Senin biraz

Risale-i Nur'a hizmetin olduğu için geldi, sizi gördü. Bundan sonra gelince yalnız geliniz. Başkasını getirmeyiniz' dedi. Ben, 'Bunlarla gelmemiştim. Yolda görüştük, beraber geldik' dedim. İçeri girdik. Üstad taksinin içinde oturuyordu. Zübeyir Ağabey yanındaydı. Ceylan Ağabey camı indirmek istedi. Üstadımız, 'Kapıyı aç' dedi. Beni yanına aldı, elini boynuma attı. Konuştuk. Bazı talebeleri sordu. Risale-i Nur'a ait dersleri sordu. Mahkememizi sordu. Ben de kendisine malûmat verdim. 'Peki, seni istasyona bırakalım' dedi. Ben, 'Otobüs bileti aldım, trenle gitmiyorum' dedim ve elini öperek ayrıldım. Onlar geziye, ben de şehre gittim. Otobüsle giderken Eğirdir'e uğradık. Otobüs orada durdu. Bir de baktım ki, Ceylan Ağabey beni çağırıyor. 'Niye geldin?' dedi. 'Biz buradan Konya'ya gidiyoruz' dedim ve beni nasıl bulduğunu sordum. Meğerse onlar da Eğirdir'e gelmişler. Ceylan Ağabey, 'Üstadımız beni gönderdi. Bak bakalım, Kâmil niçin gelmiş, öğren' dedi. Ben de, 'Sizin buraya geleceğinizi bilseydim, sizinle buraya kadar gelirdim' dedim. Böylece birbirimizden ayrıldık. "Dördüncü ziyaretim" Üstadı dördüncü defa ziyaretim ise şöyle oldu: Hacı Raşit bana, 'Üstad Hazretlerine gittiğin zaman bana da haber et, beraber gidelim. Bensiz gidersen, Üstada söyle, bana dua etsin. Çok hastayım. Doktorlara çok param gitti' dedi. Gideceğim zaman Hacı Raşit'e haber

gönderdim, Erciş'e geldi, beraber Diyarbakır'a gittik. Sabahleyin Diyarbakır'dan Urfa'ya hareket ederken kardeşlerden birisi bana, 'Ben, Abdullah Yeğin Ağabeye bir tane su testisi göndereceğim, siz götürün' dedi. Bir tane o aldı, bir tane de ben aldım. İki tane su testisini Urfa medresesine götürdük. O gece Urfa'da kaldık. Sabahleyin Abdullah Yeğin Ağabey, 'Ben bir lûgat yazıyorum. Üstadımıza mektup yazdım. Lûgat hakkında cevap vermedi. Bir de babamdan mektup geldi, annem hastaymış, 'Kurban Bayramı için buraya gel' diyor. Bunu ve lûgat meselesini Üstadımıza söyle bakalım ne diyecek. Lûgat yazmanın Risale-i Nur neşrine bir manii mi var ki, Üstadımız bizim mektubumuza cevap vermiyor. Bir de memlekete gitmem için müsaade var mı? Sor. Bu su testisini de Üstada götür' dedi. Ben, 'Götürmem, Üstad testiyi ne yapacak?' dedim. Abdullah Ağabey, illâ götür diye ısrar etti. Ben 'Götürsem de, Abdullah Ağabey gönderdi diyeceğim' dedim. 'Sen götür' dedi. Ben de götürdüm. Emirdağ'a Kurban Bayramının arifesi günü vardık. Doğru Çalışkan Ağabeyin dükkânına gittik. 'Üstadımız bugün rahatsızdır. Hiç kimseyi kabul etmiyor' dedi. O an da Hüsnü Bayram Ağabey geldi. Görüştük. 'Ben Üstadımıza söyleyeyim' dedi ve gitti. Çalışkan Ağabey, 'Hüsnü'yü tanıyor musun?' dedi. 'Evet' dedim. 'Urfa'da çok görüşmüşüz' dedim. Biraz sonra geldi. Bizi aldı. Üstadın yanına gittik. İçeriye girdik. Selâm verdik. Selâmı aldı, bize

işaret etti. 'Oturun' diye. "Üstad çok hastaydı" Kendisi karyolasında oturmuştu. Çok rahatsızdı. Zübeyr Ağabey yanımda idi. Konuşmasını biz anlamıyorduk. Üstad. Zübeyir Ağabeye söylüyor, Zübeyir Ağabey de bize anlatıyordu. Bizim söylediğimizi de Üstada söylüyordu. Zübeyir Ağabey konuşurken çok sıkılıyordu, terliyordu. O anda, 'Hüsnü sen gel' dedi. Zübeyir Ağabey kalkıp, odasına gitti. Hüsnü Bayram Ağabey, birkaç kelime konuştu. O da sıkılınca, ben biraz karyolaya doğru ilerledim. Üstad da bana doğru biraz yaklaştı. Ve şöyle konuştu: 'Ben çok hastayım. Konuşamıyorum. Senin geldiğin bana şifa oldu. Ben şimdi çok iyileştim.' Ben, 'Kurban, ben neyim ki. Seni Allah iyileştirdi. Benim de ruhumu sana kurban etsin' dedim. Üstad, 'Hüsnü bana dedi ki, Kâmil gelmiş. Ben, 'Lüzumsuz, niye gelmiş?' dedim. Halbuki çok lüzumlu bir iş için gelmişsin. Ben kimsenin hediyesini kabul etmiyorum. Fakat senin 50-60 liranı kabul edeceğim. Ben bu hizmeti kime yaptırsaydım, 50 lira onun masrafını verecektim. Sen kendi paranla bu masrafı yapacaksın. O zaman senin 50 liranı hediye olarak kabul etmiş olacağım' dedi. Ben de, 'Kurban, bizim de gayemiz, Risale-i Nura hizmet etmektir. Hizmet yapmak için buraya gelmişim' dedim. Üstadımız, Hüsnü Ağabeye, 'Hüsnü, sen Konya'da, ve Diyarbakır'daki talebelerin, dörder aylık, çocuklarının tayinlerini 35 kuruştan hesap et. Kayalar'ın ve Abdülmecid'in çocuklarını dört aylık paraları ne tutuyorsa Kâmil'e verelim, götürsün,

versin. Bir de üniversite talebelerinin Konferans kitabını da (o zaman daktilo ile yazılmıştı) Kâmil'e verelim. Götürsün, kardeşim Abdülmecid'e versin. Acele Arapçaya tercüme etsin, bize göndersin. Arabistan'a göndereceğim' dedi. Sonra da bana dönerek, 'Konya'da şehir içinde Abdülmecid'in koltuğuna sokulma. Çünkü o korkaktır. Evine git, gör. Bu paraları da, ekmekten başka bir şeye vermesinler' dedi. "Üstadım, Hacı Raşit hastadır, ona dua et" Sonra Hacı'nın kim olduğunu sordu. Hacı Raşit kendini tanıttı. Ben de, 'Üstadım, Hacı Raşit hastadır. Ona dua et' dedim. Bir şey demedi. Bir daha dedim, yine bir şey söylemedi. Biraz sonra, bir daha söyledim: 'Hacı Raşit hastadır, dua et.' Üstad, 'Ben hastayım, hiç doktora gitmiyorum' dedi. 'Kurban, Hacı Raşit de hiç doktora gitmiyor. Buraya gelmiş, yalnız duanızı istiyor. Ona dua et' dedim. Üstad hafifçe tebessüm ederek, Hüsnü Ağabeye, 'Hüsnü, ismini yaz, ona sabahleyin İsm-i Azamla dua edeyim' dedi. Ben, 'Üstadım, Urfa'dan iki tane testi getirmiştik. Birini Abdullah Ağabey size gönderdi. Çalışkan Ağabeyin dükkanında' dedim. Üstad, Hüsnü Ağabeye, 'Onu getir' dedi. Hüsnü Ağabey, yalnız birisini getirmişti. Üstad, 'İkisini de niçin getirmedin, bana çok lüzumu vardı' dedi. Bana, 'Kaça aldın?' dedi. Ben de, '70 kuruşa aldım' dedim. Üstad, 'Ben sana 75 kuruş vereceğim, beş kuruş da fark veriyorum' dedi. 75 kuruşu bana verdi. Bir de tek gümüş

lira verdi. Hacı Raşit'e de, 50 kuruş verdi. 'Bunu, ekmekten başka bir şeye vermesin' dedi. "Bir elifba ile bir lûgat yazsın" Ben, Abdullah Yeğin'in babasından gelen mektubu söyledim. Üstadımız, 'Gidemez' dedi. 'Bayramda babası Urfa'ya gelsin' buyurdu. 'Bir de lûgat yazması için cevap vermemişsiniz, onun için ne emir buyurursunuz' dedim. Üstadımız, 'Hemen bir elifba ile bir lûgat yazsın ki, Risale-i Nur okuyucularının kelimeleri anlamasında ilk mektep talebesiyle üniversite talebesinin farkı olmasın' dedi. İki lûgat ismi verdi. 'Bunlardan istifade etsin' dedi. (Kâmus ve Ather-i Kebir) "Mezarımı 3-4 talebemden başka kimse bilmesin" Sonra Hüsnü'ye, 'Paraları getir, say' dedi. Bir tahta bavulu açarak, içinde bir gümüş mühür, bir de Üstadın imzası olan katlanmış bir kağıt parçası göründü. Üstad, 'Ka' dedi 'Yani onu ver. 'Ka' Kürtçe bir kelimedir). Üstad kağıdı açtı, bana göstererek: 'Bu benim vasiyetnâmemdir. Bu da mührümdür. İki senedir bunu arıyordum, bulamıyordum. Bugün bulunduğuna göre, vasiyetnâmemin Kâmil'e okunmasının lüzumu vardır.' Hüsnü Ağabeye, Gözlüğü ver. Kâmil'e okuyayım' dedi. Ve okudu: Said'in bir vasiyetnâmesidir. Emirdağ'da vefat edersem, yukarı mezarlığa defnediniz. Isparta'da vefat edersem, orta

mezarlığa defnediniz. Üç veya dört talebemden mâada yerini kimse bilmesin... Hayatım, ziyareti kabul etmediği gibi, memâtım hiç kabul etmeyecek. Risale-i Nur şimdiki gibi, kıyamete kadar devam edecek. Risale-i Nur'a tam hizmet edenlerin tediyeleri, Risale-i Nur'un paralarından, zekât paralarından temin edilecek.' Risale-i Nur'un 11 talebesinin isimlerini okuyarak söyledi. Talebelerden 5-6 tanesinin isimleri aklımda kalmış. Üstad bana; 'Sana tediye vereceğim, fakat ihtiyacın yok' dedi. Ben de, 'Kurban, keşke ben o kadar Risale-i Nur'un hizmetinde bulunaydım. Tediyeye muhtaç olaydım. Başka bir şey istemiyorum' dedim. Bana, 'Sen, Şarkta Hüsnü gibisin' dedi. Ben, 'Hüsnü'nün ayağının türabı olamam' dedim. İnebolu'da beraat eden kitapların, beraat kararıyla raporlarını bana verdi. 'Kendi kitaplarını bununla alırsın' dedi. Ve, 'Benim namıma 300 kitap İnebolu'da tahsis etmişler. 150'sini sana göndermek için mektup yazmışım. Lahika mektubunu aldım. Kitaplar gelmedi. Araştır' dedi. Elini öptükten sonra Üstadın yanından ayrıldım. Biraz da Zübeyir Ağabeyin odasında oturduk. Bize Konya adresini verdi, ayrıldık. "Son ziyaretim" Üstad Bediüzzaman'ı beşinci defa ziyaret edip, elini öpüp, duasını alışım ise, şöyle olmuştu: 1959'un

Aralık

ayıydı.

Muzaffer

Küçükyıldız

ile

beraberdik. Afyon'a kadar beraber gittik. Afyon'da Muzaffer'e, 'Ben İzmir'e gideceğim, sen de Isparta'ya git. Üstad Hazretleri Eskişehir'deymiş. Sen Isparta'da beni bekle, ben oraya geleyim. Üstad gelmemişse, Eskişehir'e gideriz' dedim. Muzaffer, Isparta'ya gitti, ben de İzmir'e gittim. İzmir'e, o gün Bekir Berk Ağabey geldi. Nazilli mahkemesine gitti. Ben de Isparta'ya gittim. Geceleyin Muzaffer beni istasyonda bekliyordu. İner inmez yanıma geldi. Bana, 'Üstadımız bugün buraya geldi, ben gittim yolda görüştüm, sana selâm söyledi' dedi. Sabahleyin Muzaffer ile birlikte Üstadın evine gittik. Sungur Ağabey yanında idi. Biz elini öptük. 'Oturun' dedi. Oturduk. Ağabeylerin selâmlarını söyledik. Jandarma Kumandanı İsmail Atay ve Doktor Ertuğrul ismindeki zatların Risale-i Nur'u okuduklarını ve derslere geldiklerini söyledik. Memnun oldu. İsimlerini yanına yazdı. 'Ben onlara dua ederim' dedi. Benim ve Muzaffer'in analarımızın, babalarımızın isimlerini yazdı. 'Onları da talebeliğe kabul ettim' dedi. Ben, bir çift tiftik eldiven götürmüştüm. Üstadıma verdim. 'Ben üşümüyorum. Çünkü yorgana sarılıyorum. Bunun size çok lüzumu var, tekrar size veriyorum' dedi. Tekrar bana verdi. İran'daki muhabereyi sordu. Ben,'Gelen mektubu size gönderdim' dedim. Kitapları da götürüp verdim. Sungur Ağabeye, 'Bana mektup verdiniz mi?' diye sordu. Sungur Ağabey de 'Evet Üstadım, İran'dan gelen Arapça bir mektubu size okuduk. Siz de cevabını yazınız, dediniz, yazdık' dedi. Ben de, 'Evet, o mektubu aldım, tekrar İran'a gönderdim,

cevabını almadan buraya geldim' dedim. Üstad, 'Sen Sungur gibisin' dedi ve gözleriyle tebessüm ederek güldü. Biz de elini öpüp ayrıldık. "Makamı Cennet olsun..."

RÜŞTÜ MIRMIR 1927'de Kastamonu vilayetimizin İnebolu ilçesinde dünyaya gelmiştir. Denizli hapsinin çilekeş Nur talebelerinden (Büyük ) İbrahim Mırmır'la amcazadedirler. 1953'te Emirdağ'da ve 1959'un son Ankara'da, Nur Üstadla görüşmeleri olmuştur.

günlerinde

Nur manzumesinden müstesna bir menzil olan İnebolu beldesini, Nur Üstad "Küçük Isparta" diye, oranın Kur'ân'a hizmet yolundaki faaliyetlerini iltifatlarla alkışlamaktadır. Bu şirin Karadeniz beldesinden Nur Risalelerine gönül veren Nur erlerinden bir mübarek zat da Rüştü Mırmır'dır. Belki on beş yıldan fazla bir zaman aralıklarla, Nur Üstad Bediüzzaman'ı Emirdağ'da ziyaret hatırasını anlatmıştı. Bu aziz hatıraları az da olsa, tek kelime, tek cümle de olsa tesbit ederek cihana yayma sevdamız, Allah'a şükür hiç sönmeden devam etmektedir. "Üç gündür bekliyordum" Rüşüt Mırmır anlatıyordu:

Üstadla

ilgili

hatıralarını

şöyle

1953 senesinde bizim İnebolulu Kunduracı Sadullah Yılmaz'la birlikte İnebolu'dan çıktık, Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret niyetiyle İstanbul'a geldik. Oradan Eskişehir'e, oradan da Nur Üstad Said Nursî Hazretlerinin sürgün şehri olan Emirdağ'a vâsıl olduk. Daha evvel yola çıkarken Kastamonu'nun kazası, bizim İnebolu'ya yakın olan Küre'ye uğrayarak oradaki Nur Talebelerinden otelci ve bakkal Hacı Dursun Efendiden adres ve isimler almıştık. Tam üç gün süren bir yolculuktan sonra Emirdağ'a vardık. Tarif üzerine Şekerci İbrahim Efendi'yi bularak ondan Hazret-i Üstadı sorduk. Onun vasıtasıyla Üstadımızın huzurlarına kabul edildik. Nur Üstadımızın menziline girerken, daha kapıda iken Üstad Hazretleri bize şöyle buyurdu: Ben sizi üç gündür bekliyordum. misafirlerim gelecek diye muntazırdım.'

İnebolu'dan

Biz kendilerine Küreli Dursun Efendinin selâmlarını söyledik. Dursun Efendi, 'Biz burada sönük kaldık, hizmet edemiyoruz. Nur Üstad bizlere dua buyursun' diyerek Üstaddan dua istemişti. Bunun üzerine Üstadımız buyurdu ki: Onlar Nur hizmetinde saff-ı evvel ve çekirdekler hükmündedirler. Onlar kudsî Nur hizmetinde sadakat

göstersinler kâfidir. Onların ektiği Nur çekirdekleri şimdi meyve vermektedir. Onların sebat ve gayretleri şimdi bütün dünyada meyvesini vermektedir.' "Bediüzzaman'ın neşesi" Biz, Üstad Hazretlerini ziyaret ettiğimiz 1953 yıllarında Nur Risalelerini çeşitli ülkelere gönderilmiş ve oralardan çok güzel ve müsbet haberler gelmişti. Bütün dünyada Nurların fütuhatları başlamıştı. Bu fütuhatlardan dolayı Hazret-i Bediüzzaman çok neşeli bir haldeydi. Mütebessim bir hali vardı. Eski Nur talebelerine, sadakat ve sebatlarından dolayı çok rağbet ve alaka gösteriyordu. Ziyaretimiz sırasında Kur'ân'ın ve Nurların düşmanlarından bahsetti. Somyasının baş ucunda duran yastığının altından kocaman bir tabanca çıkardı. Bize göstererek, mütebessim ve celâlli bir edâ içinde, 'Ben bu silâhı habbeyi kubbe yapanlara karşı saklıyorum' dedi ve tekrar yerine koydu. Üstad Hazretlerinin huzurlarından nurlu ve çok huzurlu bir şeklide ayrıldık. Eskişehir'e gitmek için çok vasıta bekledik. Sonraları buğday yüklü bir kamyon gelmişti. Bizleri alması için şoföre rica ettik. Adamın kamyonuna altı Nur talebesi olarak binmiştik. Yolda giderken adam bizlere, 'Efendi Hazretlerinin ziyaretlerinden mi dönüyorsunuz?' demişti. Biz

de,

'Evet'

deyince,

adam

arabasıyla

Üstad

Hazretlerini birçok defalar kıra götürdüğünü anlattı. Allah'a binlerce defa şükürler olsun, böylece Üstad Hazretlerinin kırlara gittiği arabayla bizler de seyahat etmiştik. Bu sürur ve sevinç içinde Eskişehir'e vasıl olduk. Oradaki Nur dershanesinde birçok havacı astsubay vardı. Onlarla tanıştık. Uzun yıllardır hep bu kudsî ve mübarek ziyaretin çok aziz ve tatlı hatıralarıyla yaşıyorum. Bu hatıraları anlattıkça çok büyük mânevi bir lezzet duymaktayım. Nur Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin huzurlarındayken bana şöyle buyurmuştu: Ben seni yirmi yedi senelik bir Nur talebesi olarak kabul ediyorum.' Üstad bunları söylerken, mübarek elleriyle şöyle yusyuvarlak bir de daire çizmişti. O zamanla Araçlı Abdullah Yeğin Ağabey de yanımızdaydı. Daha önceleri de Abdullah Yeğin Ağabey bizim geldiğimizi haber verince, Üstad Hazretleri, 'İnebolulular hemen gelsin' diyerek bizleri huzurlarına kabul buyurmuştu. "27 Mayıs'ı durdurmaya çalıştı" Nur Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin, 1959 senesinin son günlerinde Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde yine mübarek ellerini öpebilmek saadetine kavuşmuştum.

Üstad Hazretleri Ankara'daki dindar ve vatanperver milletvekilleriyle görüşmek için gelmişti. Fakat emniyet kuvvetleri kendilerini şehre sokmamaya çalışıyorlardı. Üstadımızı ziyaret ederek, mübarek ellerini öpünce, bizlere, 'Haydi, siz durmayın gidin' demişti. Bizler önden arabayla gidiyorduk, beş yüz veya bin metre kadar arkadan Üstad Bediüzzaman'ın arabası geliyordu. Ben devamlı arkaya bakıyordum. Ankara yakınlarında, emniyet kuvvetleri Üstadın arabasını durdurarak Ankara'ya girmemesini söylediler. Nur Üstad Bediüzzaman ise, 'Ben Ankara'ya dindar milletvekilleriyle görüşmek için gelmiştim' demişti. Büyük Üstad, âdeta altı ay sonra kopacak 27 Mayıs İhtilalini durdurmak için çırpınıyordu, ama gönül gözü kör olanlar, ondaki bu hali bir türlü anlayamamışlardı. Allah'a şükür, bugün cihana yayılan Nurların bayramını hep birlikte seyrederek hamdetmekteyiz

ALİ DEMİREL 1925'te Burdur-Karamanlı'da dünyaya geldi. Emekli pilot astsubayıdır. Bediüzzaman'la müteaddit defalar görüşmüştür. "Risale-i Nurları Oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et" Ben Erzincan'da havacı astsubay iken Risale-i Nurları, arkadaşım Pilot Başçavuş Ömer Halıcı'dan duymuştum. Teksir edilmiş çeşitli Risaleleri onda görmüş ve okumaya başlamıştım. Tayinimin Erzincan'dan Diyarbakır'a çıkması üzerine, Risale-i Nur talebeleriyle tanışmam burada oldu. Risale-i Nurları okumaya başlamam ve iman hizmetinin içinde bulunma devrem, Diyarbakır'daki Nur talebelerinin tanımadan itibaren başladı. Pilot Astsubay olmam hasebiyle Diyarbakır'dan Eskişehir'e Jet kursuna gitmiştim. Bu sırada Üstadı görmeye karar verdim. O zamanlar Eskişehirli tarikat şeyhi, Muttalip köyünden Hacı Hilmi Efendinin tarikatına bağlı idim. Bu sebeple Üstada gitmeden önce Hacı Hilmi

Efendiye uğradım. Risale-i Nurları gördüğümü ve Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret etmek istediğimi şeyhime anlattım ve bu konudaki görüşlerini sordum. O da bana, 'Risale-i Nur'ları oku ve Üstadı mutlaka ziyaret et' diye tavsiyede bulundu. Yedi kişilik bir kafile ile Eskişehir'den Emirdağ'a, Üstadı ziyarete gitmiştik. Kafilemizde; Binbaşı Reşat Bey, Yüzbaşı Ekrem Bey, Pilot Başçavuş Ömer Halıcı, Saatçi Muhittin, Elbiseci Mustafa, Hacı Hafız Abdullah Efendi (Toprak) vardı. Üstada gideceğimiz zaman Hacı Hilmi Efendi yeni Hicaz'dan gelmişti. Üstada götürmemiz için, bize tesbih, misvak, koku ve hurma vermişti. Bu mübarek zat, daha önce bir kaç sefer Üstadı ziyaret ettiğini ifade etmişti. "Üstadı ziyaret ediyoruz" Emirdağ'a vardığımızda Mehmet Çalışkan'ın bakkaliye dükkânına uğrayıp, oradan da Üstadın yanına gittik. Üstad yatakta oturmuş vaziyette idi. Duvarda bir cep saati asılıydı. Ayrıca orta boy bir radyo da duvarda vardı. Üstad, kendisine hediye olarak Hacı Hilmi Efendi tarafından gönderilen hurmaları açtı. Sekiz tane vardı. Biz de Üstad ile beraber içeride sekiz kişi idik. Üstad, 'Fesübbanallah' dedi.Ve sayı saydırarak bize hurmaları dağıttı. Sayı kendine düşen, hurmaların en büyüğünü almak mecburiyetinde idi. Bazı arkadaşlarımız küçüğünü almaya kalkıştıklarında Üstad mâni oluyor ve en büyüğünü almalarını istiyordu.

Üstad bu hediyelere mukabil bir hediye vermek istedi, etrafı araştırdı, epeyce aradıktan sonra bir tesbih buldu, çıkardı: Tesbih mübarektir, bunu kendisine götürün, selâm söyleyin. Kardeşim, Hilmi Efendi bir kaç defadır benim ziyaretime geliyor, artık gelmesin, ben onun ziyaretine geleceğim' dedi. "Üstad, Hilmi Efendiyi iki kere ziyarete gitti" Bu hadiseden beş sene sonra, 1957'de, Üstad, Hilmi Efendinin hafız cemiyetine dâveti üzerine, trenle Isparta'dan Eskişehir'e gelerek oradan da Muttalib'e gitti. O zaman köyde çok kalabalık olmuş, bir kaç bin kişi toplanmıştı. Ertesi sene Üstad, dâvet edildiği günden üç gün evvel, yine Muttalib'e gitmişti. Üstadın dâvet edildiği duyulduğu için, çok büyük bir izdiham ve kalabalık olacaktı. Fakat Üstad, 'Benim kandilde Isparta'da bulunmam lâzım' diye Muttalib'e ziyareti, üç gün evvel yaparak geri dönmüştü. Ben Yıldız Oteline gitmiştim. Otelde Zübeyir Ağabey vardı. Bana, Üstadın Muttalib'e gittiğini ve hemen döneceğini söylemişti. "Benim gibi 6-7 kişi daha olsaydı, memleket bu hale gelmezdi" Üstad yanımızdaki Hafız Abdullah Toprak'a şöyle diyordu: 'Kardeşim Hafız Abdullah, ben tek başıma kaldım. Eğer benim gibi altı-yedi kişi daha olsaydı, bu memleket bu hale gelmezdi.

O zamanlarda Ticanilerin menfî hareketleri oluyordu. Üstad onların bu hareketlerini hiç tasvip etmiyor, bu hâdiseler yüzünden İslâma zarar geleceğine üzülüyordu. "Ben tayyarecilere dua ediyorum" Üstadın giyinişi Şark usulü idi. Yanakları pembe, gözleri maviye çalıyor, parmakları ince ve uzundu. Arkadaşlarımın hepsini tanıdığı halde beni yeni görüyordu. Bunun üzerine Ömer Halıcı'ya beni göstererek, 'Bu kim?' dedi. Ömer Halıcı, 'Bizim alayda Başçavuş Ali Demirel' diye cevap verdi. Üstad da, 'Maşaallah, onu talebeliğe kabul ettim' diye iltifat etti. Üstad devamlı konuşuyordu. Şöyle dediğini hatırlıyorum: Kardaşlarım, ben önce Risale-i Nur talebelerine, sonra Muttalipçilere (yani Şeyhim Hacı Hilmi Efendinin talebelerine. Bunlar da sık sık Üstadı ziyaret ediyorlardı), sonra da tayyarecilere dua ediyorum. (Ve biz havacılara dönerek) Kardaşlarım, ölümle karşı karşıya olan kahramandır. Siz kahramansınız. Ben de din kahramanıyım.' Sonra Üstaddan müsaade alarak ayrılmıştık. Üstad Eskişehir'e gelince Yıldız Otelinde kalırdı. Burada da ziyaretine gitmiştim. Beni görünce, 'Sen nerelisin kardaşım?' dedi. Ben de, 'Burdurluyum' deyince, Üstad, 'Benim Burdur'da on bin talebem olması lâzımdı. Isparta'da on bin talebem vardır. Burdur'da kemiyete ihtiyaç yok. Keyfiyet olduğu için sadece on tane vardır.

Binbaşı Asım Bey, Mustafa Çavuş, Abdurrahman Cerrahoğlu' demişti.

Rasih

Hoca,

"Oğlum Hüseyin'i de Üstada götürdüm" Burdurlu olmam hasebiyle, Isparta'da bulunan Üstadı müteaddit defalar ziyaret etme bahtiyarlığında bulundum. Ben Ankara'dayken büyük oğlum Hüseyin'i, babam alıp memleketimiz olan Burdur'a götürmüştü. Oğlum Hüseyin'i almak için memlekete gittim. Dönüşte Üstadı ziyaret edip öylece dönmeye karar verdim. Isparta'ya gittik. O zaman Üstad Emirdağ'daymış. Isparta'da bulunan Hüsrev Ağabeyin yanına gittik. Türkçe İşaratü'l-İcaz'ın eski yazı ile yazılan bazı nüshalarının tashih edilmesi için Üstada götürmemi istedi. Isparta'dan Afyon'a geçtik. Orada bir gece kaldıktan sonra, ertesi günü Emirdağ'a gitmek için otobüse bindik. Vasıtalar az olduğu için aynı otobüsle geri dönmek istiyordum. Onun için otobüs şoförüne Emirdağ'da ne kadar kalacağını sordum. Şoför bana, 'Hoca Efendiye mi gidiyorsunuz?' diye sormuştu. Ben de, 'Evet' demiştim. 'Sizi beklerim' demişti. Üstadı ziyarete gidenler çok olduğu için, artık şoför ziyaret maksadıyle gidenleri tanıyordu. Hürmetkâr tavrı, Üstadın o çevrede sevildiğinin bir işaretiydi. Emirdağ'da Mehmet Çalışkan'ın bakkal dükkânına, oradan da Üstadın yanına gittik. Emaneti verdim. Yanımdaki beş yaşındaki oğlum Hüseyin'e dönerek, 'Bunun adı ne?' dedi. Ben 'Hüseyin' dedim. 'Maşaallah' dedi ve dua etti. Dışarıya çıktığımızda Hüseyin bana, 'Bu

hocanın gözleri niye yeşil baba?' diye sordu. Geldiğimiz otobüsle Afyon'a, oradan Eskişehir üzerinden Ankara'ya döndük. "Siz amme hizmeti görüyorsunuz" Başka bir seferinde ise Burdur'dan iki hemşehrimle Üstadı ziyarete gittik. Arkadaşlarımdan biri Devlet Demiryollarında vazifeliydi. Üstad yanımızdaki trenciye şunları söyledi. Kardaşım, siz âmme hizmeti görüyorsunuz. Farz namazlarınızı kılsanız yaptığınız vazifeler ibadet hükmüne geçer.' "Üstadı son ziyaretim" En son ziyaretim, 1959 senesinde, Üstadın İstanbul'a gelişi sırasında oldu. 1959 yılını 1960'a bağlayan günlerdeydi. Üstad, Piyer Loti Otelinde kalıyordu. O zamanki gazetelerden hatırladığıma göre Üstad, İstanbul'a avukatı Bekir Berk Beye vekâlet vermek için gelmişti. Ben Üstadın geldiğini duyunca hemen onu ziyaret etmeye gittim. Otele gittiğimde otelin kapısında ve çevresinde çok miktarda polis ve gazeteciler vardı. Sonradan isminin (Birinci Şubeden) Faruk (Eriş) olduğunu öğrendiğim bir polis memuru, ötelin kâtibi rolüne girmişti. Ben kapıdan girince, 'Kimi arıyorsunuz?' diye sordu. Bediüzzaman'ı görmek istediğimi söyleyince 'İsminizi alayım, telefondan geldiğiniz söyleyeyim' dedi. Ben polis

olduğunu anladığım için, 'İsmime lüzum yok. Birisi sizi görmek istiyor deyin' dedim. O sırada arkadaşım Halil Yürü, 'Ali Ağabey' diye beni çağırdı. Dolayısıyla ismimi öğrenmişlerdi. Polisin yanında sonradan Milliyet gazetesi muhabiri olduğunu öğrendiğim sivri sakallı birisi vardı. Ertesi günü Milliyet gazetesi şöyle yazıyordu: 'İstanbul teşkilâtından olduğu anlaşılan Ali Ağabey isminde birisi, en son saat 19:30'da itirazsız kabul olundu.' Üstadın manevî kuvvetinden korkanlar böylece en ufak bir hareketten bir mânâ çıkarıyor, âdeta bir gizli teşkilatın var olduğunu göstermek istiyorlardı. Üstadın üstüne örtmesi için evden battaniyeye sarılı bir yorgan getirdim. O zaman Üstadın siyah olan şemsiyesini bile yeşil diye yazmışlardı. Halbuki battaniyede sadece yeşil çizgiler vardı. Yorgan yeşil değildi. Gayeleri Üstadı bir şeyhe benzetip onu olmadığı bir şekilde göstermekti. Yanına gittiğimizde 13-14 kişiydik. Hepimizin birden yanına gidişine sinirlenmişti. Ben sizi tek tek kabul edecektim. Neden hepiniz birden geldiniz? Görüyorsunuz bu adamlar tezahürattan telaşa kapılıyor' diye konuşmuştu. O günkü gazetelerde Üstad günün konusuydu. Bütün gazetelerin baş haberi Üstad idi. Üstad için çeşitli yalan yanlış şeyle yazıyorlardı. "Biz müsbet hareket muhafazaya çalışacağız"

edeceğiz;

asayişi

Üstadın sesi o gün çok kuvvetli çıkıyordu. Yatağın

üstünde ayağa kalkarak bize 31 Mart hâdisesisndeki Divan-ı Harb-i Örf"i'deki mahkeme safahatından anlattı: Mahkeme Reisi Hurşid Paşa bana, 'Said sen de mürteciymişsin?' diye sordu. Ben de ona, 'Meşrutiyet bir zümrenin istibdadı ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki ben mürteciyim' dedim. Kardaşlarım, bir emir versem yüz Şeyh Said gibi Türkiye'yi karıştırırım.. Ama bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz de olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz. Asayişi muhafazaya çalışacağızı.' Üç dört gün kalacağını ifade etti. Eyüb Sultan'ı ziyaret edeceğini söyledi. Maalesef ertesi günü gazeteciler yattığı odanın balkonuna çıkıp namaz kılarken resmini çekmişlerdi. Üstad buna sinirlenip, beklemeden Ankara'ya döndü. "Ben seni vekil tayin ettim" Avukat Bekir Berk'e şöyle dediğini de söylemeden geçemeyeceğim. Üstad, Bekir Beye üç sefer tekrar ile, 'Ben seni vekil tayin ettim' demişti. Sonra Bekir Berk Beyi., Üstadın vefatından on üç sene sonraya kadar Risale-i Nur'un fahrî avukatlığını yaptığını gözönüne getirirsek, Üstadın sözlerindeki incelik meydana çıkar. "Benim bu hatıralarım, bu dünyadaki en büyük sermayemdir. Bediüzzaman Said Nursî gibi bir İslâm kahramanını görüş bazı sohbetlerinde bulunmam en büyük mutluktur bana."

MUSTAFA SEVİLEN 1953 senesinde Eskişehir'deydik. Düğün merasimi yapıldı. Daha sonra belediye reisi ve jandarma kumandanı, 'Misafirlerimize kasabayı gezdirelim' dediler. "Üstad sadece beni ziyaretine kabul etmişti" Aslen Emirdağlı olan bir komşumuzun Emirdağ'da bir düğünü vardı. Düğüne biz de katıldık. 1953 senesinde Eskişehir'deydik. Düğün merasimi yapıldı. Daha sonra belediye reisi ve jandarma kumandanı, 'Misafirlerimize kasabayı gezdirelim' dediler. Emirdağ'ı gezerken, meydana nazır eski bir ahşap evin kapısının önünde durduk. Belediye reisi, kapının önündeki genç çocuğa, 'Eskişehir'den gelen çok kıymetli misafirlerimiz var, Üstadı ziyaret etmek istiyorlar' dedi. İsimlerimizi bir kâğıda yazdılar. İçeri isimlerimizi götüren delikanlı az sonra çıkıp geldi. 'Üstadımız hepinizden Allah razı olusun, diyor. Hepinize şükranlarını bildiriyor. Aynen ziyaret etmiş gibi kabul ediyor. Dua ediyor, dualarınızı bekliyor' dedikten sonra,

elindeki listeye bakarak, 'Mustafa Sevilen Bey kimdir?' diye sordu. 'Benim' dedim. Yanımda bulunan oğlum Ferciâlem, o zaman dört yaşındaydı, elinden tutarak, Üstadın huzuruna alındık. "Bunlar benden ne istiyorlar?" Basit bir odada demir karyola üzerinde oturuyordu. Başında bir agel vardı. Gözlerinden âdeta zekavet okları fışkırıyordu. Kenarda bir masa üzerinde kitaplar ve Kur'ân-ı Kerim ciltleri, baş ucunda iki tane kösteklerinden asılmış saat vardı. Saatlerden birisi yeni, diğeri eski Türkçe’ydi. Üstadın zayıf, nahif, mübarek ellerinden öptük. Berhudar olun evlâdım' diye buyurdu. Üç buçuk saat huzurunda kaldık. Halk Partisinden şikâyet etti. 'Bunlar benden ne istiyorlar? Zannediyorlar ki, ben elimi kaldırmakla memleket alt üst olacak. Ben gazete okumuyorum, radyo dinlemiyorum, sadece Kur'ân okuyorum' diye anlattı. "Kelepçelerin nasıl açıldığını sordum" Sebilürreşad mecmuasında, Üstadın gençlik senelerinde Mardin'de jandarmalarla sürgün edilmesinin tafsilatını okumuştum. Yazıda, namaz vakti girince Üstad, namaz için kelepçelerin çözülmesini istiyor, fakat jandarmalar kelepçeleri açmıyorlar. Bunun üzerine Genç Said

kelepçeleri bir mendil gibi açarak yere atıp, abdest almak için çeşmeye yöneliyor. Jandarmalar, 'Aman efendimiz bizi affedin, biz şimdiye kadar sizin muhafızınız idik, bundan sonra hizmetkârınızız' diyerek tekrar tekrar af ve özür diliyorlar. Ben bu hâdiseyi kendilerinden sordum. Bana şu cevabı lutfettiler: Beyefendi oğlum, ben Hazret-i Kur'ân'ı kendime rehber etmiş, Allah'a teveccüh etmiş bir kimseyim. Hakikaten böyle bir hâdise başımdan geçmişti. Kıbleye dönüp, dua ettim, sonra bir de baktım kelepçeler açılmış. Kelepçeleri jandarmaya verdiğim zaman jandarma korktu.' Üstadla uzun sohbetlerimiz oldu. O gözler.. O gözler.. Projektör gibi parlıyordu.. Yıldırım gibi.. Belağat, fesahat, talâkat.. Zekâ okları fışkırıyordu. Yaşı yetmişten fazlaydı, fakat zindeydi, mantık silsilesi tam mükemmeldi... "Bu çocuk ileride büyük adam olacak" Arz-ı veda etmek için ayağa kalktım, eline sarıldım. Karyoladan indi, takunyalarını giydi. Oda kapısına kadar bizi getirdi. Oğlum Fecriâlem'e derinden derine şöyle bir nazar etti. Sonra bana dönerek: Bu çocuk ileride büyük bir adam olacak, yalnız sen buna dini de öğret' diye buyurdu. Elini öptük, çocuğuma dua etti.

Seneler sonra oğlum, Üstadın dua ve himmetiyle 541 tıp uzmanı arasında yapılan imtihanda birincilik kazandı. Oğlumun bu muvaffakiyetini Tercüman gazetesi şöyle haber vermişti: Türkiye'nin en genç doçentlerinden Çapa Tıp Fakültesi öğretim üyesi Dr. Fecriâlem Sevilen, 36 devlete mensup 541 tıp uzmanını katıldığı imtihanda, en yüksek puanı alarak Neı York Hastahenesi öğretim üyeliğine tayin edildi.' Üstadın duasıyla, yüce himmetiyle bugünleri gösteren Allah'a hamd ü senalar olsun." Hoca'ya mersiye Seyf-i mücellâyı takıp beline. Sürdün küheylanı moskof eline. Serdin seccadeyi iman seline, Karanlık kalblerin nurusun Hocam. Cephede kahraman, ilimde umman, Selâm eder sana mekânla zaman. Öperken alnımdan o yüce Sultan Karanlık kalblerin nurusun Hocam. Farabî, Mevlâna kalksa mezardan, Hisseyâb olurdu senin nurundan, Farkı yok uşşaksın şimdi hezardan. Karanlık kalblerin nurusun Hocam. Düşmanlar râm olur senin karşında.

Bir başka güneş var senin arşında. Nur-u İlâhî ki, parlar başında. Karanlık kalblerin nurusun Hocam... Mustafa Sevilen 30 Mayıs 1980-Fenerbahçe

MUSTAFA EKMEKÇİ 1940'da Çankırı'nın Ilgaz kazasında doğdu. Müteaddit defalar Bediüzzaman'ı ziyaret etti. "Üstadı ziyarete meşveretle karar veriliyordu" 1954 senesinde İstanbul'a gelmiştim. Maksadım hafızlığımı tamamlamaktı. Önceleri biraz hafızlığa çalışmış, ancak tamamlayamamıştım. Rüstem paşa Camii imamından ders almaya başladım. Bu arada geçimimi temin etmek için de bir işte çalışmam gerekiyordu. Cami cemaatından bazılarına bu arzumu söylemiştim. O sırada Abdurrahman Tan ile tanıştım. Meğer o da dindar bir işçi arıyormuş. Derken onun dükkânında çalışmaya başladım. Abdurrahman Ağabey bana, Üstadı ve Risale-i Nur'u anlattı. Elime ilk aldığım eser, teksir ile yazılmış Küçük Sözler idi. Bu kitabı fırsat buldukça okuyor ve okuyunca da büyük manevî haz ve lezzet alıyordum. Bir müddet sonra Abdurrahman Tan, Süleymaniye Kirazlı Mescid Sokağında bir bina satın aldı ve bir katını hizmete tahsis etti. Ben oradaki derslere fırsat buldukça devam ediyor, Risale-i Nur'ları okuyordum.

Üstadı görme arzum günden güne artıyordu. Ancak o zaman Üstadı ziyaret, meşveretle oluyordu. Gitmek isteyenler sıraya konuluyor, sırası gelince gidiyordu. Gidenlerin çoğu da vazife icabı gidiyordu. Her isteyenin, istediği an Üstadı ziyaret etmesi mümkün değildi. Zaten Üstad da, sebepsiz yere kendisini ziyaret edenlere kızardı. "Gençler ancak Risale-i muhafaza edebilirler"

Nurla

imanlarını

Ziyaret sırası bana geldiğinde Eskişehir'e kadar trenle gittim. Emirdağ otobüsü Yıldız Otelinin yanından kalkıyordu. Otobüse oradan binmiştim. Meğer, benim oradan geçtiğim esnada, Üstad da orada imiş. Emirdağ'a vardığımda, doğruca Mehmet Çalışkan Amcanın dükkânına gittim. Üstadın Eskişehir'de olduğunu ve akşama döneceğini söylediler. Beni dükkâna yakın bir otele yerleştirdiler. Akşama doğru Üstad geldi. O gece otelde nasıl sabahladığımı bilemiyorum. Sanıyorum, bir saat bile uyumamıştım. O zaman Mustafa Acet Emirdağ'da imamdı. Sabah namazından sonra gelip beni alacak ve Üstada götürecekti. Fakat ben sabredip onu bekleyemedim. Çarşıda birkaç tur attıktan sonra Üstadın evinin zilini çaldım. Kapıyı Zübeyir Ağabey açtı. Ciddî, vakur ve temiz bir görünüşü vardı. Nereden geldiğimi sordu. 'İstanbul' deyince bir dakika beklememi söyledi ve kapıyı kapayıp içeriye girdi. Biraz sonra 'Buyurun, kardeşim' diyerek beni içeri aldı.

Üstadın yanına girdik. Müberek ellerini öpüp oturdum. Üstad yatağı üzerinde oturuyordu. İfade edemeyeceğim kadar mes'ud ve huzurlu bir an yaşıyordum. Üstad ismimi, memleketimi ve nereden geldiğimi sordu. Memleketimin Ilgaz olduğunu söyleyince Üstad, 'Tanımıyorum' dedi. Zübeyir Ağabey her ne kadar tarif ettiyse de, Üstad tanımadığını söylüyordu. Sonra anne ve babamı sordu ve şöyle dedi: 'Seni talebeliğe kabul ediyorum. Onlara mektup yaz, bana dua etsinler. Ben de sabah namazlarında onlara dua edeceğim.' Üstad daha sonra, 'Yazın var mı?' diye sordu. Cevaben yazabildiğimi söyleyince şöyle buyurdu: Bu zamanda gençler Risale-i Nur'a çok muhtaçtırlar. Bilhassa İstanbul gibi yerlerde gençler, ancak Risale-i Nur ile imanlarını muhafaza edebilirler.' Ne zaman geldiğimi sordu. Ben de, 'Dün siz Eskişehir'de iken geldim' diye cevap verdim. Bana yol parası vermek için, içinde bozuk paralar olan bir küçük torba çıkardı. Fakat ben kabul etmedim. 'Madem dün ben Eskişehir'de iken siz buraya gelmişsiniz. Eskişehir'den bu tarafa yol masrafınızı vereceğim' diye ısrar etti. Ben de almamak üzere ısrar edince, torbayı çıkardığı yere koydu. Üstad bana hitaben, 'Seni biraz daha yanımda tutardım, ama benim yakında mahkemem var' dedi. Ben, yanlarında daha fazla kalabileceğimi zannediyordum. O esnada Zübeyir Ağabey, 'Üstadım, araba kalkıyor' dedi. Hemen Zübeyir Ağabeyle birlikte arabaya doğru yürüdük. Tam

kalkacağı sırada arabayı yakaladık. Ancak bir kişilik yer vardı. Bindim, tam hareket edeceği sırada, şu anda ismini hatırlayamadığım bir genç koşa koşa geldi ve bana Üstadın şu cümlelerini nakletti: 'Ben şimdi Ilgaz'ı tanıdım. Ilgaz'da çok talebem vardır.' Hikmetini bilemediğim bu sözler karşısında çok şaşırmıştım. İstanbul'a gelinceye kadar, Üstadı ziyaret etmenin verdiği sürûr ve heyecanı yaşadım. "Risale-i Nuru okusanız yüz istifadeniz olur" Üstadı ikinci ziyaretim 1958 senesinnin yaz mevsiminde oldu. İstanbul'dan Halil Yürür'le birlikte trenle yola çıktık. Üstad o zaman Isparta'da idi. Isparta'da Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânına gittik. Bayram Ağabey bizi alıp Üstadın yanına götürdü. Önce Tahirî, Mustafa Sungur, Zübeyir, Bayram ve Ceylân Ağabeylerin kaldığı odada bir müddet sohbet ettikten sonra Üstad bizi çağırdı. Üstadın yanına vardığımızda çok hiddetliydi. Bize şöyle hitap etti: 'Niye şahsımı ziyarete geliyorsunuz? Benim yerime Risale-i Nur'u okuyunuz. Beni görünce bir istifadeniz oluyorsa, Risale-i Nur'u okursanız yüz istifadeniz olur.' Önceki ziyaretimizde olduğu gibi, yine anne ve babamızı sordu. 'Valideyniniz sizi Risale-i Nur'a vermiş' dedi. İstanbul'a dönünce de, Gönenli Mehmed Efendi, Sinan Omur ve Mücellit Halil'e selâmlarını iletmemizi söyledi.

"Seni dershaneye vekil ediyorum" Üçüncü ziyaretim 1959 senesinde olmuştu. Süleymaniye dershanesinin sahibi merhum Abdurrahman Tan ile beraber gitmiştik. Yanımızda da o zaman matbaada yeni tab edilmilş olan Hanımlar Rehberi vardı. Isparta'ya ulaştığımızda, hamamda bir boy abdesti aldıktan sonra Üstadın ziyaretine gitmek üzere Abdurrahman Ağabey ile anlaştık ve doğruca hamama gittik. Ancak tam soyunduğumuz sırada birisi gelerek, hamamcıdan İstanbul'dan gelenleri sordu. O da bizi gösterdi. Gelen zât, 'Üstad sizi bekliyor, hemen gidelim' dedi. Abdest filân almadan Üstadın kaldığı eve gittik. Orada bulunan ağabeyler, 'Kardeşim, Üstad sizi bekliyordu. Siz gecikince de namaza durdu' dediler. Namazı dâima vaktinde kılan üstad, o gün bizim için birkaç dakika tehir etmişti. Ağabeyler, 'Siz de hemen namazınızı kılın ki, Üstad çağırınca hemen giresiniz' dediler. Biz namazımızı kıldıktan sonra, bir hayli de sohbet ettik. Üstadın namazdan sonra tesbihatı ve virdleri uzun zaman almıştı. Üstad namazını ve tesbihatını bitirdikten sonra bizi çağırdı. Elini öpüp oturduk. Tekrar ismimizi ve memleketimizi sordu. Bana dönerek, 'Seni dershaneye vekil ediyorum' dedi. Abdurrahman Tan'a da, 'Seni hanımlara vekil ediyorum' dedi. Üstadın vefatından sonra merhum Abdurrahman Tan

bir minibüs aldı ve onunla hanım kardeşlerimizi derslere götürüp getirmeye başladı. Allah, Üstaddan ve Abdurrahman Ağabeyden razı olsun ve gani gani rahmet eylesin

GIYASEDDİN EMRE 1919'da Bitlis'te doğdu. 1954'te Muş'tan bağımsız, 1957'de de DP'den milletvekili olarak seçildi. Kendi dilinden hayatı Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman'ın binlerce talebe ve dostlarından birisi de Muş eski milletvekillerinden Gıyaseddin Emre'dir. Kendileri, Bediüzzaman'la olan hatıralarını anlatmadan evvel, yine kendi lisanından hayatını şöylece hülasa etmektedir: 1919'da Bitlis'te doğdum. Cumhuriyetten sonra vilâyet merkezinde Arapça tedrisatın mümkün olamayacağını düşünen ailemiz, Mutki'nin Ohin ve Bulanık'ın Dokuzpınar köyüne yerleşmişti. O zamandan sonra buralarda Arapça tedrisata hiç ara verilmedi. Ben küçük yaşta mektebe gitmek istedimse de pederim razı olmadı. İlk Arapça dersimi pederim Şeyh Maruf Efendiden aldım. Daha sonra dersimi Şeyh Alâaddin Efendinin yanında bitirdim.

1954'te yaş tashihi yaparak Muş'tan bağımsız milletvekili seçildim. 1957'de ise Demokrat Partinin listesinden tekrar seçilerek Meclis'e girdim. Fakat 1960 ihtilali ile Yassıada'ya düştük. Siyasî haklarımız elimizden alındı. Beş yıl hapis cezasına çarptırıldım. "1969'da kardeşim Kasım Emre'yi bağımsız olarak milletvekili seçtirdim. 1977'de kardeşim, Adalet Partisi listesinden Muş milletvekili oldu. Ben de İstanbul'dan AP adayı olmuştum." Gıyaseddin Bey, kendisi hakkında bu bilgileri verdikten sonra Bediüzzaman Said Nursî ile alakalı hatıralarını da şöyle anlatmaktadır: "Bediüzzaman'ı bizim tarifimiz, ummandan aldığı katrelere benzer"

bir

kuşun

Bizim gibilerin Bediüzzaman misâli şahsiyetlerden bahsetmesi kolay bir şey değildir. O derece büyük bir şahsiyetin sıfatlarını tâdât, târif gücümüzün çok üstündedir. Çünkü öylesine zevat, kat'î surette bizim gibilerin tavsif ve târifinin hududuna sığmazlar. Onun çok daha ötesinde bir târif gerektirir. Bizim târifimiz, âdeta bir kuşun ummandan aldığı katrelere benzer. Bütün bunlara rağmen, kendi sohbetlerinde zamanlar olsun, kendilerinden kudretim nisbetinde istifade edebildiğim hususlar olsun, âilemden, pederimden ve büyük amcam Şeyh Alâeddin Efendi Hazretlerinden kendisi hakkında söyleyen sözler olsun hâfızamda kaldığı kadarı ile söylemeye çalışacağım.

Biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Nurs köyündendir. Nurs, Bitlis'e bağlı sarp bir yerde ve derenin içinde bir köydür. Fakat insan bakımından çok münbittir, büyük insanlar çıkmıştır. Bilhassa Bediüzzaman'ın mensup olduğu bir âileyi yetiştirmiştir. Bediüzzaman'ın kardeşlerinin her birisi de, birer dehâdır. Ama Bediüzzaman ortada olduğu içindir ki, onlar pek fazla şöhret ve revaç bulamamışlardır. Yoksa kardeşleri de her birisi ayrı bir kıymet, ayrı bir meziyet, ayrı bir dehâdırlar. Onun ağabeyi, benim dedemin yanında okumuş, onun talebesidir. Ayırca Bitlis'teki Farukî Tekkesi sahibi olan Şeyh Fethullah Efendi gibi büyük bir âlimin de talebesidir. Ağabeyi, Hoca Abdullah Efendi, dedemin yanında okuduğu için, Molla Said de bir müddet Şeyh Fethullah Efendinin rahle-i tedrisinde bulunmuştur. Şeyh Fethullah'ın yanında okuduğu zamanlar, enterasan hâdiseler cereyan etmiştir. "Molla Said ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır" Şeyh Fethullah Efendinin yanında bulunan büyük âlimlerden Hoca Abdülkerim, bir gün Şeyh Fethullah Efendiye, Kurban (Efendim Hazretleri), nedir bunu bu kadar çok şımartıyorsunuz, her kitaptan bir iki ders verip geçiyorsunuz? Çocuk zekî, ama böyle olunca şımaracak, böyle yapmayın' diye ikazda bulunmuş, Fethullah Efendi

ise, Sen benim Said'ime karışma! O ileride din-i İslâma büyük hizmetler yapacaktır' diye cevap vermiş. O şekilde Molla Câmi'ye kadar okur. Tabiî, İzzî'den Molla Câmi'ye kadarki kitaplar, üç-dört senede bitmez; fakat o, iki-üç ay gibi kısa bir zamanda okuyup bitiriyor. "Bediüzzaman'ın giyimi büyük bir aşiret reisinin giyimini andırıyordu" O zaman Bediüzzaman'ın giyimi çok garip bir şekildeymiş. Büyük bir kaması ve hançeri varmış. Şirvan taraflarında ve Şirvan Beylerinin giydiği şalvar, şepik giyiyormuş (oranın tâbiriyle söylüyorum). Başında külah, külahın etrafında o zaman büyük âşiret reislerinin başlarına sardıkları ipekli sargılar varmış, yani âlim giyiminde değil, büyük bir âşiret reisinin giyiminde birisi... O zaman yaşı da çok gençmiş. Üstad, dedemin yanında okuduğu zaman, hem büyük amcam Şeyh Alâeddin, hem de pederim daha küçük yaştaymışlar. Dedem, Hicrî 1317'de vefat etti. Tabiî son zamanlarda birbirleri ile müşerref olamadılar. Ancak vasıtalarla, gelen gidenlerle haberleşmişlerdi. Selâm ve hürmetlerini, böylece birbirlerini gönderme imkânını bulabilmişlerdi. Biliyorsunuz, 1950'ye kadar zaten çok sıkıydı. Doğudan birisinin kalkıp onun yanına gelmesi çok zordu. Zaten bizimkileri bırakmıyorlardı. İstanbul'a gelseler dahi, ziyaretine gitmeye bırakmazlardı. Hatta amcam Şeyh

Alâeddin Efendinin bir-iki kere görüşmek için teşebbüsü olmuştur. Ankara'ya kadar gelmiş, ondan sonra geri gönderilmiştir. Zaten onlar da 1950'den evvel tarassut altındaydılar. 1949'un Kasımında Şeyh Alâeddin Efendi de vefat etti. Pederim ise, 1975'de çok yaşlı bulunduğu halde vefat etti. "Üstadı ziyaret et" 1954'te bağımsız milletvekili olarak seçildikten sonra Ankara'ya gitmek üzere pederime veda ederken bana ilk tavsiyesi, 'Gittiğin zaman mutlaka benim yerime Bediüzzaman'ı ziyaret et ve benim yerime elini öp, hürmetlerimi bildir' demesi oldu. Ben de hemen Ankara'ya geldikten birkaç gün sonra, daha evvel kendisiyle tanıştığım Said Köker ve Gümüşhane Milletvekili Ekrem Ocaklı ile dostluk kurmuştum. Bir gün kendilerine, 'Ben Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gideceğim, sizler de teşrif eder misiniz?' dedim. 'Hay hay, memnuniyetle' dediler. İlk ziyaretimiz böyle oldu. "Ekrem Ocaklı ve Said Köker'le birlikte Üstada gidiyoruz" Üçümüz beraber gittik. Kendisi Emirdağ'daydı. Emirdağ'da bakkal bir kardeş vardı. Aklımda kaldığına göre, ancak onlar vasıtasıyla kendilerini ziyaret edebileceğimizi söylemişlerdi. Taksiye bindik, şoförle de sabah gidip akşam döneceğiz, diye konuşmuştuk. Sabahleyin kalktık, Eskişehir yolu

üzerinden, öğle namazından evvel, Emirdağ'a yetiştik. Bediüzzaman Hazretlerinin evi çarşının ortasındaydı. Bakkal kardeşler biraz daha yukarıdaydılar. Bakkalların kapısında durduk. Kim olduğumuzu söylemeden içeriye girdik. Nereden geldiğimizi söylemeden, ben konuşmaya başladım: 'Efendim, biz misafiriz. Bediüzzaman'la görüşmek imkânını bize sağlar mısınız?' Onlar da, 'On beş günden beri rahatsız olduklarından kimseyle görüşmüyorlar' dediler. Daha cevaplarını bitirmeden başında beyaz takkeyle bir genç talebe içeri girdi ve 'Bediüzzaman Hazretleri misafirlerini bekliyor' dedi. Tabiî bu hali görünce biz de şaşırdık, adamcağızlar da şaşırdı. Fakat adamlar daha önce Üstadın bu gibi harikulâde hasletlerini, meziyetlerini bildikleri için bizim kadar şaşırmadılar. Yani şaşkınlık dediğimiz, sevinç şaşkınlığı, muhabbet şaşkınlığı desem, daha doğru olur. Kapısının önüne vardığımız zaman onlar benden yaşlı oldukları için, 'Buyurun, siz önde gidin' dedim, fakat Ekrem Bey, 'Hayır bu devlet, dedeniz sayesinde oldu. Sen önde git! On beş günden beri misafir kabul etmediği halde, şimdi âniden bizi kabul ettiğine göre, dedenizden okuduğu için, onun yüzü suyu hürmetine bizi kabul etti. Sen önde git, size belki iltifatları olur, biz de sayenizde iltifatlarına mazhar oluruz' dedi. "Üstad, 'Gıyas Gıyas' diye beni kucakladı" Ben önde olmak üzere içeriye girdik. Bir karyolanın üzerinde oturuyordu. Mekke ve Medine'de büyük zatların

giydiği ve Libâde denilen bir beyaz elbisesi, başında bir amamesi (sarığı) vardı. İçeri girer girmez aniden kalktı, geldi ve beni kucakladı: Ben çoktan beri rahatsızdım. Sabahtan beri, bir ferahlık duymuştum, ama nereden bileyim ki, benim üstadımın torunu gelip, beni ziyaret edecek.' Ondan sonra 'Gıyas Gıyas!' diye beni kucakladı. Sonra Ekrem Bey ziyaret etti. '(İnne ekremeküm indallahi etkâküm) İnşaallah Ekrem, muttakilerdendir' dedi. Hakikaten rahmetli Ekrem Bey, muttaki bir zattı. İsmini de böylece belirtti. Sonra Said Bey ziyaret etti. (Fe minhüm şakiyyun ve said) âyet-i kerimesini okudu. 'İnşaallah Said'im de, Saidlerdendir...' dedi. Tabiî o anda bu şekilde bir hitaba mazhar olduğumuz için, kendimizden geçmiş bir şekilde oturduk. "Peş peşe arabanın lâstiği patladı" Başladı sohbet etmeye, öğle namazının vakti geldi. Öğle namazını kıldık, ondan sonra tekrar sohbet ettik. İkindi namazına kadar. İkindi namazından sonra, 'Allah'a ısmarladık' diyerek ayrılmak istedik. Dediler: 'Gitmezseniz, eğer bu gece burada kalırsanız (otelin ismini şu anda hatırlayamıyorum) yolun üzerinde iyi bir otel var. Milletvekilleri de o otelde kalıyorlar. Orada kalabilirsiniz.' Müsaade isteyip ayrılırken, tekrar, 'Şayet gitmezseniz, o otelde kalabilirsiniz' deyiverdiler. Ama biz kalmak niyetinde değildik tabiî... Elini öptük, ayrıldık.

Arabayla otelin önüne kadar geldik. Otel, yolun üzerindeydi. Biz Eskişehir'den Ankara'ya gidecektik. Orada arabanın lastiği patladı. Şoför, uğraşa uğraşa bir saatte zor yaptı. Güneş de batmak üzereydi. Tam arabaya bindik. Anahtarı çevirmeden ikinci lastik patladı. Ekrem Bey, 'Biz çok aptal insanlarız. Zat-ı Muhterem, şayet gitmezseniz bu otelde kalın, sabahleyin Gıyaseddin beni görsün, ziyaret etsin!' dedi. Bize kalacağımız otelin ismini bile söyledi, araba otelin önünden gitmiyor, biz zorla arabayı götürmek istiyoruz. Arabaya emir etmiş, gidemeyiz. Eğer yola yaya revan olacaksak gidelim. Ama ben gelmeyeceğim, imkânı yok!' dedi. Böylece o gece orada kaldık. Sabah namazından sonra bir talebe beni otelden alarak Üstadın huzuruna götürdü. "İlâhiyat Dekanı Mehmed Karasan'la birlikte Üstada gidiyoruz" Bundan sonra ziyaretlerim devam etti. Hatta bir defasında Mehmed Karasan vardı. İlâhiyat Fakültesi dekanı idi. Sonradan Denizli milletvekili oldu, kendisiyle çok samimi olduk. O sıralarda Tanci Bey isimli Tunuslu bir profesör vardı. O izne ayrılınca yerine ben derslere girdiğim sıralarda, bir ara Karasan'ın odasında oturuyordum, birkaç profesör daha oradaydı. Mehmed Karasan, Bediüzzaman'dan yobaz-mobaz diye bahsetti. O zaman kendisine döndüm ve: Siz onun eserlerini okudunuz veya kendisini gördükten sonra mı bu kanaata vardınız? Yoksa başkasının telkini ile

mi bu kanaata vardınız? Ama siz bir ilim adamı, müsbet ilim erbabı olarak (kendisi felsefe profesörü idi) tetkikler sonucu bu kanaata varmışsanız mesele yok. Felsefî nokta-i nazardan olabilir, tabii... ' dedim. Adam, benim Bediüzzaman'la münasebetimin olduğunu bilmiyordu. Fakat mebus olduğumu biliyordu. Siz,' dedi, 'tanır mısınız Bediüzzaman'ı?' Tabii mübalağasız, hâiz olduğu faziletlerini ve vasıflarını izah ettim. 'Bu vasıflara sahip bir din âlimimizdir' dedim. Öyle ise ziyaretine gittiğiniz zaman, beni de götürün' dedi. Hay hay' dedim. Mehmed Beyi götürdüğüm zamanı çok iyi hatırlıyorum. Çok dikkat etmiştim. Mehmed Beyle elini öpüp oturduk. Âdeta ben kendisine önceden söylemişim gibi Mehmed Bey felsefe profesörüdür, diye ilk olarak felsefeden başladı, deryalar gibi dalgalandı. Hıristiyan felsefesi ve Maddiyun felsefesinden bahsetti. Sonra felsefeden tasavvufa, İslâm tasavvufuna geçti. Tasavvuftan da tarikata geçti, üç bahsi (tasavvuf-tarikat-felsefe) birbirine bağladı. Biz yanından ayrıldığımız zaman Mehmed Beyin itirafı şu olmuştu: Allah senden razı olsun, bizi öyle bir âlimin yanına götürdün ki, bizim bildiklerimizi bizden çok daha iyi biliyor. Bizim bilmediğimiz çok şey var ki, o biliyor, fakat bizim bildiklerimizi sahih olarak, bizim branşımızdan daha

iyi biliyor.' Mehmed Beyin bu sözlerine mukabil, Efendim, o zaman kabul ediyorsunuz ki, başkalarının yanlış telkini ile menfî kanaata sahip olmuşsunuz' dediğimde, 'Evet! Kabul ediyorum' dedi. "Bediüzzaman'ı gören ve konuşan, materyalist bile olsa, menfi fikirlerden kurtulurdu" Herhangi bir kimse, materyalist de olsa, Bediüzzaman Hazretlerini görmek teşebbüsünde bulunup, kendilerini görseydi, mutlaka o menfi fikirlerden kurtulurdu. Mükemmel, dört başı mamur bir insan olurdu. Uzaktan onun aleyhinde konuşanlar vardı, onlara bir diyeceğim yoktur. Böylesine büyük bir din âlimi, tabii çok çabuk ve vakitsiz bir zamanda gitti. Yani daha arzu ettiği nesil yetişmemişti. Bilirsiniz Merhum Abdülhamid'in hal'inden sonra, hatta büyük Mustafa Reşid Paşadan bu yana Avrupa’da dinsiz bir nesil yetişmişti. Halk Partisi ise bunları iş başına getirmek, yani devletin idaresini bunların eline vermek suretiyle, bu işin tatbikatçısı olmuştu. 1946'dan sonra İslâmî hayat biraz serbest olmuştur. Bir çocuk dinî terbiyeyi ailesinden alır, çevresinden alır, neşriyatından alır. Çocuklar bu üç yeri de kaybetmişlerdir. Binde bir dinî terbiyeyi ailesinden alanlar dahi, bu terbiyeyi sokağında, mektebinde ve neşriyatında kaybetmiştir. Böylesine bir milleti bu şekilde İslâm’dan uzaklaştırırken, diğer taraftan cebir kullanarak da

İslâm’dan koparmaya çalışmışlardır. Bu din düşmanlığı döneminde maneviyatını, dinini kurtaranlar, bütün kuvvetini Bediüzzaman Hazretlerinin yazmış olduğu kitaplardan almışlardır. Çünkü o zaman ne maddî, ne de manevî hiçbir imkân yoktu. Fakat çok partili hayata geçtikten sonra, biraz müsamaha gösterildi ve o kitaplar da nisbeten serbest okunmaya başlandı. Diğer sahalarda da dinî tedrisat başladı ve hamd olsun bugün 50 yaşından aşağı, yüksek tahsil yapmış birçok dindar insanlar mevcuttur. "Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir" Bediüzzaman'ın bu konuda çok müjdesi vardır. Bu bakımdan ne kadar kötü cereyanlar olursa olsun yine ümitvarız. Malûm, zaman zaman, bilhassa 1960'dan sonraki bu kötü cereyanları gördüğümüz zaman, bazen ümitsizliğe düşüyorduk. Fakat Bediüzzaman'ın bir sözü vardı, bana söylemişti, onu hatırladığım zaman tekrar bir ümidin içine giriyorum. Risale-i Nur talebelerinin hizmetleri bitmeyecektir. Mutlaka Türkiye'de din-i mübine hizmet edecek bir idâre iş başına gelecektir. Nur talebeleri bunda muvaffak olacaklardır!' Bunu hatırladığım zaman teselli buluyor, ümitvar oluyorum. "Bediüzzaman derdi"

Menderes'e,

'Din

kahramanı'

Bediüzzaman Hazretlerinin Adnan Menderes'e müteaddit defa, 'Din kahramanı' diye buyurduklarına şahit olmuşumdur. Adnan Menderes bir din kahramanıdır. Dine büyük hizmetleri olmuştur ve olacaktır. Fakat Adnan Bey arzu ettiği hizmetinin semeresini göremeyecektir. Benim de dine hizmetim olmuştur, ketm etmeyeyim... Ama ben de hizmetimin semeresini, Adnan Bey gibi göremeyeceğim. Her ikimizin de hizmetlerimizin semeresi, ileride görülecektir' demişlerdi. Bunu hatırladığım zaman bir inşirah, bir ferahlık duyuyorum. Bir kere Risale-i Nur talebeleri, yani Bediüzzaman'dan ilham almış olanların hizmetleri başkalarınkinden farklıdır. "Nur talebelerinde riya yok" Şöyle ki: Bir defa maddî bir menfaat yok, ihlas var. Hizmetlerinde benlik yok... Hani bir hizmet yaptıkları zaman, 'Bu hizmeti, ben yaptım' diye ucbe düşmüyorlar. Bediüzzaman'ın talebelerinde riya yok, Riya, ucb ve maddî menfaat hırsı olmadığı için, üstelik ihlâs da olduğundan, hizmetleri tesirli ve faydalı oluyor. Bu hizmet, o günden bu güne kadar olduğu gibi, inşaallah bu günden sonra da devam ve inkişaf edecektir. Hangi tarafta ve hangi sahada hizmet etmişlerse o sahada ve o tarafta muvaffak olmuşlardır, Nur talebeleri vurucu, kırıcı bir zümre değildirler ve bu gibi hallerden tamamen uzaktırlar. Bütün

bunlara rağmen, yalnız manevî bir kuvvetle, ihlâs kuvveti ile bütün rakiplerini de mağlûp ediyorlar. "Üstad Ankara'ya gelince İnönü ortalığı ayağa kaldırmıştı" Üstad Ankara'ya geldiğinde Beyrut Palas Otelinde, 22 numaralı odada kalıyordu. İsmet Paşa, Bediüzzaman'ın Ankara'ya geldiğini duymuştu. Ama nasıl gelmişti, amamesiyle, sarığıyla... O zamanlar dindar nesil pek yoktu. Yeni bir nesil oluşmaya başlamıştı. Bediüzzaman'ın Ankara'ya gelmesinden Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde oldukça telaşlı bir şekilde bahsedilmişti. Bediüzzaman, Beyrut Palas Otelinde bulunduğu bir sırada İsmet Paşa Meclis'te bir konuşma yaptı: 'Siz Şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman'ı gezdiriyorsunuz...' Sonra Adnan Menderes bu iddialara şöyle cevap vermişti: "Menderes'in Üstadı müdafaası" Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuş? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i fâniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?' Bundan sonra Paşa ikinci defa kürsüye çıktı ve: Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle

zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım' dedi. Bunun üzerine DP grubu galeyana gelmişti. "Menderes, Üstada tazimatlarını arz etmemi istedi" Ben Üstadın ziyaretine gittiğim zamanlar, Kim ve Akis dergileri vardı. Benim resmimi kapak kısmına koymuşlardı... Üstad o zaman Dr. Tahsin Tola'nın evine gitmiş, otelden ayrılmışlardı. Tabiî cereyan eden hâdiseler üzerine biz de çok müteessir olduk. Üstadı ziyarete gitmek üzere bulunuyordum ki, Adnan Beyin beni çağırdığını söylediler, yanına gittim. Menderes: Tâzimatlarımı kendilerine arz et. Bu adamların çıkardığı hâdiseleri biliyorsunuz. Bu hengâmeler bitsin. Ben bizzat seyahatlarına devam etmesi için, kendilerine haber gönderirim' dedi. "O din kahramanı için, bu sefer gideceğim" Üstadı ziyarete gittiğimde, yataklarında hâdiseleri duymuş ve müteessir olmuşlardı.

uzanmış,

Kapıyı açar açmaz kalktı, yine, 'Gıyas! Gıyas!' diye hitap etti ve beni kucakladı. Dedim: 'Kurban! Adnan Beyin selâmları var, ellerinden öper ve ricaen: O bizden daha iyi biliyor. Bu Halk Partililer,

bir hayli hâdise çıkardılar, Üstad Hazretlerini de rahatsız ettiler. Teşrif etsinler, istirahat etsinler, hava sükûnet bulsun, ben kendilerine haber veririm, derler.' Baktım, Üstadın gözleri pırıl pırıl nur saçıyordu, ayağa kalktı: 'Bak Gıyaseddin! Sana söylüyorum. Türkiye'yi başlarına yıkarım, yalnız o din kahramanı için bu sefer gideceğim' dedi. Tabii ben, onun o heybetinden hiç konuşmadım artık. Menderes'in ricalarını kabul etmişti. Saat bir olmuştu, Başbakanlığa gittim. Adnan Bey beni bekliyordu. Üstadın ne dediğini sorunca, ben, 'Beni kızdırmasınlar, yoksa Türkiye'yi başlarına yıkarım; yalnız o din kahramanı için bu sefer döneceğim' dediğini kendisine söyledim, Adnan Bey memnun oldu. Üstad, doğru Isparta'ya gitti. O zaman da, zaten 'Doğuya ölmek için gidiyorum' demişti. Birkaç gün sonra malûm seferini yaptı, Urfa'da vefat etti. "Üstad Urfa'da vefat etmişti" Şimdi vefatını anlatayım: Üstad Urfa'da vefat etti. Vali hemen kaldırılmasını istiyordu. Talebeleri bana telefon ettiler. 'Etraftan gelen kardeşlerimiz var, onun için cenaze biraz bekletilsin' diye. Ben, valiye telefon ettim ve 'Efendim, vefat eden zat benim büyüğümdür, beni bekleyin, ben gelmeden kaldırmayın' dedim. Fakat Vali, iki-üç saat sonra bana telefon etti: 'Efendim, siz kaldırmayın diyorsunuz, Bakan

Efendi (Namık Gedik) ise, hemen kaldırılsın diyor, ben arada kaldım ne yapayım?' dedi. "Namık Gedik'le kavga ediyoruz" Namık Gedik, imanlı bir zattı, fakat korkuyordu. Meselâ öyle enteresan ki, halk tarafından dindar bir parti olarak bilinen DP'nin içinde, ancak 10-15 mebus namaz kılıyordu. Yani bir muvazene unsuru yoktu. Kalktım gittim, Namık Gedik'in odasına. 'Namık,' dedim, 'Dayım vefat etmiş, ben gidip cenazesinde bulunacağım, yani bir milletvekili gidip, büyük dayısının cenazesinde bulunmayacak mı?' dedim. 'Efendim' dedi, 'çok kalabalık olacak. Hâdiseler olacak. Görmüyor musun, Halk Partisi mensuplarının yaptıklarını?' İşte o zaman aramız açılmıştı, sandalyeyi falan kaldırdım. Milliyet, Cumhuriyet çok yaygara etmişlerdi. Hatta Bediüzzaman'ın halifesi demişlerdi. Keşke hizmetkârı olabilseydim. Sonra ben uçakla gittim, cenazesine yetiştim. Allah bizi o büyük insanların şefaatinden mahrum etmesin. Efendim, Tevfik İleri, Müslüman, mütedeyyin bir zattı... Namık Gedik, mutekid, ama ihmalkâr... "Tevfik İleri, Namık Gedik'i Üstada götürmek istemişti" Tevfik İleri, 'Gel seni bir zatın ziyaretine götüreyim' diyor Namık Gedik'e. Tevfik İleri'nin gayesi; Gedik'in, Üstadı görmesi. Çünkü onu görüp te kalbine İslâmî bir his

gelmemesi mümkün değil. Yani ben tahmin ediyorum ki, kilisedeki bir papaz gelip onu görse idi, belki Müslüman olurdu. "Bunların namazında, sahabi namazı konusu var" Bir sefer, Bekir Berk Muş'a geldiğinde bizim evde namaz kılıyorlar. 'Bunlar kim?' diye sordu benim peder. 'Bediüzzaman'ın talebeleridir' dedim. O zaman dikkatle bakıp şöyle demişti: 'Bunların namazında sahabi namazı kokusu var.' Ve hadis okumuştu. (Meâlen: Ümmetimden bir fırka var ki, onlar kıyâmete kadar hak üzerine gideceklerdir.) 'O taife bunlardır işte. Nur talebeleri...' demişti. "Siz Meclis'te bulundukça mukaddesat aleyhinde konuşamaz"

kimse

çıkıp

1957 seçimlerinde benimle imtizaç etmeyen birtakım DP'liler vardı. İslâmiyetten uzak idiler. Beni ön seçimlere sokmak istiyorlardı. O zaman ben Adnan Beye gittim. 'Ben ön seçime filan girmem. Bağımsız seçileyim, tekrar DP'ye gireyim' dedim. Adnan Bey kabul etmedi. Listeyi size verelim, siz tanzim edin' demişti. Benimle genel merkez arasında anlaşmazlık olduğundan, milletvekilliğinden feragat etmeyi düşündüm ve istişare için Üstada gittim. Ona anlattım meseleyi. Bizim memlekette bizden zengin ve tahsilliler çok. Halkın bizi seçmesindeki gaye, bizden mânevî hizmetler

beklediği içindir' dedim. DP'nin en kuvvetli devresinde, ben bağımsız olarak 8 bin oy farkı ile seçilmiştim. Üstad şöyle cevap vermişti: Ben Müküs Beylerin yanında okurken, onların Ermenilerden hizmetkârları vardı. Talebeler, Ermenilerden bahsettikleri zaman etrafına bakarlar öylece konuşurlardı. Binaenaleyh siz de, Meclis'te bulunmakla, kimse çıkıp mukaddesat aleyhinde konuşamaz. Sadece bunun için de olsa giriniz!' demişti. Ve ben de böylece kabul ettim. Üstad Hazretlerinin dua şeceresi vardı. Ben kalbimden geçiriyordum. 'Keşke onun o hususî duasına mazhar olsam' diye. Bir gün giderken bana 'Gıyas, sizin ailenizden Fethullah Efendi Hazretlerine ve Alâeddin Efendiye dua ediyorum, üçüncü olarak da seni duama alıyorum' demişti. "Ben birçok zahmetler, sıkıntılar çektim. Yassıada'da zor günler geçirdim. Fakat inanıyorum ki, Üstadın duası bizim bu zahmetleri atlatmamıza sebep oldu."

MUSTAFA KIRIKÇI 12 Nisan 1926 tarihinde Konya-Bozkır ilçesinin Sopran (Badurdu) köyünde dünyaya geldi. 12 Ekim 1959'da öğretmenlikten istifa etti. Şubat 1968'de tekrar vazifeye döndü. 1971 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi ve 20 Mart 1979'da İstanbul İmam Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmeni iken emekli oldu. 1960'dan sonra Nur, Bediülbeyan, Bediüzzaman gibi gazeteler yayınladı. "Risale-i Nur'dan önce" İlkokulu, nahiyemiz olan Ahırlı'nın bölge yatılısında bitirdikten sonra, 1940 yılının Temmuz ortasında Eskişehir-Çifteler Köy Enstitüsünde tahsile başladım. Burada beş sene, yazlı kışlı, iş ağırlıklı çalışmalardan sonra kendi köyüme öğretmen tayin edildim. Enstitüde sistem, 'köy kalkınması ve köyün canlandırılması' üzerine bina edildiğinden, bizler de o gençlik yıllarımızda bütün kuvvetimizle, aynı davâ uğruna olağanüstü gayretlerde bulunuyorduk. Her şeyde olduğu gibi, mezkûr sistemin de elbette

menfaatli ve mazarratlı yönleri vardı. Bir defa en büyük eksiğimiz, maneviyat ve bilgi yönünden, hemen hemen tamamiyle boş ve noksan bırakılmış olmamızdı. Güya bizler, ağır ziraat işleriyle birlikte, inşaat, marangozluk, demircilik gibi san'at çalışmalarında maharetler kazanıp, bu sanatları ve maharetlerimizi de aynı çalışma temposu içerisinde köylüye ve köy çocuklarına aktarmış olacaktık. Bizlere verilen arazileri de, atımız ve arabamızla yine kendimiz ekip biçecek ve mahsul alacaktık. Tabii bu tutmadı ve olmadı. Çünkü iş, bir vasıta ve alet olması lâzım gelirken vasıta olmaktan çıkarılıp; gaye ve maksat haline getirildiği için çok mahzurları görüldü ve o sistemden, kısa bir zaman sonra vazgeçildi. Ben köyümde iken, ta talebeliğimden gelen bir okuma merakı ile, o zamanın neşriyatından gazete ve mecmuaların hemen hepsini gözden geçiriyordum. Fakat bunlar, şimdiki zamana göre pek mahdut ve dar bir daireye münhasır idi. Hele o zamanlarda, şimdiki kitap neşriyatının belki binde biri de meydanda yoktu. Bilhassa dini sahada hiçbir bilgiye ve malûmata sahip değildim. Her ne oldu ise, 1950'den sonar her çeşit eser, bilhassa gazete ve mecmualar olmak üzere, ortalığa coşkun bir sel gibi yayılmaya başladı. O sıralarda benim fikriyatıma yeni bir ufuk açan milliyetçi gazeteler ve dergiler olmuştur. Onlardan bilhassa haftalık Orkun mecmuasının üzerimdeki tesirlerini hiç unutamam.

"Risale-i Nur ile temas" Bediüzzaman Said Nursi ismini ve Risale-i Nur'u zannediyorum ilk defa yine kendi köyümde iken Serdengeçti mecmuasından öğrendim, bu mecmuayı da devamlı takip ediyordum. Derginin Ağustos 1952 tarih ve 17 sayılı resimli kapağında, 'Said Nursi 20. Asır Karanlığını Delerken' başlığı ile beraber bir de şöyle bir dörtlük vardı. Çık neredesin, zuhur et, biz seni bekliyoruz. Yıllardır yollarında yorgun, emekliyoruz. Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et de Tur'a; Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura. O sıralarda, Eşref Edib'in yazdığı Tarihçe kitabı da elime geçmişti. Osman Yüksel'in, Ankara'da kaldığı yere kadar giderek, Üstad hakkında kendisinden hem bilgi edindim, hem de Risalelerden üç tane teksir edilmiş küçük kitap aldım. Bunlar İman Hakikatları, Nur Aleminin Bir Anahtarı gibi risalelerdi. Bu risaleleri kendisine üniversiteli talebelerin getirdiğini ve isteyenlere vermesini söylediklerini de anlatarak kitapları, sakladığı yerden, yani kütüphanesinin arka yerlerinden çıkarıp bana vermişti. Ben ondan,Üstadın bütün eserlerini soruyor ve istiyordum. Yine aynı günlerde, Ankara'dan Eskişehir üzeri İstanbul'a gideceğimi anlatmam üzerine, bana, Eskişehir'de saatçı iki kardeşin adresini verdi ve onlardan külliyatı elde edebileceğimi söyledi. Bunlar, saatçı iki kardeş, merhum Şükrü ve Muhittin Yürüten isimli çok kıymetli iki Nur

talebesiydi ve ikisi bir dükkânda beraber çalışıyorlardı. Eskişehir'de kendilerini buldum. Nurların tamamını almak için geldiğimi anlatınca beni çok hoş karşıladılar. Ben de doğrusu böyle berrak simalı ve Nur karakterli kimselerin yanında çok duygulandım. Şükrü ve Muhittin kardeşlerden eski ve yeni yazılı olmak üzere ne bulabildimse, hepsi teksir birçok kitap aldım. Bunlardan İnebolu teksiri, iki ciltlik Asâ-yı Musa hâlâ elimdedir. Eskişehir'de bana, Süleymaniye-Kirazlı Mescit Sokağındaki 46 nolu adresi de bildirdiler. İstanbul'a gelince 46'daki Ahmed Aytimur'dan da birçok kitap alıp bavulumu doldurdum. Risaleleri incelemeye başlamıştım. Bilhassa yaz tatilinin uzun günlerinde hiç usanmadan zevkle okuyordum. Askerlik hizmetinden sonra Akşehir'in Atsız köyü öğretmenliğine tayinim yapıldı. Zaten yedek subaylık hizmet süresinin yedi sekiz ayını da orada geçirmiştim. Merhum Bekir Berk de daha önce Akşehir'de avukatlık yapıyordu. Merhumun kendisi ile tanışmamız, Türk Milliyetçiler Derneğinin 1952 yılında Ankara'daki büyük kurultayında olmuştu. Akşehir'de, kader bizi yeniden birleştirmişti. Mesai vakitlerinin dışında hemen her gün bir araya gelir, uzun sohbetler ederdik, yiyip içmemiz dahi çok vakit beraber olurdu. İşte orada iken, yani Atsız köyünde öğretmen iken, bir Cuma sabahı ki, hiç unutmam, 1955 Aralık 31. gündür, evde bir boy abdesti alıp Akşehir'den Eskişehir tarafına

giden bir otobüse atladım ve Emirdağ'a geldim. Bediüzzaman'ı ziyaret edecektim. Akşehir'den hediye olarak bir de lokum kutusu elimde idi. Çarşıda etrafıma bakınıyor ve kimseyi tanımıyordum. Büyük Camiin yakınında, genişçe bir manifatura mağazası ve içinde de başında beresi olan bir şahıs gözüme ilişti. Meğer bu, merhum İbrahim Kantar imiş. Selâm verip dükkâna girdim ve kendisine niçin geldiğimi anlattım. Kantar bana, 'İşte evi' diye dükkânın karşı tarafında eski, basit bir evi gösterdi. Ve Üstadın çok hasta olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini de ilâve etti. 'Ama yine de bir haber edelim, hizmetçisi Konyalı Zübeyir şimdi buralardan geçer, ona söyleriz' dedi. Biraz oturduktan sonra merhum Zübeyir Ağabey geldi. Dükkânda o da bana, Üstadın hasta olduğunu anlatarak, gidip kendisi ile görüşeceğini ve orada benim biraz beklememi söyleyip ayrıldı. Beni heyecan sarmıştı, az sonra Zübeyir Ağabey döndü. Üstadın bana selâm gönderdiğini, 'Benim için, on tane hocadan daha ehemmiyetlidir,' dediğini ifade ile, şimdi halinin müsait olmadığı için görüşemeyeceğini, 'ama ileride inşaallah görüşeceğiz' sözlerini bana nakletti. Ben de; Üstadı görmeden gitmek istemediğimi kendisine ısrarla ve tekrarla ifade ediyordum. Sonra şöyle bir yol buldu, dedi ki: Kardeşim, bugün Cuma, Üstad, her zaman çıkmaz, ama İnşaallah bu Cuma camiye çıkar, sen de orada görmüş olursun.' Ben erkenden abdest alıp, Çarşı Camiinin üst mahfelinde Üstadın geleceği yerin yanına oturdum ve

beklemeye başladım. Camide vaaz veriliyordu, cemaat dolmuştu, tam ezan okunacağı esnada, oturan cemaat birden ayağa kalktı; dönüp baktım, Koca Sultan, o bilinen cübbesi ve sarığı ile ve bütün haşmetiyle camiin üst mahfeline gelmiş ve cemaat da ona hürmeten ayağa kalkmıştı. Yanında Zübeyir Ağabey vardı, o anda gözüm, sanki Yavuz Sultan Selim Hanın canlı misalini görüyor gibiydi. Gelip tam yanıma oturdu. Namazlar kılındı, sonra dışarı çıkan halk, onun geçeceği caddenin iki yanına diziliyordu. Ben de aralarına katıldım. Üstad, sağ eli göğsünde halkı selâmlayarak ağır ağır yürüyüp gitti. Ben de kendisini işte o zaman rahatça seyretme imkânını bulmuş oldum. Böylece, Emirdağ'da daha fazla kalmadan, aynı gün yine otobüsle Akşehir'deki evime döndüm. "Üstadı ziyaretlerim" 1956 senesinden itibaren Üstadı bazen Isparta'da, bazen Emirdağ'da olmak üzere toplam on üç defa ziyaret ettim. Gittiğim her yolculuğu, sekiz oldu, on oldu diye sayardım. Öğretmenliğimi de Akşehir'den, Konya'nın Lâlebahçe ve sonra da Evdereşe okullarına naklettirmiştim. Buralarda iken, bilhassa son iki sene kaldığım Evdereşe'de, Risale-i Nur'a tam dalmış ve Nur Talebeleriyle de irtibata geçmiştim. Her üç dört ayda bir Üstada gidiyor manevi feyizler alıyordum. İlk Isparta seyahatimde Üstadı evinin dış kapısında dışarı çıkma üzere iken görüp elini öptüm. Orada ayak üzeri iken bana, Risale-i Nur'un Berlin üniversitesinde okunduğunu

anlatarak, başımı sıvazladı ve yanındakilere de, beni Hüsrev'e götürmelerini söyledi. Gittik, Hüsrev Ağabey, evinde bana âdeta pırıl pırıl parıldayan bir evliya suretinde göründü. Tahmin ediyorum, iki saat kadar nasihatlarını ve sohbetlerini dinledim ve çok duygulandım. Daha sonraki ziyaretlerimde Üstadı, hep kendi odasında ve karyolası üzerindeki mütevazı yatakta oturmuş görüyordum. Bizlerle konuşurken, baş ucunda bir iki yastık, ayak ve bacak kısımlarını örten temiz bir yorganı göze çarpardı. Kendisini ekser ziyaretlerimde daima neşeli ve tebessüm eder vaziyette gördüm. Hiç asık çehreli ve çatık kaşlı görmedim, sanki hoş ve güzel bir kuş gibi idi. Çokça elini öpmek için yaklaştığımda, hemen şefkatle kucaklar ya alnımdan veya boynumdan öperdi. Şimdi ben burada o mübareğin, müteaddit ziyaretlerimde söylediklerinden ancak aklımda kalabilenlerden bir kısmına işaret etmeye çalışacağım. "Üstaddan dinlediklerim" Kardeşi Abdülmecid Efendi Konya'da oturduğu için, bizi görünce hemen onu sorar ve onun iyilik haberlerini beklerdi. Ben de zaten Abdülmecid Efendi ile tam temasta olduğum için, Üstada gideceğimi önceden Hoca Efendiye söyler, selâmını götürürdüm. Birkaç defa Üstaddan; Abdülmecid'i on beş sene okuttuğunu, şimdi onun gibi bir âlim ne Türkiye'de ne de Mısır'da yoktur, dediğini işittim. İlk ziyaretlerimde; bu acizi de talebeleri içine aldığını ve

dualarına dahil ettiğini tebşir ile, 'Ben talebelerimin yalnız kendilerini değil, onların ana babalarını ve diğer yakınlarını da dualarıma alıyorum' buyurmuştu. Birkaç defa, Said Gecegezen'le beraber gittik. Üstad bizi omuz omuza beraber görünce çok sevinirdi. Bir defasında, Müfessir Mehmet Vehbi'nin, Risale-i Nur'u çok takdir ettiğini söyleyerek, ahfadından olanlar selâm gönderdi. Başka bir vakitte Emirdağ'da, 'Mevleviler, ehl-i dalâlete mütemadiyen tokat vuruyorlar. Konya'da bulunan Mevlevilere selâmımı söyle' demişti. Ayrıca, 'Feyzi'ye selâm ediyorum' diye Feyzi Halıcı'ya da selâm göndermişti. Aynı yıllarda, Mehmed Kayalar'ın hizmetleri çok şaşaalıydı, Üstad da onu çok seviyordu ki, belki üç dört ziyaretlerimde ondan, 'Kahraman Kayalar' diye sitayişle bahsettiğine şahit oldum. Hattâ yanındakilere, 'Getirin Kayaların yazdığı mektubu, okuyun kardeşime' buyurup, 'Kayalar da Konyalı' demişti. Ben, Üstada yapılan bed muamelelerden dolayı Menderes'e hiddetlenip, çokça da tenkidde bulunuyordum. Bir gün Emirdağ'daki odasında Üstad, bana, 'Kardeşim, Menderes bize taraftardır; benimle görüşmek için bana iki mebus gönderdi, fakat ben kabul etmedim' dedi. Öğretmen A. Hamdi Savlı Ispartalı olduğu için, yaz tatili günlerinde Üstadın derslerine devam ediyordu. Ben de ona imrendiğim için bir Isparta ziyaretimde, yaz tatilinden istifade ile bir müddet yanlarında kalmak istediğimi söyledim. Üstad, 'Hayır olmaz' dedi. 'Eğer sen Konya'da

olmasa idin, Hamdi'yi oraya gönderirdim' diyerek kabul etmedi. Gazetelerde Üstada ve Nur talebelerine iftira ve sataşma yazıları çokça neşredilirdi. Benim de bunlara karşı, o zamanın Hür Adam gazetesinde birkaç tane makale şeklinde yazılarım yayınlanmıştı. Herhalde Üstad bunlardan haberdar olmalı ki, bir gün Emirdağ'da, yazılarımın devam edip etmediğini sordu. 'Yazmıyorum' deyince, 'Hayır, yaz, yaz' buyurmuşlardı. Konya'dan bir bayram günü, merhum Dr. Sadullah Nutku, Said Gecegezen, Osman Yıldız ile beraber beş kişilik bir grup halinde, bir taksi ile Emirdağ'a gidip Üstadın odasında kabul edildik. Üstad, yine karyolasında bizlere hitaben, 'Ben bayramlarda kimse ile görüşmüyordum, Isparta'dan da bu sebeple buraya gelmiştim, ama şimdi sizleri, Seydişehir ve havalisi namına kabul ediyorum' demişti. O sıra yine bizlere, yüzüne fazla bakmamamızı ihtarla, nazardan kendisinin rahatsız olduğunu ilâve etmişti. "Hizmetin içindeyim" Üstada ve Nurlara ünsiyetim arttıkça, kendimi hizmetin içinde hissediyordum. Bütün meşgalemi ve faaliyetimi Nur Risalelerini okumaya ve yaymaya sarf etmekte idim. Ankara'da büyük mecmuaların matbaalarda basım işine de başlanmıştı. Sık sık Ankara'ya gidiyor, orada çalışan faal Nur talebeleri ile tanışıp bazen günlerce yanlarında kalarak

hizmete yardımcı oluyordum. Hattâ, Mektubat'ın ilk baskısı yapılırken noktalama işinde bir nebze, merhum Atıf Ural'la beraber çalışmıştım. Zübeyir, Sungur, Ceylan ve Abdullah Yeğin'in hallerini çok beğenir, kendimin de onlar gibi her işi bırakarak, bütün varlığımla Risale-i Nur'la çalışmayı arzuluyordum. Nurun daktilo yazıcısı hava binbaşı Merhum Hayri Beyi, bütün malzemesi ile birlikte bir gün gizlice Evdereşe'ye götürdüm, oturduğum lojmanın bir odasını da kendisine tahsis ettim. Orada birkaç ay çalışarak, büyük Tarihçe-i Hayat'ın eski yazılı parçalarını daktilo ile yeni yazıya çevirdi. Ben de noktalama işlerini yaptım, sonra hazırlanan kısımları parçalar halinde Ankara'ya ulaştırdık. "Ben çoktan beri bir Mustafa bekliyordum" Zannediyorum, 1958 senesi idi. Üstadı ziyaret için Isparta'ya gitmiştim. Üstad, o sırada hizmetçilerin hepsi Ankara'da hapis oldukları için, evinde yalnız kalmıştı. Gerçi evin sofası ile öteki odalarında Mustafa Gül Ağabeyle, Küçük Ali Ağabey de gözüme ilişmişlerdi. Fakat onlar , ziyaretim esnasında Üstadın odasında bulunmadıkları için ben, Üstadla baş başa kalmıştım. Bana, yanındaki yardımcı ve hizmetçilerini hapse koymaktaki maksadın, 'kendisini yalnız bırakarak müşkül bir vaziyete sokmak' olduğunu anlattı. Ayrılmak için ben ayağa kalkınca, Üstad da kalktı, bu hiç görmediğim bir haldi, benimle beraber odasının kapısına kadar beraber geldi, orada bana şöyle dediğini hiç unutamam: 'Ben

çoktan beri bir Mustafa bekliyordum, meğer o Mustafa senmişsin.' "Risale-i Nura mani olan Valiye Üstadın selâmı" 1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere, Nurların camilerde okunmasına başlanmıştı. Bizler de Konya'da aynı hareketin içine girdik. Fakat, Vali Cemil Keleşoğlu, bizlere, camilerde böyle aşikâre okutturmamak için, polis kanalından olanca gücü ile her türlü baskı ve tazyikatı icra etmekteydi. Çok tahkir ve hakaretlere maruz kalırdık. Hattâ bir kısım arkadaşlarımız da, bu sebeplerle karakollarda defalarca dövülüp tartaklanmıştır. Buna rağmen hiçbirimizde ne korku, ne de bir yılgınlık eseri görülmemiştir. Dr. Sadullah Nutku, bu hengâmede Üstadın ziyaretine gitmişti. Üstad, Nutku'ya, 'Madem ki Konya gibi dindar bir şehrin valisidir, o valiye selâm veriyorum' diye, Keleşoğlu'na selâm göndermişti. Sadullah Bey, 'Ben, böyle bir adama bu selâmı nasıl söyleyebilirim' endişesi ile biraz tereddütten sonra, bizlerin de ısrarı ile, Valinin makam odasına girdi ve selâmı tebliğ etti. Vali Bey, hiçbir şey demeden sadece Sadullah Nutku'nun yüzüne bakmakla yetinmiş. Bunu Sadullah Bey, yanından çıktıktan sonra bize anlattı. "Öğretmenlikten istifa, hizmette istihdam" Ben de, öğretmenlikten ayrılarak, kendimi tamamıyla Nur hizmetine vermek düşüncesine kapılmıştım. Arkadaşlarımın bir kısmı buna taraftar değillerdi. Bir gün,

valilikten bana resmi bir yazı geldi, yazıda bir husus için makama gelmem isteniyordu. Belirtilen günde Vali Beyin makam odasına girdim. Merhum Cemil Bey, biraz asabi ve hiddetli idi. Bana, hangi hakla camilerde risale okuduğumu ve maksadımın ne olduğunu sordu. Kendimiz için okuduğumuzu ve arzu edenlerin de istifadesinden başka bir maksadımız olmadığını ifade edince, Vali Bey daha da öfkelendi; 'Ey arkadaş, bütün kuvvetimle peşindeyim... Anladın mı?' dedi ve çıkmamı söyledi. Bir müddet sonra da bana, Abdurreşit (Evdereşe) okulundaki vazifemden, Yunak kazasına bağlı Honamlı Köyü Okulu öğretmenliğine naklen tayin edildiğime dair kararname tebliğ edildi. Buna, 'İstifam için iyi bir sebeptir' diye sevindim. Fakat, yine arkadaşlarımdan bir kısmı, 'Üstada danışmadan istifa etme' diyorlardı. Ben kesin kararlı olduğum halde, arkadaşlarımı kırmamak için Said Gecegezen'le Isparta'ya gittik. Az önce Üstadın Emirdağ'a hareket ettiğini söylediler; hemen arkasından bir kamyonla biz de yola koyulduk ve Emirdağ'a ulaştık. Üstadın evinde Zübeyir Ağabey'le karşılaştık, yanında başka kimse yoktu. Vaziyeti kendisine anlattık. O da bizlere gülerek, Üstadın biraz önce Eskişehir'e gittiğini, ayrılırken de kendisine, 'Benim misafirlerim gelecek, benim yerime onlarla konuşasın diye seni bırakıyorum' dediğini anlattı. Bize yemek hazırladı, uzun uzadıya konuşup, ta akşam vakitlerine kadar hoş sohbetler ettik. Hem anladık ki, Üstad, kimsenin dünyevi işlerine karışmak istemiyordu.

"Üstada rüyalarımı tabir ettiriyordum" 12 Ekim 1959 tarihli istifa dilekçemi valilik makamına verdim. Dilekçenin bir suretini de, o zaman İmam Hatip talebesi olan Ahmet Gümüş'le Üstada gönderdim. Üstad, dilekçeyi yanındakilere okutur ve 'Aferin zaten Konya'ya öyle bir kahraman lâzımdı' diye iltifatta bulunur. Böyle olduğunu, yanındaki hizmetkârları, o vakit, 'İstifanamenizi Üstadımıza okuduk, Üstadımız da böyle dedi' diye bana bir mektupla bildirmişlerdi. Evdereşe'deki çalışmalarımız çok feyizli geçmişti. Orada iken gördüğüm rüyaları dahi Üstada yazar, tabirlerini isterdim. Üstad da kısa cevapları ile hayra yorardı. Bunlardan, o vakitlerde dokuz yaşında bulunan masum küçük kızım Ayşe'nin bir Ramazan sabahı gördüğü rüya ise çok manidardı. Onu da Üstada yazmıştım. Ayşe'nin rüyasında, Üstadla Peygamber Efendimiz beraber olarak bizim eve gelmişler, Ayşe'nin vasıtasıyla büyük ve küçük olmak üzere, iki nevi yazılı kâğıtları dağıtmamız için bizlere göndermişlerdi. Üstad, bu rüyaya karşı, 'İnşaallah o Ayşe dahi, aynen Said'in haremi gibi imana hizmet edecek' buyurmuştu. İşte o Ayşe şimdi, el'an yirmi seneden beri, Kur'an Kursu hocası olarak hizmette olup talebe yetiştirmektedir. Hem, rüyanın bir diğer kısmının da tabiri, aynen çıkmış, Üstad, birkaç ay sonra evimize teşrif buyurmuşlardı. "Abdülmecid Efendi ile görüşmelerim" İstifadan sonra, öğretmen lojmanını boşaltmış, Said Gecegezen'in maddi yardım ve desteğiyle şehir

merkezinde güzel bir evi kira ile tutup taşınmıştım. Bütün çalışmalaramız, kardeşler arasında güzel bir âhenk ve tenasüt içerisinde devam ediyordu. Üstad dahi yanına gelenlere çokça Konya'dan sitayişle bahsedermiş. Yeni evime Abdülmecid Efeninin bir defa teşrif ettiklerini hatırlıyorum. Fakat ben kendilerini evlerinde fazlaca ziyaret ederdim. Konya'dan Isparta'ya, Üstada gittiğini de çok sonra öğrendim. Bir sohbetlerinde, Üstadın kendisine, 'Abdülmecid, merak etme, ömrün uzundur. Ben kaç sene yaşarsam sen de tam benim kadar yaşayacaksın' dediğini neşe ile anlatır, Hazret, 'daha ömrüm çok' diye ilâve ederdi. Hakikaten mukadderat da öyle teclli etti. Üstad 1293 doğumlu olarak 1960 yılında vefat etti. Abdülmecid Efendi de yine Rume 1300 doğumlu ve 7 yaş farkı ile, milâdi 1967 senesinde Üstaddan tam yedi sene sonra vefat etti. Bir defa kendisine, ilk İstanbul seyahatinde Üstadın yanında olup olmadığını sordum. 'Evet, yanında beraber idim' dedi. Van'dan karayolu ile Trabzon'a, oradan da denizyolu ile İstanbul'a geldiklerini ve uğradıkları her yerde kendilerini valilerin, paşaların misafir ettiklerini söylemişti. Üstad, Abdülmecid'e Kamus-u Okyanus kitabını uzatır. 'Aç bir yerini Abdülmecid' der. Sonra kitabı Üstad eline alıp açılan sahifeye bir göz atar, tekrar kitabı takip etmesi için Abdülmecid'e verir ve takib ettirir. Abdülmecid, 'Açılan yerin sanki fotoğrafını almış gibi, bütün sahifeyi noksansız olarak takır takır ezberden okudu ve hiçbir yerinde de yanılmadı' diye hayretle anlatmıştı.

"Son Ankara, Konya ve İstanbul ziyaretleri" Üstad, ömrünün son ayları içerisinde bu üç şehre âni ziyaretler yaptı. Sonra anlaşıldı ki, bunlar aslında birer veda ziyaretiymiş. İlk ziyareti, Ankara'ya 1959 senesi Kasım ayının son gününde vuku buldu. Bunu o günlerin gazeteleri yazdı, bizler de okuduk. Fakat bu hal, o zamana kadar 30-40 seneden beri dışarı çıkmamış veya çıkartılmamış bir şahıs hakkında yeni yaygaralara da vesile oldu. "Üstadın Konya'ya gelişi" Bizler, Üstadın Konya'ya geleceğini bir gün önceden haber almıştık. Üstad, 9 Aralık 1959 Çarşamba günü öğleye yakın Mevlâna Türbesine gelecekti. Bu haber ağızdan ağıza yayılınca aynı gün Sultan Selim Camii ile Türbe civarı, sabah erken saatlerden itibaren dolup taşmaya başladı. Polisler de, meydanı muhafazaya alınca, gelip geçenlerin dikkatlerini celbediyor ve alan, daha da kalabalıklaşıyordu. Öğle ezanları okunmaya başladı; Üstad daha gelmemişti. Namaz için camiye girildi, namazlar kılındı, camiden çıktık. Fakat ne görmeliydi ki, manzara çok hazin ve dehşetli. Sanki Konya'nın umum zabıta kuvveti orada vazifelenmiş, Türbe meydanını çepeçevre saran atlı veya yaya polisler, camiden çıkanlarla, cadde ve sokaklardan geçenleri itekleyip kakıştırarak etrafa dağıtıyorlardı. Üstadın taksisi, cami kapısının yakınındaki asfalt caddenin kenarında tam Türbe kapısının karşısına gelen bir yerde durmuştu. Bir müddet oradaki ahali,

meydanda duran Üstadın arabası ile, haşin tavırları içindeki polislerin hareketlerine seyirci oldu. Koca Sultan, arabanın içinde idi, onu kimse ile görüştürmek istemiyorlar ve yanına da yaklaştırmıyorlardı. Halbuki öz kardeşi Abdülmecid'in evi bile, meydana muttasıl ve çok yakın bir yerde idi. Dikkat ediyorum, bütün bu sert tavırlı kovalamacalara rağmen, oradaki ahali katiyyen dağılıp gitmiyor, aksine, kadın erkek, herkesin gözü ve dikkati, nasıl olsa da, Bediüzzaman'ı bir görebilsem noktasında toplanıyordu. Bu hengâme içerisinde, Üstad arabasından indi, namazını kılmak için, camiye, batı kapısından girdi. Namazdan sonra camiden çıkıp Türbeye girdi ve Hz. Mevlâna'yı ziyaret etti. Ziyareti müteakip yine otomobiline bindi ve o yorgun hali ile ve hiçbir kimse ile görüştürülmeden, geldiği yere, yani Isparta'ya dönmek zorunda bırakıldı. Ve Üstad da, halkın şaşkın bakışları karşısında ve yine bir zabıta ekibi refakati ile, sokaklara dolup taşan insan kalabalıkları arasından sükûnetle, sessiz, sedasız geçip gitti. "Üstadın Konya'ya ikinci gelişi" O hüzünlü 9 Aralık ziyaretinden dolayı hepimiz fevkalâde müteessir ve derin bir ıztırap içindeydik. Bir gün Sadullah Beyin muayenehanesine uğradım. Oradaki sohbet ve istişaremizde, Üstadı, tekrar teşrifi için, Konya'ya davet etmeye karar verdik ve o anda hemen bir davetiye mektubu yazdık, mektubu Hasan Nevruz'la Isparta'ya gönderdik. Nevruz, ziyaretten döndü, Üstadın davete karşı,

'On gün sonra geleceğim' dediğini bizlere nakletti. Artık dünyalar bizimdi, sevincimize payan yoktu. Hem de Üstadın bundan sonraki âhir ömrünü Konya'da geçirmesini arzu ediyorduk. Bir taraftan da, camilerde Risaleleri okuma faaliyeti devam etmekteydi. Üstadın gelip oturacağı yer olarak, benim kalmakta olduğum güzel evi, kardeşlerle tensib edip, tefrişine başladık; köşedeki büyük odayı, aynen Isparta'daki kendi odasının tarzında, hattâ ondan daha parlak bir şekilde döşedik. Ben de, yine bu eve yakın bulunan başka bir evi 110 lira aylıkla kiralamıştım ki, Üstad gelince ben oraya taşınacaktım. Hasan Nevruz, ziyaretten birkaç gün sonra, camide kitap okumaktan tevkif edilip hapse düştü. Av. Bekir Berk de, tevkife itiraz için gelmiş, Rifat Filizer'in muhasebe bürosunda Said Gecegezen de yanımızda olmak üzere beraber çalışıyorduk. Vakit, ikindi raddeleri idi ki, birden bire, Üstadın Konya'ya teşrif randevusunun tam onuncu gününde olduğumuzu hatırladım. Üstad o sıra İstanbul'dan Ankara'ya gelmişti. Hemen, haber var mı, diye Halıcı Sabri Amca'nın dükkânına koştum, orada oğlu Feyzi vardı, 'Ankara'dan saat 11'de hareket etmişler' dedi. Tekrar muhasebe bürosuna koştum, çabukça aramızda iş bölümü yaptık. Çünkü vakit geçmek üzere olduğundan acele etmek lâzım geliyordu. Gecegezen, Üstadı karşılamak üzere bir taksiye atlayıp Ankara yoluna çıktı. Ben de önceden hazırladığımız evime gittim. Rıfat'la Bekir Berk de orada, yani büroda kaldılar. Günlerden 5 Ocak 1960 Salı, ikindiden biraz sonra idi,

hava çok yumuşak, hafif, ince bir yağmur çiseliyordu. Eve varınca, Üstadın hemen gelmek üzere olduğunu çocuklara söyledim. Evde benim ailemle beraber temizlik ve tertip çalışmalarında canla başla gayrette bulunan Mustafa Amcanın refikası Fatma Hanım Teyze de vardı. Zaten Teyze Hanım, bizim evin annesi gibi günlerden beri, Üstadı beklemekteydi. Bu yoğun hazırlık çalışmalarımızdan haberdar olmalılar ki, 29 Aralık 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, 'Said Nursi Konya'ya mı taşınıyor?' başlıklı bir manşet haberle, başka bir gazetede de, 'Nurcular, Konya'da Said Nursi için biri Meram'da, biri de Türbe civarında olmak üzere iki köşk hazırlıyorlar' başlıklı haberler neşredilmişti. Ben eve vardıktan 8-10 dakika sonra Üstadın arabası, kapımızın önüne gelip durdu, yanlarında Said Gecegezen yoktu, meğer Said daha yola çıkmadan onlar şehre girmişler, fakat evin yerini bilemedikleri için, şehirde biraz dolaştıktan sonra Said'in yağ dükkânına varmışlar, oradan babası Mehmet Ali Amcayı alarak gelebilmişler. Polis cipi de, sokağımızın az ilerisinde, birkaç tane polisle, adeta Üstadın muhafızları gibi durup park etmişti. Ortalıkta bir sükûnet ve hattâ sevinç vardı, o eski bed ve sert muamelelerden artık hiçbir eser görülmüyordu. Üstad, tebessümle otomobilinden indi, çok keyifli olduğu, halinden anlaşılıyordu. Bir koltuğunda ben, diğer koltuğunda da Zübeyir Ağabey olmak üzere, kendisini evin merdivenlerinden çıkararak, çok güzel şekilde temizlenip döşenerek hazırlanan odasına götürdük.

"Ben kendi irademle hareket etmiyorum" Kapıdan girerken, iki cephesi de açık köşe odayı görünce, 'Maşaallah, Barekallah, gazetelerin yazdığı kadar varmış' dedi. Odada sanki gençleşmiş ve delikanlı gibi olmuştu, çok neşeli ve hareketliydi. Az sonra, Sadullah Beyle Sabri Amca da geldiler. Sadullah Bey, karakolda polisler tarafından biraz tartaklanıp tahkir edildiği için, üzgün ve durgun görünüyordu. Ayakta iken Üstad, gülerek Sadullah Beye döndü ve 'Ne üzülüyorsun yahu, bu kaç paralık şeydir? Böyle hallerde beni hatırla, başıma gelenleri düşün' diyerek teselli etti. Bizlere de müjde getirdiğini, Risale-i Nur'un, dünyaya yayılmakta olduğunu, yine ayakta ve çok sevinçli halde ifade ediyor, hatta Ankara'da bir İngiliz gazetecisinin kendisine müracaatla, kabul ederse, haberlerini, memleketindeki gazetesine ulaştırmak için yanında gezmek istediğini, fakat kendisinin bu teklifi kabul etmediğini anlatarak, şimdi dünyanın, Risale-i Nur ile alâkadar olmaya başladığına işaret ediyordu. Bu ayak üzeri verdiği müjdeleri müteakip, karyolasına yöneldi. 'Üstadım, ben yardımcı olayım' dedimse de hiç ehemmiyet vermedi, bir delikanlı gibi hemen atlayıp, karyoladaki örtülü yatağın üzerine oturdu ve oradan konuşmaya başladı. Beni de muhatap etmek için kendisine en yakın bir yeri göstererek oraya oturmamı istemişti; ben ise, oraya, Zübeyir Ağabeyin oturması münasiptir diye, tereddüt gösteriyordum. Bunun üzerine, biraz sertçe,

'Zübeyir dışarılara baksın. Otur' dedi ve beni yakınına oturttu. Zübeyir Ağabey de etrafla alâkalanmaya koyuldu. Sadullah Beye, kendi başındaki sarığın, sıhhi cihetten de bağlanmasının zaruretine dair bir rapor yazdırdı. Sabri Amcaya hitaben birkaç söz söyledi. Bir ara ben, şimdi hatırlayamadığım bir sebeple Üstadın yanından ayrılıp sofaya çıkmıştım. Şoförü Hüsnü, öteki odada ikindi namazı için hazırlık yapmaktaydı. Çok kısa bir aradan sonra, Üstadın ayrılmak üzere ayağa kalktığını bana duyurdular. Hemen yanlarına gittim, Üstad, ayakta ve hareket halinde idi. Şaşırıp kaldım, güya kadınlar çaydanlığı falan ateşe koymuşlar, çay ikram edecektik. Nazlanmaya başladım; 'Olur mu Üstadım, henüz bir istirahat etmiş değilsiniz, nasıl ayrılırsınız?' gibi beyanlarımla, 'Gitmeyin Üstadım' diye ısrar ediyordum. Benim ısrarlarıma karşı şöyle dediği halâ kulaklarımda çınlar, 'Kardeşim, ben kendi irademle hareket etmiyorum.' Bu cümleyi işitince, bir kelime de olsa söyleyemez oldum ve ısrardan vazgeçtim. Akşama yarım saat kadar bir vakit ancak kalmıştı ki Üstad, henüz ikindi namazını da kılmadığı halde hareketinde acele ediyordu. Yine bir koltuğunda ben, diğerinde Zübeyir Ağabeyle beraber, merdivenlerden aşağıdaki antreye indik. Evde bulunan diğer ağabeylerle, Fatma Teyze ve refikam Güleser ve küçük kızlarım da indiler. Orada Üstad, kısa bir fasılayla ayakta durup, o küçük topluluğa şu sözleri ile veda etti. 'Bu evi hem kendi evim, hem medresem, hem de kendi dershanem olarak kabul ediyorum' dedi. Bu hitabı

müteakip, hanımlar, cübbesinin kol tarafını, erkekler de elini öptüler, orada yeniden hepimize duacı oldu. "Üstad Konya'da kardeşi ile görüşmedi" İşte, böylece evimizin bir buçuk saat kadar şeref misafiri olduktan sonra otomobiline bindi. Kendileri arka koltukta yalnız halde, Zübeyir Ağabeyle ben de, ön koltuktaki şoför mahalline oturmuştuk. Direksiyonda Hüsnü vardı, evden ayrıldık, az sonra Abdülmecid'in, Türbenin çok yakınında bulunan evinin kapısı önüne geldik. Üstad, otomobilin içinde oturmakta iken, Hüsnü kapıyı açıp, evi haberdar etti. Fakat ne yazık ki, Abdülmecid Efendi evde yoktu. Yeni Öğretmen olmuş olan genç kızı Saadet Hanım, merdivenlerden koşarak gelip otomobilin açılan arka kapısından, Amcası Üstadın kollarına kendini atarcasına, amcasının elbisesine de olsa sarıldı. Üstad da, geniş pardesülü kolunu Saadet Hanıma uzattı ve onun, yüzünü gözünü rahatça sürüp okşamasına imkân bahşetti. Bu an, genç Saadet Hanım için belki en saadetli bir andı, ama ne çare ki, Abdülmecid evde olmadığı için, Üstad, öz kardeşi ile görüşmekten yine mahrum kalıyordu. Evet; Üstad, bundan önceki ilk ziyaretinde hükümet marifetiyle Konya'da hiç kimse ile görüştürülmediği gibi, bu defa da evine kadar geldiği halde bir su-i talih eseri olarak çok sevdiği Abdülmecid'le yine görüşemedi. Gerçi, Şâhitler'in Dilinden arkadaşımız, Üstadla beraber Abdülmecid'in evinde namaz kılıp, kahvaltı yaptıklarını söylemişlerse de, bunların gerçekle

hiç alâkası yoktur. Belki bunlar bazı gazetelerin uydurma haberlerinden kaynaklanan şayialar ve yanlışlıklar olabilir. "Yanlış bilgiler" Meselâ; o günlerin 20 Aralık 1959 Pazar tarihli Cumhuriyet gazetesinde, '..Said Nursi, son yirmi gün içinde şehrimize (Konya) üç defa gelmiştir... Ziyaretlerin sonuncusu bu sabah saat dörtte vuku bulmuş... Kardeşi Abdülmecid ve tüccardan Said Gecegezen'i ziyaret ettikten sonra sabah namazını kılmış ve derhal Ankara'ya dönmüştür' diye yazılan şu sözde haberin gerçekle ne uzaktan ve ne de yakından hiç bir alâkası yoktur. Haber tamamiyle yalan ve uydurmadır. Zaten böyle bir haber, Cumhuriyet'ten gayri, o tarihlerde yayınlanan diğer gazetelerin hiçbirinde çıkmamıştır. Meseleyi, Üstadın görüşüp görüşemediğini, Hüsnü Bayram'dan sordum. 'Hayır, görüşmeleri kısmet olmadı' dedi. İşte şimdi uydurmalar, maatteessüf herhangi bir inceleme ve tahkike tabi tutulmadan, Necmeddin Şahiner'in ve Abdülkadir Badıllı'nın yazdığı tarihçe kitaplarına da aynen yansımış, böylece, bilinmeyerek olsa bir yanlışlıklar halkası meydana gelmiştir. Yine Badıllı ile Şahiner'in kitaplarında Üstadın, Konya'yı, 19 Aralık 1959 Pazar, üç defa ziyaret ettiği yazılmış ise de, bunun üçü de yanlış ve gerçek dışıdır. Evvelâ, Üstad Konya'ya üç değil iki defa gelmiştir. Burada 19 Aralık'la 20 Aralık diye karıştırılarak gösterilen bir fazlalık, sırf Cumhuriyet gazetesinin o günlerdeki hayal

mahsülünden başka bir şey değildir. Bu tarihlerde Üstadın Konya ziyareti diye bir hadise katiyyen mevcut değildir. Öteki tarihler ise, yukarıda da tafsilatıyla anlattığımız gibi, birincisi ve çok hüzünlü olanı, 19 Aralık 1959 Çarşamba gönündedir ki, bu iki arkadaşımız, Üstad da o günün acı hatırası için Konya dönüşünden sonra Afyon şekvasına zeyl olsun diye bir lâhika mektubu yazdığı halde, bunu kitaplarında lâyıkı ile aksettirmediler. İkinci ziyaret ise; yine yukarıda anlattığımız gibi, vâki davetimiz üzerine Üstadın, 5 Ocak 1960 Salı günü, ikindi üzeri Konya'ya teşrifleridir. Bu hâdise de, kitaplar da yine bir sehiv hatası olarak 6 Ocak 1960 diye kaydedilmiştir. Mâlum olduğu üzere, herhangi bir vak'a, gazetelerin ancak bir gün sonraki nüshalarında neşredilebilmektedir. İşte bu küçük sehiv de, böylece bu sebepten kaynaklanmış oluyor. Şimdi yeniden dönüyoruz Abdülmecid'in evine. Genç Saadet Hanım kardeşimiz, kafî derecede, Üstadı, cübbesi üzerinden hasretle kucaklayıp öptükten sonra, ona ve o eve veda edilerek otomobilin kapısı kapatılıp hareket edildi. Zaten şoför Hüsnü'den gayri hiçbirimiz arabadan inmemiştik. İstanbul caddesinden Emirdağ istikametine doğru gidiliyordu. Şehrin kenar semtine gelince otomobil durdu ve artık orada bana inmem ihtar edildi. İndim, hemen. Üstadın oturmakta olduğu koltuğa açılan arabanın arka kapısını açarak Üstada hitaben; 'Üstadım, o ev sizindir ve size tahsis edilmiştir. Ben kira ile başka bir ev tuttum, hemen oraya taşınıyorum. Sizin gelmenizi bekleyeceğiz' dedim. Üstad; 'Hayır olmaz, sen orada otur,

çıkma?' buyurdu. Ben oradan mahzun vaziyette evime döndüm. Sonra, kendisini takip eden polislerden işittik ki, yolları üzerinde ilk rastladıkları bir petrol istasyonunda akşam olmak üzere iken ikindi namazını eda etmiştir.. "Camide Risale-i Nur okuduğumuz için hapse konduk" Aylardan beri camilerde okumakta olduğumuz Nur derslerinden Üstad haberdar idi. Fakat, Konya'daki bu faaliyetimiz, valiliğin çok yanlış ve menfi tutumu yüzünden etrafa yanlış aksettirilmiş, başta polis dairesi olmak üzere, kardeşlerimize, karakollarda gayr-i kanuni, çok feci ve çirkin işkenceler tevessül edilmiş, devrin Demokrat mebuslarından birkaç tanesini bile maalesef iğfal ile, üzerimize saldırtmaya kadar varmışlardı. Bizler de bu hallere şevkle dayanıyor, hiç yılgınlık göstermeden cami derslerimize devam ediyorduk. İşte Üstad da, böyle bir hengâmede Konya'ya teşrif eylemiş, fakat bir buçuk saat gibi, çok kısa bir sohbetten sonra, ani olarak, 'Ben kendi irademle hareket etmiyorum' diyerek ayrılıp gitmişti. Yine sabah namazı için kalkıp hazırlandım, İhlâs Risalesi isimli küçük kitabı da cebime koyup, Kapı Camiine geldim. Geçtiğimiz gecenin öncesinde yanımızda olan Üstad, şimdi artık yanımızda değil; bizler de, ondan bir gece sonrasının sabahında yani 1960 senesinin 6 Ocak Çarşamba gününün sabah namazı vaktinde camide idik. O sabah, camide ve etrafında, o vakte kadar belki de hiç görülmemiş bir manzara ile karşı karşıya idik.

Sivil ve resmi olarak kalabalık bir polis ekibi caminin içine dağıtılmıştı. Namaz kılındı, cemaat dağılırken, benim 8-10 kişi, önümü keserek; 'Arkadaş, bu defa okuyamazsın, okutmayacağız...' gibi sert ihtarlar yaptılar. Ben de; 'Hayır... Biz okuruz, siz de vazifenizi yaparsınız' diyerek, hızla aralarından geçip, minberin yan tarafına, her zaman olduğu gibi, arkadaşlarımızla beraber oturduk. Ben cebimdeki İhlâs Risalesi'ni çıkarıp okumaya başladım. Bu sefer polisler, işi uzatmaya hiç imkân vermeden, biz beş arkadaşı, o şafak vaktinde, hükümet konağındaki emniyet dairesine götürdüler. Bu beş kişi benimle birlikte, merhum Dr. Sadullah Nutku, merhum Osman Yıldız, Hasan Helvacılar ve Mazhar İyidöner'den ibaretti. Emniyet ve adliye dairelerindeki uzun ifade ve sorgulamaları müteakip aynı gün, yani 6 Ocak 1960 Çarşamba, ikindi vakti sıralarında mevkufen, hapishaneye gönderildik. Mazhar'la beni, onuncu koğuşa, öteki arkadaşlarımızı da altıncı koğuşa verdiler. Böylece, bir gün önce aramızda olan Üstadın, ani olarak birdenbire kalkıp gitmesinin izahı, bu olayların zuhuru ile daha da açığa çıkmış oluyordu. Sanki Üstad, bu vak'aları bir gün öncesinden aynen görüp anlamıştı da, o sebepten ayrılıp gitmişti. "Hapishanede kalmak için yarış halindeydik" Bizlerin birkaç gün önce hapsedilen Hasan Nevruz da 9.koğuşta idi. İki hafta sonra, üç arkadaşımızı daha, Said Gecegezen, Hasan İlkbahar ve Hüsmen Duran'ı evlerinden toplayarak yanımıza getirdiler. Böylece, hapishanede

dokuz kişilik bir ekip teşekkül etmiş oldu. Orada neşemiz ve moralimiz çok yüksekti, koğuşlardaki hapis arkadaşlarımızla iyi anlaşıp, kaynaşabiliyorduk. Onları her bakımdan teselli ediyor, beraberce her gün risaleleri okuyor, namazlarımızı cemaatle kılıyorduk. Yaşlı, genç birçok kişi namaza başladı ve Nur Talebesi oldu. Koca Konya Hapishanesi, adetâ büyük bir Nur dershanesi haline dönüşmüştü. İçimizde, düştüğünden müteessir hiç kimse yoktu; hepimiz iman hizmetinin bu defa hapishanede olduğu kanaatini taşıyorduk. Bir gün, Ereğlili Ali Tayyar, Üstadı ziyaret için Emirdağ'a giderken yanımıza uğradı. Bizler de, o arkadaşımıza, 'Üstadın bizim için üzülecek bir şey olmadığından bahisle, selâmlarımızı götürmesini ve dua buyurmasını' tembihlemiştik. Ali, ziyaretten dönüşte tekrar yanımıza geldi. Üstadın hepimize, ayrı ayrı selâm ettiğini, kimlerin ve kaç kişinin hapiste olduğunu sorup öğrenmesi üzerine de, 'Çok olmuş, bir kişi olsa kâfi idi, haydi sıkılmasın diye yanına bir daha olsun...' dediğini ifade ile, 'Benim sıhhatim müsait olsa idi, şimdi, Konya Hapishanesinde bir sene kalmaya razı olurdum' diye ilâvede bulunduğunu bizlere nakletti. Artık, sevincimize payan yoktu, bu haber üzerine şevkten dolup taşıyorduk. Hapis müddetinin bir sene olacağı yorumu ile, fakat, bu bir senelik zaman iki kişi üzerinde kalacağı düşüncesiyle, her birimiz o bir senelik hapse can-ı gönülden sahip çıkıyor ve hattâ yarış ediyorduk. "Hapsimizin dört veya beşinci günlerinde, Üstadın, Ankara'ya yönelik seyahatinde resmen yolunun kesilmek

suretiyle şehre sokulmadığını, geri çevrilerek, Gölbaşı'ndan Emirdağ'a gönderildiğini, radyo ve gazetelerden gözlerimiz yaşararak öğrendik. Ağır Cezadaki duruşmalarımız da başlamıştı. Heyetteki reis, benim dışımdaki arkadaşların tahliyesi ile, benim tutukluluğumun devamına karar verilmesini istiyor, fakat yanımda bulunan iki hanım üye, bunu kabul etmedikleri için mahkemelerimiz ve hapsimiz uzayıp gidiyordu. O günlerin basın yayını da hep, Bediüzzaman ve talebeleri ile meşguldü. Âdeta bunun dışında başka günlük mesele yok gibiydi. Konya'nın malûm bir valisi, kalkıp gazetelere, 'Bunların kökünü kazıyacağız!' şeklinde beyanatlar verebiliyordu. Böyle bir kargaşada, baştaki iktidar ise şaşkın ve kararsızdı. Üstad, belki de bunları, Ankara'ya kadar giderek uyarmak ve ikazlarda bulunmak için çabalıyordu, ama karşısında, maatteessüf korkak, pısırık insanlardan başka, ciddi muhataplar bulamıyordu. Hem, belki de bu son seyahatlerinde, arka arkaya gelen yolculuklarındaki sıklaşmanın ve hatta aceleliğinin bir hikmeti de, dar-ı bekâya kavuşmasının alâmetleri gibi görünüyordu. "En acı haber" "Ramazan ayına girilmişti. Oruçlarımızı tutuyor, teravih namazlarımızı koğuşlarda cemaatle kılıyorduk. Leyle-i Kadire yakın, Martın 24. günü sabahı bir radyo haberi, ortalıkta bomba gibi patladı. Haberde, Üstadın Urfa'da vefat ettiğini bildiriyordu. Şoke olmuş ve hiç beklemediğimiz bu acı haberden şaşkına dönmüştük. Önce

inanamadık, sonra bakıp gördük ki, havadis maalesef gerçek. Ah-ı vah ederek, ağlayıp sızladık, Yasinler ve hatimlerle mübarek Üstadımıza manevi hediyelerimizi ulaştırmaya çalıştık. Hapiste oluğumuz için böylesine bir sarsıntı, bizi daha ziyade sarsıp dağidar ediyordu. Çünkü, etrafla haberleşmek için hiçbir imkâna mâlik değildik. Hem, onun son yolculuğunda, üzerimize düşen vazifeleri ifa etmekten de mahrum bulunuyorduk. İşte, muhitimiz böyle dört duvar arasından ibaret olduğu için, sıkıntımız, daha da şiddetini artırarak devam ediyordu. Üstadın vefatı zamanında hapiste olan, Konya'da bizlerden başka, bir de Ankara Hapishanesinde yalnızca Said Özdemir vardı. Türkiye'nin diğer yerlerinde, hiçbir Nur talebesi hapiste değildi. Bizden başka herkes, Urfa'daki büyük cenaze merasimine serbestçe koşabilmekteydi. Bu haller içindeyken bir yandan da mahkemelerimiz devam ediyordu. Benim mevkufiyetimin devamı ile, diğer arkadaşlarımın tahliyesine kuvvetli ihtimal ile bakılmakta iken, tam aksine 17 Mayıs'taki bir duruşmamızda, Said Gecegezen'le Hüsmen Duran'ın dışında hepimiz tahliye edildik. Biz hapiste tam dört ay, dört gün kalmıştık. Artık, Büyük Üstadın çok önceden işaret ettiği bir senelik müddeti tamamlamak üzere orada Hüsmen'le Gecegezen kalmışlardı. Hakikaten, onların da, sonradan bir yıllık zamanı ikmal etmeleri üzerine, tahliye edildiklerine hep beraber şahit olduk. Ve Koca Üstadın, hâdiselere ne derece şümullü bir ihata ile muttali olduğuna taaccüple hayran kaldık. Ve Cenab-ı Hakkın, bizleri öyle bir Üstada bağladığına nâmütenahi şükrettik... Tahliyeden sonraki

dört beş sene içerisinde, çıkardığım mecmualar münasebetiyle, üç defa daha Konya Hapishanesinde yatıp çıktım. Fakat ben, mevzuyu şimdi burada bağlamak istediğim için, daha fazla teferruata girmek istemiyorum ve bu kadarlıkla iktifa ediyorum."

ŞERİFE KANTAR Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ'a geldiği zamanlarda, ben yeni gelin sayılırdım. Biz Üstada gereği kadar hizmet edemedik. Büyüklüğünü takdir edemedik. Evimizin önünden geçerken çok kez görürdüm. Çok kez çamaşırlarını yıkamıştım. "Büyüklüğünü takdir edemedik" Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ'a geldiği zamanlarda, ben yeni gelin sayılırdım. Biz Üstada gereği kadar hizmet edemedik. Büyüklüğünü takdir edemedik. Evimizin önünden geçerken çok kez görürdüm. Çok kez çamaşırlarını yıkamıştım. "Üstad, gömleği kabul etmedi" Beyim İbrahim Kantar o zamanlarda kasaptı. Üstadın yanına ve hizmetine gider, gelirdi. Beyim bazen gece yarılarına kadar Risale yazardı. Bunlar Nur'ları okumak isteyenlere elden ele dağıtılırdı. Bir gün Üstadın çamaşırlarını yıkamıştım. Gömleği fazlaca eskimişti. Beyimin, sandıkta, Afyon usulü, uzun

etek ve kollu, düğmeli bir gömleği vardı. Eski gömleği götürmeye Beyimin gönlü razı olmuyordu. Yeni gömleği götürmek istiyordu. Ben de onu vermek istememiştim. Üstad ise kabul etmemiş, gömleği geri göndermişti. Beyim bir defasında bir camız almıştı. Bunu kesip sucuk yapacaktık. Beyim bize şöyle anlatmıştı: Üstadın ellerine abdest suyu dökerken, hep aldığı camızı düşünüyormuş. Ne kadar kâr edecek, onu hesaplıyormuş. Tam bu esnada Üstad kendisine hitaben, 'Keçeli, bir camız olsa da yesek!' demiş. Beyim bu söz üzerine kızarmış ve mahçup olmuş. "Hapishane hizmetleri" 1948 yılındaki Afyon hapsinde Beyim de vardı. Ben de Afyon'a gidip geliyordum. Bu gidiş gelişlerde Beyimin ihtiyaçlarını temin için uğraşıyordum. Annem Rabia ile Asiye Hanım tanışıyorlardı. Bizim ev müsaitti. Sık sık bir araya gelir, Risale okur, hizmetle alakalı olarak görüşürlerdi. Annem de ihtiyaçları karşılamak için hapishaneye giderdi. Çok zamanlar, Üstaddan, dışarıdaki Nur talebelerine mektuplar getirir, götürürdü. "Beyime, Üstadın hizmetkârlarından Zübeyir gelirdi. Az miktarda et alırdı. Beyim eti tartarken biraz da fazla miktarda verirdi. Zübeyir, eti götürünce tekrar gelir, Beyi çağırırdı. Beyim, Üstada gidince, Üstad kendisine hem kızar, hem de fazla etin parasını verirdi."

FARZENDER KOÇAKLI 1935'te Adilcevaz'da dünyaya geldi. "Üstadı ziyaretim" Ben 1956 yılında Afyon'da askerdim. Benim bölüğümde bulunan Hüsnü Bayram ile tanıştım. Kısa bir zamanda arkadaş olmuştuk. Hüsnü Bayram bana Üstaddan bahisler açmış, onun talebesi olduğunu söylemişti. Üstad Bediüzzaman'ın faziletlerinden, ilminden ve kahramanlıklarından anlatmıştı. Ben de Üstadı sevmeye başlamıştım. Ziyaret için iki sefer gittimse de kısmet olmamıştı. Bu arada bizi dağıtım yapmışlardı. Hüsnü Bayram Eskişehir'e gitmiş, ben ise Afyon'da kalmıştım. Yıl başında izin isteyip, Emirdağ'a gitmiştim. Bir gece otelde kaldım. Otelciden Üstadı nasıl göreceğimi sordum. Otelci de bu işin zor olduğunu, ancak cami imamının vasıtasıyla olabileceğini söyledi. Sabahleyin camiye namaza gittim, imamla tanıştım. Fakat imam görüşmemiz için yardımcı olmadı. Sonra bana kaldığı yeri tarif ettiler. Evin etrafında tam dört sefer dolaştım. O sırada Hüsnü Bayram'ı gördüm. Beni alıp

Mehmed Çalışkan'ın dükkânına götürdü. Benim için Hüsnü Bayram Üstaddan izin istedi. Üstad, 'Gelsin' diye bizi kabul etti. Üstadın huzuruna girdiğimde bağdaş kurmuş, oturuyordu. Selâm verip ellerine sarıldım ve öptüm, hemen geri çekildim. Üstadın bana ilk sorduğu sual şu oldu: Asker misin kardaşım?' Evet.' Kaç ayın kalmış?' Altı ayım kaldı.' Hep bana 'Kardaşım' diye hitap ediyordu. Sonra, "Kardaşım, sen nerelisin?' diye sordu. Bitlisliyim' dedim. Bitlis'in neresindensin?' Âdilcevaz'danım' Bekir Ağayı tanır mısın?' "Ben o esnada Üstadın yüzüne baktım. Tarifinden aciz kaldığım bir şekilde renkten renge giriyordu. Tanıdığım halde, 'Tanımıyorum' dedim. Ondan sonra, 'Baban Nakşibendi tarikatına girdi mi?' diye sorunca, 'Girmedi' dedim. 'Babam, Şeyh Bekir-i Sorun'un torunudur' dedim. O esnada eliyle sert bir şekilde işaret ederek, 'Gel yanıma' dedi. Gittim, elini öptüm. Üstad sağ yanağımdan öptü. Üç sefer de omuzuma eliyle vurarak, 'Sen benim talebemsin'

dedi. Hüsnü Bayram'a, 'Bu gence bir kitabımı ver' dedi. Hüsnü Bayram Gençlik Rehberi'ni verdi. Ben o sırada, 'Üstadım, kitapların bende var' dedim. Sert bir şekilde, 'Bir daha al' dedi. Sonra izin verdi, tekrar ellerini öptüm. 'İnşaallah tekrar ziyaretinize gelirim' dedim. O da, 'İnşaallah' dedi. Oradan ayrılıp bölüğüme gittim. Fakat tekrar ziyaret nasip olmadı."

DR. RASİM HANCIOĞLU Üstad Said Nursi Hazretlerini, Afyon'da ikamet ettiği müddette bir türlü ziyaret etmek mümkün olmadı. Üstad Said Nursi Hazretlerini, Afyon'da ikamet ettiği müddette bir türlü ziyaret etmek mümkün olmadı. Bilhassa o devirdeki polis kordonu ve polis takipleri birçok kimseye olduğu gibi, bizlere de bir ümit kırıklığı ve cesaretsizlik vermişti. Bu sırada biz toplantılarımızda Mevlâna Hazretlerinin Mesnevi'sini okuyorduk. Mesnevi'nin bir yerinde Hazret-i Mevlâna der ki: 'Bir yere gittiğinizde, bir vilayet gezdiğinizde veya bir beldeyi ziyaret ettiğinizde, oranın camiini, mektebini, dağını, ovasını, ormanını gezmekle ve oralardan geçmekle, o beldeyi görmüş olmazsınız. O beldede yaşayan Allah'ın sevgili kullarından birisi vardır. Eğer onu ziyaret etmişseniz, mutlaka o beldeyi ziyaret etmiş olursunuz.' Bu bahis geçti, bunun üzerine biz düşünmeye başladık. 'Yahu' dedik, 'Bizim memleketimizin

etrafında böyle bir zat dolaşıyor. Fakat ne yazık ki, biz bu büyüğü ziyaret etme imkanından mahrum yaşıyoruz. Yarın rûz-i mahşerde bize bir sual tevcih olur da, 'Bir büyük zat etrafınızda dolaştı, durdu da siz gidip ziyaretinde bulunmadınız, bunun cezasını çekersiniz derlerse biz bundan nasıl kurtuluruz diye arkadaşlarla bu meseleyi konuşup düşündük. Sonra aradan bir hayli zaman geçti. Yine Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Afyon'a gelmiş, Ankara Otelinde kalıyordu. Ankara Otelinin sahibi de benim dostumdu. Kendisine Emin Çavuş derlerdi. Mesnevi okuduğumuz arkadaşlardan birisiyle giderken, 'Üstad Ankara Otelinde, sana selamı var' demişti. Ben de, 'Üstad beni tanımıyor' dedim. 'Seni ismen söyledi ve selâmını söyledi' dedi. Ve aleyküm selâm, sen de kendilerine benim selâm ve hürmetlerimi söyle' demiştim. Bu durumdan sonra, benim içime bir kurt ve bir sıkıntı düştü. Her şeyi göze alarak, otele gitmeye karar verdim. Etrafta polisler vardı, çok da kalabalıktı. Görmek ve ziyaret etmek de mümkün değildi. 'Ama bir teşebbüs edelim' dedim. Arkadaşlarla kol kola girerek yürüdük. Ankara Otelinin önüne geldik. Baktık, kimsecikler yok, 'Eyvah gitmiştir' dedik. Altı numaralı odada kaldığını biliyorduk. Oraya kadar çıkalım, hiç olmazsa odayı ziyaret edelim, o da ziyaret yerine geçer. Hiç olmazsa, 'Biz geldik, sizi bulamadık' diye, kendimizi kurtarmak için mazeret buluruz' diyerek. Yukarıya çıkarak altı numaralı odayı açtık. Bir de ne görelim. Hazret-i Üstad

yalnız başına yatağın üzerine uzanmış duruyordu. Hemen kalktı, şöyle bize bir baktı. Selam verdik. 'Ve aleyküm selâm' diye selamımızı aldı. Huzuruna yaklaştık. Arkadaşım beni takdim etti, 'Efendim, işte Dr. Rasim Hancıoğlu bu zattır' dedi. Ellerini öptük, bizi kucakladı ve dualar etti. Hoş gelmişsiniz kardaşım' dedi. Musafaha da yaptıktan sonra, bana, 'Sen Hastalar Risalesi'ni okudun mu?' diye sordu. 'Küçük eserlerinizi okudum, ama Hastalar Risalesi'ni okuyamadım' dedim. 'Öyleyse onu sana temin etsinler. Onu da oku. Mademki doktorsunuz, size faydası olur' dedi. Bize hastalık ve doktorlukla alakalı nasihatlar edip dersler verdikten sonra, 'Sizi kardeşliğe kabul ettim' dedi. Eserleri okumayla da alakalı olarak konuştuktan sonra, müsaade isteyip ayrıldık. O sırada, Üstadın yanına Zübeyir Gündüzalp gelmiş, hizmet ediyordu. Bizi hayretle karşıladı. Bize, 'Siz nasıl girdiniz? Kimse giremiyor' dedi. Biz de, 'Bizi çağıran çağırdı, biz de bu davete icabet ettik' dedik. ....................... "Daha önceleri Üstad Hazretlerine Afyon Hapishanesindeyken ağabeyim Ahmed çok hizmetler etmişti. Üstad Hazretleri, Ağabeyimin bu hizmetlerinden dolayı çok memnun olmuştu. Ağabeyime 'Kahraman Ahmed' diye iltifat ederdi."

ABDULLAH CANAKAY Aslen Çanakkeli. Demiryolları'ndan emekli oldu. 1990 yılında Diyarbakır'da vefat etti. "Üstaddan güzel bir koku geliyordu" 1951 senesinde Demiryolları'nda çalışırken Risale-i Nur'u tanıdım. Ahmet Ramazan isminde bir zat vasıtasıyla, 1956 ilkbaharında izin almak suretiyle Üstada gittim. Ziyaretimden iki sene evvel gördüğüm bir rüyada beni talebeliğe kabul buyurduklarını söylediler. Rüyamda gördüğüm yer Barla idi. Nevruzun birinci günü Emirdağ'da Üstad kıra çıkmıştı. Bolvadin'den Abdurrahman isminde bir muallim de ziyarete gelmişti. Bizi Mehmet Çalışkan misafir etti. Öğleden sonra Üstadın geldiğini haber aldık. 'Her ikinizi söyledim, kabul etti, evi filan yerdedir' diyerek tarif etti. Abdurrahman Efendi emniyet mülahazasıyla, 'Ben önden gideyim, siz beni takip edin' dedi. Kapıdan girince merhum Zübeyir Gündüzalp bizi karşıladı. Bize, 'Evvelâ Şarktan gelen kardaşımızı kabul etti' dedi. Abdurrahman Efendiye de 'Siz de benim odamda

istirahat edin' dedi. Tarif üzerine tahta merdivenleri çıkarken kendimde bir heyecan hissettim. İçeri girinceye kadar bu mânevi cereyan bende tesirini gösterdi. Kapıda durakladım. Bizde küçükler babaya, büyüğü selâm vermeden sessizce geçip oturduklarından selâm vermekte tereddüt ettim. Kendim işiteceğim kadar selâm verdiğim halde, Üstad aşikâr olarak, başını, uzandığı yataktan kaldırarar, 'Aleyküm selâm' dedi. Üç defa elini öptüm. Minder getirip oturttu. Yirmi dakika kadar sohbet ettik. 'Arkadaşlarınızdan âlim, hoca var mı?' diye sordular. 'Evet' diyerek birkaç isim zikrettim. Bütün Şarkın kendisinin talebeliğini mânen kabul ettiğini ifade etti. Sohbetimizin sonunda, 'Sizin gidiş dönüş yol masrafınızı verelim dönün. Buraya gelen giden çok olduğundan, burada kalmanız mümkün olmaz' buyurdu. Ben de masrafım olmadığını, tren permimizin ücretsiz olduğunu söyledim. Ayrıca Üstadın şahsî kitaplarının satılması ile bende kalan parayı Zübeyir Gündüzalp vasıtasıyla takdim ettim. Üstad bana iade ederek, zekât olarak vermemi istedi. Ben de öyle yaptım. 'Allah sizi sevabına nail etsin' diyerek dua buyurdular. 'Bu akşam bu şehirde kalmayın.Hemen buradan gidin' buyurdular. İkindi namazını kıldıktan sonra, hemen hazır bulduğum bir otobüsle Emirdağ'dan Bolvadin'e gittim. "Üstad'dan ayrılırken elini öptüğüm zaman Üstaddan çok güzel bir koku geliyordu. Öyle ki; o kokuyu, ellerimi

sabunla yıkadığım halde on beş gün sonrasına kadar kendi elimde dahi duydum."

HEKİMOĞLU İSMAİL 1932'de Erzincan'da doğdu. Asıl ismi Ömer Okçu'dur. Yazılarını dedesinin ismiyle yazmıştır. Lise tahsilini yaptıktan sonra yurt dışında araştırmalarda bulundu. Uzun yıllar astsubay olarak görev yaptı. İlk kitabı Minyeli Abdullah romanını 1967'de kaleme aldı. Yazıları çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 20 kadar kitabı vardır. 1957 yılında Üstadı ziyaret etti. "Ekrem Ocaklı'nın vefatının hatırlattıkları" Bir gazetede, Gümüşhane eski milletvekillerinden Ekrem Ocaklı'nın vefat haberini okudum. Bu haber bana 1956 senesini hatırlattı. O zamanlar kerpiçten yapılmış iki odalı baba evinin bir köşesinde otururken, Ekrem Ocaklı Bey, sırtında kıymetli bir elbise ve vakur bir eda ile fakirhanemize teşrif ettiler. Gelmesinin tek sebebi vardı, o da, bendeniz Risale-i

Nur'ları dağıtıyordum, haber almış, bizi görmeye gelmişti. Oturduk, konuştuk ve okuduk. Okuduk derken, o zamanlar eskimez yazıyla yazılı Risale-i Nur'ları ben okuyamazdım. Üstad Bediüzzaman Said Nursî, Kur'ân yazısını, öğrenilmesini istediği için, bizler de Kur'an yazısını kendi imkânlarımızla öğrenmeye gayret ediyorduk. Rahmetli Prof. Dr. Münif Çelebi'nin Kur'ân Alfabesi'ni alarak günlerce çalışıp Kur'ân-ı Kerim okumaya ve harekesiz yazıyı öğrenmeye gayret etmiştim. Öğrenmiştim de, fakat bir cümleyi belki beş dakikada okuyordum. Buna da okuma değil, heceleme denir. İşte bu sebepten Risale-i Nur'ları ben okumadım. Onlar okudular. Yer yer anlattılar. Dikkat ettim, Risale-i Nur kitapları, kültürlü kimselerin elinde bir ilim hazinesi olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. "Ya Rab, bu milletin hali ne olacak?" Bu arada Ekrem Ocaklı Bey, Said Nursî Hazretlerini ziyaret etmiş, ona dair hatıralarını anlatmıştı. Hatırımda kaldığı kadarıyla 1950-1954 dönemi mebusu olan Ekrem Ocaklı Bey, bir bütçe tanziminde, Diyanet İşleri'nin bütçesi 57 milyon lira teklif edilmişken, Meclis'in ekserisi buna karşı çıkmış ve Diyanet İşleri bütçesi 27 milyon olarak kabul edilmiş. Böyle anlatmıştı veya hatırımda böyle kaldı. Ekrem Ocaklı Bey bu hâdiseye çok üzülmüş ve odasına kapanarak günlerce dışarı çıkmamış. Zaman zaman da 'Yâ Rab, bu milletin hali ne olacak?' diye hüngür hüngür

ağlamıştı. Bir gün Ankara Hukuk Fakültesinden Atıf Ural isimli bir gencin kendisini görmek istediği haber verilmiş. Ayrıcı bu şahıs, Bediüzzaman'ın yanından da geliyormuş. Ekrem Ocaklı Bey hemen ayağa kalkmış, (Rahmetli bunları anlatırken yaptığı hareketleri de aynen gösteriyordu.) Ellerini bağlamış ve Atıf Ural'ı beklemeye başlamış. 1.85 boyunda, buğday renkli, mahcup tavırlı, üstünde yeni olmayan bir elbise ile Atıf Ural içeriye girip 'Selâmün aleyküm' demiş. Kalbi yaralı olan Ekrem Ocaklı, bu gencin boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamak istemiş. Göz yaşlarının yaralı kalbine şifa olacağını tahmin etmiş. Fakat insan her istediğini yapamıyor ki... Nihayet, titrek adımlarla Atıf Ural'a yanaşmış. Bir yandan ağlamamak için dudağını ısırırken, bir yandan da hafif bir sesle, hattâ ancak mırıldanırcasına, 'Hoş geldin kardeşim' demiş. Ekrem Ocaklı Bey, bir şeyler hissetmiş, fakat ne var, ne oluyor, onu bilememiş. Bu sırada Atıf Ural Bey: Efendim, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bana dediler ki: 'Git, Ekrem'e söyle; bu dünya ona bırakılmamış. Merak etmesin. Mülkü mâlikine teslim etsin. Allah'ın işine karışmasın. Kendi vazifelerini ihmal etmesin.' Ekrem Ocaklı bir iki adım geriye çekilmiş, alnından ve

şakaklarından yuvarlanan ter tanecikleriyle birlikte koltuğa adeta yığılmış ve eliyle işaret etmiş: Otur kardeşim.' Sonra iki elini başına götürmüş: Baş üstüne. Nasıl emrederlerse öyle olsun. Elbette ki onlar daha iyi bilirler.' Biraz durup yutkunmuş, yumruklarını sıkıp kendini topladıktan sonra devam etmiş: Acaba selâm ve hürmetlerimi kendilerine götürür müsün? Ve bu acizin hürmetlerini kabul eder mi?' "Onların telsize, telgrafa ihtiyacı yoktur" Doğrusu Ekrem Bey âdeta sararmış, saçları diken diken olmuştu. O anı yeniden yaşıyordu. Biz de dehşet içinde kalmıştık. Çünkü karşımızda mebusluk yapmış, bilgili, zengin, iri yarı, halk tabiri ile 'kerli ferli' bir adam vardı. Fakat bu adam, ağlıyor, 'Ya Rabbi, bu milletin hali nice olacak?' diyor. Sonra bir hukuk talebesi geliyor. Bir şeyler söylüyor. Düşününüz 20-25 yaşındaki benim gibi bir Cumhuriyet çocuğunun kafasına bu işler nasıl sığabilir? Hayret ve dehşet içinde sordum: Ağabey, sizin üzüldüğünüzü Bediüzzaman haber almış mı?' Güldü, yerine oturdu. 'Onların telsize, telgrafa, mektuba, hattâ şu dünya gözüne bile (bu meselelerde) ihtiyaçları

yoktur. Onları anlamaya çalışın.' Bu sefer merakım büs bütün arttı. Gerçi büyüklerimiz cin, peri hikâyelerini çok anlatmıştı. Bu arada kerametlerden ve mucizelerden de bahsetmişlerdi ne yalan söyleyeyim o zamanlar kerametle mûcize arasındaki farkı bilmiyordum. Ama harika işler yapan din büyükleri varmış. Bunları duyardım. Şimdi ise böyle hâdiselerle karşı karşıyaydım. Ekrem Bey merakımı anlamış olacak ki, devam etti: Madem öyle, size bir hatıramı daha anlatayım: "Şifahen mi soracağız, kalben mi?" Bitlis mebusu ile beraber oturup, dört soru hazırlamıştık. Bu soruları kâğıdın üzerine yazdık. Bediüzzaman Hazretlerine soracaktık. Ben dedim ki: 'Bunları şifahen mi soracağız, kalben mi?' Bitlis mebusu, 'Kalben soracağız' dedi ve kalkıp Üstad Hazretlerine gittik. İçeri girince bizi ayakta karşıladı. Bitlis mebusu arkadaşıma sarılarak, 'Gel! Bir cesedde iki ruh taşıyan kardeşim!' dedi, boynuna sarıldı. Ben elini öpmek istedim, benim de boynuma sarılıp, 'Hoş geldin kardeşim' dedi. Oturduk. Üstad, hemen sorularımızı cevaplandırmaya başladı. Hem de kâğıttaki sıraya göre. Dördüncü soru, mebusluktan istifa edip etmemeye dairdi. Onu da, 'Kardeşim, siyasette meşgul olmuyorum, dördüncü sorunuza cevap veremeyeceğim' dedi. "Neden

bu

derece

keramet

peşinde

koşuyorsunuz?" Arzettim ya, bu sohbet karşısında kafam allak bullak olmuştu. Kendimi toplayıp, bir şeyler öğrenmek gayesiyle sordum: Efendim, neden bu derece keramet peşinde koşuyorsunuz? İslâm uleması kerametten çok, ilme ve ibadete önem vermişler. Mes'ele sizin için daha başka mıdır?' Ekrem Bey, durdu, düşündü. Yukarıda da belirttiğim gibi kültürlü bir insandı. Bilhassa Âkif'in Safahat'ı üzerinde adeta ihtisas sahibi idi. O tarihlerde neşredilen Safahat kitabının yanlışlarını düzeltmişti. Bunların niçin yanlış olduklarını bir izah edişi vardı ki, Arapça, Farsça ve Türkçe'ye vukufiyeti açıkça ortadaydı. Öte yandan gecenin saati hızla ilerliyor, 12'ye yaklaşıyordu. Şehir tamamen sessizliğe bürünmüş, bizim evde, petrol lâmbasının cılız ve dalgalanan ışıkları arasında sohbetimiz hâlen devam ediyordu. Bitmesini de isteyen yoktu. 'Ekrem Bey, gözlerini bana dikti: Sorunuzu iki yönden cevaplandırmam mümkün. Birincisi, Said Nursî Hazretleri yönünden. Hâşâ bu aciz, öyle bir İslâm kahramanına ve âlimine tercüman olacak durumda değildir. Bu selâhiyeti kendimde göremem. Yalnız hep beraber düşünelim. Said Nursî gibi bir şahıs, İslâmiyeti yaşamak, anlatmak istiyor. Fakat herkes ona cephe almış. Bütün kapılar yüzüne kapanmış. Posta telgraf imkânı yok.

Haberciler çok az. Sürgün, hapis, gözaltında bir Said Nursî ne yapabilir? Amma o İslamiyete hizmet aşkıyla yanıyor. Herşeyini bunun için feda etmiş.İslâmiyetin sahibi olan Allah, dinine hizmet eden bir Said Nursî'ye beş on tane keramet vermişse, bunu yerinde görmeliyiz, anlayışla karşılamalıyız. Hizmet için böyle şeylere, her âlim ihtiyaç duymuştur. Bazılarına, ihsân-ı İlâhî olarak verilmiştir.' Durdu, ayaklarından bir tanesini altına alıp diğer dizine dayanarak devam etti: Ben, Bayburt'un bir köyündenim. Rençberiz. Çiftimiz, çubuğumuz, koyunumuz var. Nasıl ki, çoban köpeğini kapıda tutabilmek için ona sık sık et atmak gerekiyorsa, Said Nursî de, benim gibi nefs-i emmâreye mensup birisine keramet etlerini atar ki, ben de onun kapısın bekleyeyim.' Dehşet içindeyim, 'Estağfirullah' diyebildim. Bu tevazu karşısında toparlanıp, ellerimi dizlerimin üzerine koydum. Bir çocuk gibi tekrar sordum: Nasıl olur efendim?' Bu, mânâsız bir soru idi. Bir şeyler sormak itiyordum. Fakat neyi, nasıl soracağımı bilmiyordum. Bugünkü kafam olsa ona derdim ki, 'Ekrem Ağabey, eğer mümkünse Said Nursî'ni ve senin iç dünyalarını aç, bana göster.' Amma bu da mümkün değil. Fakat asıl öğrenmek istediğim buydu. Dış dünyanın rezaletlerinden bıkmış, sefahetten kaçıyorduk. Bir adam düşünün, kaçıyor. Fakat nereye gittiğini bilmiyor ve kimse de ona yol göstermiyor

veyahut gösterilen yolların çokluğu karşısında şaşkına dönmüş ne yapacağını bilmiyor... İşte o zamanlar kalbim böyle idi. Ârif adamdı. Benim şaşkınlığımı anladı. Bir misal daha verdi: Bir hastahane düşün. Orada tabibler kiminle daha çok meşgul olur? Ağır hastalarla değil mi? İşte ben hastayım. Bediüzzaman ise tabib... Beni kerametleriyle tedavi etti. Ötelerin varlığına, ruhların kuvvetine, İslâmın ulviyetine bir daha inandım. Artık ben bu kapının köpeğiyim.' Sonra tanıdığı velilerden misaller verdi. Onlardan da keramet görmüş, onların hallerini anlattı. Böylece benim için dehşet dolu bir geceydi. Ekrem Ocaklı Bey, bizim eve beş altı akşam devam etti. Okudu, anlattı, dinledi ve bana ilk Ebced dersini de o verdi. Kısacası kendisinden çok istifade ettim. Allah rahmet etsin. "Bir bedende iki ruh" Bilmem hatırlayacak mısınız? Bitlis mebusunu (Galiba Gıyasettin Beyi) Bediüzzaman karşılarken, 'Gel bir bedende iki ruh taşıyan kardeşim' demişti ya. İşte bunun mânâsını da Ekrem Beyden sormuştum. İzah etti. Gıyasettin Bey, hem ehl-i tarik idi, hem de Risale-i Nur'ları okurdu. İşte bunun için öyle söyledi' demişti. Çok soru sormamdan da anlaşıldığı üzere, ben de çok

okuyan ve sigara parasını bir ömür boyu kitaba ve mecmuaya veren kimse idim. Sırası geldikçe bu hususlara tekrar dokunacağım. Unutmadan hemen söyleyeyim ki, Ekrem Bey, 'Ben bu kapının köpeğiyim' derken, İslâm büyüklerinin ekserisi 'ben' ile 'nefs'i aynı şey kabul etmişlerdir. Nefis, yerine göre 'düşman', yerine göre 'köpek' vesaire olarak nitelendirilmiştir. Yoksa Ekrem Beyin müstesna şahsiyetini biz de her zaman tenzih ederiz. Ruhlar ve gerçekler Tabii aradan günler, geceler geçiyor. İnsan, yaşadığı anın önemli veya önemsiz olduğunu bilemediğinden notlar almıyor. Dolayısıyla bu kabil hatıralar 'Bir gün, bir gece, bir zaman' gibi ifadelerle devam ediyor. Aslında tarihlerin de zannedildiği kadar önemi olmasa gerek. Bir gece rüyamda trendeymişim. Dediler ki: Bediüzzaman Said Nursî de, bu trende seyahat ediyor.' Hemen fırladım, Bediüzzaman'ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstadın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı: Sen kimsin?' dedi. Ben de, E... şehrinde Risale-i Nur dağıtıyorum' diye cevap

verdim. Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman'ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şeklide bağırdı: Elimi öp, şekeri öpme.' Dikkat ettim, Bediüzzaman'ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman'ın elini öptüm ve uyandım. Saatime bakınca sabah namazının yaklaştığını anladım. Yataktan fırlayıp bir acaip hal içinde abdest alıp namaz kıldım. Artık uyumam mümkün değildi. Heyecanlanmıştım. Çayımı kaynatıp bir taraftan şekersiz çayları acı acı içerken, öte yandan bir şeyler okumaya ve notlar almaya gayret ediyordum. "Niçin şekersiz çay?" Bilhassa bazı gençler niçin şekersiz çay içtiğimi merak edebilirler. Delikanlılık çağına gelmiştim. İnsanların keyfine tabi olmak istemiyordum. Bir kaideler manzumesi arıyordum. Değişmeyen, şaşmayan bir edebiyat. Nizâmı, İslâmiyette bulmuştum, daha doğrusu o nizami İslâmiyette görmüştüm. Halbuki benim yakınlarım İslâmiyeti yeteri kadar bilmedikleri gibi, ben de İslâmiyet adına tek satır ders almamıştım. Hattâ yıllar yılı İslâm düşmanı bir zihniyetin kitaplarını okumuş, derslerini dinlemiştim. Hani

zaman zaman bazı kimseler söyler ve yazarlar ya; 'Cumhuriyet devrinde dinsiz bir nesil yetiştirilmek istenmiş.' İşte ben o nesle mensup bir genç idim. Bakınız, bir yanda dinsiz nesil yetiştirilmek isteniyor, öte yanda ben İslâmiyette üstün bir nizamı görüp, ona tabi olmak istiyorum. Sanki bir yanım buz tutarken, bir yanım alev alev yanıyordu. Bu zıtlıklar dünyasında yapacağım tek şey vardı, bilgimi artırmak. İşte memuriyetten artan vakitlerimde, şekersiz çaylar ve kahveler içerek uykuyu dağıtıp, okuyordum, notlar alıyordum, düşünüyordum. Hani şu 'yalnızlık' herkesin ağzında çiğnenen bir sakız olmasaydı, 'Kalabalık şehirlerde yalnız yaşıyordum' diyebilirdim. "Aradığın bu adam" Mevzuya dönecek olursak, rüyayı gördüğüm andan itibaren kuşluk vaktine kadar çalıştım, yazdım ve bekledim. Artık tahammül bitti. Mutlaka dışarı çıkmam gerekiyordu. Rüyayı tabir etmiştim. Ben Risale-i Nur hizmetlerinin şekerleme gibi tatlı, zevkli, vecdli yönünde idim. Şimdi bana tehlikeli bir vazife veriliyor. Onu yapmak gerekiyor. Acaba nedir? İşte bu halet-i ruhiye içinde, izinli olmama rağmen hemen sokağa fırladım. Yürüyorum... Nereye yürüdüğümü, nereye gittiğimi ben de bilmiyorum. Fakat o rüya için, gitmem gerekiyor, gidiyorum... Sadece

bir

yolda

yürümüyorum.

Bazı

sokaklara

dönüyorum. İşte Buğday Meydanına girdim. Bilmiyorum? Bu meydan bu mevsimde boştur. Fakat yürüyorum işte. Buğday Meydanına girer girmez tanıdığım bir arkadaşla karşılaştım. Beni görünce yanındaki adama döndü, İşte aradığın bu adam!..' dedi. Biz selâmlaştık. Musafaha yaptık. Gelen şahıs, bana dedi ki: Ne yapıyorsun?' Hariçten lise bitirme imtihanlarına girdiğimi söyleyince, o: Lise müdürüne Risale-i Nur'lardan verdin mi?' İsmini, memleketini ve ne olduğunu tanımadığım şu şahsa, adeta hayatımın hesabını vermeye başlamıştım. Vermedim.' Gayet ciddi olarak dedi ki: Sözler basıldı, hemen bu kitabı alıp, lise müdürüne vermen lâzım. Unutma, bizim vazifemiz tebliğdir, irşad Allah'a (c.c.) aittir. Biz iman hakikatlarından herkesi haberdar etmek zorundayız. Bu sebeple bugün veya yarın Sözler'i al, lise müdürüne ver. Peki' diyerek yanından ayrıldım. Geceki rüya ile bu hâdise birbirini tamamlıyordu. Şimdi işin, şekersiz yönüne gelmiştim. Eğer lise müdürüne Risale-i Nur'ları götürüp

verecek olursam, beni okuldan uzaklaştırabilecekleri gibi, memuriyetten de atabilirlerdi. Sonradan öğrendiğime göre, bu arkadaşın ismi Ayhan imiş. Ege Bölgesinde bir vilayette memur iken, kalben Bediüzzaman Said Nursî'den vazife istemiş. Devled de bu arkadaşı Şark vilayetlerinden birine çekirge mücadelesi yapmak üzere göndermiş. Geldiği şehirde her ikindiden sonra öyle bir rüzgâr çıkardı ki, değil çekirgeler, insanlar bile binalara sığınmak zorunda kalırlardı. Yani, tarih boyunca çekirge âfeti görmemiş bir yere Ayhan Bey, çekirge mücadelesine gönderilmişti. Tabii o, buralarda çekirgelerle mücadele etmeyeceğini anlamış ve kendisini Risale-i Nur hizmetlerine vermişti. İşe de, bizden başlamış. "Sizinle konuşmak istiyorum" Mevzumuza gelelim: Vecd halinde eve geldim. Sözler'i paket yaptım, koltuğumun altına alıp lisenin yolunun tuttum. Liseden içeri girdim, elimdeki paket bir şeker kutusuna benzediğinden, 'Lise müdürüne şeker götürdü' demesinler diye, paketi hademeler odasına bıraktım. Lise müdürünün yanına girdim. Hocam, sizinle bir meseleyi konuşmak istiyorum.' Müdür sandalyesinden kalktı. Ellerini arkasına bağladı. Yanıma kadar sokulup:

Ne söyleyeceksin?' Efendim, Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî isimli bir şahıs vardır. Bu şahıs pek çok kitap yazmıştır ve taraftarları da bulunmaktadır. Siz de münevver bir kimsesiniz. Bu şahıs ve kitapları hakkında bilgi sahibi olmalısınız.' Bana çok kimseler tesir etmek istemiştir. Her grup, her ideoloji beni kendilerine çekmeye çalışmıştır. Ben ise hiçbir gruba ve ideolojiye mensup değilim ve olamam da. Sonra siz bir talebesiniz. Benimle bu gibi hususları konuşamazsınız.' Hocam, bu hususları sizinle konuşabilmem için ne yapmam lâzım?' Hemen müdürün odasından ayrıldım, muavinin odasına gittim. İmtihana giriş karnemi muavine verdim. 'Artık imtihanlara girmeyeceğim, talebe değilim' dedim ve hızla müdürün odasına döndüm. Talebelikten ayrıldım. Şimdi sıra geldi, tevkif edilmeye ve memuriyetten atılmaya. Ne olursa olsun, yaptığım işlerin kötü olmadığına, bilâkis iyi olduğuna inanmıştım. Ben, insanlara içki, kumar dağıtmıyordum. Kitap veriyordum. Böyle birş eye karşı çıkılırsa, ben de karşı durmasını bilmeliydim. İşte bu azimle müdürün odasına girdim: Efendim, artık talebe değilim.' Seni dinliyorum. Fakat az konuş, benim anlatacağım

çok şeyler var. Siz henüz öğrenme çağındasızın.' Mutlaka efendim, siz bugün bizim hocamız olduğunuz gibi yarın ve her zaman hocamız olarak kalacaksınız. Her mevzuda biz sizlerden çok şeyler öğreneceğiz. Arzetmek istediğim husus şu kadardır: Türkiye'de Bediüzzaman Said Nursî isminde bir şahıs, Risale-i Nur kitaplarını yazmıştır. Risale-i Nur Talebeleri de vardır. Siz bunlardan haberdar olmalısınız. Bendeniz size Bediüzzaman'ın bir kitabını hediye olarak getirdim, kabul buyurunuz.' Müdür Bey, Türkiye'deki Turancılık, Kürtçülük ve Panislâmizm hakkında geniş geniş bilgi verdi. Belki bir buçuk saat, belki iki saat konuştuk. Ekseriyetle ben, kendilerini dinledim. Efendim, Descartes'i okuyan nasıl rasyonalist olmuyorsa, Bediüzzaman'ın bir kitabını okuyan da hemen Nurcu olmaz. Olsa olsa Risale-i Nur'lar hakkında bilgi sahibi olabilir. Ben size Nurcu olun veya olmayın demiyorum, diyemem de. Ama siz mademki hocamsınız, münevver bir insansınız, Risale-i Nur'ları okumak zorundasınız ki, talebelerinize ve öğretmenlere duyup işittiklerinizi değil, okuyup tetkik ettiklerinizi anlatabilesiniz. Takdir buyurursunuz ki, en doğru yol da budur.' Kitabı istedi. Hemen hademeler odasına gidip getirdim ve kendisine takdim ettim. Teşekkür ve hürmetlerimi belirterek müsaadelerini isteyerek ayrıldım.

"Tarihçe-i Hayat basılıyor" 1959 senesinde Tarihçe-i Hayat basılıyordu. Ben, forma forma alıp koyuyordum. Çünkü Bediüzzaman'ın hayatını çok merak ediyordum. Tarihçe-i Hayat'ta ise, Bediüzzaman'ın hayatından çok, fikirlerine yer verilmişti. Bunun sebebini sorduğumda dediler ki: Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunanlardan biri, onun hayatını yazıyormuş. Bediüzzaman bu notları yırttırmış. Hayatından çok fikre yer verilmesini uygun görmüş...' Tabii Bediüzzaman gibi ihlâslı bir kimse, kendi hayatını kendisi yazamaz ve yazdıramazdı. Amma onun vefatından sonra, Bediüzzaman'ın hayatını bir değil, birçok kimseler yazmalı ve birçok eserler onun hayatına ayna tutmalıydı ki, idealist gençlerimiz ibret alsınlar. "Eskişehir'e doğru" Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitip ciltlenince, arkadaşlar, Üstada götürülmek üzere, bir bavul dolusu kitap verdiler. Ben de, hatırladığım kadarıyla, akşam Haydarpaşa'dan hareket eden Anadolu Ekspresine bindim. Gece yarısından sonra Eskişehir'e indim, bir taksi ile söylenen otele gittim. Otelde uyumam mümkün olmadı. Şimdi anlıyorum ki, beni oldukça evham basmış, bir sürü korkuların pençesinde kıvranıp durmuşum. Daha evvel belirttiğim gibi, bu korkuların başında, memuriyetten atılmak, hapis olmak gibi hususlar geliyordu.

Bir Avrupalı yazarın söylediği gibi: 'Korkusuz insan olmaz. Önemli olan korktuğunuz halde yine gayeye gidebilmenizdir.' Ben de insan olarak korkuyordum. Fakat Müslüman olarak gayeme gidiyordum. O günleri bir şükran ifadesi olarak hatırlayıp, Allah'ın sonsuz lûtf-u inayetine şükrederim. Sabah ezanları okununca, namazı bir camide kıldım. Emirdağ'a kalkan otobüslerin garajını buldum, sonra kahvaltı yapıp hemen garaja döndüm. Bileti alıp bavulumla birlikte otobüse bindim. O zamanlar modern otobüsler yoktu. Ufak, eski otobüsler vardı. Bunların üstüne de dağ gibi denkler sarılırdı. Otobüs acaip bir şey olurdu. "Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu" Ne ise, yola çıktık. Herkes Bediüzzaman'dan bahsediyordu. Düşündüm: 'Bunlar Bediüzzaman'dan bahsediyorlar ki, ben de bunlarla konuşayım ve beni yakalasınlar, kitapları elimden alsınlar.' Bu sebeple hiç kimseyle, hiçbir şey konuşmadım. Soru soran olduysa gayet kısa cevap verdim ve devamlı susarak hâdiselerin sonunu bekledim. Bediüzzaman'ın kerametlerini hatırlayıp, 'Aman, bana keramet göstermese' diyordum. Öyle ya, kalpten geçen sorulara cevap vermek, kesekâğıdının ters şekilde gelip ele yapışması... Ve, benim gördüğüm rüyalar, daha başka işittiklerim... Bunların bütünü kafamı allak bullak ediyor,

keramet görmek istemiyordum. Doğrusu, kerametlerden korkuyordum. Aklımın alamayacağı, gözümün alışmadığı şeyler görmek, elbette beni endişeye düşürürdü. 'Mademki Üstad kalpten sorulan sorulara cevap veriyor, ben de kerametten korkuyorum, bana keramet göstermese' diyerek, yoluma devam etti. "Emirdağ'a varıyorum" Şöyle bir tasarım vardı: Emirdağ'a inince hemen bavulu elime alıp, güya Emirdağ'ın yerlisi imiş gibi, bir sokağa doğru yürümeye başlayacaktım. O sokakta yaşlı bir kadınla karşılaşırsam, Bediüzzaman'ın kaldığı yeri soracaktım. Arzettim ya, beni öyle bir evham basmıştı ki, herkesi sivil polis zannedecek duruma gelmiştim. Hattâ belki bu yüzden genç hanımlara bile Bediüzzaman'ın kaldığı yeri sormayıp, ancak ve ancak yaşlı hanımlara sormayı kafamda tasarlıyordum. Nihayet Emirdağ'a geldim. Otobüsten indim. Şoför muavini, otobüsün üstündeki bavulların ve denklerin iplerini çözüp yavaş yavaş eşyaları sahiplerine veriyordu, ben de bekliyordum. Bu sırada otuz-otuz beş yaşlarında esmer, zayıfça birisi geldi. Kalabalığın içinde üç kişiyi işaret ederek, 'Siz şimdi gelin' diğer iki kişiyi de işaret ederek, 'Siz de sonra gelin' dedi. Ben bavulu elime aldım ve bu şahsı takip etmeye

başladım. Eyvah' diyordum. 'Otobüsten iner inmez hemen polise yakalandık.' Kaçmanın, bir tarafa gitmenin, bir şey söylemenin imkânı ve gereği yoktu. İster istemez bavul önümde öndeki şahsı takip ettim. Bir bahçeden içeri girince, karakola geldiğime inandım. Çünkü o zamanlar, karakollar genellikle bahçe içinde bulunurdu ki, güya bazı kimselere sopa attıklarında feryadı dışarıdan duyulmasın diye. Böyle derlerdi. Bu sözün sıhhat derecesini bilmiyordum. Fakat ekseri vilâyet ve kasabalarda karakolların bahçe içinde olduğu da gerçekti. "Üstadın kaldığı yere gelmiştik" Merdivenlerden birinci kata çıktık. Odalardan birinde gaz ocağı, çaydanlık, rahleler, kitaplar, kalemler görünce sevindim. Artık Üstadın kaldığı yere gelmiştik. Selâmlaştık, oturduk. Biraz sonra Üstad içeri girdi, sırtında tahmin ederim, bezden yapılmış siyah bir cübbe vardı. Boynunda beyaz bir atkı, başında kendine has bir sarık vardı, saçları uzundu. Bediüzzaman'ın içeriye girmesiyle kendimi on beşinci, on altıncı asır da yaşayan bir Osmanlı zannettim. O devir birden bire yanıma gelmişti. Zaten gıyaben Bediüzzaman'ın çok tesirindeydim. Evin fakirane hali, Bediüzzaman'ın giyimi bana daha da tesir etti. Yerimden kımıldayamadım. Bediüzzaman gelip benim çok yakınımdaki sedire oturdu. Misafirlerden biri kalkıp elini öpmek istedi. O iki eliyle selâmlayarak elini

öptürmedi. Ve hepimiz oturduk. Evvelâ umumî bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın içinde dedi ki: Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nur'lar isteniyor. Buraya gidecek kardeşlerimiz Risale-i Nur götürsünler.' Sonra her birimizle tek tek konuşmaya başladı. Söylediklerini hepimiz işitiyorduk. Bu sohbetten sonra, 'Ben hastayım. Fazla kalamayacağım' diyerek kendi odasına çekildi. Bizler de müsaade alarak odadan çıktık. Hemen yandaki oda, Bediüzzaman'a aitti. Kapıdan bir göz attım. Yerde hiçbir şey yoktu. Tertemiz tahtalar vardı. Bir köşede ve pencerenin önünde karyola bulunuyordu. Bu fakirane bir hayat, her tarafta görülüyordu. Oradan çıkıp bir bakkal dükkânına gittik. Hemen belirteyim ki, götürdüğüm Tarihçe-i Hayat, Lâtin harfleriyle yazılmıştı. Bediüzzaman bu eserleri aldı ve memnun oldu. Aylarca sonra Tarihçe-i Hayat hakkında takibat açıldı. "İki yüzlü bayrak hâdisesi" Evet, Bediüzzaman'ın yanından çıkıp bir bakkal dükkânına girdik. Yine o zamanlar Peyami Safa 'iki yüzlü bayrak' hâdisesinden bahsedip, yeraltı hareketlerinin olduğuna dikkati çekmek istemişti. Hâdise Emirdağ'da olmuştu. Bu hâdiseyi de soruşturup Peyami Safa'ya yazayım, dedim.

Öğrendiğime göre, Adnan Menderes, Emirdağ'a gelmiş. Yirmi beş yaşlarında, gayet utangaç olan cami imamı ise düşünmüş ki: 'Başvekilimiz kasabamızı ziyaret ediyor, acaba biz ne gibi bir iltifatta bulunabiliriz?' Hemen aklına, minberin altında bulunan bayrak geliyor. Bu bayrağın ne ve nasıl olduğunu bilmeden koşup alıyor ve caminin damından sallıyor. Menderes de bu bayrağın altından geçmiş... Efendim, Osmanlı'ya ait her şey silinip süpürülürken, bayrakları da toplayıp, yakıyorlarmış. Bir köylü: 'Üzerinde Kelime-i Şehadet bulunan bayrağı yaktırmam' diyerek camiye geliyor, gizlice bayrağı alıp, beline dolayıp, köyün yolunu tutuyor. Aradan yıllar geçip DP iktidara gelince, 'Artık iyi günler geldi' diyerek, getirip, bayrağı yerine koymuş. Adnan Menderes de Emirdağ'ı ziyaret edince, imam efendi, bu bayrağı hatırlayıp, işin sonu nereye varır, hesaplamadan, hemen caminin damına çıkıp, sallamaya başlamış. Uzun müddet bayrağı tutmuş olacak ki, aşağıdan birisi müezzine, 'Biraz da sen çık, bayrağı tut, imam yorulmuştur' demiş. Adnan Menderes gittikten sonra şikâyetler başlıyor, zabıtlar tutuluyor ve gece yarısı imam, müezzin ve müezzine bayrağı tutmasını söyleyen kişi, birer saat arayla evlerinden alınıp, karakola getiriliyor. Bu hâdise gazetelere intikal, edince, Peyami Safa feryadı basıyor: 'Yeraltı hareketleri var, iki yüzlü bayrak çekiliyor' vesaire... "Emirdağ'dan ayrılıyoruz"

Bediüzzaman bize haber göndermiş. 'Hemen Emirdağ'dan ayrılsınlar' diye. Fakat araba yok. Pazar günleri Eskişehir'e araba bulmak mümkün değilmiş. Ceylan Çalışkan'ın kullandığı bir taksi geldi, bizi Çifteler'e kadar bırakacaktı. Taksiye üç arkadaş binerken baktım, Bediüzzaman'ın bize tek tek söylediği sözlerden, benimle ilgili olanının hatırlıyorum, diğerlerini hatırlamıyordum. Yanımdaki arkadaşa: Bediüzzaman benim için ne söyledi?' Ben de onu düşünüyordum. Sizlere söyledikleri hatırımda kalmamış, bana söylediğini biliyorum.' Üçüncü arkadaş daha kültürlü ve Risale-i Nur'ları da iyi bilen bir kimse idi. O, 'Bu meseleleri karıştırmayın' deyince, biz de 'Peki' diyerek, arabaya bindik. Hemen çocuklar koşarak geldiler ve arabaya doldular. Belki on beş-yirmi çocuk.. Hepsi de 6 ilâ 8 yaşları civarında... Arabaya binince başladılar, 'Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı' marşını söylemeye. Bediüzzaman çocukları çok severmiş. Çocuklar da her zaman ona alâka göstermeye çalışıyordu. Emirdağ'ın çıkışında jandarma okuluna gelince, çocuklar indirildi ve hepsi koşarak geriye döndüler. Yollarda bir kısım vatandaşlar durup, arabaya dönüyor ve hürmetle selâm veriyorlardı. İçeride Bediüzzaman'ın olduğunu zannediyorlardı. Çifteler'e geldik, yine araba yok. Sorup soruşturduk, bir

otobüs ile bir de şoförü varmış... Onu bulduk, Eskişehir'e gitmek istediğimiz söyledik. 'Herbiriniz onar lira verirseniz, götürürüm' dedi. Doğrusu çok ucuz bulduk. Çifteler'den Eskişehir'e otuz lira için bir otobüs gidecek, ucuz... Otobüse bindik, çok beklemeden hareket edildi. Geçtiğimiz mahallede yolcular binmeye başladılar. Eskişehir'e indiğimizde ayakta yer yoktu. Şoför daha evvel inmiş, bizi beklemiş. Biz kendisine hiçbir şey söylememişken, o şöyle dedi: Hoca Efendinin talebelerini her getirişimde otobüs böyle dolar. Siz zannediyor musunuz ki, otuz lira için geldim? Böyledir işte, üç kişiyle yola çıkarım, tıklım tıklım Eskişehir'e inerim. Allah bereket versin...' Bütün bunlar karşısında sadece susup dinliyorum ve düşünüyorum. Arkadaşlardan ayrıldık. Bunlardan biri hukukçu, biri de desinatörmüş. İkisini de Bediüzzaman'ı ziyaret sırasında tanıdım. Tekrar trene binip, yoluma devam ettim. 'Almanya ve Amerika'dan Risale-i Nur'lar isteniyormuş, oraya gidenler götürmeli...' Bu cümlenin benimle ne alakası olur? Fakat neden hep bunu düşünüyorum? "Amerika'ya yolculuk" İki veya üç ay sonra Amerika'ya kurs emrim geldi. İlişiğimi kesip Erzurum'dan trene bindim. Beni uğurlayan iki kişi vardı. Milliyetçi olan İsmail Can, 'Amerika'ya ne

götüreceksin?' diye sordu. Risale-i Nur'ları...' Kardeşim, ömründe bir defa Amerika'ya gideceksin Amerika yerine hapishaneye gitme...' Diğeri Nakşî Tarikatına bağlı bir dindardı. O, Bu, emri verene aittir, bizi ilgilendirmez' dedi. Halbuki bu şahsa da Bediüzzaman'ı ziyaret ettiğimden, onun söylediği sözlerden bahsetmemiştim. Milliyetçi olan, Öyle ise ben karışmıyorum kardeşim, sözümü geri aldım' dedi ve tren de hareket etti. Tahmin edeceğiniz gibi kafam karma karışıktı. Ne oluyor, birinin söylediğini, diğeri tekrar ediyor ve anlamadığım bir hal içinde gidiyorum. Ankara'ya gelince Risale-i Nur'ları temin ettim. Bunların bir kısmı eskimez yazı, pek azı yeni yazı ile idi. Eskimez yazı olanlarından sadece İhlâs Risalesi Mısır baskısı olup, Arapça idi. Diğerleri teksirle yazılmıştı. Teksirle yazılanların bazılarında sayfaların bir yüzü boştu. Boylu ve enli kitaplardı. Bütün risaleleri topladım, bir bavul dolusu kadardı. Onları bavula doldurdum, bavuldaki elbise, çamaşır ve ayakkabı gibi eşyalarımı da valize yerleştirdim. Böylece Esenboğa Havaalanına gittik. Dört motorlu iki Amerikan uçağı terminale yaklaşmıştı.

O zamanlar jetlerle yolculuk yaygın değildi. Okyanusu pervaneli uçaklarla aşacaktık. "Aranmayan tek bavul" Çıkış kontrolleri başladı. Yüz kişiydik. En başta yüksek dereceli kumandanların bavulları, gümrük çıkış kontrolüne tabi tutuluyordu. Bu durumu görünce canım iyice sıkıldı. Onların bavulları kontrol edildikten sonra bizimkiler haydi haydi... Artık dönüşü olmayan bir noktaya gelinmişti. Öyle ise hali, vaziyeti olduğu gibi kabul etmekten başka çare yok. Biz de kabul ettik, bekledik. Sıra benim bavulları kontrole geldi. Memur içinde Risale-i Nur'lar olan bavulu tuttuğu gibi döner merdivene attı. Yine o zamanlar diyeceğim, çünkü çoktandır Esenboğa Havaalanından dış ülkelere hareket etmedim. Evet o zamanlar gümrük muayene bandının arkasında yuvarlak, ağaçlardan yapılmış bir yer vardı. Bavullar bu yuvarlak ağaçların üzerine konunca, her ağaç kendi ekseni etrafında dönüyor, bavul da rahat bir kayışla aşağı iniyordu. Oradan da alınıp, uçağa yükleniyordu. Risale-i Nur'lar bulunan kocaman ve ağır bavul hiç açılmadan giden tek bavul oldu. Diğerleri iyice arandı. Bu arada benim valiz de arandı, hattâ iki veya üç kutu lokum vardı. Onları dahi sordular ve yokladılar.

Amerika'da gümrük kontrolleri, bizden daha sıkı. Ayrıca Amerikan gümrükçüler çok selâhiyetli, bütün bavullar ve çantalar iyice aranıp, bilhassa yiyecek maddesi sokmuyorlardı. Sarî hastalıklardan korkuyorlarmış. Elma, armut gibi meyveleri üretmek için ziraat bahçelerine gönderirlermiş, geri kalan yiyecekleri de yakarak imha ederlermiş. Onlar da bavulları tek tek aramaya başladılar, bizim Risale-i Nur dolu bavula gelince adamcağız bir 'okey' çekti ve yine açılmayan tek bavul, bizimki oldu. Tabii Amerikalı gümrükçü de valizimi kontrol etti. Amerika'ya inince başladım Risale-i Nur'ları verecek adres aramaya. Washington'daki The Islamic Center'e mektup yazıp, Bediüzzaman hakkında bilgi verdim, arzu ettikleri takdirde Risale-i Nur'ların göndereceğimi belirttim. Kısa zamanda mektup arkadaşımla oturduk. Türk götürürüz, diye sohbetler Amerikan topraklarında personelinden gizliyorduk.

geldi, eserleri istiyorlardı. Bir personeline göstermeden, nasıl yapıp, plânlar hazırladık. Yani Risale-i Nur'ları yine Türk

Gerçi vatandaşlarımızın ekserisi İslâmiyete bağlıydılar. İslâmiyete hizmet için yazılmış Risale-i Nur'lar, bazı çevrelerce halka yanlış tanıtılmıştı. Hâdiselere sebebiyet vermemek için tedbir alıyorduk, hepsi bu kadar. İki

arkadaş

kitapları

omuzladık.

Amerikan

mezarlıklarından geçerek yola çıktık. Oradan otobüse bindik ve şehre inip, hemen Risale-i Nur'ları taahhütlü olarak postaladık. Daha sonra bu eserlerin alındığına dair mektup geldi, teşekkür ediyorlardı. "Keramet niçin verilmiş?" Bütün bunların sonunda anladım ki, Bediüzzaman'a keramet iki sebebe binaen verilmiş. Birincisi imkânsız diyebileceğimiz şartlar için İslâmiyete hizmet ediyordu. Hizmetin yürümesi için kerametlere ihtiyaç duyuluyordu. Yukarıdaki misalde de görüldüğü gibi. İkincisi: Türkiye'de İslâmiyeti öğrenme imkânı yoktu. Öğrenilmeyince yaşanmıyordu da. Zaten yaşayanları da kınıyorlardı. Bediüzzaman gibi garip, fakir bir âlime kim, ne için bağlanacak? İşte ona bağlananların evvelâ kerametler çekmiş olabilir. Böylece bir kısım Risale-i Nur talebeleri evini, işini bırakarak, sonunun nereye varacağını hesaplamadan, Bediüzzaman'la birlikte hapse gidebiliyorlardı. İnsanlık tarihinde Bediüzzaman gibi, imkânsızlıklar içinde yaşayıp kitleleri peşinde sürükleyen bahtiyarların sayısı çok azdır. Hemen belirteyim ki, Risale-i Nur'lardaki ifadeler, ispatlar, buluşlar keramet derecesinde insana tesir etmektedir. Kafama takılan, yıllarca cevabını bulamadığım sorularıma, Risale-i Nur'larda cevap bulmuş bir kimseyim. Öte yanda, Bediüzzaman'ın hayatı, bir keramet... Evden, barktan vazgeçmek... Mevkiyi, makamı, menfaatı

terketmek... Hakikatleri söylemek için, idamı göze almak. Bir ömür boyu sürgün hayatı yaşamak veya hapiste yatmak. Meselâ ben, Bediüzzaman'ın bu yönlerini öğrenince, 'Neden kumarbazlar, sarhoşlar sokaklarda serbest serbest dolaşıyorlar da, İslâmiyete hizmet etmeye çalışan Bediüzzaman hapse atılıyor?' diye âdeta isyan edip, onun yardımına koşmuşumdur. 1954-1955 yıllarında okuyamadığım Risale-i Nur'ları dağıtıyordum. Gördüğüm şahıslar, 'Bu kitaplarda ne yazıyor?' derlerdi. Ben de, 'Siz hocasınız, okuyabilirsiniz. Ben okuyamıyorum, fakat öğrenmeye çalışıyorum. İslâmiyete hizmet eden Bediüzzaman hapismiş, ona yardım ediyoruz. Siz okuyunuz, bize de anlatınız' derdim. Onlar da okuyup, anlatırlardı, hoşuma giderdi. "Diyebilirim ki, bana en çok tesir eden Bediüzzaman'ın hayatıdır. Öyle bir hayat yaşadı ki, onu romanlara bile sığdıramıyoruz. Öyle bir hayat yaşadı ki, en güzel romanlarımız dahi onun hayatı yanında cılız kalır."

ABDURRAHİM KAYA (Emekli Müftü) 1932'de Siirt Pervari'de doğdum. Dedem Ali Molla Şerifoğlu, Osmanlılar zamanında Siirt müftüsüymüş. 8 yaşındayken Kur'ân-ı Kerimi hatmettim. 15 sene sarf nahiv, mantık, fıkıh, tefsir, hadis ilimleri tahsili yaptıktan sonra 1955'te Van'ın Boyaroğlu Camii imam-hatibi oldum. İmamlıktan önce Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Şemme, Habbe gibi Arapça mecmualarına ara sıra baktığımdan kendisine muhabbetim vardı. Fakat iyi tanımıyordum. Yalnız büyük bir âlim olduğu anlaşılıyordu. İmam olduktan sonra uzun bir müddet akşam namazı ile yatsı namazları arasında her gece camide ders yapıyordum. Yatsıdan sonra da başka yerlerde devam ederdim. Bu arada arkadaşlar ile bir gece mehdilik konusunda bazı konuşmalar oldu, doğrusu o zamana kadar da fikrimde zayıflık vardı. "Peygamberimiz, 'Bediüzzaman'a git dedi" O gece yatarken rüyada çok susuzluk çekiyordum.

Durmadan su arıyordum. Büyük nehirler ve havuzlara rastlıyordum. Fakat o kadar bulanık çamurdu ki bir türlü içemiyordum. (Bizim meyve ve üzüm bağlarında üç duvarlı, tek gözden ibaret odalar vardır, bunlara 'koh' deriz). Neticede bir kohun içine girdim. Baktım, bir testi su, duvara dayanmış, ağzı yeşil otla kaplanmıştı. Çok sevindim, Allahu âlem, bu su güzel sudur diye kalbimden geçti, oturdum ve ağzını açtım. Hayatımda böyle su hiç görmedim. Suyun sesi kulağımdan hiç gitmiyor. Uyandığımda kendi kendime 'Fesübhanallah' diye düşündüm. Bu su diğer sulardan nasıl farklıysa Risale-i Nur da diğer kitaplardan öyle farklıdır ve bu zamanda, ekmek ve su kadar onlara ihtiyaç olduğunu anladım. Bu rüyadan sonra Risalelere dört elle sarıldım. Muhabbetim ondan yüze çıktı, var kuvvetimle okumaya başladım. Risale-i Nurlar hakkında şüphem kalmadı. Benim bu halet-i ruhiyem devam ederken bir gece rüyamda Hz. Peygamberi (a.s.m.) gördüm. O mübarek beldenin ortasında bir tepe vardı, aşağıya doğru yaya bir yol gidiyordu. Ben de bu yoldan aşağıya doğru gittim. Yolun kenarları yeşillikti. Tepenin dibinden üç yol ayrılıyordu. Yolun kenarında tek katlı, iki odalı bir ev vardı. Her odada büyük bir pencere vardı, 'Bu, Peygamberimizin (a.s.m.) evidir' deniliyordu. Kendisinin de evde olduğunu biliyordum, tahminen elli altmış metre uzaklıkta duruyordum. Yalnızdım, utanıyordum, ziyaretine gidemiyorum. İki kişi geldi, pencerenin kenarına durdu, içeride sakallı ve sarıklı birisini odanın köşesinden aşağı-

yukarı geçtiğini gördüm. Fakat Peygamberimiz mi, değil mi? Fark edemedim. İçeri giren iki kişiyle musafaha ettiler. Ben heyecandan titriyordum. Daha sonra onlar çıktı. Peygamberimiz de beni gördü. 'Buyurun gidelim' dedi, çıktı. Tepeye doğru yol almaya başlamıştık, biraz gittikten sonra oturdu, konuşmaya başladı. Tahminime göre bir saat kadar sürdü, ben hiçbir şey anlayamadım, kendi kendime, 'Fesübhanallah' dedim, son kelimesi olan şu ibareyi hatırlıyordum: 'Bediüzzaman'a git, sana nasihat etsin.' Bu rüyadan sonra Bediüzzaman'ın dünyanın en büyük alimi ve asrın müceddidi olduğuna kat'i inandım. O andan itibaren onu nasıl ziyaret edeceğimi düşünmeye başladım. 3-4 ay geçmişti ki, müftülük imtihanı açıldı. İmtihanlar Ankara'da oluyordu. Bir arkadaşla gittik. Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, 'Şimdiye kadar her ay imtihan giriş muamelemizi yaptırdı ve fakat şimdi altı ay sonra var' dedi. Başkan bizim imtihana giriş muamelemizi yaptırdı ve 'Altı ay sonra imtihana gireceksiniz' dedi. Buraya kadar gelmişken boş gitmeyelim, Üstadı ziyaret edelim' dedim. O da can ü gönülden kabul etti, araştırdık, 'Bediüzzaman bir hafta önce Eskişehir'e gitti dediler. Eskişehir'e gittik. 'Burada bir gece kaldı ve Emirdağ'a gitti' dediler. Emirdağ'a gittik, orada kaldığı odayı gösterdiler, 'Burada iki gece kaldı Afyon'a gitti' dediler. Biz de çaresiz yine Afyon'un yolunu tuttuk. Afyon'a akşam namazının çıkmasına beş dakika kala geldik. Hemen namazlarımızı

eda ettik. Bir otele yerleşmek üzere adımızı yazdırdık. 'Üstadı tanıyor musunuz?' dedik. Adam heyecanlandı ve 'Bir hafta önce geldi, bu odada kaldı, Burdur'a veya Isparta'ya gitti' dedi. Bize de Üstadın kaldığı odayı tahsis etti. Sabah namazından sonra trenle Isparta'ya gittik, yolda oynayan çocuklara sorduk. 'Biz bilmiyoruz' dediler. Başka bir hanım kapıdan başını çıkardı, bize kimi aradığımızı sordu. Ben, 'Meşhur Molla Said namında derin bir âlim' dedim. 'Öyle kimse yok' dedi. Biraz sonra, 'Ağabey, siz Bediüzzaman Hazretlerini kast etmiyor musunuz?' dedi. 'Onu yedi yaşından yetmiş yaşına kadar herkes tanır' dedi ve Üstadın evini bize tarif etti. Biz de evi bulduk ve zile bastık. Kapıyı Bayram Yüksel Ağabey açtı. bize, kapıya yapıştırılmış olan Üstadın fermanını okudu. 'Bugünlerde zındıklar bizi takip ediyor' dedi. Üstadın söylediği şu sözü bize söyledi: 'Risale-i Nurun talebeleri dünyanın hemen hemen her köşesinde bulunmaktadır. Uzakta bulunanlar yakında bulunanlar arasında hiç bir fark yoktur. Arzu ederdim, fakat çok hastayım. Beni ziyaret etmek isteyen Risale-i Nur okusun. Her bir risale bir Said hükmündedir.' Ben, 'Beni Fahr-i Kainat Efendimiz (a.s.m.) gönderdi, biz Van'dan geliyoruz, sen lütfen durumu Üstada intikal ettir' dedim. Bunun üzerine ismimizi aldı ve 'Caminin kapısında bekleyin, on beş dakika sonra gelin' dedi. Biz on beş dakika sonra geldik. Bayram Ağabey, 'On dakika sonra gelin, biz sizi çağıracağız' dedi. Üstadın kabul ettiğini öğrendik. Şapkalarımızı çıkardık,

sarıklarımızı sardık. Bize 10-15 dakikadan fazla müsaade etmediğini söylediler. İçeriye girdik. Somyadan yatağın içinde yastığa dayanmış olarak oturuyordu. Başında beyaz ile yeşil karışığı, büyük bir sarık vardı. Sakalı yoktu. Üstadın yüzüne bakamıyorduk. Ara sıra gözümü kaldırarak bakmaya çalışıyorduk. Üstad yavaş konuşuyor, Zübeyir Ağabey bize tercüme ediyordu. Bu durum yarım saat kadar devam etti. Daha sonra Zübeyir Ağabeyi yanımıza geldi, bize ne yaptığımızı sordu, imam olduğumuzu söyledik. Namazın zaten farz olduğunu, kıldırırken maaşı düşünmememizi söyledi ve 'Böyle yaparsanız ihlâsınız kırılmaz' dedi. Okuma yazma bilip bilmediğimizi sordu. Bildiğimizi söyleyince, 'Büyük Sözler'i çıkarken alın' dedi. Üstad, somyasının yanında, duvarda asılı duran zarftan fotoğraflar çıkardı ve Zübeyir Ağabeye verdi. 'Arkadaşlarına ver, baksınlar' dedi. Baktık. 'Bize, bunlar Avrupadaki Risale-i Nur talebeleri' dedi. Üstad bana nereli olduğumu ve kimleri tanıdığımı sordu. 'Paranız var mı, yoksa vereceğim' buyurdu.Biz, 'Var' dedik, bize, 'Isparta'da kalmayın, istasyona gidin, ikindi namazını kılın, tren gelir, siz de gidersiniz, selamımı tebliğ edersiniz, bu yanımda olan talebelerim gibi sizi de kabul ediyorum. Siz de beni daima duanıza katın' dedi. Ben Üstadın elini öpmek istiyordum, giderken elini öpmeye çalıştım, ama öptürmedi, ellerini kaldırdı, beni elleriyle sardı ve alnımdan öptü, arkadaşıma da aynısını yaptı. İstemeye istemeye ayrıldık. Zübeyir Ağabey bizimle kapıya kadar keldi, bize, 'Dinsizler sizi aldatmasın' dedi.

Ben daha sonra Hakkari'nin Beytüşşebap ilçesine tayin edildim. 1960'da Üstadın vefat edeceğine yakın bir zamanda bir rüya gördüm. Biri yüksek sesle, 'Bediüzzaman vefat etti' dedi. Daha sonra Üstadın vefat haberi geldi. Daha sonra muhtelif yerlerde görev yaptım ve emekliye ayrıldım. 1982'den bu yana da mücavir olarak Medine-i Münevverede bulunmaktayım

MUSTAFA ÖZSOY 1933 yılında Ermenek'te dünyaya geldi. Öğretmen olarak başladığı memuriyete, yine eğitim sahasında çeşitli sahalarda devam etmektedir. Hatıralarını şöyle anlatıyor: Bir köy çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Ailem bana dinî bir eğitim verememişti. O zamanki şartlarda bu büyük ölçüde zordu. Mevcut dinî kültürümü nineme borçlu idim. O bana Âhirzamandan, Kıyametin geleceğinden bahsederdi. Kıyamet, haşir, Cennet, Cehennem gibi mefhumları ismen de olsa ondan duymuştum. İlkokulu bitirdikten sonra köy enstitüsü imtihanlarını kazandım. Demokrat Parti iktidarından sonra , okullarımızın adı 'Öğretmen Okulu' olarak değiştirildi ve süresi altı yıla çıkarıldı. Okullara din dersi de konuldu, ama bu pek kifayetli değildi. 1955'te mezun olduktan sonra Diyarbakır'ın Dicle kazâsına tayin oldum. Tayin olduğum Birsin köyünde okul kapalı idi. Ben gidince açılmış oldu. Köyde ancak askerlik yapanlar Türkçe bilirdi. Yeştmiş-seksen hanelik köyde,

gündüzleri okulda, geceleri ise evlerde, köylülerle sohbet yaparak vakit geçirirdik. Cuma namazlarını kılar, at yarışlarını kaçırmaz ve her katıldığım yarışta da birinci olurdum. "Rüyamda kıyamet kopuyordu" Öğretmenliğimin ikinci senesiydi. Bir gün gece yatmak üzereyken, kalbime bir sıkışma geldi. Bir baygınlık geçirdikten sonra gözlerimi açtığımda, aileme, 'Biz namaz kılmıyoruz. Ya ölüm gelir de bizi böyle yakalarsa halimiz ne olur?' dediğimi hatırlıyorum. Hanımla birlikte konuşarak, artık namaz kılmaya karar vermiştik. Yatağa girdim. Rüyamda, 'Kıyamet kopacak' dediler. Bir uçurumun kenarında birisi duruyordu. Onun İsrafil olduğunu söylediler. Elinde de borazanı vardı. 'Birinci üflediğinde, bütün mahlûkatlar ölecek. İkinci üflediğinde ise yer gök birbirine karışacak, kıyamet kopacak' dediler. İsrafil'in (a.s.) yanında berrak bir ırmak vardı. 'Yâ Rabbî! Kıyamet kopmadan bizi o ırmağa ulaştır. Ondan sonra ölelim' diye dua ediyordum. Derken Sûr üflendi. Biz öldüğümüzü hissettik. Beş yüz sene kadar yattığımızı sonradan söylediler. İkinci borazan sesiyle uyandık, kabirden kalktık. İki genç geldi, 'Irmağı geçeceğiz' dediler. Irmağın ortasına geldiğimizde gençler, 'Bu su ile gargara yap' dediler. Gargaradan sonra, ağzımdan ceviz büyüklüğünde şeyler döküldü. Büyük ferahlık hissettim. 'O sudan iç' dediler. İçtim. İsrâfil (a.s.) hâlâ orada duruyordu.

Yanına vardığımda ise ortadan kayboluverdi. Bir uçurumun kenarında mağara vardı. Mağarada matematik öğretmenim Cemal Beyi gördüm -Kendisi bir trafik kazasında vefat etmişti- 'Sen burada ne yapıyorsun? dedim. 'Ben dünyada iken amel etmiyordum. Beni buraya hapsettiler' cevabını verdi. İki genç beni gezdiriyordu. Öyle güzel yerler gezdik ki, tarifi mümkün değil. Sonra uyandım. Rüya mı, gerçek mi olduğunu bir türlü kestiremiyordum. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah namazını büyük bir huzur içerisinde kıldım. Cumartesi günü idi. O gün talebelerin derslerini verdikten sonra, okulu tatil ettim. 'Hemen Diyarbakır'a gidip orada bir şeyh bulacağım ve ona intisab edeceğim. Artık imanımızı kurtarmamız lâzım' diye karar verdim. "Mehmed Kayalar ile tanışmam" Diyarbakır'da Zülfi isminde bir arkadaşıma uğradım. O, 'Seni bu akşam Bediüzzaman'ın halifesine* götüreceğim' dedi. Ben Bediüzzaman kim, halifesi kim? Hiçbir şey bilmiyorum. Gittiğimiz evde, iftardan sonra teravih namazını kıldık. Etrafa baktığımda ne göreyim, her taraf gençlerle dolu idi. O durum bana çok tesir etmişti. Namazdan sonra bir zat eline bir kitap almış ve okumaya başlamıştı. Okuduğu kısım hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle idi: 'Kâinat birbirine sarılmış, kat kat tabakalardan meydana getirmiş, hiç bir tabakası boş

olmayan bir gül goncası gibi sarılı bir şekildedir. 'O zat okuyup izah ediyordu. Sonra başka bir kitaptan okudu. Sonradan o kitabın İhlâs Risalesi olduğunu öğrendim. Okunan dersten çok istifade ediyordum. Ders bittikten sonra o zat, 'Soru soracak var mı?' dedi. 'Ben varım' dedim. Yanına doğru yaklaştım. 'Nerelisin?' dedi. 'Konyalıyım' dedim. Mesleğimi sordu. Bir-iki sualim vardı. Soruların cevabını aldıktan sonra, artık başka bir âleme girdiğimi hissetmiştim. Kendisine, 'Ağabey, ben bu yolun yolcusu olmak istiyorum' dedim. 'Peki, kardeşim, zaten seni bekliyordum' dedi. Halife dedikleri de meğer Mehmed Kayalar adında bir zatmış. Aslında halifelik filân yok. Bunun Üstadın mesleğini tam bilmeyenler söylüyordu. Bana Yirmi Üçüncü Söz, Gençlik Rehberi ve Hanımları Rehberi olmak üzere üç tane kitap verdi. Kitapları daktilo edilmişti. Kitapları aldıktan sonra doğru Zülfi'nin evine gittim. Öyle bir hal hissediyordum ki, Diyarbakır sokaklarına sığamaz olmuştum. Zülfi'nin evine bir nefeste Yirmi Üçüncü Söz'ü bitirmiştim. "Köylülere Yirmi Üçüncü Söz'ü okuyorum" Eve döner dönmez, seslendim: 'Müjde! Buldum.' Hanım, 'Ne buldun?' diye sordu. Cevaben sesli olarak Yirmi Üçüncü Söz'ü okumaya başladım. Bak, böyle yüksek bir hakikat varmış. Biz bundan habersiz bir vaziyette yaşıyormuşuz' dedim. Epey zamandır, bir meseleden dolayı, köylülere küskün

olduğum için camiye bile gitmiyordum. O akşam, Yirmi Üçüncü Söz'ü elime aldım ve doğruca camiye gittim. Şark köylerinde camilerde sigara içerlerdi. Her zamanki gibi o akşam da sigaraların dumanı camiyi kaplamıştı. Ben içeri girince hemen ayağa kalkarak, 'Buyur, hocam, buyur' diye bana yer açtılar. Ben, 'Önce şu sigaraları söndürün. Ondan sonra buyurayım' dedim. Ezan okundu, teravih namazını kıldık. Namazdan sonra caminin taştan yapılmış iptidâî minberine çıktım ve köylülere, 'Durun bakalım. Size bazı şeyler söyleyeceğim' dedim. Hiçbirisi dağılmadan oturdu. Ben hemen Yirmi Üçüncü Söz'ü okumaya başladım. Türkçe bilmedikleri için anlamıyorlardı. Ben anladığım kadarıyla izah ediyordum. Çok istifade ettiklerini görüyordum. Sabahleyin okula gelen köylüler, 'Bugüne kadar böyle şeyler duymadık. Çok istifade ettik. Akşam yine devam edelim' dediler. "Sohbetler devam ediyor" Köylülerle ve talebelerle sohbetlerimiz bütün samimiyetiyle devam ediyordu. Köy odalarına gidiyor, onları Türkçe öğrenmeye teşvik ediyordum. Talebelerle birlikte, köylülerden de bir hayli kimse Türkçe öğrendi. Benim için mesai mefhumu yoktu. Vazifem gün doğar doğmaz başlıyor, gece yarılarına kadar derslere, sohbetlere devam ediyordum. Bu arada okuldaki talebeler de her bakımdan çok güzel yetişiyorlardı. Dördüncü ve beşinci sınıf talebelerini daha başka türlü

yetiştiriyordum. Kendim de sporcu olduğum için, onları âdeta askerî bir disiplinle yetiştiriyordum. Zaten ahlâkî ve manevî eğitime de ağırlık verdiğim için, talebelerim çok kaliteli bir eğitim almış oluyorlardı. Risale-i Nur'ları tanıdıktan sonra benden meydana gelen bir diğer değişiklik de ilkokullarda, bilhassa köylerde ciddî bir eğitim yapılabilmesi için köylülerle çok sıkı bir münasebet içerisine girmenin zaruretine inanmam oldu. Bunu, vazife yaptığımı köyde bizzat tatbik ettim ve çok güzel neticelerini gördüm. Kanaatimce, milletimizin maddî-manevî kalkınmasında bu hususun çok büyük ehemmiyeti vardır. Köylülerle kaynaşmanın öyle neticeleri oldu ki, bir müddet sonra, civar köyler de faaliyet sahamız içerisine girdi. Biz onlara giderdik, onlar da bize gelirdi. Çok güzel bir kardeşlik ve dostluk havası meydana gelmişti. "Konya'ya tayinim çıkıyor" Dicle'nin köylerinde tatlı hatıralarımız fazla devam etmedi. Bir müddet sonra Konya'ya tayinim çıktı. Konya'ya geldikten sonra, benim okuduğum eserleri okuyan birisi olup olmadığını epey araştırdım. Bir zaman sonra Yorgancı Mehmet Amca ile tanıştık. Onun dükkânında derslerimizi, sohbetlerimizi devam ettiriyorduk. Öylesine bağlarımız kuvvetlenmişti ki, onun dükkânını âdeta evimiz gibi hissediyordum. Konya'da Bediüzzaman ve eserleri ile alâkadar bütün zatlar da oraya gelir, bir arada toplanırlardı.

Birçok ağabeyi ve kardeşi de böylece Mehmet Amca vasıtasıyla tanımış oldum. "Üstad Hazretlerini ziyaretim" 1957 yılında idi. Bir gün Konya'da bulunan ağabeylere Üstadı ziyaret edeceğimi söyledim. 'Üstad hem hasta, hem yorgun. Kimseyi kabul etmiyor' dediler. Ancak ziyaret etmek hususundaki ısrarlarım üzerine, 'Peki, git bakalım. Belki seni kabul eder' dediler. Trene binip Isparta'ya gittim. Üstadın evini araştırmaya başladım. Ancak sorduklarımdan hiçbirisi cesaret edip de Üstadın evini bana tarif edemiyordu. Nihayet cesur birisi çıkıp tarif etti: 'İlerden sağa dön. Polis noktasının bulunduğu yerde...' Tarif edilen yere vardım. Kapıyı çaldım, kimse açmadı. Sokakta bulunan birisi Üstadın Emirdağ'a gittiğini söyledi. O sıralar Üstad Emirdağ ile Isparta arasında sık sık gider gelirmiş. Derken, ben Emirdağ'ın yolunu tuttum. Üstadın evini sorduğum birisi kendisini takip etmemi söyledi. Takibi de biraz uzaktan yapmamı ve kendisinin önünde bir miktar eğleşip gideceği evin, Üstadın evi olduğunu söyledi. Dediği gibi yaptık. Allah'a şükür, Üstadın evini bulmuştum. Kapıyı çaldım. 35 yaşlarında bir zat kapıyı açtı ve 'Buyur, kardeşim' dedi. Ben 'Ağabey, Üstadı ziyarete geldim' dedim. 'Kardeşim,

Üstad hasta, kimseyle görüşmüyor. Üstelik sesi de çıkmıyor. Biraz önce de uzak vilâyetlerden gelenler oldu. Onları da kabûl etmedi' dedi. Ben 'Ağabey, ne olur, sen Üstada bir söyle. Ben Konya'dan geldim. Öğretmenim. Üstadı mutlaka ziyaret etmek istiyorum' dedim. 'Peki, bir dakika bekle' dedi. Biraz sonra kapıyı açtı ve hemen beni içeriye aldı. Yukarıya çıktık. Üstad bir somya üzerinde uzanmıştı. Yerde eski bir halı seccadeden başka bir şey görünmüyordu. Zemin çıplaktı. 'Esselâmü aleyküm' dedim. Sesi çıkmıyordu. Gayet kısık bir sesle, 'Aleyküm selâm' dedi. "Üstad öğretmen ve subaylara önem veriyordu" Beni yukarıya çıkaran ve Üstadın hizmetinde olan zatın Zübeyir Ağabey olduğunu sonradan öğrendim. Üstad Hazretleri gayet kısık sesiyle konuşuyor, Zübeyir Ağabey de bana naklediyordu. Bir müddet sonra, 'Ağabey, sizin nakletmenize gerek yok. Ben anlıyorum' dedim. Biraz sonra Üstadın sesi de açıldı. Şu sözlerini hiç unutamıyorum: Kardeşim, benim nazarımda iki sınıf çok ehemmiyetlidir: Birisi subay, diğeri ise öğretmendir. Bence bir öğretmen, yüz vaiz kadar bu memlekete faydalıdır. Subay Türk ordusunun en sağlam temeli ve unsurudur. Bu iki sınıf mesleğe çok ehemmiyet veririm ben.' Bir ara sohbetin bir yerinde 'Kardeşim, Menderes

bizdendir. Menderes'in bu memlekete çok büyük hizmeti vardır. Onun için onunla beraberiz' demişti. Bu sözleri söylediği esnada Sungur Ağabey, Bayram Ağabey ve Ceylân Ağabey de oradaydı. İstikbal hadiselerinden bahsetti. Beni talebeliğe, kardeşliğe ve dostluğa kabul etti. 'Kardeşim, seni bu üç makama kabul ediyorum. Seni dualarıma dahil ediyorum. Sen de beni dualarına dahil edeceksin' dedi. Sonra 'Artık gidebilirsin' diyerek bana izin verdi. Sonra bir vasıtaya binip Konya'ya geldim. Bir ay kadar sonra -zannediyorum Temmuz ayında iditekrar Üstadı ziyaret etmek için Konya'dan trene bindim. Isparta istasyonuna vardığımda bir de ne göreyim. Zübeyir Ağabey kapıda beni bekliyor. Üstad Hazretleri, 'Trende bir kardeşimiz var, onu al da gel' diye Zübeyir Ağabeye söylemiş. Beraberce Üstada gittik. Elini öptüm, uzun müddet sohbetinde bulundum. Üçüncü defa ziyaretine gittiğimde üstad Burdur taraflarına gitmişti. Otelde beklemeye başladım. Orada iki kişi de Üstadı ziyaret etmek için bekliyordu. Bunlar Abdullah Çavuş ile Van taraflarından Ziya Mesci idi. Abdullah Çavuş Üstadla ilgili hatıralarını anlatıyordu. O sırada Ceylân Ağabey merdivenlerden çıktı, hafifçe benim omzuma dokundu ve tekrar merdivenlerden aşağıya indi. Ben bunun benim gelmem için bir işaret olduğunu anladım ve hemen arkasından koştum. Beraberce Üstadın yanına gittik. Somyasının üzerinde Cevşen okuyordu. Beni

kucakladı, ben de ellerinden öptüm. Yine her zamanki gibi hizmetlerden bahsetti. "Camide dersler yapıyorduk" Konya'nın Çamurluiğret köyünde vazife yapıyordum. Camide köylülerle sohbet ederek dersler yapıyorduk. Bir gün bir müfettiş geldi. Cebinden Konferans risalesini çıkararak, 'Ben bunu okudum çok beğendim. Sende de var mı bu kitaptan?' dedi. Ben de, 'Evet, aynısından var' dedim. Halbuki aynı şahısla biraz önce münakaşa etmiştik. Beni oyuna getirmek istediğini anladım. Köylülerin ifadesini filân almış. Neticede bir şey çıkaramadı. Sonradan o zatın İşçi Partisinden meb'us namzedi olduğunu duydum.. "Hiç korkmayın! Küfrün beli kırıldı" Bir hafta sonra tatil olmuştu. Üstadı ziyarete gittim. Ben kapıdan girer girmez, somyasının üzerinde ayağa doğruldu ve alnımdan öptü. 'Benim kahraman kardeşim, Konya'da Risale-i Nur'a ilişen var mı?' diye sordu. 'Üstadım!' dedim ve biraz durakladım. Bunun üzerine Üstad, 'Evet, kardeşim, biliyorum. Seni tebrik ediyorum. Hiç korkmayın! Küfrün beli kırıldı. İnşaallah bundan sonra İslâmiyet parlayacak. Komünizm ve dinsizlik yıkıldı' dedi. "Hizmetine Konya'da devam et" 1958 yılı yaz tatili devresinde idik. Isparta'da Üstadın hizmetinde bulunan bütün ağabeyleri tevkif etmişlerdi. 'Ben gideyim de, ağabeyler hapisten çıkıncaya kadar

Üstadın hizmetinde bulunayım' diyerek Üstadın yanına gittim. Elini öptüm. 'Kardeşim, yirmi lira yol parasını ben vereceğim' dedi. Ben, 'Hayır, Üstadım!" diyerek almadım. 'Peki,' dedi, 'eğer kabul etseydin, sevabın az olacaktı. Seni yaz tatili boyunca, kardeşlerimiz hapisten çıkıncaya kadar, yanımda alıkoymak isterdim. Ancak sen memursun. Sen hizmetine Konya'da devam et' dedi. O zaman Dr. Sadullah Ağabey Taif'e gitmek istiyordu. Ben Üstadın yanına gelirken, 'Üstada söyle, bana izin versin. Eğer o izin verirse gitmek istiyorum' demişti. Ben bunu Üstada söylemeyi unutmuştum. Üstad Hazretleri ben hiçbir şey söylemediğim halde, 'Sadullah'a selâm söyle. Gitmesin, gidemez. Ona izin yok' dedi. Sonra tekrar ellerini öperek yanından ayrıldım. Hangisinde olduğunu hatırlamıyorum, ziyaretlerimden birisinde bana, 'Sana maaş bağlayayım' dedi. Ben de, 'Üstadım, kendi paramla İslâma hizmet etmek istiyorum' dedim. Tebrik etti ve şöyle dedi: 'Anneni, babanı, eşini dualarıma dahil ettim. Seni otuz senelik talebeliğe, dostluğa ve kardeşliğe kabul ettim.' Lâyık olmadığımız halde o bize iltifatlar ve bizi hizmetlere teşvik ediyordu. "Üstadın vefatını haber alıyorum" 1959 yılında Cihanbeyli'nin bir köyüne tayin olmuştum. O sıralarda gazetelerde Üstadla ilgili çok şeyler yazılıyordu.

Bir gün Konya'ya gelmek üzere yola çıktım. Yolda gözüme ilişen bir gazetede Üstadın vefat haberini gördüm. Çok müteessir olmuştum. Tabiri caizse perişan olmuştum. Bizde Üstad sanki hiç ölmeyecekmiş veya çok uzun süre daha yaşayacakmış gibi bir his vardı. Bir hafta boyunca geceli gündüzlü ağladım. "Gözlerimi ne zaman kapasam, karşımda Üstadı görüyordum. Bir gün rüyamda şöyle dedi: 'Kardeşim, merak etme, ağlama. Bizim hayattan ziyade memâtımız (ölümümüz) hizmet edecek." "Allah rahmet eylesin. Âmin." İMAN KAHRAMANI ŞANLI ÜSTADIM Feyzin kalbimize doldu Üstadım. Kavuştum Nur'lara sanki ummanım. Feda olsun Nur'a benim de canım. Sönse bütün âlem, sönmez imanım. Üstadım bu âlem beklerdi seni Uzat da öpelim nurlu elleri Kur'ân bahçesinden gelen gülleri Koklattın bizlere şanlı Üstadım. Ezelî fermanda lûtfa mazharsın; İhlasa îmana açık bürhansın, Kur'ân esrarında sen bir dellalsın, Îmanı bizlere sundun üstadım. Nur olsun, nur dolsun bütün gönüller

Kahrolsun Kur'ân'a uzanan eller, Gelmesin geriye zulmâtlı günler, Nur'unla zulmâtı boğdun Üstadım. Yırtıldı perdeler parladı Nur'un Kör oldu gözleri dinsiz gürûhun, Dursun ıztırabı artık ruhunun Küffarın başını ezdin Üstadım. Yılmaz mücahid eşsiz kahraman Çarpıştın küfürle vermedin aman Kükrese îmanlar hep Bediüzzaman Kalbimiz makberin olsun Üstadım. Konya, 1959-1960 Öğretmen Mustafa ÖZSOY

MUSA YUKARI Aslen Denizli ili, Tavas ilçesi, Ovacık köyündenim. Şimdi İzmir-Torbalı-Ayrancılar'da oturuyorum.. "Üstadı arıyoruz" Ben Musa Yukarı. Aslen Denizli ili, Tavas ilçesi, Ovacık köyündenim. Şimdi İzmir-Torbalı-Ayrancılar'da oturuyorum. 1957 senesi Mayıs ayında, ben, köyden Salim Acar ve komşu Çakırbeyli köyünden Veli Başarır, Üstadımızı ziyaret için trenle Isparta'ya gittik. Fakat evine vardığımızda Üstadımızın Eğirdir'e gittiğini öğrendik. Biz de Eğirdir'e gittik. Fakat maalesef orada da bulamadık. Orada bulunan kardeşimiz Çilingir Ali Ağabey, 'Buradan gitti. Nereye gittiğini de bilmiyoruz' dedi. O gece, otelvari bir handa kaldık. Handa takriben 50 kişi vardı. Beraber büyük bir salonda oturduk, konuştuk. Sohbet esnasında bize, 'Nerelisiniz?' diye soruldu. Biz, 'İzmirliyiz' dedik. 'Niçin burada bulunuyorsunuz?' dediler. Biz, 'Isparta'ya Bediüzzaman'ı ziyarete geldik. Burada olduğunu söylendi. Fakat burada da bulamadık. Nihayet bu gece handa yatıp yarın İzmir'e döneceğiz' dedik. O zaman

handa bulunan müşterilerden tahminen 30 yaşlarından birisi, 'Bediüzzaman mı?' dedi. 'Evet' dedik. 'Bakın,' dedi. 'Bediüzzaman ile geçen bir hatıramı anlatayım' dedi ve bütün handaki yolcularla beraber dinlemeye başladık. "Bir kamyon şoförünün itirafı" Ben bir kamyon şoförüyüm. Bir gün yanıma tanımadığım üç kişi geldi. Bana, 'Memleketimizde Bediüzzaman diye fevkalade zararlı bir alim var. Taksiyle dolaşıyor. Sana 50 bin lira verelim, yed-i emine parayı teslim edelim. Sen kamyonun ile buna çarp, kaza süsü ver ve öldür. Bu paraya yed-i eminden al' dediler. Ben kabul ettim. Nihayet taksinin rengini ve plaka numarasını verdiler. Bana yardımcı olacaklarını söylediler. Nihayet yola çıktım. Taksinin karşımdan geleceğini söylediler. Gözüm taksinin renginde. Renk uyarsa, direksiyonun önüne koyduğum plaka numarasına bakıyorum. Bir baktım, aynı renkte bir taksi uzaktan göründü. Yaklaştıkça plaka numarasına bakıyorum. Tam o anda taksi sağa yanaşıp durdu. İçinden bir genç indi. Sola geçti, yani benim önüme. El kaldırdı. Ben de durdum. 'Ne o?' dedim. 'Seni Hoca Efendi çağırıyor' dedi. İndim, taksinin yanına o genç ile beraber vardım. Hoca Efendi, taksinin camından başını çıkarıp bana dedi ki: 'Oğlum, ben memlekete zararlı bir Hoca değilim. Sana yanlış bilgi verdiler. Bu teşebbüsünden vazgeç.' O anda Hocaya o kadar ısındım ki anlatamam, tarif edemem. Bana para teklif eden o üç kişi orada olsa idi tereddütsüz üçünü de

arabamla ezerdim. Ben bunu başka birinden duymadım, kendim yaşadım; ister inanın, ister inanmayın.' Ben, o arkadaşın adresini almadığım için hâlâ üzgünüm ve pişmanım. Bu hadiseyi bütün o handa olan insanlar bizim ile beraber dinlediler. Biz o gece, orada yatıp sabahleyin tren ile İzmir'e hareket ettik. Sağ selamet köyümüze geldik. "Soluğu karakolda aldık" Sene 1960. Ocak ayındayız. Üstadımızın Ankara'ya geleceğini işittik. Köyden Kadir İnci arkadaşım beraber Ankara'ya gittik. Orada bazı kardeşleri bulduk. Onlarla beraber bir yere vardık. Vardığımız yerin altı Murat Lokantası idi. Üstüne çıktık. Geniş bir yerde yüze yakın arkadaş toplanmıştı. Şimdi çoğu rahmetli oldular. Bildiklerimden Selâhattin Çelebi, Ceylan Çalışkan, Ahmet Feyzi Ağabeyler orada idiler. Üstadımızı, Ankara'ya, İçişleri Bakanının sokmadığını, Emirdağ'da ikamete mecbur ettiklerini duyduk. Kadir İnci ile beraber Emirdağ'a gitmeye karar verdik. Emirdağ'a vardık, öğle namazı bir camiye girdik. Namazdan sonra ben, sakallı bir amcaya yanaşıp sordum: Amca, bu camide Nurculardan kimse var mı?' Oğlum, biz hepimiz Nurcuyuz. Ne istiyorsun?' Biz İzmir'den geliyoruz. Bediüzzaman Hocayı ziyaret

edeceğiz, evini bilmiyoruz, onu soracaktık' dedim. Cami cemaatinden on yaşlarında bir çocuk çağırdı. 'Bu misafirlere Bediüzzaman Hocanın evini gösteriver' dedi. Çocuk önümüze düştü, biz arkasından gittik, 'İşte şu ev!' dedi, çocuk geri döndü. Kapıyı çaldık. Biraz bekledik. Bu sırada birisi benim omzuma vurdu. 'Yürü karakola, ben sivil polisim' dedi. Ve ikimizi karakola getirdi. Öğle zamanı olduğu için karakolda bir tane resmi elbiseli nöbetçi vardı. Ona, 'Bunları Hocanın evinin önünden getirdim' dedi. Polis bize sordu: 'Buraya niçin geldiniz?' Bediüzzaman Hocayı ziyarete geldik' dedik. Nerelisiniz?' dedi. İzmirliyiz' dedik. Bize, 'İzmir'den avanak adam çıkmaz, İzmirliler uyanık olur. Siz nasıl avanak çıktınız? Ben de İzmirliyim. İzmir'den buraya kadar hiç alim yok mu ziyaret edilecek?' dedi. Ben de, 'Orası takdir meselesidir' dedim. Bize, 'Oturun, Komiser yemekten gelince ifadenizi alır' dedi. Neticede 'Komiser geldi' dediler. Bizi öbür odaya çağırdılar. Komiser ifademizi aldı. Bazen sert, bazen yumuşak sorular sordu. Biz lâzım gelen cevabı verdik. Bizi serbest bıraktı. 'Derhal Emirdağ'ı terk edin. Bir daha Hocanın oraya giderseniz, sizi hapsettiririm' dedi.

Biz, ilk geldiğimiz odaya döndük. Durumu onlara anlattık. Gitmek için izin istedik. Bizi karakola getiren polis dedi ki: 'Biz, sizi sevdik. Herşeyi dobra dobra söylediniz, gelin bakayım.' Bizi Ceylan Ağabeyin babası Mehmed Ağabeyin dükkânına götürdü. 'Bunlar sizden' deyip yanına bıraktı, kendi gitti. "Üstadı ziyaretimiz" Mehmed Ağabey bize, 'Üstadımızın evini musunuz?' dedi.

biliyor

Evet' dedik. Onun evinin bitişiğinde bir bakırcı dükkânı var, o kardeşlerdendir. Onun dükkânına gidin, size yardımcı olur' dedi. Biz oraya gittik, dükkânı bulduk, müşteri gibi dükkânına oturduk. Durumu anlattık. İzmir'den gelmişsiniz, karakolda ifadeniz alınmış, biz bu gece derste duyduk. Hatta Zübeyir Ağabey, bu gece sizi karakol ve otellerde aradı. Siz onlar mısınız?' dedi. Biz, 'Evet' dedik. Bize yer gösterdi. Elinden gelen yardımı yapacağına dair söz verdi. Biz tevekkülvari dükkânında otururken dışarıda elinde su kabı olan bir kardeşi, 'Osman!' diye çağırdı. İçeri gelince ona, 'Bu arkadaşlar, İzmir'den gelmişler. Hoca Efendiyi görmek istiyorlar. Durum nasıl?' dedi.

Osman, 'Üstadımız şu anda uyuyor, Zübeyir Ağabey ise bir yere kadar gitti. Zübeyir Ağabey gelsin ona söylerim. Üstadımız uyanınca Zübeyir Ağabey de ona söyler. Üstadımız kabul ederse, ben gelir, kardeşleri çağırırım. Bizim elimizde birşey yok, Üstadımız ne derse biz onu yaparız' dedi ve gitti. Osman, tahminen bir saat sonra geldi, 'Zübeyir Ağabey geldi, ona söyledim, Üstadımız uyandı, o da Üstadımıza söyledi. Üstadımız sizi bekliyor' dedi. O anda sevincimizden sanki uçuyorduk. İçeri girdik. Üstadımız biraz rahatsız yatıyordu. Bize elini uzattı. Elini ikimiz sırayla öptük. Bize 'Nerelisiniz?' diye sordu. Ben, 'Denizli Tavaslıyım' dedim. Kadir İnci de, 'Konya Ermenekliyim' dedi. 'Fakat şimdi ikimiz de İzmir Torbalı, Ayrancılar köyünde oturuyoruz' dedik. Bana, 'Seni Zübeyir'in yerine kabul ediyorum' dedi. Kadir'e de, 'Seni Sungur'un yerine kabul ediyorum' dedi ve buyurdu ki: Küfrün beli kırılmıştır, bir daha doğrultamaz. İzmir'deki kardeşlere selam söyle, para masraf edip gelmesinler. Risale-i Nur'ları okusunlar. Oğlum Zübeyir, bunlar beni görmek için buraya gelmişler. Bunların yol paralarını ver.' Biz, 'Parayı almayız, başka yere gelmiştik, buraya uğradık' dedik. Tekrar elini uzattı, 'Üstadınız müsaade veriyor' dedi. Tekrar elini uzattı. İkinci defa elini öptük.

Üstadımız, Zübeyir Ağabeye, 'Bunları otobüse bindir, öyle gel' dedi. Zübeyir Ağabey bizimle beraber dışarı çıktı. Yolda bir dakika bile beklemedik, hemen İzmir tarafına giden bir otobüs geldi. Binip hareket ettik. Halbuki İzmir'e otobüs her zaman bulunmuyordu. Üstadımızın manen otobüsü görüp bizi gönderdiği, âşikâre belli oldu. "Eğer biz, biraz oyalansaydık, hemen o gün araba bulamayacaktık, hem de yanımızda Zübeyir Ağabey olmasaydı, büyük bir ihtimalle başka polisler tarafından karakola götürülecektik."

ALİ ÇAKMAK 1925'te Kütahya-Tavşanlı'da doğdu. Dede tarafından Bursalıdır. Nur hizmetinin Bursa'da yerleşmesinde ve gelişmesinde üstün gayretleri olmuştur. Ulu Osmanlı Devletinin padişahları olan Osman ve Orhan Gazilerin beldesi Yeşil Bursa, Şehid Murad'a mezar olmuştu. Süleyman Çelebi ile Bursa’da yücelmişti. Ali Çakmak himmet ve hamiyet sahibi bir insandır. Osmanlının kuruluş devri payitahtının temsilcisi olarak, zamanın sahibi Bediüzzaman ile mülaki olmuştur. Bursa'da evinde, muhtelif zamanlarda, yirmi beş yıl önceki bu aziz zamanları bize terennüm etti. Eskiden beri Türkiye'deki İslâmi hizmetleri yakından takip edip alakadar olan Ali Çakmak, otuz yıl evvelinin 'Büyük Doğu' hareketiyle de alakadar olmuş, memleketi Tavşanlı'da ilk Büyük Doğu Cemiyetinin şubesini açmıştı. Bu himmet ve gayret, nihayet kendisini Nur'lara talebe etmişti. Nur'ların müellifini bir defa Emirdağ'da, iki defa da Eskişehir'de ziyaret etmişti. Eskişehir'de Abdülvahid

Tabakçı ve Şükrü Yürüten'in evinde üstadı görüp, ellerini öpmüştü. Bu mülakatlarını şöyle anlatıyordu: "Risale-i Nur ile karşılaşmam" Risale-i Nur ile ilk karşılaşmam şöyle olmuştu: 1948 senesinde Tavşanlı'da komşumuz emekli öğretmen Hacı Mustafa, Hatt-ı Kur'an ile matbu, kapakları kopmuş bir kitap vererek, 'Bunu oku' dedi. Okudum, Tekrar tekrar okudum. Elimden bırakamıyor, çok feyz alıyordum. Kitabı iade etmek için Hacı Mustafa'ya götürdüğümde, 'Kitap senin olsun' diye bana verdi. O anda heyecanla kitabı elimle bağrıma bastım. Daha ismini öğrenmeden kitabın meclubu olmuştum. Elimden bırakamadığım bu kitabın sonradan Risale-i Nur külliyatından Ayetü'l-Kübra risalesi olduğunu öğrendim. Kısa zamanda Eskişehir'de saatçı Şükrü Yürüten'den bazı risaleleri temin ederek 1952 senesinde Bursa'ya hicret ettim. Daha evvel 'Büyük Doğu' ve 'Milliyetçiler Derneği' vasıtasıyla bir çevrem vardı. Bunlar arasında Risaleleri okumaya çalıştım. Fakat kitaplar teksir ve daktilo ile çoğaltılmış olduğu için kabullenmek çok zor oluyordu. Bu faaliyetimizi haber alan İstanbul'dan Mehmed Fırıncı Ağabey geldi. Tanıştık, bize büyük kuvvet verdi. Sonra bir gün Orhan Camiin kapısı önünde elinde bavul ile Muzaffer Aslan Ağabeyi tanıdım. Hemen dükkanıma götürdüm. Nur camiasıyla böylece tanışmış olduk. Bazı semtlerde sohbetler devam ederken nihayet matbu

risaleler gelmeye başlayınca, Bursa'dan hizmetler gelişti. Bu arada takipler ve tazyikler de başladı. "Üstadı ilk ziyaretim" Bir gece Üstad Hazretlerini rüyamda gördüm. Sohbet ettiğimiz evimde imiş. Beni kucakladı ve çıktı. O sırada kalbimde tatlı bir acı hissediyordum. Bırakmasının istemiyordum. Heyecanla uyanmıştım. Hâlâ ne zaman o rüyayı hatırlasam o tatlı acıyı kalbimde hissederim. İşte bu rüyadan sonra Üstad Hazretlerini ziyaret etmek iştiyakı doğdu. Bu iştiyak içinde günler geçerken, 1958 senesi Haziran ayında Ankara'dan gelirken otobüs Eskişehir'e uğradığında ani bir kararla yolumu değiştirerek Emirdağ'a gittim. O günlerde şiddetli bir terör havası estiriliyordu. Kimin yanına varsam benden kaçıyorlardı. Kimse yanıma yaklaşmıyordu. Niçin geldiğimi herhalde tahmin ediyorlardı. Nihayet birisinin önüne dikildim. 'Mehmet Çalışkan'ın dükkanı nerede?' dedim. Eli ile bir çarşıyı göstererek, 'Şurada' dedi ve uzaklaştı. Gittim, baktım. Mehmet Çalışkan'ın dükkanı kapalı. Komşuları, 'Arka çarşıda Hacı Osman var' dediler. Gittim. İhsan Çalışkan'la karşılaştım. Bursa'dan geldiğimi, Üstad Hazretlerini ziyaret etmek istediğimi söyledim. İhsan Çalışkan, Üstad Hazretlerini rahatsız olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini, fakat anahtarın imam Mustafa Acet'te bulunduğunu, onu görmemi söyledi. Mustafa Acet'i bularak iştiyak ve arzumu arzettim. Mustafa Acet, 'Kardeşim, Üstadımız rahatsız, kimseyi kabul edemiyor. Hatta Diyarbakır ve Halep'ten

gelenler var. Otelde bekliyorlar. Fakat yine de ben Üstad Hazretlerine söyleyeceğim. Sen Hacı Osman'ın dükkanında bekle' dedi. "Bursa ehl-i tahkikin merkezi" Bakkal dükkanı olduğu için her içeri girenin, bana geldiğini sanarak heyecanlanıyordum. Belki ömrümün en heyecanlı dakikalarını yaşıyordum. Zaman durdu. Saniyeler saat oldu. Nihayet sonradan isminin Ahmet Urfalı olduğunu öğrendiğim birisi içeri girdi. Yüzüme baktı. Ve 'Bursa'dan gelen sen misin?' dedi. 'Evet' dedim. 'Üstad Hazretleri sizi bekliyor' dedi. Son derece heyecanla onu takip ettim. Eski ahşap bir eve girdik. Bir çift takunyadan başka eşya namına bir şey yoktu. Merdivenlerden çıktık. Sofada sadece bir leğen ve ibrik. Şerefli huzuruna girdik. Somya üzerinde, yatağında hafif doğruldular. Başında çağla rengi bir sarık, saçları beyaz ve kulaklarının ön ve arkasından omzuna kadar uzamış. Hafif düzgün bir yüz. Hemen elini öptüm. Parmakları ince ve uzun. Oturmamı söyledi. Sesi gayet hafif çıkıyordu. Tam anlayamıyordum. Yanında bulunan Mustafa Acet'e vasıta olmasını söyledi. 'Kardaşım, sadıkane hizmet etmiş arkadaşlarımı kabul edemiyorum. Seni kabul ettim. 25 sene hizmet etmiş gibi kabul ediyorum' diye iltifat ettiler. İsmimi ve anne-babamın sağ olup olmadıklarını sordular. 'Nerelisin?' dedi. 'Tavşanlı'da doğdum. Bursa'da oturuyorum' deyince. 'Konya ehl-i tetkikin, Bursa ise ehl-i tahkikin merkezi idi. Bursa kadıları

bid'alardan mahfuz kalmıştır' buyurdular. Bu ziyaretimden sonra hem Üstad Hazretlerinin dua ve himmetleri, hem Ceylan, Fırıncı, Birinci gibi kahraman kardeşlerin bizleri yalnız bırakmamaları neticesi Bursa'da hizmetlerimiz inkişaf etti. Hele bir hafta Bursa'ya iş münasebetiyle gelen, Üstad Hazretlerinin hizmetkarlarından Ahmed Urfalı, Üstadımızın selam ve dualarını getirir, bizi hizmete teşvik ve teşcileri şevk kaynağı olurdu. "İkinci ziyaretim" Eskişehir'e iş münasebetiyle gitmiştim. Üstad Hazretleri Emirdağ'da ise ziyaretine gitmek istedim. Saatçı Şükrü Ağabey, Üstadın Isparta'da olduğunu, karın yolları kapattığını ve gitme ihtimalinin olmadığını söyledi. O gece Doğan Otelinde kalmıştım. Rüyamda; Üstad Hazretlerini yatak üzerinde beyazlar içinde gördüm. Benim de üzerimde beyaz bir gömlek vardı. Bursalıları ziyaret ettiriyormuşum. Kapıdan girerken şehadet parmağı ile işaret ederek, 'Gel! Gel! Seninle ümmet-i Muhammedin birleşmesi hakkında görüşeceğim' dediler. Yanına gitmek isterken uyandım. Hemen kalbime geldi ki: 'Üstadım gelecek.' Sabah, Saatçı Şükrü Ağabeye uğradım. 'Haber var mı?' dedim. 'Yok, kardeşim, kardan kamyonlar bile geçemiyormuş. Taksi nasıl gelsin' dedi. Akşama kadar belki yirmi defa dükkana uğradım. Nihayet akşam üzeri geldiğini, Şükrü Ağabeyin evinde kaldığını öğrendim. O gece aynı evde, Üstadımın hemen yakınında bir

odada kalmanın heyecanını yaşadım. Aynı gece yarısı, Adnan Menderes'in Londra uçak kazası sonrası İstanbul'dan Ankara'ya geçeceğini öğrendik. Bütün ağabeylerle birlikte, istasyona gittik. Menderes'e bir mektup verilecek idi. Fakat 'Başbakan uyuyor' dediler ve mektubu müsteşar Ahmet Salih Korur'a vererek eve döndük. Sabahleyin, Üstad Hazretlerini, geldiğini duyan gelmeye başladı. Bir hayli kalabalık oldu. Ziyaret edememe endişesi içindeydim. Saat 9-10 sıralarında hiç kimseye söylemeden heyecanla Üstadımın bulunduğu daireye geçtim. İçeri girdim. O zamanki cüret ve cesaretime hâlâ şaşarım. İçeride Zübeyir Ağabey Kur'an okuyordu. 'Gel kardeşim! Bekle. Üstad Hazretleri uyuyor' dedi. Bir müddet sonra dışarıdan Ceylan geldi. İçeriden zil çalındı. Ceylan girdi. 'Dışarıda kim var?' dedi. Ceylan 'Bursa naşirlerinden Ali var' dedi. Abdest tazelemek istemiş, abdest aldılar. Kullandığı su iki bardak kadardı... Sonra Ceylan, 'Sizi istiyor' dedi. Girdim. Elini öptüm. İsmimi, nereden geldiğimi sordu. Çok hiddetli idi. 'Kardeşim... Ziyaretinizi kabul ediyorum' dedi. Tekrar elini öptüm. Geri geri çıkarken Ceylan'a, 'Nereye gidecek ise oraya kadar götür' dedi. Ceylan, Üstad Hazretlerinin arabasıyla beni otelde kadar götürdü. Onun arabasıyla bir yere gitmek bile bize ayrı bir zevk ve heyecan veriyordu. Aynı gün öğle namazına Çarşı Camiine gittiğimde İstanbul ve Ankara'daki bütün naşirleri orada olduğunu gördüm. O günlerde İstanbul, Ankara naşirleri arasında ihtilaf vardı. Halli için Üstad Hazretleri çağırmıştı. Gördüğüm rüyanın tabiri de çıkmıştı.

"Üçüncü ziyaretim" Vefatında, 3-4 ay evvel Bursa'da tamir edilen arabasını, şoförü Hüsnü ve Fırıncı Ağabey ile Eskişehir'e götürdük. Üstad Hazretleri Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalıyordu. Altındaki odada havacı astsubay Muzaffer Erdem ve Ahmed Urfalı ile beraber kaldık. Sabah namazında Odun Pazarı Camiine gitmiştik. Hüsnü, camiden beni çağırdı. 'Üstad gidecek, sizi istiyor' dedi. Heyecanla gittik. Son günlerde Bursa'ya karşı teveccühü vardı. Hatta Fırıncı Ağabeye, 'Bursa'yı Isparta gibi, Barla gibi kabul ediyorum' diyordu. Bunun için nereli olduğumu sorarsa duasına doğrudan müteveccih olayım diye, Bursalıyım demeye niyet etmiştim. Şerefli huzuruna kabul buyurdular. Ellerine sarıldım, öptüm. Tekrar öptüm. Oturmaya fırsat yoktu. Hazırlık içinde idiler. 'Kardeşim ben gidiyorum. Ziyaretinizi kabul ettim' dedi. Tekrar elini öptüm. Ellerini göğsünde koyarak beni yolcu ediyordu. O anda içinde bugün nereli olduğumu sormadı diyordum. Hemen Hüsnü'ye seslendi, 'Hüsnü, aslen nereliymiş, sor' dedi. Ben, 'Tavşanlıyım' demeye mecbur oldum. Arabası hazırlandı. Eşyalarını arabaya götürdük. Hepsi bir sepet, iki bohçadan ibaretti. Üstadımız Zübeyir Ağabey ile Abdülvahid Ağabeyin kollarında merdivenlerden inerken resmi elbisesi ile Muzaffer Erdem elini öptü. Ona 'Kardeşim, ben elli yıldan beri ordu ile alakadarım' dedi. Hiç kimse cesaret edip yanına yaklaşamıyordu. Zübeyir Ağabey arabaya bindi. Tam araba hareket edeceği anda bir kadın arabanın üzerine atıldı. Ellerini açarak dua istedi. Üstad Hazretleri

Zübeyir Ağabeye ismini sordurdu. Sonra ellerini göğsüne koyarak kabul işaret yaptı. Araba hareket etti. Bu manzarayı seyreden bazıları, 'Ne mutlu kadına' diyorlardı. Dünya gözüyle bir daha görmek nasip olmadı. İnşaallah ahirette ebediyen beraber olmayı, Rabb-ı Rahimin rahmetinden niyaz ediyorum.

ERDOĞAN UTANGAÇ 1939'da Bursa'da doğdu. Üstad kendilerine Rıdvan ismini vermişlerdi.

Bediüzzaman

"Risale-i Nura kavuşmam" Risale-i Nurlarla tanışmam 1954 yılında olmuştu. O zaman henüz on beş yaşında bir gençtim. Muhterem Fırıncı Ağabey bizim köye çok sık gelirdi. Köyümüz İnegöl yolunda olması dolayısı ile bize sık sık uğrardı. Köyde Yaşar Şahin Ağabey ile görüşürlerdi. Bir gün bana Fırıncı Ağabey Küçük Sözler'i verdi. Daha sonraları Gençlik Rehberi, Konferans ve Said Nursi isimli eserleri getirdi. Okudukça ruhum genişliyor, gönlüm bam başka derunî hislerle doluyordu. Üstadımızla tanışmayı ve mübarek ellerini öpmeyi çok arzu ediyordum. Biz köyde meyvecilikle meşgul oluyorduk. Bir gün köyümüze Emirdağ'dan Ahmed Urfalı gelmişti. Meyve almak için kendisine yardımcı olduk. Ahmed Urfalı Ağabeye, Üstadımızla görüştürmesi için rica ettim. O da Üstadımızın şu anda Isparta'da olduğunu, Emirdağ'a geldiğinde beni haberdar edeceğini söyledi. Nihayet haber

geldi. Bursa'dan bir otobüsle Eskişehir'e gittim. Gece saat 9:30'da tekrar bir otobüsle Emirdağ'a gittim. Hava çok soğuktu. Gönlüm Nur Üstadımıza kavuşmanın sıcak heyecanıyla tutuşuyordu. Gece saat 11:30'da Emirdağ'da indim. Daha önce memleketimden dışarıya hiç çıkmamıştım. O gece otele indim. Gözlerimi uyku tutmuyordu. Sabah ezanı ile birlikte, hemen camiye koştum. "Üstadı arıyorum" Sabah namazını kıldıktan sonra, imama doğru sokuldum. İmamdan Üstadımızı sormak istiyordum. Daha ben bir şey demeden o mübarek imam ağabeyimiz, 'Kardeşim hoş geldin. Üstad Hazretlerini görmeye mi geldin?' diyerek beni kucakladı. O muhterem Ağabeyimiz Üstadımızın hizmetinde bulunan merhum Hacı Hattat Mustafa Acet'miş. Daha sonra beraberce rahmetli Mehmed Çalışkan'ın dükkânına gittik. Orada bir müddet sohbet ettikten sonra, tam Üstadı ziyarete gidecekken Ceylan Çalışkan, çıka geldi. Üstadımızın acele Isparta'ya gideceğini söylüyordu. Tarih 1958 senesinin Kasım ayının bir Salı günüydü. Üstadıma kavuşmanın heyecan ve ulvî lezzetini unutmam hiç mümkün değildir. Rahmetli Ceylan Çalışkan Ağabey bana dönerek, 'Kardeşim sen şimdi git, Ahmed Urfalı Ağabeyin evinin önünde bekle, biz oradan arabayla geçeceğiz, seni o zaman Üstadımızla görüştürebilirim' demişti. "Yılmayınız, yorulmayınız, usanmayınız"

Nihayet yıllardır beklediğim mutlu an gelmişti. Nur Üstad Bediüzaman Hazretlerinin arabası karşıda gözükmüştü. Araba yavaş yavaş gelerek Ahmed Urfalı Ağabeyin evinin önünde durdu. Üstadımızın yanında Zübeyir Ağabey vardı. Arabayı Ceylan Çalışkan Ağabey kullanıyordu. Önde Bayram Yüksel Ağabey oturuyordu. Ceylan Çalışkan, kapıdan inerek Üstadımızın kapısını açtı. Nur Üstadımız yavaş yavaş arabadan indi. Hemen ellerine sarıldım. Mübarek elleri pamuk gibi idi. Sevgili Üstadımızın mübarek ellerini öptüm, öptüm, öptüm... O heybetli simasına ve gözlerine bakamıyordum. Bursa'dan geldiğimi ve Bursalı ağabeylerimizin selâm ve hürmetlerini getirdiğimi söyledim. Çok mütehassis oldular. 'Seni de buradaki ağabeylerin gibi, talebeliğime kabul ettim. Senin ismini Rıdvan olarak değiştiriyorum' dedi. Mübarek elleri ile sırtımı sıvazladı ve, 'Kardeşim, Nurların hizmetinde en küçük bir hizmet, çok büyük neticeler verir. Hizmetimiz kudsidir. İman ve Kur'ân hizmetinde yılmayınız, yorulmayınız, usanmayınız' dedi. 'Bursa'nın manevî sultanlarına, hizmet-i Kur'aniyedeki kardeşlerime binler selam ederim. Cenab-ı Hak sizleri ve bütün Nur talebelerini insî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza etsin, âmin' diyerek bizlere dualar etti. Zübeyir ve Ceyân Ağabeylerin yardımı ile tekrar arabaya binerek yola çıktılar. *** 1959 yılında vatanî görevimi yapmak için Amasya'ya

gittim. Orada Nedim Gürbüz isimli muhterem bir ağabeyimiz vardı. Bana şehirden ara sıra Hür Adam gazetesini getiriyordu. Daha sonra Şerafeddin Kartal Ağabeyle tanışmıştım. Pazar günleri Amasya'ya birlikte gidiyorduk. Orada terzi bir ağabey vardı. Orada birlikte Nur dersleri yapıyorduk. 1960 yılında Tugay Camii yeni açılmıştı. Ramazan ayında ilk teravih namazını kıldırmak da bu fakire nasib olmuştu. Nihayet 24 Mart 1960 günü yine Nedim Gündüz Ağabey Hür Adam gazetesini getirmişti. Gazete manşetten büyük harflerle, 'İslâmın Büyük Kaybı... Üstadımız Mübarek Kadir Gecesinde Dâr-ı Bekaya İrtihal Etti' diye acı haberi yazıyordu. Gözlerimizin pınarından yaşlar oluklar gibi aktı. "Cenab-ı Hak şefaatlerine cümlemizi nâil eylesin... Âmin."

AHMET ÖZYAZAR 1928'de Merzifon'da doğdu. Emekli hava astsubayıdır. 1958 yılında bir zâtta, Hastalar Risalesi'ni gördüm. Bir miktar bana okudu. Büyük bir hakikatle karşı karşıya olduğumu idrâk ettim. Kaderin garip bir cilvesi, büyük bir ihtiyaç duyacağım bu eserlerle ilk olarak bu şekilde karşılaşmıştım. Bir sene kadar devam eden ağır hastalığım sırasında, Hastalar Risalesi'ndeki manâlar benim üzerimde tecrübe edilmiş oldu. Hastahanede iken bir gün arkadaşlar ziyaretime gelmişlerdi. Öylesine ağır hasta idim ki, Yarbay Reşat Bey devamlı olarak başımda Kur'ân-ı Kerîm okuyordu. Bir taraftan da kardeşler bana tesellî veriyorlardı. Arkadaşlar gidince elektrik lâmbasının yanında Eskişehir Yalaman Camii İmamı Hafız Osman Hocanın başını gördüm. 'Üstad geliyor' dedi. Ben hemen odada bulunan nöbetçiye, 'Kardeşim, ışığı söndür ve dışarı çık' dedim. Asker dışarı çıkınca, Üstad içeri girdi. Dua etti ve belime kadar sıvazladı. Ben uyuyakalmışım. Halbuki

günlerdir gözüme uyku girmiyordu. Uyku esnasında, sırtımda açılmış olan delikten ciğerime giden hortum dışarı çıkmış, ciğerimde ne kadar iltihap varsa hep temizlenmiş ve sırtımdaki delik de kapanmıştı. Uzun müddet uyumuşum. On-on beş gün içerisinde taburcu oldum. "İhlâs Risalesi'ni yazarak Üstada gittim" Risale-i Nur'u yazmaya İhlâs Risalesi ile başladım. İhlâs Risalesi çok hoşuma gitmişti. Yazarken öylesine dalmışım ki, az kalsın sigara ile halıyı yakacaktım. O zamanlar o alışkanlığı terk edememiştim. İhlâs Risalesi'ni bitirince, doğru Üstadın yanına gittim. Görmeyi çok arzu ediyordum. Önceleri ismini de hiç duymamıştım. Yetiştiğim muhit böylesine mevzuların çok uzağında idi. Emirdağ'a vardık. Çalışkan'lar vesilesiyle Üstada gidilebiliyordu. Benden bir gün sonra da Yarbay Reşat Bey geldi. 'Üstad kimseyi kabul etmiyor' dediler. Yazmış olduğum İhlâs Risalesi'ni Ceylân'a vermiştim. Üstada versin diye. 'Madem bizi kabul etmiyor, hiç olmazsa yazdığım esere baksın' dedim. Risaleyi gören Üstad, 'Hemen gelsin' demiş. Üstadın beni kabul etmesiyle, sanki dünyalar benim olmuştu. O gün âdetâ ayaklarım yere basmadı. Üstadın yanına gittiğimde, 'Gel bakalım, kardeşim! Mâşaallah, bunu sen mi yazdın? Demek azmedince bir haftada yazılıyormuş'

dedi. Hayretler içerisinde kaldım. Benim risaleyi bir haftada yazdığımı nereden biliyordu? Sonra eserin arkasına, kendi el yazılarıyla bir dua yazdılar. Ordudan, havacılardan çokça mesele bahsettiler. Herhalde benim asker olmam hasebiyle, hep askerlikle ilgili şeyler anlatıyordu. Yanından ayrıldığımda, boş bir kovanın bal doldurması gibi bir hisle doluydum. Yüzbaşı Ekrem Eskişehir'de bir Yüzbaşı Ekrem Bey vardı. Temiz, efendi ve kibar bir arkadaştı. Ancak çok lâkayt bir aileye mensub idi. Evlerinde Besmele dahi çekilmediğini söylerdi. Kendisi depoda görevliydi. Bir gün Ekrem Bey de hastaneye düştü. Ailece tanışır, görüşürdük. 'Ben Risale-i Nur'u tanıma nimetine hastahanede kavuştum. Belki bu adamın da vakti gelmiştir' şeklinde düşünerek, kendisini ziyaretlerimden birisinde, Üstadın Tarihçe-i Hayat'ını verdim. Derhal kitabı bitirmiş. Ekrem Yüzbaşı, bilahare bütün kötü alışkanlıklarını da terk edip namaza başladı. Kendisi, ziyaretlerimden birisinde bana, 'Minarede müezzin bekliyor. Namazı kılalım, sonra sohbete devam ederiz' diyordu. Bu, ondaki değişmeyi gösteriyordu. Bir müddet sonra Ekrem Yüzbaşı, kendisini Üstada götürmem için ısrar etmeye başladı. Üstada gitmek üzere anlaştık. Yıldız Otelinde buluşacaktık. Yüzbaşı Sedat

Besen, sivil olarak oraya gelmişti. Üstad Hazretleri ona, 'Kardeşim, bizim saklı bir şeyimiz yok. Böyle elbiseleri değiştirmeye ne hacet var?' demişti. Biraz sonra Ekrem Yüzbaşı da gelmişti. Ancak sivil giyinmişti. Zavallının zaten başka sivil elbisesi yoktu. Üstadın Sedat Yüzbaşıya söylediği sözü öğrenen Ekrem, derhal fayton tutup gitti ve resmî elbiselerini giyip geldi. Beraberce Üstada gittik. Üstad kabul etti ve sohbette, yüzbaşının benim rütbece neyim olduğunu sorduktan sonra şöyle dedi: 'Sizin ruhlarınızı bir birinize çok yakın görüyorum. Hem bu yüzbaşıdaki fazilet ve meziyet herkeste bulunmaz. Senin (beni kastederek) başına kumandan olduğu halde, bu yolda seni kendisine kumandan olarak kabul etmiş.' "Ne kadar maaş alıyorsun?" Üstad Hazretleri bir gün bana sormuştu: 'Ne kadar maaş alıyorsun?' Üç yüz lira' dedim. Kaç tane çocuk var?' dedi. Ben, 'Beş tane efendim' dedim. Bunun üzerine, 'Bu maaşın yarısını iade et, diyecektim. Ama mâşallah beş tane çocukla inşaallah geçinip, Nura da hizmet edersin, helâldir' dedi. "İktisat dersi"

Bir gün kır gezisi için Üstaddan 125 kuruş aldılar. Arabacının aldığı bu para da aslında sembolikti. Üstad, 'Bugün çok yanlış bir iş yaptım. Günde 25 kuruş ile geçinen bir adamın bir günde gezinti için 125 kuruş vermesi çok yanlış bir iştir' dedi. "Üstadın hizmetindeyim" Hizmetinde bulunduğum süre içerisinde Üstadın çok iltifatlarına mazhar oldum. Lâyık olmadığım bu iltifatları çok düşünmüşümdür. Bir gün herkesin gönlünü aldıktan sonra şöyle dedi: 'Benim her gün değişik şahıslar görmekten ruhum sıkılıyor. Hepinizin bedeline Ahmet Başçavuş hizmetime baksın.' Yine başka bir gün, bir akşam vakti dışarı çıkmıştım. Namaz vakti de girmişti. Döndüğümde Üstadı, elinde bir saat ile bekler vaziyette buldum. Vakit girer girmez, hemen namazını eda ederdi. O akşam geciktiğim için Üstad merak etmişti. "Afyon mahkemesi" Afyon mahkemesine gitmiştik. Abdurrahman Şeref Lâç da müdafaa için gelmişti. Oradan da araba tutarak beraberce Üstadın yanına gittik. Üstadı alarak Afyon'a döndük. Resmî elbiseli bir havacı, Üstadın koluna girdi. Diğer koluna da ben girdim. Ben de resmî idim. Bunun üzerine ortalığı yaygaraya vermişlerdi. 'Ordu Bediüzzaman'a hizmet ediyor' v.s. diye.

Bahçeden mahkeme salonuna vardık. Biz farkında değiliz, taharrî memurları da bizi takip ediyorlarmış. Birisi Merkez Komutanlığına telefon ederek bizi ihbar etmiş. Salonda Üstadın oturması için sandalye aradık. Kapıcılar, müstahdemler yer vermedi. Biz kendimiz araştırıp, bir sandalye bulduk. Hakim kapalı celse kararı vermişti, içeri kimseyi almıyorlardı. Muhakeme esnasında şöyle bir hadise cereyan etmiş: Hakim teker teker bütün maznunların mahkûmiyetleri olup olmadığını soruyormuş. Sıra Üstada gelince şöyle bir muhavere geçmiş. Reis: 'Mahkûmiyetiniz var mı?' Üstad: 'Yirmi sekiz senedir, zulmünüzün mahkûmuyum.' Bunun üzerine reis, telâşla kâtibe emretmiş: Yaz, yaz. Mahkûmiyeti yok, yaz.' "Üstad her hadiseden ibret dersi verirdi" Eskişehir-Sivrihisar yolu üzerinde bir Nalbant Camii vardır. Üstad bu camiin müezzininin ezanını işitmiş ve bana şöyle demişti: Bu müezzinler için çok sevap vardır. Seslerinin gittiği yere kadarki olan daire içinde bulunan melekler, o müezzin için dua ederler. Bir gün havadan geçmekte olan uçakları göstererek

Üstad şöyle dedi: 'Bakın, uçaklar geçiyor. Bana, 'Said sen havada uçacaksın' deseler, kabul etmem. Risale-i Nur ile meşgul olurum.' "Üstadın fedakârlık dersi" Polisler Hafız Abdullah Toprak'ın evini aramışlar. Ancak masanın üzerindeki risaleyi görememişler. Polisler gidince de, Hafız Abdullah tekrar geri gelip arama yapabilirler endişesiyle risaleyi yakmış. Üzgün üzgün Üstadın yanına gelmiş. Hiç hadiseden bahsetmediği halde Üstad ona, 'Üzülme, kardeşim, o zaman öyle icap etmiş, sen öyle yapmışsın' demiş. Hafız Abdullah Toprak'ın bulunduğu bir sırada Üstad bana, 'Kur'ân hakkı için söyle, kardeşim. Sana deseler ki, 'Said'i terk et, sana istediğinizi vereceğiz. Terk etmezsen sana en ağır işkenceleri yapacağız.' Hangisini yaparsın?' dedi. Risale-i Nur'u tercih ederim, efendim' dedim. Üstad iki dizinin üstünde heyecanla şöyle dedi: Ben dahi bunlar için ahiretimi terk ederim. Ben sizden daha fedakâr değilim. Sizlerin çoluk çocuğunuz var, benim yok.' "Sonra beni göstererek, 'Bak, bunun beş tane çocuğu var. Ben bunlara yetişmeye çalışıyorum' dedi."

SUAD ÜNLÜKUL 1929'da Osmaniye'de doğdu. Eskişehir'de Trafik Başkomiserliği, Konya'da Ahlâk Zabıta Başkomiserliği ve Gülşehir'de Savcı Kâtipliği olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptı. 4 Ekim 1993'te Pazartesi günü İstanbul'da vefat etti. "Amcam Said Nursi" Çırpınan Karadeniz, hafif dalgalarla, Giresun sahillerini okşuyordu. Ufukta sema ile birleşen deniz, sahilde bazen hırçınlaşıyor, bazen sakinleşiyordu. Dalga dalga, bıkıp usanmadan kıyı şeridini ak köpükleriyle yıkıyordu. Yârin dalgalanan zülfüne bende olana şâir, "Esme ey bâd esme, canan uykuda" diye sızlanıyordu. Herkes elindeki aynanın rengiyle görüyordu dünyayı. Dalgaların sesini duyduğumuz gibi, eğer dilinden, ne konuştuğunu da anlayabilseydik, Kırım'dan kopup gelen köpüklerden Sinanlar'ın atının nal sesini, Giraylar'ın tekbirlerini dinleyebilecektik.

Geride yükselen, zümrüt renkli yamaçlar, güzel dekoru tamamlıyordu. Sonsuz mavilik ufku, gözlerin gıdası yeşillik mahşeri, en sevgili dostlarla, en güzel konunun sohbeti. İşte Giresun kıyılarında duygularımızın ifadesi. Hayır hayır, hislerimizin mümkün olmayan ifadesizliği. Ah! Ne olurdu kalbimizin dili olsaydı da duyduklarını dile getirebilseydi. O zaman dilsiz kalbimizden bîzar olmazdık. Kalem, edebiyat sevdasıyla daldan dala atlıyordu. İki yakası bir araya gelmeden ey kalem! Edebiyatı ediplere bırak da, Giresun koyunda yağız çehreli adamın anlattıklarını bir araya getir. Saf gerçeğin berrak yüzüne ayna ol. Yaz mevsiminde Karadeniz başka, bam başka oluyor. Bu yeşil mevsimde Giresun'da komiserlik vazifesini yapıyordu. Said Nursî'nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un oğluydu. Milyonların Üstadına 'Amca' diyordu, 'Seyda' diyordu, bazen de 'Üstad' diyordu. Merhum pederi de 'Seyda' dermiş. Bu hatıraların hatırı için, biricik oğluna Seyda ismini vermişti. Seyda, Şarkın Doğu Anadolunun en samimi, en kalbî bir hitap ifadesidir. Gönüllerden kopup gelir, Şarklının Seyda

deyişi. Bu kelimede, bu isimde Şarkın buram buram safveti, samimiyeti kokar. Şark insanının kalb temizliği, misafirperverliği, bütün kaba görünüşüne rağmen, altın yüreği parlar Seyda'nın altında. Abdülmecid Ünlükul'un Rabia Hanımından dört evlâdı olmuştu. Bunlar: Nihad, Fuad, Suad ve Saadet. "Gel Suad, Üstad seni bekliyor" Suad Ünlükul, amcasını hayatta iken bir defa görmüş. Bir ömür, hasretlik, gurbetlik ateşiyle geçmiş. 1959 senesinde artık bu hasrete dayanamıyor. Babasından izin alıyor. "Gideceğim baba, amcama, Seyda'ya" diyor. Artık bu son isteği reddetmiyor rahmetli babası, "Peki git" diyor. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim: "Emirdağ'a inince, rastladığım bir kahveci garsonuna sordum: "Bediüzzaman nerede oturuyor?' "Garsonun tarifiyle az sonra Seyda'nın kapısının önündeydim. Seyda'nın eşiğine bile ulaşmak artık benim için saadetlerin en büyüğüydü.

"Kapıya Tahiri Ağabey (Mutlu) çıktı. 'Gel Suad' diye çağırdılar. İçeride beni karşılayan Zübeyir Ağabey (Gündüzalp), 'Gel Suad, Üstad seni bekliyor, dün mü çıktın yola?' dedi. "Sanki tepemden bir kazan sıcak su dökülmüş sandım. Benim geldiğimi, geleceğimi nasıl işitmişti? "Üstadın haberi var mı geleceğimden?' dedim. "Zübeyir Ağabey, 'Üstad geleceğini bize söylemişti' dedi. İçeri girdim, çok heyecanlanmıştım. Eline kapandım. "Huzurdayım" "İçeride küçük bir soba yanıyordu. Elimi bırakmıyor, hafif hafif elime vuruyordu. "İmtihanlara girmiş ve kazanmıştım, polis olmak arzu ediyordum. Seyda'yı ziyaretimde bu arzumdan bahsettim, fikrini öğrenmek istedim. Seyda bana şu cevabı verdi: "Bizden de bir polis olsun.' "Amca sizin fikrinizi almaya geldim, dedim. Şayet âmir olmazsam ayrılacağım, âmir olmak arzu ediyordum. "Üstad cevaben: 'Yok!... Yok!... Ayrılma. Âmir olursan da üzülme, olmazsan da üzülme! Şayet âmir olursan tevkif edilebilirsin. Ama üzülme!' "Az sonra yemek geldi. Sefer tasında bir yumurta kırılmıştı. Ayrıca çorba ikram ettiler. Ben heyecan içinde,

ne yediğimin de farkında değildim zaten. "Bu görüşmenin hazzı ile kuşlar gibi uçuyordum. Arabayı hazırlattı. Ceylan Çalışkan kullanıyordu. Zübeyir, Sungur ve kendisiyle beraber arabaya bindik. "Yol kavşağına kadar beni yolcu ettiler. Sungur'la ben idik. Ankara'da bazı işlerim vardı. Üstad, 'İşlerini Sungur yapar, sana yardım eder' dedi. "Üstadın hangi söylediği çıkmadı ki?" "Seyda ile görüşmemizin üzerinden yıllar geçti. "1971 hâdiselerinde, anarşistleri topluyorduk. Eskişehir'de vazife yapıyordum. Bir savcı ile takıştık. Neticede soluğu hapishanede aldık. Üç ay içeride kaldık." Suad Ünlükul'a sordum: "Amcanızla görüştükten sonra, tevkiften bahsetmelerini nasıl karşıladınız, böyle bir şey bekliyor muydunuz?" Cevap verdi: "Seyda söylesin de, o çıkmasın. Hiç mümkün mü? Şaşar mı hiç? Üstadın hangi söylediği çıkmadı ki?" Konuşmalarımız bitmemişti, ama akşamın gurubuyla garip olmuştu. Suad Ünlükul, bizi kat'iyyen bırakmak istemiyordu. Evinde misafir etmek arzu ediyordu. Oğlu Seyda'ya talimat bile vermişti.

Şerefli ailenin asaleti, Genç Seyda'nın güzel yüzünde de görünüyordu. Pervane gibi dönüyordu etrafımızda. Şarkın altın kalpli ailesine akşam yemeğinde misafir olduk. O anda, o vakitte, sanki Üstadın misafiriydik. Sanki Seyda'nın davetlisiydik. Onun sofrasındaymışım gibi bir hal vardı üzerimde. Üç arkadaş Nurs köyünün akşam sofrasındaydık âdeta... Geç vakitte bizi Trabzon otobüsüne kadar yolcu etti. Hiç yer bulunmayan otobüse Suad Beyin hatırı için binebildik. Üstada mensubiyet, Seyda'ya akrabiyet, Suad Beyin ailesinde, çocukların nasiyesinde bir pırlanta gibi parlıyordu. "Babama çok bağlıydım, yeryüzündeki yegâne varlığımız babamdı. Onun ölüm ânını hiç unutamıyorum. O kadar güzel, o kadar tatlı bir şekilde gözlerini kapadı ki, o ânı mümkün olsa tekrar tekrar yaşamak isterim. Kucağımda verdi, son nefesini" diyordu. Suad Bey, yalnızlık, çok ulvî bir gariplik hissediyordu. Emekli olduktan sonra, "Nereye yerleşeceğiz?" diyen çocuklarına, "Neresi olsa bizim için birdir" diye cevap veriyordu. Asil hanedanın, mümtaz bir temsilcisi olarak Suad Bey, Seyda'ya sevgi ile yaşıyordu. Kucaklaşarak ayrıldık.

SELAHADDİN DOKUMACI Selahaddin Dokumacı, Erciş'in Örene köyünde 1925'te doğdu. Şark medreselerinde tedrisat gördü. İmam olarak çeşitli camilerde görev yaptı. "Üstad, kalbimden cevaplandırdı." Yakın hemşehrimiz Ekim 1959 tarihinde Bediüzzaman'ı ziyaret sıkıntılara katlanarak dinliyoruz:

geçirdiğim

her

şeyi

ve hocamız Selahaddin Dokumacı, büyük bir arzu ve iştiyakla Üstad etmek ister ve bu hususta birçok yola revan olur. Şimdi kendisini

Vasıta sıkıntısının olduğu 1959 Ekim'inde, Erciş'ten tâ Emirdağ'a gitmek ancak Allah'ın keremiyle oldu. Önce Diyarbakır'da Mehmed Kayalar'a uğradım. Onların dualarını aldıktan sonra, Konya yolu ile Emirdağ'a vâsıl oldum. Bir kahvede oturdum. Gözümün kestirdiği kişilere Üstadı nasıl bulabileceğimi sordum. Yakın alâka göstermekten çekinen halkın içinden biri, bu işin zor

olduğunu ifade etti. Daha sonra nasıl olduysa Zübeyir Ağabeyin tavassutu ile Üstad Bediüzzaman'ın nurlu huzurlarına kabul edildik. İçeriye girdiğimde Üstad yatakta yatıyordu. Hemen bir hoşâmedi ile oturmamızı söylediler. Ben ise mübarek ellerine kapanarak öptüm. Oturduktan sonra bana ismimle hitap ederek, Van'dan Molla Hamid Ağabeyi ve Diyarbakır'dan Mehmed Kayalar'ı sordu. Diyarbakır'da Kayalar ile Müftü Molla Halil arasında bir hadise olmuştu. Onunla alâkalı olarak bana müsbet hareket tavrı içinde olunmasını söyledi. Diyarbakır'a gittiğimde bunu söylememi emir buyurdular. Tabii ki, ondan bir müddet sonra Risale-i Nur aleyhinde bulunan Müftü Molla Halil büyük bir tokat yiyerek sakat ve perişan oldu. Üstad Hazretleri Van'a gitmek istediklerini, fakat hükümetin buna müsaade etmediğini söyledi. 'Çünkü hükümet benden korkuyor ve endişe ediyor' dedi ve şöyle devam etti: Selahaddin'im, ben dört yıl evvelinden senin ismini yazmışım. Seni ve Nur talebelerini bazen ismiyle, bazen de hayaliyle derhatır edip, dualar ediyorum.' Kalbimden geçirdiğim bir hediye için Zübeyir Ağabeye talimat verdi. Daha sonra kendi eliyle tatmin olmam için gerekeni yaptı, çok memnun olmuştum. İki arzum daha vardı. 'Keşke bunlara muvaffak olabilseydim' diyordum, kendi kendime. Bunlardan birincisi halvet üzere yaşamak, ikincisi de maddî ilimleri kavramaktı.

Bana dönerek, 'Birincisine muvaffak olursun İnşaallah' dedi. İkincisi için de, Risale-i Nurun maddî manevî ilimleri havi olduğunu söyleyerek 'O da sizin elinizde ve gayretinizdedir' dedi. Böylece Nurlu Üstad kalbimden geçirdiğim her şeyi cevaplandırdı. Hayatımda ilk kez böyle büyük ve mübarek bir evliya görüyordum. "Ayrılıp vedalaşırken, Erciş Müftüsü Şevket Efendiye ve Van'daki Nur talebelerinden Molla Hamid Ağabeye selâm gönderdi. Mübarek ellerini öperek ayrıldım." Hatıraları kaydeden: Abdülbari Sancak

HASAN NEVRUZ 1932'de Karaköse'de doğdu. Hafızlık için geldiği Konya'ya yerleşti. Konya'da Postacızade Hacı Rahim Efendiden hıfzını tamamladı. İmamlıktan emekli oldu. "Kendimi yetiştirmeye çalışıyordum" Hz. Üstadı, 1942 yılında Şark ulemasından duydum ve o günden itibaren zat-ı âlilerini görmeyi arzu ettim. Kahramanlıklarını ve şehametini hep duyuyordum. Hafız olmak için Konya'ya geldim. 1948 yılında Konya'da meşhur Hacı Hafız Postalcızâde Rahim Efendiden hıfzımı ikmal ettim. Kıraat ve makam ilmi için 1951 yılında İstanbul'a gittim. Fatih-Aksaray arasındaki Sofular Camiinde kaldım. Caminin müezzini Mehmed Demir beni misafir ederdi. O caminin evinde Konyalı Necati isminde bir tıp talebesi kalıyordu. Risale-i Nur Külliyatını eskimez yazı ile yazıyordu. Aynı camiye, aslen Konyalı olan Abdülmuhsin Bey de gelirdi. İki yıl kaldığım o camide Abdülmuhsin Ağabeyden Risale-i Nuru tanımamız nasip oldu. 1953'te askere gittim. Fakat tevafuktur ki, askerliğim

Yassıveran'a çıktı. Evci kâğıdı çıkardım. Ve böylelikle devamlı Sofular Camiine gelirdim. O sıralarda Necati Bey, bana, Eşref Edip Fergan Beyin neşretmiş olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı verdi. Böylelikle Hz. Üstada hayranlığım ve sevgim gittikçe artıyordu. Askerde bütün Külliyatı okumak istedim, fakat hepsi yoktu, bulduklarımla iktifa ettim. 1955 yılında terhis oldum. Konya Cihanbeyli kazası Güneyyüzü köyüne imam olarak tayin oldum. O yıllarda Ankara'da bulunan merhum Atıf Ural Beyden Külliyatın tamamını aldım. Köyde gece gündüz, gençlerle ve cemaate bu Kur'âni ve imanî hakikatleri var gücümle okuyordum ve bu arada da kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Çünkü Nur Külliyatını görünce bir deryaya düştüğümü hissettim ve yüzmeyi öğrenmeye başladım. Bu arada kitapları birbirinden ayırt edemiyordum. 'Acaba hangisini evvel okuyayım?' diye bir çıkmaza girmiştim. Bir gece Hz. Üstadı rüyamda gördüm. Baktım sarık ve cübbesiyle kütüphaneli odama girdi ve haşmetle dedi ki: 'Kardeşim acele etme!' Böylelikle daha düzenli okumaya başladım ve hâlen de okumaktayım. 1959 yılında Konya'ya geldim. Konya Bulgur Camiinde göreve başladım. Gayem bütün Nur talebeleriyle tanışmak ve Nurlara daha çok hizmet etmekti. Konya'da merhum Dr. Sadullah Nutku, Said Gecegezen, Rifat Filizer, merhum yorgancı Parlayan Ağabeyle ve sair kahramanlarla tanıştım.

Konya'da dershanemiz yoktu, biz de coşkulu idik. Küçük bir dershane açtıktan sonra, bununla da yetinmeyerek Konya merkez camilerinde namaz öncesi veya namaz sonrası ikişer kişi Risale-i Nur Külliyatını cemaate okumaya başladık. Dr. Sadullah Ağabey ile birlikte Aziziye Camiinde okurduk. "Üstadı ziyaretim" Bu sıralarda Hz. Üstad bir lâhika mektubu neşrederek Risale-i Nurun merkezleri olan İstanbul, Ankara ve Konya'yı ziyaret etmek istediğini belirtiyor ve ima ediyordu. Biz de arkadaşlarla karar aldık, Hz. Üstadı Konya'ya davet edelim diye. O gün Sadullah Nutku Ağabey eskimez yazı ile bir mektup yazarak beni trenle Isparta'ya gönderdi. Isparta'ya vardım. Rüştü Çakın Ağabeyi gördüm. Dedi: 'Hz. Üstad Emirdağ'dadır.' Geceyi orada geçirdim, Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel Ağabeyler Hz. Üstadın cübbesini bana giydirerek imamlık yaptırdılar. O ağabeylerin ordaki hal ve tavırları beni çok duygulandırdı. Ertesi sabah Mustafa Sungur Ağabey ile Nuri Benli'nin oteline gittik. Oradan Emirdağ'a Hamza Emek Ağabeye telefon ettik ve durumu bildirdik. Cevaben, 'Hz. Üstad buradadır' dediler. Ben de hemen Emirdağ'a hareket ettim. O günkü vasıta zorluklarıyla Emirdağ Çarşı Camiine vardım. Camide bir zata Mehmet Çalışkan'ın dükkânının sordum. Meğer sorduğum kişi Ceylan Çalışkan Ağabeymiş. Ceylan Ağabey beni bir camiye gönderdi. 'Oradaki imamı bul, o seni Üstada götürür' dedi. Nihayet o zat ile buluştuk,

durumu anlattım. O da, Komisyoncu Ahmet isminde bir zatı, Hz. Üstada gönderdi. Durumu arz etmişler. Hz. Üstad, 'Gelsin' demiş. Ben hemen koşarak gittim. Kapıda Zübeyir Ağabey bekliyordu, beni karşıladı ve kucakladı ve, 'Kardaşım iyi ki geldin. Bir haftadır Konya'dan haber alamıyorduk' dedi. Zübeyir Ağabeyle Hz. Üstadın yanına çıkıyorduk, fakat inanın hayatımın en zor anlarını yaşıyordum. Çünkü dizlerimde bir titreme ve içimde bir heyecan başlamıştı. "Seni daire içine aldım" Odanın kapısını Zübeyir Ağabey açınca gördüğüm manzara şuydu: Karşıda bağdaş kurmuş, dizlerine yorgan örtmüş, başında sarık, boynunu sağa hafif eğmiş ve çok mahviyetkâr ve mütevazılık içinde oturmuş olan Üstad, bir projektörü andıran ateşîn gözlerini bana çevirdi. Yanına gittim, ellerini öptüm. Ve selâmdan sonra durumu kendilerine arz ettim. Kardeşler, ağabeyler sizi Konya'ya davet ediyorlar, beni bunun için gönderdiler' dedim ve mektubu verdim. O sırada Hz. Üstad, 'Otur kardaşım' dedi. Zübeyir Ağabey ile beraber oradaki küçük minderlere oturduk. Hz. Üstad gözlüğünü çıkardı ve mektubu okumaya başladı. 'Konya camilerinde Risale-i Nur Külliyatını okuyoruz' ibaresi geçince karyoladan doğrularak ve sağ elini kaldırarak, 'Maşaallah' dedi. 'Size ilişmiyorlar mı?' diye sordu.

"Ben de, 'Üstadım, bugüne kadar size iliştiler de ne yaptılar, biraz da bize ilişsinler ne çıkar' dedim ve ağladım. Hz. Üstad tekrar, 'Maşaallah' dedi ve 'Gel bakalım' dedi. O sırada Üstad, zindeleşerek beni kucakladı, iki gözümden öptü ve başımı okşadı. Ve 'Hadi otur yerine' dedi. Annemin, babamın adlarını ve aslen nereli olduğumu sordu ve hitamında dedi ki: 'Sen benim hemşehrimsin, ben seni talebeliğe kabul ettim ve seni daire içine aldım."

İBRAHİM ENSARİ "Okulda inançlarımı kaybetmiştim" Dindar bir aile çocuğuydum. Okul benim manevî inançlarımı almıştı. Mesleğimin ilk üç yılında boşlukta çırpınıp durdum. Her hareketimde aileme ters düşer, onları incitirdim. Muallimliğimin dördüncü yılında dinî eserlere karşı bir alâka meydana geldi. Birçok dinî eser ve dergi almaya başladım. Fakat, diyebilirim ki, fiili olarak bende bir etki yapmadı. Sadece bazen inandığım, bazen de tereddütlere düştüğüm oluyordu. "Risale-i Nur okursan imanını kurtarırsın" 1954'ün sonlarına doğru benden daha beter durumda olan bir arkadaşımla görüşmemde bana, 'Risale-i Nur okursan imanını kurtarır, tereddütlerden kurtulursun' dedi. Bu hitap nefsime çok ağır geliyor, adeta isyan ediyordum. Ben Gürpınar'da, arkadaşım ise Van'daydı. Hafta tatillerine bir araya geldiğimizde hep aynı sözlere muhatap oluyordum. Allah nasip edecek ve hidayet kılacak ki, beraber Hamid Hocaya (Molla Hamid Ekinci) giderek Hutbe-i Şamiye ile Gençlik Rehberi'ni aldık. O günden

sonra hayatım tamamen değişti. Müslüman olmuş kabul ettim. girmeyeceğim.

Kendimi yeniden Fazla teferruata

1959 yılında yedek subaylığa gittik. Kayıttan sonra verilen izin süresinden faydalanarak, gece gündüz görmenin aşkıyla tutuştuğum Üstadımı görmek için Emirdağ'a gittim. "Üstadı görebilmenin heyecanıyla titriyordum." Emirdağ'a geldik' dediklerinde, daha arabada, sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başladım. Çalışkan'ların dükkânında titreyen ellerimle bir bardak çayı içemedim. Bu durum onların da dikkatini çekti. 'Kardeşi biraz gezdirin, abdest aldırın, belki sakinler' dediler. Fakat ne mümkün! Merhum Ceylan'la beraber görüşmeye gittik. Beş kişiydik, ziyaretçilerin ikisi ilahiyatçıydı. Ve altıncı, yedinci ziyaretleriydi. Hülasa kapıdan girip selâm verince bende ne heyecan ve ne de titreme kaldı. Ellerini öptük. İşaret buyurmaları üzerine oturduk. Kendileri karyolada ve yatakta oturmaktaydı. Aramızda rahmetli Ceylan oturuyor, bizim dediklerimizi, Üstada, Üstadın dediklerini de bize aktarıyordu. Bu durumu izah için de, 'Üstad bazen konuşmaktan men edilir' diyordu. Ben de içimden Üstad konuşsa, bizzat sesini duysam diyordum. Bazı hediyeler içimden geçiyordu.

"Üstad öğretmenleri çok sevdiğini söylüyordu" Birdenbire Ceylan'a, çekil diyerek, kendisi bize hitap etmeye başladı. Risalelerden, Rusya esaretinden, Menderes ve Menderes'in Emirdağ'a gelişinden bahsetti. Öğretmenleri çok sevdiğini, bu dini yıkanların da onlar olduğunu, yükseğe kaldıranların da yine onlar olacağını söyledi. Vanlı olmak sebebiyle iltifat göstererek, 'Yalnız gelseydin seni misafir ederdim, fakat kalabalıksınız' buyurdular. Tekrar göremem diye bütün dikkatimle kendisini izliyordum. Fakat rahatsız oluşlarının farkında değildim. Bir ara hiddetle, 'Bana bakmayın' dediler. O ara Ceylan, 'Üstad nazara geliyor, bakmayın' dedi. "Ellişer kuruş yol harçlığı verdi" "O güzelliği ve gözlerindeki çekiciliği tariften acizim. Sonra bize ellişer kuruş yol harçlığı verdi. 'Zübeyir, tatlım var mı?' dedi. O da, 'Hayır Üstadım, kalmamış' deyince kese kâğıdından dokuz bisküvi verdi. Saydırmak suretiyle dördümüze ikişer, berine de bir tane düştü. Kalktığımızda artık elini öpme müsaadesi vermedi. Huzurunda iki buçuk saat kaldığımızı, dışarıda ilahiyatçı kardeşler söylediler. Çünkü onlar her gelişlerinde beş veya on dakika kalabiliyorlarmış. Uzun ziyaret esnasında gördüğümü çok kısa olarak hülasa etmeye çalıştım. Nakıs fikrim, düşündüklerimi ifadede yardım etmediğinden üzüntülüyüm. Cenab-ı Hak, bizleri şefaatlerine nail eylesin,

Âmin."

ALİ RIZA SAĞLAMER 1926 yılında Trabzon'un Vakfıkebir kazâsında doğdu. 1929'dan beri Samsun'da oturmaktadır. Sağlamer, şeceresi hakkında bilgi verirken şunları ifade etmektedir: "1956'da Risale-i Nur'a kavuştum. İlk defa Küçük Sözler'i daha sonra ise Ankara müdafaasını okudum. Bu okumalardan sonra hayatım değişti. Önceleri dalâletin en koyu bataklığında bulunuyordum. Sonra, Allah'a nâmütenahi hamdler olsun ki, Üstad Bediüzzaman'ı gördüm." "Üstadı ziyaretim" 1957'de Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret için Isparta'ya gittik. Fakat maalesef çok sıkı tedbirler yüzünden ziyaret edemedik. Sadece Üstad arabayla Barla'ya giderken, uzaktan görebildik. 1960 yılı başlarında Ankara'ya davet etmeye karar vermiştik. Bu daveti karar yapmak için üç kişilik bir heyeti kur'a ile seçtik. Herkes Üstada gitmek istiyordu. Kur'a bana çıkmayınca, benim çok heyecanlandığımı ve üzüldüğümü gören Binbaşı Hayri Bey, kendisine çıkan kurayı bana vererek, 'Ben hakkımı Ali Rıza Sağlamer'e

veriyorum' diye büyük bir alicenablık gösterdi. Sevinçten bir kuş gibi olmuştum. Hemen kendisini kucakladım. Dualar ederek hazırlandım. Yine kendisine kur'a çıkan başçavuş bir kardeşimiz de hakkını Refet Kavukçu kardeşimize vermişti. Şoför, Tosyalı bir arkadaştı. Yeni alınmış bir arabayla yola çıktık. Sabah namazına Emirdağ Camiine ulaştık. Namazdan çıkarken, Üstadın hizmetkârı ve şoförü bizi bekliyordu. Bize dedi ki: 'Üstad sizden mektupları istiyor.' Ben de Ankara'da Said Özdemir'den mektupları alırken, 'Ben bunları Üsttaddan başka kimseye vermem' demiştim. Aynı sözleri Üstadın şoförüne de söyledim, mektupları vermedim. Şoför kardeşimiz gidip yeniden geldi ve 'Yalnız Ankara'nın mektubunu ver' dedi. Dedim: 'Hayır, ben mektupları Üstadımın eline bizzat vereceğim.' Sonra bize, 'Üstad sizi istiyor' deyince, üçümüz birden çıktık. Odaya girdiğimizde Üstad yatıyordu. İşaratü'l-İcaz'ın Arapça nüshasını okuyordu. Mektupların hepsini olduğu gibi önüne koydum. Elini öpmek istedik, vermedi. Başımızı ve sırtımızı sıvazladı. Ankara'nın mektubunu hemen alıp, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye verdi. Zübeyir Ağabey mektubu okudu. Üstad dedi ki: 'Kardeşlerim, görüyorsunuz, ben çok hastayım, yolda öleceğimi de bilsem bu davete icab edeceğim. Arabayı hazırlayın.' Zübeyir Ağabey de, 'Siz çıkın, biz geliyoruz' dedi. Ben buna müteessir oldum. Üstad bu durumumu anlamıştı. 'Beraber gideceğiz' dedi. Biz Üstadın evinden çıkınca hemen bizi polisler

yakaladılar. Bir odaya hapsettiler. Bu duruma çok üzüldük. 'Üstadla yolculuk yapacağız' diye sevinirken hapsedilmiştik. Orada üç saat kadar kaldık. Yanımıza komiser gelince, Bizi buraya niçin kapattınız? Bunun sebebini öğrenmek istiyorum' dedim. Bana, Bilmiyor musun?' dedi. Bilmiyorum' dedim. Kimi ziyaret ettin?' dedi. Bediüzzaman'ı' dedim. Bana, İşte sizi onun için hapsettik' dedi. İnsanın sevdiğini ziyaret etmesi suç mu?' dedim. 'Memleketimizde gezmek suç mu? Ben vatanımda neden gezmeyeceğim? Turistler ülkemizi karış karış gezdiği halde kimse ses çıkartmıyor, ben vatanımda gezersem suç işliyorum, öyle mi?' dedim. Nereli olduğumu sordu. Trabzonlu olduğumu söyledim. Kimlerden olduğumu da söyleyince, 'Filân filânı tanır mısın?' dediler. Cevabını verdim. On beş dakika sonra serbest bıraktılar. Çıktığımızda iki-üç saattir Üstadın şoförünün arabayı çalıştıramadığını, bizi kavşakta bekleyeceklerini söylediler. Az sonra Üstad Hazretleri arabayla geldi. Zübeyir Ağabey bizim önden gitmemizi söyledi. Biz önden yola çıktık. Bir ara Üstadın arabası gelip yanımızda durdu. Meğer radyodan Üstadın Emirdağ'a dönmesi için emir verilmiş.

Bu defa Üstadın arabası öne geçti, biz de geçtik. Haymana'dan sonra öğle namazı için durduk. Üstad namazını bir tarla içindeki ağacın altında kılmıştı. Biz de yolun kenarında kıldıktan sonra tekrar yola çıktık. Gölbaşı'na geldik. Polisler Üstadın arabasını durdurdular. Emirdağ'a dönmesini istiyorlardı. Üstad, 'Bu emri verenler, ya komünistler yahut masonlar veya din düşmanlarıdır. Biz ise bunların emirlerini dinlemiyoruz, bizi hiç bir kuvvet durduramaz' dedi. Sonra Abdülkadir isimli bir komiser geldi. 'Biz emir aldık Allah rızası için dönüverin' dedi. Üstad, 'Biz kimsenin burnunun kanamasını istemiyoruz, Ankara'yı darmadağın edebiliriz!' diyerek geri döndü. Eşyaları bizim arabadan tekrar Üstadın arabasına verdik. Üstadımız Emirdağ'a döndü. O gece bizi de karakola götürdüler. Bir gün Ankara'da, Murat Lokantasında otururken bir telefon geldi. Zübeyir Ağabeyin Polatlı üzerinden Ankara'ya geldiği söylendi. Âtıf Ural, 'Muhakkak Üstad da geliyor, çünkü Zübeyir Ağabey Üstadsız gelmez' dedi. Hemen hazırlanıp yola çıktık. Elli-altmış kişi kadardık. Bir tarladan Üstadın arabasına benzer bir araba gördük. Sungur Ağabeyle o arabaya doğru gittik. Sonra onlar olmadığını anladık. Yola vardığımızda Üstadın arabası şimşek gibi geçti. Hemen Ankara'ya doğru hareket ettik. Bekir Berk Ağabeyle beraberdik. Ankara'ya

geldiğimizde

Üstadın

Hacı

Bayram'da

olduğunu söylediler. Oraya gittik, ama bulamadık. Birkaç yer aradıktan sonra otelde bulabildik. Polisler otelin etrafındaydı. Bekir Ağabey polislerin bakışları altında otele girdi. Israr edince biz de girdik. Orada Bekir Berk Ağabey, Salih Özcan, Tahsin Tola ve Said Özdemir kapıda bekleyip, kimseyi içeri sokmamamızı söylediler. Üstad içerideydi. Bir ara Üstad bizlere üçer defa İhlâs okumamızı söyledi. Bu arada Bekir Berk Ağabeyi, 'Sen benim vekilimsin, gel' diye kucaklayıp bağrına bastı. O gece Üstadımız orada kaldı. Ertesi gün de Emirdağ'a döndü. "İşte, Asrımızın Sultanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatının son günlerinde benim şahit olduğum hadiseler bunlardır."

REFET KAVUKÇU 1929'da Erzincan'da dünyaya geldi. Hattat ve ressamdır. Tevafuklu Kur'an'ın hattatı ve Nur Risalelerinin kapak kompozisyonunun ressamıdır. Pek çok tablo ve posterin de hattatı ve müzehhibidir. "Uykudan ani ve korkunç bir sarsıntı ile uyandık" Sene 27 Aralık 1939. Karlı, soğuk bir kış gecesi... Üzeri 40-50 santimetre toprak yüklü, bir o kadar da karla kaplı, düz damlı, kerpiç duvarlı evimizin bir odasında, yanyana dizilmiş yataklarımızda yatıyoruz. Fecre yakın bir saatte, gecenin gaflete bürünmüş tatlı uykusundan, ani ve korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Duvardan duvara uzanmış 20 santip çapındaki ağaçların yüklendiği damdan; akşam özenerek hazırladığım ödev defterimin üzerine dökülen topraklar, çökmek üzere olan Erzincan'ımızının ilk gözyaşları olmuştu. Korku ve sarsıntı, hepimizi sanki yataklarımıza çivilemiş, kırmaşamıyoruz. Durmadan beşik gibi sallanıyoruz. Başucumuzdaki duvar büyük bir gürültü ile bahçe tarafına devrildi. Damı omuzlayan ağaçlar istinatsız

kalınca toprak ve kar yüklü dam yekpare olarak üzerimize indi. Bu inişe, çok nezaketli bir eda ile oturdu denebilir. Süratli ve ani yıkılış, damın tonajını da arttırdığı halde hiçbirimiz ezilmemiştik. Neden ve niçin? Ailece yan yana dizilmiş kurbanlık koçlar gibi ölüme hazır duran, yani hep birden ölmek için, sanki kasten sıraya dizilmiş ve bir odaya getirilmiş olduğumuz halde ölmemiştik. Ölmek için her türlü esbabın içtima ettiği bir anda, ne idi bizi kurtaran? Şefkatli bir annenin mışıl mışıl uyuyan yavrusunu uyandırmak için dikkatle örttüğü battaniye hafifliğinde, o toprak yığınını üzerimize koyan kimdi? O dehşetli hâdiseyi her hatırlayışımda, bu suallere cevap ararım. Şefkat ve Rahmet-i İlâhiyenin tecellisini ayne'l-yakin seyredip Rabb-i Rahimime şükrederim. "Refet bağırma, Allah de!" Bir kuş gibi üzerimize konan dam, yavaş yavaş kartal gücü ile yüklenmişti. Ellerim yanımda, sıkışıp kalmıştım. Açık yüzüme ve ağzıma toprak akıyordu. Teneffüste güçlük çekiyor ve bağırıyordum. Henüz ilkokul 3. sınıf talebesiydim. Ağabeyim beşte okuyordu. O daha sabırlı ve tevekkül sahibi imiş ki, 'Refet bağırma, Allah de!' diye o dar ve sıkıntılı halde telkinin esirgemiyordu. Rahmetli babamın tam ağız istikametinde damın üzerine bir delik açılmış. 'Can kurtaran yok mu?' diye bağırıyor. Annemin, 'Acaba çocuklar ne oldu?' diyen, topraklar arasından sızan elemli, endişeli sesi, hâlâ kulaklarımda... Ne hikmetse biz onları duyuyoruz, onlar bizi duymuyorlarmış. Yataklarımız

bitişik, fakat aramız ağaç ve toprak dolu... Dört yaşındaki kardeşim, annemin yanından ayak ucuna kaymış. Ailemizin tek şehidi olduğunu, yine annemin ızdırap dolu sesinden anlamıştım. "Şefkat kahramanı annem" Babamın sesini duyan, evleri yıkılmayan komşular ve amcalarımızın, kazma, kürek, üzerimizdeki çalışmalarını tamamen duyuyoruz. Kazmalandıkça akan topraklar, teneffüsümüzü daha da güçleştiriyor. Biraz sonra seslerden, babamın çıkarıldığını anlıyorum. Hakikaten 'Şefkat kahramanı' annem, kendini çıkarmak isteyenlere itiraz ediyor. Kaderin ona bahşettiği o eşsiz duygu, o latif hissiyat ağır basıyor ki, 'Önce yavrularımı çıkarın, ben az çok nefes alıyorum' diye haykırıyor. İşte size, 'önce can' diyen kaideyi kökünden sarsan ve 'değil önce can, önce canan, sonra can' diyen mümtaz varlık, anneler ve annem... Belki ölümlerin en çetini ve ızdıraplısı olan o ağır yükün altında, yavrusunun kurtulmasını kendi ölümüne tercih eden, İlâhî rahmetin mücessem timsali olan annelerimize sonsuz hürmet ve saygılar az gelir. Onun vicdanını, o eşsiz temiz duygu ile süsleyen ism-i Müzeyyen sahibi Hikmet-i Rabbaniyeye sonsuz hamd ü senalar olsun... "Ölmemiştik... çünkü..."

Kaderin

programı

bitmemişti

Son anı pek hatırlamıyorum. Topraklar arasından çıkarılıp, uçurumun başında oturtulmuş buldum kendimi;

sanki berzah tarafında idim... Hamden Lillâh, buzlu toprak ve on binlerce ölü arasından, bir merhamet eseri olarak ayıklanmış, çıkarılmıştık... Sabah aydınlığı kendini göstermiş, soğuk bir rüzgar hayretten dona kalmış simaları hafifçe okşuyor. Binlerce şühedâyı haşre kadar uyutacak olan ve meçhul istikbâlin namzetleri bulunan bu kazazedeleri ninnileyen o koca beşik hâlâ sallanıyor. Durup durup sallanıyor ve günlerce bu sallantı devam ediyor. Ölmemiştik, kazazede olmuştuk. Çünkü kaderin programı bitmemişti. Hayat yolculuğu devam edecekti. Emirdağ'a uğrayacaktık. Hazret-i Bediüzzaman'ın elini öperek ders dairesine girecektik. İşte bunun için, bu eşsiz hâdisenin ve ebediyetlere kadar uzanacak olan bu renkli tablonun çizimi için, o gün ölmemiştik. Ölüm için her şey, mezara kadar hazır iken; hatta onun içine gömülmüş olduğumuz halde öldürülmemiştik. Demek, bu büyük dâvada kısmetimiz vardı... Cenab-ı Haktan hayırlı âkibetler olsun cümlemize... "Tabiatçılık telkinleri altında okuduk" Tabiatçılık telkinlerinin sık sık yapıldığı bir devrede okumuştum. Bilhassa tabiat derslerinde ilkokuldan beri, tabiatın yaratıcı olduğu üzerinde hemen her ders durmak, öğretmenlerimizin sanki baş gayesi idi. Körpe dimağlarımız kesif ve süratli bir tabiatperestlik fikrinin telkini altında devamlı yaralanıyordu. Ebeveynimiz,

bu dersleri tekrar ettiğimizde hem kızar, hem şiddetli tepki gösterirlerdi. Fakat reddedici ilmî mukabele düsturundan mahrum olduklarından; kalbimizde açılan küfür yaraları şifasız kalıyordu. Dinî tedrisatın, hatta elif cüzünü okumak ve okutmanın yasak oluşu, zamanın dehşetini gösteriyordu. 1939 Erzincan zelzelesinin enkazı içinden ayıklandıktan altı ay sonra, Konya'ya gitmiştik. Ağabeyimle elif cüzünü okumaya giderken, hocanın girip çıkarken ve okuma odasında alınan telkinler, gizliliğin ve yasaklığın en bâriz işaretleri idi. İlkokul 4. sınıf talebesi olarak hâdiseleri çok iyi hatırlıyorum. "Tereddütler içinde bocalıyordum" Böylece uzun seneler geçti. İmanlı bir sülâlenin ve muttaki bir ailenin çocuğu olarak, tereddütler içinde hâlâ bocalıyorduk. Rûhî ızdıraplarıma ve buhranlarıma sebebiyet veren bu mütereddid hâletten kurtulmak için çareler aramaya başladım. O zamanlar neşredilen bir kaç İslâmî mecmua vardı. Yetersiz olmakla beraber abone olmuştum. Fakat bir yandan da değil istifade etmek, belki istifhamlarımın artmasından korkuyordum. Zaten yürekler acısı bir durumu vardı, o zamanki neşriyatımızın. Nereden nereye geldik? Hamd ü senalar olsun Rabb-i Rahimimize. "Binbaşı olan amcam, bana Nur talebelerini göstermişti" 1951 yılında Ankara Merkez İnzibat Komutanlığında

mülhak yazıcı idim. Beş vakit namazını kılan İbrahim isminde haricî postaya bakan arkadaşıma imrenirdim. Merkeze bazen gece gelirdi. Sebebini sorduğumuzda, 'Cebeci'de bazı arkadaşlarım var, oraya uğradım, namaz kıldım, kitap okudum' derdi. Ama ne dâvet ederdi, ne de mahiyetini açıklardı. Jandarma Binbaşısı olan amcam, bir bayram günü Cebeci'deki evlerinin alt katında oturan talebeleri bana gösterdi. Bahçede birisi abdest alıyordu. Kendilerini ziyarete gittik. Ruhumda bir iştiyak uyanmıştı. Onları çok sevmiştim. Evlerini ve sîmalarını mahzun mahzun seyrettim. Amcam, Nurcu olduklarını söylemişti. Ne yazık ki hiçbir konuşma açılmadı. O ilk karşılaşmanın neticesiz kalışına yanar durumum. Nurları tanıdıktan sonra, İbrahim'i merak ederken, Süleymaniye 46'da buldum. Cebeci'deki evin mahiyetini de o zaman öğrenebildim. "Çareyi tasavvufî kitaplarda arıyordum" Terhisten sonra çâre arayışlarım devam etti. Bir zaman sonra, çareyi tasavvufî kitaplar okumakta aramaya başladım. Mevlânâ ve İmam Gazâlî gibi selef-i salihînden meşhur ve makbul zat-ı muhteremlerin telkin sahâlarına girdim. 1956'ya kadar kabiliyetimce istifadeye çalıştım. Tabiatçılığın ruhumda açtığı yaraların zâhiren iyi olduğunu zannederken, için için kanadığını da hissediyordum. Çünkü, 'neden'ler, 'istifham'lar, cevapsız kalıyor, rahatsızlığım devam ediyordu. Babam camiye gönderirdi. Allah affetsin, gezinir gelirdim. Rahmetli, 'Seni evlâtlıktan

kovarım' derdi. Çok ızdırap duyardım. Fakat, tahakkümle iman olmaz ki, ne yapayım? "Bedizzaman'ın ismini ilk duyuşum" Çok değişik formülde bir telkin aradığımı hissediyordum, ama nerede? Mütedeyyin iki şahıs mı başbaşa konuşuyor, onları dinlemek için beni bir meraktır sarıyordu. Aynı merakla dayım Hakkı Güler'in çalıştığı mağazada başbaşa vermiş konuşan bir kaç kişiye yaklaştım. Sakallı bir zat, bir tebrik kartını yüksek sesle okuyordu. 'Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de O tanzim etmiştir. Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir' vecizelerini merak ve hayretle dinledim. Bu ifadeleri ve bu tarz vahdaniyeti ispat eden bir üslûbu ilk defa duyuyordum. Mânâ derinliğini deryalar kadar olan azametini hissetmedim değil... İmza yerinde yeni duyduğum bir isim: Bediüzzaman SAİD NURSÎ... Isparta'da kaldığını ve büyük bir âlim olduğunu söylemişti, tebriki okuyan. "Konuşan yalnız hakikattır" Garip bir tevafuk ve kader tecellisi... 'Konuşan yalnız hakikattır' yazısı, kitaptan kopmuş tek bir sahife halinde, satın aldığım bir kitabın arasında elime geçti. Okurken çok, pek çok taaccüp ettim. O yüksek feragat ve fedakârlıklar, o ulvî âlicenaplık karşısında hayretten

hayrete düştüm. Rûhen ve cismen cezbelenmiştim. Çok sürmedi, Cemaleddin isminde bir memur arkadaşım Hazret-i Üstad ve Risaleler hakkında malûmat verdi. Osman Yüksel isminde ihtiyar, sakallı bir zatı tanıtarak, eserleri temin etmemi sağlamıştı. Bana teksir edilmiş küçük bir kitap verdi. Okumaya çalıştım. Fakat bir şey anlayamadım. Ama bir türlü vazgeçemiyordum. Mutlaka derin mânalar ve mefhumlar yatıyor bu ifadelerin altında, diye bende bir kanaat hasıl olmuştu. İlk anda anlayamadığım bu Nurlu Külliyatı okumaya karar verdim. Hakkı dayımla Osman Efendiyi sık sık ziyaret ederdik. Bugün merhum olan o zat bir nevi pîrim olmuştu. "Bediüzzaman ismi meydana getirmişti"

ruhumda

dalgalanmalar

Bediüzzaman ismi, ruhumda büyük dalgalar husule getirmiş olacak ki; kartvizitler üzerine el yazısı ile 'Bediüzzaman Said Nursî' ismini yazar, dostlarıma, 'Bunu saklayın, unutmayın, ileride bu ismi tanıyacaksınız' diye dağıtırdım. Muhterem ağabeyim M. Kemal Ural Beyin Ladik adresi elime geçti. Bir mektup yazdım. Sitayişkârane bir ifade ile hemen cevap verdi. Lâyık olmadığım tavsiflerle mektupları devam etti. Merhum Âtıf Ural Ağabeyim gibi sîmalarla kısa zamanda tanışmış oldum. "Nurların takip altında olduğunu işitince" 1956 senesi yaz mevsimi idi. Yeni basılmış Gençlik ve

Hanımlar Rehberi posta ile adresime geldi. Bu suretle İstanbul cemaati ile de muarefemiz başladı. O sıralarda Nurların takip altında olduğuna dair bir havadis duymuştum. Gelen eserlerin bir kısmını iade ederken, Mehmed Birinci Ağabeyime bir mektup yazmıştım. Çok geçmeden hatamı tashihe rağmen, hatırladıkça hâlâ hem güler, hem üzülürüm. Demek henüz çok zayıf imişim. Hâdiseler insan için en güzel muallim olduğu gibi, diğer bir cihetten de cesaret, inanç ve sadâkat derecesini ölçmekte mihenk teşkil ediyor. Ben de mihenge vurulmuş, terkibimde ne var, ne yoksa analiz edilmiştim. Büyük Sözler'in matbaa ile ilk nefis baskısı, aynı senenin son aylarında elime geçti. Bunu Mektubat ve Lem'alar takip etti. Dükkânımızda rahmetli pederimle devamlı okurduk. "Büyük ediyordu"

bir

hizmet

ve

mücahede

cereyan

O seneler hem bakkaliye işletiyor, hem de tabelacılık yapıyordum. Ankara Nur Medresesinin varlığını duyunca bir mektup yazarak, 'Tabelasını bana yaptırırsanız ücretsiz yazarım' diye teklifte bulundum. Cevapsız kalınca cehaletimi anladım. Demek bilmediğim bir mücadele ve hizmet vardı. Türkiye ve İslâm âleminin mukadderatını yakından ilgilendiren büyük bir manevî mücahedenin içinde idi Nur Müellifi Hazret-i Bediüzzaman ve Nur Talebeleri. Görünüşte basit ve pasif; fakat iç bünyede, hak

ve hakikat nazarında azim ve aktif bir cihad... Şehidiyle, gazisiyle bir cihad berdevamdı Türkiye'de. Bu ulvî ve haklı mücadelenin yanıbaşında vurdumduymaz olarak yaşıyorduk, belki uyuyorduk. Gerçi biraz da hareketli sayılırdık. Hekimoğlu İsmail ismiyle maruf, Ömer Okçu Beyin de dahil olduğu seçkin ve araştırıcı bir grupla evlerde toplantılar tertipliyorlar, muhtelif mevzularda hususî çalışma yapıp bir sonraki toplantıda arkadaşlarımıza takdim ediyorduk. "Ankara Dâvası üzerine başlayan kampanya beni çok korkutmuştu"

aleyhteki

İmam-ı Gazâlî ekolu ve felsefesi gibi mevzuları üstlenen ve işleyenler olarak, 1958 Ankara Dâvasına mesnet teşkil eden broşürün (lahika mektubu) dağılmasını müteakip, sol basının başlattığı yaygarayı gazetelerde okuyunca çok korkmuştum. Nurcular aleyhinde atılmış büyük manşetler karşısında baygınlık geçirir bir hale gelmiştim. 'Nurcular aranıyor', 'Filan yakalandı' gibi tabirler beni âdeta bozguna uğratmıştı. Aslında dâva yine devam ediyordu. Fakat ben, cihad nedir? Hak yolunda çile nedir? Fedakârlık, ferâgat ne demektir? Bilmiyordum. 700 ciltlik koca kütüphane dolusu felsefî ve tasavvufî eserim vardı. Okumaya devam ediyordum. Demek hep nazarî oluyordu. Tahkikî bir iman ruhu alamıyordum. Zamanın hizmet tarzına muvafık, derdime nâfi olamıyordu. Böylece ikinci bir mihenge

vurulunca, zaafımı anlamıştım... "Şimdi daha iyi anlıyorum" Şimdi daha iyi anlıyorum, Nurların iman tahşidatındaki musırrâne derslerini ve hemen yanıbaşımdaki karakol, mahkeme ve Yusufiye tatbikatını... Ve elli senedir devam eden, bundan sonra da devamı anlaşılan çileli, cihadın ehemmiyetini. 'Hak yumruklandıkça kuvvetlenir' sözünü, evet yeni anlıyorum. Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhatlarıdır; bizler taksimü'l-amâl kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.' Vazifemiz hizmettir. Netice Cenab-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Mesleğimizde kuvvet var; fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilir' tavsiyelerinin isabet ve heybetini, vatanımızın bütünlüğüne ve saadetine, bir hiç uğruna kasteden tahribatından sonra, ancak anlıyorum. Âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehit, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşit, hem kutb-u âzam olarak bu zat-ı nurânîden ders alan bu azim cemaatin icraatındaki tesir ve isabetin nasıl bir feyizle hasıl olduğunu yeni anlıyorum. Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı istemek

mânasızdır, lüzumsuzdur.' Muhtelif turukların başı ve şu seyyarelerin güneş, Kur'ân-ı Hakimdir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşit de ve en mukaddes Üstad da odur. Demek Kur'ân'dan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâili ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir' gibi tabir, tarif ve beyanları itiraf edeyim ki; yeni yeni anlıyorum. İmanî meselelerde olduğu gibi; içtimaî ve siyasî mevzuatta da daima yol gösterici olmuş ve isabet kaydetmiş, itimat ve istikrar kazandırmış olan Nur gibi bir halaskârı ve onun muazzez, mualla müellifini tanımlayabilmek, anlayabilmek; ondan bir hayat boyu müstefit ve mütefeyyiz olabilmek gibi bir lutfa mazhariyetin, bir değil, bin ömrü feda etmeye elyak olduğunu, ancak şimdi âcizâne anlıyorum. Bu hakikatleri, bu âciz ve nâkıs kuluna anlatan ve sevdiren Rabb-ı Rahimime sonsuz hamd ü senâlar olsun... "Üstadın yurtiçi ziyaretleri büyük bir heyecan uyandırmıştı" 1959 senesinin Aralık ayı idi. Bir müddetten beri, Hazret-i Üstadımızın Konya, Ankara ve İstanbul'a ziyaretlerini, gazetelerden ve radyodan mühim havadisler meyanında, büyük büyük manşetler tahtında öğreniyorduk. Memleket

sathında

muhalifinden

mutabıkına,

küçüğünden büyüğüne kadar herkeste bir heyecan ve hatta bazı çevrelerde bir endişe var. Herkes merak içinde... Hazret-i Üstadımızın, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Hacı Bayram ve Hz. Ebâ Eyyub'u (r.a.) bizzat giderek ziyaret etmesi karşında, İnönü'nün gösterdiği şiddetli tepkiler ve radyo konuşmaları heyecan ve telaşı daha da artıyordu. "Ankara'daki toplantı" Bu sıralarda yapılması kararlaştıran bir toplantıdan haberdar edildik. Bir kardeşimizle Ankara'ya gittik. Ulus Meydanına yakın bir lokantanın üstündeki dershanede, yüz kadar Nur talebesi toplanmıştı. Yurdun muhtelif yerlerinden gelen bu büyük ve nuranî cemaati ilk defa seyrediyordum. Muhterem Mustafa Sungur, merhum Ahmed Feyzi gibi ağabeylerimle ilk defa görüşüyordum. Nurun, haller ve kaller üzerindeki icra ettiği tesirin, yabancısı olduğum birçok nakşını hayret ve hasretle müşahede ederken pek çok mesrur olmuştum. O gece bir toplantı yapıldı. Karar alındı. Hazret-i Üstadımız Ankara'ya dâvet edilecekti. Bunun üzerine, bir pikabı götürecek şoför olmak üzere, üç kardeşimiz kura çekmek suretiyle seçildiler. Samsun'dan Ali Rıza Sağlamer, Adıyaman'dan Dursun Kutlu, Astsubay Fahri, şoför ise ismini hatırlamıyorum, Çorumlu bir kardeşimiz... "Üstada gidecek kafileye ben de katılıyorum" Astsubay Fahri, 'Ben Üstadımızı çok ziyaret ettim.

Hakkımı Refet kardeşime veriyorum' dedi. Ziyaret hakkını bu âciz de böylece kazanmış oldu. (Hazâ min fadlı Rabbî) Cenab-ı Hak Fahri kardeşimize rahmet eylesin. 11 Ocak 1960 Pazar sabahı olacak, erken saatte yola çıktık. Saat on sıralarında Emirdağ'a ulaştık. Yol boyunca hep Üstadımı düşünüyordum. Ona doğru gittiğimi tahattur ettikçe içim neşe ile doluyor, sevinçle uçuyorum. Bu mukaddes ziyaretin heyecan ve sabırsızlığı içindeyim. Hazret-i Üstadımıza, altı vilâyete dâvet eden altı mektup götürüyorduk. O sıralarda çok sıkı bir kontrol ve takip vardı. Ziyarete gidenler tespit ediliyordu. Evin karşısındaki kahvede sivil polisler oturuyordu. "Hüsnü Bayram bizi karşılıyor" Abdestlerimizi aldıktan sonra Emirdağ meydanından eve doğru yöneldik. Daha çok mesafe vardı ki, ismini sonradan öğrendiğim Hüsnü Bayram Ağabey bizi karşıladı. 'Ne istiyorsunuz?' dedi. Üstadımızı ziyaret edeceğimizi, emanet mektupların olduğunu söyledik. Zaten Üstadımız gelişimizi anlamış olacak ki, Hüsnü Ağabeyi göndermiş. Ben mektupları götürürüm. Üstadımız artık kimseyi kabul etmiyor. Etraftaki heyecanı görüyorsunuz' dedi. Fakat biz, kabul etmeyerek bizzat Üstadımızla görüşeceğimizde ısrar ettik. Bunun üzerine Üstadımıza danışmak üzere gitti. Bizler ise meydanlığın ortasında kaldık. Biraz sonra Hüsnü Ağabeyimiz geldi. Kapıyı açar açmaz, Üstadımız, 'Söyle gelsinler' demiş.

Büyük bir heyecanla ve merakla kapının önüne geldik. Hamza Emek Ağabeyimizin açtığı dış kapıdan avluya girdik. Bir kaç tahta basamaklı merdivenlerden salona çıkmıştık. Sergisiz tahta döşemeli koridordan geçerek, bir odanın kapısı önünde durduk. Yandaki tel dolaptaki bir küçük tas ile bir yumurta olduğunu hatırlıyorum. Bir başka odadan ağabeylerin sesi geliyordu. Hüsnü Ağabey kapıyı açtı. Arkadaşlarım, Biz Üstadla daha önce görüşmüştük. Sen ilk önce gir' diye beni ileri sürdüler. "Hazret-i Üstadın huzurundayım" Açık kapının karşısına gelmiştim. Hazret-i Üstadımız, karyolanın üzerinde yastığa yaslanmış, yorganı göğsüne kadar çekmiş olduğu halde, elinde tuttuğu ciltli bir risaleyi mütalâa ile meşgul idi. Bizi görünce iki eli ile işaret ederek, çağırdı. 'Esselâmü aleyküm Hazret-i Üstadım' dedim ve mübarek zayıf, nahif eline sarıldım, öpüp alnıma koydum.Alnım eline dayalı, her şeyi unutmuş, öylece kalmışım. Ne kadar bekledim, bilmiyorum. Şefkatli elinin itmesiyle ayrıldım. Karyolanın önünde ufak bir minder üzerine oturdum. Görüşme bitmişti. "Mektuplar okunuyor" Mektuplar Üstadımıza verildi. Üstadımız, mektupları zarflı oldukları halde alt üst ederek bir sıraya koydu. Teker teker zarfları açıp, mektubu Hüsnü Bayram'a veriyor, o da seslice okuyordu. İlk mektup İslâm harfleriyle yazılmış.

Son mektup ise Lâtin harfleriyle yazılan bu fakirin mektubu idi. Bütün Nur Talebelerinin Ankara'da toplandığını beyanla Üstadımızı Ankara'ya dâvet eden mektuptan sonra, Samsun ve Adıyaman'a dâvet eden mektuplar okundu. Erzurum, Erzincan ve Sivas'a dâveti muhtevi için bu âcizin mektubunu okunurken, hiçbir şey dinlemiyordum. Hatta Hazret-i Üstadımızın kaidesini de unutmuş, mübarek simasını ve o sakalsız zaif simadaki alâmet-i fârikaları seyrediyordum. Fakat Ali Rıza meseleyi sezmiş olacak ki, dizime dokununca aklım başıma geldi. Gözümü istemeyerek ayırırken, Üstadımızın ikazlı bakışlarıyla karşılaştım. Çünkü o yüzüne bakanlardan sıkılıyordu. Mektuplardan sonra yaptığı konuşma, bazen çok sessiz oluyordu. Hüsnü Ağabey çok yakın oturduğu için bize tekrar ediyordu. Bir aralık, o kadar bâriz ve düzgün bir şive ile konuştu ki, sesi hâlâ kulağımda çınlıyor: Ben çok hastayım. Bana 21defa zehir verdiler. Fakat ölüm yatağında da olsam bu dâvetlere icabet edeceğim' demişlerdi. Ne hikmetse Şarklı olduğu halde, Şark şivesi ile konuşmamıştı. Onun huzurunda, onun sohbetinde geçen o dakikalar, hakiki ömür onlarmış ve o kadarmış gibi geliyor bana... Bir aralık, eğik başımı yüzüne bakmak için tekrar kaldırdım. Eşsiz, keskin nazarlarını üzerime tevcih etmiş, âdeta aczimi, fakrımı ve naksımı süzüyordu. 'Böyle bir bîçareden ne köy olur, ne kasaba' der sanki tartıyordu

ruhumu. Korktum, başımı tekrar eğdim. "Arabayı acele hazırlayın" Ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Başucunda asılı olan zile bastı. İçeriya zayıf, halsiz, uzun boylu, kalın bıyıklı, çatık kaşlı bir zat girdi. Son derece hürmet ve huşû içinde yatağa yaklaştı ve hafifçe eğildi ve dikkat kesildi... Beni bütün zerratımla ürperten ve sihirleyen, rahmetli Zübeyir Ağabeyimi o hürmet ve sadâkat ve ciddiyetin mümteziç olduğu bâriz hatlı ve eşsiz revnaktar tabloda ilk defa gördüm, temaşa ettim. Sonra ismini öğrendim. Üstad, Arabayı acele hazırlayın! Kardeşlerim Ankara'da beni bekliyorlar gideceğiz' diye buyurdu. Hazret-i Üstadımız, bize hitaben, 'Siz de dışarıda bekleyin, hep beraber gideriz' dediler. Kalktık, tekrar elini öpmek istedim. El bir kere öpülür' diyerek vermedi. "İfademizi almak üzere götürdüler" Meydanlığa çıkmıştık ki, bir bekçi bize yaklaştı, müdüriyetten çağırıldığımızı söyledi, gittik, ifademizi alıp, hüvviyetlerimizi tesbitten sonra: Herbiriniz bir vilâyetten nasıl bir araya geldiniz?' diye sordular. Biz de Ankara'da otelde tanıştığımızı, bir araba

tutarak Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için geldiğimizi; fakat görüşmeden ayrıldığımızı söyledik. Üstadımızı ziyaretten çıkarken, 'Birbirimizle görüşemedik' deyin demişlerdi. Biz de o tenbihi hatırlayarak öyle ifade verdik. Polis memuru, 'Demek görüşemediniz' diyerek bizi serbest bıraktı. "Yola çıkıyoruz" Emirdağlılarla kısa bir sohbetten sonra Üstadımızın yola çıktığı haberini alır almaz biz de geldiğimiz minibüsle ayrıldık. Hazret-i Üstad, 'Isparta 2001' plâkalı takside, arka koltukta, yorgan göğsüne çekilmiş, dik ve vakur bir halde, nazarlarını araba istikametinde ufka dikmiş oturuyordu. Hüsnü Bayram arabayı kullanıyordu. Zübeyir Ağabeyimiz de şoför mahallinde bulunuyordu. Bir müddet Hz. Üstadımızın arzuları vechiyle bizim araba öne geçti; fakat içimiz rahat etmedi. Arabaya ters oturmuş, arkayı seyrediyorduk. Elhasıl, gidemedik, durduk. Onlar öne geçti. Kısa bir zaman sonra Zübeyir Ağabeyimiz, 'Üstadımızın önde gitmemizi istediklerini' söylediler. Tekrar geçtik, yine rahat edemedik, durduk. Böylece 3-4 defa aynı mübadeleli yolculuk devam etti. Yanımızdan geçerlerken doya doya Üstadımızı seyrediyorduk. "Küfrün belini kırdık" Emirdağ - Ankara yolu, çok zaman ufukta kaybolan düz

hatlara sahipti. Bizim araba 110 km. üzerinde seyrederken Üstadın arabasının ufukta tozunu dahi göremezdik. Durmuş bizi bekliyorlardı. Yaklaştık. Zübeyir Ağabeyimiz gelerek, 'Üstadımız diyor ki: Kardeşlerime söyle korkmasınlar, küfrün belini kırdık. Beli kırılan yılan gibidir...' dedi ve sonra yola devam ettik. Ben hakikaten endişeli idim. Bunun üzerine rahatladım. "Emirdağ'dan çıkışımız her tarafa duyurulmuştu" Emirdağ'dan ayrılış, bir bakıma Ankara'da kiralanan eve yerleşmek içindi. Üstadımızın bütün eşyasını almıştık. Bir kısmı Chevrolet'in bagajına konmuş, bir kısım kitaplar da büyükçe bir paket halinde bir bavulla beraber bizim pikapta idi. Geçtiğimiz köy ve kasabalarda halkın çoğu, bahususus resmî memurlar, geçiş yoluna dizilmiş, Üstadın arabasını merakla karşılıyor ve seyrediyorlardı. Anladığımıza göre Emirdağ'dan çıkışımız yol güzergâhındaki yerlere, emniyet tarafından bildirmişti. "Hükümet, Üstadı Emirdağ'da mecburi iskana tabi tutuyor" Öğle namazını, bir çeşme başında Üstadımız ayrı, bizler de Zübeyir Ağabeylerle beraber kıldık. Öğle haberlerini, arabasındaki radyodan dinleyen Üstadımız, Zübeyir Ağabeyimizi tekrar gönderdi. Şimdi radyodan öğrendik. Bakanlar Kurulu, Üstadımızı

Emirdağ'da mecbûrî iskâna tâbi tutan bir karar almış. Fakat Üstadımız diyor ki: 'Biz Ankara'ya gideceğiz. Kardeşlerim merak etmesinler.' Ankara'ya yaklaşırken, radyodan durumu öğrenen ağabeyler bir taksi ile Üstadımızı karşılamış, durdurmuşlardı. Biz de durduk. Chevrolet'teki eşyaları kendi arabasına aldılar, bizimkiler bizde kaldı. Aktarma esnasında, her gören arabasını durdurup, o günlerin meşhur ve maruf plâkalı arabasının içini araştırıyor, Üstadı hayretle seyrederken, büyük bir şefkat ve iki eliyle yapılan tebessümlü selâmına muhatap oluyordu. "Çiftlikte Üstadın arabasını durdurmuşlardı" Çiftlik mevkiine geldiğimizde, emniyet memurları arabaları ile yola barikat kurmuş, Üstadımızı durdurmuşlardı. Biz aradan geçmeye çalıştık, bizi de durdurdular. Bir polis memurunu yanımıza koyarak 1. Şube'ye gönderdiler. Üç arkadaş nezarete alındık. Araba ise içindeki emanetlerle birlikte serbest bırakıldı. "Geceyi nezarette geçiriyoruz" Said Özdemir de Üstadı karşılamak için medreseden ayrılırken tutuklanmış, yanımıza getirilmişti. Av. Bekir Berk Ağabeyi, ilk defa, o gün, Av. Necdet Doğanata ile nezarettekileri ziyarete gelişlerinde gördüm ve tanıdım. O geceyi, odalardan birinin masaları üzerinde namaz

kılarak, Cevşen okuyarak geçirdik. Oda sahibi şahıs, o sıralarda Ankara otobüslerinde ve DDY garajına asılan ve Risale-i Nur'u reklâm eden vecizeli, kompozisyonlu levhaları indirip, 'Ben sağ oldukça bu levhalar asılmayacak' diyen şef imiş. Bir hafta evvel ölmüş. Yerine henüz tayin de yapılmamış. Kaderin böyle ne garip tecellileri var... Sabahleyin ifadelerimizi alarak bizi serbest bıraktılar. İfade muhteviyatında yine Üstadımızla görüşemediğimiz kaydı vardı. Çünkü şifreli tenbihat öyle idi. "Üstadımız geri dönüyor" Daha sonraları rahmetli Zübeyir Ağabeyim anlatmıştı. Hz. Üstadımız, emniyet mensupları, kendisine Emirdağ'da mecburî iskân kararını tebliğ ettiklerinde elini şiddetle koltuğa vurarak, Ben bu kararı dinlemiyorum. Binlerce talebem beni Ankara'da bekliyor. Ben Ankara'ya gireceğim' demiş; sonra da kendisinden geri dönmesini son derece hürmet ve nezaket içinde rica eden memura, gayet şefkatle, 'Yalnız senin hatırın için dönüyorum' buyurmuş ve o yolculuğun büyük mâna taşıdığını da belirtmiş... Günlerden 12 Ocak 1960 Pazartesi günü idi. Üstadımız mecburî iskân kararı ile Emirdağ'a dönmüştü. Ankara'ya gelen Nur Talebeleri de Meclis koridor ve salonunda kendi memleketlerinin milletvekilleri ile görüşmeler yapıyor, bakanların evlerine kadar gidip, mevzuatı anlatıyorlar, Risaleler veriyorlardı.

"Kenan Yılmaz'la görüşüyoruz" Biz de Ahmed Feyzi Kul, Dr. Yzb. Keşşafoğlu, Av. Necdet Doğanata ve isimlerini hatırlayamadığım 5-6 ağabeyle Savunma Bakanı Kenan Yılmaz Beyden akraba olmamız hasebiyle randevu alarak evlerine gittik. Kenan Bey fazlaca endişelenmiş ve konuşmalar esnasında çok terlemişti. Durumun iyi olmadığından, Nurcuların takip altında olduğundan, hükümetçe bir yardımın mümkün olmayacağından; hatta bu görüşmenin dahi zarar getireceğinden bahsetmişti. Fazla durmadan ayrıldık. O zat, sonradan Yassıada'da kalp krizinden vefat etti. Allah rahmet eylesin... "Onu görmenin heyecanı ve hazzını her an duyarım" O günden bugüne kadar, onu görmenin, ona ermenin ruhumdaki heyecanını ve eşsiz heyecanın latif hazzını her an duyarım. Her hatırlayışta onunla olurum. Onunla görüşmem hizmet şevkimin kaynağı oldu. O görüşme ve yolculuk, muhterem Nur ağabeyim Zübeyir Gündüzalp'ın şahsına has tabir ve edasıyla, çok daha başka mâna taşıyordu... Onun öpülmeye layık, hem bin kere elyak o nur eli, bütün letafetiyle, bütün şerafetiyle hâlâ elimde ve alnımda. Hele Nurlar okunurken hep o anı yaşarım. Hazret-i Kur'ân'ın nuru ile nurlanmanın, Hazret-i Resûlullahın (a.s.m.) sünneti ile müşerref olup şefaatına

ermenin saadetini, o saadetin vesilesini ve vesilenin şahını, şahikasını, ancak onda ve onun nurlu eserlerinde buldum. Kur'ân'dan akseden o nurlu hakikatler; kudurmuş dalgaların, inci ve elmas külçelerine çarparken yıpratmak yerine parlatması misillü; yerli, yabancı, renkli renksiz her türde ve boyda, her türlü fitne ve hâdiseler karşısında daima parlayan, yılmayan ve yıkılmayan, yanılıp yanıltmayan, şaşırıp şaşırtmayan Kur'ânî hakikatler oluşunun tarihî ispatını çoktan tamamlamıştır. "Nur içinde yat, aziz Üstadım" Nurlardan müstefit olup, tefeyyüzlerin, din için, millet ve vatan için ve hatta âlem-i İslâm ve insaniyet için, ne derece aranılan mürecceb bir ihtiyaç ve çare olduğuna, insaf sahiplerinin ittifakına inanıyorum. Takvimden kopan her yaprak; fert ve cemiyet olarak, maruz kaldığımız her müşkilat, ona kondurulmak istenen gubarı silmiş, o Kur'ânî hakikatlerin mücellâ simasını, mütemerritler nezdinde dahi kabul ettirmiştir. Nice büyük sanılanları, saman çöpü misali alıp götüren zaman ve hâdiseler, o mümtaz Üstadı ve onun sunduğu hakikatlerin ve hayat ölçülerinin hakkaniyetini daima tasdik ve tasvip etmiştir. Buna âlem şahit, buna tarih şahittir. "İşte bunun için hayranım ona... Hem ona ebediyen

hürmetkârım, minnettârım, müteşekkirim. Nur içinde yat, aziz Üstadım!"

MÜRSEL AKDENİZ Üstada beni ilk defa Zübeyir Gündüzalp götürdü. Merhum Zübeyir, Üstadın ihtiyaçlarını görmek için zaman zaman dışarıya çıkardı. Önce Üstadı ziyaret etmek istediğimi Zübeyir merhuma söylemiştim. Üstada söyleyince, bizi huzura kabul buyurmuşlardı. "Hastayım, bana dua edin" Üstada beni ilk defa Zübeyir Gündüzalp götürdü. Merhum Zübeyir, Üstadın ihtiyaçlarını görmek için zaman zaman dışarıya çıkardı. Önce Üstadı ziyaret etmek istediğimi Zübeyir merhuma söylemiştim. Üstada söyleyince, bizi huzura kabul buyurmuşlardı. Ziyaretim esnasında kendileri çok meşguldü. İlk ziyaretimde doyasıya sohbet edememiştim. Daha sonraki zamanlarda, Üstad kıra çıkarken bizim dükkânın önünden geçerdi. Bizim dükkânın önüne geldikleri zamanlar da rahmetli Ceylan Çalışkan taksinin kornasına basardı. Ben hemen koşar, Üstadın ellerini öperdim. Kendisi de hal-hatır sorar ve bu arada çocuklarımı sorardı. Onların namazlarını kılmalarını

tembihlerdi. Risale-i Nur'lardan sadece Âyetü'l-Kübrâ'yı yazmıştım. Eseri tashihe götürdüğüm zaman Üstad hastaydı. Eserin arka kısmına kendi yazısıyla dua yazmış, bana iade etmelerini söylemiş, 'Ben hastayım tashihini kendisi yapsın' demişti. Maişet meşgalesinden dolayı Üstada fazla hizmet edemedim. Emirdağ'daki son günlerinde beni yanına istetmişti. Gittiğimde hastaydı. Yatağından bana pencereleri göstererek, pencere demirlerini sıklaştırmamı istemişti. O gün hemen faaliyete geçerek, akşama kadar bana verilen vazifeyi yerine getirmiştim. Bana ücretini sordu. Almayacağımı, çünkü fazla para tutmadığını söylemiştim. Para vermekte çok ısrar etmişti. Halbuki hurda demirden yapmıştım, para icap etmiyordu. Almamakta çok direnmiştim. Yanımızda bulunan Zübeyir Gündüzalp de bana yardım edince para vermekten Üstadı vazgeçirmiştik." Mürsel Akdeniz'in yazdığı Âyetlü'l-Kübrâ'ya Üstadın yazdığı dua: "Yâ Erhamerrâhimîn İsm-i Âzamn hürmetine bu nüshayı yazan ve okuyan Mürsel'i Cennetü'l-Firdevste saâdet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin.'

İSMAİL FAKAZLI İsmail Fakazlı 1913'te İnebolu'da dünyaya gözlerini açan bir Nur yolcusudur. Ağabeyi İbrahim Fakazlı, Nur Risalelerine "Küçük İbrahim" olarak büyük ruhlu bir şahsiyet olarak imzasını atmıştı. Nur Üstadla birlikte 1943'te Denizli ve 1948'de ise Afyon'da Yusufîye Medresesinde ders almak bahtiyarlığına erişen mutlu, mesut ve bahtiyarlar kadrosundadır. İnebolu denilince, şirin bir Karadeniz kazası gelir gözlerimin önüne. Bu kaza, Müslüman Anadolunun maddî - manevî kurtuluşunda bir iskele vazifesini görmüştü. İstiklâl Harbimizde İngiliz ve diğer düşmanların işgali altındaki İstanbul'dan kaçırılan silâhlar, İnebolu limanı vasıtasıyla Ankara'ya, oradan da İç Anadoluya gönderiliyordu. Böylece bu güzel vatan burcu, maddî kurtuluşumuzun siperi olmuştu. Aradan yıllar geçecek, aynı İnebolu bu defa da Müslüman Türkiye'nin manevî yardımına Nurlarla koşacaktı. 1940'lı yılların başlarındaki Halk Partisi'nin karanlık günlerinde, İnebolu'nun Çelebiler Hanedanı,

İstanbul'un Bankalar caddesinden aldıkları teksir makinesini kurarak, Nur Risalelerini teksir edip, Nura muhtaç Anadolu insanına tevzi etmeye başlamışlardı. Bu hanedana daha bir çok İnebolu fedakârları, kadını, kızı, çocuğu ve erkeği yardım ediyordu. Gülcüler, Dilekler, Mırmır ve Fakazlı Hanedanı da bu bahtiyarlar kafilesindeki yerlerini almışlardı. İşte bunlardan İsmail Fakazlı da hanımıyla beraber Nura kâtip olmuştu. "Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor" İbrahim Fakazlı Ağabeyin küçük kardeşi İsmail Fakazlı Ağabey, unutulmayan, aziz hatıralarını şöyle anlatmaktadır: Ankara'daydım. O günlerde Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) de Ankara'ya gelmişti. Kendisiyle otelde buluşmuştuk. Sadık Bey bana, 'İsmail Efendi, ben yarın Emirdağ'a Hazret-i Üstadı ziyarete gideceğim' deyince, ben de kendisine, benim de gelmek istediğimi söyledim. Böylece Ankara'da kararlaştırarak Afyon vilayetinin Emirdağ kazasına doğru yola çıktık. Ertesi gün Sadık Beyle birlikte Eskişehir'in Yıldız Oteli'nde bir gece kalarak daha ertesi gün, gecenin geç saatlerinde Emirdağ'a ulaşmıştık. Açık olan bir kahvehaneden çok gürültüler geliyordu. Bu gürültüleri duymamak için camiye doğru gidiyorduk. Nurlu Üstadın evinin önünden geçerken yukarılardan bir inilti geliyordu.

Bu esnada elinde sopa bir bekçi efendi bize, 'Burada durmayın, Şeyh Efendi zikrediyor' diyordu. Bu ses nur Üstaddan geliyormuş. Bu ses üzerine Paşazade Sadık Bey daha fazla yürüyemedi. Ayaklarında çizmeler, kilot pantolonlu, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın harp ve esaret arkadaşı Sadık Paşanın torunu, binbaşı Mehmet Ali Bey'in oğlu Sadık Bey, asrın sultanının saadetli menzilinin önünden bir yere kıpırdayamıyordu. Ben Emirdağ'ı ilk defa görüyordum. Nerede bulunduğumuzu sopalı bekçinin konuşmasından sonra anlamıştım. "Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu" Kastamonu'dan bildiğim Sadık Bey namlı bir paşazadeydi. Altındaki atla, Bolu dağlarından tâ Sinop civarında kadar, at sırtında uçarcasına giderdi. Altındaki kır atı, bir ara, iki bin liraya satmıştı. Kendisi bir kahvehaneye girse, insanlar hep birlikte Sadık Beye hürmeten ayağa kalkarlardı.* Sabahın erken saatlerinde nur Üstadın huzurlarıyla müşerref olmak için mütevazı hanenin kapısını tıkırdattık. Az sonra, heybetli, gür bıyıklı, Şeyh Şamillerin edası içinde bir genç arkadaş kapıyı açmıştı. Bizleri buyur etti. Tığ gibi ince bir endam içinde, adetâ bir vakar ve ciddiyet âbidesiydi. Bu mutena insan Ermenekli Zübeyir Gündüzalp'ti. İçeride Nurlu Üstad, Sadık Bey'i ayakta bekliyordu. Sadık Bey ani ve çevik bir hareketle Üstad Bediüzzaman

Hazretlerinin ayaklarına kapanmıştı. O esnada Hazret-i Üstadın da yaptığı çevik hareketini, cevvaliyetini tarif etmem mümkün değil. Seksen yaşın eşiğinde bir insanın o çevik hareketi yapabilmesi mümkün değildir. Nur Üstadın ayaklarına kapanan Sadık Bey hüngür hüngür ağlıyordu. Ilgaz dağlarının namlı yiğidi Sadık Bey, Ulu Sultanın huzurlarında âdeta masum bir çocuk olmuştu. Çok ulvî bir hüzün havası mütevazı odacığı ve iklimi kaplamıştı. Göz yaşlarımızı tutmamız mümkün olmuyordu. Nurlu Üstad Doksan Üç Harbini Plevne gazisinin torununun omuzlarından tutmuş; 'Kalk kardaşım Sadık Bey, kalk' diye kaldırmaya çalışıyordu. Bu çizmeli paşazadeyi ayaklarından bir türlü kaldıramıyordu. Bu pehlivan yapılı zatı kaldırabilmek ne mümkün! Bırak kardaşım!' Evladım, Sadık Bey, kalk ayağa bana hakkını helâl et. Sen bana Denizli hapsinde dokuz ay çorba pişirdin, bana hakkını helâl et' diyordu. Sonra ayağa kalkan Sadık Beyle bir kucaklaştılar, bir kucaklaştılar ki, aman yâ Rabbim, ne muhabbet, ne samimiyet! Sonra Üstad beni de kucakladı, ben de ellerine kapandım. Ellerinden gönlümden kopan hürmet fırtınaları içinde öptüm, öptüm. Heyecandan bütün vücudum ter içindeydi. Daha önceleri, benim uzaklardan misafirlerim gelecek diye Ziya Arun'a temizlettiği şiltenin üzerine bizleri oturttu.

Bana hitaben, Sadık Beyi işaret ederek buyurdu ki: 'Bu kardaşım hapishanede dokuz ay benim çorbamı pişirdi. Bana çok hakkı geçti!' Gözümde ve gönlümde zirveleşen Sadık Bey, nur Üstad Bediüzzaman gibi bir Ulu Sultana dokuz ay hizmet edebilmenin saadeti içinde, âleminde daha da zirveleşmişti. Sadık Bey, o büyük İslâm tarihindeki İbrahim Ethemleri hatırlatıyordu insana sanki. Üstad Bediüzzaman'ın, Meyve Risalesini yazması üzerine Lütfiye Fakazlı için kendi el yazısı ile yazdığı dua: "İlahi! Allahım! İsmi Azâmın hürmetine bu nüshayı yazan Lütfiye'yi Cennetü'l Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin... Âmin... Âmin..." Mücedditlik cübbesi Üstad Bediüzzaman Hazretleri bizlere Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin cübbesini giydirmek istiyordu. Cübbeyi tutan Nurlu Üstad, Sadık Beye giymesini söylemişti. Ama Sadık Bey, Üstad Hazretlerine karşı sonsuz hürmet duyguları içindeydi. Cübbeyi Üstadın tutmasını istemiyordu. Üstad, 'Kardaşım Sadık Bey giy!' diyordu. Ama Sadık Bey Üstada olan hürmet duygularının ateşi içinde âdeta yanıyordu. Sonra Zübeyir Gündüzalp Ağabey, 'Cübbeyi ben tutayım' diyerek Nurlu Üstadın elinden alıp cübbeyi kendileri tuttular. Cübbeyi önce Sadık Bey, sonra da ben giydim. Üstad bize tatlı ikram etti. Orada bulunan Zübeyir ile Ceylan abileri kastederek, 'Ben bu tatlıları, bu oburlara

versem, hemen bitiriyorlar' diye latife yaptı. Oradaki hizmetkârlarına latifeler yaparak takıldı. 'Bu oburlar hepsini bitiriyorlar' dedi. Bu ziyaretten sonra Çalışkanlar Hanedanı bizleri evlerinde ağırladılar. O günlerde Ceylan Çalışkan abinin birisinin boğazını gülleleme hadisesinden dolayı, kendisini alıp Eskişehir'e getirdik. Daha sonraki zamanlarda ben Üstadı Isparta'da ziyaret etmiştim. "Küfr-ü mutlakın belini kırmışız" Hazret-i Üstad bana , 'Nazif Çelebi'ye benim selâmlarımı söyle!' buyurmuştu. O günlerde yeni bir seçim vardı. Üstad seçimleri kastederek, 'Kardaşım, biz küfr-ü mutlakın belini kırmışız!' diye yaptıkları Nur hizmetinin ehemmiyetini anlatıyordu. Kardaşım, biz küfr-ü mutlaka değil, Müslüman Demokratlara yardım edeceğiz. Demokratları destekleyeceğiz. Küfr-ü mutlak hesabına çalışan bu teşkilata (CHP) sandalyeyi, koltuğu teslim etmemek için, Müslüman Demokratlara hem reylerimizi vereceğiz, hem de yardım edeceğiz.' Hazret-i Üstad bu mevzudaki görüşlerini İnebolu'ya, Nazif Çelebi Ağabeye Kardaşım, o küfr-ü mutlakı belinden kırmışız, bir daha dirilemezler!'

HACI ZAHİR KÖYELE Üstad Bediüzzaman'ın avukatı Bekir Berk'in evraklarını tanzim ederken, elimize 21 Temmuz 1969 tarihinde Ağrı'nın Tutak kazasından yazılmış "Abdurrahman Akman" imzalı bir mektup geçti. Bekir Berk Ağabeyin arzusu ve isteği üzerine yazıldığı anlaşılan mektuba ilişkin iki sayfalık yazı, Üstad Bediüzzaman'ın postacılarından olduğu ifade edilen Hacı Zahir Köyele ismindeki zatla bir röportaj şeklindedir. Bu iki sayfada şunları okumaktayız: "Kim ki Onun içindir; O da Onun içindir" Yetmiş beş yaşında Hacı Kardeşimizden sorduğum hususları sualli cevaplı olarak aynen aşağıya alıyorum. Cenab-ı Allah bizleri her türlü hataya düşmekten muhafaza buyursun, âmin. Kardeş kaç yaşındasınız? Yetmiş beş yaşındayım ve gördüğünüz gibi son derece sıhhatliyim. Aslen nerelisiniz, bu dinçlik ve sıhhatinizi nasıl

korudunuz? Aslen, Tutak kazasının Adakent köyündenim. Sıhhatime gelince, bunu tamamen ibadete ve oruca borçluyum. Cenab-ı Allah bu sayede beni kimseye muhtaç etmeyecek derecede dinç ve sıhhatle taltif ediyor. Bizzat bedenen en ağır işlerde çalışıyorum. Şöyle bir söz duymuşum, ne güzeldir bu söz: "Kim ki Onun için ise; O da onun içindir." Sizin zamanınızda tarikat çok revaçta ve yoğundu. Siz hangi şeyhe intisap ettiniz? Hiçbir şeyhe intisap etmedim. Acaba sebebi ne ola ki, böyle herkesin şeyhlere koştuğu zamanda siz bundan mahrum kaldınız? Hayır, mahrumiyetim ilgisizliğimden değildir. Şeyh bulamamamdandır. Beni hayrete düşürdünüz. Bundan elli altmış sene evvel İslâm âleminde şeyhlik ve dolayısıyla tarikat pek revaçta idi. Halbuki siz şeyh bulamadınız. Bunu nasıl izah edeceksiniz? Peki, dinleyin öyle ise: Tahminen 20-25 yaşlarına geldiğim zaman her Müslüman’da olduğu gibi, ben de de bir mürşide intisap etme aşkı uyandı. İsim tasrih etmeden zamanın birçok tarikat şeyhlerine gittim. Fakat heyhat her kime vardımsa, kendilerinde şeriat ve sünnete muhalif haller gördüğüm için intisap etmeyerek evime döndüm. Hattâ bir ara Suriye taraflarına da gittim. Fakat yine de

beni kendisine hiç bağlayan olmadı. Bu uzun seneler devam etti. Ben de kendimi sadece ibadeti verdim. Peki kendinize bir mürşid hiç bulamadınız mı? Buldum, buldum. Hem de beni son derece saran ve istediğime ulaştıran bir mürşid buldum. "Üstadımın ziyaretine mi geldin?" Beni yine şaşırttınız. Hem bulamadım, hem de buldum, diyorsunuz. Açıkla da rahatlayayım. Yukarıda söylediğim gibi Suriye taraflarına gidip de yine elim boş döndüğümde, evimde oturup son derece sıkıntılı günler geçirmiştim. Senesini söylemeye lüzum görmüyorum. Bir gece bir rüya gördüm. Baktım ki, bilmediğim bir memleketteyim. Büyük bir cadde vardı. Bu eski ve çok bozulmuş olan cadde türlü türlü tahribata uğramıştı. Bu yolu tamir için yeniden binlerce amele çalışıyordu. Kimi kazma, kimi kürekle muhtelif insanlar, çeşitli âletlerle çalışıp tamir ediyorlardı. Ben o zaman hem aç, hem de susuzdum. Cebimde param da yoktu. "Öyle ise ben de burada çalışayım" diye düşündüm. Oradakilere, "Beni de burada çalıştırın" dedim. Beni bir çavuşun yanına kaydettirmek için götürmüşlerdi. Çavuş beni amele defterine kaydetti. Baktım ki, gün ikindi olmuş, geç kalmışım. "Acaba bugün bana harçlık verecekler mi?" diye sormak isterken, çavuş bana, "Arkadaş, müsterih ol, git ihlâsla çalış, burası öyle

bir yerdir ki, burada çalışanın yevmiyesi noksan olmaz, hep müşterektirler. Sabah gelene de, akşam gelene de aynı yevmiye verilir, hep aynı yevmiyeyi alırlar." Ben de gidip çalışmaya başladım. Uykudan uyandım. Son derece heyecan içindeydim. Bu rüyanın ilhamıyla Emirdağ dedikleri nur şehrine doğru yollara düştüm. Emirdağ'a varırken, şehir kenarında bir su kuyusundan yedi sekiz yaşlarında su çeken bir kız gördüm. Kızın nazar-ı dikkati benim kılık kıyafetime takıldı. Kız bana, "Amca, sen Şarklı mısın? Üstadımın ziyaretine mi geldin?" dedi. Ben de, "Evet" dedim. Kız, "Dün Üstad buradan geçerken, benden su istedi, ben de suyu verdim. Bana, "İnşâallah sen istikbalin Nur talebesi olacaksın' diye iltifat edip, emir buyurdu. Ben de şimdi sevinç içindeyim" demişti. Bu kız çocuğunu geçerek, dağdan döndüğünü öğrendim Üstad Bediüzzaman'ın ziyaretine gidip, hamdolsun ziyaret şerefine erdim. "Nasıl olsa ücretini tam alacaksın" Ziyaret esnasında geçen hadiseleri anlatmayacağım. Zira belki bir benlik, enaniyet olur. Yalnız şunu katiyetle ifade edeyim ki, ben artık aradığım mürşidi bulmuştum. Aradığını bulanda, bir ömür pahasını ne gibi hal olursa, bende de o hal kat kat vardı.

Dağdan dönerek şehre geldik ve camide yanyana namazımızı kıldıktan sonra artık benim ayrılmam gerektiğini anladım. Ve şöyle bir sual sordum: "Kurban, Efendim ben ümmiyim, okur yazarlığım yoktur. Risaleleri okuyup yazamam. Ne gibi bir hizmet edeyim ki, ben de sevaba nail olayım." Mübarek yüzü gayet nurlu olarak, elimi tuttu, "Zahir, ben seni kendime kardeş olarak kabul ettim" dedi. "Hiç merak etme, nasıl olsa tam yevmiye alacaksın, seni postacı olarak kabul ediyoruz. İlk olarak bir mektup vereyim, Diyarbakır'dan geçerken yerine verirsin." Bana bir mektup uzattı. Ben ise kendimden geçmiş bir halde, "Nasıl olsa ücretini tam alacaksın" tesiri altında mektubu alarak sevinçle ayrıldım. Evet rüyam beni aldatmamıştı. Üstadımı ve mürşidimi bulmuştum. Artık yevmiyemi tam alacaktım. Peki Üstad muydunuz?

Hazretlerini

daha

evvel

tanıyor

Mübarek adını duymuştum, fakat kendisini görmemiştim, ancak yukarıda söylediğim gibi rüya üzerine kendisini aradım ve tanıdım. Peki ondan sonra bir daha ne zaman görüştünüz, yoksa bir daha göremediniz mi? İki kere daha ziyaret ettim. Birisinde Isparta'ya gittim,

okur yazar olmadığımı biliyordu. "Ne vazife yapayım" diye, başkasına bir pusula yazdırdım. Fakat ziyaret ettiğim zaman pusulayı vermedim. Gece rüyamda Üstad Hazretleri bana, "Zahir, ben seni postacı yaptım, şu mektubu al ve filan şehire götür" dedi. Heyecanla uyandım, fakat şehri hatırlayamadım. Zaten mektup da yoktu. Bir kere daha anladım ki, benim vazifem, durmadan taşımaktır. Ondan sonra hep diyar diyar kitap taşıdım. Üçüncü defa Eskişehir'de görüştüm, Üstad bana dönerek, "Zahir kardeşim, dua edin, Cenab-ı Hak bizi münafıkların şerrinden muhafaza etsin. Risale-i Nur inşaallah fütuhatını her yerde yapacaktır" dedi. Daha sonra izin isteyerek ayrıldım. Hacı Zahir o mübarek bem beyaz sakalına bir kaç damla gözyaşı bıraktı. Kendisinden son olarak bir sual daha sordum. "Kitap taşıdım" diyorsunuz, ilk olarak nereden nereye kitap götürdünüz? İlk olarak Adıyaman'da Terzi Mahmut kardeşimizden külliyetli miktarda kitap alarak Şarka taşıdım. Ondan sonra da pek çok kereler Erzurum'dan Ağrı ve diğer yerlere postacılık yaptım. Eğer şimdi yine bana ihtiyaç varsa, vazifemi yapmaya hazırım.

İSMET ORHAN Üstada gelen lahika mektuplarını bize gönderirlerdi. Biz de onları kardeşlere okurduk. Elden ele dağıtırdık. Okuyanlar şevke gelirlerdi. "Bir rüyanın gerçeğe dönüşü" İlkokulu yeni bitirmiştim. 13 yaşındaydım. Kur'ân kursuna gidiyordum. O günlerde, rüyamda çok nurani bir zat, bana Kur'ân'dan âyetler okudu. 'Bu âyetlerin tefsiri Risale-i Nur'lardır' dedi. Sabah olduğunda düşündüm, bu hiç duymadığım bir kelimeydi. Seneler geçti. Askere gidip geldim. Köylülerimiz, Risale-i Nur'u ve Üstadı iyi tanımışlardı. Köyde çok ârif, zeki, bilgili Mustafa isimli birinin etrafında toplanıp hararetle dersleri dinliyorlardı. Risale-i Nur'ları tanıyan birçok hanım ve kız vardı. Ben de derslere devam etmeye başladım. Köylülerimiz, benim Üstadı görmemi tavsiye ettiler. Ben de ziyareti niyetime aldım. Bir gece yine bir rüya gördüm. Rüyamda Üstad köyümüze gelmişti. 'Abdest alayım da öyle elini öpeyim' dedim. Ben abdest alasıya kadar Üstad köyden çıkıp

Emirdağ'ın yolunu tutmuştu. Ben, aceleyle çoraplarımı ve ceketimi giymeden elime aldım ve koşa koşa yaklaştım. Aramızda 50 metre mesafe kalmıştı ki, Üstad bana döndü ve eliyle kıbleyi gösterdi. 'Kendini düzelt, öyle gel' dedi. Dediği istikamete döndüm ve kendimi düzelttim, sonra yanına yaklaşıp elini öptüm. Bana, 'Seni göremiyordum, neredeydin?' dedi. 'Askerdeydim, yeni geldim Üstadım' dedim. Üstad birden kaside söylemeye başladı. Bir yandan kaside söylüyor, bir yandan da, 'Yetiş ya kardeş, yetiş' diyordu. Kasideyi anlamıyor, sadece sonundaki, 'Yetiş, tek tuş ya kardeş, yetiş' kelimelerini anlıyordum. Sonra bana elinden baston ve tesbih verdi. Ayrılıp Emirdağ'a gittim. Bu rüyadan sonra bendeki şevk daha da arttı. Mustafa Amcanın Asâ-yı Musa'dan yaptığı dersleri takip etmeye başladım. Cemaat çok olurdu. Bir gün ders esnasında ruhumda büyük bir infilak meydana geldi. Risale-i Nur'ları ve Üstadı yeni anlamaya başlamıştım. Yerimde duramıyor, mutlaka Üstadı göreceğim diyordum. 13 yaşındayken gördüğüm rüya hatırıma geldi. Üstadın bu asrın müceddidi olduğuna ve Risale-i Nur'ların Allah tarafından yazdırıldığına şek ve şüphem kalmadı. Bu arada Risale-i Nur'un bazı kerametlerine de şahit oluyorduk. "Üstadı ziyaretim" Ziyaretine Emirdağ'a gittim. İkinci katta pencerenin kenarında oturuyordu. Pencereye gözümü diktim, bana eliyle selâm verdi. Bana, 'Üstad kıra gezmeye gidecek, kapının önünde dur' dediler. Üstad çıktı, hemen eline

uzandım. Üstad eliyle başımı okşadı, 'Maşaallah, Maşaallah' dedi. 'Pencerinin önünde duran sen miydin?' 'Evet' dedim. Oradan ayrıldık. Bir müddet sonra Emirdağ'da Üstadı tekrar ziyarete gittim. Beni kabul etti. Elinde kalın bir risale vardı. Ben içeri girince kitabı kapattı ve bana dikkatlice baktı. Keskin bakışlarıyla âdeta, 'Sen de hiç durmadan Risale oku' der gibiydi. Elini öptüm. Küçük küçük minderler vardı. 'Otur' diye işaret etti. Talebeliğe kabul ettiğini söyledi. 'Seni, senin namına değil, Sığırcık köyü namına kabul ediyorum. Senin köyün, benim köyümdür, senin akrabaların benim akrabalarımdır' dedi. "Sanki sahabeden biri gibiydi" Üstad, hiç bu zamanın adamlarına benzemezdi. Her haliyle başkaydı. Sanki sahabelerden biri gibiydi. Görmeye doyamazdık. Gördükten sonra da o lezzet bize yeterdi. Bir gün köyümüzden Risale-i Nurları çok iyi anlayan ve bize de dersler veren Mustafa Amcayı, Üstad, Emirdağ'da evinden çıkarken görür. Kalabalık insanlar arasından Mustafa Amcaya işaret eder. 'Sen nerelisin?' der. O da, 'Üstadım ben Sığırcık köyündenim' der. Üstad Sığırcık köyüne gelmek istediğini söyler. Hakikaten hayli zaman sonra Üstad, bizim köye 20 km kala, Emirdağ pazarına gelen arabaları çevirir, bizim köylülere, 'Ben Sığırcık köyüne geliyordum, hasta oldum. Kendi yerime talebelerimi gönderiyorum, benim geldiğimi

kabul edeceksiniz' der. Nitekim Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur ve Mustafa Acet ağabeyler bizim köye gelirler, Risaleleri okuyan evleri tek tek gezerler, Üstadın selâmını söylerler. Ben o zaman Emirdağ'daydım. Risale yazmaya başladık. Yazdıklarımızı Üstada götürürdük. Üstad dua yazardı. Risale yazarken çok büyük feyiz alırdık. Şevkimiz artar, hiç usanç duymazdık. Müteaddit defalar bizlere kerametini gösterdi. Çok kerametleri var, ibretli olduğu için ikisini söyleyeceğim: İsmet Orhan'ın göz nuru dökerek yazdığı risalelerin sonuna Üstadın kendi elleriyle yazdıkları dualar: "Maşaallah, Maşaallah... Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Rahim! İsm-i Âzam hürmetine bu nüshayı yazan İsmet'i, anasını, babasını ve akrabalarını Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, Âmin, Âmin, Âmin..." Ya Erhamerrâhimîn! İsm-i Âzam hürmetine bu Risaleyi yazan İsmet'i Cennetü'l-Firdevste Saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, Âmin, Âmin..." "İki keramet" İlk acemiliğimde ufak ufak birkaç tane yazdım. Elim yazıya biraz alıştıktan sonra Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi yazmaya başladım. Bitirdikten sonra bir rüya gördüm. Rüyamda gökten beyaz bir güvercin indi. Bana ağzında bir mektup getirdi. Bana, 'Allah'ın sana selâmı var' dedi. Mektubu açtım. İçinden Sikke-i Tasdik-i Gaybî çıktı.

Üstad vefat ettikten sonra Zülfikar mecmuasını yazmaya başladım. Yarım kaldı. Köyümüzün yaylaları vardı, beni oraya imam olarak götürdüler. 'Bir ay boş durulmaz, Zülfikâr'ı yazmaya devam edeyim' dedim. Tembellik ettim, üç gün tehir ettim. Gene bir rüya gördüm. Rüyamda bir postacı bana mektup getirdi. Açtım, içinden yarım kalan Zülfikar çıktı. Yazıp tamamlamam için bir ihtar olduğunu anladım. Üstad vefat ettikten sonra da yazmayı bırakmadık. Hatta 1988'de Cevşen ve Tesbihat yazdık. Üstad müteaddit defalar rüyamda, 'Senin o yazdıkların var ya, hep kayda geçti' diyordu. Risaleleri köylere satmaya başladık. Hiç kâr koymadan, aldığımız gibi satardık. Hizmet-i Kuraniyeye hiç maddi menfaat girmezdi. Öyle inanmıştık. Yol masraflarımızı da kendimiz karşılardık. "Son görüşme" Üstadı, son günlerinde, Emirdağ'da ziyarete gittim. Üstad, Eskişehir'e gidecekti. Mustafa Acet, 'İsmet sen Eskişehir yoluna çık, Üstadla görüşürsünüz' dedi. Yola çıktım, bekledim. Üstad geldi. Elini öptüm, o da elimden tuttu. 'Sığırcık köyü benim köyümdür, benim Nurs köyümdür. Senin akrabaların benim akrabalarımdır. Hepinize dua ediyorum. Sizler de bana dua edin' dedi. Çok uzun konuştu, fakat son günlerde mübarek sesi iyice kısılmıştı. Konuştuklarının çoğunu anlayamadım. Konuşma

bitinceye kadar da elimi bırakmadı. Kendi kendime, 'Üstad, bu kadar durmazdı, bu kadar konuşmazdı. vedalaşır gibi bir hali vardı. Acaba bunun hikmeti nedir?' dedim. Tahminen 30 gün sonra Üstadın vefatını duydum. Demek o son görüşme imiş. Bizimle vedalaşmış, fakat biz anlayamamışız. Allah gani gani rahmet eylesin. "Mahkeme, sorgulamalar ve tevkifim" Üstad vefat ettikten sonra evlendim. Eskişehir'e hicret ettim, bir bakkal dükkanı açtım. İsmail Tomaç isimli lise mezunu bir gence Lem'alar'dan Osmanlıcayı öğretiyordum. Okuması için de yeni yazı ile Mesnevî-i Nuriye'yi verdim. 1971 yılında sıkıyönetim ilan oldu. Nurcuları yakalamaya başladılar. Bu arada benden ders alan İsmail'i yakaladılar. Beni de taharri ettiler. Yarım şeker torba dolusu Risaleleri yakaladılar. Beni de o gece nezarete koydular. Sabah olunca da Eskişehir sıkıyönetimine teslim ettiler. Tevkif tarihim: 13.5.1971 Askeri savcı ifademi aldı. Tevkif kararı verdi. Sordukları sorular şunlardı: Said Nursi kimdir?' Bir din alimidir.' Risale-i Nur nedir?' Kur'an tefsiridir.' Bu eserleri neden okuyorsun?'

"Dini bilgilerimi geliştirmek için okuyorum." Kitaplar arasında benim Osmanlıca yazdıklarım da vardı. Bu yazıları kim yazdı?' dedi. Ben yazdım' dedim. Niçin yazdın?' dedi. Kendime kitap edinmek için' dedim. Çok güzel yazın varmış. Niçin kitaplarını okuyorsunuz, başka okumuyorsunuz?' dedi.

Said-i din

Nursi'nin kitapları

Evimde başka din kitapları da var' dedim. O sorgudan sonra tevkif kararı verip Eskişehir Askeriye Cezaevine götürdüler. Avukat Bekir Berk Cezaevine geldi, vekaletimi aldı. Tahliyem için dilekçe yazdı, kabul edilmedi. İki ay askeri cezaevinde kaldım. Daha sonra askeriye ağır cezaya çıktım. Aynı soruları askeri ağır cezada sordular. Aynı cevapları verdim. Sonunda, 'Bu eserleri gene okur musun?' dediler. 'Okurum' dedim. Bu onların hiç hoşuna gitmemişti. Tahliyemi istedim, kabul etmediler. Tevkifime karar verip ellerime kelepçe vurdular. İki süngülü askerin arasında yaya olarak cezaevine götürülürken, 'Ya Rab, bu dünya mahkemesi bu kadar zorsa, acaba Mahkeme-i Kübrada nasıl hesap vereceğiz? Bizleri ve Risale-i Nur şakirtlerinin

bütün kusur ve günahlarını affet. Cennetinle ve cemalinle müşerref kıl!' diye dua ettim. İki ay sonra askeri mahkemede görevsizlik kararı verdi. Sivil mahkemeye havale etti. Askerî bir arabayla kelepçeli olarak bir başçavuş ve iki asker nezaretinde sivil cezaevine geldim. Sivil cezaevinde görevli memurlar, 'Bunun suçu neymiş?' diye sordular. 'Nurcuymuş' diye cevap alınca bana ters ters bakmaya başladılar. Sonra beni içeri alıp sinirli sinirli sorular sordular. Ben hep müsbet cevaplar verdim. Risale-i Nur'a ve Üstada medh ü senada bulundum. Dediler: Sen mahkemede de böyle konuşur musun?' Evet konuşurum. Hakikat söylenir, hakikat gizlenmez' dedim. Beni nezarete attılar. Cezaevine gelen mahkum 7 gün nezarette kalırmış. Beni 21 gün çıkarmadılar. 21 gün sonra beni cezaevine aldılar. Orada da çeşitli hizmetlerde bulunuyorduk. Kur'ân bilmeyenlere Kur'ân öğretiyorduk, hep ibadet ve dua ile meşgul oluyorduk. "Hayatımda tattığım iki manevi lezzet" Hayatımda tattığım iki manevi lezzeti unutmam. Birincisi: Risale-i Nur'a ilk intisabım ve Üstadla olan görüşmelerimiz; ikincisi de hapishanede geçirdiğim dört ay. Mahkeme olacağım günün gecesi rüyamda Üstadı

gördüm. Üstad Hazretleri cezaevinin bahçesine geldi. Kardeşleri topladı, zikre oturttu. Kendisi de cezaevi bahçesinin bir köşesine seccadesini serdi ve dua etti. Sabah oldu, beraat edeceğimi anladım. O gün beraat ettim. O günlerde yaşadığım manevi lezzetleri tarif edemem. Keşke bütün yaşantımız öyle olsa. Şimdi şu hatıramı yazarken çok kusurluyum, çok gafilim. Allah benim kusurlarımı affetsin. Amin. "Hatıraları önce rüyada yazdım" "1986 senesinde İstanbul'a hicret ettim. İstanbul'da birçok kardeşle tanıştım. Necmeddin Şahiner kardeşle de tanıştım. İçimden 'Benim gibi aciz-i mutlak, fakir-i mutlak bir insanın ne ehemmiyeti var' dedim. Hemen o gece bir rüya gördüm. Rüyamda Üstadı görenler, hep hatıralarını yazmışlar. Ben de hatıratımı yazmışım, kuyruğun sonundayım. Başta bulunan görevli memur da kayıtlarını yaparak hatıralarını alıyor. Görevli memur da Necmeddin Şahiner kardeşiniz olmalıydı. Sabah uyandığımda bu hatıraların çok önemli olduğunu anladım. Yazmaya başladım. Çünkü Üstadın sağlığında da uzak beldelerden, Üstada gelen lahika mektuplarını bize gönderirlerdi. Biz de onları kardeşlere okurduk. Elden ele dağıtırdık. Okuyanlar şevke gelirlerdi."

FİKRET ÖZDEMİR Aslen Bitlisli olan Fikret Özdemir, 1916 yılında doğdu ve 1978'de vefat etti. "Üstadı ilk duyuşum" Birinci devre Millet Meclisi azası olan amcam Arif Hikmet Bey, çocukluk devrelerimde, Molla Said-i Meşhur adıyla Üstaddan bahsederdi. Ne şekilde bir insandır diye zihnimden geçirirdim. 1935'te pederimin vefatından sonra kötü bir duruma düşmemek için mütemadiyen bir halaskâr aradım. Turuk-u âliyelerde beni tatmin edecek bir mevzu bulamadım. 1942'de Diyarbakır'da ticarete başladım. "Huzurdaydım, elim elindeydi" Üstadın ziyaretini çok düşündüm, ama bir türlü fırsatını bulamadım. 1952'de bu imkânı buldum. Beni, bırakmazlar diye vazgeçirmeye çalıştılar. Küçük biraderimle Eskişehir'de bir gece otelde kaldıktan sonra, otobüsle Emirdağ'a giderken bir demirci ile arkadaş olduk. Bizi Üstadla görüştüreceğini söyledi. Emirdağ'da karanlık bir yerde bizi epey bekletti. Bu hal izzetime dokundu. Çıktım, Üstadın çarşı ortasındaki evinin karşısındaki kahvehanede

oturdum. Kapısını beklemeye başladım. Bir iki defa Üstadın karyolasında yatmakta olduğunu pencereden gördüm. Üçüncü gelişimde, 'Mübarek, ben seni görmeye gelmiştim. Kalksan da ziyaret edip gitsem' derken baktım, aniden yatağından fırlayıp kalktı. Biz geldik, yerimize oturduk. Ama ben tarif edilmez bir heyecan geçirdim. Biraz sonra kapı açıldı, Refik isminde bir talebe elinde su tenekesiyle su almaya gidiyordu. Biraderi gönderip sordurdum. 'Kardeşim, siz Diyarbakır'dan mı geliyorsunuz? Üstad, sizi ikindi namazından sonra kabul edecek' demiş. Namazdan sonra, daima kilitli bulunan kapıyı açtılar. Girdikten sonra kapıyı tekrar kapattılar. Huzura girdik. Odada bir tel dolap, bir karyola, bir hasır, bir de rahle vardı. Başka bir şey yoktu. Odaya girince bir şok geçirdim. Hemen yaklaşıp elini öptüm. 'Nerelisin?' diye sordu. 'Bitlisliyim' dedim. Elimi tuttu. 'Şarklılar bana sahabet etmediler, sen buraya kadar yorulup geldiğinden dolayı Allah için hepsini helâl ettim!' dedi. Bir minder getirip beni ona oturttu. Bütün hayatım boyunca hiç kimseden alamadığım dualara mazhar oldum. Üstadın kaşla göz kısmına bakmak çok zordu. Şimşek gibi insanı çarpardı. Elini elime aldığım zaman damarları görünüyordu. Fakat pamuk gibi yumuşaktı. Ve tarifi imkânsız güzel bir kokusu vardı. Elini öpmeye kalktım. 'Doğru otobüse binip İstanbul'a gidin' dedi. Çıkarken beni tekrar çağırıp, 'Babanız var mı?' diye sordu. 'Yok' dedim.'Kaç kardeşsiniz?' dedi. 'Allah her dördünüzün de yardımcısı olsun' diye bize dua etti. Cenab-ı Zülcelâl beni

de kardeşlerimi de onun hürmetine refah içinde yaşattı. "Beni görmek isteyen, Hulusi Beyi görsün" Üstad ilk görüşmede, 'Beni görmeye gelenler, buraya kadar gelip yorulmasınlar. Beni görmek isteyen Risale-i Nur'un her satırında görür. Beni görmek isteyen Elâzığ'da Hulusi Beyi görsün dedi. Bana da Hulusi Beyi tavsiye etti. 1952'de İstanbul mahkemesinden dönerken Malatya istasyonunda tanıştık. Ona beraat haberini getirmiş oldum. "O, eserlerimi bağrına bastı" Üstadı ilk defa Isparta'da ziyaret ettim. İstanbul'da da 1952'de ziyaret ettim. Isparta'da amcamın oğlunu askere götürdüğüm zaman ziyaret ettiğimde içeriye girdim. 'Bu benim amcam oğludur' dedim. Onunla da alâkadar oldu. Kollarını açarak o genci bağrına bastı. 'Seni talebeliğe kabul ettim' dedi. Bayram Ağabey (Yüksel) o zaman askerdi. 'Bayram'a söyleyin, Mustafa'ya Sabahet etsin' dedi. Hakikaten onun askerliği, hiç askerlik etmemiş gibi geçti. Bir başka ziyaretimde (1953) Bitlisli Şeyh Tahir Efendiyi sordu. 'İrtihal buyurmuşlar Efendim' deyince aniden yataktan doğruldu 'Allah'ın rahmetiyle şad olsun. Herkes eserlerimi atarken, o toplayıp bağrına bastı' dedi. 'Gider gitmez bana vekâleten oğullarına taziye yazmak ilk işin olsun' dedi. Bir seferinde, İstanbul'da Reşadiye Otelinde izdihamdan

görüşmek mümkün olmadı. Ramazandı, sabahleyin gidecekti. Sahur yedikten sonra hafif yağmur altında çıktım. Hüsnü Bayram'ın kullandığı arabaya binmesini bekledim. Arabaya bindi, beni iki parmağı ile çağırdı. 'Bütün hemşehrilerime söyle, hepsinin kandilleri ve Ramazan Bayramları mübarek olsun' diyerek bana da dua buyurup gittiler. Akşehir Otelinde de müteaddit defalar ziyaret ettim. Bir defasında, bu otele beraberimde bir çift Bitlis işlemesi güzel bir çorap götürdüm. 'Üstadım, bunun bir kıymeti yoktur. Bir memleket hediyesi olarak kabul edin' dedim. Eline alıp baktı. 'Ben bunu aldım kabul ettim, sen bunu benim yerime giyersin' deyip iade etti. "Bütün risaleler Üstadın tashihinden geçtikten sonra basıldı" Son ziyaretim Şualar'ın yeni harflerle tab'ı sırasındaydı. Emirdağ'dan telefon ettiler. Forma halindeki Şualar'ı Üstada tashih için götürdüm. Şimdiki eserler Üstadın tashihinden geçmişti. Bazı insafsızlar, 'İlâve olmuş, onun değil' diye yalan söylüyorlar. Ağabeylerim Üstada sadakatten ayrılmamış ve bütün eserler Üstadın tashihinden geçerek meydana gelmiştir. Emirdağ'a geldiğimde Üstad kıra gitmişti. Biz yemekteyken Sungur Ağabey çantayı aldı, 'Sen sonra gelirsin' dedi. Arkasından gittim. Üstad yatakta kendini kaybetmiş bir vaziyette, bir mevta halinde idi. Sungur

Ağabey benim söylediğimi Üstadın kulağına söylüyor. Üstadın da kendisinin kulağına söylediklerini bana naklederek arada vasıta oluyordu. 27 Temmuz 1959'da bu şekilde görüştük. "Asılsız haber" 1960'da İstanbul'da aniden Üstadın vefat haberini aldım. Gece Fatih'te oturuyordum. Telgrafhane kapalı idi. Sabahleyin Büyük Telgrafhaneden yıldırım telgraf çekerek Üstadın durumunu sordum. Gazetelere bakıyordum, herhangi bir haber yoktu. İkinci gün telgrafa cevap bekliyordum. Yıldırım cevap geldi: 'Mektup postada, sıhhatim yerindedir.' Mektup geldi. 'Bu mesele nereden çıkmışsa tahkiki ve neticenin bize bildirilmesi' diyordu. "Üstadla görüşmelerimde Zübeyir Ağabeyimin ve Sungur Ağabeyimin çok iyiliklerini ve yakınlıklarını gördüm."

CEVAT ÇAĞRI 1909'da Konya'da dünyaya geldi. Eski alay hocalarından Osman Nuri Efendinin yakın dostlarındandır. Müteaddit defalar Bediüzzaman'ı Emirdağ'da ziyaret etmiştir. "Yirminci asrın müceddidi" Yeni basılmaya başlanan Sözler'in formalarını Salih Özcan ve Said Özdemir'le birlikte Emirdağ'a götürmüştük. kendilerinin yanında ve hizmetinde Mehmed Çalışkan da vardı. Bana ilk defa Salih Özcan vesile oldu. Sonra Bayram Yüksel'i gönderdiler. Daha evvel gıyaben tanıyordum. Bayram Yüksel'e araba kullanmayı öğrettim. Üstada giderken Osman Nuri Efendi hediye olarak benimle bir tesbih göndermişti. O tesbihi aldı, öptü, başına koydu. Bana hitaben, 'Ben seni Osman Nuri olarak tanıyorum, kabul ediyorum, tesbihi çekerken sizleri hatırlayacağım' dedi. Osman Nuri Efendi, Bediüzzaman'ı yirminci asrın müceddidi olarak tanır ve öyle ifade ederdi. Ben kendilerini Emirdağ'da ziyaret ettim. Üç-dört defa gittim.

İlk Sözler'in formalarını görünce gözleri yaşardı, ağladı. Mehmed Çalışkan ve Hamza Emek de oradaydı. 'Çok şükür, ölmeden bunları gördüm' diyerek hislerini ifade etti. 'Ben vazifemi yaptım, artık siz bundan sonrasını yaparsınız' dedi. "Üstadın yakın alakası" Bir defasında oğlum Ferhat'la beraber gitmiştik. Oğluma dua etti, kendi eliyle bir Risale hediye etti. O zamanlar Ankara'da hizmetler için, Bediüzzaman'ın gelip kalması için Osman Nuri Efendi bir ev yaptırmıştı. Üstadın da Ankara'ya gelip, bu evde yerleşmesini istiyordu. Üstad bunu haber almıştı. Bize hitaben, 'Osman Nuri bana ev yaptırmış, biliyor musunuz?' diye sordu. 'Evet efendim' diye cevap verdim. Bize rahat oturmamızı söyledi. Ben de, 'Rahatız' dedim. 'Yok yok, rahat otur' dedi. Salih Özcan, 'Evi yapan adam burada' diye beni gösterdi. Üstad 'Ne? Niye söylemiyorsun?' dedi. 'Huzurunuzda, ben demek için teeddüb ederim, utanırım' deyince, 'Gel gel, şöyle yanıma otur' diyerek bana iltifat etti. 'Anlat bakalım, çivisinden başlayarak anlat, kimler yardım etti medrese için?' Benim başımda şapka vardı. Üstadın nezaketine bak ki, bana, 'Şapkayı çıkart' demedi. 'Sizce mahzurlu değil mi efendim anlatmak?' 'Yok yok, olduğu gibi anlat' dedi. "Fevzi Çakmak'a hakkımı helâl edeceğim" Yaptığımız ev Cebeci'de Niğde Yurdundan yukarıda, İkinci Dede Efendi semtindeydi. Osman Nuri gibi eski alay

müftülerinden Tevfik Yılal vardı; evin yapılışında onlar da yardımcı olmuşlardı. Maddeten ve manen yardım ederek evin inşaatını bitirmiştik. İçinin mefruşatından pek benim yardımım olmamıştı. Evin itmamında Mareşal Fevzi Çakmak da maddi yardımda bulunmuştu. Mareşal deyinca 'Mareşal kim?' diye sordu. 'Fevzi Çakmak' diye cevap verdim. 'Demek o da verdi' diye hayretle sordu. 'Ne kadar verdi?' diye, Fevzi Çakmak'ın verdiği miktarı sordu. Bizim yardım sandığımız vardır. Sandığın muhasip ve veznedarı da Fevzi Çakmak'tır. Üstad, 'Fevzi Çakmak ne verdi? Kaç lira verdi?' diye sordu. Bu hizmet mahallinin yapılıp getirilmesi için iki-üç defa yardım ettiğini söyledim. Üstad bu defa, 'Daha evvel Emirdağ'a geldiği zaman bunları biliyor muydun?' diye sorunca, 'Evet efendim, biliyordum' diye cevap verdim. Ben üç kişiye hakkımı helâl etmemiştim. Madem ki kendisi Risale-i Nur'a hizmet etmiş ve para yardımı yapmış, ona hakkımı helâl edeceğim' dedi. Osman Nuri Efendi bir mektup yazarak kendisini Ankara'ya bu yeni yaptırdığımız evde kalması için davet ediyordu. Bizim gibi Mareşal Fevzi Çakmak'ın da Bediüzzaman'a çok hürmeti vardı. Üstad benim yemem için sahanla pilav getirtti. 'Ne zaman istersen buyur gel, sana kapım her zaman açıktır' dedi. Ufak bir kutusu vardı, kutuyu açarak içindeki paradan almamı söyledi. Teşekkür ettim. Boynuna sarılıp öpmek istedim. 'Al kardaşım, al' diye ellerini uzattı. 'Senin karnını

doyuracağım' dedi. "Beni bir dağ başına defnedin" Bir ara mezarından bahsetti. Kabrinin kimse tarafından bilinmeyeceğini söyledi. 'Bir dağ başına defnedin' dedi. 'Bunu ben niçin söylüyorum? Bizim milletimiz temiz ve safidir, kabirlere çok teveccüh ediyorlar, yardım istiyorlar, ben bu işleri istemiyorum' diyerek, mezarının kimse tarafından bilinmemesini istediğini söyledi. "Nur Risaleleri matbaalarda basıldıkça, formalardan Emirdağ'a alıp götürmüş, kendisini üç-dört defa ziyaret edip tefeyyüz etmiştik."

ŞAHİDE ve ABDURRAHMAN YÜKSEL Şahide Yüksel 1921'de Afyon'da doğdu. Babası Üstada çok hürmeti olan bir zattı. Seksen dört yaşlarında vefat ederek Eskişehir Çifteler'de defnedildi. Annesi ise Artvinlidir. Şahide Yüksel İstanbul'da vefat etti. Abdurrahman Yüksel 1911'de Bolvadin'de doğdu. Uzun yıllar öğretmenlik ve başöğretmenlik yaptı. Hanımlar Rehberi'ndeki "Şahide durma böyle, / Hakkı her yerde söyle/ Risale-i Nur'larla,/ İmana hizmet eyle" mısralarını okuyup hislendiğimiz Şahide Yüksel Hanımefendi ve beyi Abdurrahman Yüksel de şahidi oldukları ulvi anıları terennüm ettiler. Şahide Yüksel, Kafkas ikliminden Anadolunun sinesine esen bir yel gibi, yağan rahmet gibi, Emirdağ, Bolvadin ve Eskişehir'de; Florya'da ve Erenköy'de ikamet ettikten sonra Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Hatıralarını şöyle anlatmıştı: "Benimle görüşmek isteyenler seninle görüşsün" Günlerce Emirdağ yollarına çıkar, Üstadı bir defacık görebilmek için beklerdim. Ne zaman geçecek diye gözlerim hasretle yollarda kalırdı. Emirdağ'ın Suvermez beldesi civarında rahmet suyunun arzusuyla beklerdim. Babam Eskişehir Çifteler'de imamdı. Beyim Abdurrahman Yüksel bir defasında üç ay yollarda beklediğimi duyunca bana kızdı. Sonra Üstad haber göndermişti. 'Beraber Eskişehir yoluna gelsinler' diye. Üstad Suvermez yoluna atlı faytonla giderdi. Bey, 'Gözün aydın, Bediüzzaman seni çağırıyor' diye müjdeyi vermişti bana. Sonra Üstadın arabası geldi. Üstad, 'Sen Şahide misin?' diye sordu, 'Evet' diye cevap verdim. Elini öpmek istedim, kadınlara hiç elini vermediği için, ancak cübbesinin üzerinden kolunu öpebildim. Bana dua etti, iltifat etti. 'Kızkardeşim Alime Hanımın yerine seni kabul ediyorum' diye buyurdu. Ben Kur'an-ı Kerimi okumayı bilmiyordum. 'Bilirsin, öğrenirsin' diye şefkat etti. Daktilo ile Küçük Sözler'i yazmamı söyledi. 'Benimle görüşmek isteyenlerle, sen benim bedelime görüşürsün' dedi. Daktiloda yazacağım Küçük Sözler'i gençlerin okuyabileceğini söyledi. "Kızımın evliliğinde Üstadın ilgisi" Bizim kızı, Ülker'i gelip isteyen hanımlar olurdu. Ben gidip durumu Üstada arz edince Üstad kızardı. 'Ben dünya ile alakalı değilim, beni dünyaya baktırmayın' derdi.

Bazen, 'Bir erkeğe esir olmasın, kendi kazancıyla kendini idare etsin, keşke okutsaydı' dedi. Atıf ile M. Kemal'in anneleri gelip kızım Ülker'i istemişlerdi. Sonra bu hanımlarla Üstada gittik. Zübeyir Gündüzalp tek tek bizi içeriye aldı. Üstad, 'Ben onu üç sene evvel Kemal'e vermiştim' diyerek ellerini açıp, dua etmişti. Şeytan araya girmesin diye Üstad mesele ile alakadar oldu, teveccüh etti. 'Kemal, Atıf'tan geri kalmaz, verin' dedi. Atıf'a Nurları Kemal tanıtmıştı. 1957 senesinde olan bu hadiseden sonra, Üstad bizim damadımız olan Atıf'ın ağabeyi M. Kemal Ural'a iltifat eder, 'Sen benim damadımsın' diye teveccüh ederdi. Kaside-i Bürde okumak istiyordum. Üstaddan izin almam lazımdı, izinsiz yapmak istemiyordum. Üstad, 'Bizim dualarımız, virdlerimiz var, bize kafidir' dedi. Sonra, 'Bu mesele için izne hacet yoktur, isteyen okusun' demişti. Zaman zaman ziyaretine Ülker de giderdi. "Üstad bizim evi şereflendirdi" Kemal Ural Isparta'ya ziyaretine gitmişti. Bayramda, Üstadın Bolvadin'e geleceğini haber verdi. Bayramda Bolvadin'e, bizim eve geldi. Çok kalabalık olmuştu. Üstad arabadan inmedi. Abdurrahmanla Kemal'i arabaya aldı. Kemal, bizim Tuncer'e fotoğraf makinasını vererek Üstadın resimlerini çekmesini istemişti. Kendisi Üstad ile konuşurken Tuncer iki resim çekti. 1948'deki Afyon hapsinde Üstadı ziyarete giderdik.

Fakat bizi görüştürmezlerdi, izin vermezlerdi. Bir gün görüşebilmek için eski elbiseler giyerek, kendime çamaşırcı şeklini verdim. O sırada Üstad pencereye çıktı, ancak öyle ziyaret edebildim. Üstad bana, 'Emirdağ'daki hanım hemşirelerim yerine kabul ediyorum' diyerek bir çarşaf, bir de çay göndermişti. Bir gün de mahkemeyi dinlemeye gitmiştim. Jandarmaya, 'Hoca Efendi nerde?' diyerek sordum. O gösterince Üstad selam verdi. Bana, 'Hiç durma, hemen git' diye işaret etti. "Sanatım, iman kurtarmak" Mahkeme esnasında hakim Üstada, 'Sanatın nedir?' diye sorunca, 'Benim sanatım iman kurtarmak, din kardeşlerimin imanları tutuşmuş yanıyor' diye cevap verdi. Ayrıca hakim, sanki kendisi din adamı imiş gibi, 'Neden sakal bırakmıyorsun? Niçin hiç evlenmedin?' diye sualler sordu. Üstad ise, 'Hapse girince siz kesmeyesiniz diye sakal bırakmadım: evlenmek sünnetini yerine getirenlerden bazılar dokuz farzı terk ettiler' diye cevap verdi. Mahkemeye gelip kelepçelemişlerdi.

giderken

Ceylan'la

ellerini

Urfa'ya gidip vefat etmezden bir hafta evvel ziyaret etmiştim. Sonra hasta olarak selam bırakmış ve gitmişti. "Kur'an'ı,

Nurları

ve

şiir

yazmayı

Üstadı

ziyaretten sonra öğrendim" Babam şairdi, bana da şiir yazmayı öğretmesini istediğim zaman, 'Bu iş öğretilmez, insanın kalbine doğar' derdi. Dedemiz de Posoflu halk şairi Yusuf Zülali imiş. Üstadı görüp de ziyaret edince hem Kur'an'ı hem de Nurları okumayı öğrendim, Üstadın ilhamıyla şiir yazmaya da başladım. Bir gün, Üstadı görememenin elemiyle şu mısraları kaleme almıştım: Diktim kapına gözümü Yaktım Üstadım özümü Tutamadım ben sözümü Himmetin çoktur Üstadım Hizmetim yoktur Üstadım. Nur yolunda koşamadım, Yandı gönlüm coşamadım Dağlar yüksek aşamadım Himmetin çoktur Üstadım Hizmetim yoktur Üstadım. Şan şeref perdesi kaldır, Canla başla Nur'a daldır Şahide nefsini kandır Himmetin çoktur Üstadım Hizmetim yoktur Üstadım."

Şahide Yüksel Hanım, kocası Abdurrahman Yüksel'in tayini Emirdağ'dan Bolvadin'e çıkınca çok üzülmüş. Üstad kendisini teselli etmiş, 'Ben bazen Bolvadin'e gelirim, üzülme' demiş. Hatırata şöyle devam ediyor: "Üstad hizmet edenlerle alakadar olurdu" Üstadın ziyaretine bir tanıdık kadını götürmüştüm. Kadın yolda Üstadın arabasını görünce cezbeye geldi, kafasını taksiye çarptı. Üstad onun bu haline çok üzüldü, kızdı. 'Bizde cezbe yoktur' dedi. Eve kapanıp da devamlı ibadet etmeye razı olmazdı. "Bir defasında Üstad, Ceylan Çalışkan'a söylemişti. Telefonla Ceylan Çalışkan, 'Üstad sana çok kızıyor, ben ona muallimlik vazifesini verdim, o nasıl olur da eve kapanır?' diye bildirmişti. Üsdad daima faaliyet ve hizmet edenlerle alakadar olurdu." Şahide Yüksel'in beyi Abdurrahman Yüksel ilkokul öğretmeni idi. Üstadı zaman zaman ziyeret edip, dua ve alakasına mazhar olmuştu. Üstad ilkokul öğretmenlerine dua eder, alakadar olurdu. Abdurrahman Yüksel'i, biraderzadesi Abdurrahman yerine, onun gibi kabul etmişti. Abdurrahman Yüksel de şunları söylemişti: "Sağlık memuru Hayri Bey vardı. Onunla Üstada selam ve hürmet gönderirdim. Sağlık memuru olduğu için, iğne yapıyorum bahanesiyle Üstadın yanına sık sık girip çıkardı.

1946 yılından itibaren Üstaddan feyiz ve dua almaya başlamıştık."

ABDULLAH KILIÇKAYA Askerlikten sonra memuriyete girdim. Üstadla görüştüğümüz zamanlar Üstad maaşımı sorar, 'Eğer yetişmiyorsa, ben senin tayinini devam ettireceğim' derdi "Üstad beni çağırdı" Ben, Üstadım Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nur'ları muhterem ağabeyim Osman Aydın vasıtasıyla tanımıştım. Risale-i Nur eczalarından olan, büyük müdafaalardan bir kısmını yazarak Üstada tashih için getirmiştim. Üstad gerekli tashihatı yaptıktan sonra, eserin sonuna kendi el yazısıyla duasını yazmıştı. Daha sonraları ise Emirdağ'a gidip gelerek hizmetlerinde bulunmuştum. O zamanki ağabeylerden Zübeyir, Ceylân, Bayram ve Hüsnü ile birlikte onlara yardım için koşardım. Bu büyük kahramanlardan Allah razı olsun. O yıllarda babam, Üstada verilmek üzere bir miktar bal vermişti. Üstad balın tadına baktı, ondan sonra, 'Ben de bu balı size hediye ediyorum' diye mezkûr ağabeylere verdi.

Bu balı birlikte yedik. Üstad Hazretlerinin yatak odasının camı çarşıya bakardı. Bir gün pencereden beni gördü. Pencereyi açtı ve anahtarı aşağıya atarak beni çağırdı. Ben de kapıyı açarak Üstadın yanına çıktım. Epey bir zaman, yanında hizmetinde bulunup derslerini dinledim. Bazı zamanlar Isparta'ya gidip geliyordu. Bu gidişlerde Hüsrev Altınbaşak Ağabeyin evinde de kalıyordu. Üstada ve Nur'lara hizmet etmek istediğimi söyledim. Isparta'da kalıp bir işle uğraşmamı istediler. O zamanlar merhum Zübeyir Ağabey Urfa'da telgraf memuruydu. Orada Abdullah ve Hüsnü Ağabeyler de bulunuyordu. Ben de hizmet için Urfa'ya gittim. "Üstad bana 'Şuhutlu Abdullah' derdi" Bu nurlu iman hizmeti dolayısıyla zaman zaman bizi karakollara götürüp, zulüm ve işkence ediyorlardı. Daha sonraları askerliğim ve annemin şefkatli isteyişleri sonunda Urfa'dan ayrılarak Emirdağ'a, Üstadımın yanına geldim. Üstad Hazretleri Abdullah Yeğin Ağabeye 'Ankaralı', bana da 'Şuhutlu' derdi. 'Gel bakalım Şuhutlu Abdullah' diyerek bağrına bastı. 'İyi oldu, ben seni Suriye'ye hizmet için gönderecektim, ama şimdi askere git. Sonra Nurcular askerlikten kaçıyor diye Nur'un aleyhinde propaganda yaparlar. Ben seni annene bağışladım' dedi. Üstadla beraber, Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabeyle

birlikte Afyon'a gitmek üzere hareketle Emirdağ ile Çoğul köyü arasındaki yeşil bir sahaya vardık ve orada sohbet edip dersler yaptık. O gün torbadan bir miktar para çıkartıp Bayram'la bana verdi. 'Bugün Bayram'la Çoğul'a git, yarın sabah gidersin' dedi. Urfa'da kaldığım müddette Üstadın verdiği ekmek parası hâlâ vardı. Vedalaştım ve ertesi gün asker olarak Cizre'ye gittim. Cizre'ye benim Nurcu olduğum bildirilmişti. Başımızdaki subaylar beni çağırıp sorguya çektiler. Ben de Risale-i Nur'ları okuduğumu, imanlı, ahlâklı bir Türk vatandaşı olduğumu söyledim. Sonra subay, 'İyi, sen madem Nurcusun, doğru çalışırsın, seni hududa göndereceğim, buradan kaçakçıları geçirme' diye tenbihlerde bulundu. Yanındaki sivil memur da Risale-i Nur'ları okuyan bir Nur talebesiymiş, onun ısrarıyla beni Mardin'e bıraktılar. "Askerlikten sonra memuriyete girdim. Üstadla görüştüğümüz zamanlar Üstad maaşımı sorar, 'Eğer yetişmiyorsa, ben senin tayinini devam ettireceğim' derdi."

MUAMMER ŞENEL Ak saçlı... Ak sakallı... Ak yüzlü... Ak gönüllü... Aklar içinde nurlu bir Nur talebesinden ve onun hatıralarından bahis açmak istiyorum. Bafralı Muammer Abi... Muammer Şenel... 1909 senesinde dünyaya gelen bu bahtiyar Nur talebesi, ismi gibi uzun ömürle muammer ve soy ismi gibi şen bir insan, kâmil bir Müslüman... Sizlere yine kendisi gibi nur kahramanlarından, İnebolu eşrafından Ahmet Nazif Çelebi'nin verdiği künyesini de vereyim: Çarukçu, Tuzcu,

Armutçu, "NURCU.. Muammer Şenel, Bafra..." "Emirdağ'da Bediüzzaman Said Nursî" Bafralı Muammer Bey, 40 yıl önceleri memleketinden çıkmış, yollara düşmüş, şehir şehir geziyordu. Gittiği beldelerde soruyordu, soruşturuyordu. Kendine bir şeyh arıyordu, bir hoca bulmak istiyordu. Bir üstad, bir mürşid peşindeydi. Kalbi bir büyük Üstadın hasretiyle yanıp kavrulan bu zâta, nihayet Emirdağ'da Bediüzzaman namındaki bir ulu sultanın ismini ve adresini verdiler: "Emirdağ'da Bediüzzaman Said Nursî..." Şeyh ve keramet peşindeki Bafralı Muammer Efendi, nihayet bir gün Emirdağ'a vasıl olmuş ve önüne gelene elindeki ismi soruyordu. Her sorduğu şahıs korku içinde ondan uzaklaşıyordu. Bu sorgular hep cevapsız kalıyordu yahut da; Sus, sus! onun ismini ağzına alanı sövüyorlar, hapsediyorlar!" cevabını alıyordu.

dövüyorlar,

Nihayet Emirdağ'ın Çalışkanlar Hanedanı vasıtasıyla Büyük Üstadın huzuruna çıkmıştı. Üstadın yanında yine, yâr-ı garı aziz ve necib Nur

talebeleri: Zübeyir, Ceylan, Bayram ve Sungur vardı... Çıplak bir odada, bir soba, bir divan, birkaç parça eşya bulunuyordu. "Bizde tarikat yok, hakikat var" Kendi dilinden, kendi ifadesi: Odasına girdik.. Selâm verdik.. Koca odada bir somya, bir de soba vardı. Yerde ne kilim, ne hasır, ne de bir keçe vardı. Bomboş bir oda. Üstad bize, Bizde tarikat yok, hakikat var, Risale-i Nur var' dedi. Daha sonra 'Evlât, gel!" dedi. Açtı göğsündeki madalyayı gösterdi. Etiyle derisi arasında gömgök bir zehir tabakası var. Kurumuş kalmış. 'Bak, bana tam on dört defa zehir verdiler, Hâlık'ın öldürmediğini kimse öldüremez' dedi. Yine tekrarladı: 'Bizde tarikat yok. Risale-i Nur var...' Ben Risale-i Nur'u ilk duyuyordum.. "Üstadı görmemiz ve Risale-i Nur'u ilk duymamız böyle olmuştu." Bafralı Muammer Şenel, Nur'un peşine düşen milyonlar gibi, artık bundan sonra, bu mübarek tarihten sonra, Nur'a talebe olmuştu. Memleketine Nur'un talebesi ve müştakı olarak dönmüştü..

PERTEV ZAPSU 1925'de Van'ın Başkale ilçesinde dünyaya geldi. İslâmî sahada birçok eseri vardır. 1980'de vefat etmiştir. "Büyük insanlarla ilgil hatıralar unutulmuyor" Pertev Zapsu, Abdurrahim Zapsu'nun oğludur. Dedesi ise, Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin neslinden Seyyid Mehmed Pertev Beydir. İlk olarak Bediüzzaman'ı babası ile birlikte, bir sabah namazı sonrası ziyarete gitmişler. Emirdağ'da yapılan bu ziyaret ve yolculuğu hiç unutmadığını söyleyen Pertev Zapsu, "Büyük insanlarla ilgili hatıralar unutulmuyor, insan hafızasında izler ve yankılar bırakıyor" demekte ve o günleri tazeliği ve canlılığı ile anlatmaktadır. Pertev Zapsu, Kabataş'taki ticarethanesinde, eski Van müftüsü Muhammed Kasım Arvasî'nin de bulunduğu sohbetimizde hatıralarını şu şekilde anlatıyordu: İlk ziyarete babamla birlikte gitmiştik. O zaman liseyi yeni bitirmiştim. Üstadın odasında bir döşek seriliydi. Bize çay ikram etti. Yanında gençler vardı. Hizmetine

koşuyorlardı. Sohbet sırasında fizikten, elektrikten bahsetti. Elektriğin mahiyeti üzerinde durdu. 5-6 saat kadar yanında kalmıştık. Öğleye doğru ziyaretinden ayrıldık. "İkinci ziyaretim" Daha sonraları, Emperyal radyoların mümessili idim. Afyon ve Emirdağ'a bunların ticareti için gitmiştim. O zaman da terzi çocuklar hizmetine koşuyordu. Onlara, Üstadı ziyaret edeceğimi söyledim. 'Üstad rahatsız' dediler. Bir haber vermelerini, 'Abdürrahim Zapsu'nun oğlu Pertev Zapsu geldi. Ellerinizi öpecekler' demelerini söyledim. Hemen kabul ettiler. Ellerini öptüm. Dualarını aldım. Pederimi ve İstanbul ahvâlini sordu. İşlerimizi sordu. Anlattım. Dua ettiler. Çayını içip, yarım saat ziyaretinde kaldıktan sonra ayrıldım. Gerçekten huzur içinde idim. "Babamın anlattığı Bediüzzaman" Merhum babam, Üstad için, 'Cenâb-ı Hakkın lûtfuna mazhar olan bir zattır' derdi. Ayrıca Van'da cereyan eden bir hadiseyi de anlatmıştı. Hocanın biri Üstadın hakkında ulu orta konuşurmuş. Bu durumu Bediüzzaman'a söylemişler. O da bir gecede bütün fen kitaplarını okumuş. Halk bu hoca ile Bediüzzaman'ı bir kahvehanede bir araya getirmişler. Müthiş kalabalık olmuş ve münazara başlamış. Üstad adama, tabiat, felsefe ve tarih dersi vermiş. Adam ilzam olmuş ve kalkıp Üstadın elini öpmüş. "Babam gerek bu hatıraları, gerekse Üstadın esaretteki hatıralarını ve harika hallerini büyük bir sevgi ve

hayranlıkla anlatırdı."

İBRAHİM MENGÜVERLİ 1912'de Simav'da doğdu. Çeşitli yerlerde, Emirdağ'da ve Afyon'da on altı sene uzatmalı jandarmalık yaptı. "Bediüzzaman'a tuttuk"

karakolun

karşısında

bir

ev

Ben jandarmaydım. Beni, bir oraya bir buraya tayin edip duruyorlardı. Bir ara Emirdağ'a tayin ettiler. Oraya gittim. Bir-iki hafta sonra beni bölük komutanı yanına çağırdı. Gittim. Komutanın yanında Osmanlı kıyafetinde, cübbeli, sarıklı, ayakta dim dik duran birisi vardı. Komutan bana, Gel, gel, neredesin sen?' dedi. Buradayım. Hayrola, birşey mi var, ne oldu?' dedim. Komutan yanındaki adamı bana gösterdi. Kim bu, biliyor musun sen?' Osmanlı kıyafetli, cübbeli ve sarıklı adamı görünce aklıma o zaman çok meşhur olan din âlimi geldi. Fakat

söylemedim. Kim bu yahu?' dedim. Bediüzzaman' dedi. Neee?' diye bağırdım. Hemen Bediüzzaman'ın ellerine sarıldım. Şap şup öpmeye başladım. Herkes bana bakıyordu. Komutan 'Said Nursî'ye bir ev tutulacak. Sen ev tutuver. Senin tanıdığın vardır' dedi. 'Yalnız, ev muhakkak karakolun karşısında olacak.' Çarşıda karakolun karşısında bir Bakırcı Hasan vardı. Altı dükkân, üstü evdi. Orası kiralıktı. Bakırcı Hasan akşam sabah içerdi. Ona, ara sıra ben de katılırdım. Hasan sarhoştu. İçmeden edemezdi. İyice alkolikti. Aslen Trabzonluydu. Çarşıya gittim. Bakırcı Hasan'ın dükkânına vardım. Ona, 'Hasan Usta, şu üst katı kiraya ver de Hoca Efendiyi oraya koyalım' dedim. Kardeşim, ben sarhoşum,' dedi. 'O ise hoca. Nasıl geçiniriz?' Öyle ya, haklıydı. Sarhoşun yanında hoca ne arasındı? 'Niçin sarhoşa kiralık ev teklif ettin?' diye bir de Üstad beni azarlarsa, diye düşündüm. Az sonra Üstadın yanına geldim. 'Mesele böyle böyle' dedim. 'Ev var, fakat sahibi zil zurna sarhoş' dedim. Tabiî, ona benim de içtiğimi ve onun kadeh arkadaşı olduğumu söylemiyordum. 'Ev sahibi

sarhoş' deyince Üstad kızacak zannettim, ama hiç kızmadı. Onda o his sanki yoktu. Peki kardeş, varsın sarhoş olsun' dedi. "Bakırcı Hasan içkiyi nasıl bıraktı?" Ben hemen Hasan'a haber verdim. 'Evi tuttuk' diye. O gece eve taşındık. İçeriye girdik. Taşındık dediysem, tabiî, eşya bir ekmek çıkını, bir abdest ibriği filân. Ehl-i dünya nâmına eşya yok onda. Hasan da bizi bekliyordu zaten. Üstad, Hasan'a, Gel bakalım, Hasan Usta' dedi. Hasan ezile büzüle yanına vardı. Buyur hocam' dedi. Sen içer misin?' Sabah-akşam demez içerim, efendim.' Üstad elini kaldırdı. Hasan'ın sırtına koydu, üç kez sıvazladı. Haydi oğlum, sen de bundan vazgeçersin' dedi. O, akşam demez, sabah demez içip duran hasan, o gün Üstadla beraber sabah namazı kıldı. Ondan sonra hiç içkiyi ağzına almadı ve Bediüzzaman'la beraber hep namaz kıldı. Bu ne iştir yâ Rabbim? Din nedir, namaz nedir bilmeyen Hasan böyle olacaktı. Hiç aklıma gelmemişti. Bunun için Üstadı çok takdir ettim.

"Bediüzzaman'la uğraşanlar belâsını bulurdu" Bediüzzaman iyiydi, hoştu, onunla uğraşmaya gelmezdi. Onunla uğraşanlar, ona zulmedenler, belâsını görürdü. Ya ortalıktan kaybolur ya da kudura kudura, delire delire ölür giderdi. O evi hükûmet tarafından tuttuktan sonra, ben de kapısının önünde nöbet bekledim. İçeriye kimseyi sokmayacaktım. İnönü hükûmetinin emrine göre. Ama ben ara sıra kaçamak olarak Üstadın bazı talebelerini yanına koyardım. Zengin bir halıcı vardı. Üstadın talebelerinden idi. Birgün Üstadı dağlarda, tek başına, yaya, düşüne düşüne gezinirken görüyor, hemen yanına yaklaşıyor. Üstadım, ne yapıyorsunuz? Böyle olmaz, yaya niye geziyorsunuz?' diyor. Ve ona bir taksi alıyor. Bu zâtın Bediüzzaman'a taksi alması mahkemeye aksediyor. Efendim, neymiş? Bu zengin adam Üstada taksi almış da, bu da çok büyük suçmuş! Mahkemede o zâta sordu: Bu taksiyi sen mi aldın?' Eveeet, aldııım... Sen benim gönlümü fethet, sana da tayyare alayım, efendim. Sana milyonlarımı vereyim' dedi. Sonra Üstad ayağa kalktı. Başladı konuşmaya. Derken, iki saat oldu. Hakim,

Yeter' dedi. O zaman Üstad celâllendi, eliyle bir daire çizdi ve işaret parmağını hâkime doğru uzattı, Benim sekiz saat söz söyleme hakkım var. İstediğim kadar konuşurum' dedi. Bediüzzaman'ın herşeyi doğruydu, haktı. Hiçbir konuda yalpa yaptığını görmedik. Üstad hakikaten İslâmı muhafazaya çalışıyordu. Hiçbir kötülüğü görülmediği halde, senelerce hapislere atılıyor, zulmediliyor, hattâ zehirleniyordu. "Üstada selâm verdiğim için bir hafta hapse attılar" Üstadın mahkemesi olacaktı. Şarktan, garptan insanlar Afyon'a akın ettiler. Sokaklar, caddeler mahşer gibiydi, yol değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Üstadı, elli tane, yüz tane adamı öldürmüş katil gibi mahkemeye götürüyorlardı. Ben de o zaman vazifeliydim. Bediüzzaman'la karşı karşıya geldim. Hemen selâm çaktım. O sırada bizim süvari muavini geçiyormuş. Üstada selâm verdiğimi görmüş. Meydanda bağırdı, çağırdı, Yakalayın şunu askerler' dedi. Beni yakaladılar. Bölük komutanının odasına soktular. Süvari muavini olanı biteni anlattı. 'Bu jandarma, Bediüzzaman'a selâm vermiş' dedi. Komutan, muavinden de betermiş. Oturduğu yerde deliriyor, tepiniyor, saçını başını yolacak oluyor neredeyse. Sen hocaya selâm vermişsin?'

Ben gâvur muyum yahu? Müslümanım.' Falakaya yatırın bunu' diye deli gibi bağırdı. Beni falakaya yatırdılar. Onlar kızılcık sopası ile ayaklarıma vurdukça ben, Üstadla konuştum ya, ona selâm verdim ya, fedâ olsun herşeyim' diyordum. Bu sefer daha da çıldırıyorlardı: Asker, hocaya selâm veremez.' "Verir' diyordum ben de. 'Nasıl veremezmiş. Asker gavur mu?" Bölük komutanı öfkesini alamadı, beni bir hafta hapse attı. "Zalimler belâsını bulacaklar" Bir hafta sonra hapisten çıktım. Bir yanımda alay komutanı, bir yanımda da tabur komutanı olduğunu unutarak Üstada yine selâm çaktım. Artık hiçbir şey umurumda değildi. Hocam nasılsın?' dedim. İyiyim, evlât' dedi. 'Geçmiş olsun.' Hapishaneye girdiğimi nereden öğrendi, bilmiyorum. O devam etti: Zalimler bulacaklar belâlarını, hem bu dünyada, hem de

ahirette.' *** "O hediye kabul etmezdi. Pek az yemek yerdi. Saçı, bıyığı süt beyazdı, vücudu da bem beyazdı. Saçları arkaya doğru uzundu."

ŞAHABEDDİN ÜNLÜ "Dua et Üstadım" 1956-1960 yılları arasıydı. Henüz ortaokul öğrencisi idim. Evimiz Bolvadin'de, o gün için EskişehirEmirdağ-Afyon ve Isparta güzergâhında, ana caddede idi. Kimi zaman mahalle arkadaşlarıyla oynar, kimi zaman da topluca oturur, yoldan gelip geçen otobüsleri seyrederdik. Bir gün bir şey dikkatimizi çekti. Sonradan defalarca göreceğim, hattâ plâkasından marka, renk ve kornasına kadar iyice belleyeceğim bir taksi. Etrafı yoğun bir kalabalık tarafından sarılı olduğu için yavaş seyrediyordu. Hemen, arkadaşlarla birlikte koşarak taksinin yanına vardık. Önce, bir şey satıldığı için halkı etrafına topladığını sandığım takside, bir şey satılmadığını görerek hem taksiyi, hem de halkı dikkatle izledim. Takside tahminen üç-dört kişi vardı. Yalnız, arka koltukta oturan başı sarıklı, keskin bakışlı, nuranî bir zat dikkatimi çekiyordu. Halk, adeta pencereden içeri girecekmişçesine ona doğru yönelmiş, 'Duâ et Hocam, duâ et Üstadım!' diye çırpınarak taksiyi takip ediyor, bırakmıyorlardı. Ben de tam olmasa bile mahiyetini birazcık olsun

sezdiğim bu durumu, kendime, oynadığımız oyunlardan daha zevkli bir meşgale sayıp, taksinin peşinden gittim. Taksi şehrin dışına yaklaştıkça hızlanıyor, hızlandıkça da yaşlı ve büyük adamlar geride kalıyordu. Yalnız, beni, his ve müşahede ettiğim bazı durumlar geride bıraktırmıyor, koşturuyordu. Birincisi, takside gördüğüm nuranî zâtın, büyük adamlardan çok -sanki onlar daha büyükmüş gibiçocuklara yönelmesi ve onlara daha bir içten mukabele etmesi; ikincisi de bakışlarında varlığını sezdiğim manyetik güç idi. Onu görür görmez, kendimi bir saman çöpü gibi hissediyor ve adeta ona doğru iteleniyordum. Nihayet şehrin dışına kadar taksiyi bırakmadım. Tabiî, taksi hızlanınca el sallayarak onu uğurladım. Sayısını bilmiyorum. Ama bu tatlı oyun epey sürdü; belki üç, belki dört sene... Hem bir öncekine kıyasla daha bir bağlılık ve daha bir tanışıklıkla. "Uçurtmayı bıraktıran duygu neydi?" Hiç unutmam. Bir gün, iki katlı, düz damlı, kerpiçten evimizin üzerinde küçük kardeşim Said'le birlikte uçurtma uçuruyordum. Bir yaz günü idi. Gök mas mavi, ter temiz. Esen rüzgârın keyfine göre dalgalanmaya bıraktığımız uçurtma havalanıyor, o havalandıkça kendimizi de havalanıyor gibi hissediyor, seviniyorduk. Bir ara bir korna sesi duydum. İçimden izahını yapamadığım bir hisle hemen ayağa kalktım, uçurtmanın ipini küçük kardeşime

bırakıp aceleyle aşağıya indim. O da, niçin aşağıya indiğimi bilmemekle beraber, herhalde daha tatlı bir şeye yöneldiğimi düşünerek, uçurtmayı bırakıp arkamdan geldi. Tam kapımızın önüne çıktım ki, defalarca arkasından koştuğum ve büyükleri takliden, 'Dua et Hocam!' dediğim nuranî zat, taksinin içinden bana bakıyor ve mânâsını sonradan daha iyi anlayacağım tarzda mukabele ediyordu. Bu defa yanımda mahalle arkadaşlarım yoktu. Herhalde acele işleri olduğu için idi ki, taksi her zamankinden daha sür'atli gidiyordu. Buna rağmen, her zaman olduğu gibi taksinin kapısından tutup koşuyor, bir taraftan da adeta vird edindiğim sözü tekrarlıyordum: 'Dua et Hocam, dua et Hocam!' Bu şekilde şehrin dışına kadar koştum. Derken taksi durdu. Şoför, pencereden başını çıkarıp bana, 'Evlâdım! Artık bırak, şimdi hızlanacağız' dedi. Ben de herhalde, defalarca arkalarından koşarak iyice tanışmış olduğuma inandığım şoföre, 'Bana dua ederse öyle bırakırım' dedim. O da bana, 'Peki, senin adın ne?' dedi. Ben de, 'Şahabeddin' dedim. Herhalde tam anlamamış olacak ki, bana, 'Şaban mı?' dedi. Ben de, 'Hayır, Şahabeddin' dedim. O da, 'Peki, evlâdım, Üstada ismini söyledim, sana dua edecek' dedi. Böylece, içimden duyduğum rahatlık ve sevinçle taksiyi bırakıp onları uğurladım. Ama aradan günler, aylar geçti. İsmini bile bilmediğim, yalnızca büyükleri takliden kendisine, 'Dua et Hocam!' dediğim o nuranî zatı bir daha göremedim. Hattâ, nereden gelip, nereye, niçin gittiğini bile bilmediğim o zatın, artık

evimizin önünden niçin geçmediğini bile düşünemiyor, soramıyordum. "Kitapları didik didik inceliyorduk" Yıl 1960. Lise ikincin sınıfa devam ediyordum. Bir münasebetle, ağabeyimle birlikte, 'Medreseye gidiyoruz' diyerek bir eve gittik. Orada kimisi eski yazıyla bir şeyler kopya ediyor, kimisi de sesli olarak yazdıklarından bazı pasajları bizim için okuyordu. İster okudukları şeylere olan ihtiyacımızdan olsun, isterse merakımızı mucip ve hoşumuza gittiği için olsun, biz de onlar gibi yazıp okumaya başladık. Hattâ, devam mecburiyeti olan bir okula gider gibi, oraya her akşam gidiyor ve kitapları didik didik inceliyorduk. Zaten hem tüm Bolvadin ve çevre halkınca, hem de -daha çok âlimler arasında- Türkiyece tanınınmış bir zatın -Müderris Yunuszade Ahmet Vehbitorunları olarak bu tür bir meşguliyeti yadırgamıyorduk. Öte yandan, zaten ailecek kıldığımız namazlarımızı orada da kılıyor, dinlemeye alışık olduğumuz dinî konuları orada da dinlemeye devam ediyorduk. Fakat bazı farklılıkları, orijinallikleri de müşahede etmiyor değildik. Söz gelişi, namazlarımızı daha bir tâdil-i erkânla kılıyor, okuduğumuz kitaplarda da niçin namaz kıldığımızın, neye, niçin inandığımızın şuuruna ermeye çalışıyorduk. İşte, bu şekilde bir şuurlanmanın sonucu da ihtiyaç duyduğumuz, fakat soramadığımız, sorsak da tam cevabını bulamayabileceğimiz bazı sorularımızı çözümlemiş olmanın rahatlığına eriyorduk.

Derken, Risale-i Nur Külliyatının tümünü temin edip onları evimizde okumaya başladık. Ben ilk sıraya Bediüzzaman Said Nursî'nin Tarihçe-i Hayat'ını koydum. Bunda, herhalde ondaki resimlerin ve daha sade olan dilinin rolü vardı. Önce, kitaptaki tüm resimleri gözden geçirdim. Fakat, hayret, kitaptaki Bediüzzaman'a ait resimler bana hiç yabancı gelmiyordu. Hele onun, taksinin içinden bakarken çekilmiş fotoğrafını defalarca seyrediyor, seyrettikçe de onun tedâî ettirdiği hatıralarımı, adeta tekrar yaşar gibi oluyordum. Dolayısıyla onunla olan mazideki irtibatımı kuruyor, fakat izahını yapamıyordum. "Düğümler çözülüyordu" Sonra Üstadın resimleri ile aramdaki irtibatı keşfettiğim Tarihçe-i Hayat'ı, kendisine hiç yabancı olmadığım bir kitabı okur gibi okudum. Sıra, kitabın 'Barla hayatı' bölümüne gelmişti ki, okuduğum bir haşiye ile, öteden beri izahını yapamadığım düğümleri çözdüm. Söz konusu haşiyede şöyle deniyordu: Risale-i Nur'a herkesten ziyade iştiyak gösteren, masum gençler ve çocukladır. Binler nümunesinden bir nümunesi şudur: Bir zaman, Bolvadin kazasından geçerken, Üstadın geldiğini gören ilk ve orta mektep talebeleri, bilâistisnâ hepsi mektebin bahçesinden çıkarak arabanın etrafını alıp selâm veriyorlardı ve lisan-ı halleriyle 'Hoş geldiniz' diyerek tebriklerini ve minnettarlıklarını takdim

ediyorlardı. Bunun hikmetini bir müddet evvel Emirdağ'da bindiği faytonun geçtiğini görüp tâ uzaklardan, dikenlere basarak, 'Bediüzzaman Dede! Bediüzzaman Dede!' diye Emirdağ köylerinin yollarında koşuşan masum çocuklar münasebetiyle, Üstadımızdan sormuştuk. O zaman, 'Bu masumların akılları derk etmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kable'l-vuku ile hissediyor ki, Risale-i Nur'la bunlar hem imanlarını kurtaracak, hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikatı kalbleri hissetmiş ve benim Risale-i Nur'un tercümanı olmam hasebiyle, Risale-i Nur'a ait muhabbet, teşekkürat ve minnettarlığı bana gösteriyorlar' dedi ve onlara dua ettiğini söyledi. Üstad Bediüzzaman, çocukları pek sever, böyle etrafına toplandıklarında, 'Masum olduğunuz için dualarınız makbuldür, bana dua ediniz' diye onlara iltifat ederdi. İşte anneleri hep Nur Talebeleri olan Bolvadin masumlarının samimi alâkalarının sebebi bu idi.' Bu haşiyeyi defalarca okudum. Her okuyuşta ayrı bir düğümü çözer gibi oluyor, rahatlıyor ve ondan ap ayrı bir zevk alıyordum. Nasıl almayayım ki? Çünkü kendi kendime diyordum: Ben bu zatın arkasından üç-dört sene defalarca koştum, defalarca duasını aldım. Demek, ne kadar makbul ve büyük bir zatmış ki, tam eserlerine ihtiyaç duyduğum bir zamanda, bir vesileyle onları tanıyor ve okumaya başlıyorum. Ayrıca, okuduğum haşiye, taksisinin kapısından tutarak duasını talep ettiğim Üstadın, bize bakarak -o günkü aklımla kendisini serinletmek için

kaldırdığını sandığım- ellerini yüzüne, kendisine dua etmemizi istemek için kaldırdığını anlatıyordu. Öte yandan, okuduğum haşiyede, onu görür görmez, kendimi niçin bir saman çöpü kadar hafif ve ona doğru iteleniyor gibi hissettiğimin izahını buluyordum. Derken, makbuliyetini ve büyüklüğünü bizzat müşahede ve idrak ettiğim Üstadın tüm eserlerini, hiçbir menfi kanaati ve önyargıyı düşünmeden doya doya okudum. İşin ilginç tarafı, liseyi bitirdiğim yıl, istediğim fakülteyi kazanamadığım için, beklemeye mecbur kaldığım bir yılımı da eserleri okumaya harcamamdı. Çünkü yarın, bir yüksek okula girecek ve orada zihnimi kurcalayan bir sürü soru ve tehlikelerle karşılaşacak, belki de onlara mağlup olacaktım. Şükürler olsun ki, ertesi yı, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin, sonradan daha çok seveceğim, bir bölümünü kazandım: Türk Dili ve Edebiyatı. Artık, her türlü tehlikeye karşı koyabileceğim zırhımı kuşanmış, gittikçe daha çok zevkini tadacağım derslerimi takip ediyordum. Bu arada, fakülte arkadaşlarımla, yeri geldikçe imanî konularda sohbet ediyor, yararlandığım kaynaktan karınca kaderince onları da yararlandırmaya çalışıyordum. "Sınıfı dolduran Said'ler" Hiç unutmam, fakültenin üçüncü sınıfındaydım. Eski Türk Edebiyatı Profesörümüz Hasibe Mazıoğlu, sınıfta bir yarışma düzenledi. Yarışma konusu, Fuzulî'nin divanından

okunacak bir gazeli, eski yazıyla kimin en eksiksiz yazabileceği idi. Derken, hocamız herkesin yazdığı gazelleri okudu, inceledi. Sonra yanıma gelerek 'Şahabeddin! Sen İmam-Hatip çıkışlı mısın?' dedi. Ben de, 'Hayır, lise çıkışlıyım' dedim. 'Peki, baban imam falan mı?' dedi. Ben de, 'Hayır' dedim. Sonra, 'İyi, ama bugüne kadar hiç böyle öğrenciye rastlamadım. Sen Fuzulî'nin gazelini hem eksiksiz, hem de onun şivesi olan Azerî Lehçesine uygun biçimde yazmışsın' dedi. Ben de o gün için fazla konuşmadım. Fakat içimden, daha lise öğrencisi iken, eski yazıyla teksir ettiğim eserlerin bu yönde de faydasını düşünerek kendi kendime şükrettim. Sonra fakülteyi bitirdim, Emirdağ Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin edildim. Emirdağ, hem komşu kazamız, hem de bir çok tanıdık ve arkadaşlarımızın bulunduğu bir ilçe olarak hiç yadırgamadığım bir yerdi. Nitekim sınıfta yoklama yaparken okuduğum Said Gül, Said Çopur ve Said Önaçan gibi öğrenci isimler bana çok şey anlatıyor ve benim oradaki görevimin ne derece önemli olduğunu hatırlatıyordu. Öte yandan, orada kaldığım sürece, gezdiğim, gördüğüm her yer ve her şey bana, kendisine ebediyen minnettar olduğum zatı hatırlatıyor, ondan hatıralar, izler taşıyordu. "Şimdi Emirdağ, benim için daha çok hatıra ve izler taşıyor. Çünkü, Emirdağ'daki okullarda öğretmenlik görevini sürdüren bir çok Said'ler, Bekir'ler ve Hamza'lar

var..."

H. HÜSEYİN KORKMAZ "Bediüzzaman'ın peşinden niçin koştum?" Çocuk, fıtratının gereği, kendisine eğlence veren şeylerden hoşlanır. Ben de çocukken evimizin önünden geçen deve kervanlarının peşine takılır, merakla seyrederdim. Bazen davullu zurnalı bir düğün alayına katılır, bir müddet takip ederdim. Fakat okula veya hocaya gitmek, ders çalışmak sıkıcı gelirdi. Elbette bunlar bir çocuk için normaldi. Küçüklüğümde bu normallerin dışında garip bir hadise cereyan etmişti. Bir ihtiyarın peşinde koşmak... Bu zat Üstad Bediüzzaman Hazretleriydi. Emirdağ'dan gelen arabalar Bolvadin'e uğradıklarında bizim evin önünden geçmek mecburiyetindeydiler. Bir gün Üstadın arabası evimizin önünde durmuştu. Hemen koştum ve arabasının etrafında dönmeye başladım. Acaba bir selâm verebilir miydim? Bunun için çırpınıyordum. Nihayet bu zayıf ihtiyar beni gördü ve başını yavaş yavaş sallayarak selâmıma mukabele etti. Elbette bu hareketi bizim için bir dua idi. Bir sefer, 'Bediüzzaman geçmiş, ileride duruyormuş'

dediler. Ben durur muyum? Önümde giden bir adamla birlikte koştum. Tık nefes oluncaya kadar koştum ve Üstadın arabasına yetiştim. Ne yazık ki, arabası hemen hareket etti, onu doyasıya göremedim. Geldiğimiz yer, evimizden bir buçuk kilometre uzakta, şehrin dışındaydı. Onu iyice görememek herhalde beni üzmemişti. Yolunda koşmuştuk ya, bu bize yeterdi. Eve dönünce anneme haberi verdim: Ana, Bediüzzaman gelmiş, ardından tâ kırlara kadar gittik!' O çağlarda dersten, hocadan kaçarken, niçin Üstad Hazretlerinin peşinde koşardık? Göreceğimiz, nihayet yaşlı bir insandı bizim için... Bediüzzaman kelimesi, ruhumda bam başka hisler uyandırmıştı. Hattâ onu görmeden evvel bahsi geçtiği zaman, insan üstü bir varlık olarak tasavvur ederdim. Bolvadin'e en yakın kaza olan Emirdağ'da bulunuşuyla sanki etrafına nur saçardı. Etrafı, manevî bir havaya bürürdü. Bu yüzden bir gün dedeme şöyle sorduğumu hiç unutmam: Dede, Bediüzzaman nedir?' Evlâdım, o da bizim gibi bir insan, ama büyük bir âlim ve evliyadır.' Çocukluğumda Üstadın peşinde şuursuz olarak koşardım. Anlayamadığımız bir cazibe bizi çekerdi. Ne yazık ki, üniversiteye girinceye kadar onu şuurlu

tanıyamadım. Belki onun sevgisi kalbimize bir tohum gibi ekilmişti. Fakat fakülte sıralarına oturuncaya kadar nevş ü nema bulmamıştı. Gerçi dindar olmaya başlamıştım. Ama İslâmiyet hakkında zihnime takılan bir sürü meseleler vardı. Cemiyetin ve etrafımdaki günah sellerinin tesiri altında kalıyordum. Huzursuzdum ve şahsiyetimi bulamamıştım. Bir gün benim gibi Fen Fakültesi Matematik-Fizik bölümünde okuyan bir arkadaşım, beni bir dersaneye götürmek istedi. Derhal kabul ettim. Sanki akmak isteyen bir su gibiydim. Böylece önümdeki engel kalkmıştı. Bir gün de bana Küçük Sözler'i verdi. Okudukça okuyasım geliyordu. Hiçbir kitabı böyle zevkle, merakla okumamıştım. Derslerimin yanı sıra diğer risaleleri de açar, satırların altlarını çizerek, kelimelerin mânâlarını bularak çalışırdım. Küçük risaleleri devamlı cebimde taşır, trende, otobüste okurdum. Bir yere misafir gitsek, bir fırsatını bulur, tanıdıklara da dinletirdim. Artık kafamdaki sorular, teker teker cevabını bulmuş, zihnimdeki karanlık aydınlanmıştı. İnsanlığa ve dine en güzel hizmetin ancak bu eserlerle olabileceğine inanıyorum. "Eğer Üstadı iyi tanımasaydım, böyle dindar ve gaye sahibi olamazdım. Ona çok şey borçluyum. Nur içinde yatsın."

İBRAHİM ABLAĞ Cemal Hoca ve Mustafa Şahin'in hatıraları "Üstad, kediyi sıvazladıkça kedi 'Ya Rahim, ya Rahim' diyordu." Benim aslında Bediüzzaman ile alâkalı doğrudan hatıram yoktur. Fakat bizzat kendilerinden işittiğim zatların bana anlattığı iki hatıra var. Bu hatıraların ilki Cemal Hoca adında bir arkadaşımın hatırasıdır. Bana şunları anlattı: Bir arkadaşımla ismini ve methini çok duyduğumuz Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek için Afyon'dan Emirdağ'a gittik. Ben ve yanımdaki arkadaşım molla idik. Molla olduğumuz için Üstadı bir din alimi olması dolayısıyla ziyarete gidiyorduk. Emirdağ'a geldik. Bizi biri karşıladı. Görür görmez: Siz Afyon'dan mı geliyorsunuz?' diye sordu. Oysa o adamı hiç tanımıyorduk. Bizi niçin karşılamıştı ve Afyon'dan geldiğimizi de nereden biliyordu? Şaşkınlıkla, Evet' dedik. Sonradan öğrendik ki, Üstad onu bizi karşılamak için göndermiş. Bize:

Hoş geldiniz,' dedi. 'Hoca sizi istiyor.' Bizi mi istiyordu? Biz onunla hiç görüşmemiştik ki, bizi nasıl isteyebilirdi? Ayrıca geleceğimizi de haber vermemiştik. Bizi karşılayan kardeşle birlikte Üstadın kaldığı eve gittik. İçeri girdik. Üstad evde oturmuş birşeylerle meşguldü. Biz içeri girince bize, Hoş geldiniz mollalar!' dedi. Molla olduğumuzu da nereden biliyordu? Biz bozuntuya vermedik. 'Hoş bulduk' diyerek oturduk ve sohbet etmeye başladık. Sohbet arasında bir kedi geldi, Üstadı etrafında dolaşmaya başladı. Sonra onun yanına oturdu. Üstad, kediyi başından beline kadar sıvazlayarak okşamaya başladı. O, kediyi sıvazladıkça kedi de, Ya Rahim, ya Rahim' diye mırıldanıyordu. Biz zaten şaşkınız, bir de kedinin 'Ya Rahim' demesiyle daha beter şaşkınlaştık. Biz şaşkın şaşkın kediye bakarken Üstad bize, Sizin kediniz de böyle 'Ya Rahim' der mi mollar?' dedi. Yok efendim,' dedik, 'demez.' Der mollara, der' dedi. 'Ama sizin kedilerin boğazından haram lokma geçtiği için ağzı gargur eder. Ya Rahim'i tam çıkaramaz.' "Sen benim talebem olur musun?" Bir de Mustafa Şahin'in hatırası var, o da çok enteresan:

Mustafa Şahin, Afyonun merkez köylerinden Erkmen'de doğmuş. Köyde ona herkes 'Deli Mıstık' diyor. Bediüzzaman hapishanede iken o da hapse girmiş. Afyon Hapishanesinin avlusunda gezinirken, üst kattan Bediüzzaman ona işaret ediyor. Yanına çağırıyor. Mustafa Şahin Üstadın yanına varıyor: Buyurun Hocam' diyor. Üstad, Sen benim talebem olur musun?' diye teklif ediyor. Olurum Hocam' diye hemen kabulleniyor. Üstad ona, Aslında senin için ter temiz' diyor. Deli Mıstık iki ay Hoca Efendinin yanında kalıyor. Hoca Efendi ona bir Cevşen-i Kebir veriyor. Artık Deli Mıstık, 'Deli Mıstık' olmuyor. O lakabı kalkıyor. Köye döndüğü zaman, Hoca Efendinin yanında talebelik yaptığı için kimse ona Deli Mıstık demiyor. Aksine ona daha çok hürmet ediyorlar. "Bir gün 'Nurcu avının' sık olduğu dönemlerde, jandarmalar Mustafa Şahin'in bulunduğu Erkmen köyüne de baskın yapıyorlar. Bu arada Mustafa Şahin'in evine de giriyorlar. Mustafa, evin ortasındaki direğin dibinde dikildiği halde onu hiç göremiyorlar. Uzun süren aramalardan sonra, 'Evde kimse yok' diyerek evi terk ediyorlar."

MUSTAFA SUNGUR 1929'da Eflâni'de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bediüzzaman Said Nursî'nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır. "Onu terennüm edebilmek" Büyük Üstadın hayat hatıraları, hizmet-i imaniye ve Kur'aniye safhaları, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyeye taalluk eden ahvali ve nihayet Esma-i İlahiyeye mazhariyet ve âyinedarlık noktasındaki ekmeliyeti o kadar berrak, ulvi ve yüksektir ki; bizim gibi, daha doğrusu benim gibi, en geride bir talebesinin haddi değil, onu terennüm edebileyim; o bâlâ kamete bir suret çizeyim. Bunu tevazu için söylemiyorum; ruhen, kalben, aklen yaşadığım ve idrak ettiğim hakikatler müvacehesinde söylüyorum. Hazret-i Said'in şahsî hayatiyle, şahs-ı mânevisindeki son asırlara, zamana ve mekâna uzanan mahiyet-i ulviyesini birbirine karıştırmamak, veyahıt beşerî ahvali arkasında

tezahür eden hizmet-i imaniyesine ve o hizmetin ilâ yevmi'l-kıyame devam ile âlemde meydana getirdiği büyük neticelere de atf-ı nazar etmek lâzım geliyor. Mu'cizât-ı Ahmediye Risalesinin bir nüktesinde bu mânâ etraflıca ve temsillerle izah edilmiştir ki; Resul-i Ekrem Efendimizde bu hakikat bütün haşmetiyle carîdir. Ve onun yolundan giden ve din-i mübîn-i İslâma hizmeti gaye edinen her kümmelinde dahi, cüz'î, küllî bir nasib vardır bundan... Evet es-sebebü kelfâil sırrınca 1400 yıldan beri ümmetinin umum hasenatına daima hissedar Resul-i Ekrem Efendimiz, her gün devamla sonsuz terakkiyata mazhardır. İşte bu mazhariyet, Fahr-i Alem Efendimizin yolunda ve izinde gidenlerde de bulunur. Evet Hazret-i Said, Bediüzzaman, Said-i Meşhur, Said Nursî, muazzez Üstad; Müceddid-i Ekber, son asıraların tercüman-ı hakikatı, iman muallimi, fedakâr ve vefakâr Üstad, bir İslâm fedâisi vs. gibi ulvi mânalarla yâd edilen bu zât-ı âlişanın da bu noktadan, cidden ve hakikaten tebrike değer, bakmaya layık güzel bir hayatı, nurlu, müşfik bir yüzü, bir vech-i bedii vardır... "Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum" Bir tek Said olarak iftihar edilmeye şayeste gerçek ümmet-i Muhammedliği vardır. O yüce Peygambere ümmet oluşundaki iftiharı ve ihlasındaki sadakatı hakîmliği ve mazhariyet-i Nuru ve makesliği ve hâkimliği

ve kumandanlığı vardır. Fakat bu câmi mazhariyet; yirminci asrın getirdiği şartları daha evvelinden görerek, ilim ve fenin gerçeklerini de bizatihi eline alarak, akl-ı selimi, ism-i Hakîme ittibaı davasına esas yaparak, zamanın ve şarların ister istemez kendisine tevdi ettiği bir mazhariyetidir. Ve Müslümanlar için, çok çeşitli haletler içinde, en muvafıkını ve isabetlisini gören kumandanlıktır. Evet Said Nursi, o ilmî ve manevî üstünlüğü ve mürşidliği içinde, aynı zamanda bir kumandandır. Bize çok zaman şiddetli ikazlar içinde, ´Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum´demesi bu mazhariyeti ve azim muhakemesi noktasındadır. 1950'de ve sonra Isparta'da hizmetinde bulunduğumuzda, arada sırada, yani bir kaç ayda bir (ona resmi geçit derdik) bir hadise münasebetiyle o aziz, fedekâr Üstad, bize, bir ders vermek istediğinde za'aflarımızı veya ne yoldan aldanabileceğimizi bilir, ona göre zihnimizi bir yere çevirip kusurlarımızı bize arattırır tarzında ihtarda bulunurdu. İşte böyle bir ders esnasında bize, ´Şimdi yalnız azami ihlas, azami sadakat, azami fedakarlık kafi değildir. Bu şeytan gibi adamların karşısında çok dikkatli olmak lâzımdır´diye ihtarda bulunmuştu. "Dünya İslâmı arıyor" Bütün bunlar, ders-i imaniye, neşr-i Nuriye ve hizmetteki düstur ve tavsiyeler, bu zamanda ve içinde bulunduğumuz şartlar müvacehesinde, muvaffakiyete götürücü hususlardır. Bu itibarla Said Nursi, hem bir allâme-i asır,

hem bir mürşid-i ekmel, hem bir kahraman-ı İslâm, hem de bir kumandan-ı manevidir. Bir nebzecik ifademizle temas ettiğimiz bu gerçek için hem Hazret-i Said'in Nur Risalelerini, kendi yerinde ebedî üstâd olduğuna dair vasiyeti için diyebiliriz ki: Dünya islâmı arıyor. Bu günkü insanlık Nur-u Kur'ân'ı arıyor. Ve dünya Said Nursî'yi bekliyor. Ve Said Nursî'den yirminci ve yirmi birinci asrın ihtiyacını dinlemek ve çaresini de bilmek istiyor. Hülasa: Said Nursî'den, derdine devasını bekliyor. Hz. Üstad bu mânâyı defaatle şöyle hülasa ediyordu: ´Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîmin bu asrın fehmine bir dersidir... Çok kısa hülasa ile nazara arzettiğimiz bu nokta, yani bugünkü nesiller, bu zamanın insanlığı, bütün dünya Said Nursî'yi arıyor dediğimiz hakikat; hakikat-ı Kur'âniye ve imaniyenin bu asırda tezahürü ve asrın idrakine İslâmiyeti sunan bir Kur'ân tefsiridir. Yani Risale-i Nuru arıyor demek istiyoruz. "Bu asır ilim ve fen asrıdır" Evet, bu nokta çok mühimdir. Kur'ân-ı Hakimin bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur'a, bu mazhariyeti için bakıldığından; onu bu zamanda, her halükârda, bütün dünyaya neşretmek, yaymak, bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Ders, konferans, seminer, sohbet her ne olursa

olsun, bu asırda Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur'âniyeye sarılmak İslâmi bir vazife oluyor. Evet, bu hakikatın müteaddit vecihleri vardır. En mühim ve daimisi ise Nur'larda defaatle vasiyet ettiği üzere ´Size bâkî bir Üstad bırakıyorum´ dediği Risale-i Nur'larla iştigal etmek, okumak ve dersini devam ettirmektir. Çünkü, ´Siz hangi Risaleyi alsanız benimle görüşmekten on defa ziyade, hem istifade eder, hem hakiki olarak benimle görüşmüş olursunuz´ demektedir. Said Nursî Hazretlerinin Kur'ân'dan ders alışı ve Risale-i Nur'un Al-i Beyt-i Nebevi'nin bu asırda nuranî bir tezahürü oluşu gibi, kudsi yönleriyle beraber, en ehemmiyetli aklî, ilmî ve mantıkî bir veçhi de; akıl ve fennin hükmettiği bu asırda, bütün dinî mesele ve hakikatları, delai-i akliye ve mantıkiye ile ispat etmesidir. Mesnevî-i Nuriye'nin başında bu hususiyeti şöyle izah eder: "Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü'l-hakaika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü; akıl, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğini tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda ´Tevhid-i kıble et´ demiş, yani: 'Yalnız bir üstadın arkasından git.´ O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: ´Üstad-ı hakiki Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla

olur´diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu, gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nesf-i emmaresi de şükûk ve şübehâtiyle onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmâm-ı Gazali (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.) gibi, kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda, gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.´ Mektubat'ta da: ´Ehli hakikatın bir kısmı nasıl ki ism-i Veduda mazhardırlar. Ve azami bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleri ile Vacibü'l-Vücuda bakıyorlar... Öyle de: Şu hiç-ender hiç olan kardeşinize yalnız hizmet-i Kur'ân'a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellalı olduğu bir vakitte, ism-i Rahim ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler, (Kime hikmet vermişse, ona hayr-ı kesir verilmiştir) ayetinin sırrına mazhardırlar´ diyerek Hakîm ve Rahim ism-i şeriflerinin Risale-i Nur ile münasebetini beyan etmektedir.´ "Risale-i Nur, Kur'ân-ı Kerimin bu asrın fehmine bir dersidir" Hal böyle iken muasırlarından çoğu maalesef onu anlayamamışlardır. Lakin şimdi anlamaya başladılar. Yalnız bu anlayış, şimdi bizim irade ve ümidimizin ve

zannımızın çok daha fevkinde cihan-şümûl bir mahiyet ile ortaya çıkıyor. 1970'li yılların sonunda Amerika'da toplanan İslâm Talebeleri Kongresinde, asrımızda İslâmi kalkındırma ve insanlığa top yekün İslâmı anlatabilmek; Müslümanlığın küre-i arzda yegâne hak din olarak benimsenebilmesi için hangi metodu ele alalım tarzında, sorulu- cevaplı izahlı bir toplantı yaptılar. Bunlar arasında Mevdudî modeli, Seyyid Kutup modeli, Hasanü'l-Bennâ ve Bediüzzaman modeli gibi modeller görüşüldü. Bunlar arasında Türkiye'de, İslâmın yeniden hayatlanmasında büyük rolü olan Bediüzzaman modeli de görüşüldü. Evet, Hz. Üstadın tabiri ile ´Risale-i Nur, Kur'an-ı Kerîmin bu asrın fehmine bir dersidir´sözü hak olduğuna göre akl-ı selim sahibi asr-ı hazır ve gelen nesil, herhalde bundan uzak kalmayacak ve bu Nur'dan gözünü kapayamayacaktır. Mutlaka Hıristiyanlık âlemi, hurafattan sıyrılıp hak dine yönelecektir, İnşaallah. Sönsün diye üflenirken bilakis parlayan ve gittikçe yayılan ve âfakı kaplayan Nur... Kur'ân'ın nuru, imanın nuru ve Hazret-i Fahr-i Âlem Muhammed'in (a.s.m.) Nuru... Dünyanın nihayetine kadar haşmetiyle yanan, insanlığı zulmetten aydınlığa çıkaran Allah'ın Nuru... Ezeli ve ebedi bir Nur-u İlahî... "Henüz olmuştum"

Köy

Enstitüsünden

yeni

mezun

Biz o Nur'un, o İlâhî ve Kur'anî Nur'un, hayat-ı

maneviye bahşeden feyiziyle tecellisine ilk önce 1946 yılında nail olduk. Henüz Kastamonu Gölkök Enstitüsünden yeni mezun olmuş, kendi köyümde muallimlik vazifesine almıştım. Gerçi okul sıralarında iken 1942 yılında,'Kastamonu'da bir hoca varmış, Cennet, Cehennemi görerek kitap yazıyormuş...' diye okul arkadaşlarıma söylediğimi hatırlıyorum. 1944 senesinde mezuniyetten bir sene önce stajyer olarak Kastamonu'nun Oğul köyünde bir ay kalmıştım. Oranın muallimi Şevket Bey (merhum) 23 Nisan tatili için Kastamonu'ya gelirken yolda mütemadiyen Hz. Üstaddan, büyük bir hocadan bahsediyor, uğradığı zulümleri bana anlatıyordu. Demek Rahmet-i İlahiye bu suretle ruhumuzda ilk tohumlarını ekiyordu. Mezuniyetten sonra Eflânili muhterem Ahmet Fuat Efendi (emekli muallim) ve Safranbolu'da mukim esnaftan muhterem Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram ve Kastamonuda ziyaret ettiğim Mehmet Fevzi Efendiler benim ilk ağabeylerim, Nur yolunda öncülerim, uzun yıllar ve daima da istifade ve istifaze ettiğim büyüklerim olarak Rahmanü'r-Rahim'in rahmetine nâiliyetime vesile oldular. Allah onlardan razı olsun. "Üstaddan gelen mektuplar" Haret-i Üstaddan ve Nur talebelerinden mektuplar, lahika olarak her tarafa neşroluyordu. Lahikalar, evvelâ, yeni yazı ile geldi. Sonra hatt-ı Kur'ânî kısa zamanda lillahilhamd öğrendikten sonra eskimez

harfle gönderilmeye başlandı. Sonra biz Hazret-i Üstadı ziyaret edip de Afyon Hapsine girinceye kadar bu lahikalar devam etti. Mustafa Osman Ağabey gönderdiği. Onlara da Isparta'dan gelirmiş. Böylece bizi beslemeye, gıdamızı tam zamanında yetiştirmeye ihtimam gösterdiler. "En büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti" Lahika mektupları, bize, Anadoluda kurulan ve etrafa Nurlu mahsüller dağıtan manevi bir fabrikanın varlığını bildiriyordu. Görseniz ne kadar seviniyorduk. Âlemimiz genişliyordu. Hiç itiraz konusu gelmeden Üstadımızdan ve talebelerinden gelenleri, yazılanları kabul ediyorduk. Sanki onları hep içiyor, içiyor, susluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. O günlerde en büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti. Nur dairesine girebilmeyi, ebedi kurtuluşa giden bir gemiye binmek gibi, necat ve kurtuluş vesilesi telâkki ediyorduk. Ruhumuz öyle hissediyordu. Bu lahikalarda o muazzez Nur Üstad, ´Seni de Nur talebesi kabul ettim´ dese, ben de o camiaya dahil olsam, diye büyük iştiyak ve arzu, ruhumuzda çağlıyordu. Hz. Üstadın bahsi, teveccühü ve yâdı, bizim için rahmet-i İlahiyenin bir in'ikasıdır biliyorduk. Filvaki bütün bunlarda şüphe yoktu. Zaman ve hadiseler, bunu ispat etti. Ekilen Nur tohumları, kısa zamanda kesretli sümbüller verdi, çiçekler açtılar. Biz de Hasan Feyzi (r.a.) gibi, Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken, Düştüm yine derya gibi bir Nur'a bugün ben' demek

isteriz... Ama daima Cenab-ı Hakkın rahmetini dileyerek, yalvararak... Çünkü, bütün hayırlar, iyilikler daima O yüce Rahman ve Rahîmdendir. Validemin, çocukluğumda okuduğu Envarü'l-Âşıkîn gibi kitaplardan, son asırda gelecek ve dine büyük hizmet edecek ve Deccala karşı savaşacak, muzaffer olacak bir büyük hakikatın ve manânın hükmettiği bir zamanda yaşadığımızı ve Deccalizmin, komünizm gibi dinsizlik ceryanları olduğunu, bu Nur-u Kur'an'ın da ona mukabele eden bir hidayet rehberi olduğunu idrak ediyordum. "Isparta'da istiyorum"

Nur

kahramanlarını

görmek

Birgün Safranbolu'da Köprülü Camiinin yanındaki odada, Mustafa Osman Ağabeyimizin Nur'lardan okuduğu, ´Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. Bir âlem-i manâda İmam-ı Ali'nin (r.a.) ilminde sordum´cümlesini dinlerken ve aynı günlerde Hasan Feyzi'nin, ´Ey Risale-i Nur!´diye başlayan uzun mektubunu dinlerken, beklenilen zat-ı Nuranînin Hazret-i Üstad olduğu, içimde hep canlanıyordu. Aynı sene Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaretimi müteakip Isparta'ya gitmiştim. Hüsrev Ağabey ve diğer Nur kahramanlarını görmek istiyordum. Hüsrev Ağabeyin evinde Tahiri Ağabeyi de gördüm. Hüsrev ağabeyimiz, ´Kardeşim Sungur, 1400 seneden beri ehl-i imanın beklediği zat gelmiştir´ sözü , içimdeki manâyı teyid ediyordu. Hülasa 1946-1947 seneleri, benim Risale-i Nur'u görüp okumam, memleketi saran bir iman davasına aşina

olmam ve ona talebeliği en büyük mertebe ve nailiyet telakki etmem, ezeli ve ebedi bir nura yönelmem ve nihayet 1947 Eylül'ünde Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaret etmem gibi mazhariyetlerim... Artık bundan sonraki görüp duyduklarımı ve anladıklarımı gayr-i insicam ile de olsa, arza bir nebze devam edeceğim. "Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var" 1946'da Risale-i Nur'u yeni harf daktilo yazıları ile görüp okumamdan sonra, nahiyemiz halkına ilân ve ifadede bulunmaklığımız, bir hizmet, bir davet, bir neşir mânâsında idi... Ondaki büyük lezzet-i maneviyeyi hakkiyle yâd edemem. ´Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var. Onun Risale-i Nuru var. Onları okumak veya yazmakta, büyük ecre nailiyet ve dine hizmet manası var´ gibi beyanlar, talebeler tarafından birbirini teşviken söylenir, ama, bunların gerçek ifadesini yaşayanlar bilir. Yazanlar ve okuyanlar bilir. Evet Risale-i Nur'a hizmet edenler, onu neşredenler, ona hizmetin hakkaniyetini, kalblerinin tâ derinliklerinde ve ruhlarında hissettiler. Emsalsiz fedakârlık gösterdiler. Fedakârlıkları anlamayanlar, bilmeyenler, yaşamayanlar, havsalayı şaşırtan bu fedakârlık ve kahramanlık örneklerinin temelinde, Nur şakirtlerinde dünyevi menfaatler ve şahsi garazlar aradılar. Başta Nur Üstad olarak, şakirlerin bu faaliyet ve hizmetleri, dünyevi garazların çok üstünde ulvi ve yüksek olduğunu bilmek istemediler, bilemediler. Ama şurası muhakkak ki; biz

ücretimizi manevi yönden alıyorduk. Ruhen, kalben, sanki bir Nur âleminin içindeydik. Demek rahmet-i İlâhiye son asırların Hizmet-i Kur'aniyesinde öyle ulvi bir lezzet dercetmişti ki; her sıkıntıya mukabele ettiriyordu. Emirdağ'da birgün Zübeyir ve Ziya ile birlikte Dördüncü Şua olan Âyet-i Hasbiye risalesini okumuş ve büyük bir hazz-ı manevi almıştık. Sonra Üstadımız yanımıza geldi, tekrar okuttu ve; Ben zevk cihetini değil, meşakkat cihetini ihtiyar ettim. Fakat size müsade ediyorum. Çünkü şevkinize, gayretinize vesile oluyor." demişti. Sırası gelmişken bu hususta şunu da arz edeyim ki: Hz. Üstad bir gün neşeli ise, üç gün ıztıraplı ve hastalıklı idi. Bana kaç defa; Sungur! Bende on hastalık var. Birisi eğer sende olsa, yataktan kalkamazsın" demişti. Demek hastalıktaki ecr-i azimi düşünerek sabrediyordu. Biz bunu yakinen görüyorduk. Çok zaman da bizim için yaşıyor gibi idi. Hattâ bizim maddi yemekten doymamızdan, o da doyuyor gibi zevklenirdi. Çok aciptir, Hz. Üstad, bunu defaatle beyan ettiler. Bazen bir kısmını bize verirdi. Sanki bizim lezzetimizle lezzet alırdı. Nur neşriyatında, muhaberelerde bile Hz. Üstadımız, bizim ruhî arzu, iştiyak ve ümidimize iltifat gösterirdi. Sonra bendeniz anladım ki; gençlik namına, mektepliler namına, hizmet ve neşriyattaki şevkimiz; Hz. Üstadın son on yıllık yeni hizmet devresinin bir tezahürü idi. Ve külli bir ilânatın, yayılışın ifadesi idi. Kanaatim odur ki; gelen nesl-i atinin, bütün vatan

sathında zuhura başlayan mübarek genç ruhların, istifade ve istifazasını hissediyordu. Bize herhalde onlar için iltifatta bulunuyordu. "Hastalığımın şifasını biliyorum, fakat..." Hastalığından bahisle, birgün merhum Zübeyir'e demiş, o bize nakletti: Ben hastalığıma şifa için, Kur'an'da olan âyetleri biliyorum. Fakat istimal etmiyorum. Hastalık madem geçicidir; ecrine ve sevabına nail olmak var´ demiş. Iztırabının çoğu Risale-i Nur içindi. Her halde Nur dairesi teesüs ettikten sonra, o daire hesabına düşünüyor, üzülüyor veya seviniyordu. Çünkü Nur dairesi, Hz. Üstadın bir vücud-u maneviyesi gibiydi. O daireye gelen musibetleri ve talebelerin hatâlarına mukabil gelmesi melhuz tokatları, üzerine çekerek, hizmet eden talebelerine şevk veriyor ve gayret aşkı bahşediyordu... "Lahikalar ve Nur'un fedakârları" 1946-1947 yıllarında gelen lâhikalardan, Nur'un ileri gelen şakirtlerini de tanımaya başladık. Bittabii isimleriyle tanıyorduk. O zaman başta Isparta, Kastamonu, İnebolu, Denizli, İstanbul, Milâs gibi yerlerden çok bahsediyor. Hulûsi Bey, Santral Sabri, Barla kahramanları, Eğirdir ve Konya'dan da bahsedilirdi. O zaman âlemi kaplayan Nur dairesinin en önemli merkezı Isparta ve civarı idi. Üstadımız ´Medrese-i Nuriye Kahramanları´ diye Sav

Nur talebelerinden, Mübarekler Heyeti´ diye Kuleönü mübareklerinden, ´Nur ve Gül Fabrikaları Heyeti ve Reisi´ diye İslâmköy ve Hafız Ali ve Tahiri; Isparta ve Hüsrev ve arkadaşları Re'fet, Rüştü, Terzi Mehmet, Tenekeci Mehmet, Kâtip Osman, Nuri Benli; Halil İbrahim gibi talebelerinden bahsederdi. Milas'tan da Halil İbrahim'den bahsedilirdi. 1946'dan1947'ye ve 47'nin sonuna doğru her geçen gün lâhikalar çoğalıyor, yeni yeni Nur talebeleri ve Nur hizmet merkezleri meydana çıkıyordu. "Eflani'deki Nur talebelerinin isimlerini yaz" Eflani'deki Nur talebelerinin hemen hepsi Üstad Hazretlerini zamanla ziyaret ettiler. Ve Üstadımız bunları Nur'a talebe kabul buyurdular. Bilahare hizmet-i pakinde bulunmak şerefine nâi olduğum zamanda birgün bana, ´Eflani'deki Nur talebelerinin isimlerini bir kâğıda yaz, onlara isimleri ile dua edeceğim. Gerçi Eflani'nin sağ ve ölü, bütün ahalisine dua ediyorum, fakat talebelere isimleriyle dua edeceğim´ diye iltifatta bulundu. Ben de yazdım, onu başucuna asmıştı. Hatta daire şeklinde yaz, demişti. Ta dâr-ı bekaya irtihallerine kadar dua ve bağışlamalarında Nurs, Barla, Emirdağ gibi, Eflani ismini de mübarek lisanından zaman zaman işitiyordum. Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler olsun... Eflani Nur talebelerinin isimleri şöyleydi: Başta Ahmed Fuat Hocamız; Safranbolu'nun Hasan Feyzi'si. Üstadımız ikinci bir Hafız Ali olarak onu kabul etmiş, lahikalarda ilan ve izhar etmiş, müteakid bir mualimdi. Hatip İbrahim,

İbrahim Hoca, Hatip dayım, Hacı Reşad ve oğlu Mehmed, Mustafa, Mevlüd; Şevket, Hüsnü, Şükrü Efendiler ve lahikada ismi geçen Rahmi, Emin Efendi, Keten Ahmed Efendi ve Niyazî Efendi gibi zatlar, Hz. Üstadı İstanbul'da ziyaret eden Hacı Şaban Efendi, Safranbolu'ya bağlı Alverenli Emin Hoca ve merhum pederi Kara Mustafa Dayı ve oğlu merhum Mübarek Ahmed ve SafranboluEflani ve havalisinden çok zatlar. Bunlar, Hz. Üstadımızı hem Emirdağ, hem Isparta ve İstanbul'da ziyaret ederek kudsî dualarına nail oldular. Ve ahir hayatlarına kadar sadakatlarını devam ettirdiler. Evrad ve ezkarlarını ve Risale-i Nur'a yazı ile hizmeti devam ettirdiler. Ve bilhassa 1960'dan sonra Mübarek Kamil Hoca, Nur'ları tamamen kemal-i aşkla yazarak Hacı Hüseyin ve mezkur zatların evladları olan yeni nesillerden çok gençler çıkarak hem Karabük'te, hem de İstanbul'da hizmet-i Nuriyeyi devam ettirdiler. Hadd-i zatında Safranbolu, Eflani ve havalisindeki hizmet-i Nuriye ayrı ve uzun bir bahsi ihtiva eder. "İlk ziyaretim 1947'de oldu" Mübarek Üstadımı ilk ziyaretim 1947 senesi Eylül ayında Emirdağ'da oldu. Eflanili Emin Efendinin yazdığı Asa-yı Musa risalesini hediye olarak götürmüştüm. O zaman Karabük'le Ankara arasında karayolu yoktu. Seyahatler trenle yapılırdı. Eflani'den Safranbolu'ya at kiralar, altı yedi saatte gelirdik. Safranbolu'dan Karabük'e pikaplar vardı. Karabük'ten de akşam bindiğimiz tren bir

gün sonra öğle vaktinde Ankara'ya gelirdi. on iki saatten de fazla sürerdi. Oradan Eskişehir'e trenle gelir ve Yıldız Otelinde bir gece kalır, sabahleyin otobüs ile üç saat içinde Emirdağ'a gelirdik. Emirdağ'a gelinceye kadar yolda heyecanımız son hadde varırdı. Üstada kavuşabilmekteki sonsuz sevinç ve iştiyakımıza had yoktu. Evet, orada Emirdağ'da birisi vardı, birisi oturuyordu. Varlığımızın bütünü ile ona bağlı idik. Sanki o bizim her şeyimiz idi. Bizim kalblerimizi derinden derine ona yönelten, onda gördüğümüz şefkat, merhamet idi. Evet ona, en müşfik manevi baba ve ana gibi koşardık... O bizim sebeb-i hidayetimiz, vesile-i necatimiz, büyük Üstadımız... Bu anları, bu günleri düşünürken ben, Emirdağ'a doğru yol alırken ve başındaki küçük tepecikte Emirdağ'ın evleri görünüp kasabaya girerken ben ve nihayet Çalışkanlar dükkanından şefkatli sinesine ulaşırken, o anları düşündüğümde, tahatturumda göz yaşlarımı tutamam... Şüphe yok ki, benim gibi onun Nur'undan hayat bulan herkes; bu tatlı göz yaşlarını tutamamıştır hiçbir zaman... Çünkü onun huzurundaki anlar, dakikalar, saatler, şüphe yok ki, âlem-i bekadan birer sahne idi. Sonsuzluğa doğru uzanan hayattar ve Nurlu safhalar idi... Huzur-u Muhammedî'nin (a.s.m.) bir in'ikası idi. ´Bir dakika vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır´ denilen sırra mazhardı o saatler, o dakikalar... Evet, onu bir timsâl-i rahmet, bir mücessem şefkat gördük ve bulduk. Hâlıkımızın nihayetsiz lütfuydu o... Gecemizi gündüze kalbeden nurdu, bir şems-i manevi idi o...

Ey şefkatli bakış! Ey hayat saçan göz! Ey Kur'ân'dan aldığı nurunu âleme sultan eyleyen bahtiyar ruh! Risale-i Nur'unla, ilim ve irşad mahiyetinle ebedileştiğin için; aynı şefkat, aynı bakış, aynı nurunla; daima yaşıyor, daima devam ediyorsun. Ve Sungur'un gibi yüz binler, milyonlar Saidlerin yine senden ümit ve hayat ışığı almaktadırlar... Sana duacı ve dâvâna hadimdirler... Buyurduğun gibi, hayatın onlarla yüz binlerle devam ediyor... Ve inşaallah tâ kıyamete kadar devam edecektir. Ve o yüz bin Saidlerin, senin iman ve Kur'an dâvâna en derin ruhlarından hâdim ve nâşirdirler. Hadiselerin dev-misal engelleri karşısında yılmayan çözülmeyen, bölünmeyen bir azm ü sebat içindedirler... Ve senin ruhun ve mana-yı hakikin olan Nur-u Kur'an'dan derslerini her daim almaktadırlar. Ve Risale-i Nur ile ve senin ile beraberdirler. Rabbim ebediyen ayırmasın, beraber kılsın, Habib-i Ekrem (a.s.m.), Kur'an-ı Hakim ve Esmâ-i Hüsna ve İsm-i Âzam hakkı için, Ya Rab! Âmin... "1954'den sonraki unutulmaz hatıralar" Hz. Üstadın son devre-i hayatlarında yanında ve hizmetlerinde bulunan merhum Zübeyir, Ceylan, Tahiri ve Bayram'la Isparta'da 1954 senesinden itibaren beraber geçen hayatımız, bizim için unutulmaz hatıralarla doludur. Hz. Üstadımızın bin bir irşat, ders, ikaz, iltifat, teselli ve tokatlarına nail olduğumuz hatıralar... Onları ifade etmek mümkün değil. Ben Samsun Hapsinden döndüğüm vakit Isparta'da bu güzide cemaatin arasına girmek şerefine

erdim. Sevgili Nur Üstad bizi de yanına, hizmetine kabul ediyordu. Osmanlı Hanımı Muhterem Fitnat Hanım Teyzenin evinin üst katında dershane-i Nuraniyede, hayatımızın leyle-i kadri mesabesinde bir kudsi dairede, ikamete başladık, derse başladık. Ve 1956'da asker iken Hüsnü kardeş de Urfa'dan gelip Hz. Üstadımızın hizmetine gelmişti. Son hayatına kadar hep beraberdik. Lâkin layıkı ile hizmet edebilmek ne mümkün, ne mümkün... Daima hayattar, hüşyar, ubudiyetin envaını, günün yirmi dört saatinde imtisal eden, hem de canlı, dikkatli, faal ve gayretli bir şeklide yaşayan Üstada, 24 saat nasıl hayattar ve canlı bir surette mukabele edilebilirdi. Hizmetinin bir safhasında, Üstadımızla beraber kendimize göre canlı ve dikkatli oluyorken, diğer bir hizmet safhasında aynı dikkati, hayattarlığı elbette muhafaza edemezdik. Onun için buyurdulardı ki: ´Ben birinizle iktifa edemiyorum, hepiniz beraber olduğunuz zaman...´ "Gelen mektupları okur, bize ders yapardı" Meselâ, Üstadımızla Isparta'dan Emirdağ'a veya Emirdağ'dan Isparta'ya gelirken yolda, takside Hz. Üstad boş durmaz, bazen okur, çok zaman dikkatle etrafı temaşa eyler, tefekkür eder, canlı bir haletle yola devam ederdi... Varacağımız yere geldiğimizde Üstad, bakardık; canlı, şevkli kış ise sobayı yaktırır, gelen mektupları okur ve bizi çağırır, beraber ders yaptırırdı. Yorgunluk yerinde, canlı, hayattar bir halet izhar ederdi. Halbuki seksen yaşındaydı...

Evet çok calib-i dikkat bir halet! Biz ise çok zaman yorgun olurduk. Evet bundan önce de 20 Eylül 1949'da Afyon Hapsinde yirmi ayını doldurup tahliye olduktan sonra rahmetli Zübeyir'in Afyon'da tuttuğu eve Hz. Üstad teşrif etmişlerdi. Orada on gün beraber kalmıştık. Ben on gün sonra ayrılmıştım. Zübeyir Ağabey, Üstadla beraber iki ay daha Afyon'da aynı evde kalıp sonra Emirdağ'a gelmişler. O zaman Afyon' da Hz. Üstadla beraber ilk kalışımız idi. Afyon'a Safranbolulu kuyumcu Sabri Efendi ile beraber gelmiştik. 7 Eylül 1949'da gelmiştik. Zübeyir Ağabey hapisten tahliyeden sonra ayrılmamış, hapiste olan Üstadımız sonraları çok makbul bir hizmet olarak kabul ettiğini ifade buyurmuştu. Şöyle ki: Üstadımız Nur'lardan bir ders yapıyordu: ´ Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zahiren kendisi ademe, fenaya gider. Fakat ifade ettiği manalar baki kalır. ´Dünyanın ve eşyanın üç tane yüzü olduğunu, bunlardan birin ve ikinci yüzler ki, Esma-i İlahiye'ye ve ahirete bakan yüzlerinin, baki semereler ve meyveler yetiştirdiğini, fani şeyleri bâki hükmüne getirdiğini ve bu yüzlerde, mevt ve zevâl değil; belki hayat, beka cilveleri olduğunu beyan ettikten sonra Zübeyir'e dönerek; Benim Zübeyir'im hapisten tahliyeden sonra Afyon'da kalarak hizmetimde kaldığı o levhalar, çok şirin, çok güzeldir´ mânâsında ifadelerle iltifatta bulunmuştu. 19 Eylül 1949 günü Konya'dan gelen Ziya Nur ve bir

arkadaşıyla beraber bir gün sonra tahliye olacak olan Üstadımızın eşyalarını eve taşımıştık. O gün Afyon'da çok canlı bir gün geçirdik. Çünkü, Üstadımız hapisten yarın tahliye olacaktı. Temyiz mahkemesi, Afyon mahkemesinin mahkûmiyet ve müsadere kararını esastan bozmuştu. Dört sene evvel 1944'te Denizli'de cereyan eden mahkemede Said Nursî, Nur Külliyatı ve Nur Talebeleri beraat etmişlerdi, Denizli mahkemesinin bu beraat kararını, Temyiz mahkemesi tasdik etmişti ve kaziye-i muhkeme haline gelen bu kararla, Nur Risaleleri çuvallar ve bavullarla sahiplerine iade edilmişti. Mahkeme-i Temyiz, Afyon kararını bozmasında bu hususa dikkati çekiyor; o zaman, ´Beraatle iade edilen Risalelerden başka yeni telifat var mı? Yeni kitaplar var mı? Afyon mahkemesi, varsa bunlar üzerinde yeni karar verebilir; beraat etmiş ve kesinleşmiş bir karara rağmen, yeniden karar ihdas olunamaz´ diye mahkumiyet kararını esastan bozmuştu. Fakat Said Nursi, yine yirmi ayını hapiste tamamladı ve 20 Eylül sabahı güneş doğmadan önce polisler nezaretinde tahliye edilip Zübeyir ve Ziya ile beraber kaldığımız eve getirildi. Biz de sabah namazını yeni kılmış, tesbihata başlamıştık. Baktık bir fayton sesi geliyor, yani atların yürüyüşünün sesini, şakırtısını duyduk. Kalktım pencereden baktım. Eve doğru bir fayton geliyordu. ´Üstad geliyor´ dedim. Aşağı indik, eve elli metre mesafede faytonu karşıladık. Üstad faytondan indi, polislerde arkasından. Üstadımızın elini öpmeye uzandık.

"Bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharıdır" Hz. Üstad polislere hitaben; İşte bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharıdırlar´ diye biz talebelerini polislere takdim ediyordu. Bunu nakletmemdeki sebep, Üstadımız her vesile ile Risale-i Nur hizmetinin müsbet gaye ve hareketini daima ilân etmesiydi. O zaman estirilen hava dolayısıyla polislerin yanlış nazarlarını, Hz. Üstad tashihe çalışıyordu. Veya onların yanlış beyanlarına rağmen konuşuyordu. Yani onların aylarca Afyon'da dükkan dükkan gezerek Bediüzzaman ve talebeleri hakkında asılsız propagandalarına karşı, Hz. Üstad bu suretle mukabele ediyordu. O evde, Afyon'da on gün beraber kaldık. 30 Eylül günü yeniden Afyon mahkemesi vardı. Temyizin bozması üzerine muhakeme olunacaktık. On gün müddetle beraber kaldığımız muazzez Üstadımızın kapısında, aşağıda bir polis, daima nöbet beklerdi. Kimse ziyarete gelmesin diye. Afyon'dan sadece Ahmet Hancıoğlu geldi ziyarete. Üstadımız onu Afyon namına kabul etti. Polislerden Üstadımızın aleyhinde olan çok ahmak birisi vardı, hemen her gün onu gönderirlerdi. Üstadımız bir kaç defa ona ders vermek istedi, müsbet hareketini, Nurcuların millet ve memlekete büyük menfaatını ona izaha çalıştı. Üstadımız beddua etmezdi, aldanan ve aldatılan ehl-i dünyayı ikaza çalışırdı. Üstadımızın bu tarz ve hareketine belki bir defa şahit olmuşuzdur. Hatta kendilerini tahliyeden sonra eve

kadar getiren polislere ´Mahkeme-i Kübraya Şekva'dan okumak için onları yere oturttu ve bir kısmını onlara okudu. Bu Şekvayı, tahliyeden on beş gün önce hapiste yazıp Zübeyir Ağabeye göndermişti. Zübeyir Ağabeyle beraber daktiloyla yazdık ve altı makamata gönderdik. Üstadımız öyle emretmişlerdi. Hey'et-i vekiliyeye, adliye vekaletine, mahkeme-i temyize, başvekile ve Demokrat Parti başkanlığına, bir de Fevzi Çakmak'a gönderilsin demişti. Onda diyordu: "Ben milletin imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim" ´Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir. Ve dergah-ı İlahiyeye bir şekvadır. Ve bu zamanda mahkeme-i temyiz ve istikbaldeki nesli-i âti ve darü'l-fünunların münevver mualim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerimden, on tanesini Âdil-i Hâkim-i Zülcelalin dergâh-ı adaletine müştekiyâne takdim ediyorum. Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir kudsî hakikata, yani Kur'an hakikatına benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur'a çalıştım. Bütün zalimane taziplere karşı tevfik-i İlahi ile dayandım. Geri çekilmedim´ diye başlıyordu Orada, yani Afyon'da, beş vakit namazı Üstadımızın

arkasından cemaatle edâ ediyorduk. Üstadımız gece çok erken teheccüde kalkıyordu, sabaha kadar okuyordu ve sabah namazına bizi uyandırıyor ve cemaatle namazı eda ediyorduk. Sonra Zübeyir Ağabey dedi ki: ´Gece uyumayıp sıra ile nöbetleşip, Üstadımızın abdest suyunu dökmemiz lazım´ Öyle de yaptık. İlk gece Zübeyir Ağabey uyumadı, gece Üstadımızın suyunu dökmüş, ikinci gece ben kalktım. Üstad hiç konuşmadı, gayet ciddi abdestini aldı, odasını girdi ve sabaha kadar cehri okumaya devam etti. Sabah namazına takriben dört saat kala kalkıyordu. İkişer gece öyle kalktık. Üstadımız hiç konuşmazdı, sonra bizi men etti. Dedi ki: ´Hayatta böyle kimse gece bana mülaki olmamış, otuz beş senedir yalnız kalmışım. ´ O iki geceden sonra Üstadımız kendisi kalkar, sabah namazına kadar evradını bitiridi. On beş dakika kadar da Nurlardan bir bahis okur ve sonra sabah namazını kılardık. Arabî 29. Lem'a'nın mukaddemesinde tefekkürî ayetlerden ilhamen yazdığı bahislerden zikirle, ´Binler defa tekrarında bana usanç gelmedi´ diyor ve istisnasız her gece sabaha yakın dört beş saat meşgul olduğunu beyan ettiği Hizbü'l-Ekber-i Nûri' den de bahisle: Her gece beş altı saat meşguliyetten sonra bu Hizbin altıda birini okumakla hiç bir yorgunluk eseri kalmadığı bin def'a tekerrür etmiştir´ diyordu. Zübeyir Ağabeyden nakille. Hz. Üstad ona, Ben gece ibadeti için yirmi sene nefsimle mücadele ettim' mealinde ve ´sonra hacet kalmadı´ demiş.

Evet, mübarek, muazzez Nur Üstadımız onun, Risale-i Nur telifi, neşri, gelen gidenler, ziyaretçilerle sohbeti, ehl-i idare, ehl-i maarrif ve ehl-i siyasete hakikat dersleri veren şahsiyetinden başka; Rabbi ile başbaşa, Onun zikir ve fikir ile huzur-u daimi kazanmak, iman ve marifetullahda 80 sene daima terakkiyat ile hakkalyakine uruç eden mukaddes bir haleti ise, onu beyana takatimiz yoktur. Ve her gece istisnasiz, yalnız olarak o kudsi mazhariyetini devam ettirirdi. Evet, Van'daki hayatında dahi böyle olduğunu Molla Hamid ismindeki talebesi ve hizmetkarları da defalarca beyan etmiştir. "Üstadımızın bambaşkadır"

namazdaki

huşuu

ve

huzuru

Üstadımızın namazı, namazdaki mazhariyeti, heybeti, huzuru ve huşuu bambaşkadır. Biz onu ifade edemeyiz. Onun namazdaki nihayetsiz tecelliyata mazhariyetinden bizim hissettiğimiz, milyarda bir dahi olmaz. Evet bu kat'idir... Namaza duruşu, ilk tekbiri alışı, ellerini bağlayışı ve Cenab-ı Hakka dua ve tezellülü, Fatihayı kıraati, Fatihanın her bir kelimesini teker teker, cümle cümle ve bütün meratibi ile okuyup hissetmesindeki ve dergâh-ı İlahiyyeye takdim etmesindeki vüs'at, külliyet ve ulviyet, bizim gibi hiç enderlerin beyanına gelemez. Hele namaz teşehhüdündeki ´Ettehiyyatü´ kelimat-ı mübarekesini Cenab-ı Hakka takdim ederken, nasıl bütün kâinatı ruhunun eline alıp öylece arz etmesindeki kudsiyeti ifade edemeyiz. Yalnız bu hususlara dair On Beşinci Şua ilm-i

İlâhî mebhasinde ve sair risalelerde uzun izahat vardır. Onun okunması mutlaka huzura da medardır. Aynı zamanda, Nur Âleminin Bir Anahtarı risalesinde de izahlar yapılmıştır. Bu gibi âsarından ve Üstadımızın hal ve tavrından kat'iyyen anlaşılıyordu ki, o müstesna bir tecelliye mazhardı. Talebelerinde, hatta en ileri talebelerinde görünen haletler, Üstadımıza nisbetle çok cüz'î kalır. Hele geceleyin 4-5 saat meşguliyeti müteakip dua vaktinde, kâinat mümessili ve Sahibi-i Arz ve semavatın arz üzerinde en nurani bir halife-i arzı olduğu aşikâr belli olurdu. Onun dış âleme taşan, insanlara kurtuluş reçetesi sunan azim şahsiyetinden başka bir kudsi ubudiyet hali, zikir ve tefekkür hali de vardır ki; herhalde Risale-i Nur hakikatlerini, bu gibi mirac-ı manevîsi olan halinde iken taallüm ederdi. Diyebiliriz ki: Said Nursî, hizmeti ile, âsâr-ı Nuriyesinin devamlı hayattar neticeleriyle ve günbe gün gelişen cemaat-ı nuriyenin dünyanın dört bucağındaki hizmetleriyle ´es-sebebü kelfai´ sırrıyla daima yükseliyor, terakki ediyor ve hayat-ı ebediye hesabına teâli ediyor. Ve rıza-ı İlahiyenin nihayetsiz meratibine doğru bir değil, binler kanatla uçup gidiyor, gidiyor... Ve kıyamete kadar da yükselecek, gidecek gidecek... Tâ ´aksa´l-gayat'a kadar gidecektir. Ve minallahi't- tevfik... Zâlike'l- fadlu minallah... Üstadımız, birgün ders esnasında, ´İnsan namazda iken teşehhüd esnasında ´et-tehiyyat´ derken, aynı günün vaktinde ´et-tehiyyat´ diyen bütün mahlûkatın tahiyyelerini kendi namına Cenab-ı Hakka takdim edebilir´ demişti. Ve

ilaveten, ´Hatta biraz daha ileri gitse, bütün zamanlardaki tahiyyat ve tesbihatları da kendi namına takdim edebilir´ meâlinde buyurmuştu. "Üstadımızın dua vakti çok ehemmiyetliydi" Yine Afyon' da namazdan sonra namaz tesbihatına temasla; Tesbihatta, ´Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber' derken kalbi hüşyar bir mü'min o vakitte namaz kılan, ´tesbihat eden milyonlar mü'minler cemaatı arasına manen girer, onlarla beraber söyler. Hatta daha ileri gitse bütün zaman ve mekânlardaki mü'minlerle beraber olarak, ortada Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sağında enbiyalar, solunda evliyalar ve bütün mü'minler beraber tesbihat edebilir´ demişti. "Yine birgün, ´Ben namazdan çıkışta (Esselâmü aleykûm ve rahmetullah) dediğimde, sağımda enbiyaları, sol tarafımda evliyaları niyet ederek öyle selâm veriyorum´ demişlerdi. Evet Üstadımız defaatle, ´Benim hayatım intizamla geçmiştir´ derdi. Evet, Üstadımızın hayatı, hatta her 24 saat günlük hayatı intizamlı idi. Gece ibadeti, teheccüt namazı ve mutlaka seher vaktinde uyanık ve tesbihatta ve duada olması daimî idi. Gece evrad okuduktan sonraki dua zamanı çok ehemmiyetli idi. Herhalde o zamanda bir vakti vardı ki, külliyet kesbedip bütün zerrat-ı kâinat namına tesbih ve tahmid ederdi. Gündüz de; yemeği, risale tashihi ve ziyaretçilerle sohbeti vardı ki, hep intizamlı idi.

"Şarkın ulema bulunmuştu"

ve

evliyalarıyla

beraber

Evet, bu zat-ı alişan, fevkalâde kabiliyetleriyle beraber Şarkta zuhur etmiş. Şarkın en mübarek, nurlu, ehl-i kalb, hüşyar, zekâvetli, en derin ve çetin meseleleri çözen ulemâ ve evliyalarının hepsinin duasına nail olarak, teveccühlerini alarak, aynı zamanda bütün oralarda medfun Şeyh Sıbgatullah, Ahmed-i Hani, Abdurrahman-i Taği gibi zevatın da himmetlerine ererek ve gele gele, tâ başta Gavs-ı Azam olarak Âl-i Beytin kudsî imamların ders ve irşadlarına da mazhar olarak, tekemmül ede ede, aynı zamanda gençliğinden beri devam ettiği Cevşenü'l-Kebir gibi kudsî münacatların da feyizli derslerinden istifade ede ede yetişmiş, gelişmiş, tekemmül etmiş. Hatta bir mektubunda bu hususa temasla. İşte bu sır içindir ki, Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidin (radıyallahu anhüm), hususan Cevşenü'l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Ali (kerremallahu veche') den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebir'le, daima onlarla manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım´ buyuruyor. Bunları zikretmekteki maksadım, Hz. Üstadın her yönden ve azamî tecellilere mazhariyetle manevî ve ruhî inkişafını bir derece ifade ile, havsalarımız haricindeki namazdaki büyük huzurun ve Risale-i Nur'un kudsî ve ulvî

mazhariyetini nazara vermektir. Elbette ve hiç şüphe yok ki, şimdi başta Anadolu olarak âlemi ihata eden Risale-i Nur'un çekirdeği olan Hz. Üstadın o daireye, Âl-i Resul'e şayeste ve murtabıt mazhariyeti bulunacaktır. Van'da iken, Mecmuatu'l-Ahzab'ı üç cilt olarak ve on beş günde bir devretmesi, evrad yerinde okuması gösteriyor ki, o büyük zevatın umumunun mazhariyetlerini kendinde toplamıştı. "Hayatım bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş" Yine bir mektubunda, kendi hayatının çekirdek manâsına işaret ederek, 'Benim hizmetim ve sergüzeşt-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş, inayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde olmak için Kur'an'dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur risalelerini ihsan etmiş' demektedir. Bir risalesinde, 'Madem şu kâinatın her bir zerresi böyle üç pencereyi ve iki deliği; ve hayat dahi iki kapıyı birden Vacibü'l- Vücudun vahdaniyyetine açıyor, zerreden tâ şemse kadar, tabakat-ı mevcudat, Zat-ı Zülcelâlin envar-ı marifetini ne suretle neşrettiğini kıyas edebilirsin. İşte marifetullahta terakkiyat-ı mâneviyenin derecatını ve huzurun meratibini bundan anla ve kıyas et' demektedir. İşte zihayat üstünde olan pek çok hatem-i Rabbanîden birtek hatem böyle nurunu gösterse ve onun âyatını şöyle okuttursa, acaba birden bütün o hatemlere bakabilsen, görebilsen, 'Sübhane men ihtefa bişiddeti zuhurihî' demeyecek misin?

İşte birtek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen... İşte eğer bütün ruy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen... Bir zaman kalbime geldi. Niçin Muhyiddin-i Arabi gibi harika zatlar sahabilere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde (Sübhane Rabbiye'l-âlâ) derken, şu kelimenin manâsı inkişaf etti. Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü...' Mektubat risalesinde, 'Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakkın ihsaniyle bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsarı gösteriyor. O âsar, mânâ-yı ubudiyetin esası olan, 'Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergah-ı İlahiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, aciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki, ben iyiyim ve sahib-i kemalim' demektedir. "Bir kitap kadar hatıralar" Evet muazzez Nur Üstad, ubudiyet makamında daima Cenab-ı Hakka müteveccih bir huşû halinde bulunurdu. Tarihçe-i Hayat'ta neşredilen Kastamonulu Mehmet Feyzi ve Emin Ağabeylerimizin Kastamonu'daki hayatlarına dair kaleme aldığı bir mektubu, Üstadımızın bazı evsaf-ı

âliyesini güzelce ifade etmektedir. O mektubu isterdim ki, buraya aynen dercedeyim. Şu anda merhum Mehmet Feyzi Ağabeyimizi yâd ederken, merhum Çaycı Emin'i ve Van'daki talebeleri Ali Çavuş ve merhum hayatta iken Hz. Üstaddan çok hatıralar nakleden merhum Molla Hamid Efendi ve Barla'nın merhum Sıddık Süleyman'ı ve onlardan duyduğum tatlı ve nurlu hatıralar hatırıma geldi. Zihnim şimdi oraya çevrildi. Bir kitap kadar olan bu hatıraları, o zamanlardaki hizmetleri, hareketleri... İnşaallah bunları ileride yazmak kabil olur. "Bir öğle vakti namaz kılıyorduk" Yine Afyon'da tahliyeden sonra bir öğle vakti Üstadımızla namaz kılarken dışarıda çocukların gürültülerini duyuyordum. Davul çalınıyordu. 'Acaba Üstadımızın namazdaki huzuruna mani olur mu?' diye düşündüm. Çünkü, Hüsrev Ağabeyin, Isparta'da bazen gaz ocağını yakıp onun sesi içerisinde namazını kıldığını görmüştüm. 'Çocukların sesleri dışarıdan geldiği için huzuruma mani oluyor. Onun için yakıyorum' demişti. Bunun için ' Çocukların sesi, acaba Hz. Üstadın da huzuruna mani olur mu?' diye düşünmüştüm. Selamdan sonra Hz. Üstadımız, ben bir şey demeden', Eskiden gürültüler namazıma, huzuruma mani olurdu. Fakat şimdi olmuyor' diye beyanda bulundu. "Demek sen Sungur'un babasısın" Afyon'da Hz. Üstadımızla birlikte olmakla, hayatımızın

en mesut günlerini yaşarken, bir gün pederim (Aydın köylerinde imamdı) Üstadın ziyaretine geldi. Üstadımız, 'Demek sen Sungur'un babasısın' diye ona iltifat gösterdi. Çünkü rahmetli pederim, maddi müzayekalarından, borçlu olduğundan ve benim de kendine öğretmenlik maaşından tam yardım edeceğim sırada ve o ümitle yıllar boyu bekledikten sonra, ona yardım edememem ve sair sebeplerle, gayr-ı memnundu. Ve beni Üstadımıza şikâyete gelmişti. Üstadımız, evvela hizmet-i Nuriyeden ders yaptı, sonra, ana-baba hukukundan bahsetti. Bu zamandaki Risale-i Nur hizmetinin ehemmiyetinden bahsetti ve pederime teselli edici dersler verdi. Bundan sonra pederim. İzmir- Aydın havalisinde Üstadımızdan ve Nur'lardan kemal-ı takdir ve tahsinle bahseder oldu. Ve Üstadımıza dost oldu. Hattâ o havalide Nur'un nâşiri oldu. Üstadımızın hayatının son senesinde bir gün, Hüsnü kardeşin peder ve validesinden bir mektup gelmişti. 'Biz Hüsnü'yü Üstada vakfettik' diyorlardı. Üstadımız o mektubu okurken bana dönerek, 'Mutlaka baban da seni bana vakfetmeli' dedi. 'Gerçi validen ve çocukların vakfetmişler. Fakat baban da vakfetmesi lâzım' demişti. Birkaç gün sonra Isparta dağında aynı arzularını tekrar etmişti. Ben de babama bir mektup yazdım 'Hz. Üstadın son seneleridir, seni görmek istiyor' dedim. Bir Çarşamba günü Hz. Üstad beni yalnız başıma Isparta'da nöbetçi koyup diğer kardeşlerle Emirdağ'a hareket ettiler. Ben kuşluk vakti, boyacı Rüştü Ağabeyin dükkânına uğradım, ne var ne yok diye. Bir de baktım, peder gelmiş.

Beraber Üstadın evine kadar geldik. O zaman Üstadımıza ait bir teybimiz vardı. Rahmetli babama durumu anlattım. Üstad senden, beni vakfetmeni istiyor diye... Babam teybe Kur'andan bazı ayetler okudu ve sonra, 'Üstadım, Mustafa'yı ebediyyen sana vakfediyorum, hiç bir hakkım yoktur' dedi. Sonra Emirdağ'a gitti. Orada da Üstadı ziyaret etmiş. Sonra Üstadımız döndüğünde, merdivenlerden çıkarken kollarına girdiğimde, 'Cenab-ı Hakka şükür, şimdi babanla sen, aynen Ceylan'la babası Mehmet Çalışkan ve Salahaddin'le babası Nazif gibi oldunuz' diye tebşiratta bulundu. Bütün bunlar, Üstadımızın şefkatini göstermektedir. Ben Üstadımızın bu tasarrufundan babamın âhiretine ait müşfik ve kurtarıcı haletini anlıyorum. Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun, âmin... "Üstad, beni İzmir'e yolluyor" Üstad Hazretleri beni 30 Eylül 1949 günü, mahkememizi müteakip babamla İzmir'e gönderdi. Ben Üstadımdan ayrılmak istemiyordum. Babamla beraber İzmir trenine binip iki istasyon sonra, istasyonun birinden inip kaçmayı tasarlamıştım. Üstadımızla beraber ikindi namazını kılarken, içimden, 'Kat'iyyen ayrılmam' diyordum. Üstadımız namazı ve tesbihatı müteakip geriye dönerek; 'Sen mutlaka gideceksin. Hem İzmir'e uğrayacaksın, hem İstanbul'a uğrayıp Eşref Edip, Mihri Helav, Vecihi gibi dostlarımla görüşeceksin, hizmet var' diye ihtarda bulundu. Ve onlara söylenecek meseleleri

tevdi buyurdular. Ve o günün akşamı Afyon'dan ayrıldım. İzmir'e, sonra İstanbul'a uğrayarak memleketime döndüm. İzmir'de o zaman bir züccaciyeciye uğradık. Mustafa Birlik'ten evvel de bir dost vardı. Onu ziyaret ettik. Ahmet Feyzi Ağabeyi ziyaret ettik. Aydın-İzmir havalisinde en çok ismi duyulan Ahmet Feyzi Ağabey idi. Denizli ve Afyon Cezaevlerinde bulunmuştu. Kuvvetli natıkası, irtibatı ve alâkası vardı. Hz. Üstad ona, 'Risale-i Nur'un manevi avukatı' demiştir. Afyon'da okuduğu şaşaalı müdafaası ile heyet-i hâkimenin dikkatini celbetmiş ve hazırladığı Maidetü'l-Kur'an Hazinetü'l-Bürhan adlı eseri ile, bu asırda zuhur eden Risale-i Nur'a işaret eden, âyet ve hadislerden istihraçlar çıkarmıştı. Afyon'da bu kitap üzerinde fazla duruldu. Bir gün hapiste Üstadımız, Ahmet Feyzi Ağabeyin temyize yazdığı lahiyasında bu istihraçlarla fazla meşguliyet yerinde Nur'ların yazı ve dersine ehemmiyet vermesini ihtar etmişti. Buna karşı Ahmet Feyzi Ağabey boyun büküp Hz. Üstada şöyle bir pusula göndermişti. 'Üstadım, bütün dünya seni inkâr edecek, sen de onları teyit ve takviye edeceksin ve illâ bu Ahmet Feyzi, senin son memur-u Rabbani olduğunu bütün dünyaya ilan edeceğim. Talebeniz Ahmet Feyzi Kul' diye yazmıştı. Rahmetli, Afyon'dan tahliyeden sonra, İzmir'le Denizli arasında mekik dokurdu. Dünyevî işler perdesi arkasında hizmet-i Nuriyede bulunurdu. Hayatının sonuna kadar derslerle sohbetlerle vakit geçirdi. Bilhassa Ege bölgesinde bir kandil-i Nuranî idi. Hazret-i Üstadımızı son ziyaretlerinde, Üstadımız, 'Ben

otuz seneden beri o havaliye (Ege bölgesine) baktığımda büyük bir ruhun bana mukabele ettiğini görüyordum. Eğer, kardeşim! Sen orada olmasa idin, benim gitmem lazımdı' diye beyanda bulunmuştu. Buradaki mukabil gelme hadisesi, bana mukabil geliyor, mânâsında olsa gerek... "Mehdi Peygamber değildir" Ahmed Feyzi Ağabeyin mahkemede okuduğu şaşaalı müdafaanamesinden teberrüken bir kaç cümleyi arz etmek isteriz: Madem ki devlet laiktir. Bizim dinimize ne karışıyor? Bizim eşrat-ı saat meselelerini öğrenmemiz, dilediğimize Mehdî vs. dememiz onu ne alakadar ediyor? Zât-ı Uluhiyetin alenen inkâr edildiği ve erkân-ı dinin müftehirane tezyif edildiği ve onun yerine faniler teellühe (ilahlaştırmak) edilerek kendilerine (haşa) yaratıcılık isnat edildiği bir devirde, bizim bir insana Mehdî dememiz çok mu büyük bir cürümdür? Mehdî peygamber değildir. Fevkal-beşer de değildir. Dîn-i Celîl-i İslâmı, i'zaz ve i'laya ve neşr-i hidayete memur bir insandır. Fakat, te'yid-i Muhammedîye mazhar bir insandır. Mehdî kelimesi, mervî, mebnî gibi, ism-i mef'uldür. Hidayete nail olmuş manasındadır. Bunda ne gibi fevkaladelik var da tehâşî buyuruluyor. Mehdîyim diye dâvâ eden yok; ortada Menemen'in esrar-keşleri de yok. Ortada, bir hakikat-ı ulyâ, bir Nûr-i kudsî meydandadır. Eğer, Mehdî, insanların hidayetine sebep olan bir insan demek ise, bu kadar evsâf-ı ber-güzîde ile neşr-i hidayet yapan bir insana ve

esere Mehdî demek, ne gibi bir tezat ve eblehliği icap ettiriyor...' Bu da başka bir müdafaasından örnektir: Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercuman olamayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur'u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur'ân tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahele edemez. Evet, biz, Risale-i Nur müellifinin velayetine ve daima ayn-i hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatımızı sarsmıyor. Ancak, bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nur'ların dersinde hârikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin harikalarıyla en münteha mesâil-i ilmiye ve âliyyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden ve gayet feyyaz

bir aşk ve heyecan terennüm eden ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz? Fânî zevahirin âlâyişine edna bir meyl ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen; levs-i fânînin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen; kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen; iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak saburâne, mütehammilâne her nevî mahrumiyetlere göğüs germek suretiyle kendini hakikata ve envar-ı Kur'âniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan; kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerinin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehl ve gird-bad-ı inkârdan kurtarmaya, hasbî ve İlahî bir cehd ile çalışan ve savaşan bir fazilet ve Nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz? Kendisini bu arzedilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feregat ve istiğna ve şâheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmüzec-i kemâl ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şâyandır. 'İşte biz Bediüzzaman'a bu gözle bakıyoruz. İzmir'de,

Hz.

Üstadın

sağlığında,

Abdurahman

Cerrahoğlu ve sonra Mustafa Birlik ve arkadaşları büyük hizmetler ve gayretler gösterdiler. İstanbul'da malum şahıslara Üstadımızın selâmlarını, vedialarını takdim ettim. Şimdi doktor olan Safranbolulu Mustafa Ramazanoğlu (Musatafa Oruç) o zaman tıbbiyede okuyordu. Vakıflar yurdunda kalıyordu. İstanbul hizmetinde faal bir rükün idi. Seneler sonra Üstadımız ona yazdığı bir mektubunda, onun İstanbul'daki hizmetini elli senelik bir hizmet gibi kabul ettiğini ifade buyurmuştur. "İstanbul'da görüşüyorum"

Üstadın

eski

dostlarıyla

Mihri Helav'dan ve Üstadımızın eski bir dostundan Hz. Üstada ait bazı hatıralar dinlemiştim. Mihri Helav avukat idi ve Üstadımızın Van'daki Horhor medresesindeki talebelerindenmiş... Eşref Bey ise, yeniden hayat bulmuş gibi idi. Uzun bir devreden sonra ve artık din Anadolu'dan ortadan kalkmaya yüz tutmuş bir vaziyet-i elimanede zan olunduğu, ümitsiz, tesellisiz bir hicran haletinde iken, eski bir dostu, hürmetkârı olan Bediüzzaman Said Nursi'nin Anadoluda yeni bir gençlik, bir nesl-i cedid, Nur talebeleri camiası olarak meydana çıkışını, yeni bir ba'su bade'l-mevt telâkki ediyordu. Onlar Üstadı, devr-i Meşrutiyyette uzun uzun görmüşler, görüşmüşler, tanışıp sevişmişlerdi. Eski asarı ile Nur Üstadı tanıyorlardı. Büyüklüğüne, muazzam şahsiyetine, fevkalede kabiliyetine, harika dehasına şahit idiler. Lâkin Said-i Meşhurun devr-i Cumhuriyette, müteselsil tazyikler,

hapisler ve nefilerden sonra, Risale-i Nur külliyatı adı altında yeni bir eserler serisini ve ona bağlı hâdim Nur talebeleri cemaatını bilmiyorlardı, düşünmüyorlardı, görmemişlerdi. Hatırlarında fevkalâde hürmet ettikleri Eski Said, Bediüzzaman mânâsına ilâveten Yeni Said'in böyle bir cemaat ve eser külliyatı ile yeni âleme zuhurunu, hakikaten fevkal-had, müthiş ve muhteşem bir hadise olarak, hayretle ve şükranla karşıladılar. Ve ümitsizlikten sıyırılıp Said'den ve cemaat-ı Nuriyeden taze bir hayat alarak, hizmete, neşriyata ve mücahede-i mâneviyeye başladılar. "Ankara'da Ahmed Hamdi Akseki'yle bir görüşme" İstanbul'dan köye gittikten sonra rahmetli Zübeyir Ağabey ve Çalışkanlar mektupla Üstadımızdan bizi haberdar ediyorlardı. 1950 senesine girdikten sonra içimizde tarifin fevkinde arzu ve heyecanla, Üstadımızın hizmetinde ve yanında bulunmak iştiyakında idik. Kendimize sanki hakim olamıyorduk. Sonra anladık ki, bunlar bir lütf-i İlâhi olarak bir tasarruf-u mânevî imiş. Hadsiz şükür olsun, köyümüzden dört kişi, Reşat Efendi, Şükrü Efendi, Ahmet Efendi ile beraber Üstadımızı ziyarete azmettik. O zamanlar, köylüler, yarım saat kadar yürüyüşle bizi Hacı Hamza denilen yere kadar uğurlarlardı. Her seferinde Safranbolu'ya uğrar, orada Berber Hıfzı Efendi, iki mübarek evlâdı Hüsnü ve Yılmaz'ı, Osman Ustayı görür, oradan Karabük'e gider Mustafa Osman Efendi başta olarak Süleyman'ın babası Rıza Usta, Şevki

Efendi, Şaban Efendi, Emin Hoca gibi oradaki mübarek cemaatle görüşür ve onların da selâm ve hürmetlerini alarak Emirdağ'a yollanırdık. Bu gidişimde hiç bir sebep yokken Ankara'da Diyanet Riyasetine uğradım. Reis Ahmed Hamdi Akseki'yi ziyaret ettim. Üstadımızdan sitayişle bahsetti, hürmet ve selâmlarını takdim etti. Ayrıldım, Emirdağ'a geldik. Ne garip tevafuk ki, Hz. Üstad da, Ahmet Hamdi Akseki'ye, biri şahsına ait, biri de müşavere kuruluna verilmek üzere iki takım külliyat hazırlamış, ona götürecek birini bekliyormuş. Hüsrev Ağabeye mektup yazmışlar, onu intizarda imişler. (Bu hususa dair Emirdağ Lâhikası'nın ikinci kısmında tafsilât vardı. ) Ahmed Hamdi Akseki Külliyatı öperek başına koydular. Kütüphanesine yerleştirdiler. O esnada Ahmed Hamdi Efendi, 'Ben dünyada Abdülmecid (Ünlükül) gibi âlim görmedim. Üstadın ilmi ise zaten kıyasa gelmez, onun ilmî vehbîdir' diye ifadede bulundu. Abdülmecid Efendi, o zaman Ürgüp Müftüsü idi. Ahmed Hamdi Efendi Üstadımızın mektubundan çok mütehassis oldu. Adeta hayat bulmuştu.(Bu mektup, Emirdağ Lâhikası-II de 10' uncu sahifededir. "Benim yanımdaki hizmet gümüş ise, Ankara'daki hizmet altındır" O zaman Ankara'da on gün kadar kaldık. Daha önce Üstadımız hapishanede iken, 'Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde okuyan Araçlı Abdullah var, ona verirsin' diye

Risale göndermişti. Bu defa gelişimizde onunla beraber kaldım. Yurtları geziyor, talebelerle temaslar kuruyorduk. Yani Cenab-ı Hakka şükür, Nur hizmetini ifa ediyorduk. Kendisi çok mübarek, mûnis bir zattı. Ruhen birbirimize ısınmıştık. On gün sonra ben tekrar Emirdağ'a döndüm. Emirdağ'da yirmi gün kadar Üstadımızın hizmetinde bulunmak nimetine nail oldum. Gündüzleri Üstadımızın evinin bir odasında, geceleri otelde, küçük bir odada kalıyordum. Hz. Üstadımız Afyon hapsinden tahliye olalı dört ay kadar olmuştu. Şubat ayı olmasına rağmen havalar çok iyi geçiyordu. Mübarek üstadımız gündüzleri, cenuba bakan odasının penceresine çıkar, kiremitler üzerinden âfâka bakar, tefekkürde bulunurdu. Yirmi gün kadar hizmetinde kaldıktan sonra, beni tekrar Ankara'ya gönderdi. Yanında hizmetinde kalmayı çok arzuluyordum. Böyle her defasında muazzez Üstad beni Ankara'ya gönderiyordu. Ve defaatle; Sungur, benim yanımdaki hizmet gümüş ise, Ankara'daki hizmet altındır' derdi. Zübeyir Ağabeyi ben gelmeden önce İstanbul'a göndermişti. O esnada Zübeyir Ağabeyden Üstadımıza bir mektup geldi. Üstadın yanına gelmeyi çok arzuluyordu. 'Başka türlü yaşayamayacağını, şu mektubu yazarken de gözyaşlarını tutamadığını' yazıyordu. Hakikaten mektup üzerinde yaş damlalarının eseri vardı. Mektubu Üstadımıza okurken bir ara Üstadımıza baktım. Hz. Üstad da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden damlalar inmişti. Bazıları onu gerçeğin zıddıyla, isnad ve iftiralarla mahkum ederken,

böyle fedekâr Zübeyirlerin, huzuruna kabulünü yalvarmaları ve gözyaşlarıyla hizmetine girmek arzusu, İlahi bir tecelli idi ki; bir kaç ay sonra 1950 yılı baharı Zübeyir Ağabey, Üstadımızın hizmetine gelmişti... Ve aynı bahar, bu fakir dahi Emirdağ'a dönmek lütfuna nail olmuştum. Ziya ve Zübeyir ağabeyle beraber, o yaz hizmette kaldık. Mübarek bir zat, atı ile faytonunu Üstadımıza tahsis etmişti. Üstad ona da biraz ücret verirdi. Faytonu Zübeyir Ağabey sürüyordu. Biz de bazen biniyor, bazen de yürüyorduk, Hz. Üstadımızın işaretiyle... Ekseriyetle Keçili köyü civarında bir bağda kalırdık. O zamanlar Üstadımızın yanında iken yediğimiz yemek şöyle hülasa edilebilir: Biz yemeği taşımıyor, yemek bizi taşıyordu. Üstadımız, öğle vakti bazen üzüm, karpuz gibi hediyeleri, mukabilini vererek alır, bize taksim ederdi. O lezzeti ise şimdi bulamıyoruz. 1950 yaz mevsiminde Emirdağ'da Üstadımızla beraber olan hatıraları inşaallah tafsilatiyle yazmak müyesser olur. "Sungur benim evlad-ı maneviyemdir." Birkaç ay önce Şubat'ta, Emirdağ'da hizmetlerinde ilk defa yalnız başıma kalmıştım ki hizmette acemiliğimin, liyakatsizliğimin tezahürlerini açıkça görüyordum: Fakat Üstadımız çok şefkatli idi. Onun şefkat dolu bakışları arasında yaşıyor olduğumu hissediyordum. Bu yirmi gün içersinde Albay Hulûsi Ağabey ziyarete gelmişti. Barla'dan ayrılışından sonra ilk defa ziyarete geliyordu. Demek yirmi sene sonra gelmişti. Üstadımız ona çok iltifatta bulundular.

Bir ara Hulûsi Ağabeye, 'Sungur benim evlad-ı maneviyemdir, senin de evlad-ı maneviyendir' demişlerdi. Hulûsi Ağabey ziyareti müteakiben ayrılıp otobüse bindiği zaman, Hz. Üstad beni gönderip, 'Benden ayrılalı yirmi sene geçtiği halde, sanki yirmi gün evvel ayrılmış gibi gördüm kendisini Hulusî'ye söyle diye' demişti. Üstadımızın sözünü Hulusi Ağabeye naklettiğim zaman, o da aynen; 'Hakikaten benim için de öyle. Üstadımdan hiç ayrılmamışım, daima yanında kalmışım gibi beraberliğimi anlıyorum. Bunu ben de hissettim ve yaşadım' meâlinde cevapta bulundu. Mevzu şimdi Hulusi Ağabeye geldi. Hazret-i Üstad Barla'da iken kendisi Eğirdir'de üsteğmen-yüzbaşı idi. Hz. Üstadın ilk talebelerinden. Sekizinci Lem'a olan keramet-i Gavsiyede ismi var. Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylani Hazretlerinin bir kasidesinin sonunda ' Ve kün kadiriyye'l-vakti lilahi muhlisen, taişü saiden sadıkan bi muhabbeti' fıkrasının 'lillahi muhlisen'de yer alan Hulusi, ihlası cihetinden de Nur'un birinci talebesi... Üstadı ziyarete gelen muhtelif cemaatlere Hz. Üstadın bahsettiği bir hatıra ki, bu Hulusi Beyle alakalıdır ve manidardır. Üstadımız gelen ziyaretçilere sohbet ve ders esnasında bazen coşardı. Risale-i Nur'un bu millet ve memlekete en büyük faydasını ve komünizmi önlediğini ifade ederken çok zaman şöyle söylediğine şahidiz: "Soruyorum size! Yedi yüz milyon Çin'i ve yarı Avrupayı alan bir kuvvet niçin bize ilişemiyor? Halbuki bin yıllık bize hayfı var. En evvel bize ilişmesi lazımdı. Yemin

ediyorum, Vallahi! Şu Kur'ân hakkı için, Kur'an-ı Hakim perde olmuştur. Ve onun bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur en büyük sed olmuştur. Mesela, Nur'un miralay bir talebesi (yanındaki talebesine hafif sesle Hulusi Bey diye söyler) Urfa'dan Kars'a kadar komünizme karşı bir set çizdi. Nur'larla, Nurdan çıkardığı mev'izelerle, komünizmi durdurdu' diye Şarktaki mebdedeki hizmetinin ehemmiyetini yâd ederdi. Lillahil hamd sonradan başta Urfa olarak Diyarbakır, Erzurum ve Van gibi Şarkın mühim merkezlerinde zuhur eden kahraman şakirtler, sıddık hocalar, bahadır zatlar ve daha binler talebeler, Nur'un fedakâr hadimleri Şarkta, en mühim mevkide, Rus hududunda komünizme karşı büyük hizmetler ifâ ettiler. Sarsılmadılar, geri çekilmediler. Şimdi ise Şarkın her vilayet ve kazasında, binler sadık fedakâr Nur talebeleri, Risale-i Nurun düsturları dairesinde birer Genç Said manasında hizmet-i Nuriyeye devam ediyoralar. "Bölücülüğün karşısında Nur talebeleri" Üstadımız Doğu Üniversitesi için gösterdiği büyük alâkasının semeresini Erzurum Üniversitesi semeredar neticeleriyle çok güzel gösterdi. Ve her tarafa nuranî sümbüller neşrettiği gibi Urfa, Gaziantep, Diyarbakır, Van gibi mümtaz beldeler dahi âlemde külli hizmetlere medar oldular. İlk defa Urfa'da teessüs eden dershane-i Nuriye ve Ceylan, Zübeyir, Abdullah ve Hüsnü gibi Hz. Üstadın gönderdiği talebeler , Şarktaki hizmetin Hulusi Ağabeyden

sonra ilk nüvesini teşkil ettiler. Seyyid Salih de Urfalı olup âlem-i İslâmla irtibat-ı manevide, ehemmiyetli hizmette bulundular. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'ın gayretli ve oralardan çıkan muhterem âlim ve sadık talebeler, Nur'ların o havalide intişarına, inkişafına vesile oldular. Ve Gaziantep'ten çıkan sadık Nur talebe ve hadimleri de Nur dairesinin feyizli çiçekleri hükmünde Anadolu'yu şenlendirdiler. Şimdi de Şarkın her vilâyet ve kazasında ve hatta bazı köylerinde bile Nur dershaneleri bulunmaktadır. Bu arada şu hususu da ehemmiyetle tebarüz ettirmek yerinde olacaktır. Şarkta Risale-i Nur hizmetinin uhrevî, mânevi, îmanî neticesinden başka; millet ve memleketin saadetine, birlik ve beraberliğin teminine de en büyük sebep teşkil ettiği hususu, inkârı imkânsız bir vakıadır, bir gerçektir. Bu mesele, müstakil bir mevzu olarak ele alınıp elbette bir gün bütün haşmetiyle dünya efkâr-ı umumiyesinin nazarına arz edilecektir. Gündüze gece diyecek kadar körleşen bir kısım bedbahtların, Said Nursî ve talebelerine gerçeğin zıddı ithamda bulunanların asılsız yüzlerine, o asılsız isnatlar çarpılacaktır. Heyhat! O ithamlar nerede? Hazret-i Said'in binler külli ve kudsî hizmetlerinden başka, millet ve memleketin bütünlüğüne birlik ve beraberliğine dair bir asır boyunca Risale-i Nur'la ve talebeleriyle yaptıkları müsbet hizmeti nerede? Zaman gösterdi ki, o isnadı yapanların asıl kendileri bölücülük yaptılar, kışkırttılar, körüklediler. Karşılarında yine Nur talebelerini buldular. Evet Şarktaki o bölücü kışkırtmalara karşı iman nuruyla mukabele edenler yine Nur talebeleri

oldular. Neden onlar oldular? Çünkü, Türk, Kürt İslâm’ın kahraman bahadırları ve cihad hizmetinde halis kardeştirler. Bölücülüğü kışkırtanlar ise parçalayıp yutmak isteyen İslâm’ın ezeli düşmanlarıdır. Bu itibarla Şarktaki Nur talebeleri, bu korkunç planı Nur-u imanla gördüler. Türkün ve dolayısıyla İslâm’ın aleyhinde, dehşetli oyuna gelmediler, aldanmadılar. "Üstad konuştuğu kimselerin kabiliyetine göre hitap ederdi" O sene, yani 1950 yazında Üstadımızla beraber Emirdağ'da hayatımızın en mesud günlerini yaşadık. Ziya ve Zübeyir Ağabeyle beraber, Hz. Üstadın evinin karşısında eski bir odada kalıyorduk. Emirdağ'da Çalışkanların dükkânı, bir hizmet merkezi idi. Çalışkanlar hanedanı ise bahtiyar hanedan idi. O zaman Emirdağ'da çok muhterem bir cemaat-ı Nuriye de vardı. Zaten Üstadımız nereye gitse, nerede ikâmet etse böyle nurânî bir cemaat meydana gelirdi. Hz. Üstadın yanına gelenlerle, görüştüğü kimselerle, kabiliyetlerine göre konuşur, hitab ederdi. Bittabii herkes Üstüddan razı ve hoşnut olurdu. Gelenler de ayrı ayrı istidatta insanlardı. Üstadımız bazılarına Risale yazdırırdı. Kaymakam, Savcı v.s. zevatla konuşacak olanlara ona göre vazife verirdi. Üstadımızın teveccüh ettiği, hizmet tevdi ettiği zevat ise, zamanla çok istifade gördüler. Anlayış ve idrak kabiliyetleri

arttı. Evet, Üstadımız, temas ettiği insanların hamiyet damarlarını tahrik eder, bihassa onları bulundukları köy, kasaba, dükkan ve tarlasından başka, dinî, İslâmî hakikatler, Allah, Peygamber hukuku olarak alâkalanacağı daireyi ona telkin ederdi. Herkeste İslâm dinine ait bir hamiyet peyda olur, gelişirdi. İslâmiyet namina, Kur'ân hesabına, vatan millet namına en yüksek makamata, icraatlara nazarlara çevrilir, ya takdir ve tahsin veya tenkit ve tahkir yapılır, bu suretle Allah için muhabbet, Allah için adavet sırrı zahir olurdu. Artık İslâm, o insanın gayesi olur, dünyada iman ve İslâmın teâlisine hasr-ı himmet ederdi. Zaten bu gibi şeyler, insanın dünyaya geliş hikmetleridir. En başta iman olarak ve iman nuruyla bakış esas olmak şartiyle... "Bu asrın Sultân-ı Abdülkadiri Bediüzzaman'dır" Üstadımız yanında iken bir gün, Keçili köyü bağlarında Üstadımızın kaldığı bağ evinin altında idik. Ben muallimlikten ihracımdan dolayı Şura-yı Devlet (Danıştay) nezdinde dava açmıştım. Mahkeme günü geldi. Ankara'ya gidecektim. Arzettim. Bana, müdafaatımda söyleyeceğim bazı şeyleri ifade ettiler. Hatta Haşir bahsine dair İbn-i Sina'dan bahsetti, müdafaatında böyle böyle dersin demişti. Lakin ben fikren ve aklen Üstadımın söylediklerini ihata edemiyordum. Belki şiddet-i muhabbetimden o anda bütün dediklerini anlıyor, zevk ediyordum. Fakat fikren ihata edemiyormuşum. Demek kalb kulağıyla Üstadımı dinliyormuşum. Lillahilhamd, 1954'ten sonraki senelerde

verdiği dersler, ikaz ve ihtarlarla akıl ve fikrimizi açtılar. Bu sahada da tarifi imkansız lütuflara nail oldum. Sonsuz şükürler... O sene, Eylül'den sonra mektepler açılmaya başlama zamanı, beni tekrar Ankara'ya; Ziya'yı İstanbul'a gönderdi. Ankara'da Abdullah, Salih, Ahmed ve Ziya Nur gibi kardeşlerle beraberdik. Ceylan'ı da, Üstadımız, hapisten tahliyeden sonra Urfa'ya göndermişti. Urfa'da 6 ay kaldıktan sonra Emirdağ'a döndü. Üstadımız Ceylan'ı da Ankara'ya gönderdi. Üstadımızın emriyle o sene beraber kaldık. Hatta bir ara Seyyid Salih ile de beraberdik. Seyyid Salih tıbbiyede okuyordu. Fıtratı icabı çok faal ve gayyur idi. Dershanede durmak yerinde, bize göre dış faaliyetlerde bulunurdu. Sonra Üstadımız ona, benim hariciye nazırım' diye iltifatta bulunurdu. Sonra anladık ki, bu daire-i Nuriyede, bu fabrika-i maneviyede her çeşit hizmet erbabına, kabiliyetlere göre ihtiyaç vardı. Ve hizmet, bütün bu ayrı ayrı kabiliyetlerin inkişafına medar oluyordu. Elhamdü lillahi hâzâ min fadli Rabbî... Ankara'da, 1950 sonbaharında Üstadımız, bize Osman Nuri Efendi ile tanışmamızı söyledi. Üstadımız ona mektup göndermişti. O da Üstadımıza o günlerde sık sık mektup gönderiyordu. Bu zat harb-i umumide Alay Müftülüğü yapmış ve harpten sonra da Ankara'da 25 sene Millî Müdafaa Müftülüğünde bulunmuş mübarek bir zattı. Üstadımız ona, Ankara'da Hasan Feyzi yerinde ehl-i kalb bir mübarek zat olarak bakardı. O da Üstadımızı çok takdir ederdi. Devr-i Meşrutiyetten tanımış ve Eski Said'in bütün eserlerini okumuştu. O zatın Hz. Üstad hakkında, çok

üstün takdir hisleri taşıdığını görürdük. Kaç defa işittim, Üstadı soranlara şöyle diyordu: "Bu asrın şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî'si ve Nakşibendî-i Kudsîsi ve Sultan-ı Abdülkadirî'si Bediüzzaman'dır.' Üstadımızı Ankara'ya davet ediyordu. 'Bir hücre yaptırıyorum, mutlaka gel' diye ricada bulundu. Üstadımız sonra, 'Ankara'daki talebelerim o medrese-i Nuriyede benim yerime kalsınlar' diye mektup gönderdi. Emirdağ Lahikası 2. ciltte bu mektup var. "Üstad Millet Partisi'ne iltifat etmezdi" Merhum Osman Nuri Efendinin, Ankara'da çok tanıdıkları vardı. Hatta askerî temyiz reisi Kemal Kalkan Paşa müridlerindenmiş. Denizli beraatının temyizdeki tasdikinde hizmetleri olmuş. Ankara'da sivil ve askerî cenahta çok tanıdıkları vardı. İlk Millet Partisi, Osman Nuri Efendinin evinde 33 kişilik bir heyet tarafından ve tamamen İslâmiyet için çalışmak gayesiyle kurulmuş. CHP karşısında ahrar tâbir ettiği Demokratların bölünmesi için ve dolayısı ile şark-ı şimalîden çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu bölünmelerle ehl-i imanın kuvveti zaafa uğramasıyla, bu vatanı istilâsına meydan vermemek gibi, en önemli bir mesele için Hz. Üstad, Millet Partisi gibi bölünmelere iltifat etmezdi. Onun için kaleme aldığı birkaç yazı ve makalelerinde bu hususu şöyle tesbit etmişti: Millet Partisi ise; eğer ittihad-i İslâmdaki esas olan

İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş, bir millet olsa, o Demokratın mânasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz'î, küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar. Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za'fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hakimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime; 'Velâ tezirû vaziretün vizra uhrâ'dır. Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mesul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ' Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez' diye İslâmiyetin bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes'ele-yi vataniyedir. Ve hakimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir. Madem hakikat budur. Ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve

cazibedar nokta-ı istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve mânevî cazibedar nokta-ı istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi, nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip; tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum. Milliyetçilere gelince; Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, Irkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakiki Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısım da başka milletlerle karışmıştır. O zaman hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkleri ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur'ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını te'min etmeleri için ders veriyorum' dedi. "Ankara'da hükümetle temaslar" Ankara' da, 1950 senesinin son aylarında, okulların ve

üniversitelerin açıldığı zamanlarında kalışımız, biiznillah, hizmete medar oluyordu. Hz. Üstad Ankara'ya çok ehemmiyet veriyordu. Bu aciz, her köyden ayrılışımda Hz. Üstadın hizmetinde, yanında bulunmak, ondan ders ve terbiye almak ümit ve hayaliyle yaşadığım ve huzuruna vardığım halde; on, on beş, yirmi gün bırakıp, Ankara'ya gönderiyordu. Ankara'da, payitaht-ı hükümetteki hizmetin ehemmiyetini ifade buyuruyordu. O zamanda Ankara'da zaman zaman bulunanlar arasında Abdullah, Ceylan, Hüsnü de vardı. Rahmetli Ceylan Urfa'dan gelmişti. Hz. Üstadın emriyle Ankara'da kaldı. Müteaddit dershanelerde beraber kaldık. Bir ara Seyyid Salih, Ziya Nur da beraberdi. Ahmet Atak, Mülkiyede okuyor, evinde kalıyordu. Hüsnü Bayram da Safranbolu'dan gelmiş, hizmet-i Nuriyeye atılmıştı. Demokratların iktidara gelmesiyle üniversite muhitlerinde cüz'i külli hizmetler de başlamıştı. Üniversite mescitlerinde konferanslar veriliyordu. Hep Risale-i Nur'dan ve hizmet-i Nuriyeden bahsediliyordu. Afyon mahkemesi de sona ermediği için temyiz mahkemesi ile Adliye Vekili, Başvekil ve Heyet-i Vekîle ile mecburi temaslar oluyordu. Hazret-i Üstadın o makamlara beyanat ve ihtar mahiyetindeki yazıları vardır. Meb'uslarla bilhassa temaslar oluyordu. Afyon Mebusu Gazi Yiğitbaşı ve Isparta Mebusu Tahsin Tola Risale-i Nur'a ve Nurculara yakından alâkadarlık gösteriyorlardı. "Eskişehir'de neşriyat hizmetleri" Sonra Ticani hadiseleri çıktı. Ceylan'la biz, Adapazarı'na

ve İstanbul'a gittik. Sonra Emirdağ'a geldik. Hazret-i Üstad Ceylan'la beni Eskişehir'e gönderdi. Eskişehir'de Hafız Osman'ın evinde kaldık. Üstadımızın emir ve tavsiyesi üzerine, el-Hüccetü'z-Zehra'yı, yeni ve eskimez harfle teksirle neşrettik. Aynı zamanda İkinci Şua, Hutbe-i Şamiye, Hakikat Çekirdekleri'ni de neşrettik. Hutbe-i Şamiye'yi Üstadımız, Türkçeye tercüme etmişlerdi. Eskişehir'de, görüşmeler ve bilhassa subay ve astsubaylarla temaslar oluyordu. Temaslarımızda mutlaka Nur'lardan imana ve ibadete dair bahisler okunur, mukaddes dinimize dair anlayış ve talimde bulunulurdu. Bir askere, bir muallime, bir subaya veya bir doktora, bir mühendise, imana dair bir bahis okumayı, bir ders yapmayı, kainatta en büyük mesele telakki ederdik. Gerçek de bu idi. Zaten ezelden ebede kadar her şey, bütün zamanlar ve mekânlar, dünya ve ahiret her şeyin sahibi, maliki, mutassarrıfı olan Allah'a imana dair olan zahiren en küçük mesele, hakikatte en büyük ve daimi bir mesele olarak bilmeyi Nur'lardan ders aldığımızdan, imana, Kur'an'a ait en küçük bir mesele, nazarımızda en büyüktür. Ehl-i dünya, Nur talebelerinin, doğrudan uhrevi ve rıza-yı Hakka müteveccih ve dolayısıyle millete, memlekete, emniyet ve asayişe de faydalı, en müessir hizmetlerinde dünyevi, sûri düşünceler zannettiler ve o zanla hapisler, nefiyler, zulümler tevali edip gitti. "Üstad Eskişehir'de" Nihayet 1 Muharrem 1371 günü Hazret-i Üstadımız

bazen Büyük Ceylan dediği Mehmet Çalışkan Ağabey ile Emirdağ'dan Eskişehir'e geldiler. Yıldız Otelinin bir odasına yerleştiler. Çalışkan Mehmet Ağabey, izin isteyip geri döneceği zaman, mübarek Üstad; 'Muhammed! Yüz senelik hizmet yaptınız' diye iltifatta bulundu. Hazret-i Üstadın bu nev'i iltifat gibi görünen kelamları, derinliğine ve yüksekliğine olarak ebede doğru mânâlar taşır. Çünkü, o, bu zamanda hakkın bir tercümanı, hakikatın mübelliği idi. Artık bundan sonra Hazret-i Üstad Emirdağ'da pek kalmadı. Gelip gitti ve irtibatını da kesmediler. Bundan sonra Isparta'ya gidip bir müddet kaldıktan sonra Gençlik Rehberi Mahkemesi münasebetiyle İstanbul'a gitti. Tekrar Emirdağ'a avdet edip 1953 senesi ortasına kadar Emirdağ'da ve bazan Eskişehir'de ikamet edip son yedi senelik hayatını geçirmek üzere Isparta'ya gelmiş ve orada ikamet etmiş. Yanındaki talebe ve hizmetkârlarına Risale-i Nurdan Arabî Mesnevî-i Nuriye ve İşârâtü'l-İcaz'ı ve sonra da Ankara ve İstanbul'da neşredilen Risale-i Nur mecmualarını defalarca ders usulü okuyarak dersler vermiştir. "Üstadın askerlere dersi ve bakışı" O zamanlarda Eskişehir Hava Üssünden subay, astsubay ve askerler Hazret-i Üstadın ziyaretine geliyorlardı. Üstadımız Eskişehir'e ayrı bir ehemmiyet verirdi. Gelen subay ve astsubaylara çok samimi

davranırdı. Risale-i Nur'un maksadını ve hakikatını, kendi gayesini ve hayatından hatıraları anlatırdı. Bilhassa ordunun üzerinde çok dururdu. Asırlar boyunca Kur'an'a hizmet eden ve zemin yüzünde tevhid-i İlahi bayrağını galibane gezdiren ve hak, hakikat nurunu neşreden kahraman ordunun imanlı zabitlerinin her saati, çok saatler ibadet hükmüne geçtiğini ve imanlı bir subayın hizmeti bin hükmünde olduğunu ifade buyuruyorlardı. Ve namazını kılanların, her bir saatinin 10-20-30 saat ibadet hükmüne geçtiğini, askerlik, saatlerinin bakileşip, ebedi neticeler verdiğini vesaire ders verirdi. İman-ı tahkikî kazanmalarını arzu ederdi. 10-20-30 saat demesi, karada, denizde, havada hizmet eden imanlı askerler içindir. Hem anarşiliğe karşı, askerlerin maddi mücahidler olduğunu söylerdi. "Hakiki Türkler zulmetmez" Hazret-i Üstad, iman nuruyla baktığı için Anadoluyu çok severdi. İslâmın ileri karakolu olarak bakardı Türkiye'ye... Ve burada meskûn ahaliye kalbinin tâ derinliğinden şefkat gösterirdi. Türk milletini çok severdi. Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ' ve ' Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum' derdi. Bir gün, Eskişehir'de, Yıldız Otelinin üst katında Hazret-i

Üstadın odasında hizmetindeydik. Bir kuşluk vakti idi. Beş adet jet uçağı otelin üstünden şiddetli ses çıkararak geçtiler. Pencereler de açık idi. Hazret-i Üstad gülümseyerek, 'İnşaallah bunlar bir zaman İslâmiyete büyük hizmetler edecekler' dedi. Ve ilaveten, 'Sungur, askeriyede bir ruh var. O ruh, benimle dosttur. Bilmiyorum, ya o bir kişidir veya cemaattir; sağdır ve ölüdür; velîdir veya kutubdur. Bilmiyorum, fakat bir ruh var ki; o ruh benimle dosttur' diye beyanda bulundular. "Bunlarla iftihar ediyorum" Yine bir gün Isparta'da odasında idik, jet uçakları geçmişti evin üstünden. Gürültülerini duymuştuk. Hazret-i Üstad derinden derine sevinçli bir halde şöyle buyurdu: Ben bunlarla iftihar ediyorum. Benim nev'imin icadı olduğu için, sair kainat kardeşlerime karşı nevimin hesabına iftihar ediyorum.' 1951 sonbaharlarında Eskişehir'de hizmetinde bir müddet bulunduktan sonra Hazret-i Üstad, tekrar beni Ankara'ya gönderdi ve havacılardan Başçavuş Ahmet kardeşi hizmetinde bulundurdu. O zaman Eskişehir'de çok canlı bir cemaat mevcuttu. "Şeyh Hacı Hilmi Efendi" Muttalipli Şeyh Hacı Hilmi Efendi, Hazret-i Üstadımıza yakından alakadardı. Hem o, hem Çalışkan'ların babaları Şeyh Hacı Ali Efendi gibi Konya civarlarında da

Seydişehirli Hacı Abdullah Efendinin mensupları, umumiyetle Nur'a talebe olmuşlardı. Hazret-i Üstad bu merhum büyük veli zatı rahmetle yad ederdi. Ve 'Seydişehirli Hacı Abdullah Efendinin bütün mensupları benimle alâkadardır. Risale-i Nur'a âlakadarlık gösteriyorlar' derdi. Bir gün Hz. Üstad, odanın anahtarını bana vermişti. Kapıyı da onun emriyle kilitlemiştim. Ben dışarıda iken Hacı Hilmi Efendi gelmiş, sonra geri gitmiş. Hz. Üstad, 'Bunda bir hikmet var' dedi. Sonra geri geldi, görüştüler. "Gençlik Rehberi davası için Üstad İstanbul'a geldi" Ben Ankara'ya gittikten bir müddet sonra Hazret-i Üstadımız, Isparta'ya gitmişlerdi. Orada Hüsrev Ağabeyin oturduğu evin üst kısmında bir müddet ikamet buyurduktan sonra, Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a geldiler. Hanımlar Rehberi'ndeki "Hasbihal" ve Nur Âleminin Bir Anahtarı'ndaki mektup o senede bir kısmı Isparta'da, bir kısmı da İstanbul'da neşredilmiştir. İstanbul Mahkemesi ve o sebeple İstanbul'da ikameti, çok hizmetlere medar olmuştur. Kendileri bu husus için, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bir mektubunda şöyle der: Size bütün ruh'u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakiki sadakat ve sarsılmaz

tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nur'un fütuhatları oluyor... Meselâ, Isparta'dan buraya mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki; yalnız bu meselede ve yalnız Rehber'e ait ve yalnız benim sahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete, iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin... Said Nursî.' Gençlik Rehberi Mahkemesi, üniversite talebesi Muhsin Alev'in aynı eseri tab etmesinden dolayı açılmıştı. Hazret-i Üstadın İstanbul'a teşrifleri İstanbul âfakında heyecan ve sürur uyandırdı. Yeni nesil, gençlik arasında büyük bir sevgiyle karşılandı. Nur'ların bundan sonra daha da intişarına, inkişafına, okunmasına ve yayılmasına vesile oldu. İstanbul, çok cihetlerden merkeziyet arzeden bir beldedir. Bilhassa her türlü neşriyatın merkezidir. Elbette Risale-i Nur burada, İstanbul'da, merkezî bir hüviyetle varlığı, neşri, hizmeti, umum Anadolu'ya, dünyaya, Nur'un sesini duyurması noktasından ehemmiyetli idi. Hz. Üstad Ankara, İstanbul, Urfa ve Diyarbakır gibi yerlerle bizzat alakalanmış, kendisine hizmet merkezleri kabul etmiştir. Her birisi merkezi bir mana taşıyordu. Bu itibarladır ki, bu merkezlerde çalışan, hizmet eden Nur talebelerine Hz. Üstad ayrıca önem verirdi.

O zaman İstanbul'da Hz. Üstadın eski talebelerinden çoklar vardı. Ve Denizli hapsinde yatan Van'daki eski talebelerinden Seyyid Şefik Efendi ve Gönenli Mehmet Efendi ve Medresetü'z-zehra erkânlarından Refet Bey ve Hafız Emin gibi talebelerinden çoklar vardı. "Hz. Üstadımız talebelerine metanet bahşeden iltifatlarda bulunurdu" Yeni Said'in, yani Hz. Üstadın artık son hayatının, son hizmet devresinin hâdim ve naşirlerinden de Cenab-ı Hak fedakâr genç Saidleri ihsan buyurmuştu. O zaman İstanbul'da başta Ahmet Aytimur, Ziya, Abdülmuhsin olarak Üzeyir, Galib, Hakkı ve Mehmet Fırıncı gibi genç Saidler hizmet-i Nuriyeyi omuzlamaya başlamışlardı. Sonra Mehmed Emin Birinci de İstanbul'daki hizmete dahil oldu. Hz. Üstadın İstanbul'a gelişleri ile yeni hizmet ve yen bir neşriyat kadrosu da, Rahmet-i İlahiye tarafından ihsan ediliyordu. Lillahilhamd hem İstanbul, hem Ankara, hem Urfa ve Diyarbakır gibi Nur'un hizmet merkezleri meydana gelip kısa bir zamanda her tarafa Nur'un yayılmasına vesile oldular. Hz. Üstadımız muhtelif vesilelerle görüştüğü Nur hadim ve naşirlerine, talebelerine gayret, sabır, metanet bahşeden iltifatlarda bulunurlardı. Üstadımız duaları, teşvik ve terğipleri ise, hizmet edicilere ruh hükmüne geçmiştir. Çünkü onun mübarek nefesi, hayat bahşeden bir tiryak gibi idi. Bakışı da, nazarı

da aynen öyle... İşin aslı zaten, bir ruh-u kudsînin ayrı ayrı teveccühleridir. Üstadımız Ahmet Aytimur'a defaatle; Seni on şeyhülislâm yerinde, on fetva emini Ali Rıza yerinde kabul ediyorum' diye iltifatta bulunurdu. Mehmet Fırıncı'ya da bir gün, İstanbul'un Hüsrev'i demişti. Her bir talebesine böyle iltifatları olur, onlara sarsılmaz bir metanet kaynağı lütfederdi. Ben şimdi hepsini hatırlayamıyorum ve bilemiyorum. Hz. Üstad, görüştüğü ve ziyaretine gelenlere, talebelerine her birisine böylece ayrı ayrı tebrik ve iltifatlarda bulunurdu. "Nur'un en büyük kahramanı" Üstadımızın bu şekil talebelerine iltifatkar sözleri, yabana atılacak (hâşâ) kuru laflar değildir. O mühim zamanlarda, talebelerini azami fedakârlığa sevkeden birer İlâhi tecelli idi onlar... 1958 Ankara mahkemesinde avukatımız olan ve sonra Hz. Üstadın da avukatlığını üzerine alan Bekir Berk'e; Nur'un en büyük kahramanı, Nur'un en büyük kahramanı' vesaire iltifatları, bilâhare 1971 İzmir mahkemesinde Savcı Nureddin Sayer'in Hz. Üstada, Nur'a ve Nurculara çok dehşetli hücumu esnasında, Bekir Berk'in pervasız çıkışı ve Üstadı kahramanca müdafaası gibi sair fedakarane hizmetleri, Hz. Üstadımızın beyanlarını teyit etmiştir. Isparta Mebusu Dr. Tahsin Tola anlatıyor: 1956'dan sonra Risale-i Nur'un resmen neşri gibi

hizmetlerin ifası zamanında, Hz. Üstadı Isparta'da ziyaret etmiştim. Çok iltifatlarda bulundu. Ve ' Hatta aynen yanımdakilerle berabersiniz. Bana öyle deniyor' gibi cümleler mübarek lisanından dökülüyordu.' Bütün bunlar, gerçekte var olan, nefsülemirde mevcut olan, bir kudsi hakikatın tereşşuhatlarıdır. Veya Hz. Üstad öyle kabul ediyor, dua ediyor ve temenni ediyordu. Aslında malum olduğu üzere, Cenab-ı Hakkın nazar-ı takdiri ve kabulü esastır. Ve bu daire hayattar, ruhani, nurani bir dairedir. Herkes ihlasına, sadakat, sebat ve fedakârlığına göre, hakikat âlemine ne aksederse, ona nail olur. Hz. Üstadımızın iltifatları, o hakikatlerin bayanıdır. Veya bir dua-yı manevidir veya bir temennidir veya hayattar bir ricadır. Cenab-ı hak öyle kabul eder, Allahu âlem. O kudsi ruh, ayrı ayrı kabiliyetleri böylece çalıştırmşır, hakikat canibine sevketmiştir. Cenab-ı Haktan bütün Esma-yı Hüsnasını şefâatçı yaparak niyaz edip yalvarıyoruz ki, bizi ihlas-ı etemme nâil buyursun. Sırat-ı müstakimde hak ve hakikat yolunda ve onun bu asırdaki tezahürü Risale-i Nur dairesinde kemal-i sadakat ve metanetle daim yürütsün ve rıza-yı kudsîsine ulaştırsın. Amin, bihürmeti seyyidi'lmürselîn. Malatya hadisesi diye adlandırılan Ahmet Emin Yalman'ın yaralanma hadisesi, dindarlara, milliyetçilere karşı cephe almaya vesile oldu. O sebeple geniş tevkifat başladı. Demokratları iğfal ettiler. Bütün milliyetçi kadroları tasfiyeye, şubelerini kapatmaya başladılar. Ve

bunun neticesi olarak geniş dairede intibaha başlayan milliyetçi, mukaddesatçı cereyan geri çekildi ve Demokratların ileride başını yiyen solculuk gayretleri meydan bulup, fırsat bulup yeniden canlanmaya başladı. İktidar partisinde bulunanlar sağ, sol ikisine de çatmaya başladılar Hz. Üstad Bediüzzaman bu hususta ikazlarda bulundu. Sağa çatmanın sola yardım olacağını ihtar etti. İşte o ikazlardan birisi budur: "Küfür ile iman ortası yoktur" Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi, ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. 'Sağ İslâmiyet, sol komünistlik; ortası da nasraniyet' diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur. ...İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur'an ve îman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını Rahmet-i İlâhiyeden niyaz ve rica ediyoruz... Said Nursî.' "Malatya Hâdisesinin tesirleri"

Malatya Hâdisesinin tepkileri mukaddesatçı muhitte, yani umumiyetle Türk milletinde büyük oldu. Bir tek Ahmet Emin Yalman'a kurşun sıkılması, sanki hükümet siyasetinin ve devlet idaresinin yön değiştirmesine sebep olup 27 yıllık ceberut idareden sonra bir parça nefes alarak varlığını duyurmaya kalkışan milliyetçi, mukaddesatçı, hürriyetçi çevreler, susturulmaya başlandı. Göz dağı verildi. Tevkifler başladı. Ve Başvekilin o malum Gaziantep nutku, Demokrat Parti'de bulunan dindar Demokrat mebusları da hedef alan ve milliyetçi çevrelerde, 180 derece yön değiştiren bir üslûp ve davranış olarak kabul edildi. Zaten idarî iktidardan düşmemiş olan eski zihniyet, Demokrat reislerin bazı desise ve iğfalata, tahrikata kapılarak yaptıkları hareketler ve galeyanları neticesi, tekrar kuvvet buldu. İrtica irtica diye vaveylaya başlayan solcular, dindarlara ve dolayısıyle Demokrat idareye karşı hücuma geçti. "Hakiki irtica nerede ve kimde" O zaman Hz. Üstadın, 'Kardeşlerim! Sizce münasip ise, Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır' başlığı altında kaleme alıp neşrettiği mektubu, dindarlara irtica ithamlarına çok yerinde bir cevaptır. Hz. Üstad bu yazılarıyle hakiki irticanın nereden ve kimde olduğunu ortaya koyuyor. Gönül isterdi ki, Emirdağ Lahikası'ndaki o mektubu, olduğu gibi aynen dercedeyim. Siyasîler, idareciler, ehli maarif herkes okusun da, o zamanlarda

gerçeği haykıran ve az zaman sonra, hadiselerin kendini te'yid ettiği (lisanü'l-hak) Hz. Üstad anlaşılsın. O mektubun mukaddemesinde diyor: Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden, ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden 'Üç Nokta'yı beyan edeceğim: Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir 'irtica ile itham' kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat'iyyen gördüm ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir itham ile ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i îmaniye cihetiyle, değil dini siyasete âlet yapmak; belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla; tâ İslâmiyetin kuvvet-i mâneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim

Avrupa'nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak 'irtica' damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak ikinci noktada beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var... ilâ âhir.' "En büyük ispat" Malatya Hadiselerinin neticeleri Nur dairesinde de görüldü. O zaman Samsun'da Büyük Cihad adiyle haftalık bir gazete çıkıyordu. O zaman Hz. Üstaddan gelen mebuslara, heyet-i vekileye hitaben yazılan bazı yazıları o gazeteye gönderiyorduk. O gazete, Hz. Üstadın bir yazısının başına ve sonuna ilave notlar koyarak neşretmiş, yazının başlığına da 'En büyük ispat' koymuş. Demokratların aleyhine, 'İşte Said Nursi'ye yapılan bu muameleler Demokratların din lehinde olduğunu tekzip ediyor' diye ilâve koyuyor. Bunun üzerine savcılık harekete geçerek. Hz. Üstadın ifadesini almak üzere Emirdağ'a talimat yazmış. Ben o ifade zamanında Emirdağ'da Hz. Üstadın yanında idim. Savcılıkça ifadeye geldiler. Ben baktım ki, bizim Ankara' dan gönderdiğimiz yazı. Hz. Üstadımızın ifadesinde; mebuslara hitaben şekva tarzında yazdığını, Samsun'da Büyük Cihad'a birisinin göndermiş olabileceğini ifade buyurdu. Ama ben de Hz. Üstada demedim, 'Ben gönderdim diye... Bizim gönderdiğimizi manen biliyordu kanaatindeyim.

"Samsun'da açılan dava" Sonra ağır ceza mahkemesine Samsun'da dava açılmış; hem Üstadımız aleyhine, hem gazete müdürü aleyhine... Gazetenin Neşriyat Müdürü Hüseyin Yücel tevkif edilmiş haberini duyduk. Sonra beni tekrar Hz. Üstad Ankara'ya gönderdi. O zaman Hacıbayram yakınlarında tek bir oda tutmuş, orada kalıyordum. Teksirle neşredilen eserleri yeni ve eski isteyenlere veriyorduk. Fakat takibat altında idik. Samsun'da gazete idarehanesinde yapılan aramada bizim mektuplarımız ele geçmekle telgrafla bizim de tevkifimize karar verilmişti. 19 Şubat 1953 günü tevfik edilerek Samsun'a sevkedilmek üzere Ankara Cezaevine gönderildik. Dokuzuncu koğuşta, kule altında, bir aya yakın kaldık. Kule altında komünizmden mahkûm bir öğretmen ve Ticani Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve o zamanda Ticani hadisesini planlayan ve ikinci adam olarak bilinen Kâmil Tunalı ile bir kaç Müslüman vardı. Bir de Mehmet İzzeddin adında Urfalı, meczub, mübarek bir derviş de bulunuyordu. "Ticanî hadisesi ve Pilavoğlu" Yanımda İkinci Şua gibi birkaç risale vardı. Onları yazıp okumakla vakit geçiriyordum. Kemal Pilavoğlu, Hz. Üstad hakkında, daima müsbet kanaat izhar ederdi. Tasavvufî tabirlerden olarak, 'Bekabillah mertebesinin 9. derecesi ki, son derecesidir. Velayetin son hudududur. Said Nursi o mertebededir Gavs-ı Âzam Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri de aynı mertebede idi' diye beyanda bulundu. Bir gün

kendisine İkinci Şua'dan bir miktar okumuştum. Dinledi ve 'Siz, Said Nursi Hazretlerinin tasavvufla alâkası olmadığını söylüyorsunuz Halbuki şu hakikatler bile o zatın kainatta Esma-i İlahiyeyi müşahede ettiğini gösteriyor' demişti. Velhasıl, bu merhum zatla zaman zaman konuşurduk. Kâmil Tunal'dan uzun uzun şikâyet etti. O da karşımızda yatak üzerinde zikir ve cezbe halindeydi. Kemal Beyden ziyade taassup gösterirdi. Kemal Pilavoğlu o neşredilen 'Nur Saçan' imzalı ve heykellerin kırılmasını tavsiye eden mektubu, kendisinin yazmadığını, haberi olmadığını, Kâmil Tunalı'nın yazıp etrafa gönderdiğini, sonra muttali olduğunu ve arada bir kaç hadise zuhur edince kendisini çağırıp ikaz ettiğini, 'Git emniyete teslim ol, kendin yaptığını söyle' dediğini, fakat maalesef aksini yaptığını, 'Ben ona emniyete teslim ol dememişim' gibi daha çok tahribatta bulunduğunu şikavetvâri, acı acı anlatmıştı. Hattâ bir ara, 'Said Nursi'nin takdir edilecek bir hususiyeti de, bizim gibi böyle meczublarla meşgul olmamış, mekteblileri, gençliği irşada çalışmış' diye sitayişle beyanda bulundu. Ve kendisi de tahliyeden sonra mesaisini daha ziyade eser telifine verdi. "Kur'ân-ı hikemiyatını Said Nursî gibi ifade edene rastlamadım" Bir gün Dokuzuncu Koğuşa hapishane savcısı ile bir savcı ve müdür geldiler. Ben Samsun'a gidemediğimden şikâyet ettim. Savcının birisi, 'Ben Hastalar Risalesi'ni okudum. Fazla ilmî bir hüviyet göremedim' dedi. Ben de,

bir de bunu dinleyin diye, İkinci Şua'dan bir miktar heyecanla okudum. Savcılar, 'Bu hakikaten ilmî imiş' dediler. Ve Pilavoğlu'na dönerek; 'Said Nursî hakkında sen ne dersin?' dediler. Kemal Pilavoğlu da' Ben çok tefsir okudum. Fakat Kur'ân'ın hikemiyatını Said Nursi gibi en güzel şekilde ifade edebilene rast gelmedim. Şüphesiz bu hizmeti de garazsız ve ivazsızdır' diye cevapta bulundu. O gün öğleden sonra ayrıldım ve bir gece Ankara'da, nezarette kaldıktan sonra, Jandarma nezaretinde şiddetli soğuk içinde altın bilezikle kelepçeli olarak, otobüsle Samsun'a müteveccihen hareket ettik. Jandarmalar öğle namazı için Çorum'da bilezikleri çıkardılar. Bir daha da takmadılar. Samsun'a vardık. Hüseyin Yücel ile beraberdik. Saf, temiz, haksızlığa karşı alevlenen bir kimse idi. Hemen her gün veya gün aşırı ismi ünlenir, ifadeye çağrılırdı. Büyük Cihad gazetesindeki yazılardan dolayı hakkında sekiz dâva açılmıştı. Mahkemeye çıktığımızda savcı, Hz. Üstadın da Samsun'a gelmesini, celbini talep ediyordu. Her mahkemeden Üstadımıza ait bir rapor geliyordu. Evvelâ Emirdağ'dan, sonra Eskişehir'den heyet-i sıhhiyeden hasta olduğuna dair rapor geldi. Savcı, tam teşekküllü hastahaneden gelmeyince kabul etmedi. Ve nihayet, İstanbul Gureba Hastahanesi'nden ne havadan, ne karadan, ne de denizden Samsun'a gelemez diye rapor verilmişti. Bu rapor mahkemede okundu. Savcı, 'Madem gelmiş, Samsun'a da gelebilir' dedi. Fakat mahkeme kabul etmedi. Hattâ savcının eline Afyon müdafaası geçmiş, reise uzatarak, 'Efendim, bakınız,

Mehdîlikten bahsediyor' diye, güya delil ibraz ediyor gibi Afyon müdafaasını reise uzattı. Reis, 'Bu mahkeme müdafaası, bundan suç mu çıkaralım?' diye önüne geri fırlattı. "Radyodan dinlediğimiz Kur'ân büyük teselli vermişti" Bizim mahkememiz 4 ay kadar sürdü ve neticede 18 aya mahkûm edildik. Beraatımızı beklerken, bu mahkûmiyet kararını dinlerken, ani bir sıkıntıyı müteakip, demek Nur'un yardımı ve Üstadımın himmeti yetişti ki, o ani sıkıntıya mukabil, değil bu 18 ay, bir gün ömrümüzün dahi sona ereceğini tahattur edip, neticede sürur, neşe ve saadete inkılap edeceğini hatıra getirip, keder yerine sevinç ve beşaret haleti hakim oldu. Ve tebessümle heyet-i hâkimiye mukabelede bulunduk. Samsun cezaevine geldiğimizin ilk cuma sabahı, hapishanede, radyodan Kur'andan okunan âyetler, bize büyük teselli ve inşirah vermişti. O sabah Sure-i Tevbeden 19. âyetten başlanarak okunmuştu. Âyetlerin mealini uzaktan uzağa ber nebze anlıyordum. O müjde-i İlâhi, bana bir tevafuk gibi gelmişti. Artık hapishanede günlerimiz geçmeye başladı. Hamdolsun Nur'lar imdadımıza yetişmişti. Bafra'nın kahraman Nurcuları başta Muammer Efendi olmak üzere, hem maddî, hem manevî ihtiyaçlarımızı temin ediyorlardı. Haftada bir veya iki gün görüşmeye gelirlerdi. O zaman

Bafra'da Nur'a bağlı bir cemaat vardı. Bilâhare Üstadımız Bafra'yı, Emirdağ, Barla, Eflâni gibi bir Mederese-i Nuriye olarak kabul ettiğini bayan buyurmuşlardı. O Muammer Efendi çok fedakâr, müstakim ve hem de mübarek bir zattı. Merhum Reşatla beraber, Hz. Üstadımızı ziyarete gidip Bafra'dan, Isparta'ya nakl-i mekân edeceklerini söylemişler, fakat Hz. Üstadımız kabul etmeyip geri çevirmiş. 'Âlem-i İslâm ülkesinin şimal ucunda küfr-ü mutlaka karşı mukabil durunuz' diye. Bunlar Risale-i Nur'ları İnebolu'dan elde etmişler. Üstadımızın, Küçük İbrahim dediği mübarek talebesi İbrahim Fakazlı ile muhabere ediyorlardı. "Küçük Isparta ( İnebolu)'nın kahramanları" Malûm, Hz. Nur Üstadımız, İnebolu'yu, 'Küçük Isparta' olarak yad etmişlerdi. 'Kastamonu' da sekiz senelik ikametimizi neticesiz bırakmayan' diye yazıyordu mektubunda. Sonra Eflani, Safranbolu'yu da aynı mânâ ile yad ettiler. 'Kastamonu'daki sekiz sene ikametimizi akîm bırakmayan Safranbolu, Eflani' diye yada ettiler. İnebolu, Anadolunun şimalinde, bir cihette de İslâm âleminin şimal hudududur. Herhalde bu noktadan da ehemmiyetlidir. Nitekim merhum Nazif Çelebi'ye yazdığı bir mektubunda Hz. Üstad, 'Nazif Çelebi, o mühim mevkide, Âlem-i İslâmın şimal hududunda hizmet-i imaniyenin bir kutbudur' diye beyanda bulunmuştu. Ve yine Nazif ve arkadaşları için 'Küçük Isparta (İnebolu) kahramanları' diye bahsetmişti. Hem İnebolu'nun, şimal

hududundaki İslâmî hizmetlerin, bilhassa Risale-i Nur neşriyatının ehemmiyetini belirtiyor, hem de hizmet-i imaniyenin kudsiyetini tebarüz ettiriyordu. Tasavvuf kitaplarında bahsedilen 'Ehl-i velayetin reisi olan kutuplar' gibi; demek hizmet-i imaniyenin de kutupları olurmuş. "Seni o yazıların kurtardı" Samsun'da Cenab-ı Hakka şükür, bize isnat edilen suç, Said Nursi'ye nüfuz temin etmekti. O hususta müdafaalarımız oldu. Hz. Üstad o müdafaa ve yazılarımız için bir gün Isparta'da ders esnasında, 'Bunu, Üstadı için propaganda yapıyorsun diye hapse atıyorlar. Bu da tam aksine daha şiddetle karşılarına çıkıp elli misliyle mukabele ediyor' diye iltifat etti. Ve ilaveten, 'İşte seni o yazıların kurtardı' dedi. Yani, 'Sana isnat edilen Risale-i Nur'u ve Müellifini methedip propaganda yapıyorsun isnadına karşı, elli misli mukabele etmekliğin kurtardı' diyordu. Hz. Üstad bütün o müdafaa ve hapisler hakkında yazdığımız yazıları neşrettiler. İnebolu teksirle neşretti, fakat nüshaları elde yoktur. Samsun Cezaevinde 11 ay yattıktan sonra, mahkeme-i temyizin lehimizde kararı bozması üzerine cereyan eden duruşmada, Reis Hakkı Çağırankaya beraat ve tahliyemize karar vermişti. Tahliye edildik, fakat yazı müdürü Hüseyin Yücel içeride kaldı. Hz. Üstadımızla ayrı bir davası daha vardı. Hz. Üstadımızın yazılarını neşrettiği için... Ve daha da mahkemeleri vardı. Tahliyemden sonra Isparta'ya dönüşümde Hz.Üstad, Hüseyin Yücel için şöyle

buyurmuştu: 'Ben onunla, onun ruhuyla anlaşma yaptım. Onun hapisteki her bir saatini, bir ay Risale yazmış gibi kabul ettim.' Hüseyin Yücel toplam 22 ay yattı. Neticede, mahkeme, Hz.Üstadımıza beraat kararı vermişti. Büyük Cihad davası da Samsun'da böylece sona ermiş oldu. Meyve Risalesi'nden mülhem bir büroşür meydana getirdim. Hz. Üstada gönderdim. Hz. Üstadımız, Isparta'da el yazısı ile 50-60 nüsha yazdırmışlar. "Üstadın bizim çocuklarla alakası" Tahliyeyi müteakip bir ay kadar köyde kaldım. Ve tekrar Isparta'ya gittim. Gerçekte gönderildim dense daha uygun olsa gerek. İstihdam-ı İlahi idi bunlar. O Aziz Nur Üstadın himmetiydi. Hangisini yazsak, dile getirsek, bilmem ki... Yazdıklarımız yazılamayanların yanında çok cüz'i kalır. Benim bunca hapisten sonra tekrar Isparta'ya gitmem, elbette büyük bir lütf-u İlâhi iledir. Ben hapiste iken Hz.Nur Üstadın bir bayram arifesinde ruhen köydeki evimize kadar teşrifleri, rüyaya benzer, fakat yakaza halinde iken şefkatli okşamaları ile bizim çocuklara, 'Merak etmeyin, merak etmeyin. Biz hep biriz, hep beraberiz' deyip kapıdan çıkmaları ve arkasından koştuklarında Üstadı görememeleri gibi garip ahvalleri, o ağır şartlar altında çocuklarımıza tam teselli hükmüne geçmiş. Ve fedakârlıklarına vesile oluyordu. Zaten Eskişehir'de ziyarette de iltifatta bulunmuşlardı. Kaç defa

bana da 'Sen, Allaha şükret' derdi. Ve 'Senin hizmetine çocukların anası(yani haremin) şeriktir' diye beyanda bulunurdu. Hz. Üstadımız birkaç kere bana, 'Sen hiç merak etme, ben senin çocuklarına bakacağım' demişti. Lillahi'l-hamd, bu günlere geldik. Hülâsa: Hepimiz bir sevk-i gaybinin, istihdam-ı Rabbanînin hükmü altındaydık ki, nice manialar atlanıp gidiyordu. Üstadımız, Allah razı olsun, ailece saadetimizin de vesilesidir ve medar-ı sürurumuzdur. Gerçi sırr-ı imtihan neticesi çok zorluklar, nice haletler geldi geçti. Bunlar da bu kudsî hizmetin, yüce dâvanın şanı imiş. Sabretmek; sâbirîn şerefine ermek... Bu da ayrı bir rıza ve makbuliyet dairesidir. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle cümlemizi nail kılsın. "Bediüzzaman'ın Rus polisiyle muhaveresi" Sırası gelmişken şunu da arzedeyim: Üstadım çok defa ben hapiste iken, bu hakir talebesi için, 'Onu Tiflis'e göndereceğim' dermiş. Malum Tarihçe-i Hayat'ta, Hz. Üstadımızın Rus polisiyle bir muhaveresi var. Şöyle ki: Tiflis'te, Şeyh San'an tepesine çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar: Niye böyle dikkat ediyorsun? Bediüzzaman der: Medresemin plânını yapıyorum.'

O der: Nerelisin?' Bediüzzaman: Bitlisliyim.' Rus polisi: Bu Tiflis'tir!' Bediüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeştir.' Rus polisi: Ne demek?' Bediüzzaman: Asya'da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.' Rus polisi: İslâm parça parça olmuş.' Bediüzzaman: Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor, Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim

ediyorlar. İlâ âhir... Yahu, şu asilzade evlad, şehadetnamelerini aldıktan sonra herbiri bir kıta başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. ' (Hikmet-i ezeliye sırrı, Hutbe-i Şamiye'de yarım bürhanda izah ediliyor.) Askerliğimde de kur'a Samsun'a çıkmıştı. Ve bir sene Samsun'da Toraman tepesinde askerlik yaptık. Ve oradan dönüşümüzden sonra Hz. Üstad, Samsun'a gidişlerimi Rus hududuna, Tiflis'e gidişim olarak beyan etmişlerdi. Samsun'da askerliğimiz müddetinde Isparta'yla muhabere ederek, Küçük Sözler'i, Divan-ı Harb-i Örfi'yi ve bir kitabı daha matbaada basmak nasip oldu. "Ankara'daki Nur hizmeti" Eflâni'de bir ay kalıp Ankara'ya uğrayarak Isparta'ya geldim. Ankara'ya geldiğimde Hz. Üstad, Ceylan'ı bir hizmet için göndermiş ve 'Sungur'la beraber gelirsiniz' demiş. Ankara'ya geldiğimde Atıf Ural başta olarak fedakâr gençler hizmet-i Nuriyede idiler. Gerçi Risaleler umumiyetle hatt-ı Kur'an ile olmakla beraber, teksirle basılmaya başlanmıştı. Âsâ-yı Musa, Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve son küçük risalelerden epeyce vardı. Ankara Üniversite Mescidinde verilen konferans gibi Nurlar ve mahiyeti hakkında eserler de vardı. Dershanede kalan

kardeşler, hem birbirleriyle ders yaparlar, hem tanışmak görüşmek gibi vesilelerden istifade ile Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman, gayesi ve maksadı, mahkemeler, vesair Nur'a ait işler, hizmetler hususunda sohbetler yapardı. O zaman Ankara'da, merkez-i payitaht-ı hükümette, Risale-i Nur'ların neşri ve dersi, en büyük hizmetti. Nitekim, çekirdek-misal o hizmetler, biiznillah kısa bir zaman sonra dal budak saldı, âlem-i İslâmi sevindirdi. Risale-i Nur'un, Kur'an'ın nurlu bir tefsiri olarak, müellifi olan Hz. Said'in bir İslâm fedaisi olarak hizmette bulunmaları ve böylece bilinmesi, var olan bir gerçeğin idraki ve anlaşılması demektir. Bu zamanda samimî uhuvvet ve muhabbetle iman ve Kur'an yolunda birbirine bağlı bir cemaate dayanmak, istinat etmek, elbette en büyük bir kuvve-i maneviyedir. "Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil" Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil, şahis ne kadar dâhi ve hatta yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olamazsa, bir cemaatin şahs-ı manevisine karşı mağluptur.' Hz. Üstadımızın bu beyanından, fert olarak, cemaat olarak alacağımız hisseler vardır. Bu zamanda Risale-i Nur, asrın idrakine hitap eder Kur'anî bir derstir. Bütün imanî ve Kur'anî mes'eleleri mâkûl ve müdellel şekilde ispat ve izah etmektedir. Kitap olarak, eser olarak, gerçek böyle olmakla

beraber, hayattar bir şahs-ı manevînin, mütesanid bir heyetin mevcudiyeti de, müminlere aynı zamanda nokta-i istinat teşkil eder. Amerika'ya giden bir Nur talebesinin fevkalâde bir hizmet şevki ve anlayışı ve faaliyeti içinde olduğunu gören birisi, gözüne inanmıyor, duyduklarından havaya uçacak sanki... Sen orada nasıl boğulmadın böyle sağlam kaldın? Söyle, rica ederim' diyor. O genç talebe, 'Biz bir hizmet grubuyuz' diye kısaca ifadede bulunmuş. Dememiş: 'Biz Nur cemaatındanız. Risale-i Nur denilen bir hakikat-ı Kur'aniye dersi ve dairesi içindeyiz.' "Bu zamanda farzları yapan, kebairleri terkeden kurtulur" Evet, mütesanid bir heyet, bir cemaat halinde bulunuşları Nur Talebelerinin, hem birbirlerine kuvvet ve müeyyid oluyor, hem geniş dairedeki ehl-i iman cemaatına nokta-i istinad oluyor. Şirket-i maneviye var. İştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla birbirine manen, ruhen yardım var. İşte bu gibi çok sebepler tahtında, âhirzaman hadisatı dediğimiz son asırların bu en müdhiş dalâlet cereyanları karşısında Kur'an nuru etrafında toplanmak, o şahs-ı manevîye dayanmak, elbette ferdî ve içtimaî hayatımızın istikametle devamı için elzem ve zarurî bir keyfiyettir. Müteselsil bu kadar tehacüme karşı Nur talebeleri, elbette bu sır ile dayandılar, geri çekilmediler. Avrupa ve

Amerika'ya gittiği zaman o Nur talebesi, hizmeti esas aldı, Nur'ları okumayı terk etmedi. Ruhî ve kalbî gıdasını elde etmeyi, Nur'un manevi havası içinde kalabilmeyi kendine şart kabul etti. Üstadın; Bu zamanda farzları yapan, kebairleri terkeden kurtulur' sözünü unutmadı. Ama bunun için, Nur'un manevi havası dediğimiz Nur dairesinde, Âl-i Beyt-i Nebevînin Silsile-i Nuranîsinin tezahürü olan bu hakikat-i Kur'âniye dairesinde kalabilmek, teneffüs edebilmek için, alakasını devam ettirdi. Çünkü, alaka manevî irtibattır. Birbirine dualarıyla, lisanlarıyla, kalemleriyle yardım eden müttehid bir cemaat-i Nuraniye ile omuz omuza, yan yana beraber olabilmek.. Nur'un tercümanı öyle demiyor mu? İşte: Aziz, gayretli, ciddi, hakikatli, halis, dirayetli kardeşim. Bizim gibi hakikat ve ahiret kardeşlerin sohbetlerine, ünsiyetlerine ihtilaf-ı zaman ve mekan bir mani teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri ahirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar birbirinin aynı hükmündedirler. Ben sizi, yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda, günde müteaddit defalar görüyorum. Ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu biçare kardeşinizi, Risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i

hakikatin sohbetine zaman ve mekan mani olmaz; manevî radyo hükmünde birir şarkta, bir garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur'âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.' Demek bu dehşetli zamanda, asrın bu dehşetine göre Rahman ve Rahîm isimlerinin tecellisiyle Kur'an'dan bir nur, bir hakikat dairesi ihsan edilmiş bulunuyor. Rahman ve Rahîm ile beraber, bilhassa ism-i Hakîm de azamî derecede Risale-i Nur'da tecelli etmiş. Nur Müellifî, tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkatı, Hakîm ism-i şerifinin nuriyle keşfettiğini Nur'larda söylemektedir. Bu zamanda felsefe-i tabiye ile akıllar yaralandığı için veya efkar dağıldığı için, Risale-i Nur, akıl ve kalbin imtizaciyle gidiyor. Bu hususta el-Hüccetü'z-Zehra'nın başında muazzez Müellif şöyle demektedir: Bu ders zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Hem benim tefekkürî hayatımın, hem Nur'un tahkiki hayat-ı maneviyesinin ilmelyakin, aynelyakin ittihadından çıkan bir meyve-i imaniye ve firdevsî bir semere-i Kur'âniyedir.' Burada, hem Nur'ların mahiyetine, hem de Nur talebeleri arasında mevcut kardeşliğin kuru birşey olmadığına, hülasaten, cadde-i kübra-yı Kur'âniye olduğuna işaret vardır. "Nur Âleminin Bir Anahtarı" hava unsurundaki kudret mucizelerine derstir

Üstadımızın 1952 senesinde, İstanbul seyahtları zamanında, Isparta'da ve İstanbul'da te'lif ettiği Nur Âleminin Bir Anahtarı diye küçük bir risalesi hava unsurundaki kudretin macizelerine dair öyle bir derstir ki; daha misli yazılmamış. Radyoyu ele alarak, hava dalgalarındaki seslerin titreşimlerinde görünen mucize keyfiyetini aynelyakin, hatta hakkalyakin keşfettiğini beyan etmektedir. Ve 'Hareket-i fikriye ile seyahatimde, hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalâa ederken bu mücmel hakikatı, tam vâzıh ve mufassal, aynelyakin müşahade ettim.' der. Burada yalnız kalben, keşfen değil; fikren, aklen mütalâasından bahsediyor. Ve 'Yalnız maddi cihetinde, bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyede, hava sahifesinin mütalâasıyla ani bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhitte, meslek-i imaniyenin hadsiz derecede kolay ve vücub derecesinde suhuletli bulunmasını; ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni, binler muhal bulunduğunu müşahade ettim. 'Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim' diye başında söylüyor. Risalelerde umumiyetle, iman hakikatlarının izah ve ispatında; kâinat erkânından, nebatat, hayvanat, dağ, taş, deniz, bulut, yağmur, güneş, ay, arı ve semadan delil getirirken, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bu mektuplarında ise, bu defa hava unsurundan bahsediyor. Işık unsurundan, elektirikten bahsediyor. Bu bahislerin ehemmiyeti için bir yerde diyor: Evvelen: Çok emarelerle kat'i kanaatım gelmiş ki, gizli dinsizler, resmi bazı memurları aldatıp, Nur'un mahrem

büyük risaleleri içinde yalnız Rehber'i musırrane medar-ı itham tutmalarının ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber'deki 'Hüve Nüktesi' olduğunu kat' iyyen bildim. Çünkü; bu Hüvenin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat'i ve bedihi bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir şüphe ve vesvese bırakmıyor. Gizli dinsizler, buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmi yasak ile sed çekmek için çalıştılar. Bu 'Hüve Nüktesi'nin bir gün evvel Medresetü'z-Zehra erkânlarına bir ders nevinde söylediğim çok noktalarından yalnız Üç Nokta'sını sizlere beyan ediyorum... İlâhir.' "Hz. Üstadın en büyük gayesi, küfr-ü mutlakı kırmaktır" Evet, Hz. Üstadın, evvelâ, en büyük gayesi; küfr-ü mutlakı kırmaktır. Mutlak dinsizliğe sed çekmektir. Küfr-ü mutlak dediği, peygamberlere ve Allah'a inanmayan, hiçbir mukaddesat tanımayan cereyandır ki, bu asırda komünizm cereyanı olarak meydana çıkmıştı. Üstad Said Nursi Hazretleri bu cereyanın, maddi kuvvetle değil, manevi kuvvetle, manevi tahribatla, maneviyat-ı kalbiyeyi yıkmakla ifsad etmekle yayıldığını, te' sirini gösterdiğini beyan edip ona karşı manevi tamiratla, kalblerin ıslahı ile, iman Nur'larını güneş gibi ispat edip ders vermekle mukabele edileceğini ihtar ediyor. O ihtarlardan birisi budur: Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevi bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevi belâyı defetmek

için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannedirim. O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyanlık dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevi istilâsına mukabil Risale-i Nur, sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir. İkincisi: Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisene karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş, diye kalbime ihtar edildi. "Vatanperver siyasîler, Risale-i Nur'u neşretmeleri lazımdır" Ben, dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa'da istilâkârâne hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal'a olduğu gibi Alem-i İslâmın ve Asya kıtasının hâl-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur'âniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasileri, süratle Risale-i Nur'u tab'ettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsunlar.' Hz. Üstad, Nur'ların resmen neşrini bu noktadan, masum milyonlar nesiller, vatan evlâdları, dinsizlik cereyanlarından korunması için resmen neşrini istedi. Ne kadar çırpındı durdu... Dinsizlik cereyanını düşünen kim?

Şark-ı şimâliden çıkan dehşetli ejderhayı nazara alan kim? Tâ bıçak kemiğe dayandı da bir parça intibaha geldiler. Her ne ise... İşte Nur Üstad, 1946'larda, bir millet ve memleket için en büyük tehlikeyi görüyor, yerinde keşfediyor, ona karşı en müessir silâhı da, manevi atom bombası olarak gösteriyor, hattâ ellerine veriyor. 'Haydi bunu istimal edin' diyor. Ve kendisi o aleyhindeki ithamlara bakmayarak, gelecek nesiller için, gençlik için, vatan millet için o büyük çabasını gösteriyor. Ve bir mektubunda bunu açıkça ilan ediyor: Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur'la mahkemelerin hâkimleriyle bir hasbihaldir.

alakadar

Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü; Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbet toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selamet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar etmemek gerektir ilâhir...' "Risale-i vazifesidir"

Nur'ları

neşretmek

Diyanet'in

1950'de Afyon'dan tahliyeden sonra dahi Diyanet İşleri

Reisi Ahmed Hamdi Akseki'ye yazdığı mektubunda Nur'ların resmen neşrini taleb etmişti ve izin vermişti. İki takım el yazma ve teksir hatt-ı Kur'ân ile yazılmış Nur mecmualarını Ankara'ya benimle göndermişti. Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin şubelerine vermek için; mümkünse eski huruf, değilse yeni harf ile has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin şubelerine yirmi-otuz tane teksir edilsin. Çünkü, harici dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir. Mâdem Nur Risaleleri medrese malıdır, siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şâkirdlerisiniz, onlar sizin hakiki malınızdır. Münasib görmediğiniz risaleyi şimdilik neşrini geri bırakırsınız' diye beyanda bulundular. Şimdi biz de arzetmek isteriz ki: Diyanet dairesi, neden kendi öz malına sahip çıkmaz? Gerçi çok mensupları ruh-u canla sahip çıktılar. Medar-ı iftihar hoca efendilerimiz ve Nur'un birer kahramanı Erzurum'da, İzmir'de, Akhisar'da, Antakya'da, Urfa'da, İstanbul'da ve her yerde çoklar var. Allah razı olsun. Yeni nesillerin, gençliğin imdadına koştular. Temennimiz Diyanetin de, Maarifin de resmen sahip çıkmasıdır. "İslâm âleminde bu çeşit ders, izah ve ispat görmedim" Birgün

1962'de,

İstanbul'da

bir

grup

üniversite

talebesiyle, rahmetli Ali Fuat Başgil'i evinde ziyaretle 'Hüve Nüktesi' diye adlandırılan hava zerrelerindeki İlâhî kudretin tecellisene dair bahsi okuduk. Çok derin efkâra daldı ve hayretler içinde, 'İslâm âleminde bu çeşit ders, izah ve ispat ile tevhid dersi veren bir yazı şimdiye kadar görmedim okumadım. Eğer bu, gayet kuvvetli bir tercüme ile İngilizceye çevrilse ve radyolardan okunsa, on binlerce ecnebi derhal Müslüman olur' diye beyanda bulundu. Hakikatın büyüklüğü, bu yazdıklarımızın binler derece fevkinde iken; daha bu devlet, bu hükûmet, kendi öz varlığına, öz malına neden sahip çıkmıyor diye insan üzülüyor. Yani, bu hakikatlar, Said Nursi'den çıktığı için mi ele alınmıyor? İlmin, gerçeğin hududu olur mu? Ya şu bizim muhterem ve cidden ihtiram gösterdiğimiz Diyanet Dairemize ne demeli? Maarif Dairemize ne söylemeli? Bilmem ki? Bediüzzaman, 'Bunlar, benim malım değil, Kur'an'ındır' diyor. 'Kur'andan tereşşüh etmiştir' diye uzun beyanları var. Bu beyanlara işaret etmekten maksadım; Nur'lara Said'in malı diye bakıp uzak kalmamaları ve istifadeye sed çekilmemesidir. Müellif kendi itiraf ediyor. 'Meziyet Kur'an'ındır' diyor. 'Benim de bir hissem var, tercümanlıktır, birinci muhatap ben oldum. Hep beraber bu edviyeyi Kur'aniyeye sahip çıkalım, dinsizliğin önüne sed çekelim' diyor... Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniyeden sözülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen böyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben faniyim, gideceğim, elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle

bağlanmamak gerekir ve bağlanmamlı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette semâ-yı Kur'ânın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta ve tenkidâta medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı...' "Risaleler, benim değil, Kur'ân'ın malıdır" ... O hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime maletmek, hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur'ân'ın malı olarak Kur'ân'ın reşahat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz! İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim ' diye def'alarca ifade ediyor. 'Bu Nur'a sahip çıkın, gençliğinize, nesillerinize ulaştırın' diyor. Reis-i Cumhur'a ve Başvekile yazdığı mektuplarında hep bu hakikatı terennüm ediyor; Evvelâ: Küfr-ü mutlak cereyanına karşı durulmasına ve buna en müessir çareyi gösteriyor ve diyor: Komünistin mânevi tahribatına karşı şimdiye kadar Rus'un, Amerika ve İngilize karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin mukteza iken, o tecavüzü durduran şüphesiz hakaik-ı Kur'aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur'âniye ve imâniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir

Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur'âni yapılması lâzım ve elzemdir. Çünkü dinsizlik; Rus'u, şimdiye kadar yarı Çin'i ve yarı Avrupa'yı istila ettiği halda, bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren hakaik-i imaniye ve Kur'âniyedir. Yoksa Rusların tahribat nev'inden mânevî kuvvetlerine karşı, adliyenin birden birine maddi ceza vermesiyle, serserilere ve fakirlere zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını peşkeş çeken ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa'nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı ancak ve ancak mânevî bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur'âniye ve imâniye atom bombası olup, o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddi ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilemez. Onun için dindar milletvekilleri, bu tâcili lâzım gelen hakikatı, te'hir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi; bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.' "Dinsiz bir millet yaşayamaz, Rus da dinsiz kalamaz" İki dehşetli harb-ı umuminin neticesinde de beşerde hâsıl olan bir intibah-ı kavi ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat'iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve

delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'an ile bir musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur'ana kılıç çekemez' diye, ta 1950'lerde ihtarda bulunuyor. "Bu arada 1952 Gençlik Rehberi davasında Hz.Üstadımıza ait latif bir muhavereyi bizzat Hayrullah Lim'den dinlemiştim, onu nakletmek isterim, şöyle: İstanbul Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a giden ve Ankara'da bir müddet beraber kaldığımız Konyalı Hayrullah Lim kardeşimiz, İstanbul dönüşü bir hâtırasını şöyle naklediyor: Mahkeme günü o muazzam kalabalıkta Hz. Üstadı salona götürmek üzere iki kişi koluna girdik. O zaman mahkeme salonu, şimdiki büyük postahanenin üst katında idi. Merdivenler, her taraf Üstadı göreceğiz ümid ve şevki ile yanan, kaynayan bir gençlik kitlesiyle ve polislerle dolu idi. Hz. Üstadın yanında ve koltuğunda beraber yürümekteki sevincime, heyecanıma zaten hudut yok. O sırada merdivenleri çıkıp dış salonlardaki muhteşem kalabalığı ve kaynaşan cemaatı görünce Hz. Üstad, gayet sakin sanki hiç kimse yokmuş haleti içinde bana: Hayrullah! Bunlar kim?' Ben heyecanla ve şevkli, titrek sesimle: Üstadım! Bunlar üniversite talebeleri... Peki ne için gelmişler?'

Üstadım sizin mahkemeniz için...' dedim. Ve cevaben gayet derinden gelen bir sada ile: Acaaiib! buyurdular. Ben Hz. Üstadın bu haletine çok taaccüb ettim ve şaştım. Ben nerede ise heyecandan bayılacaktım. Baktım Üstad hiç oralı değil, orada kimse yokmuş sanki...' Hz. Üstadın bu haline bizzat aynı mahkemede müdafaasını yapan avukat Abdurrahman Şeref Laç şöyle dile getiriyor: Bir Müslüman, ak saçlı bir Müslüman. Saçını, başını ve yaşını bütün ömrü boyunca nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah'ın nuriyle yıkanmış, tertemiz ve bembeyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in'am-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salâh ve hakikî saadeti için vakfetmiş; emr-i İlâhî olan ruhunu, feleğin hakikî mâliki Allah'a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş; bina-yı Sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün 'Demokrasi vardır' denilen bir gün kalkıyor, yalnız 'Allah' diyor, 'Kitap' diyor, 'Resûl' diyor ve gençliğe, 'Dikkat' diyor. Der demez arkasından savcı (Dâvâyı açan savcı) yapışıyor. Gel buraya... Suç işledin!' diyor. Ve âfâkı kapkara bir zulmet kaplamıştır. Fakat, bakın şu asil ve necip ihtiyar Müslümana! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil,

vahdettedir. Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bifüturdur. Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa safhasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır. Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalbetmiştir. Kanı çekilmiş, damarlarında kan yerine feyz-i hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı bu Müslümanı kolundan yakalamış hapse sürüklemektedir.' "Bediüzzaman, Maarif ve Diyanetin Risale-i Nur'u neşrini zaruri görüyordu" Daha önce de arzettiğim gibi Hz. Üstad, Ankara'ya, merkez-i hükümet olması hasebiyle çok ehemmiyet veriyordu. Orada Nur'ların neşri, derslerin devamı umum memleket sathına tesir edecek bir kıymet ve vüs'atı haizdi. Bizi o merkeze gönderirken, maarif ve diyanet dairelerinin Nur'lara sahip çıkmalarını arz ediyordu. Bana yazdırıp imzasını kendi mübarek eliyle attığı şu gelecek mektubu, o iki dairenin ileride inşaallah Nur'a tam sahip çıkacağının bir parlak beşareti ve ümidi telâkki ediyoruz. Bu millet, bu vatanın saadet-i dünyevî ve uhreviyesine maarif ve diyanet vasıtasiyle çalışan zatlara beyan ediyorum ki' diye başlayan ve Hz. Üstadımızın 'Eddâi Said Nursi' kendi mübarek dest-i hattiye imza ettikleri yazı maalesef gazetede neşredilmeyip ortadan kaybolmuştur. Bu yazıda Hz. Üstadımız, maarif ve diyanet dairelerini zikrederek bu iki dairede Risâle-i Nur'un ele alınmasını,

neşrini zaruri görmekte ve bu hakîr talebesini, o iki dairelerde Nur'ların kabulü ve neşri için gönderdiğini beyan buyurmaktadırlar. Filvâki o zamandan, Hz. Üstadımızın o teveccüh, o himmet ve nazarlarından pek kısa bir müddetten sonra o iki dairede, maarif ve diyanet dairelerinde Nurlar parlamıştır. 1956'da o iki daire mensuplarının beraberliği ile Risâle-i Nur'lar Ankara'da, merkez-i pay-ı taht-ı hükümette mecmualar halinde matbaalarda tab edilmeye başlanmış ve devam edegelmiştir. Ve Nur dersaneleri ile Ankara ve İstanbul ve Anadolu, baştan başa bir Nur-u Kur'an dershanesi olmuştur. Ezelden ebede kadar bütün mahlukat sayısınca Rahmanü'r-Rahim Halıkımıza şükürler ve hamd ü senalar olsun. Yâni: 'Eddâi Said Nursi' imzası ile Hz. Üstadımızın duaları, rahmet-i İlahiyece kabul edilmiştir. Emirdağ Lahikas'ında yer alan mektup bu hakikatın bir ifadesidir... Ankara'da Nur'lara çalışan gençlere Hz. Üstadımızın o zamanda gönderdiği mektuplardan birisi: "Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir" Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur'un genç kahramanları Evvelâ; Ruh-u canımızda sizi Ankara gibi yerde harika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz. Hakikaten

ümidimizin fevkinde ehl-i maarif ve mektepliler kısmında çok ehemmiyetli bir intibaha vesile oldunuz. Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz on senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi yaptığınıza kanaat edip kuvvet-i maneviyeniz ehemmiyetsiz hâdiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza vesile olsun. O gibi yerlerde dahilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî cereyanların hodfuruşane ve garazkârane çarpıştıkları bir zamanda Kur'ân ve imana hizmetiniz ve üniversitelerin Nur'lara takdirkârâne sahip çıkmaları; bütün Nurcuları sevindirdiği gibi, ileride inşâallah âlem-i İslâmı da sevindirecek. Sizlerin az hizmetinizde mükâfat çoktur. Bâzan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu gibi; sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi az zamanda çok vazife gördünüz. Mesâinizin semeresi az da olsa kanaat ediniz. Mücahede cephesinde bazı zaiflerin geri çekilmesi cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi; Nur fedâkârları, vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebâta; belki şevk ile daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir. Evet Risâle-i Nurun mühim bir hakikatından siz fıtraten bir ders aldınız. Yine o hakikatı, nazar-ı dikkate alınız; o da şudur: Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ân'a hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabûl ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazife-i İlâhiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlûb da olsak, kuvve-i mâneviyeye ve hizmetinize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat

etmek lâzımdır. Meselâ bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celaleddin-i Harzemşah'a demişler: 'Cengiz'e karşı muzaffer olacaksın.' O demiş: 'Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam.' Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delaletiyle, siz de bu kahramana iktida etmelisiniz. Binden bir-iki adam sizden kabûl etse, yine sarsılmamak gerekir. Bazen bir-iki adam bine mukabil geliyor.' "Üstad hayatının sonunu Isparta'da geçirmek istiyordu" Daha önceden ifade ettiğim gibi Samsun'da hapiste iken haber almıştım: Hz. Üstad, Emirdağ'dan Isparta'ya gitmiş ve orada yerleşmiş diye... 1953 senesinde... Bu gelişleriyle yeni bir hizmet safhası açılıyordu Nur dairesinde, âlemde... Daha senelerce evvel, ömrünün sonunu Isparta'da geçirmeyi temenni etmişti. 'Gaye-i hayalim' diyordu. Barlalı Sıddık Süleyman ve Şamlı Hafız'a yazdığı mektuplarında da temennisi bu idi. Ahir hayatını Isparta'da geçirmek... Hapiste iken, 1953'ün sonbaharında samimi bir halet ve hasret içinde Üstadımın Isparta'ya gelişini tebrik eden bir mektup yazmıştım. O mektubu muazzez Nur Üstad Tiryak Risalesîne koydurmuş, neşrettirmişlerdi. Samsun'dan sonra bir ay Eflâni'de kalıp, tekrar lütf-u İlâhî eseri Isparta'ya Hz. Üstadın huzuruna vardığımızda

Tahirî, Zübeyir, Ceylan, Bayram beraber idiler. Zübeyir, Abdullah, Hüsnü, ben Samsun'da iken tevkif edilip Urfa ve Isparta cezaevlerinde üç ay kadar kalmışlar. Tahliyeden sonra Abdullah ve Hüsnü kardeşler yine Urfa'da kaldılar. Zübeyir istifa edip Üstadımızın hizmetine geliyor. Bu mektubunda Üstadımız buna temasla: Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacı zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta'da o sistemde birisini isteyecektim' diye buyurmuştu. "Nur hizmetinde yeni bir devir" Hz. Üstadın odası ayrı idi. Bizi de yanına hizmetine kabul buyurdular. O günlerdeki ders ve haletleri etraflıca ifade edebilmek zaten mümkün değil. Yalnız şurasını hemen ifade edeyim ki: Hz. Üstadın âhir hayatında talebelerinden böyle bir cemaat ile bir evde bulunmaları, Risale-i Nur hizmetine ait yeni bir safhanın, yeni bir inkişafın, umuma taalluk eden bir hizmetin tezahürü idi. Bizim için bu, ne kadar şerefli, ulvî bir mazhariyet ise, mes'uliyetimiz noktasından da büyük ve ağır bir emanetin tevdii idi. Nitekim ileride bir gün buyurdular: 'Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı dahi kaldıramaz. Siz, burada benim yanımda başta göz gibisiniz. Az bir suçunuz da, ameliniz de büyüktür' diye ifadede bulunmuşlardı. 'Şüphesiz, lâyıkıyla o kudsi hizmeti ifa edemediğimi daima itiraf ederim... Onun şefkat ve

himmetini ve duasını talep ediyoruz. Fitnat Hanım Teyzenin evinin üst kısmını kiralamışlardı; ahşap fakat sıhhî bir evdi. Ev sahibi altta kalıyordu. Yan tarafta bir evde de büyük oğlu, çoluk çocuğu ile beraber kalıyordu. O zaman Isparta'da Hüsrev, Tahirî, Tenekeci ve Terzi Mehmed Efendiler. Nuri Benli, Kâtip Osman, Hilmi Efendi gibi çok Nur talebeleri vardı. Isparta havalisi ise,bilhassa Sav, Kuleönü, İslamköy, Atabey, Eğirdir, Barla gibi yerlerde çok Nur talebeleri vardı. Barla dağlarının arkasında şanlı Senirkentliler var. O da Isparta'nın bir kazası. Senirkent dahil, bir mektubunda Isparta ve Barla'dan şöyle bahsediyor muazzez Nur Üstad: "Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir" Ben Barla'yı, Süleyman ve Tevfik gibi kardeşlerimi unutamıyorum. Hayalen çok vakitlerde kendimi orada tahayyül ediyordum. Ahir hayatımı da o mübarek yerde geçirmek isterdim ve bazı vakitte Senirkent'te oturmak arzu ederdim. Fakat şimdilik ihtiyar elimde değil. Isparta ve civarı benim için taşı toprağıyla mübarektir. Isparta'nın Medreset'üz-Zehrâsı ise; umum Anadolu Üniversitesi ve alem-i İslâmın darü'l-fünunu olacağını kuvvetle ümit ediyoruz. Onun için ben kabrimi o havalide istiyorum.' Zaten Nur'ların telifi ve neşri de buradan başlamış ve Ispartalı kahraman, mübarek, sadık ruhların, Nur'lara sahip olmasıyla, alemde dal budak salmış. Onun için

Isparta, Risale-i Nur'a daima sahip çıkmıştır. Ve yine müteaddid mektuplarında Üstadımız Isparta hükümetinden sitayişle bahsetmektedir. "Benim son hayatım Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Isparta taşıyla toprağıyla benim için mübarektir. Hatta yirmi beş seneden beri beni işkence ile tazib eden eski hükümete kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta hükümetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükümetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan, hakiki vatanperver olan Demokrat namında hamiyetli ahrarlar, yani hürriyet-perverler, Nur ve Nurcuları takdir etmeklerine çok minnettarım. Onların muvaffakıyetine çok dua ediyorum. İnşaallah o ahralar, istibdat-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer'iye'ye vesile olacaktır." Said Nursî Isparta kahramanları Ahirete göç eden Savlı Hafız, İslâmköylü Hafız Ali gibi çok talebelerini evliyâ-i azime arasında, onlara dua ediyorum diye beyanları var. Hüsrev, Tâhirî gibi, bahadırlar da oralardan çıkmışlar. Tahsin Tola, Mustafa Gül, Küçük Ali, Ali İhsan Tola gibi Tola'lar Isparta toprağının mahsulü... Denizli, Eskişehir hapsinde ekseriyetiyle yatanlar hep onlar. Hapistekilere erzak götürürken heybelerin alt kısmına Risaleler koyarak

heybelerini içeri sokturup boşalttıktan sonra alıp, her hafta görüş günü Isparta-Denizli arasında mekik dokuyan ve mütemadiyen heybeleriyle nazar-ı dikkati üzerlerine çekip (Heybeliler) diye anılan yine onlar... Ve 1955'te Başvekil Menderes'le görüşüp Nur'un serbest neşriyatının mebdeini hazırlayanlar, yine onlar... Senirkent-Isparta... 1935'te Eskişehir'e 120 kişilik bir kafile halinde kelepçeli olarak askerî arabalarla sevkedilen ve yolda 'Ruhi' isminde ehl-i vicdan, kafile başkanı subayın bu kafilenin masumiyetlerini görmesiyle, kelepçeleri bırakılıp öylece sevkedilen ve yollarda emniyet mülâhazasıyla yerleştirilen jandarma müfrezelerine, o mübarek subay tarafından, 'Bunlar denildiği gibi zararlı insanlar değil' diye telkin edilip yolda imha edilmekten kurtulan bu Nur'un sadık talebe ve hadimlerine, umumuna binler selâm ve âhirete intikal edenlere de Allah'tan sonsuz rahmetler niyaz ederiz. "Hapiste bir kişiye vesile olmak, dışarıda otuza bedeldir" Huzuruna vardığımızda, zaten âdet-i âliyeleridir. Kendi dua ve himmet ve irşadiyle husul bulan hizmetleri, faaliyetleri talebesinin hizmeti gibi dile getirerek, talebesini okşar, aşırı şefkat gösterir. Bizim de Ankara'dan hapsimizden bahsetti. Ve bu arada; 'Hapiste bir kişiye vesile olmak, dışarıda otuza bedeldir. Otuz kişiye mukabildir' gibi ifadede bulundu. "Üstadın yüce mevkii" 1954

senesinin

başlarında

Samsun

hapsinden

tahliyeden sonra, tekrar hizmetine kabul edildiğim Üstadımızın evinde, bizim oturduğumuz oda, evin şimal cephesine doğruydu. Tahirî, Ceylân umumiyetle yazıyorlar. Zübeyir, zil çaldıkça hizmet-i Üstada koşuyor. Bayram evin, yemek vesair işlerini ekseriyetle görüyor. Üstadla her sabah, bazen öğle, ikindi beraber ders okuyoruz. Hz. Üstad bizleri çağırıyor. Nurlardan bir bahis, bir mektup veya müdafaattan bir kısım okutturuyor, soruyor, soruşturuyor. Bittabi biz yeni geldiğimiz için hapislerden, Ankara'dan, Eflâni'den, Safranbolu'dan, çoluk çocuğumuzdan, bizim Ahmed'den sordu, bahsetti. Benim hapiste kendilerine arzettiğim mektubu okuttular. Şevkle dinlediğinden bahsettiler. Vesaire... Şurasını kaydetmeden geçemiyeceğim. Üstadımızın huzur-u daimide olduğu için, dakikalarını , zamanını ve duygularını neticesiz, boş şeylere, bir an da olsa sarf etmediğinden, sorup soruşturması, alâkaları, kendisinin ebede bakan âlemine ait olması itibariyle, onun âleminde, dairesinde yer tutmak, ruha ûlvî bir inşirah verir, bir aşk ve şevke medar olur; bir huzur tahsiline sebeptir. Bu sebepledir ki; ben Hz. Üstadı ziyaret eden kimi dinlemişsem, dikkat ediyorum. Anlatırken birden değişiyor, bir ulviyet, letafet ve huzur kesb ediyor. Demek Üstadla görüştüğü o dakikalar, zamanlar, beka âleminden birer sahne imiş, hayatının leyle-i kadri mesabesinde imiş. Artık bundan, siz Üstadı düşünün. 'Elif-be' den başlayarak 90 yaşına yaklaşan o muhteşem Said'in ebediyet âlemlerinin sonsuz ufuklarına, Allah rızasının nâmütenâhi meratibine

kaç vesilelerle ve mazhariyetlerle kanat açıp uçtuğunu ve şimdi Risale-i Nur Külliyatının okunup yayılmasıyla, dahil ve hariçte neşriyle, onun dersinden intibaha gelenlerin de ayrı ayrı safhalarda muvaffakiyetli tarzın devamı ile, hak dinin devamından gelen netice-i maneviyeyi de mülâhaza ederek, hülâsa: Diyanet âleminde, cihad âleminde, siyaset âleminde ve saltanat âleminde gibi tâ kıyamete değin devam eden, husul bulan, netice veren muhteşem şahs-ı maneviyesine hayretle, akıl ve kalp gözüyle bakınız. Nasıl bu asır, onunla güller açmış, tezeyyün etmiş ve halâ da etmekte... Sultanhisar'daki merhum Atıf Ağabey, Hz. Üstad Kastamonu'da iken yazdığı bir mektubunda dediği gibi: Güldür Saidî, Ya Rab! Ta ki, o güldükçe, onun gülmesinden güller açsın, 'Âlem gül ve gülistana dönsün... Bu münasebetle. Muhterem Mehmed Feyzi ve Emin Efendiler, diyorlar: Otuz günde bir defa gülmeyen Üstadımızın, Atıf'ın mektubu geleceği aynı gün bir günde otuz defa güldü.' Merhum Hasan Atıf, Nur'un mübarek talebelerindendir. Yazı ile hizmet-i Nuriyesini uzun yıllar devam ettirdi. O da merhum Tahirî gibi bahadırlardandır. Hüsrev Ağabeyin Üstadı tavsifi Bu münasebetle Hz. Üstadın dellâl-ı Kur'an olan şahsiyet-i maneviyesini beyan sadedinde, Nur'un kahramanı Hüsrev Ağabeyin, Hz. Üstadın Abdurrahman'la

beraber olan fotoğrafın arkasına yazmış... Bu günde Mele-i A'lânın arzda medâr-ı süruru. Bu günde sekene-i arzın Mele-i A'lâdan medar-ı iftiharı. Bu günde Habibullahın medar-ı nazarı. Bu günde Müslümanlığın sertacı. Bu günde tarikatların şâhı, Bu günde hakikatların imamı, Hem bu günde mahbub-u Hüda, Hem bu günde allâme-i asır Hem bu günde zulmetin Nur'u Hem bütün günlerde Mehdî-i A'zam... Hem Molla Said-i Nursî, Hem Bediüzzamani'l-Kürdî Sevgili Üstadımız, sizlere en mübarek, en kıymettar, en sevgili bir hediye olarak takdim etmekle müftehiriz, Hüsrev' diye imzasını atmış. Bu beyanlar ve ifadeler, otuz beş sene önce Risale-i Nur'un dar bir dairede iken, talebeleri, hapislere sevkedildiği müthiş bir zamanda ve ümitsizliğin çoklarını sardığı bir devrede, Nur'dan aldığı iman neşesiyle bir talebenin yazdığı kanaatlarıdır. Şimdi ise aradan kırk sene geçmiş, Kur'anın dersi olan Nurlar, içte ve dışta süratle

yayılıyor, neşrediliyor bir duruma gelmişiz. Onun için, bu ifadeleri, bir dava olarak değil, o zamanlara ait geçmiş bir hatıra olarak, hem de merhum, muhterem Hüsrev Ağabeyimizin bir hatırası olarak yâd etmek istedik. "Üstadın ders halkasındayız" Samsun'dan geldiğimde Isparta'da Nur Üstadı dört talebesi ile beraber ikamet ediyor bir halde buldum. Biz de beraber sine-i Üstada dahil olduktan sonra bir gün yatsıya yakın Hz. Üstad odamıza teşrif etti; 'Bir ihtar var, size Arabî risalelerimi ders vereceğim, size Arapça öğreteceğim ve yarın sabahtan itibaren başlayacağız' dedi. Sonsuz sürur duyduk. Yarın sabah tesbihatı müteakip bizi çağırdı, karşısına oturduk. Kendileri zaten daima yatakta, yorgan yarı vücuduna kadar çekili bir halde bulunurdu. 'Tesbihatı yaptınız mı?' diye sordu. 'Yaptık' dedik. Ve evvela, Mesnevî-i Nuriye'nin Türkçe mukaddemesini, sonra tercüme edilen Arapça mukaddemeyi okudular. Ve Arabî Mesnevî'den de bir parça okuyup izah ettiler. Bu suretle ilk Arabî derse başlamış olduk. Artık ondan sonra her sabah dersimize devam ettik. Kendileri okuyor ve Türkçeye tercüme ederek ders veriyordu. O münasebetle, yani okuduğumuz bahisler münasebetiyle Üstadımız, bu hakikatları ders aldığı zamanları ve hatıralarını da der-hatır ederek, hayatından ve bu hakikatları ders alışındaki ruhî, kalbî ve fikrî seyr-i sülûkünden ve hayatının muhtelif safhalarındaki çok hususlardan da bahsederlerdi. O günlerde benim vaziyetim; Üstadımızın böyle bir

dersine, onun okumasına ve izahına muhatap olmak ve dersinde bulunmak gibi bir nimete nailiyetimdeki sonsuz lütf-u İlahî tecellisine karşı, şükründen aciz bulunduğumuz bir halet-i haz ve sürura gark olduğumuzdan ve Üstadımızın mübarek lisanından çıkan o derslerdeki cümle ve kelimeler hakikaten ruhumuza, kalbimize, bütün varlığımıza uzanan nurdan huzmeler gibi geldiği, tesir ettiği için; o dersleri, o kelimeleri adeta teneffüs eder, içer gibi idik ki, fikren ben şimdi o haletlerin ve o hatıraların çoğunu doğrusu ifade edemiyorum. Ve zaten sonra anladık ki, akıldan ziyede ruh ve kalbimiz ders almış. Tâ Üstadımız ikaz ve ihtarlar ile akıl, fikir ve gözümüze soka soka mesâil-i Nuriyeyi izah ettiler. Sonra benim aklım bir derece uyandı Elhamdülillah. Yine onun irşadı ile... Bizi, hayal alemimizden, akıl ve fikir, hizmet ve mantık sahasına çıkardılar. Cenab-ı Hak ebeden razı olsun. Bu da malum olduğu üzere benim vüs'atime göredir. Rabb-i Rahimin ihsan ettiği nisbettedir. Hâzâ min fadli Rabbî... Mesnevî'den evvela Katre Risalesini okuduk. Katre Risalesi, iman-ı Billah ve Tevhide dairdir. Kainatın bütün nev'leri ile ve erkânı ile ve azası ile ve eczası ile; ve o ecza, cüzleri ile; ve o cüzler hücreleri ile; ve o hücreler, zerreleri ile, ve o zerreler, tarlası olan esir ile 'La ilâhe illallah' söyleyerek, elli beş lisan ile Hakkın varlığına ve birliğine şahadet ve delaletlerini ihtiva ediyor. Bu Katre Risalesi hakkında devr-i Meşrutiyette Şeyh Saffet Efendinin bir takrizi var, aynen şöyle: Fazıl-ı

muhterem,

meclis-i

mesafih

ve

Tetkik-i

Müellifat-ı Şer'iye ve Reis-i Alisi Şeyh Saffet Efendi Hazretlerinin takrizidir. Cenab-ı Hakka hamd ve kendisine Kur'an nazil olan Peygamberimize ve dinin binasının tahkim ve tahmid eden âl-i ashâbına salat ü selam olsun. 'Tevhid denizinden bir katre' namındaki risale gözüme tecelli etti. O denizle bu katre arasında bir fark göremedim. Çünkü, o katre, hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor. *Mustafa Sungur Ağabeyin Afyon Hapishanesinde yazmış olduğu el-Hüccetü'z-Zehra'yı Hz. Üstad tashih etmiş ve sonuna şu mübarek duayı yazmıştı: "Yâ Erhamerrâhimin İsm-i Âzamın ve Fâtiha-i Şerifenin ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hürmetlerine bu risaleyi yazan Sungur Mustafa'yı Cennetü'l-Firdevste ebedi mes'ut ve hizmet-i imaniyede dâimî muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin..." Tevhid denizinde avuçla su içmekte ve İslâmiyet memesinden sot emmekte kardeşimiz olan allâme Bediüzzaman Said Nursi'nin sayinden dolayı Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun.' El-fakir, Tûrabü Akdâmi'l-Ulemâ SAFFET (r.h.) "Cenab-ı Hak ona hayat mektebinde kâinatı ders vermiş" Mesnevî-i Arabîyi ders aldıkça görüyorduk ki: Risale-i

Nur'da okuduğumuz hakikatleri Hz. Üstad 40-50 sene önceleri yazmış. Ama icmalen yazmış. Aynı hakikatler, delil ve bürhanlar. 40-50 sene önce telif ettiği o Arabî risalesinde bu ilimlerin tahsili hususunda diyor: Ben kırk senelik ömründen ve otuz senelik ilmî seyr-i sülûkümde dört kelime ile dört kelam öğrendim.' Demek daha çocuk yaşında iken, aynı hakikatlerin mebde-i tahsiline başlamış, mütemadiyen aynı mes'eleleri takip ede ede, ders ala ala, tedris ede ede imrar-ı hayat eylemiş. Gavs-ı azam hakkında söylediği, '90 sene müddetle hakaik-i imaniyenin hakkalyakin, ilmelyakin ve aynelyakin derecatına uruç eden' sözünü bu necip Üstad hakkında da söyleyebiliriz. Hele onun dağları, taşları, dereleri, suları, bağ ve bahçeleri, hayvanları ve ağaçları ve bunların çiçek, yaprak ve meyvelerini mütalaa etmesindeki hayat sahnelerine göz attığımız zaman; o büyük mütefekkirin ne derece keskin nazarlı ve bir muallim-i âlem olduğunu görmekteyiz. Risalelerdeki hakikatlerle onun hayat sahneleri arasında bağlantı kurdukça, Cenab-ı Hakkın ona, hayat mektebinde, kainat kitabını ders verdiğini anlıyoruz. Ve sonra zamanı gelecek, İslâm dinine en ehemmiyetli bir zamanda küllî ve cihanşümul bir hizmet ifa eyleyecek... Maddede boğulanları, yine maddenin izahı ile kurtaracak. Maddede bulduğu iman ve tevhid nurlariyle insanlığı nur-u imana ve Allah'a çağıracak. Anlıyoruz... "İnsan kâinata bakar da, nasıl bilmediği bir

mesele kalır?" Bu arada merhum biraderleri Abdülmecid Efendi Hazretlerinin naklettiği bir hatırayı hatırladım. Şöyle dedi: 'Bir gün Seyda, gençliğinde, gündüz vakti bir taşın üstüne oturdu ve ellerini bacakları üzerine koyarak başını kaldırdı, şöyle bir afaka baktı ve dedi ki: 'Abdülmecid! İnsan kâinata bakar da nasıl bilmediği bir mes'ele kalır?' Demek kâinattan dersini alan bir dellal... Âyetü'l-Kübra öyle demiyor mu? 'Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kainatta fikren seyahat eden ve her şeyden Halıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakin derecesinde İlâhını, Vücub-u Vücud noktasında bulan dünya misafiri... "Said Nursi üç devir yaşamış" Ayetü'l-Kübra'da, kâinatı dile getiren bu büyük mütefekkir, bakıyorduk: Katre Risalesinde de aynı hakikatları icmalen beyan ediyor. Serdengeçti Osman Yüksel'in dediği gibi: 'Said Nur üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet İttihat ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir devrişler, yıkılışlar, çöküşler ile doludur. Yıkılmayan kalmamış... Yalnız bir adam var ayakta... Şark yaylalarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam... İmanı sıra dağlar gibi muhkem. Bu adam üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir

alim onu yenememiş... Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade... Şimşekler gibi bir zeka... İşte Said Nur... Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilaller, inkılaplar... Onun için kurulan idam sehpaları... Sürgünler... Bu müthiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş. O bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş... Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar, bir nefis müdafaası değildir, büyük bir davanın müdafaalarıdır. Celadet, cesaret, zeka şaheseri... Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat'tır. Fakat İslâm düşmanları tarafından ber mürteci, bir softa diye takdim olunmuş. "Üstadla Barla'ya gidiyoruz" Mesnevîden sonra İşarâtü'l-İcâz'a başladık, ona devam ederken Hz. Üstadımızla Barla'ya hareket ettik. Ceylan, Zübeyir ve bendelerini de beraber alarak Eğirdir'den motorla veya kayıkla (iyi hatırlayamadım) Barla'ya geçtik. İlk defa Barla'ya gidiyordum. Ve kayıkta Üstadımızla beraberdik. Ceylan ve Zübeyir... Hz. Üstadın iki sıddık evladı, hizmetkârları, fedakârları da beraber. Bayram Isparta da nöbetçi kaldı. O da sadık, vefakâr bir talebe, Üstadın sadık evlâdı, talebesi, hizmetkârı... Evet günler, seneler çabuk geçiyor... Bayram, Üstadına sadakatini, Üstadının davasına sadakatini, hizmet-i

Nuriyeye sadakatini bilfiil gösterecek... Her ne ise... Barla'nın sahiline indik, bir müddet bekledik. Baktık, işleklerle Barla'dan bir kafile geliyor. Gelen kafile ile nasıl ruhen kaynaştık! Sanki kırk yıllık dostuz. Evet, ezelde kaynaşan ervaha ayrılık var mı? Hususan ber tek maksat için gidenlerde, çalışanlarda ayrılık gayrılık olur mu? Üstadımızın bir bineğe bindirdiler, eşyaları işleklere sardık, bez de yaya, gelenler de yaya, Barla'ya müteveccihen yola koyulduk. Artık Üstad, onlarla beraberdi, birisi hayvanı yediriyor, diğerleri Hz. Üstadın sağ ve sol taraflarında... Mütemadiyen Üstadımız onlarla konuşuyor, bazılarını soruşturuyor, sağ mıdır? Ankara'da mı? İstanbul'da mı çalışıyor? Vesaire... Sanki tavuğuna ve ineğine, buğdayına ve suyuna kadar, Hz. Üstad alakadarlık gösteriyordu. Ben ilk defa böyle bir manzara ile karşılaştığımdan hayrete düşmüştüm. Üstad hakkında Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin beyanları gibi benim Üstad hakkında fikir ve kanaatlarım ve birkaç aydır Isparta'da dersini dinlediğimiz Üstad... Kur'an dellalı, iman muallimi aziz Üstad... Şimdi Barla köylülerinin arasında, onlardan bir ferd olarak aralarında kaynaşıp Barla'ya doğru yol alıyordu. "İlk Barla hatıraları" Barla'da bulunduğumuz günlerde Üstadımız, Risale-i Nur'un telifi zamanındaki hayatına ve hatıralarına daima temas ederdi. İlk Barla'ya gelişlerinde, ilk nefiylerinde Muhacir Hafız

Ahmed Efendinin evinde misafir kalmışlar, sonra Medrese-i Nuriye olan eve nakil yapılmış. Yalnız başına kalıyor, gündüzleri kırlara çıkıyormuş. Bir yağmurlu günde hanesine dönerken, 'Bu ihtiyar Hocaya sorayım, bakayım, bir ihtiyacı var mı?' diye Süleyman Efendi arkasından hemen gidiyor. Ve artık Hz. Üstadın hizmetlerini ifaya başlıyor ve 'Sıddık' unvanını alıyor. Muhacir Hafız Ahmed Efendinin iki mübarek kerimesi var. Birini Hacı Bahri Efendiye, birisini de Berber Mehmed Efendiye veriyor. Maşaallah, ikisi de çok halis Nur talebesi olarak bağlılıklarını devam ettirmişler. Sonra Berber Mehmed Efendiye yarı nüzul gibi bir hastalık isabet etmiş. Ve Üstadımız ona bir mektup gönderip bu musibetin onun hakkında manevi bir define olduğunu, büyük bir uhrevî makam kazandığını ifade buyurmuş. Üstadımıza çok bağlı olan bir kimse idi. Vefatından sonra refika-i muhteremleri Saniye Hanım, Barla'da çocuklara Kur'an dersi vermekle imrâr-ı hayat eyledi. Allah rahmet eylesin... Âmin... Üstadımızın bazı talebe ve yakın dostları da vefat etmişlerdi. Mesela; Mustafa Çavuş, Muhacir Hafız Ahmed. Üstadımız hepsini sorup soruşturdu. Onlardan Hacı Bahri ve Marangoz Mehmed Usta hayatta kalmışlardı. Halk Partisi kongresi ve Üstadın tavrı Marangoz Mehmed Usta bir hatırasını şöyle anlatıyor: 'Ben Üstadın mescidine daima devam ederdim. Bir gün Barla'da Halk Fırkası'nın kongresi oldu; tellâl ahaliye ünledi. Benim de o gün başka işim çıktı, mescide

gelmedim, kongreye de gitmedim. Namazda Üstad beni göremeyince telâşla soruyor, 'Mehmed Usta nerede?' diye. Cemaatten birisi de benim kongreye gitmiş olabileceğimi söylüyor. Üstad çok kızıyor. Bir dahaki vakte gittiğim zaman, namazdan sonra, Üstad bana çok hiddetli bir halde bundan sonra gelmememi, kendisiyle alakamı kesmemi vesaire şiddetli ihtarda bulundu. Ben gitmediğimi söyledim. Sonra araştırmış ve bana, 'Ben tahkik ettim, sen gitmemişsin' dedi. Bu hareketiyle Üstad beni ikaz ediyordu, dikkate sevk ediyordu. Malum olduğu üzere Halk Fırkası'nın o günleri faaliyetlerinin başlangıcı idi. Başlangıçta ona iştirakle az bir dahlim dahi olsaydı, 'es-sebeb-ü kelfail' sırrıyla onun seyyiatına hissedar olurdum. Şimdiye kadar Halk Partisi bütün menfi icraat, tahribat ve İslâma karşı savaş açmaklığın mes'ulü oldu ve devam etti. Bugün menfi cihette solculukta, din aleyhinde ne kadar işler yapıldı. O menfi tahribatla milyonlarca insanın imanına zarar verildi. Demek o zaman, az bir meyil, tasvip ve ona hizmetimiz olsa imiş, mesuliyetimiz de o nisbette büyük olurmuş. Allah, Üstadımızdan razı olsun.' Üstadın eski talebelerine yakın alakası Üstadımız Barla'ya mutlaka gidip gelirken, Bedre mevkiinden geçerken Santral Sabri dediği Sabri Hocanın ruhuna bir Fatiha okur öyle geçerdi. Isparta'dan Eğirdir'e, Eğirdir'den Barla'ya gidişlerimizde Sabri Efendinin oğlu Yaşar'ı görürdü. Hatta onun hayvanı ile Barla'ya gidip

gelirdi. Üstadımız eski talebesini unutmaz, akrabasına selam gönderip hatırını sorar, eski hayat-ı maneviyeyi devam ettirirdi. 1954 yılında Barla'da 3 ay kaldıktan sonra, Ramazan ayının son günleri idi. İslâmköylü Abdullah Çavuş işleğiyle beraber çıkageldi. Bizim Eflânililerin yazdıkları Risaleleri bir sandık içinde getirmiş. Sandığı açtık. Üstadımız Risaleleri zevkle temaşa ediyordu, alıp bakıyordu. Bir küçük Risale görmüştü. Ona baktı. Meğer benim Şerife kızımın yazdığı Risale imiş. Onu görünce Üstad derhal benim Eflani'ye gitmemi emretti. 'Eflani benden seni istiyor' diye beni köye gönderdi. Ben ise kendi kendime, 'Üç ay Barla'da beraber kaldık. Bayrama kalamadım' diye üzüle üzüle yanından ayrıldım. Isparta, Ankara ve Karabük ve Safranbolu'ya uğrayarak Eflâni'ye ulaştım. Cenab-ı Hakka şükür, bayramdan sonra tekrar Isparta'ya döndüm. Evde bir mümanaat olmadı ve olmazdı da..." Hatıraların kısaca kronolojisi Risale-i Nuru tanımanızı ve Hazret-i Üstadı ziyaretinizi kısaca kronolojik olarak ifade edebilir misiniz? * "Risale-i Nurları ve Üstadı ilk olarak 1943'te Kastamonu Gölköy Enstitüsünde iken duydum. 1946' da eserler elime geçti. Lahikalar yazılmaya başlamıştı. Eflani'de emekli muallim Ahmet Fuat Efendi (1943'te Hz. Üstadı Kastamonu'da ziyaret edip dua ve teveccühlerine mazhar olmuştur. Bütün külliyatı muallimliği esnasında

yazmıştır. Babası Sultan Abdülhamıd'in huzur hocalarındandır) ve Safrabolulu Hıfzı Bayaram Efendi (Hz.Üstadı Kastamonu'da iken ziyaret ederlerken, Hz. Üstadın dua ve teveccühlerine mazhar olanlardandır. Hüsnü ve Yılmaz Ağabeylerin babalarıdır)ve Mustafa Osman (Mübarek ve gayyur ve lahikaları her hafta çoğaltarak Eflani'ye ve bizlere gönderen bir zattı) gibi zatlar vasıtasıyla Nurları tanıdım. * "1947 Eylül'ünde Hz. Üstadı Emirdağ'da ziyeret ettim. Oradan Isparta'ya geçerek Hüsrev, Tahiri, Refet ve diğer ağabeyleri ziyaret ettim. Afyon mahkeme ve hapsi Afyon Hapsi başlangıcında 1947 sonlarında Afyon Mahkemesi dolayısıyla evim aranıp Safranbolu'ya götürüldüm. Kitaplarım müsadere edilip ifadem Afyon savcısına gönderildi. * "1948 Haziran'ında Afyon Mahkemesine dinleyici olarak gidip Hz. Üstadı ziyaret ettim. Mahkemeden hapihaneye kadar beraber gittik. Bundan aldığım hazzı unutamıyorum. Tekrar aynı gün polisler tarafından karakola, sonra savcılığa getirilip ifadem alındı. * "Savcı, 'Hücumât-ı Sitte'yi okudun mu?' dedi. Beni tanıdı. 'Senin ifaden bize gelmişti' dedi. Ben, 'Okudum' deyince, 'Sen git memleketine, seni oradan getirteceğim' dedi. Cevaben, 'Oraya kadar zahmet vermeyin, gelmişken hemen alın' dedim, ama almadı.

* "23 Ağustos 1948'de mahkemeye köyümüzden Rahmi Çetinkaya (Yakın akrabamız, Eflani Çalışlar Mahallesinden olup çok müştak, mübarek birisiydi.) ile beraber geldik. Doğru hapishaneye gittik. Hz. Üstadımız pencereye geldiler. Gözgöze görüştük. Bize 1 lira attı ve "Kömür alın " dedi. Biz kömür bulamadık. Manava gidip başta üzüm olmak üzere meyve ve sebzelerin en iyilerinden bolca aldık, Üstadımıza gönderdik. Hz. Üstadımız demir kafesli pencereden seslenerek, 'Bunu yirmi sene hizmetiniz kadar kabul ediyorum' buyurdular. Mahkeme dönüşünde Ankara'dan Karabük'e trenle giderken, Karabük'te esnaf rahmetli Süleyman Efendiye rastladık. O, 'Bugün zelzele oldu' dedi. Onun bu haberi bizde şiddetli yankı uyandırdı. Hz.Üstad ve Nur talebelerinin hapislerde bulunması gibi zalimane hareketlerin, zemini hiddete getirdiğini ilhamla, trende, Hz. Üstadımıza ve Nura karşı bağlılığımızı ifade eden ve Üstadımızın mahiyetini dile getiren bir mektup kaleme aldım ve sonra bu mektubu Mustafa, Rahmi imzasıyla 'Hüsrev Altınbaşak. Afyon Cezaevinde mevkuf' diye postaya verdim. Neticede Afyon Savcısı telgrafla benim tevkifimi istemiş. Bu suretle Rahmi köyde kalmış oldu ve ben hapishaneye gönderildim. İşin enteresan tarafı, bir hafta önce de Emin Tekinalp'ı tevkif edip Safranbolu Ceva evine koymuşlardı. Beni de aynı yere koydular. Bir ay sonra Emin Hoca ile beraber jandarma nezaretinde Afyon'a gönderildik. O zamanlar Nur talebeleri Afyon'daki Ankara Oteline

uğrarlardı. Biz de oraya gittik. Eşyaları bırakıp sabah namazı için camiye gidip geldik. Dönüşte bir de ne görelim? Otelin altındaki kahve tıklım tıklım hapiste bulunan ağabeylerle dolu. Şaşırdık ve sorduk. Dediler ki: 'Müdafaalar yapıldı. Ve dün son karar günüydü. Altışar ay ceza verdiler. Biz zaten onar ay yatmıştık. Tahliye edildik. Yalnız Hz. Üstada 20 ay ceza verdiler. Ahmed Feyzi'ye 16 ay, Ceylan'a 3 sene. Zübeyir gayr-ı mevkuftu, içeri almışlardı. İbrahim Fakazlı hapse henüz yeni geldi. ' Ve biz aynı gün savcılıkta ve sorguda ifade verip hapishaneye gönderildik. Bir ay Safranbolu'da yattım. 21 yaşını doldurmadığım için 5 ay ceza vermişlerdi. Temyiz mahkemesi davayı esastan bozmuştu. Lakin Hz. Üstadımızın tahliyesine karar verilmedi. 20 Eylül 1949'da tahliye edilecekti. Tekrar ben Safranbolulu Kuyumcu Sabri ile beraber 7 Eylül'de Afyon'a geldim. Hz. Üstadımız 20 Eylül'de tahliye oldu. On gün Üstadın yanında Zübeyir Ağabeyin tuttuğu evde Ziya ile beraber kaldık. 30 Eylül 1949 günü mahkemede benim dâvâmla, Üstadımızın ve Nur talebelerinin dâvâları (dosyaları) birleştirildi. Üstadımız pederle beni İzmir'e gönderdi. "Üstada dönüyorum: Emirdağ" * "1950 Ocak ayında Eflani'deki Nur talebelerinden rahmetli kayınbiraderim Hacı Reşat Efendi ve yine akrabamız Hacı Şükrü Efendi ve Keten Ahmet Amca ile

dördümüz Emirdağ'a Üstadın yanına kalmak niyetiyle ziyaretine gittik. Ankara'dan geçerken Diyanet Riyasetine uğradım. Ve reis Ahmed Hamdi Akseki'yi ziyaret edip Hz. Üstada gittiğimizi söyledim. Meğer Hz. Üstadımız günlerden beri Ankara'ya, Diyanet Riyasetine iki takım külliyatı göndermek istiyormuş. Bunun için Hüsrev Ağabeyi Isparta' dan istemiş. Ama Cenab-ı Hak bizi gönderdi. * "Ankara'da 10 gün kaldıktan sonra Emirdağ'da 20 gün Risale-i Nur hizmetinde kaldım. Bir otelin küçük bir odasında kalıyordum. Üstad beni tekrar Ankara'ya gönderdi. Ankara'da bir müddet kaldıktan sonra Eflani'ye gittim. Bir ay sonra tekrar Üstadımızın yanına geldim. Zübeyir, Ziya ve ben 4 ay Barla'da Üstadın hizmetinde kaldık. Tekrar Üstad beni 1950 güzünde Ankara'ya gönderdi. Okulların tatiline kadar Ankara'da kaldık. Ceylan Urfa'dan gelmişti. Üstad onu da Ankara'ya gönderdi. Beraber kaldık. O zaman Safranbolu'dan Üstadımızın isteği üzerine Hüsnü Bayram da geldi. * "1951' de Ceylan'la beraber Üstadımızın emriyle Eskişehir'de İkinci Şua, Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri, ElHüccetü'z-Zehra gibi eserler teksirle neşredildi. * "Hz. Üstadımız (1 Muharrem 1371) 1951 Eylül'ünde yanında Mehmed Çalışkan Ağabey olduğu halde Eskişehir'e geldiler. 20 gün kadar hizmetinde bulunduktan sonra tekrar beni Ankara'ya gönderdi. * "1952 senesinde Ankara'da kaldık. Hz. Üstadımızın

tensibiyle kalmıştık. Bu arada 5-10 günlüğüne Eflani'ye gider gelirdim. Samsun davası ve hapsi * "Hz. Üstadımız İstanbul'da Gençlik Rehberi Mahkemesinden sonra Emirdağ'a dönmüştü. Yine ziyaretine gidip bir müddet hizmetinde bulunduktan sonra tekrar beni Ankara'ya gönderdi. Ankara'da bir kaç ay kaldıktan sonra 1953 senesinin başlarında Büyük Cihad gazetesine yazılar gönderdim. Bu sebeple 19 Şubat günü tevkif edildim. Bir ay Ankara Cezaevinde rahmetli Kemal Pilavoğlu ile beraber 9. Koğuşta kaldıktan sonra Samsun Hapishanesine sevkedildim. Samsun Ağırceza Mahkemesince 18 ay mahkumiyet kararı temyiz mahkemesince esastan bozularak 11 ay mevkufiyetten sonra Samsun Cezaevinden tahliye edildim. * "1953'te ben samsun'da iken Hz. Üstadımız Isparta'ya teşrif ederek orada bir ev tutup Tahiri, Zübeyir, Ceylan, Bayram beraber kalıyorlar. Tahliyeden sonra bir ay kadar Eflani'de kalıp tekrar rahmet-i İlahiyenin tecellisiyle ve Nur Üstadımızın dua, himmet ve kabulleriyle tekrar Isparta'da hizmette kalmak müyesser oldu. Üstadla beraber geçen nurlu yıllar * "Samsun hapsinden tahliyemi müteakip Isparta'da 1954 başından itibaren Tahiri, Zübeyir, Ceylan, Bayram, bir müddet sonra Urfa'dan Üstadımızın hizmetine gelen Hüsnü Kardeşle beraber kaldığımız ulvi hatıraların belki

en müstesnası Üstadımızdan Arabi Mesnevi-i Nuriye ve Arabi İşaratü'l-İcaz'ı ders almamızdır. Bu hatıraları ayrı ve müstakil olarak genişçe ifade etmek icap etmektedir. Bilmem, müyesser olur mu? Yalnız şu kadarını arz etmek isterim: 1954'ün başlarında kış mevsimi idi. Bir yatsı vakti mübarek Üstadımız bizim kaldığımız odamıza teşrif ettiler. Ayakta: İhtar var: Size Arapçayı öğreteceğim. Arapça Mesnevi-i Nuriye'yi ders vereceğim. Yarın sabahtan itibaren başlıyoruz" dediler. asında... Sabahleyin Üstadımızın odasında karyolanın karşısında Tahiri Ağabey, bendeniz, Ceylan, Bayram ve Zübeyir'e Arabi Mesnevi-i Nuriye'nin başındaki Türkçe mukaddime ile Arapçasını okudular. Böylece dersler aylarca devam etti. Üstadımız, 'Zaman pek dardır, hemen hakaiktan başlamak lazım. Siz sarf, nahiv gibi alet ilimlerini kendiniz aranızda bir parça okuyabilirsiniz' mealinde ifadede bulundular. Sarf, nahvi kısmen pek cüz'i aramızda müzakere ederdik. Elhamdülillah Isparta'da bahara kadar ders aldıktan sonra Zübeyir, Ceylan üçümüz Üstadımızla beraber Barla'ya gittik. Üç ay beraber kaldık. Ve Arabi derslere devam ettik. Mesnevî'i bitirdikten sonra Üstadımız İşaratü'l-İcaz'dan ders verdiler.. Leyle-i Kadirden bir gün önce Isparta'ya, oradan Ankara'ya gönderdiler. Memlekete uğrayıp tekrar acele Üstadın nezdine geldik. Aynı derslere devam ettik. Sonra Üstadımız Zübeyir Ağabeyle beraber

Emirdağ'a gittiler. Isparta'da Ceylan, Bayram beraber kaldık. Üstadımızın emriyle Arabi İşaratü'l-İcaz'ı teksire yazmak müyesser oldu. * "Bundan sonra Hz. Üstadımızla son hayatına kadar beraber kalmak biiznillah nasip oldu. Bu arada Samsun'da bir buçuk sene askerliğimi yaptım (1955-1956) Bu arada Risale-i Nur hizmetine Urfa'dan Hüsnü kardeş geldi. Üstadımızın hizmetinde çok şirin ve latif hizmetlerde bulundu. NOT:Paksu Kardeş! Ben maalesef Hz. Üstadın hizmetindeki 10 seneyi mütecaviz bir zamandaki, yani Üstadımızın hizmetinde ve Ankara'daki hizmetler dolayısıyla hasıl olan hatıraları kronolojik bir tertip ve tanzim ve ifadeye müktedir olmadığımdan, hem her hatıra çok geniş hatıraları sümbül verdiğinden, kısaca şu naklettiğim hususları mebde olur da ona göre belki ileride inşaallah hatıraları olanca vüs'atiyle arz etmeye çalışırız. Ve minallahi't-tevfîk. * * * Sungur Ağabeyin bu hatıraları genel olarak 1977'de gazetede yayınlanmıştı. 17 seneden beri kitapta neşredilmemesinin sebebi, kendilerinin hatıraları tamamlayacağına dair beyanlarıdır. Fakat zaman ve zemin müsaade etmemiş ki, tamamlayamadılar. Ancak bu hatırları, yeni nesillerin istifadesinden uzak kalmaması için yeniden gözden geçirmesi için kendilerine götürdük.

Gerekli tashih ve tanzimleri yaptı. Bunun üzerine neşrediyoruz. Sungur Ağabeyin hatıraları şüphesiz bu kadar değildir. Birkaç cilt olacak derinlikte. İnşaallah Cenab-ı Hak uzun ömür verir de biz de hatıralarını kaydeder, yayınlarız. Mehmed Paksu

ÂKİF ARIÖZSOY Üstadım Bediüzzaman Emirdağ'a teşrif ettikleri zaman ben ilkokul muallimiydim. Birçok defalar Üstadı ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını aldım. İlk ziyaretim ve onu görmem vasıtasız oldu. Nur'ların hizmetine katılışım çok pervasızca olmuştu. Bu yüzden çeşitli ve heyecanlı badireler yaşadım. Aradan uzun yıllar geçti. Hatıralarımın silsile ve heyecanını şimdi kaybettim. Üstadım Bediüzzaman Emirdağ'a teşrif ettikleri zaman ben ilkokul muallimiydim. Birçok defalar Üstadı ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını aldım. İlk ziyaretim ve onu görmem vasıtasız oldu. Nur'ların hizmetine katılışım çok pervasızca olmuştu. Bu yüzden çeşitli ve heyecanlı badireler yaşadım. Aradan uzun yıllar geçti. Hatıralarımın silsile ve heyecanını şimdi kaybettim. Ben Nur'larla meşgul olmaya başladıktan sonra Üstad, benim köyüm olan Asar'a (Hisar) gelmişti. Otomobiliyle talebeleriyle beraberdi. Pek çok mütehassis olmuştum.

Bayram, Hüsnü ve Mustafa vardı. Üstad benim meşguliyetimi biliyordu. Bu münasebetle Asar içinde bir yeri göstererek, 'Sen Risale-i Nur'un inkişafına sebep olacaksın' diyerek iltifat ederdi. "Onun hocası var" Bir gün Emirdağlı hocalarına ekseriyette bulunduğu bir meclise girmek lazım geldi. Bir ara onlardan birisi beni kasteredek; 'Onun hocası vardır. O da ondan ders alıyor' diye beni kınamıştı. Onlardan birisi, 'Biz de Bediüzzaman'ın okuduğu kitapları okuyoruz. Onun söylediklerini söylüyoruz. Ne diye halk onun peşinden koşuyor anlamıyoruz' dedi. Onlar, 'Biz de Bediüzzaman'ın bildiklerini biliyoruz' deyince ben hemen atıldım; 'Efendim, müsaade ederseniz küçük bir sorum var,' dedim. 'Sorun' dediler. Onlardan en ehemmiyetlisi Hamza Hacılı'dan Cafer Hocaydı. Efendim, dünya yuvarlak mı, dönüyor mu?' diye onlardan sordum. Onlar birkaç saat çeşitli yorumlar, teviller, izahlar yaparak 'Dönmüyor' dediler. Sonra bana dönerek, 'Senin hocan ne diyor?' diye sordular. Ben de benim hocamın dünyanin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü söylediğini, Risale-i Nur'dan hatırımda kalan bahsi söyleyince sustular. Onlardan biri daha sonra Üstadla görüşüp menfi kanaatlerini değiştirmişti. "Bediüzzaman'la

uğraşmaktan

vazgeçin,

size

atomun sırrını öğreteyim" Üstadın tarassut ve hapis zamanlarında devletin çeşitli mevkilerine telgraf çektim. Bunlardan genel olarak Üstadın serbest bırakılmasını, Risale-i Nur'un Kur'ân'ın hakikî bir tefsiri olduğunu, buna yalnız Türkiye'nin değil, bütün dünyanın muhtaç olduğunu, okullarda ders kitabı olarak okutulmasını istemiştim. İsmet Paşaya ise 'Bediüzzaman'ı serbest bırakın, size atomun sırrını öğreteyim. Yoksa atomu kafanızda patlatırım! şeklinde telgraf çekmiştim. Milli Eğitim Bakanlığına da, 'Bu kâinatın esrarı içinde insanların, beşeriyetin ahiret hayatı nasıl kurtulacak?' mânâsında bir telgraf çekmiştim. Yine İsmet Paşaya Risale-i Nur'un okutulması talebimi telgrafla bildirmiştim.

mekteplerde

Bu telgraflarım neticesinde, bana çok zulüm ve eziyet ettiler. Hattâ yanan sobaya oturtmuşlardı. Afyon'da Isparta Otelinde beni polisler alıp götürdüler. Sırasıyla emniyete, milli eğitim müdürlüğüne, oradan da doktora havale ettiler. En sonunda sorgu hakimliğine getirdiler. Ağır ceza savcısının elinde benim çektiğim telgraflar vardı. Savcı, 'Said Nursî'yi tanıyor musun?' diye sordu. Ben de 'Evet' dedim. Savcı sorgulamasına devam etti. Talebe misin?' Evet.'

Halen, Risale okuyor musun?' Evet.' Evinde de var mı?' Evet.' Bu telgrafları sen mi çektin?' Evet.' Peki, söyle bakalım, atomun sırrı nasılmış?' O sizi alâkadar etmez. ' Bu cevabım üzerine adam hiddetle 'Peki, kimi alâkadar eder?' dedi. Ben de cevaben, 'Bu mesele devleti, profesörleri, uzmanları ve mühendisleri alâkadar eder' dedim. Beni beş gün kadar nezarete attılar. Bu arada çok da dayak çektiler. Bazen öldü diye bırakıp giderlerdi. Bir ara Emirdağ'da da buna benzer bir hadise olmuştu. Beni yine doktora da sevk etmişlerdi. Mahkemede beraat ettim. Bu hadiseden sonra, Üstada uğramıştım. Üstad beni tesellî etti. 'Ben de bir zamanlar senin gibi şefkat tokatları yemiştim' dedi. "Üstad bazı sohbetlerinde de, İkinci Cihan Harbinden sonra, beşeriyetin ahiret saadetini arayacağını hissettiğini söylemişti. Finlandiya, Almanya gibi bazı Avrupa devletlerinde bazı hatiplerin İslâmiyeti kabul edeceklerini

söylemişti."

MEHMET TAKTAK 1932'de Bolvadin'de doğdu. Babası Âsım, annesi ise Zeki'dir. Emirdağ'da ticaretle uğraşmaktadır. Üstad Bediüzzmanan'ı ilk defa ziyaretim birkaç arkadaşımla birlikte olmuştu. Zübeyir Gündüzalp Ağabey bizim ziyaretimizi Üstada bildirip, izin almıştı. Şerefli huzuruna bizi kabul edince hepimiz ellerini öpüp oturduk. Bir müddet sonra, Üstad bize hitaben, 'Kardaşım, siz safa geldiniz' deyince hemen müsaade alıp ayrıldık. Bolvadin müftüsü Halil İbrahim Taktak bizim akrabamızdı. Babamla amca oğluydular. Kendisi Risale-i Nur'ları okur ve takdir ederdi. 1956'larda vefat etmişti. Bu vefattan iki gün sonra Üstad taziye için Bolvadin'e gelmişti. Menba suyunun olduğu, yeşillik bir mevzii olan Horon semtinde bütün Taktak'lar ve yakınlarımız toplanmıştık. Üstad taziyelerini ve dualarını bize bildirerek tekrar Emirdağ'a dönmüştü. Daha sonraları ziyaretine gittiğimde, bu vefat meselesiyle alâkalı olarak, bana 'Kardaşım, ben Halil İbrahim'in hatırı için bütün Taktak ailesini duama dahil

ettim' diye iltifat buyurmuştu. Bizim dükkânın biri Bolvadin'de, diğeri ise Emirdağ'daydı. Bu münasebetle her Pazartesi Emirdağ'a gelirdim. Gelirken de bazı zamanlar Üstada kaymak getirirdim. Üstad bu kaymakları hiçbir zaman hediye kabul etmemişti. Fazlasıyla bana ücret verirdi. Hattâ bir defasında içinde yirmi beş ve elli kuruşluklar olan küçük bir keseyi bana almam için uzatmıştı. Ben kabul etmeyince, Zübeyir Gündüzalp Ağabey müdahale ederek, 'Üstadım, bu kaymak yirmi beş kuruştur, ben elli kuruş veriyorum' demişti. Üstadı çoğu zaman ziyaret eder, ellerini öper ve duasını alırdım. Bize Risale-i Nur'lardan bahseder, dersler yapar ve eserleri okumamızı söylerdi. Bazen İslâm düşmanlarının dine olan düşmanlıklarından bahis açar, çok hiddet ederdi. Üstadımızın Emirdağ'da içinde çok az kaldığı ikinci bir evi vardı. Burayı Hacı Abdullah Gayretli Üstad için yaptırmıştı. Buranın ikinci katında Üstad kısa bir müddet oturmuştu. Üstad üç ay kadar kaldıktan sonra burasının bir yıl kadar medrese-i Nuriye olarak kullanmıştık. Şualar ilk defa yeni yazıyla basılmıştı. üstad bu eseri göndererek okumamızı emretmişti. Şualar'ı ilk defa yeni harflerle okumuştuk. Bir defasında iş için İstanbul'a gidecektim. Zübeyir Gündüzalp Ağabeye Üstada bildirmesini söylemiştim.

Üstad ise İstanbul'da Ahmet Aytimur'a uğrayıp yeni basılan Hanımlar Rehberi'ni getirmemi söylemişlerdi. İstanbul'da Ahmed Aytimur'u Süleymaniyede buldum. Ondan aldığım iki yüz tane kadar Hanımlar Rehberi'ni Emirdağ'a getirdim. Üstad o kadar çok sevindi ki, beni defalarca kucaklayıp, bu hizmetimden dolayı tekrar tekrar tebrik edip, dualar ederek, alnımdan öptü. Ben birkaç tane alıp, Bolvadin'e götürmek istediğimi ifade edince Üstad bana, 'Taman kardaşım, ben zaten göndermek istiyordum, yalnız biraz bekle, tashih ettikten sonra vereyim' diye buyurmuştu. Zaman olarak 1957 yılı olduğunu zannediyorum. Bolvadin ile Emirdağlı gençler futbol maçı yapıyorlardı. Bu maç esnasında âniden aralarında kavga çıkmıştı. Bolvadinliler ile Emirdağlılar taşlaşmaya başlamışlardı. Ertesi günü misilleme olarak Emirdağlı bir grup genç benim oradaki dükkânımı taşa tutmuşlardı. Kalabalık ve gürültü çoğalınca Üstad evinden aşağıya indi. Köşe başında durarak kalabalığa hitaben bir konuşma yaptı, 'Durun' dedi. 'sizler hepiniz kardeşsiniz, birbirinizin kusurlarını görmemeniz lâzımdır. Birbirinizi affediniz.' Kalabalık biraz sakinleşmişti. Üstad konuşmasına devam ederek, 'Eğer sizler barışıp dağılmazsanız, ben de burayı terk ederim' diye buyurmuştu. "Üstadın bu konuşmasından sonra kalabalık büyük bir sükûnetle dağıldı."

MEHMET ÖZPOLAT 1922'de Gaziantep'in Kilis ilçesinde doğdu. 1941'de Hava Astsubay okulunu bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde Astsubay olarak görev yaptı. 1970'de emekli oldu. Eskişehir'de görev yapmaktayım. Burada samimi dostum Saatçı Şükrü Efendi ile muhabbetimiz vardı. 1943-44 yıllarında saatçı Şükrü Efendinin dükkânından 15-20 bin liralık saat çalınmıştı. Biz o dükkânda bu vakayı konuşurken dükkâna tanımadığım birisi selâm verip girdi. Hırsızlık olayını duymuş; bize, 'Emirdağ'da bir hoca var, sizin saatleri çalan hırsızı bulur' dedi. Bu olaydan sonra biz Saatçı Şükrü Yürüten ile beraber Emirdağ'a gitmeye karar verdik. Ertesi gün Emirdağ'a hareket ettik. Emirdağ'da Üstadı ziyaret etmek için Mehmet Çalışkan Ağabeyi bulduk. 'Burada bir hoca varmış, (Şükrü Yürüten'i işaretle) bu kardeşimizin saatleri çalındı, bu hoca çalanı bilirmiş, bizi bu hocaya götürür müsün?' dedik. Cevaben bize, 'Ben hocaya gidip bir sorayım, size cevap getireyim' dedi. Biraz sonra geldi. Mehmet Çalışkan Ağabey bize hitaben; Üstad sizi kabul etmiyor. Risale-i Nur okusunlar, sonra yanıma gelsinler diyor' dedi.

Biz de Eskişehir'e geri döndük. "Eskişehir'e varır varmaz Risale-i Nuru aramaya başladık. Odun Pazarında Tenekeci Osman'da Risale-i Nur olduğunu öğrendik. Ve sonunda bulduk. Bize beklememizi söyledi. Evine gidip Risale-i Nur külliyatından İslâm yazılı Gençlik Rehberini getirdi. biz o gece Saatçı Şükrü Yürüten'in evinde namaz kılan bir albay, yarbay, yüzbaşı ve Hastane Baştabibi beraber toplandık. Gençlik Rehberi'ni geç saatlere kadar okuduk ve bu eserin çok muazzam ve kıymetli bir eser olduğuna karar verdik. Bir hafta sonra Eskişehir As. Şube Bşk. Turhan Fevzioğlu'nun kardeşi Albay Reşad Fevzioğlu, Binbaşı Hayri Bey, Yzb. Ekrem Hanyalı, Astsubay Ahmet Yayla, Ahmet Özyazar, Saatçi Şükrü toplanıp Pazar günü sabah namazını müteakip Emirdağ'a hareket ettik. Emirdağ'a varır varmaz Ceylan Çalışkan Ağabey ile haber gönderdik ve Üstad bizi hemen kabul etti. Üstad bize şu dersi verdi: Ben softa bir hoca değilim. Bakımcı da değilim. Siz asker olduğunuz için orduda daha kıymetli bir yeriniz var. İman hizmetinizde daima çalışın.' Daha sonra namaz vaktinin geldiğini söyledi. Biz de müsaade istedik, ayrıldık. O gün Eskişehir'e geri döndük. "İkinci ziyaretim" O günlerde Samsun'da çıkarılan mahalli Büyük Cihad gazetesi, 'Nurculuk yapıyor' diye kapatılmıştı. Gazetenin sahibi Saatçı Şükrü'nün dükkânına geldi. Kısa bir görüşmeden sonra, 'Beni Üstada götürür müsünüz?' dedi.

Benim durumum müsait olduğu için teklifini kabul edip beraberce Emirdağ'a gittik. Otobüsten iner inmez kimse ile konuşmadan yanımıza kardeşlerden birisi geldi ve bize hitaben, 'Üstad sizi bekliyor' dedi. Biraz şaşırarak o kardeşin peşi sıra Üstadın kaldığı eve gittik. Üstad karyolada bağdaş kurmuş oturuyordu. Kardeşlerle sohbet ediyordu. Bizi görünce, 'Hoş geldiniz kardeşler, oturun' dedi. O anda kardeşlerle olan sohbet devam etti. Bu sohbet namaz hususunda idi ve 15-20 dakika devam etti. Daha sonra Büyük Cihad gazetesi sahibine dönerek; Kardeşim sizin gazetenizin kapandığına üzüldüm. Merak etmeyin, ileride gazeteniz açılır, yayına başlarsınız. Ben, bana yaptıkları eziyetlere hakkımı helal ettim. Siz de ediniz' dedi. Bu sohbet kısa bir süre devam etti ve ayrıldık. "Üçüncü ziyaretim" Üstadın Emirdağ'da mahkemesi vardı. Biz de mahkemeye katılmak için yola çıktık. Bu mahkemenin açılması da şöyle olmuş: Emirdağ savcısı Jandarma Başçavuş'a emir vermiş 'Bediüzzaman'ın başında şapka yoksa tevkif et. Bana getir.' Jandarma Başçavuş'da Üstadı takip etmiş. Üstad Hazretleri Emirdağ'da kalırken Emir Dağı eteklerinde kırlarda faytonla gezmeye çıkar, bazen yaya, bazen birkaç gün kırlarda ve dağda kalır; bazen de faytonu bekleterek birkaç saat içinde geri dönerdi. Bu

gezintilerin birinde Jandarma Başçavuş Üstadı takip edip kırlarda yanına yaklaşıyor, Üstad onunla sohbet ediyor. Başçavuş Savcıya gidip 'Bediüzzaman'ın başı açıktı, bir şey yoktu' diye savcıya beyanda bulunmuş. Savcı buna rağmen Üstad Hazretlerini mahkemeye vermiş ve Jandarma Başçavuşu'da şahit olarak yazmış. Biz de bu mahkemeye katılmak için Eskişehir'de Albay Reşad Fevzioğlu, Bnb. Hayri Bey, Yzb. Ekrem Hanyalı, astsubaylardan Ahmet Yayla ve Nihat otobüsle gittiler. Biz de benim iki kapılı Wolswagen marka arabamla Eskişehir'de çıkan Yeşil Nur gazetesi sahibi Nuri Akyar, Av. Abdurrahman Şeref Laç, ismini hatırlamadığım genç ve bir hafız ile Emirdağ'a hareket ettik. Cuma namazını Hamidiye nahiyesinde kıldık, tesbihat yapmadan yola devam ettik. Biz Emirdağ'da doğru Üstad Hazretlerinin evine gittik. Üstad bizi merdiven başında beyaz elbiseler içinde ayakta bekliyordu. Bizi görünce, 'Kazanız geçmiş olsun, Risale-i Nurun başına büyük bir felaket gelecekti, siz önlediniz' dedi. Biz buraya gelirken yolda bir kaza atlatmış ve sağ-salim kurtulmuştuk. Daha sonra devam ederek, 'Bugün bu mahkeme bitecek. Bitmezse kıyamet kopacak' diyerek odasına girdi. Biz de eve girmeden mahkemeye katılmak üzere Adliye binasına gittik. Eskişehir'den gelen subay, astsubay arkadaşların hepsi resmi kıyafetli idik. Adliye önünde mahkeme saati geldiğinde mahkemeye katıldık. Hakim, 'Esas şahit yok,

onu bulun gelin, mahkemeye devam edelim' dedi. Biz de dışarı çıkıp Jandarma Başçavuşu sorduk. Orada taksi olarak çalışan bir Jeep şoförü, 'Ben nerede olduğunu biliyorum' dedi. Ahmet Yayla ile Jeepe binip Jandarma Başçavuşunu aramaya gittik. Giderken o bozuk yollarda çok süratle yol alıyorduk. Ben, sanki araba uçuyor sanıyordum ki, bir ara küçük bir çayın üzerinden geçtik, tekerleklerin yere değmediğini gördüm.Bir kasabaya geldik. Karakola gittik. Jandarma Başçavuşunu karakol bahçesinde ceketini çıkarmış oturuyor bulduk. Sanki hiç mahkemesi yokmuş gibi duruyordu. Haberinin olduğunu ve kasıtlı olarak o nahiyede bulunmakta olduğunu öğrendik. Biz Jandarma Başçavuşa mahkemeden hiç bahsetmeden, "Kardeşim, sen neredesin, biz seni arıyoruz' dedik. Başçavuş da telaşla 'Geliyorum' diyerek acele ceketini giyip arabaya bindi. Emirdağ'a hareket ettik, Adliye binasının önüne gelince Jandarma Başçavuşun aklı başına geldi. 'Kardeşim, siz beni nereye getirdiniz? Ben de zannetim ki, siz havacı astsubayları görünce uçak düştü, beni onun için götürüyorsunuz sandım' dedi. Mahkemeye girdik. Sonuçta, mahkeme, beraat kararı ile neticelendi. Biz tekrar Üstad Hazretlerinin evine gittik. Üstad Hazretleri bizi yine merdiven başında beyaz elbiseleri ile karşıladı. Bize hitaben 'Kazanız mübarek olsun. Bütün Nurcu kardeşlerimi ve sizi sabah dualarıma dahil ettim' dedi. Sonra ayrıldık. Eskişehir'e döndük. "Dördüncü ziyaretim"

Emirdağ'da Saatçı Şükrü, Saatçı Muhiddin, Üstad Hazretlerini ziyarete gittik. Doğru evine gittik. Kapıyı Ceylan Çalışkan Ağabey açtı, içeri aldı. Doğru Üstad Hazretlerinin odasına girdik, selamlaştık. Üstad Hazretleri karyolanın üzerinde düzüstü oturmuş, ağabeylere ders veriyordu. Bize 'Geçin oturun' dedi. O gün seçim günüydü. Bizden sonra, oy kullanmış kardeşler yanımıza geldiler Üstad Hazretleri onlara sordu. Keçeliler oyunuzu nereye kullandınız? Onlar hiç ses çıkarmadılar. İslâmı ihya edecek insanlara verseydiniz iyi olurdu' dedi. Ben Üstad Hazretlerini hitaben, 'Talebe nümayişleri çıktı, Menderes'in işi zorlaştı' dedim. Üstad cellalendi, iki dizi üstünde doğruldu. Kardeşlerim, kardeşlerim Menderes kim oluyor ki? Ben istesem onu şimdi aşağı indiririm. Ben onun imanla İslâmla yola gelmesini bekliyorum. O masonların çemberine düşmüş, etrafına masonlar sarmış, o masonlar onun başını yiyecek.' Üstad Hazretleri dersinde adamlarını bize izahatla bildirdi.

müsbet-menfi

siyaset

"Beşinci ziyaretim" 1953 senesinde Gaziantep'e izne gittiğimde Suriye

sınırında Yazıbağ isminde köye gittik. Orada 13-14 yaşlarında bir çocuk, at üstünde yanımıza geldi, çocuğun elindeki çubuktan yapılmış kamçıya gözüm takıldı, çok hoşuma gitmişti. Benim bu halim çocuğun babasının dikkatini çekmiş, oğluna hitaben 'Oğlum kamçıyı misafirimize ver hediyemiz olsun ona' dedi. Ben de teşekkür ederek kamçıyı aldım. İzin bitiminde Eskişehir'e döndüm, daha sonra sivil olarak Saatçı Şükrü ile beraber Emirdağ'a Hazret-i Üstadı ziyarete gittik. Ben o kamçıyı Üstad Hazretlerine hediye ettim. Kardeşim, bu kamçının karşılığını verecek benim hiç bir şeyim yok, dön arkanı' dedi. Arkama kamçıyla üç defa vurdu. O günden sonra sırt ağrısı nedir bilmiyorum. Aynı zamanda o zamandan beri sırt üstü yatamadım. Bu sohbetin sonunda Üstad Hazretleri, 'Kalkın, Eskişehir'e gideceğiz' dedi. Ceylan'a 'Arabayı hazırla' dedi. Arabanın arkasına Üstad Hazretlerini yatırdık. Arabanın ön tarafına Saatçı Şükrü, ben, Ceylan da şoför olarak bindik. Yola çıktık. Emirdağ'dan Eskişehir istikametine doğru hareket ettik. Emirdağ'ın çıkışında Üstad Hazretleri, 'Kardeşlerim, ben ölürsem beni Emir Dağında bulunan Emir Hazretlerinin yanına defnedin' dedi. Eskişehir'e yaklaştığımızda, 'Beni Eskişehir'e defnedin'

dedi. Daha sonra, 'Yok kardeşlerim, yok kardeşlerim, benim dirimden çok ölümden korkacaklar. Benim mezarım belli olmayacak' dedi. Eskişehir'e geldik ve Üstad Hazretlerini Yıldız Oteline yerleştirdik. Ertesi gün otelde Üstad Hazretlerini birçok havacı subay ve astsubay arkadaşlar ile ziyaret ettik. Ziyaret esnasında Üstadımız ders verdi. "Altıncı ziyaretim" 1952 senesinin Ramazan ayının 27. günü Üstad Hazretlerini Emirdağ'da ziyarete gittik. Üstad Hazretleri bizi kabul etti ve yanına girdik. Üstadı gördüğümde rengi bem beyazdı, mübarek gözlerinden yaşlar akıyordu. Mübarek dilini çıkardı, dili beyazlaşmıştı. Kardeşlerim, kardeşlerim, masonlar beni bu gece zehirlediler. Ben bu gece sahur yemeğimi , soğuması için penceremin kenarına bırakmıştım. Masonlar bekçiyi öğretmişler. Bekçi tahta merdivenle penceremin kenarına kadar çıkıp arsenik zehirini yemeğime koymuş. Ben de yedim, çok hasta oldum, Çevşeni okudum. Allah'a yüz bin defa şükür, kurtuldum' dedi. Biz de Üstad Hazretleri hasta olduğu için müsaade alıp ayrıldık. * * * Üstad Hazretlerini Eskişehir'de Yıldız Otelinden gizlice Saatçı Şükrü ile beraber alıp onu Saatçi Şükrü'nün evine yerleştirdik. Kimsenin haberi yoktu.

Dükkâna geldik, bir polis gelip Saatçı Şükrü Efendiyle 'Sen Bediüzzaman'ı evine götürmüşsün' dedi. Biz hayretler içersinde kaldık. Halbuki bunu ikimizden başka kimse bilmediği halde, bunun polisler tarafından bilinmesi tek ihtimal kalıyordu, aramızda bir muhbir vardı. O muhbiri polislerin yardımı ile bulduk. Geldik Üstad Hazretlerine durumu anlattık, Üstad Hazretleri 'Ben biliyorum, siz karışmayın' dedi. O arkadaş müthiş bir şefkat tokadı yedi, hanımı onu beğenmeyip boşadı. Sırtında büyük bir ur çıktı. Hastaneye yattı, çok ıstırap çekti. Hastanede yatarken bir gün rüyasında Üstad hazretleri yanına gelip yumruğu ile sırtındaki ura vurup yarayı patlatmış, ondan sonra iki gün daha yattı, sıhhatli olarak taburcu oldu. Bu tokatlardan sonra kendini Risale-i Nur'a vakfetti ve büyük hizmetler yaptı. İnşaallah geçmiş günahlarına keffaret olur. "Yedinci ziyaretim" Eskişehir Muttalip köyünde Hacı Hilmi Efendi (Üstadın talebesi) talebere Kur'ân okuturdu. Bir Cuma günü, hatim cemiyeti vardı. Yarbay rütbesinde Hava Hastanesinde görevli bir doktora Muttalip köyüne, cemiyete gitmeye davet ettim. Doktor cemiyete gelmemek için, 'Şeyhler ne tarih bilir, ne coğrafya bilir. Kış günü karpuz çıkarırlarmış' dedi. Yine de beraber hatim cemiyetine gittik. Caminin dış kapısında Hacı Hilmi Efendi bizi karşıladı, yarbayla tanışmadığı halde 'Yarbayım size bir tarih dersi vereyim' diyerek Osmanlı İmparatorluğunu Ertuğrul Gaziden alarak Kurtuluş Savaşlarına kadar ve diğer mevzulara da temas

ederek cami kapısında ayakta bir saat anlattı. Daha sonra yarbaya dönüp 'Hani oğlum, şeyhler tarih dersi bilmezdi' dedi. Namazdan sonra caminin yukarısındaki Hoca Efendinin odasına çıktık. Bize üç kişilik pilav geldi, yedik orada Hacı Hilmi Efendinin hücresi vardı. Hoca Efendi hücreye geçerek elinde bir karpuz ile yanımıza geldi. Yarbaya dönerek, 'Alın oğlum, bu da kış meyvesi yiyin' dedi. Ben de karpuzu dörde böldüm, birini Hacı Hilmi Efendinin hücresine bıraktım, diğerini biz yedik. Eskişehir'e dönüşte Diyarbakır'a tayin olduğumu öğrendim. İstifa dilekçesini yazdım, tabur komutanına verdim. Tabur komutanı beni çok severdi. 'Oğlum sana 15 gün izin, düşün, gitmek istersen dilekçeni muameleye koymam, eğer gitmemek istersen dilekçeni muameleye koyarım' dedi. Bundan sonra Tenekeci Osman ile beraber Eskişehir'e Üstadı ziyaretine gittik. Üstad bize ders verirken bir ara Osman Efendi, Üstad Hazretlerine 'Kardeşimizin tayini Diyarbakır'a çıktı, fakat gitmek istemiyor, istifa etmek istiyor' dedi. Üstad Hazretleri birden celallendi ve iki dizi üstünde kalkarak 'Biz havacı kardeşlerimizi daha çok görmek istiyoruz. Sen istifa veriyorsun, doğru Diyarbakır'a, görevinin başına gideceksin. Sen Diyarbakır'da daha çok hizmet edeceksin. Daha iyi arkadaşlarla tanışacaksın' dedi. 'Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a da benden selâm söyle, doğru vazife başına' dedi. Helalleştik, ayrıldık. Bu görüşme Eskişehir ve Emirdağ görüşmelerinin sonuncusu idi.

Ben bu görüşmeden sonra dilekçemi geri aldım ve 1953 senesinde Diyarbakır'a gittim. Mehmet Kayalar Ağabeyi buldum, tanıştım. Üstad Hazretlerinin selâmlarını söyledim. Kayalar Ağabey, Dağkapı'daki evinde yatsı namazından sonra dersler olduğunu, iştirak etmemi söyledi. Biz de her gece, yatsı namazından sonra astsubay ve sivillerle beraber Kayalar Ağabeyin derslerini takip ettik. Mehmet Kayalar Ağabey bir gün bana dönerek 'Barla'ya gideceksin, Üstadı göreceksin' dedi. Ben de izin aldım. Bana bir mektup verdi, 'Bu mektubu doğru Üstada teslim et' dedi. Yola çıktım. Önce Isparta'ya geldim. Ağabeyleri buldum. Tahiri Ağabey, beni Eğridir dolmuşlarına kadar götürüp bindirdi. Akşam üzeri Barla'ya vardık. Üstadın evini sordum. Gösterdiler, evine gittim, merdivenin başında beni Zübeyir Ağabey karşıladı. ben niçin ve nereden geldiğimi anlattım. Zübeyir Ağabeye mektubu verdim. O sırada yatsı namazı olmuştu. Abdestleri tazeledik, Üstad imam, Zübeyir Ağabey müezzin, ben cemaat olarak namazı kılmaya başladık. Namaz esnasında Üstad Hazretleri, yirmi yaşında bir genç gibi tekbir alıyor ve secdeye gittiğinde binanın sallandığını hissediyordum. Bu hadiseden sonra namaz tesbihatı yapıldı. Üstad Hazretleri hiç konuşmadan odasına çekildi. Biz de Zübeyir Ağabey ile beraber onun odasına geçtik. Zübeyir Ağabey bana, sabah namazına kadar İslâm yazısı ile Tesbihatı yazdı, teslim etti. Sabah namazını tekrar Üstad Hazretlerinin arkasında kıldık, tesbihattan sonra Üstad

Hazretleri: Kardeşim Mehmet Kayalar benim vekilim, maşaallah, barekallah, sizin gayretlerinizden memnunum ve sizin hepinizi dualarıma dahil ettim' dedi. Bu görüşme esnasında Üstad Hazretleri bana bakıyordu, fakat manen başka âlemlerde yaşıyordu. Çünkü suallerime gecikmeli olarak cevap veriyordu. Bunun izahını yapamıyorum, ancak o hali gören anlayabilir. Ben onun bu halini, benimle konuştuğunu, fakat kendisinin mânevi olarak kafasının başka şeylerle meşgul olduğunu yüz simasından gözlerinden anlayabilmiştim. Üstad bana dönerek, 'Hüsrev'le görüştün mü?' dedi. 'Evet, yarım saat kadar görüştük' dedim. Hüsrev Ağabeyin teksir makinesi alacağını ve bütün beldelere Nurları çoğaltarak göndereceğini söyledim. Üstad Hazretleri çok sevindi 'Bârekallah fütuhata eriyoruz' dedi. 'Mehmet Kayalar ve kardeşlere selâm söyle, bütün kardeşlerimi dualarıma dahil ettim' dedi ve yanından ayrıldım. Üstad Hazretlerinin odasında bir ince yer yatağı, ince bir yorgan, bir cep saati, ibrik, çay takımı vardı. Başkaca göze çarpan dünyalık bir şey görmedim. "Beni Zübeyir Ağabey, Karayollarının cipine bindirdi, Eğirdir'e döndüm. Oradan Isparta, Diyarbakır'a geldim. Bu son görüşmem oldu."

HAFIZ NAMIK ŞENEL Emirdağ'ın Veysel köyündendir. Bir müddet Üstadın imamlığını yapmıştır. Üstandın ilmî dehası Diyanet İşleri eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, Üstad Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendiyi Ankara'ya çağırıyor. Ve bazı meseleler soruyor. Abdülmecid Efendinin verdiği cevaplara hayran oluyor. 'Bediüzzaman mı daha alimdi? Yoksa siz mi daha alimsiniz?' diyor. Abdülmecid Efendi, 'Ben Seyda'yı gökteki kıvılcımlar kadar fark edebiliyorum. Üstadı anlayamıyorum. Seyda bütün kâinatı didik didik etmiş, içine bakmış' diyor. Üstad Hazretlerinin ilimdeki dehasını bu şekilde anlatıyor. Hattâ Akseki 'Ben Abdülmecid Efendi gibi âlim görmedim' diyor. Abdülmecid Efendi ise Üstadı anlayamıdığını söylüyor. Hırsızın tevbesi Emirdağ'da Seydi Yüce isminde bir zat vardı. Lakabına

'bomba' derlerdi. Bu adam bir gün koyun hırsızlığı yapmış. Sabahın erken saatlerinde koyunu almış, Adaçalı'dan aşırıyormuş. Bediüzzaman da Adaçalı'ya gidiyormüş. 'Şu zatın elini öpeyim' diye arkasından süratle yürümüş. Bediüzzaman normal adımlarla yürüdüğü halde ona yetişemiyormuş. O kadar uğraştığı halde yetişememiş. Sonra bana geldi ve kendisini Bediüzzaman'la görüştürmemi, bütün kötü huylarını terk edeceğini ve tevbe edeceğini söyledi. Ben de Zübeyir Ağabeye söyledim. O da Üstada söylemiş, Üstad Hazretleri de kabul etmiş. Bunun üzerine Bomba Seydi Üstada gidiyor ve bütün hatalarını anlatmaya çalışıyor. Üstad ise 'Günahlarına tevbe et, ben de senin duanın kabul olması için Cenab-ı Hakka dua edeceğim' diyor. Bomba Seydi de tevbe, istiğfarda bulunuyor. Cübbenin yaşı Bir gün Üstad Hazretleri Emirdağ Camiine ikindi namazına gelirken bazı ihtiyarlar, Arap Ahmetlerin Koca, Kırlıoğlu Arif Ağa ve o emsal kişiler camiin şadırvanının başında, 'Acaba Bediüzzaman'ın sırtındaki cübbe kaç senelik?' diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Üstad Hazretleri de geriden durup bunları yanına çağımış. Ve o ihtiyarlara cübbesinin yüz senelik olduğunu söylemiş. Cübbeyi Mevlâna Halid-i Bağdadi'nin emanet bıraktığını, onun torunlarının da kendisine hediye ettiklerini söylemiş. Üstadın yardımı ve camideki kibrit Emirdağ'da elli seneden fazla müezzinlik yapan Hafız

Murat Buduoğlu denilen zat, bir gün parasız kalmış, çokta sıkışmış ve kimseden de para isteyemiyormuş. O halde iken Üstad Hazretleri de bunu çağırmış ve ihtiyacı miktarınca buna para vermiş. Yine Üstadın Camiin üst katında yeri vardı, buraya akşam namazından önce gelir ve yatsıya kadar kalırdı. Yatsıdan sonra da evine dönerdi. Orada kibriti vardı. Bu kibriti Hafız Murat akşamla yatsı arasında mum yakmak için alırmış. Üstad bunu çağırmış, biraz para vermiş ve oradan bir daha kibriti almamasını söylemiş. Bunların üzerine Hafız Murat, Bediüzzaman'dan çok korktuğunu söylerdi. Siyasî dehâ Eskişehir eski müftülerinden Hafız Abdullah Efendi Üstad Hazretleri için, 'Oğlum, bir velinin mânevi derecesi ne kadar yüksekse, siyasetteki dehası da o kadar yüksektir' demişti. İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesi İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesinin Hacı Abdullah tarafından yapılması söylendiğinde Üstad Hazretleri, 'Ne Hacı Abdullah Efendi ne de Mısır uleması ondaki îcazı yerine getiremezler. Ondaki en ufak bir nükte bir çok meseleyi ifade eder' demiştir. Ve neticede bu risaleyi kardeşi Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmiştir. Abdülmecid Efendi de kendi itirafıyla Üstadın feyzinin devamlı yanında olduğunu ifade etmiştir.

Üstadın türbe ziyareti Bizim köyün ismi Veysel'dir. Burada Veysel Karanî Hazretlerinin türbesi vardır. Bir gün Üstad Hazretleri ve talebeleri; Zübeyir Ağabey, Emirdağ'dan Karaalili Halim Ağa, Mustafa Ezener, Mustafa Acet ile birlikte oraya gittik. Üstad Hazretlerinin türbeye girişi ve dua edişi hakikaten görmeye değerdi. Sanki Veysel Karani Hazretleri orada tecelli etmiş, zevat-ı kiram orayı istila etmişti. Öyle bir haşyet kaplamıştı. Hatta ziyaretten sonra Karaalili Halim Ağa (Yüksel) Üstada 'Efendim, Veysel Karanî Hazretleri Yemenlider. Sıffın Savaşına katıldığı da söylenmektedir. Nasıl oluyor da onun türbesi burada oluyor?' diye sordu. Üstad Hazretleri de 'Biz onun makamını ziyarete geldik. Ruhu nerede olursa olsun alâ küllihal bizden haberdardır' diye cevap verdi. "Namık'ın annesi benim annemdir" Yine aynı gün Üstad, Zübeyir Ağabeyle ikimize para vererek bizi yoğurt almaya göndermişti. Zira karşılıksız bir şey almazdı. Biz de bizim eve giderek yoğurdu aldık. Validem güzel yoğurt yapardı. Bu arada köyümüzdeki bazı kadınlar Üstadı ziyaret etmişlerdi. Validem de Üstadı ziyaret edip hayır duasını almak için arkamızdan geliyordu. Ben Üstadın kadınlara fazla iltifatının olmadığını bildiğimden validemi atlatmak istiyordum. Biz arabaya bindik. Arabayı Mahmut Çalışkan kullanıyordu.Emirdağ'a gidecek yerde araba tarla yoluna döndü. Ben de Tokçak'ına gidecekler, Hayri Beyle görüşecekler zannettim. Sonra

hatırlatmam üzerine geri döndük. Bu sefer okulun arkasından Emirdağ'a dönecekken daha ileriye gittik. Meğer Validem de hâlâ arkamızdan koşuyormuş. Biz tam Yavan Ahmetlerin evinin önünden geçerken araba durdu. Üstad Hazretleri valideme iltifat ederek, 'Hafız Nâmık'ın annesi bizim de annemiz' dedi. Üstadımızın valideme böyle iltifatta bulunması beni gayet memnun etti. Bana dünyalar verilseydi bu kadar sevinmezdim. Böylece sevk-i İlahi ile validem de Üstadla görüşmüş oldu. "Biz namazın hukukunu müdafaa ediyoruz" Bir gün Kaymakam Mehmed Uz Bey, Vaiz olarak Hacı Ali Kılınçalp ve ben Cuma namazı kılmak için Piribeyli'ye gittik. Yukarı Piribeyli'de Hacı Ali Efendi cumadan evvel vaaz etti. Ben de hutbe okuyup namaz kıldırdım. Namazdan sonra Kaymakam Bey caminin avlusunda halka hitap ediyor ve Emirdağ Lisesinin yapılması için cemaatten yardım topluyordu. O arada Piribeyli merhum Hacı Hüseyin Efendi üzerinde ilmî kisvesi olduğu halde bana, 'Oğlum Hafız, Kaymakama bu şekilde, hoşgeldin desem bana bir ceza tereddüp eder mi?' dedi. Ben de bu fırsatı kaçırmadım ve buna cevaben 'Hocam, siz Bediüzzaman'ın sünnetten iki eksiği var diyorsunuz. Bugün sen caminin içindesin ve namaza gelmişsin ve Kaymakam da dindar, üstelik sizin caminizde yardım topluyor. Sizin bu ilim kisvesiyle bir kaymakama, hoşgeldiniz diyemiyecek kadar sönük imanınız nerede; Bediüzzaman'ın ceberrut devrinde mahkemelerde ilmi kisvesini

çıkarmadan kükremesi nerede. Hatta Afyon Mahkemesinde ikindi namazı biraz geç kalınca namaz kılmak izin istiyor. Hakim müsade etmiyor. Üstad Hazretleri biraz daha bekliyor, yine müsaade istiyor. Yine vermiyorlar. Nihayette artık ikindi namazının vakti tehlikeye giriyor. Üstad, 'Ben namaz kılacağım. Biz buraya namazın hukukunu müdafaa etmek için geldik' deyip bir kükrüyor. Bediüzzaman'a ve talebelerine namaz kılmak için müsaade etmek zorunda kalıyorlar. İşte sizin bu güçsüz imanınızla onun bu iman kuvvetini mukayese edebiliyor musunuz?' deyince merhum Hacı Hüseyin Efendi çok doğru söylüyorsun diye gözyaşı dökmüştü ve şöyle devam etmişti: Ben, bu zamanın mürşid-i kâmili kimdir? Kutbu kimdir? diye kaç defa istiareye yatmışsam; hepsinde karşıma Bediüzzaman, al bir ata binmiş olarak karşıma çıkmıştır. Ben çok vesveseli bir adamım. Bunun için Bediüzzaman Hazretlerinin sakalı olmadığından ve evlenmediğinden iki sünneti terk ettiğini düşünerek tereddüde düşüyordum. Fakat ben bu konuda büyük hataya düşmüşüm.' "Üstad, kaybettiğim saatin parasını verdi" Bir gün Üstad Hazretleri bizi Kapaklı Çeşmesine götürmüştü. Burası Emirdağ'la Bolvadin arasındadır. Biz daha önce postahaneden mektup göndermiştik. Sonra Zübeyir Ağabeyle çeşmeden testiyle Üstada su getirdik. Döneceğimiz sırada öğle namazına ne kadar var diye saatlere baktık. Zira Mustafa Acet imam, Osman Aydın

imam, ben imam. Hepimizin namaza yetişmesi lazım. Ben saatime bir baktım ki saatim yok. Ne kadar aradımsa bulamadım. Üstada duyurmamaya çalıştıksa da yine o duymuş. Arabayı durdurdu ve ne olduğunu sordu. Onun ısrarı üzerine anlattım. Nerede kaybetmiş olabileceğimi sordu. Çeşmede düşmüş olabileceğini söyledim. Ve arabayı doğru oraya sürdürdü. Ama orada da bulamadık. Benim yüzümü okşayarak, 'Saatine sahip ol' dedi ve saatimin değeri kadar bana para verdi. Ne kadar almak istemedimse de, 'Kardeşim buraya sizi ben getirdim. Kaybolmasına ben sebep oldum' diyerek zorla verdi. Ben daha sonra saati buldum ve Üstada parayı geri iade ettim. Saati Postahanede düşürmüşüm. Rahmetli Postacı Cemal de saatin benim olabileceğini düşünerek bana getirmişti. Üstad iki yüzümü okşayarak 'Keçeli bir daha saatine sahip ol' dedi. "Okuduğunuz Kur'ân'ı her yerde dinliyorum" Hocam Gönenli Hafız Ahmed Efendi ki; bu zat Eskişehir Oduncu Pazarı Camii imamı iken vefat etmiştir. Ona Üstad Hazretleri 'Siz nerede Kur'an okuyor iseniz ben sizi dinliyorum. Bu şekilde kabul et' demişti. Zira bu zat meşhur kurralardan idi. Üstad Hazretleri onun okuduğu Kur'an'a böyle değer verirdi. Düzce'deki Hasan Efendi kıraat okurken, yine orada Kürkzade ve Kulaksız Şükrü Efendi bana, 'Bediüzzaman'ın talebesi ve köylüsü geliyor' diye Emirdağlı olmam hesabiyle bana değer verirlerdi.

Konya Müftüsü Ömer Tekin Hocaefendi de 'Gel benim nurlu oğlum' diye Bediüzzaman'ın talebesi olmam dolayısıyle bana iltifat ederdi. Seksen iki yaşındaki adam ayağa kalkardı. Üstad Hazretlerinin her hali, her tavrı, her bakışı İslam'a hizmetti. Asırlardır izine tozuna rastlanmayacak muhterem bir zattı. Üstad Hazretlerinin durumunu gördüğüm zaman Peygamberimizi (a.s.m.) hatırladım. Zübeyir Ağabeyin sadakatini gördüğüm zaman Hz. Ebubekir Efendimizi, Mustafa Sungur'un celadetine bakar. Hz. Ömer Efendimizi hatırlarım. Ceylan Çalışkan rahmetliyi de çok severdim. Kendisi çok zeki bir insandı. Ona 'Sen neden imtihanlardan hep on alıyorsun' diye sormuşlar. O da 'Ondan fazla notunuz olmadığından her zaman on alıyorum' diyerek nükteli bir cevap vermiş. Bu hazır cevaplılığından dolayı soranları güldürmüş. "Takipçi birisinin akıbeti" 1960 ihtilalinde bizim karargahımız Mehmet Çalışkan Ağabeyin dükkanıydı. Biz birbirimizden haberdar olmak için devamlı buraya gider gelirdik. O arada Sivrihisarlı Niyazi Usta diye birisi vardı. Bu bizi takip eder, konuştuklarımıza kulak kabartırdı. Ben buna çok kızardım. Hatta dövmeye bile niyetlenmiştim. Mehmed Çalışkan Ağabeye durumu anlattım. O 'Sakın ha, onun başına bir şey gelecek, ama bizden gelmesin' diyerek bizi engelledi.

Gerçekten de onun başına öyle bir iş geldi ki, bir daha kimsenin içine çıkamaz bir hale geldi. Yüz kızartıcı bir suç sonucunda hapse girdi, evini de satarak ailesini Emirdağ'dan götürdü. Bir daha da Emirdağ'a gelemedi. Bir gün Üstad Hazretlerinin arkasında öğle namazı kılıyorduk. Üstad namaza başladığı zaman sanki yok olmuştu. Hani Hz. Ali namaza durunca vücudundaki oku çıkarmışlardı ya, aynen onun gibi Üstad Hazretleri de kendinden geçmişti. Onun namaz kılışını görünce kendimden hicap duydum. O namazın lezzetini hala unutamam. "Üstada gençlerin sevgisi" Üstad Hazretleri Emirdağ'a geldiği zaman onun arabasını, faytonunu sürmek için gençler sıraya dizilirlerdi. O hususta jandarmadan dayak yemeği şeref sayarlardı. Üstadı bu kadar çok severlerdi. Üstada otomobil alınmazdan evvel Üstad bir yere gitmek istediği zaman arabası, otomobili olanlar, hemen arabalarını alır gelirlerdi. Onu, nereye gitmek isterse götürmek, onun duasını almak isterlerdi. Emirdağlıların nakliye konusunda muvaffak olmalarının sebebi herhalde Üstadın duasına mazhar olmalarındandır. Üstad Hazretleri Emirdağ'a 1944 yılında gelmişti. Ben o zamanlar talebeydim. Hocam Gönenli Ahmet Efendi (r.h) bana 'Oğlum, mutlaka bu zatla görüş' demişti. Rahmetli babam köyümüzde Hayri Beylerle görüşürdü.

Hayri Bey de Üstaddan küçük risalelerden getirirdi, beraber okurlardı. Ben Üstad Hazretleriyle görüşebilmek için beş gün Suvermez'e gittim geldim. Geceleri orada yatıyor, gündüzleri geri dönüyordum. Nihayet beşinci gün sonunda Üstadla görüşmek kabil oldu. Ve beni talebeliğe kabul etti. Ondan sonra da münasebetlerimiz devam etti. "Gidip Stalin'i öldürür müsün?" Bir defasında Üstad Hazretleri Adaçalı'dan geliyorlar. Kibidek Çavuş denen birisi Üstadın yakasına yapışıyor. Üstadın yanında o zaman Mustafa Acet var. Üstad silkiniyor, yakasını Kibildek Çavuş'un elinden kurtarıyor ve Mustafa Acet'e dönerek 'Git, Stalin'i öldür desem öldürür müsün?' diyor. Mustafa Acet Ağabey de 'Vallahi Üstadım, şimdi giderim' diyor. Bunu üzerine Üstad Hazretleri o Kibildek Çavuş'a 'Bak, en edna bir talebem dahi emretsem Stalin'i öldürmeye gidecek. Eğer ben istersem iki saat içinde bana zahmet çektirenlerden intikamımı alırım. Fakat ben rıza-yı İlahi için ve bu milletin imanını kurtarmak için çalışıyorum' diyor. Askere merhum Ceylan Çalışkan'la beraber gittik. O benden büyük olmasına rağmen, daha önce, hapiste yattığı için beraber gitmiştik. Ben giderken Üstad Hazretleri bana şöyle demişti: 'Herhangi bir mansıba, mevkiye elin yetişmediği zaman, ayağının altına başka vasıta bul, sakın Kur'an-ı Kerimi vasıta yapma.'

Askerden geldikten sonra Üstadla yine münasebetlerimiz devam etti. Emirdağ Çarşı Camiine geçtiğimden Üstad Hazretleri bana, 'Ben hiç bir yerde bu kadar uzun süre (sekiz sene) aynı camide namaz kılmamıştım. Burada Çarşı Camiinde sekiz sene devamlı namaz kıldım. Alâküllihal bu cami benim camimdir. Buraya benim talebelerimden bir fedai çıkması lazımdı. O da sen oludun. Seni tebrik ederim. Benim camime imam olan aynı zaman da benim imamımdır' diyerek iltifatta bulunmuştu. Kabristandaki evliyalar Üstad Hazretleri bize daima Keçili köyü kabristanını ziyaret etmemizi tenbih ederdi. ' O kabristanda çok evliya var' derdi. Biz de bunun üzerine bu kabristana çok gitmişizdir. Bir gün Mustafa Acet Ağabey, Bayram ve ben yine o kabristana gitmiştik. Oradaki köylülere 'Bu kabristanın ne gibi hususiyetleri var da Üstad buraya bu kadar ehemmiyet veriyor' diye sormuştuk. Köylüler de 'İstiklal Savaşında burada çok şehit vermiştik' diye cevap vermişlerdi. Üstad Hazretleri, ben Van'da askerlik yaptığımda bana 'Van Kalesine gittin mi?' diye sordu. Ben de 'Evet Üstadım, gittim' dedim. 'Peki, Van Kalesine inerken ayağınız kaysa ne olur?' dedi. Ben de cevaben 'Yüzde beş yüz ihtimalle düşeriz' dedim. 'Tahminen kaç minare boyu var?' dedi. 'Beş minare boyu var diyorlar, efendim' dedim. Üstad bunun üzerine 'Benim oradan ayağım kaydı, on-on iki

metre yan tarafa fırladım, fakat bir şey olmadı. O zaman anladım ki, korunuyorum' dedi. "Namazın kerameti" Yine Hasan Hüsnü Mola diye bir zat anlatmıştı. Üstad Hazretleri Bitlis'e eli bağlı olarak getirilirken namaz kılmak için jandarmalardan kelepçeyi çözmelerini istiyor. Onlar da kabul etmeyince Üstad Hazretleri kelepçeyi kırıyor, namazını kılıyor. Ben de Üstada böyle bir şeyin olup olmadığını sordum. Üstad Hazretleri 'Ben gençliğimde çok kuvvetliydim. Kelepçeyi kırıp namazımı kıldım. Belki de namazın kerametidir' diye cevap verdi. "O yanmaya mahkumdur" Afyon mahkemesinden sonra kitaplar sahiplerine iade edildiğinde paketlerin üzerinde pullar vardı. Üstad Hazretleri bu pulları toplamamı söylemişti. Zira bu pulların üzerinde İnönü'nün resmi vardı. "Üstadım bu pulları ne yapayım?' dedim. Üstad Hazretleri de, 'O pulları yak, zira o yanmaya mahkumdur ' diye cevap verdi. Bir Ramazanda Üstad tarafından teravihten sonra sahura kadar Kur'an hatmi indirmem emredilmişti. Mustafa Acet Ağabey risale yazıyor, Zübeyir Ağabey gündüz hizmetlerde bulunduğundan ve rahatsız olduğundan yatıyordu. Kastamonulu Hüsnü ise henüz küçük talebe idi. Her gün teravihten sonra geliyor Üstad Hazretleriyle sahura kadar Kur'an okurduk. İki günde bir hatim indiriyorduk. Sonra evlerimize gidip sahur yemeğini

yiyor, camiye mukabele geliyorduk. "Ben bütün Nur talebelerini görüyorum" Kadir gecesi Üstad Hazretleri iki-üç defa yanımıza geldi. Zübeyir Ağabey ayakta duramayacak kadar hasta olduğundan yatıyordu. Üstad 'Kalk keçeli' diye onu kaldırıyordu. Yine sahurdan önce son gelişinde sedire oturdu. Neşeli bir şekilde sol elini sağ elinin karşısına dikerek 'Ben bütün Risale-i Nur talebelerini görüyorum. Onların bütün nefes alışlarını dinliyorum' diye neşeli bir şekilde konuştu. "Emirdağ'dan dünyaya bir hakikat ilan edilecek" 1944'te Üstad Emirdağ'a geldikleri zaman Seydi Koçer Ağabey üç gün oruç tutuyor, hayvansal besinlerden yemiyor. Sonra da Üstadı ziyarete gidiyor. Ve içinden de Üstad Hazretlerinden himmet bekliyor. Üstad ona dikkatli bir şekilde bakıyor. Seydi Ağabey bunu İbrahim Kantar Ağabey'e anlatıyor. İbrahim Ağabey de üç gün oruç tutuyor, hayvansal besin yemiyor ve Üstad Hazretlerinin yanına gidiyor ve içinden himmet dileğinde bulunuyor. Üstad Hazretleri ona 'Bak kardeşim, Emirdağ'dan bir kısım insanlar bize hizmet edecekler ve bütün dünyaya buradan bir hakikat ilan edilecek' diyor. Ve kısa bir süre sonra Afyon mahkemesi oluyor, İbrahim Ağabey tahliye olduğu halde Emirdağ'a gitmiyor, Üstadın dış hizmetlerinde bulunuyor. Gönenli merhum Hafız Ahmet Erok bize, 'Oğlum, bir

velinin büyüklüğü onun karşısındaki muarızlarıyla ölçülür. Koca Sultan, karşısında bütün dünya dinsizliğini almıştır' diyerek ağlamıştı. Mustafa Acet Ağabey anlatıyor: 1950'lerden evvel şekerin bulunmadığı zamanlar, şeker aramaya çıkıyoruz. Bir türlü bulamıyoruz. Eve döndüğümüzde bir bakıyoruz ki, rafta kiloluk kese kağıdıyla şeker var. Üstad bunu görüyor. Kimin getirdiğini soruyor. Biz de bilmediğimizi söyleyince 'Fesübhanallah, her neyse' diyor. Üstad cuma günleri banyo yapardı. Bir kış günü Üstad Hazretleri mangalın üzerine ibrikle su koydu. Baktım ki, mangalda sönmek üzere olan bir közden başka ateş yok. Bunu Üstada söyleyince, Üstad Hazretleri ısrarla koymamı söyledi. Sonra tenekeyi getirdi, mangalın yanına dayadı. Ben içimden gülüyordum. Bir kaç dakika sonra Üstad Hazretleri elini tenekeye vurdu ve 'Fesübhanallah, su ısınmış' dedi.Ben inanmayacak oldum. Baktım, su banyo yapacak derecede mükemmel bir şekilde ısınmış. Üstad Hazretleri bir şey sipariş ettiği zaman bir kutunun içinden para çıkararak verirdi. Bir gün baktım ki kutuda para yok. Üstad kutunun kapağını tekrar kapadı, bir şey daha ısmarladı ve kutudan içinden yine para çıkarıp verdi. Bunları bizzat gördüm. "Üstad cinlere ders veriyordu" Zübeyir Ağabey anlatıyor: 'Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir gün içeride ne yapıyor diye

merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş, karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim. Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. 'Keçeli bir daha seni orada görmeyeyim' dedi. Merhum Mustafa Bilal anlatıyor: Üstad Hazretleri Emirdağ'a gelmezden evvel rüyamda 'Bediüzzaman geliyor, Mehdi geliyor' dediler. Ve baktım camiye birisi girdi. Ayakları yerde, başı tâ kubbeye varıyordu. Boyu bu kadar uzundu. Daha sonra Üstad Hazretleri Emirdağ'a teşrif ettiler. "Bediüzzaman'ın tokadı ve İnönü'nün seçimi kaybetmesi" Yine Mustafa Bilal'in yakın akrabalarından Hasan Usta anlatmıştı: '1950 seçimleri olurken ben ağır hastaydım. Yarı uyur-yarı uyanık haldeyken, 'Bediüzzaman geldi, Mehdi geldi, Said bin Mirza geldi' dediler. Sonra baktım, Afyon Kalesinin önünde yüksek bir taht kurulmuş ve İnönü büyük bir kalabalığa hitap ediyor. Sonra 'Mehdi çıktı' diye bir ses işitildi. Ve kaleden birisi çıktı, dolanarak geldi. İnönü konuşurken ona öyle bir tokat akşetti ki, İnönü tepe taklak kürsüden yuvarlandı ve yere düştü, ben de bu sırada uyandım. Daha sonra İnönü seçimlerde ağır bir yenilgi alarak seçimleri kaybediyor. Ben ilk zamanlar şapka giyiyordum. Bana birçok Nur

talebesi şapkayı çıkarmamı söylemişlerdi. Ben ise çıkarmaya sıkılıyordum. Bir gece rüyamda. 'Üstad Hazretleriyle bir yere çıkıyoruz, elini benim omzuma atıyor. Bakıyor ki, başımda şapka var. Elinin tersi ile şapkamın güneşliğine vuruyor. Şapkayı gökyüzünde hayal-meyal görüyorum, daha sonra şapka tepesi aşıp kayboluyor. "Bediüzzaman feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor" Nazilli'de Şeyh Hacı Ali Efendi isminde muhterem bir zat vardı. Benim de tayınım Konya Doğanbeyli'ye çıkmıştı. Tayinimin Nazili'ye çıkmasını istiyordum. Nazilli Müftüsü Mehmed Ali Sula ile beraber bana yardımcı olması için bu Şeyh Efendinin yanına gitmiştik. O sırada değişik yerlerden başka kimseler de gelmişti. Onlar benden yaşlı olduklarından onlara yer gösterdi. Ben Emirdağlıyım deyince beni yanına oturttu. 'Bediüzzaman'ı tanıyor musun?' diye bana sordu. Bende tanıdığımı söyledim. Üstad Hazretlerinden uzun uzun bahsetti. 'Evladım, biz makamımızın altındakilerin derecesini takdir edebiliriz. Makamımızın üzerindekilerin ise derecelerini takdirden aciziz. Bizim kolumuz kısa olduğu için silsile tarikiyle seyr-i sülûk ediyoruz. Ben, Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerine intisablıyım. Bediüzzaman'ın kolu o kadar uzun ki, feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor' dedi. Bir gün o zamanın muhalefet partileri, Demokrat Partiye

karşı Ege taaruzu diye bir güç birliği kurmuşlardı. Menderes de bunlara karşı Vatan Cephesi'ni kurdu. Bunları Üstad Hazretleri Hamza Emek Ağabeyden öğrendiğinde 'Menderes dindarlarla beraber olursa karşısındaki elli parti de olsa bir şey yapamazlar. Yoksa tepe taklak gider. Bir de İttihad-ı Muhammedî Fırkası var ki, onun iktidara gelebilmesi için halkın en az yüzde altmış-yetmişinin hakiki dindar olması lazımdır' demişti. Üstad Hazretleri Bitlis'te Ulu Camiin minaresine çıkarak şerefenin korkulukları üzerinde yürümüş. Ceylan Ağabey Üstada bunu neden yaptığını soruyor. Üstad Hazretleri de, 'Kimsenin yapamadığını yapmak için yaptım' diye cevap vermişti. "Menderes'le Bediüzzaman'ın selamlaşması" Merhum Adnan Menderes 1958 yılında Emirdağ'a gelmişti. Mahşerî bir kalabalıkla yürüyorlardı. Tam Üstad Hazretlerinin oturdukları evin önüne geldiklerinde, ona Üstadın evini gösterdiler. Ben de bu manzarayı görmek için tam karşıya durmuştum. Merhum Menderes pencereden bakan Üstada elini kaldırarak selam verdi. Üstad ise buna mukabeleten iki elini birden kaldırarak kucak açmış şekilde Menderes'e selam verdi. Bu sırada öyle bir alkış tufanı koptu ki, ben öyle bir alkış görmedim. Sanki yer yerinden oynuyordu. Afyon Hapishanesinde Kasap Tahir isminde birisi vardı. Bu birisinin başını kesmiş ve idama mahkum olmuştu.

Fakat henüz idamı infaz edilmemişti. Bu, hapishanede Üstadı ziyarete gitmişti. Üstad buna 'Sen öldürülmeyeceksin ' diyor. Gerçekten de 1950 yılında bir af çıkıyor, o da bu aftan yararlanarak idam olmaktan kurtuluyor. "Mustafa Sabri Efendi Şeyhülislam olunca, Üstad Hazretleri iki-üç gün hiç dışarıya çıkmıyor, daima odasında oturuyormuş. Mustafa Sabri Efendi bunun üzerine Üstadın yanına çıkarak ne yaptığını sormuş. Üstad Hazretleri de, 'Meşgulüm, meşgulüm, nefsimi terbiye ile meşgulüm' diye cevap vermiş. Mustafa Sabri Efendi 'Nefsinin neyiyle meşgulsün?' diye sorduğunda Üstad şöyle diyor: 'Nefsim bana diyor ki; 'Sen şeyhülislamlığa her hususta Mustafa Sabri Efendiden daha layıksın, sen varken neden onu şeyhülislam yaptılar?' Ben de ona diyorum ki; 'Eğer bu görev sana nasip olsaydı, hiçbir kimse buna engel olamazdı. Demek ki, sana nasip değilmiş, hakkına razı ol. Oturduğun yerde otur."

SAİD ÖZDEMİR "Dedem Üstadı çok severdi" Dedem Tillo'da M. Siyye Camiinde imamdı. Üstaddan sitayişle bahsederdi. Üstada derin bir muhabbet ve itimadı vardı. Ankara'ya 1938'de geldim. 8 yaşında idim. Türkçe bilmiyordum. Ana dilim Arapça. Hususî olarak Türkçeyi 7-8 ay kadar çalışarak öğrendim. 1. ve 2. sınıfları verdim ve 3. sınıftan başladım okumaya. İlk, orta ve lise bittikten sonra İTÜ Makina Bölümünde 2 yıl okudum. Bir rahatsızlıktan dolayı tekrar Ankara'ya döndüm. Pedere de artık okumayacağımı söylemiştim. İş arıyordum. Dini konularda kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Sonunda Diyanette bir iş buldum. 1950' de A. Hamdi Akseki bizzat beni imtihan etti. Akseki'nin sorduğu suallerden birisine verdiğim cevap hoşuna gitmişti ve beni memur olarak işe aldı. Suali şu idi: 'Kur'ân-ı Kerim radyodan kahvehanelerden okunuyor. Bu günah olmaz mı?' Ben de dedim: 'Kelâm-ı İlâhî kahvede okunursa belki oradakilerin ıslâhına vesile olur. Orada okunması Kur'ân'a

bir nakise olmaz." "Üstada muhabbetim vardı" O arada Abdullah Yeğin ve Mustafa Sungur'la görüşüyorduk. Bana küçük eserlerden verdiler. Bunlar Telvihat-ı Tis'a ve Gençlik Rehberi v.s. Üstada muhabbetim vardı. Bir ara Hicaz'a gitmeye niyetlendim. Kitaplarımı sattım. O sırada Diyanette İskender Göçer diye biriyle tanıştık. Bu zatla aramız çok iyiydi. Hârika şeyler gördüğünü anlatıyor, bütün peygamberlerin hayatlarını gözlerinin önüne getirildiğini, hangi peygamber nerede, nasıl mücadele ettiğini kendisine gösterildiğini söylüyordu. Kendisine sürekli mânevî telkinat yapıldığından bahsediyordu. Âl-i Beyt kendisiyle meşgul oluyormuş. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kendisine harp talimi yaptırıyorlarmış. Hz. Âişe ve Hz. Fâtıma da kendisine cübbe ve takke takıyorlamış ve ileride mehdi olacağını, Mekke'den çıkıp bütün dünyayı ıslah edeceğinin söylüyorlarmış. Bu arada ben de gençlik sâikasıylı âdeta ona intisap ettim. Aramızdaki münasebet şeyh mürit gibi idi. 'Mehdiyi bulduk' diye ona çok yakın alaka peyda ediyordum. "Seni bana Allah yolladı" Bir ara Konya'ya gideceğini , bir ay kadar orada kalacağını, bazı işlerinin olduğunu söyledi. Birlikte gittik. O anlatıyor, ben dinliyordum. Her zaman Hz. Peygamberle

görüştüğünü anlatıyordu. Bir taraftan da içimde şüphe vardı. 'Acaba' diyordum, 'doğru yolda mıyım?' Bunu bilse bilse Bediüzzaman Said Nursî bilir diye Üstada gitmek için İskender Beyi de ikna ettim. Peder de önceden tembihlemişti, 'Gideceğiniz zaman bana da haber verin' diye. Üçümüz yola çıktık, Isparta'ya Konya yoluyla gittik. Yatsıdan sonra Isparta'ya varıp Üstadın evini aradık ve bulduk. Ben, 'Geceleyin otelde kalıp sabah gidelim' dediysem de, peder 'Hemen gidelim' dedi. Fitnat Hanımın sahibi bulunduğu Üstadın evine gittiğimizde, İskender Bey, 'Ben mehdiyim, peygamberlerin selâmı var, görüşmek istiyorum' dedi. Kapıya çıkan Sungur Ağabey ise, Üstadın istirahatte olduğunu, bu saatte rahatsız edemeyeceklerini söyledi ise de dinlettiremedi. O gitti, Bayram Ağabey geldi. İskender Bey aynı şeyleri ona söyledi. O da Üstadı bu saatte rahatsız edemeyeceğini söyleyerek yarın gelmemizi istedi. Bunun üzerine İskender Bey kızdı, 'Nasıl olur, ben buraya kadar gelirim de görüştürmezsiniz, içeri almazsınız, bir daha da gelmem' dedi. Otele gittik. Sabaha doğru bir rüya gördüm. Rüyamda Üstadın huzurundayım. Üstad, İskender'in başına eliyle bir çarpı işareti yaptı. Sabah namazından sonra Üstad, Ceylan Ağabeyi bize yollamış. Nerede olduğumuzu onlara söylemiştik. Ceylan Ağabey, 'Üstadım acele sizi istiyor. Yalnız üç kişi değil, iki kişi geleceksiniz' dedi.

İskender Bey, 'Ben zaten gelmiyorum' dedi. Biz iki kişi gittik. Üstad bizi kucakladı. Ve '70 senedir oradan (Tillo'dan) bir yardımcı vermesi için Allah'a dua ediyordum ve bir yardımcı bekliyordum. Allah sizi bana yolladı' dedi. Ve 'Sizi Arabistan v.s. yerler namına da kabul ettim' dedi. "Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye'dir" Ben ise Hicaz'a gitmek istediğimi söyleyince 'Niye?' diye sordu. 'Efendim' dedim, 'memleketin halini görüyorsunuz. Gittikçe daha fenalaşacak. Orada olsam çocuklarım da kurtulur, ben de' dedim. Kardeşim', dedi, 'Ben orada olsam buraya gelirdim. Alem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye'dir. Bu kilit bu kapıyı Âlem-i İslâm üzerine açar. Kat'iyen buradan gitmek için izin yok' dedi. Daha sonra, 'Atıfı (Ural) tanıyor musun?' dedi. 'Yok' deyince, 'Onunla tanış ve hemen hizmete başla' dedi. 'Peki' dedim. Mecmuatü'l-Ahzâb'ı da beraberimde getirmiştim. 'Bu ne?' dedi. 'Biliyorsun ben hediye kabul etmem.' Ben de, içinde Mecmuatü'l-Ahzab olduğunu, 'içindeki Celcelutiye'de Süryanice isimler bulunduğunu, bunları kendisinden ders almak için kitabı getirdiğimi söyledim. Üstad, 'Sonra onları yaparsın' dedi. Dışarı çıkarken peder, Üstada İskender Beyden bahsetti.

Üstad da onun için 'Meczup biri' dedi. Ondan sonra ben de o zattan koptum. Bu ziyaret benim için mecaziden hakikiye geçiş oldu. Sonra kızıma rüyasında, 'Baban Mehdinin elinden tuttu' demişler. "Gözlerim arkada kalmaz" Ankara'ya döndükten sonra Atıf kardeşle tanıştık (1952). Yeni yazıyla Onuncu Söz'ün teksirini yapıyordu. Sonradan Isparta'ya gittiğimizde, Üstad Büyük Sözler'i matbaada basmamız için verdi. Sözler daktilo edilmiş dosyalar halindeydi. 'Maya (sermaye) yaparsınız' diye 600 lira verdi. İlk defa Sözler'i Ankara'da Ayyıldız Matbaasında bastırdık. Daha sonra Doğuş Matbaasına geçtik. Matbaa ile öyle haşir neşir olduk ki, orada yatıp kalkıyorduk. Kitap, formalar halinde Üstada gidiyordu. Üstad tashih ettikten sonra biz basıyorduk. Tashih şu şekilde yapılırdı: Kardeşlerden biri yeni yazı ile yazılmış kitabı okuyor, Üstad da takip ediyor, yanlış varsa düzelttiriyordu. Formalar için Üstad çok seviniyordu. Kim getirirse getirsin, derhal içeri alıyordu. Sözler'i ciltletip Üstada götürdük. Üstad da bir annenin çocuğuna kavuşma sevinci vardı. 'Ben vazifemi yaptım, gözlerim arkada kalmaz' diyor, gözleri yaşarırcasına seviniyordu. Fiyatını sorup kendi eseri olan bu kitaba çıkarıp 25 lira verdi. Ve 'Her 25 lirayı verene bu kitabı vermeyin, 25 kişiye okutacağım diyene

verin' dedi. Üstadla birçok defa görüştük. Görüşmelerimizde hep neşriyatın ehemmiyetini ve nasıl yapılması lâzım geldiğini anlatıyordu. Bir defasında Mektubat'ı basıyorduk. 'Mu'cizat-ı Ahmediye'yi ayrı basalım' dedim. Üstad ise, 'Bu diğeriyle bir kuvvet teşkil eder, ayrı basmayın' dedi. 'Rumuzat-ı Semaniye'de Vahhabiler hakkındaki kısmı da basmamamızı söylemişti. Biz de basmamıştık. Sonra Lem'alar, İşâratü'l-İ'caz ve Tarihçe-i Hayat'ı basmamız için verdi. Tarihçe-i Hayat'ın basılmasından dolayı bizi mahkemeye verdiler. En son, Üstadın, 'Said meşveretle neşredebilir' dediği Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi bastık. O zaman Üstad Ankara'ya geldi. Beyrut Palas'ta kaldı. Orada Sikke-i Tasdik-i Gaybî için 'Bunun hasların haslarına verin' buyurdu. Yani herkese vermememizi söylüyordu. Sikke-i Tasdik-i Gaybînin basılması üzerine bizi içeri aldılar, 33 gün içeride kaldık. "Kardeşim yatağımda yat" En son Üstadı ziyaretim Sikke-i Tasdik-i Gaybî üzerine oldu. O ziyarette Üstad, 'Kardeşim, bugün benim yatağımda yatıp, benim yemeğimi yiyeceksin' dedi. Ders yaptık. Akşama yakın biz diğer odalara ayrıldık. Kendisine getirilen yemeğin yarısını kendisi yiyip diğer yarısını da bana yolladı ve 'Kabı bana lâzım' diye nükte

yaptı. Sonra Üstad kendi yorganını getirdi ve ben o yorganla yattım. Ayrılırken, Üstad balkona çıkıp beni uğurladı. Sonra Ankara'ya gittim, bir müddet sonra bizi hapse attılar. Üçüncü gün olmuştu ki, Üstadın Urfa'da vefatını duyduk. Hapiste olduğumuz için cenazeye gidemedik. "Üstadla geçen bir yolculuğumuz" Üstad hayatta iken İzmir'de bir mahkememiz vardı. Atıf kardeşle birlikte gittik. Dönüşte Isparta'ya uğradık. Ramazan'dı. Gece yarısına doğru Üstad talebeleriyle ders yapıyordu. Biz de iştirak ettik. Dersten sonra meyve, o yoksa para dağıtmak Üstadın âdetiydi. Meyveleri kurayla dağıtırdı. O gün kurayla üzüm dağıttı. Üzüm kurumuştu. Çünkü, tefekkür için asmışlardı. Bana dedi: 'Yarın yalnız seninle Ankara'ya gideceğim.' Biraz sonra tekrar aynı şeyi söyledi. Sabah, 'Arabayı hazırlayın' dedi ve 'Zübeyir bana lazım' diyerek Zübeyir'i de aldı. Üstad, Atıf, Zübeyir ve Hüsnü (şoförlük yaptı). Isparta'dan Konya'ya gittik. Emniyet haber almış, halk da bunu duymuş ve toplanmıştı. Bana 'Sen konuşacaksın' dedi. Daha sonra konuşmadan bir kardeşin evine gittik. Üstad, yolda 31 Mart hadisesini anlattı. 'Beni, pencerenin önüne getirmişlerdi. 18 kişinin asıldığı görünüyordu. 'Seni de asarız gibisinden' beni buraya getirmişlerdi. Allah'ın izniyle yaptığım müdafaadan sonra

berat verdiler. O anda mahkeme reisi Hurşit Paşa hiddetlendi, ayağa kalktı ve 'Sen de mürteci imişsin' dedi. Ben, 'Paşa, paşa! Gözlerini muvahhidinin kalemlerinin uçlarıyla patlatırım' dedim.' Daha sonra Üstad 'On bir buçuk cinayeti ' ifade etmiş. Aynı hatırayı Sadık Başgöz de bana anlatmıştı. Sadık Beyin babası müftü idi. Üstadla o zaman Erzincan'a gitmişler. Müftülük kütüphanesinden hangi kitabı çıkardıysa, Üstadın kitabı ezbere okuduğunu görmüş. Sonra Şerhü'l-Mevakıf'ı çıkarmış. Üstad, 'Ona da bir zaman nazar etmiştim' demiş ve başlamış ezbere okumaya. Mart hapsinde Üstada eziyet yapmaya geliyorlar. Onlar daha kapıya yanaşır yanaşmaz, Üstad, sandalyeyi kaptığı gib 'Ey ekpekü'l-küpeka... ' diyor ve onlara mani oluyor. Sandalyeyi vuruyor mu, vurmuyor mu, hadisenin teferuatını bilmiyorum. Üstad daha sonra Millet Meclisindeki hadiseyi anlattı: Ankara'ya geldiğim vakit bazı mebuslar yüzlerini Garba döndürmüşler, Garplılaşma temayyülü ve hevesiyle İslâmiyete lakayıt kalmışlardı. (O vakit Üstad, malum on maddelik broşürü neşredince camiye gelenler kalabalıklaşır. Ben broşürün aslını görmedim.) O zaman duydum ki, Reisicumhur çok kızmış. Kürsüye çıktı, 'Alim ve fazıl bir zat vardı. İstanbul'dan buraya çağırdık ki, yüksek fikirlerinden istifade edelim, fakat o geldi, namaza dair şeyler yazdı, içimize fitne verdi' dedi. Ben bunun üzerine söz hakkı istedim, vermediler. Sonra koridora

çıktım, baktım ki karşıdan geliyor, kendisine, 'Paşa! Paşa! Namaz kılmayan hâindir. Hâinin hükmü merduddur' dedim ve iki parmağımı yüzüne doğru uzattım. Bunun üzerine, 'Hocam, onu size söylemedim, siz yanlış anladınız ' diye yalan söyledi ve bana tarziye verdi' dedi. Üstadla birlikte yola devam ettik, yolda abdest aldı. Abdest suyunu ben döktüm. Bu arada baktım ki, ayağının iki parmağı bitişik. Yolda giderken, 'Kardeşim ben konuşamayacağım. Benim yerime sen konuşursun' dedi. "Üstadın Mevlâna'yı ziyareti" Konya'ya vardık. Taksi gelip, meydanda durdu. Birden bire taksinin etrafı bulut gibi kapandı. Şoföre, Abdülmecid Ağabeyin evine gitmesini söyledi. Abdülmecid Ağabeyin evi Konya'da, şimdi Turizm Müdürlüğünün arkasında bulunuyordu. O da yola çıkmış geliyordu. Arabanın açık olan camından Üstadla bir müddet görüştüler. Bu arada kalabalık gittikçe artıyordu. Polisler kalabalığı dağıtmak için halkı joplarla dövmeye başladı. Halkı dağıttıktan sonra bizi de taksiden çıkararak dövmeye başladılar. Zübeyir Ağabeyi zorla jipe bindirmeye çalışıyorlardı. Ben polislerden kurtulup Üstadın yanına geldim. Üstad gelen polislere saatini göstererek, 'Ben namaz kılacağım' dedi. Öğle namazını Selimiye Camiinde kıldık. Üstad 'Mevlânâ'yı ziyaret edeceğim' dedi, fakat polisler

müzenin açık olmadığını söylediler. Müze Müdürü Mehmet Önder oradaydı. 'O vazife bana ait, ben hususi olarak gezdireceğim' dedi. İçeriye girdik. Üstad, 'Ben yalnız gezmek istiyorum' dediyse de, halk ve sivil polisler Üstadı yalnız bırakmıyordu. Biraz yürüdükten sonra sandukaların olduğu yere geldi, kıbleye yönelerek dua etti, hem de bir taraftan ağlıyordu. "Üstadın polislere teşekkürü" Daha ileri gitmedi, dışarı çıktı. Şişman bir komiseri yanına çağırdı. Kemal ismindeki bu komiser gelmedi. Başka bir polis çağırdı. O geldi. Ona şunları söyledi: Ben size teşekkür ediyorum. El öptürmek bana azaptır. Buna engel oldunuz. 28 sene hapishaneler, tazyikler, tevkifler, işkenceler ile bu memleketin asayişine hizmet ettim. Siz maddi olarak bu memleketin emniyet ve asayişine hizmet ediyorsunuz; ben ise mânevî olarak hizmet ediyorum. Biz bin savcı ve bin emniyet müdürü kadar hizmet etmişizdir. Onun için bize bir vazife arkadaşı olarak bakın, başka gözle bakmayın. Bunu bütün arkadaşlarına söyle.' Üstadın Ankara'ya gelişi Daha sonra bana dönerek, 'Ankara'ya gelecektim, fakat bu hadiseler gösterdi ki, daha vakti gelmemiş. 'Üstad Emirdağ'a gitti, ben de Ankara'ya döndüm. Üstadın Ankara'ya ilk gelişinde Bend Deresi'ndeki

dershaneyi özel olarak hazırladık. Kendisine dershaneyi hazırladığımızı söyledik. Fakat Üstad, 'Şimdiye kadar bütün seyahetlerimde otelde kaldım. Orada kalacak olursam, başka yerdeki kardeşler; 'Bize niçin gelmedi?' der' diye kabul etmedi, 'Yalnız sen oradaki yorganı getir' dedi. Kendisi Beyrut Palas Otelinde kaldı. Birçok kişi Üstadı ziyaret ettiler. O zaman otele kardeşlerden ortak olanlar vardı. Otelin içi ve dışı kordon halinde polis ve jandarma tarafından tutulmuştu. Üstad o zaman bu hali görünce, 'Bizden ne tevehhüm ediyorlar? Burada bizi parça parça da etseler, biz yine asayişe dokunmayacağız. Çünkü masumlar zarar görür. Kur'ân tutan hiçbir el masumların zararına harekette bulunamaz.' Üstad bir müddet bu otelde kaldı. Bazı milletvekilleri geldiler. Onlara bazı tavsiyelerde bulundu. Üstadın ikinci gelişinde Bahçelievler'de bir ev tuttuk, telefon çektirdik. 'Üstad, ben burasını çok sevdim. Bir müddet kalacağım' dedi ve burada üç gün kadar kaldı. Polisler yine rahat bırakmıyordu. Evin sahibi bir kadındı. Polislere, 'Benim evime kimler gelmiş de böyle yapıyorsunuz?' diye çıkışmıştı. "Menderes bizi anlamadı" Üstad Ankara'ya üçüncü defa gelmeyi arzu ettiklerinde bizim haberimiz yoktu. Emniyet haber almıştı. Bir tedbir olarak eve geldiler ve bizi nezarete aldılar. Bu arada İsmet İnönü'nün, 'Menderes Said Nursi'yi seçim propagandası

olarak Ankara'ya getiriyor' şeklindeki sözleri gazetelerde yar aldı. Bunun üzerine Dahiliye Vekaleti, Üstadın Ankara'ya sokulmayacağı kararını almıştı. Üstad, Ankara- Gölbaşı'na geldiğinde polisler tarafından arabasını çevirirler ve Üstada emri bildirirler. 'Biz emir kuluyuz, emri tatbik ediyoruz' diye mazeretlerini söylerler. Üstad onlara, 'Ben suçlu değilim, aranmıyorum, o halde sizin kanunlarınıza göre her yere seyahat etme hürriyetim var. Sizin yaptığınız keyfî bir harekettir. Ben sizin kanunlarınızı dinlemiyorum. Yalnız benim altmış senedir tatbik ettiğim bir düsturum var: Asayiş bozmamak. 'Üstad oradan geri döner. Polatlı'ya kadar polisler onu takip ederler. Daha sonra bizi de nezaretten çıkardılar. Tabii biz ne olduğunu anlayamamıştık. 'Daha sonra öğrenirsiniz' diye bizi serbest bıraktılar. O gece hadiseyi öğrenince, otobüse atlayıp, Üstadın yanına gittim. Beni görünce, 'Menderes bizi anlamadı. Ben yakında gideceğim, Onlar-ellerini ters çevirerektepetaklak olacaklar' dedi. Ben Üstadın Menderes'e dua ettiğini biliyordum. Isparta'da bir sabah ders yaparken, 'Kardeşlerim, ben bu gece Menderes'e dua ettim' dedi. Daha sonra öğrendik ki, Menderes o gece İngiltere'de uçak kazası geçirmiş, fakat kurtulmuştu. "Vaaz kürsüsünde ders yaptık"

1957-58 yılları. Ankara'da Hacıbayram Camiinde sabah namazından sonra Risale-i Nurdan okumaya başladık. Her sabah kürsüye çıkıp, 'Şimdi Bediüzzaman'ın Sözleri kitabından ders yapacağız' diyorduk. Böylece orada Sözler, Mektubat ve Lem'alar'ın yarısına kadar geldik. Daha sonra bu tatbikatımı Üstada anlattım. Üstad, 'Siz de böyle yapın' dercesine, gelene gidene bunu anlatıyordu. Bunun üzerine birçok şehirde Risale-i Nur okunmaya başlandı. Ankara'daki reklâm hâdisesi şöyle oldu. Erzincanlı Refet Kavukçu kardeşe levhalara vecizeler yazdırdık. Bunları belediye otobüslerine astık, bir hafta kaldı. Garaja da astık. Garajda asılanların hâlen resmi vardır. Belediye işletme müdürü beni çağırdı. 'Siz ne yapmışsınız?' diye bana çıkıştı. Ben, 'Paramızla reklam yaptık' dedim. 'Alın paranızı' dedi. Levhaları istedim, vermedi. On beş sene sonra bir marangozhanede buldum. Hâlâ saklıyorum onları. Radyoda Risale-i Nur reklamı Radyo ilânı da şöyle oldu. Bir reklâm pusulası yazıp Radyo Dairesine götürdüm. Oradakiler normal olarak kelimeleri saydılar. Otuz kelime vardı. Üç gün çıkmasını istedim. Vakit olarak da herkesin evine döndüğü yemek ve istirahat vakti olan akşam 7-7.30 sıralarında olmasını istedim. Bu arada bütün kardeşlere haber verdik. Üstad da dinlemek için odasından arabaya inmişti. Saat gelince spiker, 'Risale-i Nur müellifi büyük İslâm mütefekkiri Said Nur. Sözler, Lem'alar,

Mektubat, İşaratü'l-İ'caz, Asa-yı Musa çıkmıştır. İsteme adresi: 'PK 444, Ulus-Ankara' diye metni okudu. Ertesi gün herkes yine radyo başında. Fakat saat gelip geçmesine rağmen çıkmadı. Hemen Radyo idaresine gittim. 'Para verdiğimiz halde reklâmlarımız niçin çıkmadı?' diye sordum. "Radyoda 20 dakika konuşma yaptım" Siz bizi aldatmışsınız. Köşkten bizzat Reisicumhur telefon etti. Bizi bir güzel payladı. Paranızı alın, bir daha olmaz' dediler. Fakat bu tek reklâmın büyük tesiri oldu. Birçok beraatlere vesile oldu. Mahkemede, 'Efendim devlet radyosunda reklâmı yapılan bir eser nasıl yasak olur?' diyorlardı. Hakim, Radyo Dairesinden sorunca, 'Evet yapıldı' diye cevap alınca beraat veriyorlardı. Risale-i Nurları basmak için kâğıt bulamıyorduk. Kâğıt için İzmit'e gittik. Haberini almışlar. Bize kâğıt vermediler. Tartışma çıktı, müdüre kadar çıktık, yine de alamadık. 'Biz bu memleketin evlatlarını kurtarmaya çalışıyoruz, onlar bize kâğıt vermiyorlar' diye çok kızdım ve üzüldüm. Deniz kenarında gezmeye çıktım. O günlerde Üsküdar Vapuru battı. Vapurda 200-300 çocuk varmış. Onların babaları Ankara'da bir mevlid okutmaya karar verdiler. Mevlid radyodan veriliyordu. Ben vaizdim. 'Bir konuşma yapayım' dedim. Radyo İdaresinden birisi geldi. 'Hocam sizin konuşmanız iptal edildi' dedi. Çünkü Radyo İdaresi konuşma metnini görmemişti. Gelenlere, 'Kardeşim geç

kaldınız, ben başlıyorum' dedim ve başladım. Ayrılan süre 10 dakika olmasına rağmen, 20 dakikayı geçti. Üstada telgrafla haber vermiştim. O da arabada dinlemiş. Ve çok sevinmiş. Hadise ertesi gün gazetelerde yer aldı. Ulus gazetesi, 'Nurcular dün gece cihad ilân ettiler' diye manşet attı. Daha sonra polisler bir çok arama yaptılar. "Çanta arama emri" Emirdağ'da en son ziyaretimde Üstad şu tavsiyede bulundular. 'Kardeşim, hizmeti düşünmeyin, hizmeti en muhalife dahi Cenab-ı Hak yaptırır. Sizin düşüneceğiniz; uhuvvet, muhabbet, ittihat ve tesanüttür. En fazla düşüneceğiniz bunlardır. Bugün bize en fazla lâzım olan budur. Bir gün, İstanbul- Süleymaniye Kirazlı Mescit'teki medreseye polisler geldi. Arama yaptılar. O günler İçtihad Risalesesinin Eskişehir'de basımına hazırlık yapıyorduk. Benim çantada İçtihad Risalesinin dizgi klişeleri vardı. Eğer çantayı yakalatırsak kitapların nerede basıldığı öğrenilecek, evraklar ile malzemeler elden gidecekti. Ben çantayı arkama sakladım. Bunu polislerden birisi gördü. Çantayı aramak üzere istedi, ben arama emri olmadan çantanın aranamayacağını söyledim. Polis, 'Çanta arama emri mi olur?' dedi ise de, ben direttim. Bunun üzerine, 'O zaman hepiniz karakola gideceksiniz' dediler.

Bizi İstanbul Emniyetine doğru götürdüler. Benim kucağımda çanta vardı. Kaçacağımı anladılar, diğerlerinden çok beni kontrol ediyorlardı. Bizi Birinci Şube'de en üst kata çıkardılar. Bir polise teslim ettiler. Kayınbiradere, 'Ben gideceğim' dedim ve üzerimdeki adres defterlerini ona verdim. Ayete'l-Kürsiyi okuyarak kapıyı açtım, hızlı adımlarla merdivenleri ikişer üçer inerek o civarda Hocapaşa Camiine girdim ve çantayı kilimin altına sakladım. Çantayı arama emri çıkararak beni aramışlar, fakat ne beni bulabildiler, ne de çantayı arayabildiler. O sırada Necdet Elmas da Birinci Şube'de imiş. Emniyettekiler, 'Şimdiye kadar buradan hiçbir siyasi suçlu kaçmadı. Görülmedik bir şey' diye çok kızmışlar. Bunun üzerine Zübeyir Ağabeyi ve Mustafa Sungur Ağabeyi içeri aldılar. İki gün sonra Ankara'ya gitmek üzere otobüse bindim. Yolda kimlik kontrolü için bütün otobüsleri arıyorlardı. Konvoy çok uzun olduğundan, bizim otobüsün şoförü bir patika yola daldı ve hiç beklemeden devam etti. Orayı da Allah'ın inayeti ile atlattık. Sonradan Ankara'ya haber vermişler. Polisler bizim evin etrafını sarmışlar. Bend Deresi'ndeki evimizden inerken bir polis, 'Sen İstanbul'dan kaçan maznun değil misin' diyerek beni tuttu emniyete götürdü. Emniyete vardığımda, 'Seni İstanbul'a göndereceğiz, oradan istiyorlar' diyerek yanıma bir polis kattılar ve trenle beni İstanbul'a gönderdiler.

"Elimizden çekeceği var" İstanbul'a vardık. Polisin ismi İsmail'di. 'İsmail' dedim, 'Benim çok mühim bir işim var, ben bir saate o işimi yapayım, sen de gez, daha sonra ben gelince beraber emniyete gideriz' dedim. Polis memuru bana itimat ederek serbest bıraktı. Ben gittim işimi gördüm, döndüm, itimadı sarsamazdım. Sonra beraber emniyete gittik. Orada şerli bir komiser vardı. Beni görür görmez, 'Senin şimdi elimizden çekeceğin var' dedi. Ayakta beklerken o sırada birisi arkamdan bir darbe indirdi. Ben 'Allah' demiştim. Bütün polisler etrafıma toplanmıştı. O anda Şube Müdürü içeri girdi. Vaziyeti anladı ve müdahele etti, 'Onun ifadesini alın, fakat kılına dokunmayın' dedi. İfademi aldılar. Bir hafta kadar orada kaldım. Daha sonra askeriyeye gönderdiler. "Neticede onlar da suçlu olmadığımızı anladılar. Beraat ettik. Şimdi Nurlar bütün âleme neşredildi. Elhamdülillahi Hâzâ min fadli Rabbî."

İSMET GÜLCÜGİL 1925'te Ispata'da doğdu. 1951'de Bediüzzaman'ı Eskişehir'den Isparta'ya kendi arabasıyla getirmişti. İçişleri eski bakanlarından Mustafa Gülcügil'in kardeşidir. "Mazlum" İsmet 1950 yıllarında Isparta'da araba hemen hemen yoktu. Tabiî kullanmayı bilen de yoktu. Terzi Mehmet Babacan bana Üstad Bediüzzaman'ı Eskişehir'den Isparta'ya getirip getiremeyeceğimi sorunca getirmeyi kabul etmiştim. 1951 yılının bir bahar ayında, günlerden Cuma günü Eskişehir'den çıkınca Üstad ismimi sordu. 'İsmet' deyince bana 'Mazlum' ismini verdi ve hep 'Mazlum' diye hitap etti. Yolda kendisine börek aldım. Bolvadin'e uğrayınca kedilere bakmak için talebelerine para verdi. Yolda namaz vakti geldiğinde durup namaz kılıyorduk. Yeni ismiyle Koçtepe, eski adı Fondos olan mevkide ikindi namazı kıldık. Orada bir saat kadar dersini dinledim. Bana bir tesbih ve takke hediye etti. Sohbet sırasında bazı insanların 'Hizmet ediyoruz, Üstad emir verdi' diyerek ailelerinden ayrı yaşadıklarını Üstada anlattım. Üstad çok kızdı ve üzüldü. Hiddetle, 'Isparta gibi bir yerde bu hatayı kim

işledi' diye çok rahatsız oldu. "Üstadı Ulu Camii arkasındaki Hüsrev Altınbaşak'ın evine indirdim. Bana o hediyelerle birlikte bir lira ve bahşiş verdi. Bu seyahatten sonra ertesi günü yeniden ziyaretine gittim. Bana yine 'Mazlum' diye hitap ediyordu."

HAYREDDİN TOPÇU 1906'da İstanbul'da Topçu'nun ağabeyidir.

doğdu.

Doç.

Dr.

Nureddin

"Odasında dünya malı yoktu" Zaman zaman Isparta'ya giderdim. Eskiden beri Dr. Tahsin Tola ve Ali İhsan Tola ile tanışırdık. Dr. Tola beni muhasebe için çağırdı. Kardeşim Nureddin Topçu da Tola'larla yakînen tanışırdı. Isparta'ya ikinci seyahatimde Bediüzzaman'ı ziyaret edip, ellerini öperek tanıştım. Isparta'da bulunduğum yıl, 1951 yılı idi. Bediüzzaman'a ilk gidişimdi Ali İhsan Tola vasıtasıyla oldu. İki katlı bir evdi, yanında hizmetkârları vardı. Üstadı ziyaret için geldiğimi bildirdim. Sonra bize Nur Risalelerini okumamızı bildirdiler. İstanbul'dan geldiğimi bildirince beni kabul buyurdular. Bediüzzaman'ın odasında dünya malı nâmına pek az şey vardı. Elini öptükten sonra oturdum. Kenarda bir mangal ve bir tane de sandalye vardı. İşaret etmeleri üzerine karyolanın kenarına oturdum. Nereli olduğumu sordu. Ben de Erzurumlu olduğumu, Hüseyin Avni Ulaş'ın

akrabası ve Nureddin Topçu'nun kardeşi olduğumu söyleyince çok memnun oldu. Erzurumluları sevdiğini söyledi; Hüseyin Avni Bey'in hayatta olup olmadığını sordu, hayatta olduğunu söyledim. O zamanlar beş yüz bin nüsha Nur Risalelerinin etrafa dağıtıldığını memnuniyetle bildirdi. Eserlerinin İngilizce olarak basıldığını söyledi. Ziyaretlerinde iki saat kadar kaldım. Tefeyyüz ettik. "Hayat dolu bir insandır" Bediüzzaman Hazretleri hakkında kanaat ve intibaım şudur ki, kendileri dünyadan el ayak çeken zât değildir. Hayat dolu bir insandır, hareket adamıdır. Ebedî hayatı düşündüğü gibi, dünya hayatını da ihmal etmiyordu. Dâvâsı uğruna mücadelesi tâ Abdülhamid zamanında başlamıştı. Gözleri keskin ve dehâ ışığı parlıyordu. Konuştukça açılıyor ve coşuyordu. Bazen eski tâbirle 'Belî' diyordu. Mukaddes dâvâsı uğrunda çektiği ıztırap ve zulümlerden hiç şikâyetçi değildi. 'Yirmi yedi defa müddei karşısına çıkmışsam, onların hepsine hakkımı helâl etmişim ' diyordu. "Şeyh Said'e mektup" "Bana Şeyh Said'den bahsetti. Onun hareketlerinden hiç memnun değildi. 'Mektup yazdım, 'Sakın bir harekete girme' dedim. 'Ne yazık ki, menfî bir harekete girdi' diyordu."

MUSTAFA ÇETİN 1934 yılında Tefenni'de doğdu. Müftülük, vaizlik ve öğretmenlik görevlerinde bulundu. İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü tefsir öğretim üyeliği yaptı. Telif ve tercüme birçok eserleri vardır. "Zaman îmanı kurtarmak zamanıdır" 1952 yılında Isparta İmam Hatip Okulunda öğrenci iken Üstadı ziyarete gittim. Beni talebeleri karşıladı. 'Bediüzzaman'ı ziyarete geldim' dedim, içeriye girdik. Selâm verdim Bediüzzaman'a. O nuranî metanet sahibi, şefkatmisal zat selâmı aldı. İman ve İslâm ile ilgili bazı hususlarda tavsiyelerde bulundu. Zamanın iman kurtarma zamanı olduğunu ve iman-ı tahkiki lâzim geldiğini, taklidi imanın zamanın cenderesinde eriyip kaybolacağını ve binaenaleyh imanın iktizası olan namazlarımızı kılmamız gerektiğinde işaret ederek imanın eserden müessire istidlalî olması lâzım geldiği hakkında tavsiyelerde bulundu. Bir de imam hatip okulu öğrencilerinin ibadet durumunu sordu. Ben de, ekseriyetin ibadetini yaptıklarını

, bir kısmının da tekasül gösterdiklerini söyledim. Önce sevindi, sonra da üzüldü. Daha sonra müsaade alıp ayrıldım. Üstad çoğu zaman cuma namazını Isparta Ulu Camiinde kılardı. Namazdan sonra Isparta civarında büyük bir halk topluluğu oluşur ve muhterem zatın elini öpmek isterlerdi. Kendisi buna müsaade etmez, sadece onları selâmlar, arabasına biner, evine giderdi. "Bir gün, İstasyon caddesinde faytonla gidiyordu. Kız enstitüsü öğrencilerinden bir kaçı kendisiyle konuşmak için arabaya doğru koştular. Üstad arabayı durdurdu, öğrenciler onu selâmladılar, biraz görüştüler, daha sonra Üstad yoluna devam etti."

MUZAFFER ERDEM 1923'te Denizli'nin Acıpayam kazasında doğdu. Emekli Başçavuştur. Müteaddit defa Bediüzzaman'ı ziyaret edip feyiz ve irfan sahibi olmuştur. Bursa'da, emekli hava astsubayı Muzaffer Erdem Beyefendinin evindeyiz. Bediüzzaman'ı ziyaret hatıralarını tesbit etmek istiyorum. Yılların hatıralarını, denizden bir damla da olsa, zerre de olsa, o anları tekrar yaşatmak, o mesud zamanlara yeniden gitmek, dinlemek hasreti içindeyim. Türk ordusunun şerefli bir mensubu olan Muzaffer Erdem anlatıyor: "Elli yıldır ordu ile alâkadarım" Sırtımda resmî elbiseyle, havacı üniformasıyla Üstadımız Bediüzzaman'ın ziyaretine giderdim. Ben elli yıldan beri ordu ile alâkadarım' diye, Türk ordusuna çok iltifat ederek, manevî alâkasını gösterirdi. Ben ilk defa kendisini ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını almak niyetiyle Isparta'ya gitmiştim. Çok gelen olduğu için, rahatsız etmesinler diye, talebe ve

hizmetkârları ziyaretçilere mâni oluyorlardı. Bu durumdan üzülmüştüm. Baktım, Ceylân Çalışkan peşimden geliyor. Bana, 'Sen müteesir olma, ben seni götüreceğim' demişti. Mübarek Ramazan ayı idi. Günlerden Perşembe, sene de 1952 veya 53 idi. Daha önceleri, Sabri Halıcı'nın oğlu hava şehidi Ömer Halıcı ve Ali Demirel ile tanışıyorduk. Ali Demirel bana bazı kitapları ve bu arada Eşref Edip'in Bediüzzaman Said Nursî isimli kitabını vermişti. O zamanlar Ömer Halıcı, Ali Demirel ve Yaşar Seçkin'le daima beraber olurduk. Manevî irtibatımız çok olmuştu. Balıkesir'de çok harika Nur dersleri yapılırdı. Ceylân Çalışkan beni Isparta'dan alıp Barla'ya getirmişti. İftarı yolda yaptık. Barla'da Mustafa Sungur ve Zübeyir Gündüzalp'ler de iftar yapmışlardı. Az sonra Üstad Bediüzzaman elinde bir yemek tabağı ile soframıza geldi. 'Bunu misafire verin' diye, yoğurtlu pirinç karışımı yemeği bize ikram etti. Zübeyir Gündüzalp Ağabey fasulye çorbası yapmıştı. Ziyaretim esnasında Üstadın o nurlu ellerinden öptüm. Üstad bana köyümü, anamı, babamı sordu. O gün Nur medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinde Üstadın arkasında teravih kıldık. Geceyi orada geçirdim. Sabah namazını da orada kıldık. Üstad 'Seni misafir etmek lâzım, ama gitmen lâzım, çünkü seni bekleyen var' dedi. 'Paran yok mu? Zübeyir, eğer parası yoksa benim namıma bir araba tutun benim kardaşıma. ' Mustafa Sungur Ağabey, 'O vazifeyi ben

yaparım' dedi. Öğle olmuştu. Camiin sofasına çıkmıştı. Üstad, 'Misafir niye gitmedi?' dedi. Daha evvel Ceylân Çalışkan'a yine Üstadın arkasında namaz kılmak istediğimi söylemiştim. Ceylân bunu söyledi Üstada, 'Sizin arkanızda namaz kılmak istiyor' dedi. Öğle namazını da Yokuşbaşı Mescidinde yine Üstadın arkasında kılmak nasip oldu. Üstada küçük bir hediye götürmüştüm. Ayrıca Ahmed Özyazar Hücumat-ı Sitte'yi yazmış, benimle göndermişti. Üstad, yazılan bu risaleye çok sevindi, çok alâka gösterdi. Selâhaddin Çelebi ile Sabri Halıcı'nın kızı boşanmışlardı. Üstad benden bu meseleyi sordu. Ben hem anlayamadım, hem de meseleye vâkıf değildim. Üstadın sesi bazan hafif çıkardı. Zübeyir Ağabey Üstadın söylediklerin bize tekrar ederdi. Ben Üstadı Eskişehir ve Isparta'da ziyaret ederdim. Eskişehir'de arabaya bindiği zaman bir kadın, 'Bana dua et!' diye yalvarıyordu. Üstad ona dualar etti. "Ordudan ayrılmamak lâzım" Üstad orduda kalmanın lüzumunu söylüyor, 'Ayrılmamak lâzım' diyordu. Eskişehir'de haftada bir Üstadı ziyaret ediyorduk. Barla'da ziyaret ettiğimde postaya atmam için bir mektup vermişti. Üstadın bana o mektupla birlikte verdiği yirmi beş kuruşu sakladım. Mektubu postaya başka parayla attım. Eskişehir'e çok sık geliyordu. Son ziyaretimde yine resmî elbise ile gitmiştim. Oğlum Fethi'nin de üstadı görüp, elini öpmesini çok arzu ediyordum. Üstadın kaldığı Abdülvahid Tabakçı'nın evine

gitmiştim. Son ziyaretimde çocukları da niyet ederek Üstadın elini üç- dört defa öptüm. Ordudan istifa etmek niyetinde iken Zübeyir Gündüzalp kendisine şu mektubu yazmıştı: Aziz, kahraman kardeşim, Muzaffer Bey, Evvelâ: Hem size, hem imtihan günlerinde 'şefkat kahramanı samimî ve fedekâr hanım' şeref-i manevîsine mazhar olup, devair-i resmiyede Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeliğine has, kahramanca mukabelelerde bulunan Nur hemşiremize selâm ederim. Her ikiniz de Risale-i Nur'un feyyaz mütalaasında ve kudsî hizmetinde muvaffakiyetler dilerim. Her ikiniz de müstecap dualarını beklerim. Saniyen: Nur kahramanı ve fedaisi Mustafa Sungur Efendi kardeşimizden bir mektup aldım. İyice anlayamadım. Sizin bana emeklilik hususunu sormuş olduğunuzdan bahsediyor ki,, bu âna kadar işitmedim. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da isabetli rey arz etmekten mahrum durumdayım. Her mesele ve müşkilimi halletmekte, müdebbir-i âm ve hakikatbîn olan muazzez Üstadım Hazret-i Bediüzzaman'ın eserine, sözüne, hal, kâl ve vâkıalarına müracaat ettiğim gibi, bu mevzuda da merhum ve mübeccel Üstadımızın şu meâl ve mânâlardaki sözleri geldi: Ben İslâm ordusu ile çok alâkadarım. Bu alâkadarlığıma sizler (astsubaylara hitap) cevap olarak Risale-i Nur'a sahip

çıktınız. Ben size, bir avuç olarak şahsınıza değil, bir müşir olarak, ordunun bir mümessili olarak hitap ediyorum.' Hulûsi Bey ve onun vasıtasıyla Nur'ları ordu içinde neşreden kahramanları, astsubaylara lütuf buyurduğu derslerde takdirle yâd ederlerdi. Lisan-ı hal, lisan-ı kalden ziyade müessirdir. Fedakârlık, kalbdeki kuvvet-i iman, manyetizma gibi tesir eder. Onun için fedakârlığa fazla ehemmiyet veriyorum. Mesleğimizde ehemmiyet, kemmiyetten ziyade keyfiyettedir. Halis bir Nur talebesi evden dışarı da çıkmasa, hizmeti noktasında bir kutub gibi nokta-i istinad olabilir. Halis bir Nur talebesi yüz kişi kuvvetindedir. Hem bunları, hem istifa edecek Nur talebesi kahraman kardeşlere Hazret-i Üstadımızın izin vermediğini hatırlıyorum. Muhterem kardeşim, efendim, M. Sungur'un 'Orada hizmeti azîmdir' sözünü tahattur ediyorum. Şahsî zararlarınız da olsa mümkün olduğu kadar ordudan ayrılmamak ve isabetli rey ve dirayetinize takdim ediyorum. Fedakâr-ı İslâm, kumandan-ı ekber, seyfü'l-İslâm ve ferd-i ferîd-i âzam ve yektâ bir tilmîz-i Kur'ân olan Üstadım Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî'nin kalb-i münevverinde mütecellî olup, fem-i mübarekelerinden lemean eden Lem'alar eserinde, Onuncu Lem'a'da zat-ı nezîhaneleri hakkında, 'Hususî nefsime ait işlerle meşgul oldum... Kendi nefsimi düşündüm. Mağara gibi bir yere çekildim. Kendimi

düşünmek hatırası kuvvet buldu... Hizmet-i Kur'âniyenin daha revaçlı bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilâfına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca güya menfaatim için iştirak etmedi, rey vermedi... ' Salisen: Pederin evlâdı hakkında duası, nebînin duası gibi makbuldür. Validenin duası evlât hakkında pederinden keskindir. Cevşenü'l-Kebîr ve Tahmidiye gibi eâzım-ı dua ve münacaatı okurken sonlarındaki şu yerlerde, Talebet-i Risalei'n-Nur, hususan evlâdım Fethi diye ilâve ederek dualar edersiniz. Rabbine olan hadsiz hatiatın cezası olarak istirahat döşeğinin zillet ve meskeneti içinde kıvranan, hakir kardaşınız. Hastalığım, beceriksizliğimden böyle, karma karışık yazabildim, özür dilerim.

Doç. Dr. İSMAİL KARAÇAM 1937'de Burdur'da doğmuştur. İstanbul İmam-Hatip Okulu ikinci devre mezunudur. Maramara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesidir. Kendi mesleki sahasında kıymetli eserleri bulunmaktadır. "Üstadı ziyarete gidiyoruz" Sene 1953. İstanbul İmam-Hatip Okulunun 2. ve 3. sınıfında idim. Yazın memleketim olan Burdur'a dönmüştüm. Buradan Ahmet Semiz ve Süleyman Semiz ile beraber Isparta'ya Üstadın ziyaretine gittik. Burdur'dan birisi 'Bir meseleyi sor' demişti. O sırada Üstadın yanında Zübeyir, Ziya Arun, bir de Eğirdirli birisi kalıyordu. Zili çaldık. Kapı açılmayınca mükedder olduk. Sonra kapı açıldı. Kapıyı açan Zübeyir, bize şöyle dedi: Üstad rahatsızdır. 'Beni eserlerimi okusunlar' diyor.

ziyaret

etmek

isteyenler

Biz ısrar ettik. Elini öpüp dersini almak istediklerimizi

kendisine bildirmelerini söyledik. Zübeyir gidip haber verdi. Hazret, 'Buyursunlar ' demiş. Zübeyir, 'Talihiniz varmış' dedi. "Lâhutî bir koku bizi kaplamıştı" Vallahilazim, onu hiç unutmam. İçeri girince bir lâhuti koku bizi kaplamıştı. (Rabbim şahit olsun) Ayakta duruyorum. Ne ileri ne de geri gidebiliyorum. Başladım ağlamaya. Heyecan, titreme... Nasıl gözler idi ya Rabbim! Birkaç defa elini öptüm. Bir daha öptüm. O da şefkatle elimi tuttu. Bir süre bırakmadı, elimi sıkıyordu. İşimizi, memleketimizi, anamızı, babamızı sordu. Biraz rahatsız edemiyordum' dedi.

olduğum

için

ziyaretçi

kabul

Hatim ve mevlid karşılığında para alma meselesi Epeyce sohbette bulundu. Soruyu soramadık. Münasebet düşmedi. Kalkacağımız zaman sormak istedim. Fakat daha sormadan o cevabını verdi. Camilerde hatim, mevlid okuyup zekât alıyorduk. Bunu soracaktım. Bana şöyle dedi: İsmail'im, talebeliğini bitirinceye kadar bunları yapabilirsin. Bir beis yoktur. ' Kendisine sormadığım halde, kendisine sormak istediğim sorunun cevabını vermişti. "Seni dünya ve âhiret evlatlığa kabul ediyorum" Bir sene sonra tekrar ziyarete gitmeye karar verdim.

Burdurlu Hacı Hüseyin'e Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete gideceğimi söyledim. Bir şişe halis gülyağı verdi. Ve kendisine hediye etmemi söyleyerek, 'Kabul buyurmasını istirham et' demişti. Huzurunda o yeşil gözlere bakamadım. Bize çok iltifatta bulundu. 'İsmail'im, seni dünya ve âhiret evlatlığa kabul ettim' dedi. Cenab-ı Hak da kabul buyursun inşaallah. Mekteplerimizle ilgili geleceğe matuf izahlarda bulundu. Din-i mübin-i İslâma hizmet edecek insanların ve neslin yetişeceğini müjdeledi. " O yüzde yüz velidir" Gülyağı yanımda duruyordu. Kendisine, 'Bir maruzatım var. Bunu Burdurlu Hacı Hüseyin gönderdi' dedim. Bana, 'Bu adamın hediyesini senin hatırın için kabul ediyorum' dedi. Hacı Hüseyin'e vermem için kendisi de, bana bir gül verdi. 'Ben bu gülü o zata veremem' diye içimden geçirdim. İzin isteyecektim. Bana 'İsmail'im, benim verdiğim tüp sende kalsın. Dışarıdan bir tüp al ve ona ver' demişti. Bu benim gözlerimle gördüğüm, kulaklarımla işittiğim bir vakıadır. O, yüzde yüz velidir. "Elbisesi kar gibi beyazdı" Üçüncü ziyaretim 1956'da oldu. Merhum Muammer Dolmacı ve Şakir İkiz ile gittik. Yine görmek nasip oldu. Büyük bir sohbette bulundular. Bu ziyarette de

unutamadığım aziz hatıralarım oldu. Lâhutî bir hava kokladım. Her taraf nurdu. Hasta idi. Elbisesi kar gibi beyazdı. Yatağı da elbiseleri gibi tertemizdi. "Bu zatın ırkçılıkla hiçbir alakası yoktur. Zaten hâdimi bulunduğu İslâm dâvâsı ırkçılığı reddeder."

FİTNAT GÜNGÖR 1908'de Isparta'da doğdu. 1977'de vefat etti. Isparta'daki evinde Bediüzzaman yedi yıl kiracı olarak oturdu. Bediüzzaman'ın ev sahibesi Isparta Mevlidinin manevî havası içinde, Risale-i Nurun hanım talebelerinden Fitnat Güngör'ün ebediyete intikal ettiğini öğrendik. Isparta seyahatlerimde, Fitnat Hanımı müteaddit defalar evinde ziyaret etmiştim. Evi zaten bir Nur dershanesi idi. Hem de uzun yıllar Nur Üstadın kiracı olarak oturduğu bir mübarek hane idi. Birçok yazılara, bahislere ve hatıralara mevzu olan Kepeci (Bey) Mahallesindeki Nur merkezi... "Said Nursî'nin evi" diye yazılan, anlatılan ev... Fitnat Güngör Hanım, 1908' de Isparta'da doğmuştu. 1977 yazında vefat ettiğinde 69 yaşının içinde bulunuyordu. Rüşdiye mezunu Fitnat Hanım, evini 1953 yılında Üstad

Said Nursî'ye kiralık olarak vermişti. Üstad bu mübarek hanede, vefat ettiği tarihe kadar yedi sene kalmıştı. Isparta Nur dershanesi, irfan yuvası, bütün vatana, buradan ilim nurunu yaymıştı. Yirmi yaşında kocası Ahmet Efendi vefat edince, dul kalan Fitnat Hanım bir daha evlenmemişti. Isparta kahramanlarından, hanımlar kadrosundan bir fedakârdı. Öz oğlu tarafından jurnal edilmişti Risale-i Nurun tarihçesinde, ilk defa mahkemeye çıkan bir hanımdı. 27 Mayıs baskınından sonra, maalesef kendi öz oğlu tarafından jurnal edilerek, Nurculuk propagandasından dolayı, Isparta Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmişti. Mahkeme kendisi hakkında verdiği beraat kararında şunları tesbit etmişti: Ölen Said Nursî'nin kiracı olarak maznun Fitnat Güngör'ün evinde oturması sebebiyle maznunun, Said Nursî'ye karşı bir manevî bağlılığı bulunduğu, fakat maznunun laikliğe aykırı, devletin içtimai, iktisadî, siyasî ve hukukî temel nizamlarını kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amacı ile cemiyet tesis, teşkil, tanzim, sevk ve idare ve bu maksatlarla dinî veya dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanınan şeyleri âlet ederek menfaat sağlamak maksadıyle propaganda yaptığı görülmediğinden, suçun sübutu hakkında da mahkemeye tam ve kat'î bir vicdanî kanaat husüle gelmemiştir.

Elde edilen kitaplar da okunması ve bulundurulması yasak olan kitaplardan olmadığı, bu deliller hüküm ve tesisine kâfi görülmemiştir. Fitnat Hanım da diğer yüzlerce Nur talebesi gibi mahkemelerden nasibini almıştı. Cesaretle mahkemelerde ifade vermişti. Isparta Ağır Ceza Mahkemesinin Reisi Sıtkı Cebesoy ve âzalardan Cemal Özdoğan ile Mehmed Kayran, Fitnat Güngör'ün beraat kararını ilân etmişlerdi. Nur Üstadın talebesi Fitnat Hanım şerefli bir ömürden sonra, Isparta Nur talebelerinin elleri üzerinde ebedî makamına götürülüp teslim edilmişti. Nur içinde yatsın.

RECEP ONAZ 1926'da Antalya'da doğdu. "Risale-i Nuru arıyorum" 1947-48 senesinde Kastamonu Tosya'da jandarma askeri idim. Asker arkadaşlardan ikisi Mehdi-Deccal meselelerinden bahsederler ve ben de onları dinlerdim. O sırada kendi kendime derdim: 'Eğer benim zamanımda böyle bir Mehdî zuhur ederse, ona tâbi olur ve en ön safta kılıç çekip yürürüm.' 1949'larda bir tarikata girmiştim, fakat orada pek aradığımı bulamadım ve ayrıldım. Üstadı daha evvel büyük bir zat olarak duymuştum. Bu zata tâbi olmak istiyordum. Fakat, 'Bu büyük zat acaba beni talebeliğe kabul eder mi?' diye tereddüt içindeydim. Antalya'da Yağcı İbrahim Amca diye bir zatın bu işle meşgul olduğunu duymuştum. Ona gittim ve 'Risale-i Nurla nasıl alâka peyda edebilirim?' diye sordum. O da bana, 'Gel, seni görüştüreyim' dedi. Ben her geçen gün daha da heyecanlanıyordum. Sonra anladım ki, beni görüştüreceği zat, Süleyman Kaya Ağabeymiş. Süleyman

Kaya ile beni tanıştırdı. O zat da bana tesbihatı yazdırdı. Süleyman Kaya Risale-i Nuru temin edebilmem için bana Eğirdir'den bir adres verdi. O zaman postanede Eğirdirli bir arkadaş vardı. Bu işlerden haberi olduğu için, birkaç parça eser temin ettim. Tabiî, bu arada hemen polis takibi de başladı. Fakat biz, elhamdülillah korkmadan bu yolda yürüdük. Allah ebediyyen ayırmasın. Ben o zamanlar terziydim. Malzeme almak için İstanbul'a gidip gelirdim. Süleymaniye Kirazlı Mescid'de kalırdım. O zaman orada Fırıncı, Birinci ve Ahmed Aytimur Ağabeyler bulunurdu. Bazen de Ceylân Çalışkan olurdu. Onlarla birlikte çok sohbetlerimiz oldu. "Onun ziyareti tamam" 1952 yılında Üstad, Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a geldiğinde, kendisinin Akşehir Palas Otelinde kaldığını duymuştum. Ben de gidip Üstadı ziyaret etmek arzu ediyordum. Tanıdığım bazı arkadaşlar benden evvel ziyaret etmişler ve Üstada benden de bahsetmişler. Ben ziyarete giderken arkadaşlar dönüyorlardı. Yolda karşılaşmıştık. 'Biz Üstada senden bahsettik, gideceğini söyledik' dediler. Üstad, 'Onun ziyareti tamam, kendisi gitsin' demiş. Bu bana yetti ve hemen Antalya'ya döndüm. Mahkemeden sonra Üstad Isparta'ya gelmiş. Ben de Isparta'da Hüsrev Ağabeyi ziyaret etmek istedim. Hüsrev Ağabey bana, 'Sen Üstadı ziyaret ettin mi?' dedi. 'Yok' deyince beni Üstada gönderdi ve 'Antalya'da bir hizmet olup olmadığını sor' dedi. Ben sevinç içinde Üstadın evine

gidip, kapıya çıkan kardeşimize, Üstadın Antalya'da bir hizmeti olup olmadığını sordum. Böylece ilk defa Üstadımızı ziyaret edip ellerini öptüm. Üstadın hoparlörle ezana izni Daha sonraları Üstadı çok ziyaretlerim oldu. Ziyaret esnasında heyecandan çok iyi bildiğim meseleleri bir müddet cevaplandıramazdım. Üstadla görüşürken sanki bütün dünyayı unuturdum. Bildiğim birisinin adını da sorsa yine bir müddet cevaplandıramazdım. Üstad bana Zübeyir Ağabeyin tercümanlığında çok ders verdi. Fakat ben o huzurda kendimden geçmiş bir halde bulunurdum. Bir defasında, 'Üstadım, ben müezzin olmak istiyorum' demiştim. Üstad da, 'Şimdi ezan-ı Muhammedi (a.s.m.) hoparlör vasıtasıyla Arş-ı Âzama işittirilecek derecede gidiyor' dedi. Bundan anlamıştım ki, Üstad hoparlör gibi bir icada taraftardı. Üstadı ziyaretlerimden birisi Perşembe günüydü. Üstad, 'Elmalı'da talebem Zeynep Hanım var, ona benden çok selâm söyle, merak etmesin, duamda dahildir' dedi. Ayrıldım ve o gün Mustafa Ezener Ağabeyin evinde kaldım. "Zeynep Hanımın Ağlaması neden durdu?" Ertesi gün Isparta Ulu Camide Cuma namazı kıldım. Üstad ön saflardaydı. Namazı kıldıktan sonra Üstad kalkıp giderken, bana, 'Sen daha gitmedin mi?' dedi. Hemen camiden çıkıp Antalya'ya geldim. Kış günü Antalya'dan

Zeynep Hanıma selâm götürecek kimse yoktu. Zeynep Hanım Finike'nin bir köyünde ikamet ediyormuş. Pazar günü sanki kurşun yemiş geyik gibi kalktım. Garaja nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. 'Pazar günü Elmalı'ya sefer yok, fakat şansın var, bir minibüs hazırlanıyor' dediler. Minibüs geldi, hemen bindik ve Elmalı'ya gittim. Elmalı'da hiç kimseyi tanımıyordum. 'Ne yapacağım?' diye düşünüyordum. Orada bir adam gelerek, 'Ben seni tanıyorum' dedi. Halbuki ben o zatı tanımıyordum. Bana 'Antalya'da ben seninle görüştüm' dedi. Bir daha o zatı göremedim. Allah şahit, Hızır gibi birisiydi galiba. Zeynep Hanımı görmek istediğimi söyledim. O da, 'Burada değil, Finike'de' dedi. O zaman ben Finike'ye gitmek için üç lira verdim ve bir bilet aldım. Tam Finike'ye gitmek üzereyken o zat yine geldi. 'Zeynep Hanımların bir cenazesi varmış, belki kendileri buradadır' dedi. Ben de, 'Yakın birisi değilse gelmez' dedim. Ben yine gidecektim. Bu defa, 'Herhalde yakın birisi' dedi ve ben de gitmekten vazgeçtim. 'Aldığım bileti geri vereyim' dedim. Biletçi, 'Ya gidersin ya da biletin yanar' dedi. Çok geçmeden oradan ayrılmadan bir ses, 'Kimdi o bileti vermek isteyen?' diye bağırdı. Bileti geri aldılar. Zeynep Hanım Teyzenin kızı vefat etmişti. Zeynep Hanım kadınların içinde, şişmanca ve ihtiyar birisiydi. Ben yanına gidince elini öpmek istedim. Ben yaşça torunundan küçük olduğum halde, elini çarşafına sararak uzattı. Hiç durmadan ağlıyordu. Ben elini öptüm ve yanına oturdum. Kadın, 'Kâtibim, evlâdım gitti' diye devamlı ağlıyordu.

Kulağına eğilerek, 'Sana ne mutlu, Üstad Bediüzzaman'dan sana selâm getirdim.'Zeynep Hanıma selâm söyle merak etmesin, duamda dahildir' diyor' dedim. Zeynep Hanım ondan sonra hiç ağlamadı. Hattâ sonra torunları bana merakla sordular. 'O esnada sen ne dedin de, ninemiz ağlamayı kesti ve hiç ağlamadı? Ninemizi hiç kimse susturamıyordu. ' Akşam vakti cenazeyi getiren arabayla Antalya'ya döndüm. "Afyon beraat haberini gazeteye verdim" Yine bir gün Üstadın ziyaretine gidecektim. Arkadaşlar, 'Üstad seni her zaman kabul ediyor, bizi de götür ve Üstadı ziyaret edelim' dediler. Ben de onları alıp, Isparta'ya ziyaret için gittik. Üstadın kapısına kadar vardık. Her seferinde ardına kadar açılan kapıdan gelen ağabeyler, 'Üstadımız çok hasta, hiç kimseyle görüşmüyor' dediler. Kabul edilmeyince kapıdan ayrılıp dağıldık. Yediğim bu tokatın acısıyla Mustafa Ezener Ağabeye gittim. 'Ağabey ben kovuldum, acaba hizmet var mı?' diye sordum. Ezener Ağabey zevkle güldü ve bana, 'Peki öyleyse, hani sen 'Gazeteci bir arkadaşım var' diyordun. Şu Afyon mahkemesinin beraat kararını gazetede yazdır bakalım. Bunu yapabilecek misin?' dedi. Ben de çalışacağıma söz verdim. Antalya'ya döndüm ve hemen İleri gazetesi sahibi Suphi Beyi gördüm. Bu beraat, Demokratların, hassaten Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanının devrinde olduğu için, sanki kararı o vermiş gibi, 'Adnan Menderes'e açık teşekkür!' yazarak Afyon beraat kararının İleri

gazetesinde böylece çıkmasını istedim. Gazetede bu haber aynen benim verdiğim şekliyle neşredildi. Birkaç gazete nüshasını Isparta'ya gönderdim. Mustafa Ezener Ağabey bu kararı neşretmemi söylediği zaman, 'Bundan Üstadın haberi var mı? Üstad buna ne der?' diye sorduğumdan bana cevaben, Üstadın bundan çok memnun olacağını, bunun çok güzel bir Nur hizmeti olacağını söylemişti. Gazeteyi Üstada okudukları zaman, Üstadımız masum çocukların bayramda sevindiği gibi sevindiğini, gazeteyi eline alıp dualar ettiğini, beni tebrikler ettiğini bildirdiler. Daha sonraları Antalya İleri gazetesinde Gençlik Rehberîni de tefrika şeklinde yayınladık. Hattâ 1960'ta Lem'alar bu şekilde neşrediliyordu. Aynı gazetenin matbaasında Hutbe-i Şamiye'yi de 1957'de tab ettirdik. Üstad eserin sonuna, gazete sahibinin ismine, bana ve Ezener Ağabeyin ismine dualar yazmıştı. O zamanlar Üstadımız 'Hiçbir gazeteye müsaade etmiyorum, yalnız İleri matbaa ve gazetesine müsaade ediyorum' diye buyurmuştu. Hutbe-i Şamiye'nin yeni harflerle basılmasına Hüsrev Altınbaşak razı değidi. Üstad, 'Çok basılsın' kendisi ise, 'Az basılsın' diyordu. "Ders baklavası" 1960 yılı Ramazan'ının ilk günlerinde yine Üstadı görmek için gitmiştim. Mustafa Ezener Ağabey, 'Bugün Üstadla ders yapacağız' dedi. İçeri girdiğimizde diğer arkadaşlar da vardı. Ben Üstadımızın yüzüne bakmadan

elini öpüp oturdum. Ders esnasında Tarihçe-i Hayat takip ediliyordu. Bir kitap da bana vermişlerdi. Dersin yerini buldum, fakat takip edemedim. Zira gözlerim durmuyor, kendiliğinden yaşlar boşanıyordu. Bu halim ders bitinceye kadar devam etti. Sadece eser elimde, öylece kalmıştım. Dersten sonra Üstad ders baklavası olarak, kurabiye taksimi için Ceylân Çalışkan'a bir sayı tutturdu. Sayı sırası gelen, kurabiyeyi almıştı. Sonra Üstadımızla vedalaştık ve ayrıldım. Sonra ben o gözyaşlarımı; bu gözler Üstadımızı dünyada son kez görecekmiş ve bir daha göremeyecekmiş gibi yorumlamıştım. "Günde 15 sayfa Risale-i Nur oku" "Geçmiş hatıraları insan zaman zaman hatırlıyor. 1952'lerde Zübeyir Gündüzalp Ağabey bana, 'Sen eserleri okuyor musun?' diye sormuştu. O zaman ben İslâm yazısı öğreniyor ve Cevşen okuyordum. 'Her gün Cevşen okuyorum' dedim. O da bana, 'Kardeşim şimdi Cevşen değil, hiç olmazsa günde on-on beş sayfa Risale-i Nur okuyacaksın' dedi. Ben de öyle yapmaya başladım ve çok faydasını gördüm. Sanki neyi ve hangi meseleyi okumuşsam ertesi günü bana o soruluyor ve ben de cevap veriyordum. O zaman böyle hadiseler çok vaki oluyordu. Şayet Nurları okuyup da iyi bilmeseydim bana sorulan sorulara cevap veremezdim."

MEHMED BÜKER 1919'da Uluborlu'da dünyaya geldi. "Kalbindeki evhamı atsın" 1943'lerde Denizli hapsini gazetelerden okumuş ve ilk defa Bediüzzaman ismini o vakit duyup öğrenmiştim. Aradan yıllar geçti. 1952'de İstanbul'da Gençlik Rehberi mahkemesi sırasında ilk defa Üstadın mübarek şahsiyetini gördüm. Hutbe-i Şamiye ve Hücumât-ı Sitte isimli risaleler elime geçti. İstifade ederek, okuyup tefeyyüz ettim. 1955'lerde Üstadı ziyaret etmek sevdasına düştüm. Bu sebeple tam üç defa Isparta'ya gittim. Fakat kısmet olmuyor, hep boş dönüyordum. Üçüncü seferimde ise, 'Bu üçüncü seferim, beni geri döndürme' lisan-ı hali içindeydim. Merhum Ceylân'a, 'Bana tezgâhtarlık yapma, ben üç seferdir geliyorum, mutlaka ziyaret etmek istiyorum' dedim. İçimden ise, 'Acaba benim kusurum mu var? Neden kabul edilmiyorum?' diye düşünüyordum. Az sonra Ceylân gülerek dışarıya çıktı. Bana Üstadın selâmını söyledi. 'Üstadın selâmı var, kalbindeki evhamı atsın, vazifesine devam etsin' diye bildirdi.

"Sağ yanağında ben vardı" Bu hadiseden de bir-iki ay geçti. Nihayet Üstadın huzuruna girmek saadetine kavuştum. Sarılmak, kucaklaşmak istiyordum. Bu iştiyak içinde iken, hemen kollarını açıp beni kucakladı. Ben gözlerine fazla bakamıyordum. Bakışları keskindi. Sağ yanağında ben vardı. Kalbimden geçen bütün suallerime cevaplar almıştım. Bu esnada o kadar heyecan içindeydim ki, soracaklarımı hep unutmuştum. Isparta'lı olduğum ve Isparta'yı iyice bildiğim için, yalnız olarak gider, Üstadın evini bulurdum. Üstada olan muhabbetimden, 1956'da dünyaya gelen yavruma Said adını vermiştim. Kızım Sermin'in, oğlum Servet'in ve benim yazdığım risaleleri, Üstad tahsis edip, arkalarına dualar yazdı. Bilhassa küçük Servet'ın yazdığı risaleye hayret etti. 'Maşaallah' diyerek tebrik edip dualar yaptı. "Polislerin Şehit ettiği Mehmed" "Daha sonraki yıllarda, Nazilli'de bizi, dört Mehmed'i takip ve tevkif etmişlerdi. Bizden tam 1420 Risaleyi alıp götürmüşlerdi. Dört Mehmed, 7 ay 13 gün hapiste kaldık. Mehmed Oğuz, 'Kur'ân yolunda şehit düşmeyince bu kâbus Müslümanların üzerinden kalkmayacak' demişti. Herhalde bu sözü dua oldu ki, karakolda polislerin zulmü ile şehadet şerbetini içti." Mehmed Büker'in kızı Sermin'ın yazdığı Nur Risalesinin

sonundaki dua: "Yâ Erhamerrâhimîn, ism-î âzam hürmetine bu nüshayı yazan Sermin'i Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar ve hizmet-i imaniyede daima muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin."

HACI REŞİD ÖVET 1930'DA Bitlis'te uğraşmaktadır

doğdu.

Serbest

meslekle

"Başındakini at, Üstadımız hoşlanmaz" 1953senesinin sonlarıydı. Bizim Van'da yaşlı bazı kimselerin arasında Üstad Bediüzzaman'ın bahsi olurdu. Bu bahisleri merak ve alakayla dinlerdim. O günlerde Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin matbu küçük bir tarihçesi elime geçmişti. Kitabı bir defada hemen okuyarak bitirmiştim. Kitap benim çok hoşuma gitmişti. O günlerde gidip Üstad Hazretlerini ziyaret etmeyi düşünüyordum. Hemen hazırlık yaparak trene atlayıp yola çıktım. Tren Malatya civarından geçerken, Van'ın bir köyünde kalan Molla Muhyiddin isminde bir kimseyle tanıştım. O da ziyarete gidiyormuş, ayrılmak imkânı olmadı. Beraberce Isparta'da merhum Süleyman Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânına gittik. Üstadı ziyarete geldiğimizi söyledik. 'Şimdi gelen olur, sizi göndereyim' dedi. Az sonra birisi geldi. Merhum Ceylan Çalışkan'mış.

'Bunlar Üstadı ziyarete gelmişler, bunları götür' dedi. Merhum Ceylan, 'Beni yirmi metre geriden takip edin' dedi ve bizler de öyle yaptık. Evin önüne geldik, 'Karşı tarafta bekleyin' dedi, bekledik. Az sonra bir zat geldi, kapıyı anahtarla açtı, içeriye girdik. Bu zat merhum Zübeyir Ağabeymiş. Daha sonra bir zat daha geldi, pencerenin altından gür bir sesle iki defa 'Sungur, Sungur! ' diye seslendi. Kapı açıldı ve içeriye girdi. O zat da Tahiri Ağabeymiş. Biraz daha bekledik. Ceylan kapıyı açtı ve bize seslendi. Kapıdan içeri girdik, benim başımda serpuş vardı. 'Başındakini at, Üstadımız hoşlanmaz' dedi. Çıkarıp hemen attım, taş merdivenlerden yukarıya çıkıp eve girdik. Girişte sağ tarafa kendi odalarına bizi aldılar, bir miktar bekledik. Merhum Ceylan bizi Üstad Hazretlerinin odasına aldı. Üstad somyada yatağın içinde oturuyordu. Mübarek ellerini öptük. Oturmamız için işaret buyurdular. Üstad hiç seslenmiyor, yanımdaki adam konuşuyordu. Birinci Cihan Harbinden Üstadla beraber olmuş. Üstadı bir defa tıraş etmiş, Üstadın hançerini kaybetmiş, adam bunlardan bahsederek ağlıyordu. Bazan Kürtçe konuşmak istiyordu. Bu durumda Ceylan mani oluyor ve 'Üstad Hazretleri Kürtçe konuşmaz' diye adamı susturuyordu. Üstad hiç seslenmiyordu. Nihayet adam çok sızlandı. Fakat Üstad Hazretlerinden hiç ses çıkmıyordu.

Sıra bana gelince, Üstad benim kim olduğumu sordu. Ben, 'Bitlisliyim, Van'da kalıyorum' dedim Bana, 'Bitlis benim hakiki vatanımdır. Bitlis'te Risale-i Nurlara sahip çıkmadıklarını merak ederdim. Şimdi Muş Mebusu Gıyaseddin Emre Mecliste Risale-i Nurları müdafaa ediyor. Bitlis'in nam-ı hesabına kabul edildi' dedi. Hangi kabileden, hangi şeyhlere bağlı olduğumu sordular. Dedim: 'Kabilemi bilmiyorum. Bize Hoca Alioğulları diyorlar. Şeyh Alaeddin Efendiye mensubiyetim var. ' Üstad buyurdu ki: 'Bu da benim talebem sayılır. Fethullah'ın oğludur. Hazret'in halifesidir. Hazret Seyda'nın halifesidir. Bunların bana çok hizmetleri olmuştur.' Seyda ismini söylediği vakit, Ceylan'a hitaben 'Seyda irşad edici mânâsına gelir' dedi. Evet Üstadım' dedim. Van'daki Molla Hamid Ağabeyi sordular. 'Molla Nizam nasıldır?' dediler. Hastadır' dedim. O zaman Ceylan'a, 'Ceylan, sabah namazında hatırlat da ona da dua edelim, Seyyid Fehim'in oğludur' diye buyurdular. Bu zat Van'ın müftüsüydü. Ben bu tarihten bir sene sonra yani 1952'de hacca gitmiştim. Bu zatın ağabeyi Hasan Efendi Medine-i Münevvere'deydi. Daha önceleri Van müftüsüydü. O zat Üstada selâm söylemişti. 'Ne olur buralara gelse de bizler de müşerref olsak, bizler bir daha Türkiye'ye gidemeyiz'

demişti. Bunu Üstad Hazretlerine arz ettim. "Risale-i Nur zındıkaya galiptir" Van'dan Molla Hamdi Ağabey, 'Van'da bir medrese açalım mı?' diye sormuştu. Bunu da söylediğim zaman, Üstad çok sevindi ve elleriyle işaret ederek, 'Hemen açın' demişti. Ceylan'a hitaben, 'Risale-i Nur zındıkaya galiptir, değil mi Ceylan?' deyince, Ceylan da 'Evet, Üstadım' dedi. Üstad, 'Vanlılara müjde et, Risalelerimiz beraat etti. İki sandık ve bir çuval geri alıyoruz. Risale-i Nur Van'a çok lâzım, çok okusunlar. Çünkü Van, Ruslara karşı Sedd-i Zülkarneyn'dir. Halk Partisinden iki kişi vardı, onlar gitti. Demokrat Parti Risale-i Nuru tutuyor' dedi. O zamanlar Reisicumhura ve Başvekile yazılan mektuplar vardı. Bunlardan Van'a götürmem için emrettiler. Bana yirmi beş kuruş ekmek parası verdi. Sonra, 'Eskiden beri on altın ve 250 banknotum var, bitmiyor' dedi. Böylece ellerini tekrar öptük ve veda edip ayrıldık. Üstaddan ayrılıp Van'a dönünce, yine bir müsait vaktini bulup, Üstad Hazretlerini ziyaret etmek istiyordum. Çünkü Van'da bazı arkadaşlar, 'Bizleri talebeliğe kabul ettiklerini sordun mu?' diye söylemişlerdi. Bir sene sonra Molla Hamdi Ağabeyle yine Isparta

yollarına düşmüştük. Ben biraz hastaydım, Molla Hamdi Ağabeyden dua istemiştim. Üstad Hazretlerini ziyaret ettiğimizde benim ismimi sordu. Reşid' dedim. Benim Reşid isminde bir talebem daha var, seni ikinci Reşid olarak kabul ediyorum' dedi. Hastalık konusunda da, 'Bırakın doktorların evhamını, ben de hastayım' demişti. Bana, 'Seni yirmi senelik talebeliğe kabul ediyorum' diye buyurdu. Bana Hastalar Risalesi'ni okuyup okumadığımı sordu. Evet' dedim. Bana, 'Çok oku' dedi. "Üstad'ın lûgat yazdırması" Birkaç sene sonra, yani 1956'da Kamil Acar kardeşimizle anlaşarak yine Üstad Hazretlerinin ziyaretlerine gitmiştim. O tarihlerde Üstad Hazretleri Emirdağ' daydı. Önce Diyabakır'dan iki su testisi almıştık. Urfa'da Abdullah Yeğin Ağabey, 'Testinin birisini Üstad Hazretlerine götürün' demişti. Emirdağ'da Çalışkan Ağabeylere uğradık. O zamanlar Abdullah Yeğin Ağabey lûgat hazırlıyordu. Bunu Üstada

söylememizi bizden istemişti. Zübeyir Ağabey bizleri karşılamıştı. Doğudan ve Abdullah Yeğin Ağabeyden selâmlar söyledik. Bu arada iki tane Diyarbakır'dan aldığımız testinin birisini Abdullah Ağabeyin gönderdiğini ve testinin Çalışkan Ağabeylerin dükkânlarında olduğunu söyledik. Üstad Hazretleri Hüsnü kardeşimize, 'Çabuk onu getir' dedi. Daha sonra, 'Niye ikisini de getirmediniz? Bunlar bana çok lâzım. Kaça aldınız?' diye sordu. Yetmiş beş kuruşa' dedik. Hemen yetmiş beş kuruşu çıkarıp verdi. Kamil Acar kardeşimiz Abdullah Yeğin ağabeyin lügatından bahsetti. Üstad Hazretleri buyurdular ki: 'Öyle bir lügat yapsın ki, ilk mektepten üniversiteye kadar ondan istifade etsinler.' Sonra bir ara Hüsnü'yü çağırdı. Hüsnü Ağabey için, 'Bu benim mânevî evladımdır. Bunu askere göndereceğim. ' dedi. Arkasından da 'Hüsnü, misafirlere bir şey getir' dedi. Üstad bize bisküvi ikram etti.. Biraz sonra da, 'Hüsnü gözlüğümü ver, vasiyetnamemi okuyacağım' dedi ve şöyle devam etti. 'Emirdağ'da vefat edersem orta mezarlığa, Isparta'da vefat edersem yukarı mezarlığa defnedin' dedi. Daha sonra Üstad, Risale-i Nur neşriyatının kıyamete kadar devam edeceğini ve döner sermayesinden zekâtının

verilmesini söyledi. Biraz geçince de bir kutunun içinden resimsiz para çıkardı. 'Bunları Abdülmecid ve Mehmed Kayalar'a götürün. Fakat kardeşim Abdülmecid'e çarşıda yanaşmayın, o korkar,evine gidin' diye tembih etti. Bir ara Üstad iki eliyle selâm aldı. 'Birisi bana selâm verdi, onun selâmını aldım' dedi. Üstad Hazretlerinin mübarek huzurlarında bir buçuk saat kadar kaldık. Kâmil Acar' dan bazı şeyler sordu. Kâmil hasta olduğunu ve dua istediğini söyleyince, Üstad, Hüsnü Ağabeye, 'Hüsnü, ismini yaz, sabah namazından sonra dua edelim' dedi. Bende de verem hastalığı vardı. Üstadımızın dualarından sonra Allah'a şükür hastalıktan eser kalmadı. Ben Üstad Hazretlerini üç defa ziyaret ettim. Mübarek gözlerine dikkatle baktım, fakat, o berrak gözlerini dikkatli göremedim. Bu durumu bana Van'da rahmetli Celal Alıcı kardeşimiz de söylemişti: 'Ben Üstadın ziyaretine gittiğimde, bir defa gözlerine baktım, adetâ şimşek gibi parlıyordu, insan bakamıyordu.' Üstadın siması pembemsi, berrak bir şekildeydi. Mübarek yüzüne insan bakmaktan doyamıyordu. "Cenab-ı Hak, gönüllerin sultanı Üstad Bediüzzaman'ın şefaatine nail etsin, bizleri inşaallah talebeliğine kabul buyursunlar."

AHMET GÜMÜŞ "Allah" yazılı kâğıt parçasına hürmet Hatıralarını kendi kaleminden okuyalım: Küçük yaşta iken din lehinde ve aleyhinde birçok konuşmalara şahit oldum. Kur'ân'ın her asra bakan vechesini bu zamanın ilmî ve aklî anlayışına göre aksettiren bir Kur'ân tefsiri yok mu? diye kafamda bir sual vardı. Annemin ve aile yakınlarımın din büyükleri hakkındaki ulvî menkıbelerini dinledim, şöyle ki: Bir gün sabah namazı vakti, annem beni sabah namazına kalkmam hususunda zorladı. Ben ise tembelliğimden gelen müdafaa ile, 'Bana ne öğrettiniz de namaz kılayım, Kur'ân okumasını bilmiyorum, namaz surelerini de tam öğrenemedim ki, doğru namaz kılayım' dedim. Annem namazı bitirdi. Duasını yaptı. Bana dedi: 'Benim günahım başımdan aşkın, yarın mahşerde: 'Annem bana dinimi öğretmedi diyeceksin.' Ben senin dinî bilgilerini

öğretmedikten sonra hiçbir okula okumaya göndermem (ben o zaman ilkokulu yeni bitirmiştim), ben yarın öldüğümde mezarımın başında bir fatiha da okumasını bilmeyeceksin, eline bir keman alıp mezarımı çingene mezarı yapacaksın...' Annem beni, medrese tahsili yapmış, ehl-i hal bir kimse olan eniştesi Molla Mehmed Efendinin yanında okumam için teyzeme teslim etti. Mehmed Efendinin dinî sohbetlerinde bulundum. Etraf köylerdeki kimseler dinî müşküllerinin hallini Hoca Efendiden sorarlar, bu sorulara cevap da, benim yanımda verilirdi. Böylece hoca efendiden biraz dinî malûmatımız oldu. Bir gün bana Kur'ân okuturken, Kur'ân'ı abdestli tutmamı ve hürmetli olmamı söyledi ve şu menkıbeyi anlattı: Bir zaman bir zat yolda giderken 'İsmullah' yazılı kâğıt parçasını yerde bulmuş, hürmetle bir duvar kovuğuna kaldırmış. Bir gece rüyasında Allah'ın isminin altında kendi ismini görmüş. Ona, 'Sen Allah'ın ismine hürmet ettiğin için, senin ismine de hürmet olarak oraya yazıldı' demişler. 1952-1953 yılı, Ermenek Ortaokuluna devama başladım. Boş derslerimizin birinde arkadaşlarla dışarıda çalışırken, eski bir Kur'ân sayfası gördüm, onu aldım, kitabımın içine koydum. Zil çalınca sınıfa girdik, dersimiz yine boştu. Muavin sınıfa geldi. Benim çok iyidir diye

tanıdığım bir zatı çok övdü. Ben de mest olmuştum. Benim sıraya yaklaştı. Kitabımın arasında o eski Kur'an sayfasını görünce, 'Bu Arap yazısı sende ne arıyor, sen Türksün' dedi. Ben de, 'Bu Kur'ân sayfasıdır. Kur'ân okumasını biliyorum. Ona sonsuz hürmetim vardır' diye cevap verdim. Bir taraftan da kendi kendime, demek ki bu şahısları sevenler dine düşman oluyorlar, diye bende bir düşünce başladı. "Risale-i Nur'dan haberdar oluyorum" Dayımın hanımı beni, İbrahim Koynuk ve İbrahim Canan'la görüşmek için, PTT memuru Ali Kaynak'ın evine davet etti. İbrahim Koynuk bana Risale-i Nur'dan Bediüzzaman Hazretlerinden bahsetti, ben de hürmeten dinledim, arkadaşlığımız devam etti. Bir gün beraber ders çalışırken, İnebolu baskısı teksirle basılmış, Bediüzzaman Said Nursî'nin Tarihçe-i Hayat'ı elime geçti, kitabı açtım. İlk açışımda Üstad Hazretlerinin Ankara TBMM'de Mustafa Kemal'le namazla ilgili konuşması; ikinci açışımda, 'Risale-i Nur Talebeleri cer etmezler, izzetle hayatlarını kazanırlar' bahsi, üçüncü açışımda ise; Üstadın bir müdafaası çıktı. Bu durum karşısında Risale-i nur okumak ve müellifini görmek için bende şiddetli bir arzu uyandı. Hayalimde aradığım zat budur, arzu ettiğim Kur'ân tefsiri budur, diye tahmin ettim ve araştırmaya karar verdim. Zübeyir (Gündüzalp) Ağabeyin de Afyon müdafaasını okudum, babası ve annesi ile tanıştım.

"İmam Hatip Okullarını eski zamanın medreseleri olarak görüyorum" 1953 Ağustos'unda Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret için Konya'ya geldim. Halıcı Hacı Sabri Bey de ticaret için Konya'dan ayrılmıştı. Babam geldi, beraber köye döndüm, ailem İmam Hatip Okuluna devam etmem için karar verdiler. Kış olması sebebiyle 14 gün okul kaydına yetişemedim, o sene boşta kaldım. 1954 yılında Üstad Said Nursî Hazretlerinin Barla'da olduğunu öğrendim. Kurban Bayramına bir gün kala Üstadın Barla'daki evine vardım. Zübeyir Ağabey çıktı. Isparta'dan Bayram Ağabeyin bana emanet ettiği emanetleri verdim, kendimi tanıttım, abdestli olduğumu, fakat henüz namaz kılmadığımı söyledim, 'Kardeşim, Üstadımız mescitte tesbihatını yapıyor, sen yanına yaklaşma' dedi. Ben müezzin mahfelinde namazımı kılarken Üstad mescitten ayrıldı. Namazı bitirdim. Zübeyir Ağabey ile Ceylân Ağabeyin odasına girdim, çağırdı, 'Hoş geldiniz' dedi. Babamı, annemi ve Zübeyir Ağabeyin babasını, annesini sordu. Yatsı namazını Üstadla beraber mescitte kıldık. Sabah namazını da öyle. Bayram namazı için Büyük Camiye Ceylân Ağabeyle gittim. Sonra Üstadımızın yanına geldim. Üstad Hazretleri benim İmam-Hatip Okuluna devam edeceğime çok memnun oldu. 'Ben o okulları, eski zamanın mübarek medreseleri olarak kabul ediyorum' dedi. "Mevlânâ bu zamanda gelseydi Risale-i Nur

yazardı" Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevi'yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır' dedi. "Ben bile Risale-i Nur'a muhtacım" Komünist ve masonların İslâm aleyhindeki bütün plânlarını Risale-i Nur'un yerle bir ettiğini anlattı. Onlarla mücadele, ancak Risale-i Nur'ları okumakla olacağının anlattı ve 'Bir risale en aşağı insandaki bin tecessüsünsorunun-karşılığı olarak yazılmıştır. Bir âmîden tâ bir feylesofa kadar herkese hitap eder. Temsillerdeki hakikatları anladığınız size kâfidir. Bir bahçeye giren o bahçedeki elma ağacından boyunun yetiştiği dallarından eli yetiştiği elmaları yemesi kâfidir. Yüksekteki elmalar ise boyu uzun olanlarındır. Anlayamadık diye üzülmeyin. Ben bile Risale-i Nur'a muhtacım. Tekrar tekrar okudukça dersimi alıyorum' dedi. Sonra devamla, 'Dün bir mebusla bir müftü gelmişti. Onları ziyaretime alamadım. Sizlerin masum ruhunuzla Risale-i Nur için buraya kadar gelmenizi kıramadım. Bana bazı dostlarım, 'Biz çocuklarımızı İmam-Hatip Okuluna verelim mi?' diye sordular. Ben onlara, 'Dünya işlerini bilmiyorum' dedim. Şimdi senin İmam-Hatip Okuluna devam etmeni istiyorum, müsaade ediyorum.' O sırada Halıcı Sabri Beyin oğlu Ömer Halıcı

tayyareden düşmüştü. Sabri Halıcı'ya benim vasıtamla taziyelerini bildirdi.' Ömer şehit oldu' diye müjdesini verdi. "Karşılığını vermeden bir şey almıyordu" Üstadı Barlalı ailelerden ziyarete gelenler oldu.Yanlarına armut almışlar, Üstada ikram ettiler, onları kırmamak için bize sordu: 'Bu armutlar kaç kuruş eder?' Biz de beş kuruş yaptığını söyledik. Üstad Hazretleri, on kuruş verdi. "İşârâtü'l-İ'caz'ın tercümesi meselesi Bir gün Hacı Mehmet Parlayan'ın yorgancı dükkânındaydık. Söz İşârâtü'l-İ'caz'a geldi. İşârâtü'l-İ'caz'ın at üstünde, avcı hattında şehit ruhuyla yazıldığını ifade ile, İşârâtü'l-İ'caz'ın Konya hocalarıyla olan hatırasını anlattı. Kur'ân'ın i'caz cihetini anlattığı için tercümesine Üstadın kardeşi Abdülmecit Efendiden başka kimsenin gücünün yetişemiyeceğini söyledi. Abdülmecit Efendiye, 'Tercüme etsek olur mu?' dedim, 'Olur' dedi. Ben Zübeyir Ağabeye bu arzumu yazdım. 'Mesnevi-i Nuriye ve İşârâtü'l-İ'caz'ı Abdülmecit Efendinin tercüme etmesine, Üstadımız müsaade eder mi?' diye, 1955 yılı içinde yazdı. 'İmam Hatip Okulu talebelerinin demek ihtiyacı var' diye Üstad Hazretleri kabul etmiş. Zübeyir Ağabey benim vasıtamla Abdülmecit Efendiye bir mektup yazmıştı. Abdülmecit Efendi mektubu okudu, döndü, ikinci defa bana okudu. 'Nur'u aynım, bana hayat kazandırdın. Boştum, işsizdim. Hazret bana hizmet verdi. Buna sen sebep olmuşsun' diye

gözlerimden öptü. Abdülmecit Efendi tercüme eder, benim ismimle Rüştü Çakın Ağabeye gönderirdi. O sırada Abdülmecid Efendi ve Üstad arasındaki muhaberat şöyleydi: Mektuplar Hacı Mehmet Parlayan'ın dükkânına gelirdi. Ben Abdülmecit Efendiye götürürdüm. "Üstad, anlattı"

bana

hocalara

nasıl

davranacağımı

1955 senesinde Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Bana hocalara karşı, arkadaşlarıma karşı nasıl davranacağımı anlattı. 'Öğretmenlerinizden biri din aleyhinde konuşmada bulunursa, öğretmenlerle münakaşa etme, Risale-i Nur'dan o mevzuyu bul, talebe arkadaşlarına oku, anlat. Çünkü öğretmeni mağlûp etsen, o anda nefsi ve enaniyeti itibarıyla mağlûbiyeti kabul etmezler' diye ders verdi. 1955 senesinde Zübeyir Ağabeyden bir mektup aldım. Üstadımızın Çam Dağına çıktığını, bu dağın risalelerin yazılmasına konu olan ehemmiyetini anlatıyor; seneler sonra Üstadımızın Çam Dağına çıkması için Cenab-ı Allah'ın bir lûtf-u Rabbanî olarak bu fırsatı verdiğinden bahsediyordu. O sıralarda Konya'da, 'Üstad Hazretleri, Ahmed Hamdi Akseki ve Elmalılı gibi hareket etseydi daha iyi dine hizmet eder ve bu kadar da takip ve sıkıntılara maruz kalmazdı' diye, bazı öğretmenler konuşuyorlardı. Üstadımızın tavizsiz durumunun, başına bu işkencelerin

gelmesine sebep olduğunu söylerlerdi. "Risale-i Nur radyo ile yayılacak" Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyaret ettiğimde, Üstadımın meşhur çam ağacının üstündeki yerinde, ibadet ve zikir ile namaz kılmalarını aşağıdan seyrettim. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun, ve Ceylân Ağabeyler de vardı. Üstadımız öğle namazını kıldıktan sonra bizi huzuruna aldı. Çam dağının ehemmiyetini anlattı. Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risale-i Nur da Hz. Ali'nin Celcelutiye'sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risale-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur'ân'ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda matbuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.' Ağabeyler ellerinde teksirle basılmış İslâm yazılı risaleleri okudular ve ben de dinledim. Üstadın talebeleri ile olan dersini o zaman gördüm. Üstadımız beni üç gün misafir olarak kabul ettiğini, fakat şimdi takip olduğundan gitmeme müsaade ettiğini söyledi. Üç gün için bir lira verdi, o zaman ekmek otuz kuruştu. "İki kişiye Risale-i Nur'u tanıtsan kâfi"

Ben Konya'dan ayrılıp İstanbul'a gitme arzu ve niyetinde olduğumu Zübeyir ağabeye anlattım. Zübeyir Ağabey Üstadın yanına varınca, Üstad, 'Ahmet'le ne konuştunuz?' diye sormuş. O da Konya’dan ayrılmak istediğimi söylemiş. Üstad, 'Bu işte bir parmak var' diye razı olmamış. Üstadımız bir yerde hizmet için sadakatla ve sabırla, fedakâr olarak sebat etmemizi isterdi. 'Muallimler mağlûbiyeti kabul etmezler, talebeler ise ehl-i haktır. Sizin okulda Nur'ları okuyan kaç kişi var?' dedi. Ben de yetmiş kişi olduğumuzu söyledim. Üstad Hazretleri hayretle karşıladı. 'Ben o mektepte bir kişi olduğunu biliyordum, sen yetmiş kişiden bahsettin, acaib' dedi. Üstad Hazretleri bana dedi: 'Kardeşim kemiyet her zaman insanı aldatır. İş keyfiyettedir. Sen bütün talebelik hayatında Risale-i Nur'u fıtraten arayan iki kişinin Risale-i Nur'u tanımalarına vesile olsan, onlar da o vesile ile imanlarını kurtarsalar, sen vazifeni yapmışsındır. İhlâs kemiyette değil, keyfiyettedir, hizmet de budur.' O sırada arkadaşlardan asker olan Recep Putgül , Ceylân Ağabeye mektup yazmış, mektup savcılığın eline geçmiş, mektupta bizlerden bahsetmiş, isimlerimiz tespit edilmiş, bizleri Konya'da emniyet aradı, mahkemeye verdi, mahkeme beraat verdi. O yetmiş arkadaştan, korkudan kimse de kalmadı, hattâ korkularından aleyhimize geçtiler, bir çok kimseleri ifsad ettiler. "Ata ot, aslana et ver" Bu olaylardan sonra Üstadı Isparta'da ziyaretimde, 'Sen

her gördüğüne Risale verme, ata et, aslana ot verme. Ata ot, aslana et ver. Senden birkaç defa Risale-i Nur istesinler o zaman ver. Biz kitapçılar gibi kitap satmayız. İhtiyaç duyan, müştak olan kimselere veririz' diye Üstad ve Zübeyir Ağabey bu hususta çok dikkatli olmamız için ısrar ederler ve misaller verirlerdi. "Üstadımız veciz konuşur" Babamdan para biraz fazla gelip de, fırsat buldukça, doğruca Isparta'ya giderdim. Üstad Hazretleri benim durumuma göre konuşurdu. Üstadın bütün bizlere anlattıkları Risalelerde ve Lahikalarda vardı. Üstadın bize anlattıklarını biz Risale-i Nur'larda ve Lahikalarda görünce bazı hatıraları unuttuk. Zübeyir Ağabey de, 'Kardeşim, Üstadımız veciz konuşur. Üstadımızdan bir şey naklederken çok dikkatli olmalıyız, kendi kısır anlayışımızla anlattıklarımıza, karşı taraf itiraz eder, biz de, Üstaddan der, anlatırız, şahsî kabiliyetsizliğimiz ve anlayışımızdan dolayı hücumları Risale-i Nur'a ve Üstadımıza getirmiş oluruz' derdi. "İnsan, yüz kapılı bir saraya benzer" 1956 yılı sonbaharı Isparta'daki ziyaretimde, Afyon mahkemesi beraat vermişti. Üstad Hazretleri çok sevindi. Mahkemenin bu beraat kararına göre Maarif Vekâleti ve Diyanet İşleri Riyaseti Üstada müracaat etmişlerdi. Üstad yakın bir zamanda risalelerin bütün okullara gireceğini söyledi. Her gidişimizde bize İhlas Risaleleri'ni âdeta

özetletirdi. Her işin Allah rızası için olmasını ve o gaye ile hareket edilmesini anlatırdı. Yine sözden ziyade hal ve hareketin tesirli olacağını anlatırdı. Dr. Mustafa Ramazanoğlu ve arkadaşlarının okulda okurken nefislerinde İslâmiyeti yaşamaları neticesi, onları gören ve onlar gibi olmak isteyen arkadaşlarına, 'Biz Risale-i Nur'ları okuduk, İslâmiyet dairesine böyle girdik' dediklerini, bu sayede risaleleri okuyan çok Nur Talebesinin olduğunu ve böylece Risale-i Nur'a hizmet ettiklerini anlattı ve şunu söyledi. Kardeşim, İslâmiyet için fethedilmeyecek insan yoktur. Mühim olan İslâma hizmette bulunanların çok dikkatli olması. İnsan yüz kapılı bir saraya benzer. Mutlaka bir kapıdan girilerek o insan fethedilir. Bin senedir Avrupa zındıklarının ve Asya münafıklarının tesiriyle bu asil Türk milletinin çocuklarının akılları yanıltılarak insandaki o 99 kapı İslâmiyete kapatılmış, fakat fıtrat icabı bir kapısı daima açıktır. İslâmî ferasetle o açık kapıyı keşfedip, oradan girilirse, diğer kapalı kapılar da içeriden İslâmiyet hesabına açılır, o insan, İslâmiyet için fethedilir. İhlasla, acelecilik yapmadan, fıtratına uygun Risale-i Nur mizanlarıyla anlatmak ve hareket etmek lazımdır. Acelecilik, lüzumsuz yere münakaşa ve ithamlarda hareket edilirse, o zaman kapalı kapılara hücum edilip, o açık olan bir kapının da kapanmasına sebep olunur. Risale-i Nur muhakeme-i akliyeye ehemmiyet verir. Ve sonra onu İslâmiyet dairsine alır.' Bu gibi konuşmaları ile Üstad Hazretleri, bizi Kur'ân ve

iman hizmetinde şevkimizi artırarak hizmete koşturur ve bizleri muhafaza ederdi. Üstad Hazretlerinin yanına gidince, önce Abdülmecit Efendiyi, ailesini, çocuklarını sorar, onlarla çok alâkadar olurdu. Bir ziyaretimde, Abdülmecit Efendinin oğlu Suat Beyin bir hâdisesini anlattı. Suat Bey, bir terzi dükkânında İslâmiyete zıt bir şeyi nefretle karşılayarak, bir şeyler yapmış; o hâdiseyi, sanki Üstad Hazretleri oradaymış gibi şevkle bana anlattı. Üstad çok neşeli gördüğüm bir zaman da bu idi. Elleriyle o olayı bir tarif etti ki, o tarif hâlâ gözümün önünde canlanmaktadır. "Ben kendimi sevmiyorum" O yıllarda Tarihçe-i Hayat yeni basılıyordu. Abdünnur isimli bir arkadaşım kitap için bir kapak kompozisyonu yapmıştı. Benden Üstada götürmemi istedi. Üstadın ziyaretine gittiğimde, 'Ellerinizdeki nedir?' diye sordu. Ben, 'Abdünnur kardeşimizin Tarihçe-i Hayat için yapmış olduğu kapak...' der demez, Üstad çok hiddetlendi ve kapaktaki resmi göstererek (Isparta Tugay Camii temel atma merasimi resmi) 'Bu resim nedir? Sizler benim şahsıma ehemmiyet veriyorsunuz, benim şahsıma yapılan hürmet, bana hakarettir. Sizler Risale-i Nur'la değil de, benim şahsımla mı alakadar oluyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Ben hiçim. Benden bir şey beklemeyiniz' dedi ve kapaktaki resmi elinde ovalayıp çöplüğe fırlattı. "Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek"

İmam-Hatip Okulunda talebe idim. Müdürle olan münakaşamızın neticesi, o beni Disiplin Kuruluna, ben de onu mahkemeye vermiştim. Mahkeme benim lehime tecelli etmeye başladı. Said Gecegezen de müdürle benim münakaşamı Üstada anlatmış. Üstad da, 'Madem o Mevlânâ'nın torunudur ve namazını da kılıyor, Ahmed mahkemeden vazgeçsin' demiş. Ben mahkemeden vazgeçtim; onlar ise bana mecburî tasdikname verdiler. Bu hâdiseden sonra Üstadın yanına gittim. Benim gönlümü aldı. Üzülmememi söyledi. İmtihan esnasında bir soruya verdiğim cevabı anlattım. Şöyle idi: Tarih dersinde başkalarına üçer soru sorulurken, bana farklı dördüncü soru eklendi. Üstadımız Kürt, benim ise Türk olduğumu ifade ile, 'Kürt Teâli Cemiyetini kim kurdu?' dediler. Ben de 'Böyle bir mevzuyu sizler ders esnasında anlatmadınız. Tarih kitabı da yazmıyor. Bunu siz bilirsiniz...' dedim. Netice olarak 3 vermişler. Benimle imtihan olan arkadaş, 'Sana diğer mümeyyizler 8 verdiler, tarih hocası 3 verdi' dedi. "Menderes Risale-i Nur'u okullara ders kitabı olarak koyma niyetinde" Durumu böylece Üstada anlattım. Üstad mert bir tavırla, 'Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risale-i Nur 650 milyon Müslümanın uhuvvet-i İslâmiyesini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün Cemahir-i İslâmiye teessüs edecek, bu müfterilerin sizleri görünce yüzleri kızaracak. Menderes

şimdi, komünist, anarşisti ve tahribatçı dinsizlik hareketini durduracak kuvvetin Risale-i Nur olduğunu anladı, etrafını iknaya çalışıyor. Nurları okullara ders kitabı olarak koyma niyetindedir. Başvekil bunu arzu ederse, onlar ne yapacaklar?' dedi. Tarihçe-i Hayat önsözü Ziyaret esnasında İlâhiyat Fakültesi talebelerinden Kâmil, Ali Ulvi Kurucu'nun yazdığı Tarihçe-i Hayat'ın önsözünü getirdi. Üstad onu okutturdu. Başına, 'Medine-i Münevvere'de bulunan mühim bir âlimin önsözüdür' diye yazılmasını emretti. Bana dedi ki: 'Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi, benden çok Risale-i Nur'u övmüş, eğer beni fazla övseydi, bu önsözü kabul etmeyecektim. Madem Risale-i Nur'u övmüş, onun hatırı için kabul ettim.' Maarif Şurası ve Haşir Risalesinin yazılış sebebi Bir gün Onuncu Söz'ün yazılışını bana şöyle anlattı: Ankara'da Maarif Şûrası toplanmış, dinden tecerrüd eden programlarındaki dinsiz görüşleri, talebelere nasıl kabul ettireceklerine dair yaptıkları istişarî toplantıda, felsefe dersleriyle öldükten sonra dirilme olmayacağının talebelere anlatılmasına karar vermişler. Bu kararın alındığı günlerde Üstadımız Haşir âyetini Barla Denizi (Eğridir Gölü) kenarında kırk defa okur ve Barla'ya döndüğünde Haşir Risalesini kaleme alır. Bilâhare İstanbul'da tab edilerek, Meclis'de mebus olan bir zata gönderilir ve Meclis kapısında mezkûr program

hazırlayıcılarından biri ile karşılaşırlar. Kitabı gören şahıs, 'Said Nursî istihbaratıyla bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor' diyor. Bu haberi Üstada Kâzım Karabekir Paşa bildiriyor. Üstad şöyle diyor: 'Kardeşim! Maariif Şûrasının böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi'nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.' Sabah dersi, ders baklavası ve kur'a Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir usulüydü ki, sabah derslerinden sonra talebelerine ikramda bulunurdu. Kendisinin 'ders baklavası' tabir ettiği bu ikramlar umumiyetle kurabiye, elma, üzüm, baklava gibi şeylerden olurdu. Bu ikramı yaparken kur'a çektirir ve kendisi de talebeler gibi kur'aya dahil olurdu. Kendisine kur'a isabet eden talebe önce alırdı. Böylelikle kendisinin de Risale-i Nur talebesi olduğunu açıkça ifade etmek istiyordu. "Takdir hissimize tekdiri" Kendisine içimizden gelen bir takdir hissiyle baksak, hemen tekdir eder, 'Niçin yüzüme bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam vereni de sevmiyorum' derdi. Bir gün, 'Bu kitapların müellifi olan zât elbette büyük bir zâttır' diye içimden geçti. Bunun üzerine, 'Bana makam

veriyorsun' diye beni azarladı, tekdir etti ve bu tavrı her zaman devam ederdi. "Yüzüme bakarak içimdeki soruya cevap verişi" Bir gün Tarihçe-i Hayat'tan, Eskişehir Ak Cami'de namaz kılması mes'elesini okumuştuk. Ben içimden, 'Ya buna ne diyeceksin?' gibilerinden yüzüne baktığımda, 'Kardeşim! İlm-i Kelâma göre evliyanın kerameti haktır. Bu hâdise doğrudur, fakat ben değilim. Bu öyle yüksek bir makam değildir. O zaman Kur'ân'a, Risale-i Nur'a hizmet etmek isteyen birisidir. Her Risale-i Nur talebesi hizmet esnasında bunun gibi iltifâtât-ı Rabbaniyeye mazhar olur' buyurdu. "Ben öyle talebe isterim ki..." Bir gün Zübeyir Ağabey rahatsızlanmıştı ve derse iştirak edemeyecek durumda idi. Bizden kendisini idare etmemizi istedi. Sungur Ağabey ile beraber ders için Üstadın yanına girdik. Zübeyir Ağabeyi sordu. Çarşıya filân gitti diye geçiştirmeye çalıştıksa da muvaffak olamadık. Ciddî bir tavır takındı. 'Zübeyir olmayınca ders yapmıyorum. Zübeyir'i bulup getiriniz' dedi. Sonra Zübeyir Ağabeyi bulup getirdiğimizde öyle bir hiddetlendi ki... Ben Zübeyir'i öyle zannederim ki; değil parmak, kellesi gitse başsız gövdesiyle 'Risale-i Nur... Risale-i Nur... ' diye koşacak bilirdim. Bir parmak rahatsızlığı ile benim ümidimi kırdı. Ben öyle fedakâr talebe istiyorum ki, değil parmak, kol gitmiş aldırış etmeyecek. Böyle şeyler için

kudsî davada tembellik gösterilmez. Said hak için hiçbir zaman kelleyi vermekten çekinmemiştir. Risale-i Nur'lara her şeyini feda edecek, fedakâr talebe lâzımdır... ' Ben o esnada kalbimden geçirdim ki, 'Hey Üstadım! Siz Zübeyir Ağabeye bu derece itab ediyorsunuz. Demek Risale-i Nur, talebesini bulmamıştır, ne gariptir.' Bunun üzerine Üstad, 'Risale-i Nur ve ben talebemizi bulmuşuz' dedi. Esasen Zübeyir Ağabeyin şahsında bütün talebelerine ders vermek istiyordu. "Üstad basını takip ederdi" Üstad Bediüzzaman Hazretleri basını takip eder, Risale-i Nur'la ilgili yazılarla ilgilenirdi. Gazete okuma işini Zübeyir Gündüzalp ile yaptığı gibi içtimaî meseleleri de yalnız onunla konuşurdu. Zübeyir Ağabeye olan alâkası bambaşkaydı.' "Menderes samimi bir Müslümandır" Bir gün Adnan Menderes'i çok övdü. Ben o zamanki kafamla hayret ettim. 'Bu şahsın, Üstad ile faziletli bir zat tarafından övülmesi lâyık mıdır?' İçimden böyle geçirmiştim ki, Üstad bana dönerek, 'İslâmiyet için samimidir, fakat yalnızdır. Menderes İslâmiyetin ulviyetini anlayan samimi bir Müslümandır. Sen bilmiyorsun, senin konuştuğun o şahıslar da bilmiyor.' Hakikaten ben o zamanlar Konya'da Millet Partililerle oturup kalkardım. Onlar da Milliyetçiler Derneği'ni kapattı

diye Menderes'e kastetmiş olacaktı.

kızarlardı.

Üstad

herhalde

onları

"30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?" Üstadımız Hazretleri bir gün beni çağırdı. Zübeyir Ağabey için, 'Bu senin hemşehrin çok ahmak, benim için her şeyini terk etti, görüyorsun çok dövüyorum, kovuyorum, bir türlü gitmiyor, hem de maaş ve ticarî geliri 700 lira idi. Onları da bıraktı, şimdi ben hemşehrine 30 kuruş veriyorum, hiç sesini çıkarmıyor. Senin bu hemşehrin ahmak değil mi?' Üstadım, değil.' Neden? Bak babasını anasını terk etti, memuriyetini terk etti, üstelik bir de benden dayak yer. 30 kuruş gibi pek cüz'î bir para veriyorum... 30 kuruş mu çok, 700 lira mı çok?' Üstadım sizin o 30 kuruş çoktur.' Sen mekteplisin, hiç hesap okumadınız mı? 30 kuruş 700 liradan nasıl çok olur?' Üstadım Zübeyir Ağabey en iyisini yapmıştır, sizin verdiğiniz o 30 kuruş 700 liradan çok daha iyidir.' Nasıl iyi olur, anlaşıldı sen hem şehrini tutuyorsun, sen de ahmaksın. Hemşehrini benim yanımda müdafaa ediyorsun, anlaşıldı. Ondan sana ahmaklık bulaşmış ve seni kandırmış' diye lâtife etmişti.

İnönü: "Beni Said Nursî yıktı" O sıralarda Sikke-i Tasdik-i Gaybî Risalesi yeni basılıyordu. Tashih için kolonlar gelir, Üstadımız aslı ile karşılaştırırdı. Bir gün Mustafa Sungur Ağabey okurken, Üstadımız: Bu âyet-i kerime, işârî mânasıyla yedi sene sonra Kur'ân'ın küfrü mağlûp etmesini ve İslâmiyetin şaşaalı günlerinin haberini veriyor. ben o günleri görmeyeceğim. Sizin aldığınız süruru, Cenab-ı Allah da bana kabrimde aynen sizin gibi ihsan edecektir. Ben de aynen sizin gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri, Mustafa Sungur kabrimin baş ucunda bana anlatır, ben de mânen mesrûrane dinlerim.' Ben ise içimden, 'Böyle bir şeyin olabilmesi için meclisin üçte ikisi Nurcu ve İslâmiyete kanaatkâr olması lâzımdır. Hallbuki şimdi bir Nurcu mebus dahi yok, bu sözler gerçekleşir mi?' gibi sözler ediyordum. Üstadımız Hazretleri bana, 'Niçin yüzüme bakıyorsun, senin Kur'ân'a itikadın var mı? Ben kendimden söylemiyorum. Kur'ân haber veriyor. Bu tarihler kat'îdir, altı ay ya ileri ya geri olabilir, zaman bunu en iyi tefsir edecektir' dedi. "Hakikaten yedi sene sonra, o tarihten iki ay geçince 1966 Senato seçimleri esnasındaki Adalet Partisi'nin çoğunluğu alması karşısında Cumhuriyet Halk Partisi mağlûp oldu. Bu mağlûbiyet üzerine İsmet İnönü, 'Beni

Said Nursî mağlûp etti' diye radyolardan ilân etti."

ABDÜLKADİR BADILLI "İsmini nasıl duydum" Bu fakir, Urfa'nın çevresindeki sakin, nim-bedevi, ekrad aşairinden birisi olan Badıllı aşiretinin çok eskiden beri an'anevi bir şekilde devam edip gelen ve beyleri olarak bilinen kısmından ve bir derece dinine merbut bir hanenin efradındanım. Bu cibillî ve çok daracık bir çerçeve içindeki dindarlık cihetiyle babam ve biraderlerim dine ve tarikata karşı incizapları vardı. Ben de aynı şekilde o çocukluk zamanında yegâne halâs çaresi olarak bildiğimiz tarikat adabını, o muhitin rengine göre bir derece ifaya çalışıyordum. Herkeste olduğu gibi, bende de o çocukluk zamanımdan bir mürşid-i kâmil bulmak ve ona intisab etmek meyli aşk derecesinde vardı. İşte tam o sırada bir isim duydum:

Bediüzzaman Molla Said-el Kürdî ismini daha önce değişik unvanlarla Şeyh Said isyanından sonra sürgüne gidip gelen amcalarımdan da çok defa sitayişkârane duyardım. Fakat bu defaki duyuş bambaşka bir duyuştu. Öyle bir duyuş ki, tarikatı ve âdabını bıraktırıp o ismin muhabbeti ve sevdasıyla yaşatan bir duyuştu. O zamanlardaki sevgili Üstadın yalnız ismine karşı duyduğum sevgiyi, şimdi yaşamak, devam etmek değil, kalemle bile tariften acizim. O ism-i pâk-ı muallâyı bizim köylerde tahsildarlık yapan ve Üstadımızla Kastamonu'da tanışan, Tillolu Tahsin Efendiden tafsilâtlı olarak duydum. Ve bir derece Üstadın şahsiyeti, ilmi ve velâyeti hakkında bilgi edindim. Bundan sonra artık benim için Üstadı ziyaret edip tarikatına intisap etmek işi, dünyada en azim bir gaye-i hayâlim oldu. Fakat Tahsin Efendi, Üstadın adresini tam bilmiyordu. Ve çok sıkı takipler ve tecessüslerin onu ablukaya aldığını söyledi. "Babamın getirdiği büyük müjde" Sene 1951 idi. Urfa'dan başka hiçbir memleket görmeyen ben, bu ziyaret için ister istemez sabredip, beklemek mecburiyetinde kalmıştım. Sene 1953 oldu. Yaz günlerinden bir gündü. Merhum babam Urfa'dan geldi. Bana çok büyük bir müjde getirmişti. Muazzez sevgili Üstadın Urfa'da biricik ve güzide talebelerinin varlığından bahsetmişti. Birisinin adı Abdullah, diğerinin adı Hüsnü idi. Ve bu talebelerin meziyetlerinden olan ubudiyet-i kâmile, kahramanlık, pervasızlık ve mücadelelerinden

bahsetmişti. Bu müjde benim için dünyalar kadar ehemmiyetli idi. Merhum peder, altı evlâdı olan bizlere Kur'ân okutmuştu. Türkçe mevlid, ilmihal ve yazı dersleri gibi ilmi ancak o kadar olan köy hocalarından okutmak suretiyle bir derece okur yazar yaptırmıştı. O zamanlar etraf hiçbir köyde okul olmadığından yeni yazıyı hiçbirimiz öğrenemedik, fakat peder bundan memnundu. Ve bize 'Evlâtlarım, siz şehre gidip, sinemaya, saza gitmeyin de size avcılık, at koşuculuğu v.s. izin vardır, yoksa hakkımı helâl etmem' diyordu. Kendi de avcılık yapardı. Bu münasebetle hemen hemen hepimiz basit dindarlığımızla beraber avcılığa, at koşturmaya fazlası ile meraklı idik. Bundan dolayı ekser akrabalarımızda olduğu gibi bizim evimizin etrafı atlarla, av köpekleriyle, av kuşlarıyla ve av tüfekleriyle doluydu. Bizim peder bir gün yine Urfa'ya gitti. Tekrar Üstadın talebeleriyle görüşmüş ve onlara benden bahseylemiş. 'Yazısı güzel zeki bir oğlum var, hem annesi ölmüş yetimdir, onu size göndereyim ve sizin olsun' demişti. Hem bir istida ve arz-ı hallerini, dostu olan Demokrat fikirli valiye götürmüştü. O zamanki emniyetin onların üstündeki baskısını kaldırmak ve Risale-i Nur'un bu memlekette menfaatinden ve mahiyetinden bahseden hususa dairmiş o istida... İşte bu münasebetle babamla Üstadın talebeleri iyi dost olmuşlardı. "Risale-i Nur mesleği, tarikat değildir"

Sene 1953... Eylül ayı içinde idi. Bir gün kalktım, artık bu gaye-i kalbiyemi tahakkuk ettirmek, gidip sevgili Üstadı ziyaret edip, tarikatını almak niyetiyle Urfa'ya gittim. Vakit, kuşluk vaktiydi. Rıdvaniye Camiine doğru yürüdüm. Yaşım 16-17 civarındaydı. Vücutça hayli gelişmiş, pehlivan tipliydim. Fakat çok utangaç ve çekingendim. Camiin dış kapısından avluya girdim. Fakat şimdi girip ne diyeceğim diye çok utanıyordum. İki defa talebelerin bulunduğu hücrenin köşesinden başımı çıkarıp, bir daha içeri çekildim. Üçüncü defasında kendimi sıkıp yürüdüm, hücrenin kapısına vardım. 'Esselâmü aleyküm' deyip kuru bir tahta ve üstüne serilmiş çok eski bir kilim üstünde oturdum. Talebelerden birisi çok genç, birisi de 25-30 yaşlarında idi. İkisi de bana 'Hoşgeldin kardaşım' dediler. Yarım yamalak Türkçem ile pek anlaşamıyordum. O çok genç dediğim Hüsnü Ağabey, mütemadiyen yazıyordu. Abdullah Ağabey benimle alâkadar oldu, sohbet ediyordu. Biraz sonra niyetimi izhar ettim. Ve 'Sizden Şeyh Said-el Kürdî'nin adresini alıp ziyaretine gitmek ve tarikat almak için yanına gideceğim' dedim. Baktım her iki talebe de gülüşmeye başladılar. Biraz sonra Abdullah Ağabey, 'Kardeşim, Üstadımız tarikat vermez, Risale-i Nur mesleği tarikat değildir' dedi. Ben ilkin şaka ediyorlar diye bekledim, sonra bu mesele üzerinde konuşmaya devam etti ve kitaptan bazı yarler okudu ise de, ben bir türlü inanamıyordum. Ne demek, bir mürşid, bir şeyh nasıl tarikat vermez, tarikatsız olur mu? Fakat Abdullah Ağabey, ciddi ciddi ikna etmeye çalışıyordu. Öğle zamanı oldu namaz kıldık. Öğle yemeğine dışarı gidip bir şeyler yiyip,

tekrar dönmek istedimse de beni bırakmadılar. Öğle yemeğini beraber yedik. İkindi oldu, yatsı oldu. Hem Abdullah Ağabey konuşuyor. Risale-i Nur'un mahiyetini ve Üstadın mesleğini anlatıyordu. Fakat Abdullah Ağabey, hep Üstad, Üstad diye konuşuyordu. Ben ise Şeyh Said, yahut Molla Said diye konuşuyordum. Yatsıdan sonra da beni bırakmadılar. O gece orada kaldım. İkinci gün öğleye kadar yanlarında kaldım. Artık Üstadın tarikat vermediğini, tarikatın zamanı olmadığını bir derece anladım. "Yola revan oldum" Üstadın ziyaretine gitmeyi musırrâne istiyordum. Ve adres istiyordum. Onlar birçok şeyi ileri sürdülerse de, ben dinlemedim, mutlaka adres istiyordum. Çare bulamadılar, dediler ki: 'Şu kitabı yazıp, bitirmeyince seni göndermeyiz. Yazıp bitirdiğin gün gel, seni göndeririz.' Ben de 'Peki' dedim. El yazma 20-30 büyük sahifelerden müteşekkil o kitabı aldım ve hemen köye döndüm, yazmaya başladım. Üç gün içinde renkli ve süslü olarak bildiğim yazıyla yazdım ve bitirdim. Hemen Urfa'ya döndüp, 'İşte yazdım' dedim. Onlar hayret ettiler. 'Ne çabuk bitirdin?' dediler. Vaadleri vardı. Yazıp bitirdiğim gün göndereceklerdi. Dediler. 'Kardeşim, biz, bir iş yaptık ve vaaddettik ki seni göndeririz. Fakat sen köye yazmaya gittiğin gün, Üstadımıza bir mektup yazdık, 'Abdülkadir isminde ziyaretine müştak bir genç var. Ziyaretinize gelmek istiyor.

Gönderelim mi acaba?' diye sorduk. Size de kat'î vaadettik. Üstaddan gelecek cevapta 'Mutlaka gelmesin' denecektir. Bu cevabı alırsak, seni artık gönderemeyiz. Şu halde bir cevap almadan hemen seni gönderelim ki, Üstadın emrine karşı itaatsiz duruma düşmeyelim. Hemen yola çık' dediler ve bir mektup yazdılar, adres yazdılar. 'Yazdığın kitabı Üstada hediye et' dediler. Antep'e doğru yola revan olduk. Gaziantep'ten trene binip gideceğiz. Henüz Birecik köprüsü yapılmamıştı. Yollar çok kötü, Otobüsler köhne, sekiz saatte zorla Antep'e ulaşabildik. Akşam saat 10'da tren geldi. Tren o kadar kalabalık ki ayak atacak yer yok. Treni ilk defa görüyorum. Ayağımızı trenin içine attık. Değil kompartımanlarda, aralarda bile duracak, oturacak yer yok. Konya Ereğli'sine kadar öyle ayakta gittik. Ereğli'den sonra salonlar biraz tenhalaşmaya başlamıştı. O sırada büyükçe bir bavulunu bir kenara koyup üstünde oturan ve elinde Sebilürreşad gazetesini okuyan bir adam gördüm. Sebilürreşad gazetesini Urfa'daki talebelerin yanında da görmüştüm. Bu adam acaba Üstadla alâkadar olmasın diye düşündüm. Çok yorgun ve bitkindim. Ona selâm verdim. Ben de şu fazla kalan bavulunuzun köşesine oturabilir miyim' dedim. Adam: Otur, merhaba' dedi. 'Nerelisin?' Urfalıyım' dedim. Ooo! Hemşehriyiz öyleyse, ben de Adıyamanlıyım.

Nereye kadar gideceksin?' Isparta'ya kadar' dedim. Hayrola nereye gidiyorsun?' Bediüzzaman'ı ziyarete gidiyorum' dedim. Ben de onu ziyaret etmişim' dedi. Ve benimle daha fazla ilgilenmeye başladı. Çok acıkmıştım. Bir şeyler ikram etti ve o vaziyette Afyon'a kadar beraberce yolculuk yaptık. Kendisi Afyon'da ayrılacaktı. Bana aktarma olacak treni tarif etti. 'Sen Afyon'dan sonra, Karakuyu istasyonundan Isparta trenine binersin ve doğru Isparta'ya gidersin' dedi. O zatın ismi Emin Akbaş'tı. Nihayet mahall-i matlubumuz olan mübarek Isparta şehrine ulaştık. İlk arayacağım adres Çarşı Camii civarında Bakkal Nuri Benli idi. Isparta istasyonundan bir faytonla doğru Çarşı Camiinin yakınında indim. Öğle namazına henüz vakit vardı. Biraz şehri gezeyim dedim. Bazılarından Üstadın ismini sordum. Kimisi tanımıyor, kimisi uzaktan işitmiş. Vakit yaklaşınca camiye gittim. Abdest almak için musluk başına gittim. Baktım yaşlı bir adam abdest alıyor. Benim şalvarıma, kıyafetime dikkat ediyor. Abdest alırken o zat başını üç defa meshetti. Bizde ise umum herkes başını bir defa mesheder. Bu üç defa meshi Urfa'daki Üstadın talebelerinden olmasın dedim. Abdestini bitirdi, ben de bitirdim, selâm vererek, 'Amca' dedim 'siz Nuri Benli'yi tanıyor musunuz?' Bana dikkatle baktı ve 'Gel' dedi yürüdü. Ben de arkasına düştüm. Çarşı Camii yakınlarında

bir kapıdan girip merdivenden yukarı çıkmaya başladım. Henüz bitmemiş bir inşaat idi. Üst damına çıkıp orada oturduk. 'Nuri Benli benim' dedi. 'Sen Hoca Efendinin ziyaretine mi geldin? Hoca Efendi namaz tesbihatını henüz bitirmedi. Biz şimdi bir yemek yiyelim. Sonra seni kapıya kadar götürürüm. Kabul eder mi, etmez mi onu bilemem' dedi. "Huzura kabul olundum" Yemek yedik, kahve içtik. Kalk beni uzaktan takip et' dedi. Öyle yaptık. Hayli gittik. Bir kapı çaldı. Yukarıdan da Zübeyir Ağabey veya Bayram Ağabey geldi. Aşağı indi. Evvelâ Nuri Benli Ağabey kendisine benim Üstadı ziyarete geldiğimi söyledi. Ve Nuri Benli geri döndü. Kapıya inen o ağabey benimle merhabalaştı. 'Nereden geliyorsun? Adın nedir? Ne için geldin?' dedi. Urfa'dan geldiğimi, ismimin Abdülkadir olduğunu, Üstadı görmeye geldiğimi söyledim. 'Peki kardeşim biraz bekle, Üstadımıza gidip haber verelim' dedi. Kapıyı kapatıp yukarıya çıktı. Fakat bu arada benim yüreğim pat-pat atıyordu. 'Ya Üstad kabul etmezse ne yaparım' diye düşünüyordum. Fakat Cenab-i Hakka şükür, biraz sonra kapı açıldı. 'Gel kardaşım, Üstadımız seni bekliyor' müjdesiyle sanki dünyalar benim oldu. Çok heyecan içinde merdivenleri çıkıyordum. Evvelâ Zübeyir Ağabey huzur-u pâke girdi. Ben de arkasından. Koşup hemen ellerinden sarılıp öptüm, başıma koydum. O şefkat sultanı da beni ağuşuna kemâl-i alâka ile çekip başımdan öptü. Ve 'Otur kardaşım' dedi.

Hemen diz çöküp oturdum. 'Merhaba, safa geldin kardaşım' dedi. Ben de mukabele ettim. 'Senin adın nedir?' dedi. Ben de, 'Abdülkadir' dedim. 'Maşallah ben Abdülkadir ismiyle çok alâkadarım' dedi. Ve 'Ben birkaç gündür kimseyi kabul etmiyordum, hattâ yanımdaki talebelerimi de... Bana bir şey lâzım olduğu zaman yazıp kapının arkasından gönderiyordum. Fakat sen bana şifa oldun. Öyle değil mi Zübeyir' diye sordu. Zübeyir Ağabey 'Evet öyledir Üstadım' dedi. Ben daha Urfa'dan dün mektup aldım. Senin için gelmeye lüzum yok, ben onu Abdülkâdir'lerin en birincisi olarak kabul edip duama dahil ettim, dedim. Sen niye geldin?' dedi. Fakat bunu söylerken inciterek, tenkit ederek değil, belki okşayarak şaka ederek söylüyordu. 'Madem öyledir, ceza olarak seni bugün tekrar geri göndereceğim.' 'Peki efendim' dedim. Sonra yazdığım o kitabı çıkarıp kendilerine hediye getirdiğimi söyledim. O kitapla beraber Abdullah Ağabeylerin yazdıkları mektupları kendilerine sundum. 'Maşaallah, bu senin hattın mıdır?' dedi. 'Evet efendim' dedim. 'Ben bunu aldım, kabul ettim. Şimdi arkasına bir dua yazıp benden sana bir hatıra olarak hediye edeceğim' dedi. Ve kalemini çıkarıp bir dua yazdı ve bana uzattı. Ben kalkıp aldım ve teşekkür ettim. Bu muhavereden sonra benim şahsî ve ailevî ahvalimi sormaya başladı. 'Senin babanın adı nedir?' 'Abdurrahman' dedim. 'Kaç kardeşsiniz?' 'Altı erkek kardeşiz' dedim. 'Tamam öyle ise' dedi. 'Ben seni Abdurrahman'a vermeyeceğim. ' Sonra 'Kürt müsün, Arap mısın?' dedi.

'Kürdüm efendim' dedim. 'Zübeyir, bu Kürt oğlunu babasına vermeyeceğiz' dedi. 'Ne iş yaparsın?' dedi. 'Avcılık efendim' dedim. 'Sizin oralarda ne gibi hayvanlar bulunur?' dedi. 'Ceylan, tavşan, ördek ve keklik bulunur' dedim. 'Her ava çıktığınızda ne kadar para masraf edersiniz?' 'Bazen olur ki 50 lira da masraf yaparız' dedim. 'Peki' dedi. 'Siz o parayla ehlî hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi olmaz mı?' 'Evet efendim, daha iyi olur muhakkak' dedim. Sonra 'Sen hangi aşirettensin?' dedi. 'Badıllı aşiretindenim' dedim. 'Aşiretin kaç çadırdır?' dedi. Dedim, 'Efendim şimdi çadır yok, 25 kadar köy vardır. ' 'Peki aşiretinizin reisi kimdir?' dedi. 'Amcamdır' dedim. 'Baban mı?' dedi. 'Hayır efendim amcamdır' dedim. Yine anlamadı gibi göründü. 'Ben babanı eski adil reisler gibi kabul ediyorum' dedi. "Risale-i Nur okudun mu?" Sonra mevzuu değiştirdi. Sen Risale-i Nur okudun mu?' dedi. Okuyacağım efendim' dedim. 'Ve ben de Urfa'daki talebelerinizin yanına gidip onlar gibi hizmet etmek istiyorum' dedim. Peki benden kabul, fakat onlarla da istişare et' dedi. Peki efendim' dedim. Sonra sordu.

Urfa'dan Van'a yol var mı?' Evek efendim' dedim. Peki ya Van'dan Bağdat'a?' Onu bilmiyorum efendim' dedim. Ben Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ile çok alâkadarım' dedi. 'Oralara gelsem Bağdat'a gitmeyi düşünmüyorum. Ve seni talebelerimin içindeki bütün Abdülkadir'lerin birincisi olarak da kabul ettim' dedi. Daha sonra, 'Zübeyir ve Ceylân gibi kabul ettim, sen benim Abdurrahman'ımsın' dedi. Sonra 'Sen Tarihçe-i Hayat'taki Abdurrahman'ın resmini gördün mu?' dedi. Ve çıkarttı bana gösterdi. 'Buna benziyorsun, seni onun gibi kabul ettim. Maşaallah benim Abdurrahmanım maşaallah' dedi. 'Sen madem benim için geldin, senin yol masraflarının iki mislini vermek mecburiyetindeyim. Fakat madem 'Gelmesin' dediğim halde geldin, yalnız iki buçuk lira vereceğim' dedi. Kesesini çıkardı, iki buçuk lira demir paradan bana verdi. Aldım bir kağıda sardım cebime koydum. Sonra sordu: Sen Urfa'daki talebelerimden olan Vahdi Gayberi'yi tanıyor musun?' Hayır efendim tanımıyorum' dedim. Bir iki zat daha sordu. Tanımadığımı söyledim. Sonra, Nurşin Şeyhleri Risale-i Nur'la alâkadar oluyorlar mı?' dedi.

Bilmiyorum efendim' dedim. Maşaallah kardaşım sen bana şifa oldun. Sesim bütün bütün kesilmişken, şimdi bak tam açıldım. Ben seni has talebelerim içinde evlâd-ı mânevî olarak kabul edip duama dahil ettim. Sen de bana dua et.' İnşaallah efendim' dedim. Vakit bir saat kadar geçmişti. Dedi: Kardeşim bir saatlik görüşmemiz Allah için olduğundan, bin saat değerindedir. Beni tarassutlarıyla çok taciz ediyorlar. Yoksa seni yanımda bırakırdım. Yine de inşaallah seni bir zaman yanıma alacağım. Madem öyledir, seni bugün Urfa'ya göndereceğim. Bütün Urfa'lılara selâm söyle. Bütün onlara dua ettiğimi söyle. Hattâ onların mezarda yatanlarına da dua ediyorum. Urfa'nın hükûmetine dua ediyorum. Onun Belediye Reisine selâm söyle, ' 'Peki kardeşim' dedi. 'Peki kardeşim' der demez, Zübeyir Ağabey ayağa kalktı. Ben de kalktım. Bir daha mübarek ellerini tutup doya doya öptüm. O da yine beni kucaklayıp boynumdan öptü. Ve huzur-u pâkinden yavaş yavaş çıktık. O da arkamdan 'Maşaallah Abdurrahman'ım' diye söylüyordu. "Yüzüne bakamıyordum, gözlerim kamaşıyordu" Üstadın odasına girer girmez, yaşlı, çok hasta, yatak içinde uzanmış, başında yeşil, siyah ve beyaz karışımı bir

sarık vardı. Mübarek yüzünün bana ilk görünen şekli, televizyon ve perdelerinin boş oynadığı zaman elektrik dalgalarıyla bir titreşim vaziyetini gösterdiği gibiydi. Birkaç dakika o nurânî vaziyet mübarek simasında lemean etti. Adetâ mübarek yüzüne bakamaz oldum. Gözlerim kamaşıyordu. Hep dikkatle mübarek yüzüne bakıyordum. Yüzü kırmızıya meyyal bir buğday renginde idi. Mübarek gözleri mavi ve iri idi. Bir gözü diğer gözünden farklı idi. Yani birisi maviden ziyade yeşile mâyil idi. İri ve âsâr-ı şecaat gösteren gözünün beyazı kırmızı damarlarla dolu idi. Kaşları ileriye doğru dik ve çatık idi. Yüzü değirmi, alnı geniş idi. Burnu koç burnu gibi çıkık, şahin kuşu gibi atik idi. Ağzı geniş, çehresi iri idi. Mübarek çehresinde lemean eden nur-u velâyet zahir ve bahirdi. Sinekler konmak için yaklaştıkları vakit anında uçup kaçarlar idi. Mübarek ellerinin derisi altından damarlar görünürdü. Parmakları iri ve uzun idi. Saçları sarığın kenarından çıkmış ve kıvrılmıştı. "Odasını güzel koku kaplamıştı" Saçları ve bıyıkları kınalı idi. Şivesi Van köylerinin yeni Türkçe öğrenmiş adamı şeklinde idi. Güzel kokular odasının her tarafını sarmıştı. Her iki elinin parmaklarında üç tane gümüş halka yüzükler vardı. Odasından çıkıp, karşı tarafta talebe ve hizmetkârlarının oturduğu yere Zübeyir Ağabeyle beraber geldik. Onların yanında ikindiye kadar kaldık. İstasyona kadar Bayram Ağabey benimle beraber geldi.

Dönüyordum. Fakat memnun ve mahzun olarak dönüyordum. Muradına nail olmuş bir âşıkın süruruyla dönüyordum. O bir saatlik sohbet artık benim için her şeydi. Kendimde sanki dünyayı fethedebilecek bir iktidar ve cesaret hissediyordum. Sanki kalbim Üstadım olan Hz. Said'le çelik halatlarla perçinleşmişti. Çünkü onun o lütufkâr, o keremkâr nurânî şefkati ve benim gibi ilimden irfandan, terbiye-i İslâmiyeden adetâ mahrum olan biçareye karşı gösterdiği şefkat, merhamet, talebeliğine kabul iltifatları benim bütün vücut ülkemi muhabbetle sarsmıştı. O andaki hissiyatımı ifade etmek mümkün değildir. Yine kara trene binip Urfa'ya müteveccihen hareket ettim. Nihayet Urfa'ya geldim. "Hizmete girdim" Urfa'da iki sene medresede Abdullah Ağabeylerle beraber kaldık. Avcılığı bıraktım, av tüfeğini sattım. Bu arada eski bir teksir makinesi alıp Urfa'da bazı risaleleri yazmak ve pek çok yerlerle muhabere ettiğimizden lâhika mektuplarını kolaylıkla neşretmek için hizmet görmek fikri ortaya çıktı. Benim de annemden kalan 40 kadar koyunum vardı. Hemen satıp bir teksir makinesi alalım dedim. Koyunları sattık. Bin beş yüz küsûr lira tutmuştu. Teksir makinesini almak için İstanbul'a gitmek icabetti. Giderken yine Üstada uğrayıp hem ziyaret etmek, hem de Üstadımızla istişare etmek lâzım geliyordu. Daha doğrusu ben böyle arzu ediyordum. "Üstadı ikinci ziyaretim"

1955 senesinin tahminen Eylül Ekim aylarında, Isparta'ya revan oldum. Bir iki gün sonra Isparta'ya vasıl oldum. Bu defa Hz. Üstad Isparta'da değildi. Barla'da olduğunu söylediler. Nuri Benli Ağabey bana 'Gitme' dedi. 'Her gideni yakalayıp taciz ediyorlar.' Sonra Rüştü Çakın Ağabeye uğradım, ona arzettim. O dedi, 'Sen durma git.' 'Zaman ikindi zamanı idi. Doğru Eğirdir'e gittim. Pazar günüydü. Hiçbir vasıta Barla'ya gitmiyordu. Çilingir Ali Ağabeye dedim, ne yaparsan yap mutlaka gideceğim. 'Hususi bir şey bul' dedim. Çilingir Ali Ağabey çıktı. Yarım saat sonra geldi. 'Müjde' dedi. 'Bir motorlu kayık tuttum, hadi kalk.' Motorluya binerek bir saat sürmeden Barla'nın sahiline ulaştık. Deniz (göl) kenarında harmancıların yanına gittim. Onlara söyledim. Hepsi dost ve Üstada muhib idiler. Dediler: 'Bizim hanımlar saman götürecekler. Onlarla gidersin, hiç kimse görmez.' Beraber hayvanlarla Barla'ya doğru gittik. Hanımlar gayet mestûre idiler, konuşmuyorlardı. Köye vardığımız zaman 'Kardaş!'dediler. 'Biz şimdi Hoca Efendinin evinin önünden geçeceğiz. Evini sana göstereceğiz ve geçeceğiz.' Üstad Barla'da esas evinin üstünde başka bir evde kalıyordu. Kapıyı çaldım, Zübeyir Ağabey çıktı. Konya Ereğli'sinden biraz elma almıştım. Elimden aldı ve 'Hoş geldin kahraman kardaşım!' deyip beni kucakladı. İçeri girdik. Yan odalardan birisine geçtik. Güneş batmak üzereydi. Üstad Sıddık Süleyman'a ders veriyordu. Zübeyir

Ağabey dedi ki: 'Üstad dersini bitirsin, sonra yanına gireriz.' Üstad dersini bitirdi, sonra abdest aldı. Zübeyir Ağabey, 'Gel kardaşım, Üstada gidelim' dedi. Tam o sırada abdestini bitirmiş, havlu ile siliniyordu. Ziyaret etmek istedim. Havluyu bana uzattı. Ben de havluyu öptüm, yüzüme sürdüm. 'Niye geldin?' dedi. 'Efendim ben yalnız sizin için gelmedim' diye zevahiri kurtarmak için bir tevil yaptım. 'Peki ya niye geldin?' dedi. 'Teksir makinesi almak için İstanbul'a gidiyordum da' dedim. 'Sen 1500 fedakârlık yapıyorsun ama, teksir edeceğin risalelerin sıhhatine azamî dikkat etmek lâzımdır.' 'İnşaallah efendim' dedim. 'Peki kardaşım' dedi. Biz öbür tarafa geçtik. Akşam namazından sonra bana bir miktar hususi yemeğinden göndermişti. Onu yedim. Yatsıdan sonra yorganını bana gönderdi. O gece o mübarek yorganında yattım. Sabahleyin namazdan epey sonra ders için bizleri çağırdı. Gittik. Halka halinde oturduk. Hepimiz okuduk. Kendisi de okudu. Zübeyir Ağabey, hediye getirdiğim o elmayı, Antep'ten aldığım baklavayı kendisine arzetti. Kemâl-i samimiyetle alakâdar oldu. Açtırıp baktı. Şaka ederek merhum Ceylân ve Hüsnü'ye 'Ben bunu size yedirmeyeceğim' dedi. 'Ben bunu bin altun lira kadar kabul ettim. Fakat kaideme göre bunun iki bedelini vereceğim. Kaça aldın bunları?' dedi. Ben o anda ne diyeceğimi şaşırdım. Hemen Hüsnü Ağabey dedi ki: 'Efendim! Hepsini iki buçuk liraya almış.' 'Madem öyledir, yalnız bir kat fiyatını vereceğim' dedi ve çıkarttı verdi, ben de aldım. "Kahramanlık Risal-i Nur ile inkişaf ederse kimse

karşı koymaz" Dersten sonra çok mesrur ve coşkundu Üstad. Halbuki geldiğim gün hiddetliydi. Hattâ Zübeyir Ağabey 'Kardaşım, bugün Üstadımız fazla hiddetlidir' demişti. Bana çok iltifat etmeye başladı. 'Kürdoğlu' diye hitap ediyordu. Bir ara bir münasebetle kendi eski talebelerinin kahramanlıklarından, şecaatlerinden bahsetti. 'Hattâ öyle ki, ' dedi, 'benim bir işaretimle ruhunu feda edecek derecede idiler.' Eski Harb-i Umûmide benim Mîr Mahey isminde bir talebem vardı. Biz Ruslarla harbederken bazen Mîr Mahey tek başına Rusların tabyalarının içine hücum eder, içlerinde dolaşır, birkaç Rus öldürür, sağ olarak geri dönerdi. Hattâ bir gün Diyarbakır Valisi Cevdet Paşanın benim aleyhimde konuştuğunu duyunca vali konağının karşısındaki bir evin üstüne çıkarak, 'Ulân Cevrik Paşa! Cevrik Paşa! Eğer yiğitsen parmağını çıkar, bakalım' dedi. Ve bu münasebetle dedi ki, 'Bu millette fıtrî bir kahramanlık seciyesi vardır. Bu seci ye eğer Risale-i Nur'la inkişaf ederse, hiçbir millet karşılarında duramaz. Hattâ Rus'u dahi teslim alırlar. 'Ve bana dönerek, ' İşte sen o eski talebelerime benzersin. Fakat benim şimdiki talebelerim ölünceye kadar, Risale-i Nur hizmetinde sadıkâne bir şekilde vakf-ı hayat ederek çalışıyorlar. Bunlar eski talebelerimden fazilet bakımından daha üstündürler' deyip hayli uzun bir ders yaptı. "Teksir makinesine çok memnun oldu"

Teksir makinesinin alınıp hizmet-i Nuriyede istimaline dair teşebbüsümüze çok memnun oldu ve çok dua etti. 'İnşaallah bu teksir makinesi ileride Urfa'nın âlem-i İslâma ilim hakikatını neşreden bir merkez halini almasına vesile olacak. Bütün Nurları neşir için sana izin veriyorum' dedi ve şahsım hakkında iltifatkâr bazı şeyler söyledi. Ders sona erdi. Benim İstanbul'a gideceğimi biliyordu. 'Haydi Abdülkadir'e bir hayvan bulun. Eğirdir'e hayvanla gitsin' dedi. Ben 'Efendim! Yürüyebilirim' dedim. Merhum Ceylân Ağabey, 'Üstadım o aşirettendir. Yürür' dedi. 'Peki öyle ise' dedi. İzin istedim. Elini öptüm. Barla'dan ayrıldım. Tam altı saat göl kenarını takip ederek Eğirdir'e geldim. Isparta'ya vardım. Aynı akşam İstanbul'a hareket ettim. İstanbul'da bir hafta kadar kaldım. Teksir makinesini alarak Isparta'ya yolladım. Ben de Isparta'ya gidip orada kullanılmasını öğrenecektim. Bu arada Üstadı ziyaret de en büyük maksadımdı. Yine Üstadımızın ziyaretiyle müşerref oldum. Bir hafta yanında talebeleriyle birlikte kaldık. Çünkü makine henüz gelmemişti. Onu bekliyordum. Artık bu defa sevgili Üstadı bol bol görmeye ve dersinde bulunmaya muvaffak oldum. Çok iltifat ediyordu. Dua ediyordu. İstanbul'dan geldiğim gün huzur-u pâke girdiğimde Üstad Mesnevi'nin başındaki Türkçe mukaddimeyi telif ediyordu. O söylüyordu, merhum Ceylân da yazıyordu. Lillahilhamd Risale-i Nur'un küçücük bir parçasının telifi anına tesadüf ettim. Hakikaten telif anıyla sair hususî

sohbetleri birbirinden çok farklı idi. Çok coşkun, sürurlu, def'i ve anî söylüyordu. Bu bir haftalık zaman içinde bir gün sabah dersinde Meyve Risalesi okundu, Siracü'n-Nûr mecmualarını iki üç sandık halinde kendi odasında durduruyordu. O sırada Siracü'n-Nûr mecmuaları başka bir yerde bulunmuyordu. Ben onun içindeki Beşinci Şua için Siracü'n-Nûr'u çok arıyordum. Üstad sabah derslerinde her bir talebesinin eline bir tane verip, ders yaptırıyordu. Kendileri de dinlerdi. Biraz bir talebesi okur, sonra yanındaki talebesine sen oku diye işaret eder, o da okurdu. Risale okunurken mübarek gözlerinden yaşlar revan oluryordu. Ayrılacağım sırada Zübeyir Ağabeyden bir tane Siracü'n-Nûr'dan istirham ettim. Dedi, 'Kardeşim! Hepsi Üstadımızın yanındadır. Ben isteyemem, sen gir, bir tane iste.' Bunun üzerine huzuruna girip ayakta durup, boynumu bükerek bir tane istediğimi izhar ettim. Dedi, 'Kürdoğlu! Ben bunları kimseye vermiyordum. Bu mecmualar Afyon Adliyesinde sekiz sene hapis yattılar. Bunlar gazidirler. Ben bunları istirahat ettiriyorum. Fakat senin hatırın için bir tane vereceğim. Bunların bedelleri yüz banknottur. Fakat ben senin için on banknota vereceğim. 'Ben on lira kağıt para çıkarıp, kendilerine takdim ettim. ' Ben bu parayı tutmam. Ceylân, gel al' dedi ve bir tane kendi mübarek eliyle bana uzattı. Ben de aldım, öptüm, başıma koydum. Ve huzurundan ayrıldım. Meyve Risalesi'nden Hafız Ali'nin sual meleklerine Risale-i Nur'la verdiği cevap münasebetiyle bir ehl-i

keşfe'l-kubur'un bir ilim talebesinin medresede vefatıyla sual meleklerine ilm-i nahivle cevabı geçtiği zaman buyurdular ki: 'Kardeşlerim gerçi ehl-i keşfe'l-kuburluk benden yüz derece uzaktır. Fakat o mesele aynen öyle cereyan ettiğinden emin olunuz. "Dünyalar gencin olmuştu" Başka bir gün Malazgirt'in köylerinden hiç Türkçe bilmeyen bir genç Üstadın ziyaretine gelmişti. Türkçeyi hiç bilmiyordu. Benim ilk ziyaretimde bana 'Kürt müsün, Arap mısın?' diye sorduğunda ben de 'Kürdüm efendim' dediğim zaman 'Kardeşim, ben elli senedir Kürtçeyi konuşmuyorum, unutmuşum' buyurmuşlardı. Malazgirtli o genç Türkçe bilmediği için herhalde Üstad beni tercüman olarak çağırır diye kendi kendime bekliyordum. O genç Üstadın huzuruna girdi. Baktık Üstad onunla Kürtçe konuşuyor. Beni çağırmadı. Sonra o genç çıktı. Sordum: 'Seyda ile ne konuştunuz? Ne istedin ondan?' Hiç, yalnız dedim ki, Seyda! Benim sizi ziyaret etmekteki maksadım sekerat vaktinde bana ulaşıp imanımı kurtarasınız, diye istirhama geldim. Ve Seyda peki diye kabul etti. 'O genç neşesinden, sürurundan uçuyordu. Ben kend kendime 'Ben ne bedbahtım. Hiçbir istirhamda bulunmadım Üstaddan' diye düşündüm. "Senin de bundan hissen çoktur" Ayrılacağımın son günü idi. 'Seni yanımda bırakmak istiyorum. Seni artık Abdurrahman'a (babam)

vermeyeceğim, bana Tahirîyi çağırın' ded. Tahirî Ağabey geldi, 'Buyurun efendim' dedi. 'Tahirî ne dersin ben bu Kürdoğlunu göndereyim mi? Yoksa burada yanımda mı kalsın?' Tahirî Ağabey, 'Efendim! Siz bilirsiniz ama gidip Urfa'da hizmet etse daha iyi olmaz mı acaba?' dedi. 'Peki öyleyse, Urfa'ya gitsin' dedi. Bende gayr-i ihtiyarî , fakat çocukçasına bir hevesle Urfa'ya gidip teksir makinesiyle hizmet etmek hissi daha çok galipti. Artık karar verildi. Urfa'ya dönecektim. bir ara beni Ali İhsan Tola ile Sav köyüne makinenin çalışmasını görmem için gönderdi. Bir gün bir gece Sav'da kaldık. Makineyi aşağı yukarı öğrendim. Yine Üstadın huzuruna geldim. Bir sabah dersinde çok neşeli idi Üstad. Dokuz kişi dersi sıra ile okuyordu. O gün Hasbiye Risalesi okunuyordu. Bir ara sual melekleri meselesi geçti. Tahirî Ağabeye dönerek, 'Tahirî! Senin imanın bundan aşağı değil' buyurdular. Tahirî Ağabey 'Elhamdülillah' dedi. Bana da 'Kürdoğlu! Senin de bundan hissen çoktur' dedi. En son dersi kendisi okuyacağını söyledi. Karadut başında yazılan kısmı okudu. Kendine has şivesi ile neşe ve sürur içinde okuyordu. Ve bazı mülâtefeler yaptı. Neyse, bu bir kaç günlük zaman da sona erdi. Teksir makinesi geldi. Merhum Ceylân Ağabey tekrar onun çalışmasını bana gösterdi. Yine izin alıp ayrılmak için huzura girdim. Gayet samimî bir alâka ile, 'Sen her sabah yanımdasın. Bizim için ayrılık yoktur.' 'Seni aynen Zübeyir gibi kabul etmişim' dedi. Biraz sonra tayinat parasından bir miktar bana vermek için irade buyurdu. 'Efendim! Benim param

vardır' dedim. 'Yok' dedi. 'İnsan babasından para almaz mı?' Bin teşekkürü niyet ederek aldım, öptüm başıma koydum. Ve bu defa, 'Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Urfa'ya gelmeyi çok düşünüyorum' dedi. 'İlk fırsatta geleceğim inşaallah' buyurdu. Ben de, 'Efendim! Zaten sizi götürmek için gelmiştim' dedim. 'Evet' dedi. 'Urfa'ya gelmeyi düşünüyorum. Fakat şimdi şu anda gelsem Suriye ile Türkiye'yi birleştirmek mecburiyetinde kalacağım, bu da şimdi olmaz.' Mübarek elini öptüm. O âdet-i mübarekleri vechiyle beni kucaklayıp başımı öptü ve bütün Urfalılara selâm gönderdi. 'Ben her sabah Urfa'nın ahyâ ve emvatına dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler' dedi. Tam ayrılıyordum dediler ki: 'Eğer Şarkta Hulusî Beyle Muhammed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gelmeye mecbur olurdum. Fakat onlar benim Şarkta vekillerimdirler. Onun için şimdilik gelmeyeceğim. Neyse... ' Ayrıldık. Diğer ağabeylerle de vedalaşarak Urfa'ya revan olduk. Urfa'ya geldiğimde teksir makinesiyle bazı şeyler yazmaya çalıştık. O sırada Abdullah Ağabey askere gitti. Askerliğini bitirdi. Yine Urfa'ya döndü. Bu defa Hüsnü Ağabey asker oldu ve artık Üstadın hizmetinde kaldı. "Adnan Menderes'i duama almışım" Sene 1959 oldu. Bu defa benim de askerliğim geldi, çattı. Hattâ iki buçuk sene geçiyordu. Askerliğim

Ankara'ya çıkmıştı. Askere giderken yine Üstadımı ziyaret edip öyle gideyim diye doğru Isparta'ya vardım. Akşam vakti yine huzur-u pâke girdim. Meğer bu ziyaret ve görüşme en son olacakmış. Biraz hal hatır ve Risale-i Nur'un Urfa'daki hizmetinden suallerinden sonra ellerini öptüm, ayrıldım. Zübeyir Ağabeylerin yanına geçtim, o gece de orada kaldım. Sabahleyin son defa görüşüp ayrılacaktım. Yine ders oldu. Kâtip Osman Ağabey de vardı. Ders bitti. Kâtip Osman bir sepet üzüm getirmişti. Bir başka talebesi de biraz irmik helvası getirmişti. Dersten sonra kendisi ile beraber dokuz kişi vardık. O üzümü dokuz hisseye ayırıp kur'a attırdı. İçinde bir iki salkım siyah üzüm vardı. Merhum Ceylân Ağabey kur'a atılırken yer değiştirerek o siyah üzümleri kendisine düşürdü. 'Vay Keçeli! Keçeli! Ben bu siyaha göz dikmiştim. Sen yine kendine düşürdün' dedi. Üzüm paylaşması bitti. Sonra Üstad ahval-ı âlem meselelerinden mevzu açtı. İmanın verdiği kuvvet ve cesaretten bahsetti.' Sonra buyurdular ki: 'Kardaşlarım! Size bir hususu hususî olarak söylüyorum. Ben Adnan Menderes'le çok alâkadarım. Onu duama almışım. Eğer ben fazla hasta olmasaydım, onun ziyaretine gidecektim.' Sonra parmağını bana uzatarak, 'Kürdoğlu!' dedi. 'Seni hizmet dairesinde siyasete girmen münasiptir.' Ben bu sözden bir şey anlamadım. Halen de anlamıyorum. Nasıl bir siyasete girebilirim, bilemiyorum. Her ne ise. Ders bitti. Biz de dağıldık. Bir iki saat sonra ayrılacaktım. O zamana kadar sigarayı bir türlü bırakamıyordum. Bu defaki gelişimde 'Eğer fırsat

bulursam, sigarayı bırakmak için Üstaddan dua isteyeceğim' diye yolda hayal ediyordum. Fakat bunu bir türlü Üstada arz edemedim. Öyle kaldı. Sonra Ankara'ya gitmek için izin almak niyetiyle son olarak huzur-ı pâke dahil oldum. Elini öptüm, elimi tuttu, bırakmadı. 'Ben senin şimdiye kadarki hizmetini yirmi sene bir hizmet olarak kabul ediyorum. Senin askerliğin dahi Nur hizmeti hesabınadır. Said'e söyle alakadar olsun. Eğer alakadar olmazlarsa, güceneceğim' dedi. Ve ağabeylerden birisine, 'Getirin bütün helvayı Abdülkadir'e verin. Yolda yesin.' Ve daha başka çok iltifatkâr sözler söyledi. 'Senin için, istikbal için çok şeyler biliyorum, fakat şimdi söyleyemiyeceğim' dedi. Ve beni ağuş-u şefkatkârânesine çekip yine başımdan, boynumdan öptü. 'Haydi güle güle' dedi. Fakat gözlerinden yaşlar akıyordu. Kemâl-i şefkatle beni selâmlıyordu. 'Esselâmû aleyküm' deyip ayrıldım. Zübeyir Ağabey 'Maşaallah kardeşim! Üstadımız sana çok iltifat ettiler, seni tebrik ediyorum' dedi. Bu defaki ayrılıştan gayr-i ihtiyarî bir hüzün, bir melâlet içindeydim. Bilmiyordum, ne içindir? Meğerse son görüşmemiz imiş. Ankara'da askerlik Ankara'ya varıp asker oldum. Birkaç gün sonra birden sigaraya karşı bir nefret geldi bana. Acemiliğin ilk devresinde sigara içmeyenler de sigaraya başladıkları halde, ben kat'î bir terke karar verdim. Karar hâlâ o karardır. Sigara, menfur-u ebedim oldu.

"Bediüzzaman, Risale-i Nur'dur" Ankara'da askerliğim sırasında Said Özdemir bana evci kâğıdı çıkardı. Ben her hafta evci çıkıyordum. Ve Ankara'da iken bir gün Üstadımızın Ankara'ya geldiğini duydum. Yine evci çıkmıştım. Beyrut Palas'ta olduğunu söylediler. Ben asker elbisesiyle bir arkadaşımla beraber otele girdim. O zamanki Ankara Emniyet Birinci Şube Komiser Abdülkadir, kapıda beni otele bırakmak istemedi. 'Sen askersin, birliğine bildiririm. Bu tehlikeli bir iştir' dedi. Ben dinlemedim. 'Beni bırak, sonra ne yaparsan yap' dedim. Adımı soyadımı, birliğimi yazdı. Fotoğrafımı çekti ve ben yukarıya çıktım. Üstadımızın bulunduğu kat talebelerle dolu idi. Birisi Zübeyir Ağabeye, 'Abdülkadir gelmiş' demiş. O ise polis Abdülkadir zannetmiş, 'Üstadımız uyuyor' diye haber geldi. Ben biraz bekledim. Üstadı rahatsız etmeyeyim, dedim. Kalktım, Murat lokantasının üstündeki dershaneye geldim. İkindi zamanı birisi bana, 'Üstad seni acele istiyor' dedi. Kalktık, gittik. Bu defa otelin kapısında çok polis vardı. Ne yaptımsa beni bırakmadılar. Pür me'yus ve mükedder olarak döndüm. Hem, akşam saat beşte birliğime yetişecektim. Ve işte bir daha Üstadımı göremedim. "Bütün ziyaretlerimde müşahade ve malûmatım şundan ibarettir. Hz. Bediüzzaman her zaman ve herkese ve bana da kerrâtla 'Kardeşim! Risale-i Nur'daki kudsî mânâ ve hakikat bende iken ismime Bediüzzaman deniyordu. Şimdi o kudsî mânâ benden ayrıldı. Bediüzzaman, Risale-i

Nur'dur, bende bir şey kalmadı. Siz Risale-i Nur'a yapışın. Hülâsanın hülâsası yalnız Risale-i Nur'dur' diyordu. Ve onun intişarını istiyordu. Ve Nur Talebelerinin daima samimî tesânüd ve ittifaklarını arzu ediyordu. Başka bir şey demiyor ve istemiyordu."

MEHMED EMİN ER 1935'te Diyarbakır-Çermik ilçesinin Kilo köyünde dünyaya geldi. Şarkın meşhur alimlerinden dersler alarak dinî ilimlerde icazet aldı. Dini hizmeti esnasında pek çok talebe yetiştirerek icazet verdi. Ayrıca nakşibendi Şeyhlerinden Şeyh Seyda'nın halifelerindendir. İmamlıktan emekli olduktan sonra Ankara'ya yerleşti. Yurt içinde ve dışında tedris ve irşat hizmetlerini devam ettiriyor. Medreseden icazet olmak için 1952 tarihinde Bitlis'ın Nurşin köyüne gittim. Şerhül'l-Akaid'i, Şeyh Masum'un oğlu Şeyh Maşuktan, İşâratü'l-İcaz'ı Zülfikar mecmuasını de Sadrettin Hocadan okumaya başladım. Aynı senede icazet aldıktan sonra Diyarbakır'a döndüm. Mektupta Hulusi Bey'den İşâratü'l-İcaz'ı, Zülfikar mecmuasını ve Asa-yı Musa'yı istedim. Hulusi Bey mektupla beni tebrik etti. Bu kitapların hazır bulunmadığından dolayı özür dileyerek bana iki adres yazmıştı. Birisi emekli yüzbaşı Mehmet Kayalar, diğeri de manifaturacı Bitlis'li Yusuf Efendi. Bu adreslerden istediğim kitapları bulamadım, fakat Mehmet Bey adresimi aldı, kitaplar Urfa'dan geldiğinde hemen göndereceğine söz verdi. Fakat bazı

aksaklıklardan dolayı eser bana yetişmedi. Sonra beni görünce özür dileyerek Asa-yı Musa ve Zülfikar mecmuasını verdi. Mektubat'ı da Muzaffer Bey emanet alarak verdi. Beşinci Şua ile Sikke-i Tasdiki Gaybı'yi de hediye etti. "Üstadı arıyorum" 1954 tarihinde Üstadı ziyeret için Isparta'ya gittim. Üstadın bir gün evvel Eğirdir'e gittiği ve ne zaman döneceğinin malum olmadığını söyleyince adres aldım, hemen Eğirdir'e hareket ettim. Çilingir Ali Efendinin evine vardım. Üstadı sorduğumda şunları anlattı: Üstad geçen gece bizdeydi. Sabahleyin motorla Barla'ya gitti. Hareket etmeden evvel abdest aldım. Başımda şapka olduğu halde iki rekât abdest sünneti kıldım. Üstad bana döndü ve dedi ki: 'Ali, şapkayla kıldığının ziyanını ben veremem. Fakat bizimle meşgul olduğundan dolayı ziyanın neyse vereyim.' Ben de cevaben, 'Hayır, benim sizden ötürü bir ziyanım olmamıştır. Bir miktarcık başım açık dolaşırım' dedim. Sonra yemek duasından bahsedilirken Ali Efendiye sordum: 'Üstad sizinle yemek duası okudu mu?' Ali Efendi cevaben, 'O bize misafir olur, ama yemek yediğini görmeyiz, o ancak gece bir iki lokma yer' dedi. Ali Efendi hizmetle meşgul iken yanımıza gelen arkadaşlar şöyle konuştular. 'Ali talebe olmazdan önce

namaz kılmazdı, içki içerdi, daha sonra namaza başladı, içkiyi de terk etti. Eski Türkçe risalelerin okumasını ve yazmasını öğrendi.' Eğirdir müftüsünden bahsedilirken cemaatten bazıları 'Müftü Ali'nin dostudur' dediler ve bu hususta Üstadın şöyle konuştuğunu naklettiler. 'Müftü Ali'nin dostudur, Ali de benim dostumdur. Benim dostumun dostu, dostumdur. İman şartı ile hakkımı herkese helâl ediyorum. Hatta bana zehir içirenlere de.' Hülasa sabahleyin Ali Efendi torbaya bir francala ekmeği koydu ve dedi: 'Üstad lokantaya gitmez ve kimsenin ekmeğini yemez. Bunu Üstada verirsin, o sana parasını verir, sen al.' Sonra benimle beraber geldi, beni motora bindirdi ve kendisi evine döndü. Barla'ya gittim, fakat Üstadın karadan Barla'dan döndüğünü işitince hemen aynı motorla Eğirdir'e döndüm. Benimle motora binen bir hoca hemen şöyle sohbete başladı. 'Memleketimizin geliri kifayetsizdi, 55 seneden beri bize yetmiyordu. Bu mübarek zat geldiğinden bu yana Allahü Teâla memleketimize bereket ihsen etti. Şimdi biz fazlasını dışarıya satıyoruz. Bazen Üstadla birlikte bağımıza giderdik. İki habbeyi koparır ve der: 'Hoca, bunların parası ne kadardır, vereyim.' Estağfirullah hocam, onun ne kıymeti var ki veresiniz, ben yemenizden şeref duyarım. 'Fakat sonra çıkarır bir

risale hediye eder. Eğer o hediye kabul etseydi, bu Barla nahiyesi kendisinin mülkü olurdu. Fakat kabul etmez. Bazen bana gideriz, çiçekleri çok sever, bazılarına dikkatli dikkatli bakar, görürüm ki, gözlerinden yaş akar. "Üstadın huzurundayım" Sonra Eğirdir'e geldim. Francalayı Ali Efendiye verdim ve aynı günde Isparta'ya döndüm. Ceylan'ı gördüm. 'Beni uzaktan takip eyle' dedi, 'Zira tarassud var, kimseye hissettirme, hafiyeler seni görürlerse tutarlar.' Ben de uzaktan kendisini takip ettim. Bir müddet yürüdükten sonra bir kapı önünde durdu. Etrafa baktıktan sonra içeri girdi. Kapıyı yarım açık bıraktı ve kapının ardında beni bekledi. Beraber yukarıya çıktık, sağımdaki odaya girdi. Zübeyir de geldi, beni soldaki odaya götürdü. Hemen yere ve duvarlara nazar ettim. Asılı veya serili hiçbir şey görmedim. Yalnız Hazret-i Üstadı; bir sedir, bir yorgan ve bir de yastığı gördüm. Hazret-i Üstad sedir üstünde oturmuş, yorgan altından ayaklarını uzatmış idi. Yorganı göğsüne çekmişti. Hasta olduğu belli idi. Başında uzunca bir külah, üzerinde de renkli bir kefye kat kat yukarıya doğru sarılmıştı. Gömleğin kollarını yukarıya doğru kaldırmıştı. Sakalı yoktu, parmakları uzun, vücutları iri, fakat zayıftı. Saçı iki üç parmak kadar külahtan dışarı sarkmıştı. Bakışı heybetli, sesi hasta olmakla beraber yüksek ve şiddetli idi. Bana 'Nerelisin?' diye sordu.

Diyarbakırlıyım' dedim. Birçok kişiyi, valiyi ve Mehmet Kayalar'ı sordu. Daha sonra da 'Niçin geldin?' dedi. Ziyaret ve bazı soruları sormak için geldim' dedim Üstad, 'Hastayım, sorulara cevap vermeye vaktim yoktur' dedi. Sonra Zübeyir'e hitaben 'Bir minder getir' dedi. Minderi getirdi, hemen yanına sermesini işaret etti ve bana 'Otur' dedi. Oturdum. Zübeyir'e, 'Sen de otur, sesim çıkmazsa sen anlat' dedi. Zübeyir'le beraber Üstadın yanında yan yana diz çöküp oturduktan sonra, Üstad, 'Soruların nedir?' dedi. İmamlığı zekâtla yapıyorlar. Bu durum hoşuma gitmiyor. İmamlığı böyle mi yapalım, yoksa ücretle mi yapalım? Veya başka bir şeyle mi meşgul olalım?' dedim. Üstad, 'Ücrette minnet vardır. Zekâtsa minnetsizdir, mal Allah'ındır, zenginler birer vekildir. Siz zekâtla imamlık yapın. Fakat pazarlık etmeyin. Günlüğünü de onlara bağlamayın, çünkü ihlâsı zedeler, Rızık veren Allah'tır, yalnız onların eliyle gönderir. İktisat edin.' Üstad, başka sorularımın neler olduğunu sordu. "Nakşi tarikatinin halifesi olayım mı?"

Nakşibendi tarikatında beni halife ettiler. Ben kendimi buna layık görmüyorum. Manevî mes'uliyetten korkuyorum. Eğer bunun bana zararı varsa terk edeyim' dedim. Üstad, 'Şeyhin kimdir?' diye sordu. Şeyh Seyda'dır.' Şeyh Seyda kimin oğludur?' Şeyh Ömer Zerğani'nin oğludur.' Aşiretine ne diyorlar?' Arap aşireti diyorlar.' Aslen nereden gelmedir?' Aslen Bağdat'tan gelmedir.' Şeyh Seyda kimin halifesidir?' Dayısı Şeyh Mehmed Nuri'nin halifesidir.' Şeyh Mehmed Nuri tarikatı kimlerden almıştır?' Şeyh Mehmed Nuri, Şeyh Ömer Zenğani'den; Şeyh Ömer de Şeyh Hüseyin Basri'den; Şeyh Hüseyin de Şeyh Salih Sübki'den; Şeyh Salih de Şeyh Muhammed Ayni'den; Şeyh Muhammed Ayni de Şeyh Halid Cezeri'den; Şeyh Halid de Mevlana Halid'den almıştır.' Cizre şimdi Türkiye'de mi Suriye'de mi?' Türkiye'dedir.

Şeyh Seyda Risale-i Nur'u okuyor mu?' Şeyh Seyda Türkçeyi bilmez. Fakat sizin ne kadar Arapça risaleniz varsa hepsi yanında mevcuttur.' Şeyh Seyda irşada çıkıyor mu?' Evet, irşada çıkıyor.' Ehl-i tarikat daha ziyade imanla alakadardırlar, sen almış olduğun vazifene devam et. Yalnız hediye kabul etme. Hediye hilafü'ş-şer' değildir. Fakat ihlâs yoktur. Ben iki cihetle Şeyh Seyda ile alakadarım. Hem selam, hem tebrik ederim.' Zübeyir sordu: 'Alakaları biliyor musun?' Hayır, bilmiyorum.' Zübeyir: 'Alakalar manevîdir.' Üstada tekrar sordum: 'Ben medrese ilimlerini bitirdim ve icazet aldım. Bundan sonra ne yapayım?' Üstad: 'Risale-i Nur'u oku, okut. Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmamıştır. Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde tarassudatlar vardır. Eğer bilseler ki sizin gibi bir âlimin geldiğini, hemen hemen inceden inceye takibat açarlar. Biz yatakta hasta olduğumuz halde bizden korkuyorlar. Biz ziyaretçileri kabul etmiyoruz. Hatta geçenlerde Menderes Isparta'ya geldi. Vali ile beraber ziyaretimize gelmeleri için müsaade istedi. Ben kabul etmedim. Ben seni talebelerimden kabul

ettim. Hemen memlekete avdet et. Sana soran olursa, 'Ziyarete gelmişim deme, ticarete gelmişim' de. Paran yoksa sana vereyim.' Benim param vardır' dedim. Mübarek elini öptüm. O da faziletinden fakirin elini öptü. Göz yaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım. Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş. Trene geldim. Bir gün iki gecede Diyarbakır'a yetiştim. Mehmet Kayalar'ın yanına vardım. Mehmet Kayalar beni görünce: 'Konya'da indin mi?' dedi. Ben, 'Hayır, inmedim' dedim. Mehmet Kayalar, 'Üstadın mektubu gelmiş sizden bahsetmiş' dedi. "Şeyh Seyda: O, Firavunların Musa'sıdır" Hazret-i Üstadın selâm ve tebriklerini evvela mektupla, sonra Cizre'ye gittiğimde Şeyh Seyda'ya tebliğ ettim. Cemaatten birisinin suali dolayısıyla Şeyh Seyda Üstad hakkında şunları söyledi: "Bediüzzaman'ı bu asırda Allah Teâla bize göndermiştir. Daha genç yaşlarda iken Cizre'ye gelmiştir. En büyük âlim ve mürşidlerinden sayılan dayılarımız ve ağabeylerimiz onun ilmini, fazlını, büyüklüğünü kabul ve itiraf etmişlerdir. O inancı olmayanların, Firavunların Musa'sıdır. Onun vazifesi öyledir. Bizimki de böyledir. Eğer bir mani olmasa

idi ziyaretine gider, elini öper, dua talep ederdim. Kitapları hakikattırlar. Bizde mevcutturlar. Eğer rast gelse, mani de olmazsa, ben de medreseye gider Risaleleri dinlerdim."

ABDÜLKADİR EKİNCİ 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra Şark vilayetlerinde milletçe sevilen üç yüz kişiyle Sivas'ta kampa alındı. Bunların elli beşi batıya, Abdülkadir Ekinci Çanakkaleye sürüldü. Burada bir yıl hapis yattı. Sonra beraat etti. Denizin altındaki hapiste, rutubetten bütün dişleri döküldü. "Üzülmeyin güneş doğacak" 1948-1949 yıllarında pederim Çermik'te Kur'ân kursu hocasıydı. Ben de imamdım. Babam, arada sırada bize, Üzülmeyin, merak etmeyin, artık şafak atmış, güneş doğacak!' diye karanlık günlerin geride kaldığını ve İslâmî hizmetlerin inkişafını müjdeliyordu. Diyarbakır'da ilk defa latin harfleriyle teksir Gençlik Rehberi elime geçti. Yazıları silik olan o kitaptaki Yedinci Ricayı pek anlayıp zevk edemedim. O kitabı bir kenara bıraktım. Benden Üstadı soruyorlardı. 'Büyük bir âlimdir' diyordum. Eserlerine ise bir şey diyemiyordum. Sonra Hacı İbrahim isimli bir tanıdık İslâm yazısıyla olan teksir edilmiş İhlas Risalesi'ni bana verdi. Kitabı okuyunca çok istifade ettim ve çok hoşuma gitti. Bu defa aynı kitabın

benzerlerinden olup olmadığını sordum. Bana bir adres verdi ve oradan temin edebileceğimi bildirdi. Gittiğim evde astsubaylar kalıyordu. Onların birbiriyle olan kardeşane muameleleri çok hoşuma gitti. Yanlarından ayrılamadım. Bana Zülfikar isimli eseri verdiler. On liraya satın aldım. Bu eserden çok istifade ettim. Risale-i Nur'ları okumazdan önce kendimi çok bilgi sahibi bir hoca zannediyordum. Ama Nur Risalelerini okuyunca, o eski bilgilerim çok sönük kaldı. O eski bilgilerim Risale-i Nur'ları öğrenmek için sanki bir merdiven olmuştu. "Asacaklarını bilsem yine gideceğim" Zülfikar'ı okuyup bitirince, kitabın müellifini gidip görmek arzusu duydum. Diyarbakır'daki Nur talebelerini ziyaret ettim. Onların aralarındaki samimiyet, kardeşlik ve alâka bana çok tesir etti. Onların faziletlerinden istifade ettim. Böylece bende Bediüzzaman'ı görmek arzusu şiddetlendi. Sorduğum kimseler 'Aman gitme bu tehlikeli bir iştir' diyorlardı. Cevaben, 'Eğer Bediüzzaman'ı ziyaret edenleri asacaklarını bilsem ben yine gideceğim' diyordum. Ben meseleyi kime açsam beni gitmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Ama ben mutlaka Isparta'ya gidip Üstadımı görmek istiyordum. "Ben size teslime geldim"

Nihayet bu arzu ve iştiyak içinde Isparta'ya geldim. Çeşitli teşebbüslerden sonra, Bayram Yüksel kardeşimizin vasıtasıyla ziyaretine muvaffak oldum. Bayram Yüksel, tedbir olarak bana geriden gelmemi işaret edince yürümemi, dur deyince durmamı söyledi. Ben arkada, o yirmi metre önde, Üstadın evine doğru yürüdük. Üstad hasta vaziyette yatıyordu. Ben Üstadı hasta görünce üzüldüm. Önce Üstad konuşamıyordu, sonra konuşmaya başladı: Kardeşlerim, ehl-i dalaletten korkmayın, çekinmeyin, ehl-i dalaletin perdesi benim elimdedir. (Yorganın üstündeki kumaşı tutup çekti.) Böyle onların perdesini yırtabilirim' diye gösterdi. 'Fakat ben sabrediyorum, istesem perdelerini yırtabilirim. Bu bir imtihandır. Korkmayın, çekinmeyin!' Üstadın elini öptüm. Bana niçin geldiğimi sordu. Ben cevaben: Niçin geldiğimi bilmiyorum. Kendimi size teslime geldim. Bir sapan taşı gibiyim, nereye atarsan oraya gideceğim. Bana 'Yemen'de Risale-i Nur'a hizmet edeceksin, haydi git' deseniz, derhal Yemen'e giderim' dedim. Bu cevabım Üstadın hoşuna gitmişti. Çok memnun oldu. Yanımda bulunan ağabeylere, 'Bakın şarkta böyle fedekârlar var' dedi. Bulunduğum yerde hizmet etmemi istedi.

"Demokrat Partinin kazandığını duyunca çok sevindi" Üstadla görüşmenin zevki ve hali bambaşkadır. Bu ilk ziyaretimden sonra, muhtelif yıllarda üç defa daha ziyaretine gittim. Son görüşmemizde de çeşitli konuşmalar sırasında, memleketimizde hangi partinin kazandığını sordu. Ben de Demokrat Parti'nin kazandığını söyleyince memnun oldu. Diğer bir talebesine de aynı şekilde Elazığ'da hangi partinin kazandığını sordu, o da Halk Partisi'nin kazandığını söyleyince üzüldü, 'Sen Halk Partili misin?' dedi. "Risale-i Nur'un neşriyatından çok memnun oluyordu. Adeta bayram ediyordu. O sevinçli günlerinden birisinde kendisini Isparta'da görmüştüm. Ayak ayak üstüne atmış, sevinç ve sürur içindeydi."

MAHMUT ALLAHVERDİ Adıyaman'da doğan Mahmut Allahverdi 1991'de vefat etti. "Risale-i Nur'u nasıl tanıdım?" Risale-i Nur'u ve Bediüzzaman'ı tanımaklığım bende çok acaip hallerin zuhuruna sebep oldu. Bu sayede çok büyük, tehlikeli vartalardan kurtulmuş oldum. Risale-i Nur'u tanımama Burdurlu Süleyman Kaya sebep olmuştu. Sene 1952. Namazlarımı ekseriya Adıyaman Ulu Camiinde edâ ederdim. Bir gün yine Ulu Camiye namaza gittiğimde, ihtiyar, beyaz sakallı, nuranî bir zat, gül yağı sandığı elinde, camiden çıkan Müslümanlara, 'Isparta gülyağı var' diye satış yapıyordu. Ben de yanına yaklaştım, selâmlaştım, halini hatırını sordum. 'Buyurun dükkâna, bir çay içelim' dedim. Ulu Caminin yan karşısında terzi dükkânım vardı. Oraya kadar teşrif ettiler. Nereli olduğunu

sordum. O zat Burdurluyum ve Risale-i Nur talebesiyim' dedi. 'Risale-i Nur talebeliği ne demektir?' dedim Cevaben 'Isparta'da büyük ve meşhur bir hoca var. İsmi Bediüzzaman Said Nursî'dir. Bu zatın yazdığı çok kitaplar vardır. Kitaplarının ismini de Risale-i Nur Külliyatı denir' dedi ve devamla, 'Bunları okuyanlar ve içindekileri ihlas düsturlarına riayet edenlere de Nur Talebesi denir' dedi. 'Bu kitaplardan sende var mı?' dedim. O da 'Var' dedi. 'Peki burada nerede kalıyorsun?' diye sorduğumda, 'Falan yerde kalıyorum' dedi. Akşam yanına gittim. Bir tek odası ve yanında üç-beş genç vardı. Onlara, bana bahsettiği risalelerden bir bahis okudu. Ben de oturdum, dinledim. O zaman tarikatta idim. İçimden; 'Bunlar tarikata girseler daha iyi olur ' dedim. O gece böyle geçti. Bir gün Süleyman Kaya'yı evime davet ettim. Uzun uzun sohbet ettik. Üstad Hazretlerinin kerametlerinden bahsetti. Üstada karşı olan muhabbetim gittikçe artıyordu. Ara sıra o odaya gider, derslerini dinlerdim. Oradaki gençler Abdülkadir Kayır ve Dursun Kutlu bana eser verdiler, 'Evde oku' dediler. Ben okuyordum. O günlerde bir rüya gördüm. "İmanı kurtarmak zamanıdır" Bir gece rüya âleminde bir şahıs yanıma geldi. 'Seni bir zat çağırıyor' dedi. Kalktım, beraberinde gittik. İki katlı bir binanın önüne geldik. Kapıdan içeriye giriş yeri çok

tehlikeli, sanki bir uçurum gibi... Oradan korkarak içeriye girdik. Geniş bir oda, tam ortasında haşmetli bir kişinin ayakta durduğunu gördüm. Beni getiren adam, 'Getirdim efendim' dedi. O da bana işaret ederek, 'Gel' dedi. Tek olarak yanına gittim. Beni tam karşısına aldı. Bana beyaz bir gömlek giydirdi ve , 'Bu zaman imanı kurtarmak zamanı, vaaz ve nasihat etme zamanıdır' dedi. Tekrar o adam geldi, beni aldı, bu defa da bir başka kapıdan çıkardı. Kapıdan çıkınca çok geniş, uzun bir vadi içersinde insanlar gördüm. Onlara yanaştım. Tabii bu zaman imanı kurtarmak zamanı diye bildiklerimi konuştum, uyandım ki rüya imiş. Kendimi acaip bir hal içinde gördüm. Tarikata olan muhabbet ve aşkım yok olmuş, bütün muhabbet ve aşkım Üstada ve Risale-i Nur'a inkılâp etmişti. O tarihten itibaren gece gündüz Risale-i Nur'u okumakla meşgul oldum. Üstadı gidip görmek lâzımdır diye düşündüm. Emirdağ'a gittim. Mehmet Çalışkan Ağabeyin yanına uğradım. Üstadın Isparta'ya gittiğini söylediler. Oradan Isparta'ya hareket ettim. Isparta'da görüşmek nasip oldu. 'Niye zahmet edip gelmişsiniz, Risale-i Nur'u okuyan benimle görüşmüş gibidir' diyerek benim derhal dönmemi istedi. Hemen hareket ettim, memleketime döndüm. İşte rüyada bana gömleği giydiren zatın, Üstad olduğunu o zaman anladım. "İkinci görüşmemiz"

İkinci görüşmemiz ise şöyle oldu: Yine Üstadı görmek arzusuyla Isparta'ya hareket ettim. Sene 1960... Mart ayının ilk günü... Üstadın evine doğru giderken tam kapısına elli metre kala beni Zübeyir Ağabey karşıladı: 'Kardeşim Mahmut' dedi, 'Üstad diyor ki: 'Derhal gitsin, görüşme zamanı değil. Karşıdaki arsada bulunan jeepin içindeki iki polis nöbet tutuyor. Kapının ziline parmak basanı hemen çağırıyorlar, jeep içersine alıp iki tokat atıyorlar, adres alıp bırakıyorlar, sana da böyle yapmasınlar' dedi. Zübeyir Ağabeye dedim ki: 'Üstadım Efendime söyleyin, burada kalmama müsaade etsinler, buranın şimdiki valisi Adıyaman'dan geldi; benim de çok samimi dostumdur. İnşaallah bu jeepi buradan kaldırtırım. 'Peki' dedi, gitti. Üstada anlatmış. Biraz sonra tekrar Zübeyir Ağabey geldi. 'Peki Üstad müsaade etti' dedi. Ve devamla, 'Git jeepi kaldırt' dedi. Ben vilâyete gittim. Valiyi sordum, valinin yerinde olmadığını söylediler. Vali muavinine gittim. Vali beyin nereye gittiğini sordum. 'Ne yapacaksın?' dedi. Ben de cevaben, 'Adıyaman'dan geliyorum' dedim. 'Vali Beyin yakın dostuyum. Dostumu görmek için geldim. 'Hemen bana yer gösterdi, güzel karşıladı. Vali Beyin Isparta'da olmadığını ve kazaları teftişe gittiğini, ne zaman geleceğini bilmediğini söyledi. Ben de, 'Vali Beyle mutlaka görüşmem lâzım, hangi kazalarda olduğunu telefonla ara, bul, beni görüştür' dedim. 'Peki' dedi ve telefona sarıldı. Nihayet bir kazada buldu. Benim Adıyaman'dan geldiğimi söyleyince Vali, 'Mahmut Beyi bırakma, selâm söyle, yarın geliyorum' dedi.

Vali Beyin bu iltifatını gören Muavin Bey, 'Benim misafirimsin' dedi. Akşam beni evine götürdü. O gece güzel konuşmalar oldu. Hattâ Risale-i Nur'un ehemmiyetini idrak eden Muavin Beyin hanımı, 'Bu eserlerden biz de isteriz' dedi. Saat on birde evden ayrıldık. Sabah olunca Hanımlar Rehberi, Ayetü'l-Kübra ile Gençlik Rehberi'ni vali muavinine getirdim. Zaten Vali Bey de Adıyaman'dayken, Sözler Mecmuasını okumuştu ve çok takdir etmişti. Isparta'ya tayini çıktığında beni çağırdı. 'Üstadın memleketine vali olarak gidiyorum. Üstadını ziyaret ederim' demişti. Vali Beyle Nihayet Vali Bey, o gün makamına geldi, görüştük. İlk sorusu 'Hoş geldin, Üstadını ziyaret ettin mi?' oldu. 'Hayır' dedim. 'Niçin?' dedi. 'Beyefendi, kapısının önünde bir polis jeepi duruyor, iki polis içinde nöbet tutuyor. Üstadın kapısına yanaşanı ve zile parmak basanı jeepin içine çağırıp dövüyorlar, sonra da adresini alıp bırakıyorlar. Halbuki siz, 'Hem o zatla görüşürüm ve hem de hürmet ederim' demiştiniz. Hürmetiniz böyle mi olacaktı?' dedim. Vali Bey, 'Benim jeepten haberim yok. Geldikten üç dört gün sonra yanıma çağırdım, gelmedi. İnşaallah bir gün kırda gezerken görüşürüz' demişti. Yine Vali, 'Mahmut Bey, bu jeepi buranın emniyet müdürü benden habersiz koydurmuştur. Çünkü emniyet

müdürü Halk Partilidir. Milleti hükümete küstürmek için bu tertibi yapmıştır' dedi. Derhal telefona sarıldı, emniyet müdürünü buldu. Hoca Efendinin kapısının önüne o jeepi niçin koydunuz. Maksadın nedir, kargaşalık mı çıkartmaktır?' vs. gibi daha başka ağır lâflar söyledi. 'Derhal jeepi oradan kaldır bir daha görmeyeyim' dedi. Bana döndü, 'Git Üstadınla görüş, gel bize gideceğiz' dedi. Ben de ona, 'Beraber gidelim' dedim. Bana, 'İşler çok kritik. İnönü bangır bangır Hoca Efendinin aleyhinde bağırıyor. Hoca Efendiye selâm ve hürmetlerimi söyle' dedi. Ben oradan ayrıldım. Üstad Hazretlerinin evine geldim. Jeep kalkmış, ağabeyler çok sevinçli idi. Beni içeri aldılar. Üstad Hazretlerini odasına Zübeyir Ağabeyle girdik. Üstad Hazretleri yatakta yatıyordu. Biraz doğruldu, 'Gel Mahmut'um gel' dedi. Gittim elini öptüm. Başımı kucağına aldı, gözlerimden öptü. Mis gibi kokan göğsünü derin derin kokladım. Adeta bana hayat oldu. Sonra doğruldum, bana gösterdiği yere oturdum. Konuşmaya başladı: 'Tahirî, Zübeyir, benim sesimin benden alındığına şahitsiniz, değil mi?' Onlar, 'Evet, Üstadım öyledir' dediler. Üstad, 'İşte sesim tekrar bana verildi. Mahmut kardeşle konuşmak için verildiği anlaşıldı. Biz de konuşacağız' dedi. Benim de kat'î kanaatım budur ki, 1956'da görüştüğümüz zaman sesi o kadar az idi ki, Üstadla benim arama Zübeyir Ağabey girip, Üstadın ağzından çıkan kelimeleri ancak kendisi duyar, o da bana tekrar ederdi. Bu görüşmemde ise hakikaten araya kimse girmediği

gibi, odanın neresinde oturulsa sesi duyulabilirdi. Jeepin kaldırılmasından çok memnun olduğunu söyledi. Ben Vali Beyin selâmını kendisine tebliği ettim. Üstad, 'Vali Ahmet Beyi sevdiğim için burada kalıyorum. Onu duama dahil ettim' dedi. Ve devamla: 'Kardeşim Mahmut, bu gibi hâdiseler, korkak ile cesuru, ihlâslı ile ihlâssızı tefrik içindir. Yoksa küfür yıkılmıştır. İçi boş bir ağaç gibi gövdesini muhafaza ediyor. En ufak bir rüzgârın esmesinde yıkılacaktır. Eğer biz bu vatanda olmasa idik, bolşevik baykuşları ötecekti.' Biraz da benim şahsıma ait konuşmalarda bulundu; onları anlatmayacağım. Yalnız, 'Tahirî, Zübeyr şahit olun, Mahmut kardeşimizin hizmetini sizin hizmet dairenizin içinde kabul ediyorum' ve 'Hulusi Bey nasıldır? Oraya gidiniz' demişti. Böylece konuşmamız sona erdi. Elini öptüm, dua etti, ayrıldım. Aynı gün ikindiye az kala tekrar odasına girdim, görüştük. Zübeyir Ağabeye dedi ki: 'Benim kitaplarımdan ve bana ait dolabımdan bir Şualar kitabı benden hediye olarak ver... ' O da getirdi bana verdi. Kapıdan çıkıyordum, beni çağırdı, 'Baban, annen var mı?' dedi. Ben de 'size ömür, ikisi de vefat ettiler' dedim. Üstad, 'Babanı ve anneni Nur Talebeliğine kabul ettim' dedi. Elini öptüm ve ayrıldım. "O gece teravih namazını Isparta'da kıldım. Sabahleyin memleketime doğru Isparta' dan hareket ettim."

SELAHADDİN AKYIL "Elime geçen ilk risale" 1953 senesinde bir gece rüyamda Peygamberimizi (s.a.v.) görüyorum. Bir havuzda beraber idik ve düşmanla harp ediyorduk. Peygamberimize pek dokunamıyorlardı, fakat bize yara almayacak şekilde vuruyorlardı. Bu rüyadan kısa bir süre sonra, yine aynı yıl 1953'te bir gün Molla Hamid'le karşılaştım. Bana, 'Sana Seyda'nın kitaplarından verelim' dedi. Ben de bir şey söylemedim. Çünkü o zamana kadar Üstadı görmemiştim, tanımamıştım. Sonra akşam evimde amcamlarla konuşuyorduk. Molla Hamid'in bana söylediklerini söyledim. Amcam, Üstadı önceden tanıyormuş; büyük bir zat olduğunu çok kısa ifadelerle anlattı. O zaman içime bir merak düştü. Zaten kitaba da çok meraklı idim. Durmadan çeşitli kitaplar okuyordum. Sabahleyin, doğru Molla Hamid'e gittim, kitap istedim. Bana geniş ebatlı daktilo ile yazılı Elhüccetü'z-Zehra risalesini verdi. Gittim biraz okudum, baktım benim şimdiye kadar okuduğum kitaplara benzemiyor. Bunu anlamak için, üzerinde çok durmak lâzım. Benim de

askerlik zamanım geldiğinden hemen gideceğimi düşündüm. Kitabı babaanneme emanet olarak bıraktım. Fakat o kitabın daktilo ile yazılıp geniş ebatlı çok cazibeli oluşu hâlen gözümün önünde. "Askerliğim" Sonra askere gittim. Altı aylık asker olunca, bayram izninde Adapazarı'na gezmeye gittim. Kitaplara karşı meraklı olduğum için bir kitapçı vitrininin önünde durdum. Bütün kitapları gözden geçirdim. Eşref Edip Beyin yazmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat dikkatimi çektiğinden, kitapçıdan 250 kuruşa aldım. Bir otele gittim ve orada okumaya başladım. Otelci yanıma geldi, 'Ne kitabı okuyorsun?' dedi. Kendisine gösterdim; dindar adam olduğu için hoşuna gitti. 'Oku da beraberce istifade edelim' dedi ve ben de başından sonuna kadar okudum. Kitap, çok hoşuma gitmişti otelcinin. 'Bu kitabı sana vermem, sen yine bulursun' dedi. Çıkarıp kitabın parasını verdi. Ben yine aynı kitapçıya gidip, bir kitap daha aldım. Otele döndüğümde otelci kitabı başkasına okuyordu. O adamda kitabı okuyup kitaba talip oldu; benim tekrar aldığım kitabı istediler. Ben vermedim, aldığım kitapçıyı gösterdim. Oradan bir tane daha aldılar. Bayram izni bitince hemen kıtama döndüm. Bir yıl sonra memleketime gittim. Orada Molla Hamid Hocaya ziyaret edip, o kitaplardan istedim. Bana Gençlik Rehberi'ni verdi. Sonra Serdengeçti'nin mecmualarını

aldım. Üstad ve Risale-i Nur'u teşvik edici yazıları hiç kaçırmadım. 'Çık neredesin, zuhur et' başlıklı yazılar, yıllar geçmesine rağmen hâlâ gözümün önünde... Bundan sonra Gençlik Rehberi'ni ve Serdengeçti mecmualarını askerlik yerine götürdüm. Okuyup asker arkadaşlarıma anlatıyordum. Bir gün arama sırasında bendeki kitapları buldular ve beni ifadeye çektiler. Orada Şeyh Said'den bahsettiler. Üstadla Şeyh Said'i birbirine iltibas ediyorlardı. Ben, 'Benim Üstadım hâlen hayattadır' dedim. "İlk gidişimde görüşemedim" 1955 yılanda terhis oldum. İlk işim Üstadı soruşturmak oldu. Isparta'da olduğunu öğrendim. Tren biletimi Isparta'ya aldım. Afyon'a geçince, yolcu arkadaşlardan sormaya başladım. Bazıları, 'Seni hapse atarlar, gidip göreceğini kimse bilmesin' dediler. Bu haller merakımı daha da artırdı. Sonra yolda trene birisi bindi. 'İşte bu onun talebesidir' dediler, ismini sordum, 'Şaban' dedi (Vahşi Şaban). Kendisiyle konuştum, 'Seni götürürüm, ziyaret edersin' dedi. Fakat trenden inip çarşıya gelince, Şaban unuttu gitti, ben yalnız kaldım. Gittim caminin imamına sordum, o bana Saray Palas Otelini tarif etti. Ben de oraya gittim. Rahmetli Nuri Benli ile görüştüm. O da Rüştü Efendinin dükkânına götürdü ve oraya gelen talebeler Üstadın başka yere gittiğini söylediler. Ben de Van'a gittim. Böylece birinci defa ki gidişimde görüşmemiş olduk.

Van'da durmadan risale okumaya başladım, o zaman eserler eski yazı ile geldiği için, o yazıyı okumasını öğrenmeye çalıştım. Ve bir haftada öğrendim. Sonra bir ev kiraladık, orada risaleleri okuyorduk. Risale-i Nur'lar artık memleketimizin her tarafında duyulmaya ve okunmaya başlamıştı. Fakat münafık ve dinsizler, her tarafa evham salıp Nur'ların okunmasına mani olmaya çalışıyorlardı. "İlk görüşmem" Benim aklım, kalbim, ruhum hep Üstadı görmek istiyordu. Kendime küçük bir dükkân açtıktan sonra hemen Üstadı ziyarete gittim. 1957 yılıydı. O zaman Üstad Isparta'da idi, yine gidip Saray Palas Otelinde kaldım. Nuri Benli ile görüştükten sonra, Rüştü Efendinin dükkânına gittim. Rüştü Efendinin dükkânında iken, bazı Nur Talebeleri de oraya geldiler. Onlar, 'Üstad, ziyaret için gelenlerle görüşmüyor, fakat buraya bir iş için gelmişseniz belki görüşür.' Ben de, 'Benim babam Isparta'dan ayakkabı getirip satardı; madem geldim, ben de ayakkabı alır satarım' dedim. Böylece iş için gelmiş oldum. 'O zaman çok iyi' dediler. Ben de evini bilen birisiyle gittim. Üstad beni kabul etti. İlk olarak, Van'daki talebelerini isimleriyle sordu ve ayrı ayrı selâm söyledi. Ayrıca Çaycı Emin üzerinde durdu. Ben de o zamana kadar Çaycı Emin'i tanımıyordum. Bana 'Çaycı Emin İran'a gidecek, çok merak ediyorum. Kendisine söyle gitmesin' dedi. Sonra bana hitaben, 'Ben de Van'a gideceğim, fakat Sözler mecmuasını matbaaya

verdik. Üç aya kadar çıkar. Çıktıktan sonra Van'a geleceğim' dedi ve arabasına bindi, bizi iki eliyle selâmlayarak ayrıldı. Ben de Isparta'nın çarşısına çıkıp ayakkabı aldım, trenle Van'a yolladım. Van'a gelince Cahid Ağabeye, Üstadın selâmını söyledim. 'Üstad benden Çaycı Emin'i sordu. Merak ediyorum, acaba kimdir bu adam?' dedim. 'Ben sana getiririm' dedi. Sonra bir gün alıp dükkâna getirdi. Kendisine Üstadın söylediklerini anlattım. O da uzun uzun düşündü ve nihayet gitmekten vazgeçti. "İkinci ziyaretim" Sonra yine dinî bayramlardan birisi idi. Üstadı ziyaret etmeyi düşündüm. Isparta'ya kadar trenle gittim. Üstad dışarıda idi. Ben de bekledim. Oteli ve dükkânları öğrendiğimden, artık sıkıntı çekmiyordum. Ayrıca ayakkabıcılarla da tanıştığımızdan bana, 'Hocayı ziyarete mi geldin?' diyorlardı. Ben de, 'Hem ziyaret, hem ticaret' diyordum. Sonra otele geldim. İnebolu'dan talebeler ziyarete gelmek için otele telefon açmışlardı. Üstadın bayramını tebrike geleceklerdi, fakat Üstad duyunca, Bayram Ağabeyi otele gönderip İnebolu'ya telefon açtırdı. 'Üstad rahatsız oluyor' Beni rahatsız etmesinler, hizmetlerine devam etsinler' diyor dedirtti. Ben o gece orada kalıp bayram namazından sonra Üstadın evine gittim. Üstad da başka bir yere gidecekti.

Otomobil çalışmıyordu. Biz iterek otomobili çalıştırdık. Sonra hep beraber kapıdan girip avluda durduk. Üstad merdivenden inerek bizim yanımızdaki merdivende durdu, rahatsız olduğu için, 'Rüştü Efendiyi bekleyin, sizinle bayramlaşsın' dedi. Dışarı çıkıp otomobiline bindikten sonra, üzerine bir yorgan örttüler, biz de otomobilin yanında duruyorduk. Nihayet iki eliyle bizi selâmlayarak ayrıldı. Daha sonra kardeşler, 'Burada Hüsrev Ağabey var, onun da bayramına gidelim' dediler ve oraya gittik. O da, 'Beni değil, Kur'ân'ı ziyarete gelmişsiniz' dedi ve Kur'ân'ı gösterdi. "Son ziyaretim" Üstadı son ziyaretim Emirdağ'da oldu. Hacı Osman Çalışkan'ın dükkânına gittim. Üstadı sordum; orada olduğunu söyledi ve 'Seni görüştürürüm' dedi. Üstadın evine gidip geldi. Ve beni de götürdü. Üstadın elini öptüm oturdum. Fakat Üstad bana, rahat otur, diye üç defa tekrarlayınca, ben de çok rahat oturdum ve yine eski talebelerini sordu. Talebelerine selâm gönderdi. Şeyh Fehim'ın oğullarını sordu. Ben torunlarının bulunduğunu söyledim. Bana 'Şeyh Fehim'i yanıma almışım, çocuklarına selâm söyle, camilerde, vaazlarda, sohbetlerinde Risale-i Nur okusunlar' dedi. Sonra bana hitaben, 'Yine seni vekil ettim. Git hocalara söyle. Risale-i Nur okusunlar. Kardeşim, bak

sesim kısılmış. Benim de Risale-i Nur'a perde olmamak için Cenab-ı Hak sesimi kısmış.' Hakikaten çok kısık geliyordu. Zübeyir Ağabey de arada konuşmaları tekrarlıyordu anlaşılması için. Fakat ben çok dikkat ediyor, Üstadın ağzından çıkanı anlıyordum. Sonra bana 'Kardeşim, seni bir ay yanıma almak istiyorum, bir ay sonra seninle beraber Van'a gitmek istiyorum. Fakat kendi hemşehrisini yanına aldı diye kıskanacaklar. Sen git, bir ay sonra ben geleceğim' dedi. "Hakikaten bir ay sonra Urfa'ya gelip Rahmet-i Rahmân'a kavuştu."

ALİ TAYYAR 1932'de Konya'nın Ereğli kazasının Ayrancı nahiyesinde doğdu. Bediüzzaman'ı 1955-1959 yıllarında muhtelif defalar ziyaret etmişti. "Üstadı ilk ziyaretim" Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa, 1955'in Şubat ayında ziyaret ettim. Hüsmen Duran terhis olduktan sonra, kışın en çetin şartlarına rağmen, köyüm Divaz'a geldi. Üç gün bizim köyde kaldık. Daha sonra Üstadı ziyaret için yola çıktık. Kayalar Ağabey, Konya'dan Halıcı Sabri Ağabeyin adresini vermişti. Halıcı Sabri Ağabeyi bulup meseleyi anlattık. Kendisi, 'Ben iki defa mahkemeye verildim. Hapiste yattım. Hükümet bu işin üzerinde duruyor' dedi. Ve bizi MİT' den zannederek kabul etmedi. Oradan üzgün olarak ayrıldık. Yorgancı Mehmet Parlayan Ağabeyi bulduk. Üstadın nerede olduğunu, yanına nasıl gidebileceğimizi sorduk. Sabri Ağabeyin bizi kabul etmediğini ona anlatınca, 'O kardeşimizin evinin ve ticarethanesinin yakınında iki sivil polis, gelip gidenleri mütemadiyen takip ediyor' diyerek bizi teselli etti.

Biz, Konya'dan Hüsmen Duran'ın köyü olan Akşehir'in Görünmez Köyüne gelip üç gün de orada kaldık. Oradan Şarkikaraağaç'a müteveccihen yola çıktık. Hiçbir vasıta bulunmuyordu ki, binelim. Üç gün sabahtan akşama kadar yürüyor, akşam yol kenarında bir köye misafir oluyorduk. Bu şekilde Eğridir gölünün doğusuna yakın Bağlı Köyüne vardık. Orada, Terzi Hüseyin isimli bir kardeşe misafir olduk. O kardeş, bize Ali Çilingir'in adresini verdi. Sabahleyin bizi açık bir kamyona bindirerek Eğirdir'e uğurladı. O gece Kadir Gecesiydi. Geceyi Ali Çilingir Ağabeyin evinde ihya ettik. Sabahleyin Isparta'ya giden bir vasıtaya binerek, garajda indik. Garajda şaşkın şaşkın 'Kime soralım? Ne yapalım?' diye düşünürken, orta boylu, başı bereli, dolgun sakallı bir ihtiyarın bize doğru geldiğini gördük. Selam verdi, 'Nerelisiniz? Kimsiniz? Nereye gidiyorsunuz?' diye sordu. Biz, Bediüzzaman'ı ziyarete geldiğimizi söyledik. Ve kendisinin kim olduğunu sorduk. Gıyaben tanıdığımız, Sıddıklar cemaatinin reisi Süleyman Sıddık imiş. Hemen döndü, 'Beni takip edin' dedi. Boyacı Rüştü Çakın Ağabeyin işyerine götürdü. Oradan yanımıza verdikleri bir çocuk da bizi Üstad-ı muhteremin kaldığı eve götürdü. Kapıya Zübeyir Ağabey çıktı. İsmimizi, nereli olduğumuzu sordu. Her ikimiz de Konyalı olduğumuzu söyleyince, çok memnun ve mütehassis olduğunu beyan etti. 'Üstadımız ziyaretçi kabul etmiyor, ama yine de söyleyeyim' diyerek kapıyı kapattı.

"Kardeşim şansınız varmış" Kısa bir zaman sonra 'Kardeşim, şansınız varmış, Üstad, 'Gelsinler' diyor' dedi. Kalbim, heyecandan duracak gibi çarpıyordu. Üstadın bulunduğu odanın kapısından ilk defa giriyordum. Henüz 22 yaşındaydım. İlk defa gördüğüm bu zat, her hâliyle bu asrın insanlarından farklıydı. Sanki Asr-ı Saadetten, 'Sen ilerde lâzım olacaksın' kaydıyla onu, bugünler için saklamışlardı. Öyle bir hâli vardı ki, izahta güçlük çekiyorum. Rüyada gibiydim. Üstad Hazretleri, isimlerimizi, babalarımızın ismini, nereli olduğumuzu, Risale-i Nur'ları okuyup okumadığımızı sordu. Üstadın sorularına Hüsmen Kardeşimiz cevap veriyordu. Üstadımız, 'Her sabah dualarımda sizleri de zikrediyorum. Sizi, babalarınızı, annenizi, talebeliğime kabul ediyorum' iltifatında bulundu. "Risale-i Nur'ları muhtaçlara ulaştırın" İman ve küfür mücadelesinin Hz. Adem (a.s.) zamanında başlayıp Kıyâmete kadar devam edeceğini, îman hizmetinde bulunma şerefinin, şereflerin en yücesi olduğunu, dünyayı tehdit eden dinsizliğe karşı Risale-i Nur'ların dinsizliğe karşı mutlak galibiyetinden bahsederek, Risale-i Nur'ları çok okuyup, çok tetkik edip, muhtaç olanlara ulaştırmanın bu zamanda en mühim bir vazife olduğunu bir saat kadar bize anlattı. Gitmek için müsaade istedik. Elini öptük. Üstad da

alnımızdan öperek, bizi bağrına bastı. Ve başımızı iki eliyle sıvazladı. Üstadın huzurundan ayrıldık. Bin kalemle Nur'ların yazıldığı Sav Köyüne müteveccihen köy yolunu tuttuk. Köy yolunda giderken, arkamızdan bir motosikletli yaklaştı. Ve bize hitaben, 'Ancak birinizi götürebilirim' dedi. Hüsmen Kardeş 'Sen bin' ben de ona, 'Sen bin' derken, nihayet Hüsmen Kardeşi binmeye razı ettim. Ben ise yaya olarak bir saat sonra Sav Köyüne vardım. Köyde kalemleri kılıç olan 'mübarekler heyetinden' Hafız Mehmed bizi teksir makinelerinin bulunduğu bir saadethaneye götürdü. İmanın tekniğe meydan okuduğuna yakinen şahit olduk. Bir dağ köyü olan mübarek Sav'da yapılan hizmeti ve bu hizmeti yapanları görünce imanımız ve azmimiz bir kat daha arttı. Sav'da bir gece misafir olduktan sonra, ertesi gün memleketimize döndük. "Çobanlar taşıyordu"

bile

çantalarında

Risale-i

Nur'ları

İlk işimiz, köyümüzde faaliyetine devam eden kahvehaneyi tahliye etmek oldu. Dayıma ait olan bu kahvehaneyi, oğluyla birlikte halılarla tefriş edip köyün genç kız ve erkeklerine matuf umumi bir Kur'ân okuma seferberliğine koyulduk. Şahıslar üzerinde çok büyük tesir bırakan Nur Risaleleri

o kadar fütûhat yapıyordu ki, çobanlar çantalarında bu eserleri taşıyor ve bu ulvî hakikatlerden müstefit oluyorlardı. Mataralarında abdest suyu taşıyor, yanlarında hiç eksik etmedikleri muşamba seccadelerini karlar üzerine sererek feraiz-i İlâhiyeyi eda ediyorlardı. "Üstadı ikinci ziyaretim" Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ikinci ziyaretim, 1957'nin sonbaharına rastlar. Kendi bahçemizden 'daldabir' diye isimlendirdiğimiz elmadan bir sepet doldurarak Isparta'ya müteveccihen hareket ettim. Yalnızdım. Üstadın ikamet ettiği eve vardım. Heyecandan elimdeki sepetin daha da ağırlaştığını hissetim. Farklı bir halet-i ruhiye içersinde zile bastım. Yine Zübeyir Ağabey çıktı. Sepeti elimde görünce, 'Kardeşim! Üstad katiyen hediye kabul etmiyor. Sen bunu getirmeseydin iyi olurdu' dedi. Parmağıyla, Üstadın kapısından tahminen 50 metre uzakta duran polisi gösterip, 'Geceli, gündüzlü mütemadiyen burayı bekliyor. Üstad ziyaretçi kabul etmiyor' dedikten sonra, içeri girip Üstada haber verdi. Üstad Hazretleri beni ikinci defa huzuruna kabul etti. Üstadın elini öptüm. O da alnımdan öperek iki eliyle başımı sıvazladı. Niçin geldiğimi sordu. Tekrar tekrar 'Risale-i Nur'ları okumak, benimle görüşmekten çok daha faydalıdır' diyerek Nur'larla meşgul olmanın maddi ve mânevî faydalarından bahsetti. Bir saat kadar Üstadın yanında kaldım. Tahiri Ağabey, Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabey ve daha birçok ağabeyler Üstadın yanındaydılar.

Üstadın karyolasının başucunda kırmızı yazı ile yazılmış, Kur'ân hattıyla 'Dost istersen Allah yeter' levhası asılı duruyordu. Ayrıca, odasının iki duvarını boydan boya kaplayan bir metre eninde, Kur'ân hattıyla yazılmış Şecere-i Resulullahı gösteren çok yıpranmış, kâğıttan bir harita vardı. Ayrılma zamanı gelince Üstadım bana, 'Esselamü Aleyküm' dedi. Bu meydanda Zübeyir Ağabey, 'Üstadım, bu kardeşimiz bir sepet elma getirmiş' deyince. Üstadın tavrı birdenbire değişerek 'Sen Risale-i Nur'ları okumuyor musun? Benim hediye kabul etmediğim Risale-i Nur'larda yazar' dedi ve hediyeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini söyledi. O anda içimden, 'Üstadım, sen bu elmaların haram olduğunu düşünerek kabul etmiyorsun' diye geçirdim. Ve safiyâne, 'Üstadım,' dedim, 'bu elmanın fidanlarını kendi tarlamıza, kendim diktim. Hizmetini bizzat kendim yaptım' dedim ve başladım ağlamaya. Üstad bu defa başını salladı ve elmayı bir şartla kabul edeceğini söyleyerek bir teklifte bulundu; Zübeyir Ağabeye işaret etti, 'Bu kardeşin gider, elmanın piyasada kaç kuruş olduğunu öğrenir, parasını alman şartıyla elmanı kabul ederler' dedi. Mecburen bu teklifi kabul ettim. Zübeyir Ağabey elmayı alarak çarşıya götürdü. Biraz sonra döndü. Üstada, elmanın kilosunun 10 kuruş olduğunu söyledi. 10 kilo elmanın 1 lira tuttuğu hesap edildi. Üstad Hazretleri, kesesinden 4 tane sarı 25 kuruşluk çıkardı ve elma parası olarak bana

verdi. Gözlerim yaşlı olarak Üstadın ellerini öptüm. O da alnımdan öptü ve başımı sıvazlayarak müsaade etti. "Bizim de başımız feda olsun" Yıl 1957. Hayat iksiri olan bu eserleri hem okuyup hem de muhtaç olanlara ulaştırma azmi ve gayreti içindeydik. Hakikatı bilmeyen bazı safdil Müslümanlar bizi adli mercilere şikayet ettiler. İhbar dilekçesinde benim de ismim vardı. Nahiyeden gelen başçavuş ve birkaç jandarma iki kardeşin evini, savcılığın emri üzerine aradılar. Bizim evi de arayacaklarını söylediler. Kanunlara saygılı olduğumu söyledim. 'Şayet arama emriniz varsa, buyurun arayın' dedim. Kitapları okuduğumu itiraf ettim. Başçavuş, arama emri olmadığını, kitapları kendiliğimden getirip teslim etmemi, bu yolun yanlış olduğunu, sonunda pişman olacağımı ısrarla söylüyordu. Ben, bu kitapların müellifini idamla yargılanırken müdafaalarının birinde, 'Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur'âniyeye feda olan bu baş zındıkaya teslim-i silâh etmeyecektir' dediğini naklettim. Bu yolun yanlış olmadığını söyledim. 'Eğer yaptığımız hizmetin suç olduğu tesbit edilirse, bu kudsî dâvâya bizim de başımız feda olsun' dedim. Başçavuş bu sözüm üzerine hiddetle, 'Tamam! Sen kendini iyice kaptırmışsın. Fakat ben arama emri çıkartır, seninle hesaplaşırım' diyerek çekip gitti.

İki veya üç ay sonra bir Cuma günüydü. Evimiz, bir polis jeepiyle gelen komiser, başçavuş, jandarmalar ve polisler tarafından sarıldı. Başçavuş bana hitaben, 'İşte arama emri!' diyerek elindeki kâğıdı bana doğru uzattı. Ben de 'Buyurun' dedim. Külliyatın tamamı evimde olmasına rağmen, arama olacağını bildiğim için, Sözler ve Lem'alar dışındaki eserleri kaldırmıştım. Başçavuş, sebebini anlayamadığım ani bir değişiklikle; 'Siz yalan söylemezsiniz. Bu hususta size itimat ediyorum. Ben aramayacağım. Evindeki kitapları kendin getir' dedi. Ben de mezkur kitapları getirip teslim ettim. Kitaplarımla beraber Ereğli adliyesine götürüldüm. Mahkemede sorgu hakimi bana, 'Niçin bu kitapları okuyorsun? Okuyacak kitap mı bulamadın? İmam-ı Gazali'nin, İmam-ı Rabbani'nin, Mevlâna Celâleddin'in eserlerini okusana! Bunlar hükümet tarafından yasaklanmış, bunları okuma!' dedi. "Niçin Risale-i Nur okuyorsun?" Hakime hitaben, 'O kitapların hepsi kütüphanemde mevcut. Ama bu eserlerin yeri müstesnadır' deyince, Hakim yarı istihza, yarı hakikat şunları söyledi: 'Yani bunları okuyunca ne olmuşsun sanki!7 Ben de cevaben, 'Bu kitapların hayatımda yaptığı yüzlerce değişlikten birini, müsaade edersiniz anlatayım' dedim. Ve şöyle devam ettim: Muhterem Hakim Bey, biz göçebeyiz. Yaylalarımız

ormanlıktır. Bu ormanları devletin görevli memurları bekler. Böyle olduğu halde, hiçbir ihtiyacımız yokken yarıçapı iki yüz santimetreye varan ardıç ağaçlarını, 'Bu ağacın lavı mı daha fazla yükselecek, yoksa şu ağacın mı?' diye keyif için yakardık. Asırlık ağaçlar, birkaç dakika içinde kül olur giderdi. Bu eserlerden, 'ağaçların bizim menfaatimiz için dağlarda ihtiyat ambarı gibi her türlü istifademize âmade oluşunu, havadaki gaza-ı muzırrayı tasfiye edişini, yağmuru çekişini, yaş kaldığı müddetçe de Yaratanı zikredişini' ve daha nice faydalarını okuduktan sonra, aynı muhitte yine koyunlarımızı otlatmamıza rağmen, artık kuru dallarını seçerek, pilâvımızı otlar yanmasın diye Say taşlarının üzerinde pişiriyorduk. Böylece bir değişikliğin, memleket ve millet için fevkalâde bir kazanç olduğunu takdir buyurmazsanız, vereceğiniz en ağır cezayı kemâl-i vicdan-ı kalble kabul ediyorum. Yoksa kitaplarımın iadesini ve dâvâmin beraatini talep ediyorum.' Sözlerimi bitirince, Hakim Bey başını sallayarak 'Anlıyorum evlâdım, anlıyorum evlâdım' dedikten sonra, 'Maznunun beraatine, kitapların Ankara İlâhiyat Fakültesinden bir heyet tarafından tetkikine' karar verdi. Üç ay sonra kitaplarımın faydalı eserler olduğu, okunmasının devletin lâiklik prensibine aykırı olmadığı, Türkiye'de din ve vicdan hürriyeti bulunduğu gerekçesiyle iade edildi. Biz aynı azim ve şevkle hizmetimize devam ediyorduk.

"Üstadı üçüncü ziyaretim" Derken Üstadı görmek, ziyaret edip duasını almak iştiyakı içerisinde ağabeyimle beraber Emirdağ'a hareket ettik. Kurban Bayramı yakındı. Emirdağ'da kalabalık bir ziyaretçi topluluğu vardı. Bu yüzden Üstadla bizzat görüşmemiz mümkün olmadı. Ağabeyim, Üstadı görmediği için çok üzüldü. Zübeyir Ağabeye durumu anlattım. Zübeyir Ağabey bize 'Âcil bir işiniz yoksa gitmeyin. Üstadımız yarın Cuma namazına çıkacak, ertesi gün de bayram namazına çıkacak' diyerek, bizi teselli etti. Üstadın Cuma namazına çıkmasını bekledik. Bizim gibi birçok ziyaretçi vardı. Van'dan Diyarbakır'dan, Erzurum'dan gelmişlerdi. Üstadın camiye gideceği yol boyunca halk, iki saf olup sevgi ve saygılarını izhar ediyor, Üstada tâzimde bulunuyorlardı. Üstad ise, iki eliyle iki tarafı selâmlayarak, 'Hepinizi duama kabul ediyorum' iltifatında bulunuyordu. O gün Cuma namazını Emirdağ'ın Cami-i Kebirinde Üstadla beraber kıldık. Üstad, namazı camiin selâmlığında Zübeyir Ağabeyin serdiği bir seccade üzerinde eda etti. Ertesi gün, bayram namazında yine Üstadla beraberdik. Bu defa Üstad, namazı ikinci katta müezzinlikte kıldı. Namazdan sonra halk, bilhassa çocuklar, Üstadın başına üşüşüp ellerinden öpüyor, cübbesinin eteklerine yapışıyorlardı. Üstad, onların başlarını şefkatle sıvazlıyor

ve dualar ediyordu. Taze bir şevk ve yeni bir heyecanla köyümüze döndük. "İnönü: 'Beni Nurcular yıktı" Köyde gördüğüm bir rüyada Üstad, o acip kıyafetiyle, bir dağın eteğinde sahraya iniyordu. Arkasında Zübeyir Ağabey, onun arkasında da ben vardım. Sahrada tek bir karyola vardı. Üzerinde siyah bir örtü bulunan bir hasta yatıyordu. Üstad ona yaklaştı. Cebinden çıkardığı şişeden demir bir kaşığa yeşil bir mayi döktü. Bunu hastaya zorla içirdi. Hasta derhal şişmeye başladı. Üstad ise, birkaç adım geri çekildi. Hasta birazdan eski hâline geldi. Üstad tekrar yaklaştı. Ve bu hareketi üç defa tekrarladı. Üstad, yataktaki kişiye hiddetle bakıyordu. Bu rüyamı, Konya'da, merhum Dr. Sadullah Nutku Ağabeyime bilâhare anlattım. 1957 seçimleri yaklaşmıştı. İnönü'nin kesin bir mağlubiyetle, seçimleri kaybedeceğini söyledi. Nitekim İnönü, seçimlerden sonra, 'Beni Nurcular yıktı' diyordu. "Beddua edeceğimi mi bekliyordunuz?" Konya'da bazı tevkifler oluyordu. Dr. Sadullah Nutku Ağabey, Bekir Berk Ağabey ve birçok kimse sabah namazını Konya Kapı Camiinde kılıp birlikte ders yapıyorlardı. Ben de her on beş günde bir bu derslere iştirak ederdim. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu, bir gün Dr. Sadullah Ağabeyi keyfi olarak evinden aldırıp, karakolda

insanlık dışı muamelelerle bayıltıncaya kadar dövmüştü. Su dökülüp ayıldığında, o şefkat ve merhamet sembolü ağabeyimiz, 'Beddua edeceğimi mi bekliyordunuz, hayır' diyerek, ellerini Yaratana açıp 'Yarabbi! Bu kardeşlerimize hakikatleri öğret. Bunlar hakikatleri bilmiyorlar. Bunları affet' diyor. Kendisini bayıltıncaya kadar dövenlerin ıslâhı için dua ediyordu. Böylece Habib-i Zîşan Efendimizin, Taif'te maruz kaldığı hâdise karşısında yaptığı duaya bir misal teşkil ediyordu. "Üstadı dördüncü ziyaretim" O günlerde dokuz kardeşimiz tutuklanarak Konya Cezaevine götürüldü. Konya'nın eski garaj civarında bir dershane açmıştık. Yeni açılan dershanenin anahtarı Üstada takdim edilecekti. Anahtarı benimle, Üstada gönderdiler. Üstadımı, Isparta'da aynı evde ziyaret edip elini öptüm. Her defasında olduğu gibi, alnımdan öperek başımı sıvazladı. Üstad, Risale-i Nur'la meşgul olmanın ehemmiyetinden bahsetti. Nur'ların mutlak surette küfre karşı galip geleceğini, bütün dünya dillerine tercüme edileceğini, radyo ağzıyla ders verileceğini ve mekteplerde okutulacağını uzun uzun anlattı. Bir ara bana, 'Kaç tane kardeşimiz tevkif edildi?' diye sordu. 'Dokuz kişi Üstadım' dedim. Karyolasında yastığına dayanmış vaziyette oturan Üstad, birden doğrulup gör gürlercesine, Ne lüzum var dokuz kişiye? Bir kişi kalsın yeter!'

dedikten sonra, 'Bir kişi sıkılır, iki kişi kalsın, diğerleri çıksın' dedi. Çok hiddetliydi. Hiçbir şey anlamamıştım. Üstad beni dövecek diye korktum. Biraz sonra sâkinleşti. Konya'da bulunan Said Gecegezen Ağabeye benimle bir emanet gönderdi. Anahtarı da dua ederek bana verdi. Tahirî, Zübeyir, Sungur ve Hüsnü Ağabeyler de Üstadın yanındaydılar. Ellerini öpüp, Konya'ya müteveccihen yola çıkarken, Kardeşlere selâm söyle. İkisi kalsın, yedisi çıksın' diye tenbih etti. Hazret-i Üstad hayatta iken, her yeni açılan dershanenin anahtarı kendisine götürüldü. Üstad da dua ederek geri gönderir ve dershane açılırdı. "Maznunların yedisi tahliye ediliyor" Konya'da mahpus kardeşlerle görüşme gününü bekledim. Üstadın selâmını tebliğ etmek için cezaevine gittim. Gardiyanlar ziyaretçilerin kimler olduğunu kaydediyorlardı. Nur talebelerini ziyaret edeceğimi söyledim. Diğer mahpusları ziyaret edenlere siyah mürekkeple işaretlenirken, Nur talebelerinin ziyaretçisi kırmızı mürekkeple işaretleniyordu. Adresimi ve ismimi kaydettiler. İçeri girdim. Üstadın selâmını ağabeylere söyledim. Ve Üstadın 'Dokuz kişi çoktur. Bir kişi kalsın yeter. Bir kişi sıkılır, iki kişi kalsın, diğerleri çıksın' sözünü onlara

nakledince, Dr. Sadullah Nutku Ağabey, 'Kardeşlerim, ilk mahkemede yedimiz tahliye olup ikimiz kalacağız' dedi. İşte ben, o anda Üstadın bu sözlerle neyi kasdettiğin anlamış oldum. Bir hafta sonra kardeşler mahkemeye çıkarıldı. Yedisi tahliye oldu. Sadullah Ağabeyle ismini hatırlayamadığım bir kardeş kaldı. Böylece ben, Üstadımın mânevî makamının derecesini bir kat daha anlamış oldum. "Üstadı son ziyaretim" Sene 1959. Üstadı Ankara'dan, Konya'dan, muhtelif vilayetlerden dâvet ediyorlardı. Mâlum çevreler müthiş telâşa kapılmışlardı. Bu meyanda Konya'daki kardeşleri ziyarete gittim. Oradan da Üstadımı görmek, müstecap dualarını istirham etmek ve Risale-i Nur'un hizmetteki muvaffakiyetini bizzat Üstaddan dinlemek arzusuyla yola çıktım. Mâlum çevreler, Konya'da kardeşlerimizi sık sık rahatsız ediyor, karakola çağırıyorlar ve hapsediyorlardı. Şâhit olduğum bir hadiseyi anlatmak istiyorum. Sadullah Ağabeyin ve birkaç kardeşin tutuklulukları devam ediyordu. Konya adliyesinde mahkemeleri görülüp cezaevine gönderilecekleri sırada, Vali Cemil Keleşoğlu'nun özel arabasını gören Sadullah Ağabey, 'İnşaallah araban başını yiyecek' diye beddua etti. Nitekim, 60 ihtilâlinde Cemil Keleşoğlu'nun başına gelenler, o günleri yaşayan herkesin mâlumudur. "Zamanın kutbudur Bediüzzaman!"

Üstadı son ziyarete giderken yanımda Halıcı Fehmi Sürmeci Ağabey vardı. Eskişehir'in Muttalip köyünden hafız yetiştiren Hacı Hilmi Efendiyi ziyaret ettik. Bu zat, Fehmi Ağabeyin şeyhiydi. Birkaç yeğenimiz orada hafızlığa çalışıyordu. Müsaade isteyip ayrılırken 'Şimdi siz nereye gidiyorsunuz?' diye sordu. Biz de, 'Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edeceğiz' deyince, oturduğu yerden ayağa kalktı. Sanki Üstad yanındaymış gibi kollarını iki yana açarak boşlukta kucakladı. Ve 'Karedeşim, ' dedi, 'zamanın kutbudur Bediüzzaman. Selâmımı söyleyin. Bana da dua etsin' diyerek kitaplarını iyi okuyup gösterdiği yoldan kat'iyyen ayrılmamamızı tavsiye etti. Eskişehir'den ayrıldık. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini Isparta'da aynı evde birlikte ziyaret ettik. Üstad çok rahatsızdı. Sesi boğuk çıkıyordu. Konuştuğunu Zübeyir Ağabeyin tercüman olması ile anlıyabiliyorduk. Hz. Üstada Kur'ân hattıyla yazdığım bir adet Beşinci Şua götürmüştüm. Zübeyir Ağabey, 'Üstadım. Bu kardeşimiz Beşinci Şua'yı yazıp getirmiş' dedi. Üstad, yaslanmış olduğu yastıktan, bir delikanlı çevikliği ile doğrularak 'Getirin bakayım!' dedi ve 'Beşinci Şua'yı biraz karıştırdıktan sonra, Tahiri ve Zübeyir Ağabeylere gösterip, 'Tashih edilmiş mi?' diye sordu. 'Tashih olmuş Üstadım' cevabını alınca, Zübeyir Ağabeye işaret ederek bir kalem getirmesini istedi. Sonuna benim için dua buyurdular. Kalemi Üstad eline aldı. Üstadın bileğinden Zübeyir

Ağabey tuttu ve duayı öylelikle yazdılar. Bizzat Üstadın kendi el yazısının bulunduğu 'Beşinci Şua'yı hassasiyetle muhafaza ediyorum. "Teypten Âyetü'l-Kübra'yı dinledim" Üstadın huzurundaydım. Sungur Ağabey, Âyetü'l-Kübrâ bahsini okuyordu. Sesini duyuyordum. Kendisine baktığımda o da benim gibi dinliyordu. Bu defa Üstada baktım. O da başı öne eğik bir şekilde dinliyordu. Hayretler içindeydim. Hâtiften geliyor gibiydi. Kendimden geçer gibi oldum. Ağlamaya başladım. Birden ses kesildi. Risale-i Nur Külliyatı içersinde müstesna bir yeri olan Ayet'ül-Kübra risalesini Sungur Ağabey, teypten okuyormuş. Teybi, ilk defa orada gördüm.Teybin ve radyonun istikbalde Risale-i Nur hizmetinde bulunacağını bizzat Üstadımızın ağzından duydum. Üstadı dünya gözüyle son görüşüm bu oldu. Fakat o aziz Üstad, 'Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz dünyada, birimiz âhirette de olsa, biz, yine beraberiz' buyurmuyor mu? Bu biçare kardeşiniz itiraf ediyor ki, o âli Üstadın himaye ve himmetlerini en basit dünyevi meselelerimizi dahi müşahede ediyoruz. "Sözlerime burada son veriyor, bütün Nur talebelerini o âli ve kadri yüce Üstadın hizmetinin zübde ve hülasası olan ihlâs-ı etemme muvaffak etmesini Cenab-ı Erhamürrahimden niyaz ediyorum."

ALİ İHSAN ÖZYURT 1928'de Ödemiş'te doğdu. Bediüzzaman'ı Isparta ve Emirdağ'da ziyaret etti. Fatih'in hocası Akşemseddin'le alakalı bir eseri vardır. 1993'ün sonunda vefat etti. 6-9-1955 günü öğretmen Mehmet Canyoldaş ve stajyer öğretmen Mesut isimli bir arkadaşla birlikte Isparta'ya gittik. Nur talebesi Nuri Benli'nin otelinde kaldık. Üstadı ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Benli'nin oğlu sabahleyin gidip, Rüştü Çakın Ağabeyi buldu. Rüştü Ağabey de Benli'nin oğluna, Üstada bizzat gitmesini söylemiş. Döndüğünde Üstadın rahatsız olduğunu ve kimseyi kabul etmediğini söyledi. Yanımızda bir de Siirtli zat vardı. O da Üstadı ziyaret etmek istiyordu. Üstadı görmeden geri dönmemeye kat'iyyen kararlıydık. Şayet Üstad Emirdağ'a giderse Emirdağ'a, Eskişehir'e giderse Eskişehir'e gitmeye karar verdik. Bu minval üzere konuşup dururken, Benli'nin oğlu Selâhaddin koşarak geldi ve Üstadın bizi on beş dakikalığına kabul edeceğini bildirdi. Kalktık ve o zamanki ismi Dere Sokak olan sokaktaki Üstadın kaldığı eve gittik. "Manevi

hastalığı

varsa

Hastalar

Risalesi'ni

okusun" Önce Siirtli zat girdi ve meselesini söyledi. Üstaddan hasta olan kızı için okuyup muska yazmasını istedi. Üstad da, cevaben, 'Kardeşim, onunla hastalık geçmez. Şayet manevî bir hastalık varsa, Hastalar Risalesi'ni okuyun. İnşaallah geçer' dedi. Siirtli zat Kürtçe konuşmak istedi. Ancak Üstad, 'Ben Kürtçe bilmiyorum' dedi ve konuşmadı. "Öğretmenlikten ayrılma" Siirtli zattan sonra Canyoldaş, meselesini anlatmaya başladı. Öğretmenlik mesleğinde çok sıkıntı çektiğini, kendisine huzur vermediklerini ve namazlarını kılamadığını söyledi. Üstad Canyoldaş'a cevaben; 'Sen öğretmenlikten ayrılma kardeşim, devam et' dedi. Mesut'un da ne iş yaptığını sorup, öğretmen olduğunu öğrendikten sonra şöyle dedi: 'Sen de öğretmenlikte devam et, kardeşim. Çocuklar istikbal için büyük bir sermayedir. Onları terbiye etmek bizim vazifemizdir. Kat'iyyen öğretmenlikten ayrılmayın.' Sonra da bana döndü ve 'Sen ne yapıyorsun kardeşim?' dedi. Ben de, İstanbul'da Arapça tahsil ettiğimi ve Risale-i Nur okuduğumu söyledim. Üstad 'İyi, kardeşim, Risale-i Nur'da Arapça var' dedi ve Hüsrev Efendi ile görüşmemi söyledi. Yirmi-yirmi beş dakika kaldıktan sonra gidip, iki-iki buçuk saat kadar da Hüsrev Efendi ile konuşup İzmir'e döndük. İlk ziyaretimiz böyle olmuştu.

"Şualar'ı müdafaa eden savcı" İkinci ziyaretim de Emirdağ'da oldu. 1960 yılı, 16-17 Şubat'ında İstanbul'da yeni tab edilen Şuâlar mecmuasını takdim etmek üzere üç arkadaş Emirdağ'a gittik ve Şuâlar'ı Üstada takdim ettik. Çok memnun oldular. O sırada Mersin savcısından, kendisine hakaret eden bir adam hakkında takibat açmak için, Üstaddan müsaade isteyen bir mektup gelmişti. O mektuptan bahsetti. Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle demişti: Kardeşim, madem Şuâlarla yayıldı. Artık bundan sonra Risale-i Nur tamamen yayılacak. İşte, bakınız tevafuka. Bugüne kadar savcılar benim aleyhimde iken, şimdi benim lehimde hareket ediyorlar.' Soyismini hatırlayamadığım Mustafa isminde bir savcı, Mersin'de mahallî bir gazetede Üstada hakaretvarî bir yazı yazan adam hakkında dâvâ açacağını ve kendisinin izninin olup olmadığını soruyordu. Bu hadiseden bahsederek, Şuâlar'ın çok tesirli olduğunu, Risale-i Nur aleyhinde bir durum olmayacağını ve Şuâlar'ın bunu önleyeceğini söyledi. Savcının mektubunu da bize göstermişti. Zübeyir Ağabeye, 'Kardeşim Zübeyir, getir şu mektubu, görelim' demişti. Biz daha fazla kalmadık. Zaten Nur talebelerinin Üstadlarını ziyaretleri uzun sürmez, hizmete müteallik meselelerini görüştükten sonra hemen ayrılırlardı. Bu arada bazı şeyler da söylemişti. Fakat şimdi

hatırlayamıyorum. Ancak elini öptüğüm zaman, başımdan öperek 'İhsân'ım, ihsanımın içindesin' dediğini hatırlıyorum. "Biz Emirdağ'dan döndükten sonra, 22 Şubat hadisesi oldu, ortalık karıştı. Biz Emirdağ'dan ayrıldıktan 40 gün sonra Üstad Isparta'ya gitti. Hükûmet Emirdağ'da oturması için ısrar ediyordu. Ancak o dinlemedi, Urfa'ya gitti ve ebediyete göçtü. Allah gani gani rahmet eylesin."

FAHREDDİN SAYI 1936'da Van'da doğdu. Saatçilikle meşguldür. Üstad Bediüzzaman'la ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor: 1956 senesinin 25 Kasım'ında Üstad Hazretlerini Isparta'da ziyarete gitmiştim. Gelenleri, Üstadın rahatsızlığı dolayısıyla yanına bırakmıyorlardı. Ben Van'dan ayrılırken, Hüsrev Altınbaşak'a gitmemi söylemişlerdi. Orada, 'Üstadı ziyarete geldiğini kimseye söyleme' demişlerdi. Doğruca Isparta'da Hüsrev Altınbaşak Ağabeyin evine gittim. Kapıyı çaldım, fakat kimse çıkmadı. Beni gören bir kadın, 'Oğlum açmıyorsa, demek ki açmayacak' deyince, me'yus bir şekilde geri döndüm. O an çok korkmuştum. Üstadı görmeme korkusu beni iyice heyecanlandırıyordu. "Heyecandan titremeye başladım" Daha sonra oradan ayrılıp camiye gittim. Cami müezzini halıları temizliyordu. Müezzinden Üstadın evini sordum. Müezzin bir an durakladı, söylemekten

korkuyordu. O anda karşıda bir asker gördük. Asker, 'Üstadın yanına gidiyordu. Müezzin askeri çağırdı, askere, 'Bak,' dedi, 'bu da sizdendir. Üstad Hazretlerini soruyor.' Sonra askerle beraber Üstadın evine gittik. Bir anda gönlüm öylesine sevinçle doldu ki, heyecandan titremeye başladım. Eve gittiğimizde Hüsnü Bayram ve Ceylan Çalışkan bizi karşıladı. Ceylan Çalışkan'la beraber Üstad Hazretlerinin odasına girdik. Üstad Hazretleri somyasında uzanıyordu. Bizi görünce kalkıp oturdu. Ellerini öptükten sonra bana yer gösterdi ve oraya oturdum. Üstad benden Van'daki Nur talebelerinin durumlarını sordu. Ben de cevaplar verdim. Biraz konuştuktan sonra Üstad Hazretleri elini Ceylan Çalışkan'ın omzuna atarak, 'Dağlarda fedâkâr ceylanlar bulunur, bu da benim fedakâr bir Ceylan'ımdır' dedi. Vakit öylesine geçmişti ki, onun huzurunda olmanın verdiği zevk her şeyi unutturmuştu. 'Belki bir daha göremem' diye Üstadı zevkle dinliyordum. Üstad, 'Ben Van'a gelip kalenin başında, medresemi kuracağım. Adnan Menderes medresem için elli bin lira ayırdı. Fakat azdır diye ben kabul etmedim' dedi. Bir hayli konuştuktan sonra Üstad, bende Risale-i Nur'lardan bulunup bulunmadığını sordu. Ben de, yanımda Asâ-yı Musa ve Sözler'in bulunduğunu söyledim. Bunun üzerine Üstad Hazretleri çok sevindi.

"Risale-i Nur okuyan, beni görmüş olur" Bu arada Ceylan Çalışkan Üstada, benim için 'Kitap verelim mi?' diye sordu. Üstad, O asker olacak. Ancak farz namazlarını kılabilir' dedi. Ben Üstada sordum: Üstadım sizi bir daha ne zaman görebilirim?' Üstad, 'Ne zaman Risale-i Nur'ları okursan, o zaman beni görürsün, daha buralara kadar gelmeye lüzum yoktur' dedi. Daha sonra Üstad Hazretleri ellerini açıp dua etti. Benim boynuma sarıldı. Ben de ellerini öperek, dualarını aldım ve yanından ayrıldım. Üstadın evinden çıkarken, Üstad Hazretleri Ceylan Çalışkan'a: Götür, Hüsrev'i görsün' dedi. Beraber Hüsrev Altınbaşak'ın yanına gittik. Ceylan Çalışkan beni bırakarak ayrıldı. Hüsrev Altınbaşak nereye gideceğimi sordu. Ben de İzmir'e gideceğimi söyledim. O da bana Mustafa Birlik'in adresini verip ilaç istedi. "Oradan ayrılarak İzmir'e gittim. Mustafa Birlik'i buldum ve yazıyı verdim. Bir gün onun yanında kaldım. Daha sonra ayrılarak askerî eğitim yeri olan Narlıdere'ye gitmek

üzere ayrıldım."

NİYAZİ TEKİN 1928'de doğdu. Giresun ili, Tirebolu ilçesi, eski Harzıt (Doğankent) bucağının Doğmuş köyündendir. "İleri gazetesine abone olsunlar" Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğim tarihi pek hatırlamıyorum. Zannederim 1956'larda olsa gerek. Sonbahar aylarında Diyarbakır'dan Isparta'ya geldim. Boyacı Rüştü Çakın Efendiyi buldum. O da beni başka bir zata gönderdi . Onu da buldum, ona kendimi tanıttım. Üstadımızı ziyaret için geldiğimi söyledim. Beni güler yüzle karşıladı ve içeri aldı, bu arada bana çay ikram etti. Çaylar tazelendi, o esnada sohbete daldık. Tahminen bir saat oldu olmadı bilemem, bu esnada birisi geldi, 'Kardaşım Üstad seni istiyor' dedi ve gitti. On beş dakika sonra geldi. O zaman pek ziyaretçi kabul etmiyormuş, ama yine bana tebessümle 'Ziyaretin kabul oldu' dedi. Nasıl ziyaret edebileceğimi bana tarif etti. Beraberce gittik, ahşap bir eve girdik. Zübeyir Gündüzalp Ağabey bizi buyur etti. Hazret-i Üstadın yüce huzuruna girdik. Üstad bir divan üzerinde oturuyordu,

evrad okuyordu. Oturmamızı işaret buyurdular. Diz çökerek oturduk. Az sonra evradı bitirerek, kitabı kapattı ve bana dönerek 'Hoş geldiniz' dedi. O anda eline kapanarak öptüm, beni iki tarafımdan öptü. Nereden geldiğimi sordu. 'Diyarbakır'dan' dedim. Sevinerek Diyarbakır'a ait bazı şeyler sordu. Tekrar ne zaman döneceğimi sordu. 'Birkaç gün buralarda kalacağım' dedim. Bana erken dönmemi tavsiye etti. O zaman Sözler yeni harflerle ilk defa basılıyordu. Eskişehir'e ve Ankara'ya uğramamı, Atıf Ural'ı görmemi söyledi. Sözler'le Lem'alar'ın basım işinin geciktiğini, merak ettiğini söyledi. Hazır kitap varsa alıp Diyarbakır'a götürmemi söyledi. Bana Antalya'nın Demokrat İleri gazetesini gösterdi. Bunda neşredilmiş Risale-i Nurlar vardı. Bana bir İleri gazetesi verdi, 'Diyarbakır'a götür, Mehmet Kayalar'a ver, bunu okusunlar, bu İleri gazetesine abone olsunlar' dedi. Hazret-i Üstadın huzurundan, büyük bir mânevî sevinç ve huzur içinde ayrıldım. Bir gece Isparta'da otelde kaldım. Ertesi gün Eskişehir'e uğradım. Oradan da Ankara'ya geldim. Atıf Ural'ı ve Mustafa Türkmenoğlu'nu buldum. Üstadımızın emirlerini aynen onlara söyledim. Bu esnada iki kitap geldi. Bunlar ilk defa çıkmıştı. "Sözler ve Lem'alar'ı getirdim. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a aynen Üstadımızın tavsiyelerini söyledim. Kitapları ve İleri gazetesini verdim, o da beni cemaate göstererek Üstadımızı ziyaretten geldiğimi anlattı."

H. KÂMİL OKUR 1925'te Nurs'ta doğan H. Kâmil Okur, Üstadın amcası Hacı'nın oğlu Molla Davud'un oğludur. 1988'de vefat etti. "Üstadı Nurs'a dâvet ettim" Mevsim ilkbahardı, herhalde 1956'da idi. Nurslu Hacı Fadıl Dalar'la birlikte Isparta'ya gitmiştik. Günlerden Perşembe ve sabah saat dokuz sıralarıydı. Gittiğimi ev iki katlıydı. Zile basınca bize kapıyı merhum Zübeyir Gündüzalp açmıştı. Üstadı ziyaret için geldiğimizi söyleyince bize Üstadın hasta olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini bildirince, biz, 'Git, Üstada söyle, Nurslu Molla Davud'un oğlu H. Kamil Okur sizi ziyaret etmek istiyor' demesini söyledik. Üstad, 'Hemen gelsinler' diye haber göndermişti. Nurs'tan Üstada bazı hediyeler getirmiştim. Bir çift yün çorap, iki kilo kadar bal, bir tepsi de Bitlis'in gözbestik dedikleri balla karışık ceviz içi ile yapılan bir tatlı çeşidi, bunu da Nurs'ta yaptırmıştım. Bu hediyeleri evin alt katına bırakmıştım. Üstadı ziyaret edip ellerini öpmüştük. Memleketteki İslâmî durumları sormuştu. 'Köyde kimler

var, kimler yok?' diye sorunca hayatta olanları anlatmıştım. Kendisine yapılan suikastlardan ve kaç defa zehirlediklerinden bahsetti. Demokratların kendisine yardımcı olduklarını ve Adnan Menderes'ten sitayişle bahsetti. Gurbete çıktığından beri hiçbir kimsenin hediyesini almadığını söyleyince memleketten, Nurs'tan kendisine hediyeler getirdiğimi söyledim. Bunları, Nurs'tan olduğu için kabul etti, bizi bir buçuk saat kadar ziyaretinde koydu. Sonra trenin hazır olduğunu ve hemen gitmemizi söylemişti. Bana harçlığımı sordu, 'Vardır' dediğim halde bana dört buçuk lira para verdi. Elli kuruşu yiyeceğe verebileceğimi söyledi. Ben de elli kuruşla nasıl idare edebileceğimi düşündüm. Ben bu düşüncedeyken, 'O parayı yemek için değil, teberrük olarak verdim' demişti. Burada on gün kadar kalıp, her gün onar dakika ziyaretine gelmek istediğimi söyledim. Bu kadar müsaade olunduğunu bildirdi. Üstaddan teberrük olsun diye bazı şeyler istedim. Bana bir namazlık, bir takke, bir iç atlet, bir gömlek, bir de sarık verdi. Bana götürebilirsen bir de yorgan verebileceğini söyledi. Yorganı götürebilecek bir kuvvetim olmadığını söyledim. Kendisini Nurs'a davet ettim. Bunun imkânsız olduğunu, daha görüşemeyeceğimizi anlatmıştı. Hakikaten de görüşemedik. Üstadla vedalaşıp eşyalarımızı bir dükkâna bırakmıştık.

Dükkâncı, İslâm yazılı bir kitap okuyordu. Kendisiyle tanıştık. Üstadı ziyaret için geldiğimizi söyledik. Üstadın akrabası olduğumuzu söyleyince, bizi kucakladı, kahve içtik, sonra beraber namaza gitmiştik. Namazdan sonra yine sohbet ederken, bir Nur talebesi geldi, Üstadın, beklemeden gitmemizi söylediğini bildirmişti. Kalkıp beklemeden trene ulaşmıştık. Tren hemen hareket etmişti. Biletlerimizi bile trenin içinde almıştık. "Daha eskiden de, 1942 senelerinde Üstadla birlikte mektuplaşmıştık. Ben o zaman Çankırı'da askerdim."

SUAD ALKAN 1940 yılında Denizli'de doğdu. Talebelik yıllarında Bediüzzaman'la müşeref oldu. Suad Alkan, Bediüzzaman'ı talebelik yıllarında ziyaret etmiş. Bu ziyaret hatırasını kendisi kaleme aldı. Onun ifadesini aynen takdim ediyoruz: "Beni Bediüzzaman'a götürünüz" 1956-1957 yılında ve 16 yaşında, çevremin maddî ve mânevî baskısından sıkılıp, okumak üzere Isparta İmam-Hatip Okuluna kaçtım. Giriş imtihanını kazanamadım. Fakat Müdür Beye çıkıp 'Kazanamamış olsam da okula gireceğim, yoksa intihar edeceğim. Ben okumak için yola çıktım, bir daha köyüme dönmem' dedim. Okul Müdürü Hayri Yavru Bey; talebimdeki hissiyatla karışık ciddiyeti, nazar-ı itibara alıp, 'Peki kaydetsinler' dedi ve okula girdim. Çallı Mustafa Öztürk, Burdurlu Mustafa Çetin ve yeğeni gibi ileri sınıftaki bazı talebelerle kirada oturuyorduk. İlk defa kış gecesi ısınmaya gittiğimiz odalarında, elinde 'Risale-i Nur Nedir?' başlıklı iki sayfalık bir bülten bulunan

Mustafa Çetin'den Bediüzzaman ismini duydum. Ve hemen 'Beni Bediüzzaman'a götürünüz' dedim. Zihnim bu isme takılmış kalmıştı. 'Olmaz, senin aklın böyle şeylere ermez, Bediüzzaman seni kabul etmez' dediler. O sıralar okula seherde gidiyorduk. Kış mevsiminin gündüzleri çok kısa olduğundan okula giriş zili şafak sökerken çalardı. Bir gün evden yalnız çıktım. Hapishanenin altındaki yoldan İstasyon Caddesine sapacağım kavşakta, elektrik direğinin dibinde siyah sakallı, küçük yüzlü, lâcivert pardesülü bir şahıs gördüm. Yanılmıyorsam bu karşılaşmayı normalin dışında bir tarz olarak telâkki ettiğimdendir ki, fazla insanlarla konuşmak meşrebime uymadığı halde ondan nereli ve niçin burada bulunduğunu sordum. 'Vanlıyım, Bediüzzaman'ı ziyarete geldim' dedi. Kalbime küçücük bir sadakat ve fedakârlık mührünün vurulduğunu hissetim. Küçük dünyamda Van’la Isparta arası, bugünkü muhayyileme göre Şam'la Londra arası gibiydi. Taaccübümü içime gömerek mektebe gittim. "Üstadla arabaya giderken selamlaştık" Aradan bir kaç ay geçti. Başka, ama bir bahar sabahı gene okula giderken ve gene sokakların tenha olduğu saatlerde aynı kavşağı dönüp otuz adım girdim ki, arkamdan bej renkli bir otomobil geliyordu. Yanımdan geçerken içine dikkat ettim; şoförün arka kısmında çok yaşlı ve değişik kıyafetli, beyaz benizli , sakalsız, saçları sarığının dışına taşmış bir zat bana bakıyor ve sağ elini başına kaydırarak selâm veriyordu. Nasıl mukabelede

bulunacağımda bir an tereddüt ettim. Bir yandan kendimi toparlamaya çalışarak, diğer yandan çantasız elimi göğsüme kaldırmaya çalışarak, başımı eğerek selâmlaşmış oldum. Kalbime ikinci bir nur noktası daha konmuştu. Şoför ve yanındaki gençler dikkatimi çekiyordu. Isparta'da, hele baharda, seher müthiş tecellilere mazhar oluyor. Şehri çevreleyen gül bahçeleri bütün Isparta'yı gül kokusuna bürüyor. Bej renkli araba, gözlerimin teslim olmuş bakışları içinde gül kokularına karıştı... İleri sınıflarda Zekeriya Kitapçı adlı bir ağabeyimiz vardı. Sık sık Üstadın evine gittiğini duydum. Ona da rica ettim, 'Beni oraya götür, beni görüştür' dedim. Galiba duyulmaktan çekiniyordu. Dileğimi yapamadı. Sonra Osman Kara'nın beni Üstada götürebileceğine gözüm kesti ve ona da müracaat ettim. Osman Kara sert mizaçlı bir ağabeydi. Gözü de karaydı. 'Peki' dedi ve beni aldı götürdü. Meğer Üstad, oturduğumuz ev ile okulun arasındaki yol üstünde iki katlı bir evde oturuyormuş. Kapı tek kanatlı ve önünde iki basamak... Osman Ağabey zile bastı. Zübeyir Ağabey açtı kapıyı. Ziyaret isteğimizi bildirdik. Zübeyir Ağabey bizi kapının arkasından bir yazıyı okudu. Çok yumuşak, çok sakin ve şefkatli bir sesle, Üstadla görüşmek yerine Risale-i Nur'ları okumamızı tavsiye etti. Üstad ihtiyardı, rahatsızdı. Ziyaretçiler sık sık geliyordu. Zübeyir Ağabey ne kadar sebep söylüyorsa, sanki hiç sözünü anlamıyordum. Demek ki anlamak istemiyordum. Dönmek istemediğimi anlamıştı. Üstada haber vermek üzere beklememizi söyledi, gitti.

"Üstadın huzurundayım" Kabul edilmiştik. Daha 10-15 basamak olan merdiveni nasıl çıktığımı, kilimsiz sofadaki iki kanatlı kapı önüne nasıl vardığımı bilemiyorum. Tüy gibiydim. Kapı açıldı. Gözlerim hemen arkasındaki sedirde yorgana sarılmış vaziyette oturan Üstada takıldı. Heyecanım, onu bir ince sis tabakası arkasında görüyormuşum hissini veriyordu. Elini öptüm. Sedirin ayak ucunda diz çöktüm. Osman Ağabey arkama, kanepeye oturdu. Sedirin baş ucundaki bir ağabey de dedi ki: Kardeşim, Üstadımızın söylediklerinden anlayamayacağınız kısımlar olursa ben tekrarlayacağım.' Üstad zor konuşuyordu. İmam-Hatip Mektebi talebeleri bizim kardeşimizdir. Kahraman Menderes, ......' sözleri kulaklarımda çivi gibidir. Türkiye'nin iman hakikatleriyle ilgisi, Risale-i Nur'ların hizmeti üzerine, bize tam 45 dakika ders vermişti. Sesi çok zayıf çıkıyordu. Zaman zaman 'Anlayamadıklarınızı ben açıklayacağım' diyen ağabey, Üstad susunca anlatıyordu. Ansızın ayağa kalkmış olduk. Üstad da doğruldu yerinden. Sol eliyle sağ omzumu iki-üç kez sıvazlayarak adımı sordu. 'Özen Alkan' dedim. Üstad şöyle dedi. Benim çok sevdiğim bir biraderzâdem var, sana onun ismini veriyorum. Bundan sonra ismini kullanırsın...' Çocuklukla gençlik arasındaki bir yaşta öyle kendimden

geçiyor gibiydim ki, tekrar elini öpüp ayrıldıktan sonra sokağa çıktığımızda bana verdiği ismi bile hatırlayamadım. Dönerken Osman Ağabeye bana ne isim verdiğini sordum. Suad!' dedi. Ondan sonra hep bu ismi kullandım. Özen, sadece nüfus hüviyetimin sayfasında kalmıştı. Tam kırk sene... Merhum pederim, vefatına altı ay kala, beni yeni ismimle çağırmaya ve mektup yazmaya başladı. Yirmi seneden beri talebelik, askerlik ve iş hayatımda ne zaman bir çıkmaz sokağa sapacak olsam, müşkül durumda kalsam, birkaç kere omzuma konan o elin şefkat ve merhametini sürekli olarak duydum. Ciddî bir terbiye vermekten çok uzak kendi ebeveynimin yerine bu mübarek elin geçtiğini idrak ettim. Önceleri mutlak muhalif oldukları halde bilahare Risale-i Nur'ların imdada yetişen bir siyanet meleği gibi koruyuculuk vasfını kabullenen peder ve validemin halinden de bunu anlıyorum. "Tugay Camiinin temel atma merasiminde" 1959 senesinde Isparta İmam-Hatip Okulu üçüncü sınıf talebesiydim. Sıcak bir kuşluk. Şehrin ana caddelerinde askerî cemseler... Merkezî yerlerde, 'Askeri mıntıkada cami yapılacak, bu vesileyle birlik içinde mevlid kıraat edilecek; arzu edenler cemselere binip merasimi iştirak edebilir' diye bir şayia yayıldı. Hususan İmam-Hatip Okulu öğrencilerini mektebin önündeki İstasyon Caddesinden

cemselere doldurup kışlaya götürdüler. Ben de gittim. Geniş bir sahada aralıklı direklere hoparlör bağlanmış, temelin yanında da kürsü kurulmuş. Komutanlar, neferler, talebeler ve halk muhtelif şekilde yer yer sohbet etmekte. Silindir şapkalılar, beyaz şeritli talebe kasketleri, yüksek rütbeli subaylar dikkati çekiyor. Neferden ziyade subay var. Merasim saati bekleniyor. Aralarında sohbet eden gruplar birbirine ikişer üçer mesafede... Herkes ayakta. Hazırlığın sonu... Ansızın bir fısıltı yayılıyor kulaktan kulağa: Bediüzzaman Said Nursî geliyormuş!' Bir tuhaf oluyorum. Korkulan, kovalanan, herkesle görüşmekten menedilen, bilhassa subayların aleyhindeymiş intibaları yayılmak istenen bir zat böyle bir cemiyete nasıl geliyor? Sistemli bir düşünceye ve mantığa bağlı bulunmayan kafamda müthiş bir soru... Başımı fısıltının geldiği yana çevirdiğimde bir de ne göreyim; o kalabalık upuzun muntazam bir koridor şeklini almasın mı? Hayret ve hayranlığımı yenemiyorum. Kalabalığın dibinde bir kolunda Bayram, diğer kolunda Zübeyir Ağabeyler tutmuş olarak sarığıyla, siyah cübbesiyle, yün çorabı ve lâstik ayakkabısıyla, Üstad Bediüzzaman geliyor! Ve ne acaiptir ki, önünden geçtiği her komutan elini kasketine götürerek Üstad'ı selâmlıyor. Bediüzzaman onlara gülümsemelerin en nezihiyle ve elini başına götürerek hafif hafif sallayarak mukabelede

bulunuyor. Ben daha sonra ondan başkasına bakmadım. Temelin yanına vardıklarında yüksek rütbeli bir komutan, 'Hocam, buyurun ilk konuşmayı siz yapın ve ilk harcı siz koyun' dedi. O zaman dünya içime sığıyordu, ama ben dünyaya sığmıyordum. Böyle hissetim. "Üstad Bediüzzaman Hazretleri komutanın bu teklifine karşı teşekkür etti. İlk harcı koydu, fakat ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle konuşamayacağını belirtti. Bunun üzerine bir hatip çıktı kürsüye konuştu. Mevlid okundu. Merasim uzadı. Misafirler ağırlandı."

ALİ HAYDAR MORGÜL 1938'de Rize'nin Pazar kazasının Hisarlı köyünde doğdu. Bediüzzaman'ı 1956'da ziyaret etti. "İstanbul'a geliyorum"

Nur

Talebeleriyle

tanışmaya

İlkokul 5. sınıf sıralarında iken Rize'nin Pazar ilçesine bağlı olan köyümüze Risale-i Nurlar gelmişti. Köylülerimiz bu paha biçilmez eserlere dört elle sarıldılar. Bizim de gün geçtikçe bu mükemmel eserlere ve müellifine sevgi ve saygı hislerimiz kuvvet kazandırıyordu. Bu sebeple ilk etapta İstanbul'a gidip Nur Talebeleriyle tanışmak arzusu bende belirmişti. Büyük bir şevk ile İstanbul'a gelmiştik. Süleymaniye dershanesini bulmamız, tam bir tevafuk eseri idi. Bir gün Küçükpazar'a yolumuz düştü. Buradan Süleymaniye Camiinin minarelerini görünce camide namaz kılmaya karar verdik. Ve oradan Süleymaniye dershanesini soracaktık. İkindi vakti idi. Namaz kıldıktan sonra birisine dershaneyi sordum. O da başka birisine bizi gönderdi. İşte bu ikinci adam, Süleymaniye dershanesinde kalan bir ağabeyimiz idi. Bu zat bize 'Maşaallah, bize geliyorsunuz' diyerek iltifat etti. Artık tanıdığımız

dershaneye sık sık giderdik. Zaten bizim İstanbul'a gelişimizin en büyük sebebi bu idi. Arzuma vasıl olmuştum. "Galip Gigin'le Üstadı görmeye gidiyoruz" O zamanlar yirmi yaşlarında idim. Henüz askerliğe gitmemiştim. Galiba 1956 senesi idi. İstanbul'dan Isparta'ya Üstadı görmek için Galip Gigin ile gitmeye karar verdik. Trenle gittiğimiz Isparta'ya sabah namazında varmıştık. Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânının adresini almıştık. Elimizdeki adrese giderek maksadımızı anlattık. Üstadın evini uzaktan bize gösterdiler. Biz de gösterilen istikamete büyük heyecan ile gittik. Üstadın kapısında bir asker vardı. O da Üstadı ziyarete gelmişti. Bize kapıyı açan Ceylan Ağabey, Üstada haber vermeye gitti. Arkasından Bayram Ağabey bize kapıyı açıp Üstadın müsait olmadığını söyledi. Bu haber bizi üzüntü girdabına attı. Neşemiz gitmiş, ümitsizliğe kapılmıştık. Biz geri dönerken Bayram Ağabey de bizimle beraber çarşıya doğru yürüyordu. Bizim üzüntümüzü görünce bize 'Bu askeri yolcu edelim. Geri döner sizi, Üstadla görüştürürüm' demişti. Bu konuşma bizi kendimize getirmişti. Yine Üstadı görme şevkiyle dolmuştuk. "Risale-i Nur'u okuyan beni on sefer görmüş gibi olur" Askeri yolcu ettikten sonra, biz Bayram Ağabeyle geri döndük. Bu sefer kapıyı Zübeyir Ağabey açmıştı. Ve bizi Üstadın yanına götürdü. İçeri girip mübarek ellerini öptük.

Girdiğimiz oda şimdiye kadarki gördüğümüz odalara benzemiyordu. Apayrı bir görünüşü, bir havası vardı. Üstadın sarıkla oturuşu adeta bir Asr-ı Saadet manzarasıyla bizi karşı karşıya getirmişti. Odasında bal paketleri, çeşitli meyveler asılıydı. Bu durum çok hoşuma gitmişti. Üstadın şu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor; 'Neden bu kadar masraf edip buraya kadar geliyorsunuz? Risale-i Nur'u okuyun. Bir defa Risale-i Nur okuyan beni on sefer görmüş gibi olur. Bütün masraflarınızı benim ödemem lâzım' diyerek cebinden çıkardığı dört tane yirmi beş kuruşun iki tanesini bana, iki tanesini de arkadaşıma verdi. Bu paralardan bir tanesini ben her zaman yanımda taşırım. (Sözün burasında Haydar Morgül'den bize bu parayı mümkünse göstermesini rica ettik. Ve cebine diktirdiği parayı çıkararak bize gösterdi.) "Hem çalışıyor, hem de ibadet ediyorsun" Üstadın ziyaretindeyken seyrediyordum. Üstad,

mübarek

simasını

Ben kimsenin yüzüme bakmasına müsaade etmiyorum' dedi. Bunun üzerine utanarak önüme baktım. Ne iş yaptığımı sorunca, marangoz olduğumu söyledim. "Üstadı ziyaret bizim için en büyük şevk kaynağı oldu" Mecmuaların matbaa paralarını İstanbul'dan Ankara'ya ben götürmüştüm. Bu vesileyle bunu da söyledim. Belki kardeşlerimin bana dua etmelerine sebep olur diye... "Elhasıl, böylece Üstadı ziyaret etmekle arzumuza vasıl

olmuştuk. Bu bizim için büyük sevinç kaynağı idi. Bizim için büyük huzur menbaı idi. Bu benim için hayatımın en tatlı ve kıymetli hatırasıdır. Bu dünyadaki hayatımı bu hatıraların şevki, sevinci ve tesiri altında yaşıyorum." Ali Haydar Morgül tarafından yazılan 1.2.3. ve 4. Lem'aların sonuna Bediüzzaman şu duayı yazmıştı: "Ya Erhamerrahimin, İsm-i A'zam hürmetine ve nüshayı yazan Ali Haydar'ı Cennetü'l-Firdevste ebeden mesud ve hizmet-i imaniyede daimen muvaffak eyle, âmin, âmin, âmin..."

ABDÜLBARİ POLAT (Eski Ağrı Müftüsü) "Üstad bizi teker teker kucakladı" 1957 senesinde Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret maksadıyla iki arkadaşımla beraber Ağrı'dan Isparta'ya gitmiştik. Bulunduğu mahalle gidip, kapısını çaldık. Kapıyı açan şahıs, 'Kimi arıyorsunuz?' dedi. Bizler de Ağrı'dan geldiğimizi ve Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Buna karşılık kapıyı açan şahıs, Üstadın, bir kaç günden beri çok rahatsız olduğunu kimseyle görüşmediğini ve kendisiyle görüşmek isteyenlerin eserlerini okumalarını tavsiye ettiğini söyledi. Biz ısrar edince içeri gitti ve az sonra Üstad Bediüzzaman'la birlikte geldiler, bahçeye indiler. Üstad Bediüzzaman bizleri teker teker kucakladı ve alnımızdan öptü. Ben de Üstadın sağ elini üç defa öptüm. Bana şöyle dedi: Yavrum, şimdi şu kaideleri kaldırmışlar. (El öpme kaidesini söylüyordu.) Bu arada bir asker ziyaret

maksadıyla bahçeye girmiş ve Üstadın talebesiyle konuşuyordu. Üstadın talebesi askerin söylediklerini Üstada nakledince Üstad askere sesli bir şekilde, 'Hele gel, hele gel hemşehriyiz' dedi ve askeri kucakladı. Zannıma göre, asker Üstaddan, çocuğu olmadığı için dua istemişti. Üstadın talebesi bu durumu Üstada iletince, Üstad da, 'Hele gel, hele gel, biz hemşehriyiz' latifesinde bulunarak kendisinin de çocuğu olmadığını söylemek istemişti. "Abdülmecid Efendinin anlattıkları" Isparta'ya Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmek için giderken, Konya'ya uğramıştık. Konya'da bulunan Üstadın küçük kardeşi Abdülmecid Efendiyi de ziyaret etmiştik. Sohbet esnasında Abdülmecid Efendi Üstadla alakalı olarak bir kaç hatıra anlatmıştı: Bir zaman Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesinde Üstad Bediüzzaman, birkaç arkadaşıyla dağın eteğine çıkıp derslerini orada yapıyordu. Bir gün genç Said'in, dağın eteğindeki girintili çıkıntılı yerden yukarıya doğru yuvarlanmaya başladığını, yuvarlanarak dağın dik tepesine doğru gittiğini gördüm. Arkadaşlara dönüp dedim ki: 'Yahu bu ne yapıyor? Yere uzanmış, aşağıdan yukarıya doğru gidiyor. Şayet yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanıp gelse, ne âlâ, neden böyle ters ve acaip bir iş yapıyor?' "Üstadın dut kabı" Yine bir gün bir kaç arkadaşla beraber Van'ın çarşısında dolaşıyorduk. Yolda taze dut satan bir adama rastladık.

Üstad Bediüzzaman, bana hitaben dedi: 'Abdülmecid bu adamdan bize biraz dut al.' Ben de dut almaya gittim. Adam dutu tartarak verecekti. Benden dutu koymak için kap istedi. Ben de 'Kabım yok ki' dedim. Üstada gittim, Üstad bana, 'Sen dutu getir, benim kabım var' dedi. Ben de adamın terazi kefesiyle dutu Üstada getirdim. Üstad gömleğini sol kolunun ağzını iyice açtı, 'Dutu iyice buraya dök' dedi. Ben de dediğini yaptım. Üstad, dutu hem kendisi yemeye başladı, hem de bizlere dağıtmaya başlamıştı. "Abdülmecid benim ihlasımı bozma" Bir gün Üstad Konya'ya gelmişti. Mevlana Camiine gelince bana, 'Abdülmecid öyle acıkmışım ki... Ben ziyaretten çıkıncaya kadar bir çorba getirir misin?' dedi. Hemen eve gittim. Hazır bulunan bir tas mercimek çorbasını alıp getirdim. Mevlana Camiinin kapısında kendisine ikram ettim. Çorbayı içtikten sonra yeleğinin cebinden iki kuruş çıkarıp bana uzattı. Ben, 'Çorbayı para mukabili olarak mı getirdim?' deyince bana şöyle dedi: Abdülmecid al hakkını, bu senin hakkındır. Benim ihlasımı bozma!' "Üstadın mezarının nakli" Ben Üstad Bediüzzaman'ın vefatından sonra yine Konya'ya gitmiştim. Abdülmecid Efendi bir esnafın dükkanında oturuyordu. İçeri girip selâm verdim. Biraz oturduktan sonra, beraberce dışarıya çıktık. Sohbet

ederken Üstadın kabrinin nakliye alakalı olarak bir mesele sordum. Hadiseyi bana şöyle anlattı: Bir gün kapımı çaldılar ve beni alıp karakola götürdüler. Beni götüren bir binbaşıydı. 'Sizinle biraz işimiz var' dedi. Bana bir yere kadar gidip geleceğimizi söyledi. Yanında iki asker daha vardı. Daha sonra hava alanına, oradan da beni Urfa'ya götürdüler. Üstadın kabrinin başına gelmiştik. Kabrin başında kalabalık askerler vardı. Üstadın tabutunu kabirden çıkarmışlardı. Tabutu açıp, Üstadı bana gösterdiler. Ben ağabeyim ve Üstadım olduğunu söyledim. Sonra tabutla beraber beni de alıp, tekrar hava alanına getirdiler. Sonra da önceden hazırladıkları bir başka şehirde, bir başka mezara Üstadı defnettiler.' Abdülmecid Efendiyle sohbet ederken, yanımızda Konyalı Halıcı Sabri Efendi de vardı. Halıcı Sabri Efendi bana dönerek, 'Üstadı defnettikleri yer Isparta'dır. Hocam bu yeri söylemekten korkuyor' deyince Abdülmecid Efendi öfkeyle dönerek: Hayır korkmuyorum. Ben bu kadarını biliyorum. Tahminime göre gömdükleri yer Isparta'ydı' demişti. Bu kısa hatıralarımla 1965 senesinde Üstad Bediüzzaman'la alakalı olarak gördüğüm şu rüyamı da anlatayım: "Bir hastalığa yakalanmıştım. Ne kadar doktorlara gittimse de, bir şifa bulamadım. Ankara'da bir otelde yatıyordum. O gece rüyamda Üstad Bediüzzaman'ı

gördüm. Benim olduğumu yere teşrif etmişlerdi. Bir masanın yanında bana doğru dönüp şöyle söylediler: 'Cesette bir şey yoktur. Cesedi cesed yapan ruhtur.' Bu rüyadan sonra sabahleyin kalktım, Yüksek İhtisas Hastanesine gittim. Zaten oraya yirmi günden beri hep gidip geliyordum. Muayene için yine gittim. Muayene neticesinde doktorlar bana dediler ki: 'Kardeşim senin hastalığın ruh hastalığıdır. Ruh hastalığında, şifayı Allah'tan başka kimse bilemez. Görevinizin başına gidiniz' dediler. Mesele burada bitmiştir. Mucibince amel oluna."

ÖMER ADİL MEHALİFÇİ 1920'de Şam'da doğmuştur. Eskiden Suriye'de hapishane vâiziydi. Daha sonra Mekke, Taif hapishanesi vaizliği yapmıştır. 1957'de Konya'da ikamet eden Halıcı Sabri vasıtasıyla Bediüzzaman'ı ziyaret edip görüşmüştür. "Evinin içi Sahabe evi gibiydi" 1957 senesinde idi. Cenab-ı Hak, ilk ziyaret etmeyi nasip etmişti. Kardeşimle gitmiştik. Kardeşimi Adana'da doktora önce bazı âlimlerden Türkiye'deki allâme, Bediüzzaman Hazretlerini duymuştum.

defa Türkiye'yi sinir doktoruna bıraktım. Daha mücahid-i âzam

Bediüzzaman'a gidip görüşebilmek için Sabri Halıcı'yı tavsiye etmişlerdi. Konya'ya giderek Sabri Halıcı'yı buldum. Konya'da bir gece Pamuk Palas Otelinde kaldım. Ali Ulvi Kurucu'nun dedesi olan Hacı Mustafa Efendi ile görüştüm. Halıcı Sabri, Isparta'da zeytinyağı ve sabun ticareti yapan Süleyman Rüştü Çakın'a hitaben mektup yazdı. Israrla bana on lira vermek istedi. Kabul etmeyince,

kıymetli bir seccade hediye etti. Trenle Isparta'ya giderek kendisine mektup yazılan zatı buldum. Dükkânında Cevşen okuyordu. Bir mektuba, bir de bana baktı. Bana itimad etti. Üstadın evine beraber gittik. Orada Mustafa Sungur ve Ceylan Çalışkan'ı gördüm. 'Üstad Hazretleri rahatsız, ziyaretçi kabul edemiyor' dediler. Mutlaka görüşeceğim. Ya burada öleceğim veya beş dakika dahi olsa, görüşeceğim' diye ısrar ettim. 'Üstada söyleyin, ben buradan gitmeyeceğim' dedim. Gidip söylediler, Üstad izin vermiş, içeri girme şerefine nail oldum. Üstad bir divan üzerindeydi. Yerde bir hasır vardı. Bütün evindeki eşyalar, o günkü para ile yüz lira değerinden daha az ederdi. Bir de demirden soba vardı. Selâmımı aldı, elini başıma koydu. 'Hoş geldin' dedi. 'Sesi çok zayıftı, yakından ancak işitilebiliyordu. Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Ceylan Çalışkan da oradaydı. Ben Arapça olarak hasta olan kardeşimden bahsettim, ona dua etmesini söyledim. Üstad dua edeceğini söyledi. Evin içi Sahabe evi gibiydi. İstese evi altından yaptırırdı. Halbuki yüz-iki yüz lira değerinde, üç-beş parça eşyanın olduğu bir yerdi. Ceylân Çalışkan, 'Ağlama' diye beni ikaz etti.

Ben ziyaretine gelmeden evvel bam başka şeyler hayal etmiştim, hayalimden ap ayrı bir halle karşılaşmıştım. Onun konuşması bana hayat veriyordu. Kardeşimin şifa bulacağını, iyileşeceğini söyledi. Bana Hutbe-i Şamiye, Asa-yı Musa ve Cevşen gibi kitaplardan verdiler. "Üstad bana icazet verdi" Cuma yaklaşmıştı. Çıkarken, Üstad, 'Gel' diye beni çağırdı. Yaklaştım. Başımdan öptü. Ben de elinden, ayağından öptüm. 'Yapma' dedi, müsaade etmedi. 'Şam ulemâsına selâmlarımı söyle, birbirini sevsinler. Allah için birbirini severlerse, Allah da onlara yardım eder. Tesanüdle, muhabbetle birbirlerine bağlansınlar' dedi. Şam'da Ekrad Mahallesinde Hamuleylâ Camiinde imam olan Şeyh Ahmed Akbalizade'ye selâmlarını söyledi. Bana Şam'dan ilk defa kendisini ziyarete gelen bir kimse olduğum için iltifat etti. Üstad bana icazet verdi. Bu hâdise ise şöyle olmuştu: 'Cenab-ı Hakkın sana ihsan ettiği rivayet ve dirayet ilminden bana da ver" dedim Tamam' ded. Elini tuttum. İsteğimi kabul etti. Bana icazet verdi. Bu büyük bir lütuf idi. Cenab-ı Hak, ihlâs sahibi bu büyük zatın, bu gerçek mücahidin takip ettiği yoldan gitmeyi bize, bütün arzu edenlere de nasip etsin. Cenab-ı Hak, bu İslâm ümmetine onun çizdiği cihad yolunda gitmeyi nasip etsin. Daha sonra İstanbul'a ve Adana'ya uğrayarak Halep'e

gittim. Şam'a giderek Üstadın selâmlarını tebliğ ettim. "Kardeşim, Üstadın duası ve himmetiyle iyileşti."

MUZAFFER KÜÇÜKYILDIZ "Asrın müceddidini görmeye geldim" İlk defa 1957 yılının bir yaz mevsimi Üstadı ziyarete gittim. Isparta'da olduğunu söylediler. Bu ziyaretime vesile olan hâdise Şeyhim Abdulvahhab'a olan aşırı bağlılığımdı. Bu bağlılığım esnasında onun hakkında menfî olarak çok şeyler söylüyorlardı. Onu Bediüzzaman'dan öğrenmek için gidiyordum. İlk defa Isparta'da Rüştü Çakın'ın dükkânına gittim. Oradan beni Ceylan Çalışkan Ağabey götürdü, Üstadın evini gösterdi. Evden Bayram Ağabey çıktı. 20 dakika sonra gelmemi istedi. Bu durum üç sefer tekrar etti. En son olarak, gittiğim günün ertesi sabahı saat 8'de gittim. Zübeyir Ağabeyle karşılaştım. O da 20 dakika sonra gelmemi söyledi. Derken en son şişman bir ağabey çıktı. Ona 'Van'dan asrın müceddidini görmeye geldim' dedim. Nihayet içeri aldılar beni. Önce salona girdim. Salondan sağdaki odaya aldılar.

Orada hep duvarlarda peygamberlerin isimleri yazılıydı. Biraz bekledikten sonra Ceylan Çalışkan, 'Gel Üstad seni çağırıyor' dedi. Ben titremeye başladım. Vücudumu heyecan sardı. İçeri girdim, birinci ayağımı içeri attığımda çok zayıf gördüm. İkinci ayağımı atışta ise çok heybetli gördüm. Hemen eline yumuldum, öpmeye gayret ettim. O eliyle işaret ederek 'Otur' dedi. Bana o sırada 'Seyyid Abdulvahhab'ı tanır mısın? Nasıldır? Hasta mıdır? Sağ mıdır?' diye sordu. Ben bu ifadelerdeki mânayı ilk etapta anlayamadım. 'O ne hastadır, ne sağdır, ortadadır kurban!' dedim ve 'Halk Partisinden adaylığını koydu' dedim. Üstad o sıra heybetli bir şekilde eliyle bir şeyi keser gibi sert bir biçimde 'Neyse' dedi. Ondan sonra Erciş Müftüsü ve İmamını sordu. Bunun yanında bazı ağabey ve kardeşleri tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben tanıdığımı söyleyince, 'Sungur! Sungur! Maşaallah, maşaallah bu Muzaffer'dir' dedi. Halbuki o ana kadar ben ne ismimi söylemiştim, ne de bir şey. İsmimi kendisi söyledi. Benim niyetim üç gün orada kalmaktı. Bu arzu ve niyetimi açmamıştım Üstada. Fakat o bana, 'Ben seni üç gün misafir edecektim, fakat ben hastayım, hemen memleketine git' dedi. Yine bir gün memlekette rüyada Üstadın elini öpüyordum. Beş parmağını birden öpüyordum. O heyecanla kalkıp bağırmıştım. İşte bu rüyadan 5-6 ay

sonar rüyadaki gibi Üstadın beş parmağını kendisiyle görüştüğümde öptüm. "Üstadın üç müjdesi" İkinci ziyaretim de Muradiyeli Kamil Acar'la olmuştu. Yine Isparta'ya gittik. O sırada Otelci Nuri Benli'yle karşılaştık. Bize lâtife yaparak 'Yine Hoca Efendiyi ziyarete mi geldin?' dedi. Üstad da Emirdağ'dan arabayla Isparta'ya inmişti. O sıra da Üstadı arabanın içinde görmeye muvaffak oldum ve elini öptüm. Daha sonra yine evde gördüm. Bana, 'Benim canlı mektubumsun. Muradiye'nin küçüğünden büyüğüne kadar hepsine selâmımı söyle' demişti. Ben de bir gün kahvede bağırarak, 'Bediüzzaman'ın Muradiyelilerin küçüğüne büyüğüne hepsine selâmı var' dedim. Gariptir ki, o selâmdan sonra camimizin cemaatı gün geçtikçe daha da çoğalıyordu. O güne kadar az olan cemaat gittikçe çoğalmıştı. O sıra bana ve Kamil Ağabeye dualar etti. Kamil Ağabeye İran'a götürmesi için bazı kitaplardan vermişti. O da götürmüştü. Kamil Ağabey götürdüğünü söyleyince 'Size üç müjdem var' dedi: Birincisi: Şiilerle Sünnilerin geçimsizliği halledildi. İkincisi: Almanya ve diğer bazı devletler Risale-i

Nur'ları kendi lisanlarıyla okutacak. Üçüncüsü: Van'da bir üniversite yapılacak.' "Daha sonra elini öperek ayrılmıştık." El-Fâtihâ! Göçtü, dünya gözüyle görmemek üzere daha, Sağ iken Fatihalar yağdırırdı ervâha... Adını söyleyeyim: Muzaffer Küçükyıldız. Rûhuna el-Fâtihâ!... Mikâil Yaprak

HAMDİ SAĞLAMER 1932'de Samsun'da doğmuştur. İttihad'da, Yeni Asya'da ve Hak Yol İslam Yazacağız isimli şiir kitabında neşredilmiş birçok şiirleri bulunmaktadır. Bize gönderdiği yandaki resmin arkasında şu dörtlüğü okumaktayız. Gerçi bir gölgedir, amma resim bir ömür andırır. Gömülü hatıraları hayallerde canlandırır. Basit bir kartı dost dilinde vesile-i dua olur. İdrake dahi sığmayan saadeti kazandırır. "Bir tokatla yola geldim" Üstadla görüşmemin ilki rüyada, biri de maddî âlemde olmak üzerek iki kısım olup, rüyada görüşmem beni maddî görüşmeye hazırladığı ve ikisi birbirini tamamladığı için bence önemli olduğundan, kısaca anlatmakta fayda görüyorum. "1957'nin Aralık ayı. Gayri İslâmi bir hayatın içindeyim. İslâmiyetin fiiliyatına taallûk eden hiçbir bağım kalmamıştı. Bu hayatın sarhoşluğu yüce Allah'ımızı bile düşünmeme fırsat vermediğinden hayallerim ve duygularım gibi, düşüncelerim de maneviyata

yabanileşmiş bir halet-i ruhiyede, günah deryasında girdaplar içinde döne döne korkunç âkıbetlere sürüklenip giden bir kuru yaprak gibiydim. "İslâmî ve imani ölçülerden bîhaber olduğumdan, bu gidişin dehşetini idrak edemiyor, çıkmaya da gayret sarfetmiyordum. Bu halim git gide çevremden kopmama, günahkârların bana çevre olmasına sebebiyet verdiğinden, bu da gittikçe kötüleşmeme vesile teşkil ediyordu. Bu yüzden bütün hayırlı dostların, hattâ yakınlarımın kurtulmamdan ümit kesip yüz çevirdiklerini görüyordum. Bir gece rüyada işret âleminde idim. Yanımızda uzun boylu, nuranî yüzlü, gayet muntazam, kızıl sakallı, koyu yeşil sarıklı, çok ciddi ve her haliyle hürmete lâyık bir adam geldiğini görünce, gayri ihtiyarî ayağa kalktım ve bizi o halde görmesinden utandım. Orada arkadaşlarımın içinden beni çağırdı ve 'Evlâdım, bu içkiyi, bir daha sakın içme' diye tenbih etti. Ben de, 'Peki hocam, içmem' dedim. O zat da döndü ve gitti. Biz, 'Tamam, hocayı savdık' der gibisinden devam ettik. "Biraz sonra o zat tekrar yanımıza geldi. Fakat ne geliş! O mülâyim ve şefkatli hali gitmiş, yerini şiddet ve celâl almıştı. Gözlerinden sanki lâvlar saçıyor. Hiddetinden yüzü korkunç bir hal almıştı. Yine o topluluktan yalnız bana muhatap olarak, 'Ben sana bunu bir daha içmeyeceksin demedim mi?' deyip enseme bir tokat yapıştırdı. Ben yüzükoyun toprağa gömüldüm. Nefesim kesildi. Nefes alamıyor, boğuluyordum. Uğraştım, bir türlü kurtulamadım. Büyük yemin ederek, 'İçmeyeceğim' diye bağırarak uyandım. Fakat tokadın yeri

çok şiddetli ağrıyordu. Tam bir hafta o tokadın yeri ağrıdı. Âdeta parmaklarının izini ensemde hissediyordum. Ömrümde ilk defa böyle bir tokadın en hak ettiğim zamanda gelmesi ve hayatımın dönüm noktası olması tesadüf gibi bahanelerle izah edilemezdi. "Risale-i Nur'u rüyada öğrendim" O tokatın şevkiyle Müslümanlığa ait meseleleri sormaya başladım. Bu sormalar esnasında Risale-i Nur'a ulaştım. Fakat risaleleri pek anlamıyordum. Risaleleri okuduğum gece rüyamda, nur yüzlü, sarıklı, cübbeli mübarek bir zat, elinde tarif edemeyeceğim bir ışık, elimden tutup zifiri karanlıklardan bilmediğim ve görmediğim yerleri hem gezdirip, hem de risalelerden anlamadığım yerleri izah ediyordu. Bu hal fasılasız iki ay kadar devam etti. Ben risaleleri anlamaya başlayınca o zatı daha göremedim. "Bana rüyada iki ay ders veren Üstadmış" Nur'lara kavuşmamdan yedi-sekiz ay sonra Bafralı Muammer Şenel Ağabeyle Isparta'ya Üstadı görmeye gittik. Galiba Nur boya ticaret diye bir dükkâna uğradık. 'Üstadı ziyarete geldik' dedik mi hatırlamıyorum. Orada oturanlardan birisi, 'Gazi Yiğitbaş ile iki mebus, Üstadı ziyarete geldiler. Üstad çok hasta olduğundan görüşmeyi kabul etmedi. Şimdi geri döndüler' dedi. "O zaman, 'Bütün ümitlerim boşa çıktı' diye çok üzüldüm. Karamsar düşüncelere daldım. 'Koca iktidar partisinden üç mebus

geldi, Üstad kabul etmedi de, benim adım yok, sanım yok, makamım yok, kim tanır, kim inanır, nesin, necisin?' diye düşünürken beş dakika geçti geçmedi, on dokuz-yirmi yaşlarında bir genç kapıya geldi. Bize hitaben, 'Üstad sizi bekliyor' dedi. Ve yürümeye başladı. Biz de apar topar kalkıp peşine düştük. Bir bahçe kapısı önüne gelince, kapı açıldı. Bayram Yüksel Ağabey -Samsun'dan tanıyordumgöründü. Bizi kapıdan içeri alıp, 'Maşaallah, sizi tebrik ederim. Üstad sizi kabul etti' diye bizimle musafaha edip, iki katlı ahşap evin ikinci katına, Üstadın yanına çıkardı. Üstad karyolanın üzerine oturmuş, başında ceviz yeşili bir sarık, sırtında cübbesi, içinde yakasız beyaz bir gömlek, -her halde hastalığından olacak- sırtında yorgan; oturuyordu. "Üstadın şahsını görünce, kendisine bir yakınlık hissettim. Daha evvel sanki çok görmüşüm gibi geldi bana, ama nerede, bir türlü çıkaramıyordum. Halbuki daha önce resmini dahi görmemiştim. Fakat bunları şuurlu bir şekilde düşünemiyor, sadece farkında olmadan hissediyordum. Meğer iki ay, her gece rüyamda bana ders veren, Üstadmış. Aynı kılık, aynı kıyafet, aynı hâlde karşımda duruyordu. Bunu epey sonra anladım. "Seni her sabah burada görüyorum" Bu halette yanına yaklaştım. Daha evvel elini öptürmediğini duymuş, 'Ne olursa olsun, öpeceğim' diye niyetlenmiştim. Eline uzandım, baktım, elini öpmeme müsaade etti. Ben de, 'Elhamdülillah, niyetim oldu' gibisinden bir kenara çekilip oturmak istedim. Üstad, 'Gel kardaşım' dedi ve beni alnımdan öperek kucakladı, yanı

başını göstererek, 'Buraya otur' diye, adeta emretti. O kadar tuhaflaşmıştım ki, odada kim var, kim yok, bilemiyordum. Muammer Ağabey yanımda idi, elini öptü mü öpmedi mi, farkında değildim. Yalnız karyolanın ayak ucuna, kilimin üzerine oturduğunu sonradan gördüm. Üstad bana bir şeyler soruyor, yanında olduğum halde sesini hiç duyamıyordum. Karşımızda duvarın dibinde birisi, 'Size Samsun'daki hizmetlerden soruyor' dedi. Ben de anlattım. Buna benzer tekrar tekrar sorular soruyor, ama fısıltı halinde dahi sesini bile duyamıyordum. Yine duvarın dibinde Hüsnü Ağabeyle Bayram Ağabeyi farkettim. O ânâ kadar odanın içinde onları -yanlarında biri daha vardı- fark edememiştim. Konuşmamız sual-cevap sürerken sesini -yakın olduğumuz halde- hiç duyamamam Hüsnü Ağabey tarafından -uzak olduğumuz haldetekrarlanması üzerine içimden, 'Üstad konuşamıyor da bunlar kendilerinden mi söylüyor?' diye geçti. Üstad yatağın içinde iki dizinin üzerine gelerek, diklenip pürüzlü bir sesle konuşmaya başladı. 'Daha evvel sen buraya hiç geldin mi?' dedi. Ben de 'Hayır Üstadım, hiç gelmedim' dedim. "Fesubhanallah, fesubhanallah' hayretini ifade ederken, elini yükseklerde gezdirerek yüzlerce dönüm meydanı içine alacak bir daireyi çizer gibi gösterirken 'Seni her zaman sabah derslerinde burada görüyorum' dedi. Üstad bunları söylerken, çok büyük bir meclisin daire hudutlarını görüyor gibi, yüz hatları, gözleri çok duygulu, kol hareketleri sert ve gergin, işaret parmağı bir oku andırıyordu. "Seni otuz senelik talebelerimle birlikte

talebeliğe kabul ettim. Abdülmecid, Abdurrahman ve Ahmed Hamdi Savlı'larla duamda dahilsin. Samsun'daki kardeşlere benden çok selâm söyle, ben Samsun'u ikinci bir Isparta olarak kabul ediyorum, gidince benim bedelime Karadeniz ve havalisini gezmenin hizmet bakımından iyi olacağını, benim halimin de buna müsait olduğunu tavsiye etmesiyle, gayrete gelerek kasaba kasaba dolaştım. Gittiğim yerlerde, kabiliyetimin fevkinde İslâmi meselelerle açıklık getiriyor, konuştukça mantıki deliller bulmakta kolaylık görüyor, sabahlara kadar benden çok daha kabiliyetli cemaatleri dinlettiriyordum. Ayrıca bu dini hizmetlere vesile olmak, başımın şiddetli ağrıması, iki kişiyle konuşmaktan aczimi hissettirir bir halden sonra olması, gezmenin benim bedelime olmadığına bana kat'i kanaat verdi. Hattâ bu halin o kadar tekrarını yaşadım ki, hizmetten evvel başka, hizmetten sonra tamamen başka bir hal alır oldum. Ne zaman sıkıntıya maruz kalsam, iyi bir hizmete vesile olacağımı şüphe götürmez bir surette hissediyordum. "Şamlı Hafız Tevfik'in anlattıkları" Muammer Ağabeyle hem gidiyor, hem de sevincimizden uçuyorduk. Eğirdir'i, Barla'yı ve Çam dağını gezecek, Üstadın kaldığı yerleri görüp hatıralarını dinleyecektik. Gerçi Üstadın bize Barla'ya kadar müsaade verdiğini müdriktik. Fakat 'Barla'ya git' demek, 'Çam dağına da gidin' demekmiş gibisinden bahaneler buluyor, ne hikmetse en çok da Çam dağını görmeyi merak

ediyorduk. Eğirdir'e uğrayıp Çilingir Ali ve Hacı Bahri Ağabeylerin müzaheretiyle bazı yerlerini gezip Üstadın hatıralarını dinledikten sonra Barla'ya gittik. Altı kahve, üstü üç-dört yataklı bir otele çantalarımızı bıraktık. Camiye akşam namazını kılmaya gittik. İmam mübarek bir insandı, adeta beni çekiyordu. "Duadan sonra hiç âdetim olmadığı halde ellerine sarıldım ve öptüm. Nereden geldiğimizi sordu. Ben de Samsun'dan Bediüzzaman'ın ziyaretine geldiğimizi, Barla'yı ve Çam dağını gezmek istediğimizi söyledim, çok memnun oldu ve bizi gece saat bire kadar bırakmadı. Kendisinin de Şamlı Hafız Tevfik olduğunu söyledi. Bize Üstadın çok hatıralarından bahsetti, çok feyizlendik. "Yer ayırttığımız otelin altındaki kahvede geç saatlere kadar sohbet ettik. Bu sohbetimiz esnasında Hafız Tevfik Efendi Üstadın kâtibi olduğunu söyledi. Üstadla birlikte bulunduğu sıralardaki bir çok hadiseden bahsetti. Üstada kâtip oluşunu şöyle anlatmıştı: "Üstad Şam'a Cami-i Emeviyede hutbe irad ettiği zaman ben çocuktum ve orada bulunuyordum. Babam âlim bir zattı. Namazdan sonra bana eliyle Üstadı göstererek, 'Bak oğlum, bu zatı iyi tanı, ileride büyük bir hizmette beraber bulunacaksınız' dedi. Aradan zaman geçti, ben Barla'ya döndüm. Garip bir tecellî, Üstadı da Barla'ya nefyetmişler. Barla'ya gelişinde beni görünce yanına çağırdı. Ben de gittim ve bu hizmette beni istihdam etti. Risalelerin yazılması için bende her şey hazırdı. Kâğıt, kalem, her şey koynumda hazırdı. Hattâ yağmura karşı yanımızda şemsiye bulunduruyorduk. Üstad bana âni olarak, 'Kâğıdı

kalemi çıkar' diyordu. Bulutlara bakarak devamlı konuşuyordu. Biz de mütemadiyen yazıyorduk. Hattâ öyle ki, yanlış olacağından korkuyorduk. Fakat sonradan bakıyorduk ki, takatimizin fevkinde yazı hatasız ikmal oluyordu.' "Sohbetimiz devam ederken Hafız Tevfik Efendi bir sigara sardı ve sararken de şu hatırasını nakletti: 'Ben çok sinirli birisiydim. Sinirleniyordum. Hem sigara, hem de çay tiryakisi olduğum için bazen başıma vuruyordu. Bir defasında Üstad yine sinirlendiğimi anladı, bana bir hiddet etti. Alnında sim siyah damar -parmak kadar- dışarı çıktı. Ben o halinden çok korktum. Sonradan bana, 'Ya sigarayı veya çayı bırak' dedi. Ben de çayı terk ettim. Ondan sonra daha hiddetlenmedim.' "Bediüzzaman'ı ziyarete geldik" Sabahleyin sabah namazı için tekrar camiye gittik. Namazdan sonra Barla'yı Çınar ağacını ve medreseyi gezdirdi. Otele döndüğümüzde jandarmalar her şeyimizi toplamışlar, bizi bekliyorlarmış. Apar topar bavullarımızla karakola götürüldük. Jandarma kumandanı başçavuş bizi ‘suçüstü’ yakalamaktan gururla ve sert bir tavırla bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, ara sıra ‘Sizi gidi sizi’ der gibi kafasını sallıyordu. ‘Burada işiniz ne? Buraya neden geldiniz?’ Ben de ayak ayak üstüne atıp, aynı sertlikle ‘Bediüzzaman Hazretlerini ziyarete geldik, onun kaldığı yerleri de geziyoruz’ dedim. Ben istiyordum ki, Üstadı ziyarete gelmişken beni nezarete, yahut hapse atsınlar. Bu hatırayı hayatım boyunca bir iftihar vesilesi olarak taşıyayım. Bu

yüzden sırf işi büyütmek için o tavrı takındığım halde, bana ne bir şeyler sordular, ne de valizimi karıştırdılar. Sanki ben orada yokmuşum gibi Muammer Ağabeyi ahiret sualine tuttular. Sual faslı bitti. Nüfus cüzdanındaki işaretlere baktılar. O bitti, bavul açıldı. Bütün eşyasından tek tek hesap vermek mecburiyetinde bıraktılar. Halbuki benim yanımda nüfus kâğıdım dahi yoktu. “Bu vaziyette üç-dört saat geçmişti ki, içeri bir onbaşı girdi. ‘Araba geldi’ dedi. Başçavuş bize, ‘Araba sizi bekliyor’ dedi. Biz de gittik. Bizi otobüse bindirdiler, geri gönderdiler. Çok istediğimiz halde, Üstadın iznini bir adım bile aşamadan geri döndük. Hem de süngülü muhafızlı.” Hamdi Sağlamer güzel şiirler yazan şair ruhlu bir insan.

SUBHİ TÜREL Bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız? "1926'da Antalya'da doğdum. Ortaokulu bitirdikten sonra çalışma zarureti hâsıl oldu ve liseye devam edemedim. Ancak liseyi ve daha sonra Hukuk Fakültesini dışarıdan bitirdim. 1949'dan beri İleri gazetesini çıkartmaktayım. Evliyim ve iki çocuk babasıyım." "Gençlik Rehberi'ni bastım" Risale-i Nur Külliyatından bazı risaleleri basıp neşrettiğiniz söyleniyor. Hadisenin mahiyetini anlatır mısınız? "İlk defa 1957'lerde merhum Mustafa Ezener ve Rüştü Çakın bana geldiler. 'Gençlik Rehberi'ni basar mısınız?' dediler. 'Hayır, basamam' dedim. Sebebini sordular. Ben de 'Devlet bu hususta hassastır. Adı geçen kitap yasak neşriyat arasındadır. Bu yüzden istediğinizi yerine getiremem' dedim. O zaman bana kaziye-i mahkeme haline gelmiş Yargıtay ilâmı kararı gösterdiler. Karar üzerinde, o senenin tarihi vardı. Karar Yargıtay Genel Kurulunda alınmıştı. Ben o kararı okudum ve hiç kimseye

danışmadan Gençlik Rehberi'ni basacağımı söyledim. Hemen Gençlik Rehberini'nin basım işlerine başladım. Hattâ gazetede tefrika suretinde Hanımlar Rehberi ve Hutbe-i Şamiye isimli kitapları da neşrettim. " "Üstadın zevklendi"

duasını

aldıktan

sonra

hayatım

Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile görüştünüz mü? Bu görüşme intibalarınızı anlatır mısınız? Bir taraftan risaleleri gazetede neşrederken, bir taraftan da, yine merhum Mustafa Ezener ve Rüştü Çakın'ın delâletleriyle Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ziyaretlerine gittim. Üstadı Isparta'da ziyaret edip ellerini öptüm, hayır dualarını aldım. 1957-58 arasıydı. İnanın, Üstadın duasını aldıktan sonra, hayatım renklendi. Beş yıldır evliydim, fakat çocuğum olmuyordu. Üstadın duasıyla Allah bana bir erkek evlât verdi. Üstad Hazretleri bana, 'Kızın olursa adını Zühre koy' demişti. Sonra bir de kızım oldu. Fakat ben unuttum, adını Zühre koyamadım. Sonra Üstaddan özür diledim, ama zannederim, bana gönüllendi. Şimdi çok pişmanım. Keşke kızımın adını Zühre koysaydım; çok, ama çok pişmanım. O ilk ziyaretten sonra sık sık Isparta'ya ziyaretine giderdim. Bazen gidemezsem, Üstad arabasını veya şoförü Mahmud'u gönderir, beni alıp Isparta'ya getirirdi. Bu esnada Nur Risalelerinden altmış-yetmiş kadarını da okumuştum. "Nur'ları okurken yakın çevremdeki insanlar bilmeyerek

Üstadın aleyhinde konuşurlardı. Neden böyle 'menfi' bir kimsenin eserlerini neşredip okuduğumu sorarlardı. Ben de Nur Risalelerinin Kur'ân'ın tefsiri mahiyetinde olduğunu söyler, kendilerine de okumalarını tavsiye ederdim. Böylece birçok arkadaşları yanlış kanaatlerinden kurtarmıştım." "Yapmasan iyi olur" Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile unutamayacağınız bir hatıranız var mı? Bu vesileyle, içimde taşıdığım ve tazeliğini ölene dek devam ettirecek olan bir hatıramı üzerine basa basa anlatmak isterim. Şöyle ki: Beni Üstad Hazretlerine şikayet etmişler. Bir gün yine Isparta'ya Üstadın ziyaretine gitmiştim. Biraz konuştuktan sonra bana şunları söyledi: 'Hakkında şikayetler var. Sen kumar oynuyor, rakı içiyor, bazı geceler de dansa gidiyormuşsun. Doğru mu bütün bunlar?' Ben de kendilerine 'Evet, doğrudur Üstadım' dedim. O zaman bana döndü, 'Sana yapma, etme diyemem, yapmasan iyi olur derim. Yapma dersem, huzur-u mahşerde yapılacak hesaplaşmayı ben üstlenmiş olurum ki, bu Allah'la kul arasına girmek demektir' dedi. Benim şahsi düşüncem de, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ölçülemeyecek kadar muhteşem bir maneviyat sahibidir. Ona izafeten yapılan ithamlar ve hücumlar bir

bilgisizliğin acı neticesidir. "Üstad beş dil biliyordu" Üstad Hazretleri her gün tıraş olurdu. Ben ziyaretlerinde uzun süre diz çöküp oturamazdım. Bana şefkat ve müsamahayla davranırdı. Beni karyolasına oturturdu. Benim kanaatim, Üstad Bediüzzaman birkaç tane yabancı dil bilirdi. Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca ve Rusça konuştuğuna ben şahidimdir. Allah korkusunu ve Marifetullahı, yani Allah'ı bilmeyi insanlara en iyi bir şekilde talim eden en üstün bir mürşiddi. Böyle bir mürşidi tanımayanlar, bana kalırsa çok talihsizdirler. Ben Risalelerden birkaçını bastığım zaman, Türkiye'nin birçok beldesinden tebrik telgrafları almıştım. O zamanki Isparta Valisi Mustafa Bağrıaçık, Üstadı seven ve hürmet eden bir kişiydi. Üstadla görüştükten sonra, Üstadın Cuma namazlarını camide kılması izin vermişti. Ben mübarek kandil gecelerinde, Isparta'ya Üstada tebrik telgrafları çekerdim. Hatırladığım kadarıyla, kullandığım ibareler şöyle olurdu: 'Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine en derin hürmet ve arz-ı takdimle, ellerinden öperek takdim olunacaktır.' Bu tebriklerim aynen ulaşırdı. Üstad iman derslerinde şu parti veya bu parti demezdi. O iman dâvâsına hizmet ederdi. Kur'ân dâvâsına sadakat gösterenler de, onu bulurlardı.

"Eski bakanlardan Celâl Yardımcı ve Tevfik İleri ile Üstad, Eğridir yolu üzerinde bir görüşme yapmışlardı. O zamanlar bu görüşmeyi muhalefet haksız olarak çok diline dolamıştı." (Bu röportajı yapan Sebahaddin Boyacı'ya teşekkür ederim.)

Prof. Dr. HAYRETTİN KARAMAN 1934'te Çorum'da doğdu. Marmara İlahiyat Fakültesi öğretim üyesidir.

Üniversitesi,

"Akıl ile kalbi birlikte ele almıştır" Takriben 1957 yılında Konya İmam Hatıp Lisesinde öğrenci iken merhumu görmek, onunla konuşmak istedim. Bu isteğe tekaddüm eden ve sebep olan hâdiseler arasında, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra şunları kaydedebilirim. "1950'lerde, memleketim olan Çorum'da, aile dostumuz bir manifaturacı, İstanbul'a gidip döndükçe taze haberler getirir, görüştüğü ulemâdan bahsederdi. Bir defasında İstanbul vaizlerinden Urfalı Mahmud Kâmil Efendi'nin, Bediüzzaman merhum için, 'O yeryüzünde bir tanedir' dediğini nakletmişti. Ve bu söz, bende derin bir tesir bırakmıştı. "Tahsil için Konya'ya gidince önce Eşref Edip'in yazdığı biyografiyi, sonra da merhumun bazı eserlerini okudum. Bir yandan okuyor, bir yandan çevremi dinliyordum. Lehte, aleyhte mübalâğalı sözler,

değerlendirmeler vardı. Bu sebeple önce okudum, sonra bir de göreyim dedim. O zamanlar Isparta'da bulunuyordu. Rüştü Çakın isimli bir Isparat'lı bir tacirin dükkanına gittim, haber gönderildi, kabul edeceği bildirildi. Geniş bir avlu içinde iki kat gibi hatırladığım bir evin ikinci katında görüştük. Kendisi rahatsız idi, yatağında hafif doğrulmuş vaziyette bulunuyordu. Yandan sarkan uzun beyaz saçları ve beyaz bıyığı vardı, sakalı yoktu (yüzünü böyle hatırlıyorum). Yanında bulunan talebeleri yüzüne fazla bakmamamı, bundan hoşlanmadığını söylediler; halbuki ben bakmak, görmek istiyordum. Kaçamak olarak baktım. Şu anda hatırlayabildiğim kadarıyla, 'Benim uzun zamandan beri kendisini görmek istediğimi, nihayet bunun nasib olduğunu, beni seher dualarında ismen zikrederek dualarına kattıkları arasında anacağını' ifade etti ve dua etti. Yanımdakilerin ikazı ile kalktım, dışarı çıkınca tebrik ettiler, vedalaştık ve ayrıldım. Merhum hakkında kısa bir değerlendirme yapmama izin verilirse şunları söylemek isterim: Âlim, zeki ve cesur bir zat. Akıl ve kalbi, birlikte ele alarak, tatmin etme, her ikisine birden hitap ederek iman ve itminan sağlama yolunu tutmuş, bu usulde önemli ve faydalı eserler vücuda getirmiştir. Zamanında öyle gerektiği için 'önce iman' meselesini ele almış ve imanı kurtarma yolunda cehd ve cihad vermiştir. Kur'ân-ı Kerimin şakirdliğinde müstakil bir çığır sahibidir. Zemmedilemez. Medihte mübalağa etmek de, doğru değildir. Bilen bildiği kadar söylemelidir. Bugün

onun açtığı çığırda, iman ve irfan yolunda hizmet veren binlerce tâbii, onun emelini devam ettirmekte, defterini doldurmaktadırlar. Allah ona rahmet, iman ve Kur'an'a hizmet yolunda tâbilerine muvaffakiyet lütfeylesin..."

MEHMED ŞÜKRÜ YEŞİLNACAR 1939'da olmaktadır.

Şanlıurfa'da

doğdu.

Ticaretle

meşgul

Taşıyla toprağıyla mübarek olan peygamberler beldesi Urfa, cömertliğiyle ve misafirperverliği ile de tanınan bir vatan burcudur. Urfa'nın bu mübarek faziletini yüzyıllarca evvel burayı da gezen meşhur Seyyah Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde, bu veliler diyarı ve peygamberler menzilini sitayişle anlatmaktadır. Risale-i Nur'ları okuyarak, İslâmî hayatı yaşamaya başladığım için Gaziantep Lisesinden kovularak gittiğimde, Urfalılar bana kucak açmışlardı. Liseyi orada tamamlamıştım. Bu iki senelik Urfa hayatımda, bu aydınlık beldenin nice faziletlerini gözlerimle görmüştüm. Lise hayatımdan çeyrek yüz yıl sonra Urfa'ya gittiğimde, mektepte velim olan muhterem Yeşilnacar Ağabey Risale-i Nur'u tanıyışını ve Üstadı ziyaretini şöyle anlatmıştı: "Allah'a şükür, 1956'larda Nur Risalelerini okuyarak, aydınlanmaya başlamıştık. Daha sonraki 1958 yılında Nur Talebelerinin

Ankara dâvâsı olmuştu. Bu dâvâdan sonra Isparta'ya Üstad Hazretlerinin ellerini öpmeye, nurlu simasını görmeye gitmiştik. Giderken yanımıza bir bavul da kitap götürmüştük. Isparta'da Nuri Benli Ağabeyimizin oteline inmiştik. "Kapılarda bizi gören çocuklar yabancı olduğumuzu anlayarak, 'Hoca Efendiye mi geldiniz, Hoca Efendinin evini mi arıyorsunuz?' diye bize sormuşlardı. "Bizler de, 'Evet' deyince, nurlu Üstad Bediüzzaman'ın evini göstermişlerdi. "Daha sonraları Üstadın bulunduğu Isparta ve Emirdağ'da gezerken geceleyin kaldığımız otele polisler gelerek, 'Tabanca falan arıyoruz' diye bizi alıp karakola götürdüler. Karakolda bize epeyce dayak attılar. Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyarete geldiğimizi söyleyince, 'Siz birbirinizi nereden tanıyorsunuz?' diyerek ayrı ayrı ifademizi aldılar. "Ah! Ah! Şeyhiniz yetişti!" Ben, 'Arkadaşım da terzi, ben de terziyim. İkimiz de Urfalıyız. Urfa'da ikimiz de aynı camiye gidip geliyoruz' dedim. "Ben bunları anlatırken bir taraftan da polisler durmadan ve dinlemeden bizi dövüyorlar ve tartaklıyorlardı. Sonradan nezarete attılar. "Akşam namazını kılıyorduk. Bir polis geldi, dedi ki: 'Eğer şeyhinizin kerameti varsa, sizi bu gece bıraktırır. Bıraktırmazsa sabaha kadar siz görürsünüz.' "Bu tehdidi yaptıktan 10-15 dakika sonra geldi, 'Ah! Ah! Şeyhiniz yetişti' dedikten sonra bizi nezaretten çıkardı. Sonra bir otele götürdüler. Bizleri de bir yere bırakmaması için

otelciyi sıkı sıkıya tembih ettiler. 'Biz sabah gelip, yeniden bunları gelip alacağız' dediler. "Sabahleyin polisler geldiler, bizi alıp mahkemeye götürdüler. Mahkemede ellerimizdeki Risale-i Nur'ları alıp müsadere ettiler. Bizleri ise gayr-i mevkuf olarak serbest bıraktılar. "Isparta'dan çıkışım Urfa'ya olacak" 27 Mayıs ihtilâl senesinin ilk ayına gelmiştik. Üstad Bediüzzaman'ın Ankara, İstanbul ve Konya'ya gidişlerini gazetelerde okuyorduk. Benim de gençlik günlerimin başlarında, artık askerliğim gelmişti. Denizli'ye askerlik yapmak için gidecektim. Bütün yol ve askerlik hazırlığımı yaptıktan sonra evime veda ederek 25 Ocak 1960 tarihinde Urfa'dan ayrıldım, doğru Nur Üstad Bediüzzaman'ın yıllarını geçirdiği, Nur Risalelerinin büyük bölümünü kaleme aldığı, güller şehri Isparta'ya vardım. "Ahmed Demir ismindeki arkadaş da benimle beraberdi. Bu arkadaş ehl-i ilim bir kimseydi. O da askerliğini Isparta'da yapacaktı. "Üstad Bediüzzaman'ın ikametgâhını kolaylıkla bulmuştuk. Ev ahşaptı. Damına üzüm asılmıştı. Bizi Mustafa Sungur Ağabey karşıladı, alakadar oldu. O âlicenap alakası hâlâ gözlerimin önündedir. "Üstad Bediüzzaman'ın huzuruna sevinçle, bayrama gider gibi girmiştim. O mübarek ellerini hürmetle ve gençlik günlerimin hasret heyecanıyla, iştiyakla öptüm. Üstad Hazretleri o zaman somyasında oturuyordu. "Denizli'ye asker olduğumu, askerliğimi yapmak için yola çıktığımı, bu vesileyle buralara, Isparta'ya kendilerini ziyaret edip,

ellerini öperek, feyiz almak için geldiğimi ifade etmiştim. "Üstad Bediüzzaman bana, "Ben seni talebeliğe kabul ediyorum ve sana dualar ediyorum, seni dualarıma dahil ediyorum' diye iltifat etti. "Daha sonra şöyle konuştular: "Benim Isparta'dan çıkışım, Urfa'ya olacak. Bu sözlerimi benim vekilim olarak sen Urfa'ya yaz. Ben çok hastayım, mübarek Urfalılar bana dua etsinler.' "Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin huzur dolu mânevî dünyasından, Nur ikliminden büyük sevinçlerle ayrılarak Denizli'ye gittim. Burada da birliğime teslim olmadan önce merhum Hasan Feyzi Ağabeyin mezarını ziyarete gittim. "Böylece Üstad Bediüzzaman'ın ve Denizli kabristanının mâneviyatıyla dolu olara vatanî vazifeye başladım. "Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri uzun ve bereketli ömrünün çeşitli zamanlarında hep Urfa'ya geleceğinden bahsetmiştir. Tahmin ediyorum, Urfa'ya geleceğini en son bana bahsetmişti. Çünkü mübarek Üstadımız, benim ziyaretimden kırk-elli gün sonra ebediyete göçmüştü. Mekânı ve makamı nurlarla şad ve mesrur olsun."

RAHMİ ERDEM 1938'de Konya'nın Bozkır ilçesinde dünyaya geldi. Bir müddet Yeni Asya gazetesinin Genel Yayın Müdürlüğünde bulundu. "Hayatımda büyük bir çığır" Aziz ve necib Üstadımıza şu bedbaht ve karanlık asırda tebaiyet, muhakkak ki, şereflerin en büyüğüdür. Bütün mesele sadakat ve ona lâyık olabilmektir. Cenab-ı Hak cümlemizi daim etsin, âmin. "Dindar bir ailenin çocuğuyum. 1952 yılında ortaokul talebesi iken kazamızın küçük kitabevinin vitrininde Eşref Edip'in Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk adlı kitabında gördüğüm o kapak resmi bana tesir etmiş, amcama o kitabı aldırmıştım. Diyarbakır'da vatanî vazifesini yapan ve hafız-ı Kur'ân olan dayım Risale-i Nur'ların Kur'ân hattı nüshalarını alıp getirmiş, köyde bana okutmuş, epey malûmat edinmiştim. Dayımın teşviki ile Risale-i Nur'lara bağlanmış, bütün arzumla bu eserlerin yeni harflerle tab'ını bekler olmuştum. "Nihayet 1956 yılında dayım bana Sözler'ın ilk baskısını, Adana Ziraat Meslek Lisesine gönderdi. Hayatımda büyük bir çığır açan Kur'ânî hizmet devri

böylece başlamış oldu. "O âna kadar ailemden aldığım taklidî iman dersleri şuura ve tahkike kalbolmuş, İlahî kulluk vazifesini, zevk ve şevkle ifa etmeye başlamıştım. "Üstadı ziyaretim" 1958 yılında mektepten mezun olunca ziraat teşkilâtına intisap ederek staj hizmetini ifa ederken Hazret-i Üstadı ziyaret etmek, mübarek elini öpmek hasret ve iştiyakı ile Isparta'ya gittim. "Zaten aynı sene mekteple beraber gittiğimiz bu tetkik gezisinde Eskişehir'de saatçi Şükrü Yürüten'in dükkânına uğradığımda, beş dakika evvel Üstadımızın gelip gittiğini duyduğum zaman çok üzülmüş, hasret ve iştiyakım ziyadeleşmişti. "Ahmet Gümüş Konya'dan beni trene bindirdiği zaman çok heyecanlı idim. "Isparta'ya varınca otele indim. Otelin sahibi eski Nur talebelerinden merhum Nuri Benli, bana Hz. Üstadın bir aydır Barla'da olduğunu, bu yüzden otelin ziyaretçilerle dolu olduğunu söyleyince çok üzülmüştüm. "Her ihtimale binaen oğlu Osman ile beni Hz. Üstadın evine gönderdi. Yoldaki küçük çocuklar kemal-i saffet ve samimiyetle, 'Hocaefendimize mi gidiyorsunuz? Gelin, sizi evine götürelim' sözleri tatlı bir hayal olarak hâlâ hafızamdadır. "Biz Hz. Üstadın evine vasıl olmuştuk ki, kapıyı çaldık; merhum Tahirî Mutlu Ağabey kapıyı açtı. O anda Üstadımız arabasıyla evin önüne geldiler. Hürmetle ellerinden öptük. Yanında merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey ile Mustafa Sungur Ağabey vardı. Çok heyecanlanmış ve titremeye başlamıştım. Yüzüne bakmak

istedim. Bakamadım. Bana önce yaşımı sordu. 18 yaşında olduğumu söyledim. Mübarek elleri ile başımı sıvazladı. Herhalde o anda yaşımdan daha küçük görünüyordum. "Sen Nuri Benli'nin oğlu musun?" Konya'dan yalnız Ahmet Gümüş'ü sordu. Ahmet Gümüş o sırada İmam Hatip Okulunda okumasına rağmen, büyük bir mağduriyet içinde, sırf imanî hizmetlerinden dolayı mektep mektep sürgüne gönderilen mazlum ve mağdur bir Kur'ân talebesi idi ve Üstadımızın alâkasını da fedakârlığı nisbetinde çekiyordu. "Üstadımız bana hasta olduğunu, yoksa bir ay yanında alıkoymak istediğini söyleyince, heyecanım son noktasına varmıştı. Artık ne söylediğini anlayamamıştım. "Otelci Nuri Benli Ağabeyin oğluna kim olduğunu sordu. O da Nurii Benli'nin oğlu olduğunu söyleyince Hz. Üstad, 'Acaip, sen bizim Nuri Benli'nin oğlu musun?' dediği zaman çok şaşırmıştım. Buradaki inceliği sonradan öğrendim. Büyük bir vecd ve istiğrak içinde kendimden geçmiş bir şekilde otele döndüm. Otelin terasında oturmuş, düşünüyordum. Ağzı alkol kokan bir adam yanıma yaklaştı sordu: 'Hocaefendiyi mi görmeye geldin?' 'Evet' deyince, 'Ben üç defa elini öptüm, ama adam olamadım' deyip ağlamaya başladı. Bu hale çok duygulanmıştım ki, birden heybetli bakışı, kartal kaşları, gür bıyıkları ve bütün insanlardan farklı görünüşü ile hemen dikkatimi, alâkamı, muhabbetimi celb ve cezbeden rahmetli Zübeyir Gündüzalp yanıma geldi. "Ziyaretin hemen arkasından otele kadar gelmesi, hususî alakasının

neticesi idi. Benimle yarım saat kadar konuştu. Fevkalâde edip ve beliğ bir ifade ile beni âdeta büyüleyen Zübeyir Ağabey, ileride kudsî Kur'ânî hizmetimizde, bize bütün hayatımızda rehber bir şahsiyet olarak gönlümüzde taht kurmuştur. Allah makamını cennet etsin "Çorlu'da bizim Küçük Rahmi" Ziyaret dönüşü Konya'ya geldim. Bir sene sonra vatanî vazifemizi ifa etmek için Çorlu'ya gitmiş, çok büyük bir şevk içinde hizmetimize devam ediyorduk. O sıra alayda bir hadise olmuş, rahatsız edilmiştim. Ispartalı bir er izne ayrılacağını söyleyerek vedalaşmaya geldi. Ben, Üstadımıza hürmet ve selâmlarımı götürmesini söylemiştim. "O erin izin dönüşünde o hadiseden zararsız kurtulmuştum. Üstad Hazretlerinin kapısından içeri girince daha bir şey konuşmadan, 'Hoş geldin kardeşim, Çorlu'da bizim küçük Rahmi ne yapıyor?' demiş, bir âyet-i kerime okuyarak meâlini bana söylemesini emretmiş. O zât hafız olduğu için bana şifahen nakletti, ama not almayı ihmal ettim. Fakat mânâ itibarıyla, hadisemizle vech-i irtibatı vardı. Lâyık olmadığımız halde, manevî himmet ve feyzinin üstümüzde devam ettiğinin delilleri idi. Hâzâ min fadli Rabbî... "1960 yılının başında İstanbul'a bir Cumartesi günü izne geldiğimiz zaman, bütün gazetelerin manşetleri Hz. Üstadın İstanbul'a teşrifini haber veriyorlardı. "Piyer Loti Oteline geldiğimiz zaman otel lobisi ve önündeki meydan mahşerî bir kalabalık içindeydi. İstanbul

çalkalanmaya devam ediyor, zamanın Valisi Ethem Yetkiner gazetelere beyanat vererek memlekette seyahat hürriyeti olduğunu söylüyor, muarızlara cevap veriyordu. "Hz. Üstadın ikamet ettiği odanın yanında bir oda ayırtmıştım. O gün akşamı beklerken âni bir kararla Ankara'ya gitmeye karar vermişti. Otel odasından arabasına kadar refaket etmiş, son defa o aziz Üstadı o zaman görmüştüm. Üstad, şefkat-i İslâmiyenin zirvesinde idi. Kendisini rahatsız etmeye çalışan güruha, 'Ben size dua ediyorum. Siz de bana dua ediniz' sözlerini duya duya arabasına bindirmiş, gözyaşları içinde uğurlamıştık. "Ebedî istirahatgâhına gitmek üzere Urfa yolculuğuna hazırlandığı günlerdi. Bizleri şaşkına çeviren, inanamayacağımız, ihata edemeyeceğimiz bir vefat haberini duyacağımız günler sayılı idi. "Hayatımızın ondan sonraki bölümü aziz Üstadımızın doğup büyüdüğü, ilk tahsilini yaptığı mübarek Doğu Anadoluda geçmiş, Cenab-ı Hak kemal-i keremi ile irademiz dışında kudsî bir hizmette istihdam ederek lûtuf ve merhametini göstermişti."

H. MUHAMMED TÜYLÜOĞLU 1921'de Erzurum Hasankale'nin Tuy köyünde doğdu.. Nur Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını bizlere şöyle anlattı: Memleketimizdeki çermiğe gitmiştim. Çermikte akrabalarımdan üç dört ihtiyar vardı. Elbiselerimi çıkardıktan sonra havuza girmiştim. Dinlenmek için havuz dışına çıkınca Hasankale'de istasyon memurluğu yapan şahıs, zannedersem Said'di. Diğerlerinden daha yaşlı ve yüzü de nurluydu. Bu zat sohbet esnasında diğerlerine bir şeyler anlatıyordu. Etrafındakilere Bediüzzaman'dan bahsediyordu. Ben de dinliyordum.. "Mutlaka Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edeceğim" O esnada bu sohbete konu olan büyük Üstad Bediüzzaman'ı gidip ziyaret arzusu içimde doğdu. Bu arzu gittikçe şiddetleniyordu. Sonraları Erzurumlu Muhammed Şercil Ağabeyi arayıp buldum. 1959 yılında üç arkadaş

İstanbul'a gitmeye karar verdik. Benim fikrim, İstanbul'daki işlerimi bitirdikten sonra gidip Üstadı ziyaret etmekti. Diğer arkadaşların niyetlerin pek bilmiyordum. "Arkadaşlar benden ayrıldılar, ben de Isparta'ya geldim. O sıralarda Üstad Bediüzzaman kimseyi kabul etmiyordu. Benim niyetim ise mutlaka Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edip sohbetini dinleyip, ellerini öpmekti. "Üstadın talebesi Nuri Beyle görüştüm. Çok israr ettim, 'Mutlaka Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edeceğim' dedim. "Gittik, ama Üstad hastaydı. Bahçede epeyce bekledik. Bizi karşılayan kişi Üstadın yanına gidip, haber verdikten sonra, Üstad, 'Yalnız Erzurumlu olan gelsin' demiş. "Böylece kabul edilmiştik, Nurlu Üstad Bediüzzaman'ın huzurlarına. Bize yol gösteren Nur Talebesi Üstadın odasına girdik. İçeride hiç kimse yoktu. Üstad ayakta doğrulmuş bir vaziyetteydi. Cübbesi omuzlarında duruyordu. İçeride mis gibi bir koku vardı. Bu vaziyetten ben çok büyük bir mânevî tesir altına girmiştim. Üstad Bediüzzaman'ın ellerini öperek, yatağın yan tarafına oturdum. Pencerenin kenarında bir kitap duruyordu. "Üstad, bana 'Risale-i Nur okuyor musun?' dedi. "Ben de Erzurumlu olduğumu ve Risale-i Nur okuduğumu ifade ettim. "Üstad hastaydı ve rahatsızdı, bu yüzden fazla kalarak konuşamadık. Daha evvel de kimseyi ziyaretine kabul etmediğini bana söylemişlerdi. Beni Erzurumlu olduğum için ve tâ Erzurum'dan geldiğim için kabul etmişlerdi. "Allah'a şükür, böyle bir İslâm kahramanının ve büyük bir İslâm âliminin ellerini öpmüştüm. Üstaddan ayrıldıktan sonra tekrar otele geldim.

Nuri Ağabeyin otelinde kendisine çok ısrar ettim. Üstadın sohbetine katıldıktan sonra tekrar tekrar o sohbetin lezzetini tatmak istedim. Fakat Nuri Ağabey, bana Üstadın çok rahatsız olmasından dolayı kimseyle görüşüp konuşmadığını söyledi. Kısa bir müddet sonra, bu nurlu ziyaretin lezzetiyle Isparta'dan ayrıldım."

HASAN SAĞLAM 1937' de İnebolu'nun İlişi köyünde doğdu. Hasan Sağlam, İnebolu gibi Müslüman Türkiye'nin düşmandan kurtuluş mücadelesinde iskelelik yapmış, Bediüzzaman'ın mukaddes İslâmiyet davasına gönül vermiş mücahidler kadrosunun bahtiyar beldesine mensuptur. "Ben de dersimi Risale-i Nur'dan alıyorum" 1959 senesinin başında İzmir'de askerliğimi bitirince doğru Isparta'ya, Üstadın ziyaretine gitmiştim. Giderken Mustafa Birlik, Üstada götürmem için altı tane kaşık vermişti. Bu ziyaretim sırasında, Tahirî, Zübeyir, Bayram ve Ceylân Ağabeyler de oradaydı. Nazif Çelebi Amca ile aynı köyden, İnebolu'dan olduğumu söyledi Üstada. Üstad bana harçlığım yok diye para vermek istedi. "Kaşıklar için şunları söyledi: 'Hediye kabul etmediğimi bilir; madem Mustafa Bilir göndermiş, alın, ama para verin. 'Ayrıca Isparta'ya, Üstada vermem için Ahmed Feyzi ve Âtıf Eğemen mektup vermişlerdi. Mektupları Zübeyir Ağabeye, kaşıkları da diğer ağabeylere verdim. 'Param var ' dedim ve Üstadın bana verdirmek istediği

parayı kabul etmedim. "Üstad, 'Kardaşım, bütün suallerinize cevap verecek, müşküllerinizi halledecek Risale-i Nur'dur. Ben de dersimi ondan alıyorum' dedi. Ceylân Çalışkan Ağabey İstanbul'a götürmem için mumlu kâğıt verdi. Bunları Süleymaniye'deki dershaneye bıraktım. "Ziyaretine girdiğimde bir mektup okuyordu. Ziyaretinde yarım saat kadar kaldım. Mektuptan sonra elini öptüm. İzmir'den, Âtıf Eğemen ve Ahmed Feyzi'den selâmlar götürmüştüm. Kendileri de İstanbul'daki bütün Nur talebelerine selâm gönderdi. Bu ziyaretim, Isparta'da Fitnat Hanımın evi olan dershanede olmuştu. İlk anda heyecanlıydım, konuşmalarına intibak edemedim, sonra bütün konuşmalarını anlamıştım. "Gençlerin duası makbuldür" Bana, 'Sizin gibi gençlerin duası makbuldür, bana dua edin' diyordu. Ziyaretten önce de Zübeyir Ağabey bana, 'Sizin gibi gençleri kabul eder' demişti. Daha sonra, ağabeyler beni istasyondan İstanbul'a yolcu ettiler."

Av. GÜLTEKİN SARIGÜL Üstadın ismini ve Risale-i Nur'u 1956 yılında Antalya'da münteşir İleri gazetesi vasıtasıyla duydum. O yıllarda ilk defa olarak Gençlik Rehberi bu gazetede tefrika olunuyordu. Bu tefrikayı takip edip okumuştum. "O zamanlar Antalya'da şimdiki Merkez Bankası binasının bulunduğu yerde bir halk kütüphanesi vardı. Kütüphanenin müdavimleri arasındaydım. İleri gazetesindeki tefrikayı kütüphanede takip etmiştim. "Sıtkı Tekeli'nin anlattıkları" Cenab-ı Hak bir vazifeye namzet kıldığı kulu için, onu hazırlayıcı hadiseleri de birbirine tevafuk ettirir. Bu kabilden kütüphanenin müdürü bulunan, Abdülhamid Hazretleri maarifinde yetişme ve kendisine 'Üstad' diye hitap ettiğimiz Sıdkı Tekeli isminde bir zat-ı muhterem vardı. Kendisinden zaman zaman bazı meseleleri sorar ve mâlumatından istifade ederdik. Bir seferinde bana Kur'ân-ı Kerimin mucizelik vasfını anlatıyordu. Elif Lâm Mim'in

belki kırk bin ayrı mânâsı bulunduğunu söyleyerek, 'Bu zamanda bu mânâları bilse bilse ancak Bediüzzaman bilebilir' diye ilâve etti. Büyük bir merakla Bediüzzaman'ı tanıyıp tanımadığını sordum. Cevaben şöyle dedi: "Bediüzzaman'ı gençlik yıllarından tanırım. Beyazıt Camii dibinde bir kahvehane vardı. Oraya gelirdi. Ben de bazen sohbetinde bulunurdum. Korkunç bir hafızaya mâlikti. Hafızasını tecrübe için bir gün eline o zamanların nâşir-i efkârı Sabah gazetesini verdim. Sabah gazetesi on sayfadan ibaret ve her sayfası da bugünkülerden ebatça büyük idi. "Hazret, gazetenin sayfalarına on dakika kadar baktı ve bana iade etti. Kendilerine merakla, 'Üstadım okudunuz mu?' diye sordum. 'Tecrübe edebilirsiniz' buyurdular. Gazetede yer alan tâli derecedeki haber ve mevzuları sordum. Aynen olduğu gibi aktardılar. Sormakta o kadar ileri gittim ki, gazetenin basıldığı matbaayı da söylemelerini istedim. Hiç yanılmadan matbaanın ismini de söylediler. Böylece gazetenin münderecatını on dakikalık bir zamanda tamamen hafızasına almış bulunduğunu hayretlerle müşahede ettim. Bunun ilmen izahı mümkün mü bilemiyorum.' "Fakülte Mescidinde okunan Risale-i Nur" Merhum Sıdkı Tekeli'nin anlatıkları, Bediüzzaman ve eserlerini tanıma mevzuunda iştiyakımı tahrik etti. 1957 yılı... Ankara Hukuk Fakültesi ikinci sınıfındayım. Fakülteye artık devam etme ihtiyacı duymuştum. Fakülte binasının arka tarafında ona bitişik vaziyette Hukuk Talebe

Yurdu vardı. Yurdun bir odası mescit haline getirilmişti. Mescidin fahrî imamlığı haddim olmaksızın bana tevcih edilmişti. Ramazan ayı gelmişti. İlâhiyat Fakültesi birinci sınıfında Mehmet adında bir kardeşimiz, Ramazan müddetince teravihlerden önce olmak üzere Risalelerden okudu ve izah etti. Muhteva itibarıyla Risaleler hakkındaki intibah mükemmeldi. Daha sonra Mehmet beni merhum Âtıf Ural Ağabeyle tanıştırdı. Âtıf Ural her bakımdan nümune-i imtisal, müstesna bir talebe idi. Kendisiyle ruhen kaynaşıvermiştik. O bana gerçek bir ağabey ve Risale-i Nur'lara intibakta muallim oldu. "Yıl 1958... Nur talebeleri ve Üstad merhum hakkında basında açılan iftira ve tezyif kampanyasının başlangıcı... Buna paralel olarak da devlet, bütün imkânlarıyla, umumi efkâra yanlış aktarılan bu mevzu üzerinde mücadelesini seferber etmişti. Her yer ve belde de Nur talebeleri yakalanıp tevkif ediliyorlardı. Tevkif haberleri matbuatta manşetler halinde yer alıyordu. "Gerek Âtıf Ağabeyde ve gerekse bende bu iftira kampanyasının izalesi istikametinde içimizde yanıp tutuşan bir ateş vardı. Âtıp Ağabey bana bir kitap hazırlamamı teklif etti. Ben de bunu uygun karşıladım. Külliyatın tamamını edindim. Yaz tatilinde tamamını okuyup belki bir deneme mahiyetindeki kitabı hazırladım. Daha sonraları bunun Âtıf Ağabeyin benim külliyatı tam olarak okumamı temin etmek için güzel bir taktiği olduğunu anlamıştım. "Fakülte yıllarında Hazret-i Üstadı her yıl için bir kaç defa ziyaret etme fırsatlarım vardı. Şöyle ki: Sömestri ve yaz

tatillerinde, trenden başka bir vasıta olmadığı için posta treni ile Burdur ve Isparat'ya gelip, icabında bir gece kaldıktan sonra ertesi sabah otobüsle Antalya'ya muvasalat edebiliyorduk. Ankara'ya gidiş de aynı şekilde idi. Neşriyat da Ankara'da yapılması hasebiyle, neşre taalûk eden hususlarda haber götürüp getirme işi benimle yapılabilirdi. "Fakat ağabeylerimizin telkinatı, Üstadın kabul etmediği, Nur'ları okumanın kifayet edeceği merkezinde idi. Ben de bunu ihlâsın icaplarından kabul etmiştim. Üstadı bu düşünce tahtında ziyaret etmedim. "Üstadı ilk ziyaretim" 1959 yılı Ekim ayının sonlarıydı. Yaz tatili bitmiş, son sınıfı okumak üzere Ankara'ya dönecektim. Âtıf Ağabeyin teşviki ile hazırladığım kitabı Üstadın tasviplerine arz etmek fikri geldi. Bu vesile ile de ziyarette bulunmayı uygun gördüm. Isparta'ya hareket ettim. Geceyi otelde geçirdim. Ertesi sabah merhum Mustafa Ezener Ağabeyi buldum. Kendisine durumu arz ettim. Bana hiç iltifat buyurmadı. Bilâkis gayet soğuk karşıladı. Bu ziyaret meselesinden son derece tedirgin oldukları anlaşılıyordu. Bana 'Kardeşim, şu ileride gördüğün birkaç kişi ziyarete gidiyorlar. Peşlerine takıl. Belki görebilirsin' dedi. Peşlerine takıldım. "Üstadın evine yaklaşırken karşıdan telâşlı şekilde öbür âleme ait olduğu intibaını uyandıran bir zat geliyordu: Merhum Zübeyir Ağabey... Kendisini daha sonra tanıyacaktım. Büyük feraset sahibi... Sima itibarıyla beni derhal anladı. Hemen yanıma yaklaştı. 'Kardeşim siz

nereye gidiyorsunuz?' dedi. 'Üstadı ziyarete gidiyorum' dedim. 'Üstadımız ziyaretçi kabul etmiyor, rahatsız. Kusura bakmayın' buyurdular. Hemen ağabeylerimin devamlı telkin buyurdukları ve ihlâsın bir vecibesi olarak kabul edilen husus hatırıma geldi. 'Öyle ise ben kendilerini rahatsız etmeyeyim. Ben acizane bir kitap hazırlamıştım, tasviplerini arz edecektim' dedim ve geriye döndüm. Benim bu tavrım, Zübeyir Ağabeyin belki beklemediği bir hareket tarzı olmuştu. Çünkü ziyarete gelenler kimbilir ne kadar ısrarlı davranıyorlardı. Zübeyir Ağabey hemen akabinden, 'Kardeş! Bir dakika... Üstadımız birazdan Eğirdir'e hareket edecek. Siz şu mescidin yanında durun. Geçerken görürsünüz. Sonra o kitabı yanınızda getirin' dedi. "Hemen otele gelerek kitabı beraberime aldım. Bahsedilen mescide yaklaştım. Üstadın kaldığı evin cümle kapısı elli metre ileride görünüyordu. Birkaç ziyaretçi de kapının önünde duruyorlardı. Kapıya doğru yürüdüm. Zübeyir Ağabey gayet telâşlı bir şekilde dışarıya çıktı. Beni görür görmez, 'Kardeşim, Üstad sizi istiyor' dedi ve beni içeriye aldı. Avluya girer girmez kahverengi bir taksinin hazır vaziyette durduğunu ilk nazarda müşahade ettim. Taksinin yanında emirber nefer gibi duran, başındaki sarığı ve mübarek sakalıyla gayet müşekkel ve heybetli görünen merhum Tahirî Ağabey dikkatimi çekti. Kendisini ilk defa görüyordum. Taksinin sağ arka kapısına doğru yaklaştım. Üstadımız, yorgana sarılı bir vaziyette sağ arka koltukta oturuyorlardı. Arka kapının pencere camı inik vaziyette idi.

Ellerini uzattılar. Eğilip ellerini öptüm. Kendimi tanıtmaya firsat kalmadan hizmetkârlarındam Bayram Ağabey, 'Üstadım! Bu kardeşimiz Âtıf'ın arkadaşıdır. Risale-i Nur'ları okuyor. Bir de kitap yazmış, kitabı size arz edecek. Dershaneye devam ediyor ve Âtıf'la beraber hizmet ediyorlar, şeklinde takdimimi yaptı. Üstad sağ elleriyle, bütün zerratı vücudunda kopup geldiği intibaını veren derin bir şefkatle huzurlarında bulunduğum yirmi-yirmi beş dakikalık zaman zarfında, sol vechemi 'Maşaallah Mâşâallah!" diyerek meshettiler. 'Kitabı verin bana' buyurdular. Kendilerine takdim ettim. Yüzlerine sadece arada sırada kısacık atf-ı nazarla iktifa ediyordum. Bana devamlı bir şekilde çok dikkatli baktıklarını müşahede ettim. Adımı sordular. 'Gültekin' dedim. 'Gülte-kin' diye gayet ağır ve vakur bir şekilde hecelediler. İsmimi belki değiştirir diye bekledim. Fakat bir şey söylemediler. Bir ara sesleri kısıldı. Sadece mübarek dudaklarının kıpırdadığını görüyordum. Söylediklerini anlayabilmek için pür dikkat kesildim. Fakat nafile... Sadece 'otuz' sözünü anlayabilmiştim. Hizmetinde bulunanların ise bu hususta ihtisas kesbettikleri anlaşılıyordu. Nitekim Bayram Ağabey hemen devreye girdi. 'Üstad, seni otuz sene hizmet etmiş bir talebe olarak kabul ettiğini söylüyor' şeklinde meramlarını aksettirdi. Hemen akabinde sesleri açıldı. 'Antalya'da hanım talebeler var. Kendilerine selâmlarımı ilet. Ben seni onlar için kendime vekil tayin ediyorum. Anne ve babanı da duama dahil ettim' buyurdular. "Zekeriya Kitapçı adında bir imam

hatip talebesi de Üstadın yanında bulunuyordu. Bir ara ona hitapla, 'Zekeriya kardeş! Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi beraber tashih edin ve formları bu kardeşimizle Ankara'ya gönderin' buyurdular. "Bana nasip olan bu kısa görüşmeden sonra taksi hareket etti. Mübarek kollarını göğsüne doğru çekerek beni selâmladılar ve ayrıldılar. "Merhum Tahirî Ağabey beni yukarıya buyur etti. Hizmetkârlarının kaldığı odayı sadece görebildim. Çok fakirane bir yaşayışları müşahede ediyordu. Sikke-i Tasdik-i Gaybi'nin basılmaya hazırlanan formlarını beraber tashih ettik. Bana emanet ettiler. Emaneti aldım ve ayrıldım. "Akşam üzeri Ankara'ya hareket edecek posta trenine bindim. Kompartıman ararken Bayram Ağabey çıkageldi. Kitabı geri getirdi. 'Kardeş! Üstadımız, Tarihçe-i Hayat varken şimdilik buna ihtiyaç yok. Bu arada isterlerse Ankara'daki kardeşlerle istişare etsinler. Münasip görülürse neşredebilirler buyurdular' dedi. Ben de 'Üstadımızın dediği en doğru olanıdır ' dedim. Vedalaştık. "Üstadın Ankara'ya gelişi" Üstadın Ankara'ya son iki defa teşriflerinde kendilerini görmek nasip oldu. Ancak izdiham sebebiyle görüşüp ellerini öpmek mümkün olmadı. Son gelişlerinde dershanede kalan talebeleri oteldeki odasına çağırmışlardı. Âtıf Ağabey her nasılsa yukarıya çıkmamıştı. Sordum. Sebebini izah etmedi. Ben de görüşmek isteyenlerin kalabalıklığı ve izdihamı karşısında başkalarını kendi nefsine tercih etmek icap ettiği şeklinde anlayarak,

'Madem sen çıkmayacaksan ben de çıkmayayım' dedim. Meğer Üstad beni sormuş. Tarihçe-i Hayat varken ikinci bir tarihçeye ihtiyaç olmadığını belirtmiş. "İşte benim yönümden herhangi bir imtiyaz bahşetmeyen, ancak Üstad Hazretleri bakımından çok ehemmiyet arz eden hatıratım bundan ibarettir. "Nur'lara sadakat ve liyakat meselesinde herhangi bir iddia sahibi olmadım. Ancak o zamanlardan bu tarafa Cenab-i Hakkın lütfu, inayeti ve istihdamıyla Nur'lar istikametinde bir gayret ve hizmetin içinde bulundum. Son nefesime kadar da inşâallah istihdam buyurur. Bundan daha büyük mazhariyet olamaz.

YUSUF DEHRİ "Aradığını Risale-i Nur'da bulursun" İnsan 15 ile 25 yaşları arasında kendisinde mânevi bir boşluk hisseder. Fıtrî olarak böyle bir boşluğun tatmini için çare arar. Ben de böyle bir hal içinde 15-16 yaşlarındayken kıvranmaya başladım. Kendime mürşid arıyordum. Birçok vilayete gittim, tarif üzerine aradığım mürşidi bulamıyordum. Gemlik'e kadar gittim, yine de tatmin olamıyordum. "Böylece ruhumdaki mânevî boşluğun acısını çekerek bir sarhoşa benzer halimle Beyazid Camiinde öğle namazını kıldıktan sonra aşağıya doğru inerken omzumu yabancı bir el tutuverdi, yüzüne doğru bakınca sanki senelerce beraber ünsiyet etmiş gibi bir sevgi ve bir halvet-i ruhi hissetim. Bana şöyle hitap etti: "Kardeşim aradığını Risale-i Nur'larda bulabilirsin, boşuna yorulma.' Dilim tutulur gibi oldu, 'Sen kimsin, benim aradığımı ne biliyorsun?' diye bir şey soramadım, sadece, 'Risale-i Nur'lar nedir, nasıl bir eserdir, bunları kim yazmış, okursam ne olur? Bunlar nelerden bahseder?' diyebildim. "Kardeşim' dedi, 'bunlar senin aradığından bahseder,

bunları okursan aradığını bulursun. Bunlar iman hakikatlarından bahseder.' "Dedim ki: 'Ben şimdi İzmir'e gideceğim. Orada bu eserlerden bulabilir miyim?' "Evet bulabilirsin' dedi ve İzmir'e Abdurrahman isminde bir kitapçının ismini verdi. Oraya gittim, tarif üzerine kitapçıyı buldum. Adamın çok güzel bir siması vardı. Susayan bir insanın suyu bulunca sevinmesi gibi, ben de bu kardeşimi görünce sanki bütün dertlerime çare bulacak ümidiyle beni bir sevinç aldı ve durumu izah ettim. O da bana ilk olarak Elhüccetü'z-zehra isimli risaleyi verdi. Eseri okumaya başlayınca hakikaten aradığım ruhî boşluğun telafisini o kitapla temin ettim. Beni bir aşk aldı. İmkân dairesinde bu eserlerin bir çoğunu temin ettim. Gece gündüz okumaya başladım, ama yine de ruhumda bir boşluk hissediyordum, tam tatmin olamıyordum, olmayışımın sebebi de bu eserlerin müellifini görüp ondan şifaen ilâç almaktı. Bu şekilde bir kaç sene çırpındım. O zamanlar Üstad Bediüzzaman, Barla nahiyesinde ikamet ediyordu. "Bu arada Ankara'ya geldim. Et Balık Kurumuna girdim, bir sene çalıştıktan sonra bir hafta kadar mazeret izni aldım. Arkadaşım İsmail Kuzucu ile birlikte Üstadı ziyarete gittik. Bu arada Risale-i Nur talebeleri yazıya çok önem veriyorlardı. Ben de kardeşlerimin ve ağabeylerimin teklifiyle eskimez yazıyı öğrenmiştim ve bir Gençlik Rehberi yazmıştım. Onu yanıma aldım ve Bediüzzaman'ı ziyarete gittik. "Üstad ay gibi parlıyordu"

Akşamleyin Isparta'nın Eğirdir kazasında kaldık ve sabahleyin kayıkla Barla yoluna geçtik. Bediüzzaman'ın kaldığı evi aradık bulduk ve kapıya dayandık. "Kapıyı çalınca karşımıza Zübeyir Ağabey çıktı ve 'Kardeşlerim Üstad hastadır, ziyarete müsade etmiyor' dedi. "O anda sanki mânevi telefon gelmiş gibi hemen içeri koştu, biraz sonra tebessüm ederek geldi. 'Kardeşlerim, buyurunuz, geliniz' dedi. "Büyük bir heyecanla içeri girdik ve Üstad, yatak içerisinde oturmuş, başına sarığa benzer bir bez sarmış, beyaz bir cübbe giymiş, sanki ay gibi parlıyordu. Yanına vardık, elini öptük ve gösterilen yere oturduk. Bize ne söyleyecek bekliyorduk. Baktı ve elini uzatarak, 'Kardeşlerim beni görmek isteyen, eserleri, Risale-i Nur'ları çok okusun. Ben bütün fikrimle beraber eserlerde mevcudum' dedi. Böyle bir kaç kelâm ettikten sonra, bilhassa sünnete son derece ehemmiyet vererek tatbik etmemizi ve sünnetin en küçük adabını büyük bir emr-i İlâhi gibi tutmamızı tavsiye etti. Namazları vaktinden evvel hazırlıklı karşılamamızı, yani namaz vaktinden önce abdestli olmamızı, namazı abdestli karşılamamızı bize tavsiye etti. Münferit yaşamanın çok zararlı olacağını, Müslümanların cemiyet halinde yaşamasının çok önemli olduğunu, ibadeti ve dinî müzakereleri cemiyet halinde yapmanın, yani dershaneler halinde yapmanın çok lüzumlu olduğunu, böyle yerlere devamlı gitmenin gerektiğini bahsetti. "Üstad Bediüzzaman'ın konuştuklarını pek anlayamıyorduk, fakat Zübeyir Ağabey bize tercüme ediyordu.

Arkadaşım İsmail Kuzucu'yla oruç tutuyorduk. Şaban-ı Şerif ayıydı. Bediüzzaman Hazretleri bizim oruçlu olduğumuzun farkına vardı, yani keşfetti ve Zübeyir Ağabeye dedi ki: 'İki tane pasta getir.' O da iki tane pasta getirdi ve onları Üstadımız bize verirken, 'Bunlarla iftar vaktinde iftar edersiniz kardeşlerim' dedi. Bizim oruçlu olduğumuzu Ramazan olmadığı halde keşfetti ve bize iki tane kırmızı 25 kuruşlardan hediye etti. Biz bu paraları cüzdanımıza koyduk. O günden sonra ben şehadet ederim ki, bugüne kadar cüzdanımdan para eksikliğini bilmiyorum. Yalnız o parayı ben kaybettim, ama yine bereketi bitmiyor. "Yazdığım Gençlik Rehberi'ni Üstadıma takdim ettim. Aldı, baktı ve 'Bârekellah' dedi ve kitabın arkasına bir dua yazdı. Duasında, 'Ya Rabbi, bu kitabı yazan Yusuf'u Cennetü'l-Firdevse nasib eyle' diyordu. "Kitabı koynuma koydum ve tekrar nasihatini beklerken dedi ki: 'Hiç durmayın burada, hemen kalkıp gidin.' Sanki başımıza gelecekleri hissetmiş gibi tekrar tekrar tavsiye etti: 'Hemen kayığa binin ve gidin. ' Kendisi de dışarıda hazırlanmakta olan bir ata binip kıra çıktı. "Üstadı görmeye doyamadık" Üstadı görmeye doyamadık, tekrar görelim diye kırda kendisini takip ettik. Arkadan Üstadımızı seyrediyorduk. 'Dönüşte de görürüz ' diye bir yerde Üstadı beklemeye koyulduk. Fakat ne oldu bilemedik, iki jandarma ve bir de karakol komutanı bizi hemen yakaladılar ve kelepçelediler. Çok hakaret ettikten sonra kayığa attılar, Eğirdir'e

mahpushaneye tıkadılar. "Bizi abdest almaya değil, helaya bile bırakmıyorlardı. 15 gün demirlerin üzerinde yatırdılar. 15 gün sonra mahkemeye çıkardılar. İfade verdiğimiz mahkemede bize çok büyük defter açtılar, künyemizi de oraya kaydettiler. Ve Biiznillahi Teala, o uzun ifadeden sonra beraat ettik, serbest bıraktılar. Fakat kitabımı elimden aldılar, vermediler. "Öylece sokağa çıktık. Niyetimiz bir vasıta bulup Ankara'ya gidip işimize başlamaktı. Bir haftalık izin 16 güne çıkmıştı. İzin bir gün geçse, hemen işten atarlardı. Böyle düşünürken, hiç tanımadığımız bir zat bize selâm verdi ve 'Geçmiş olsun' dedi. Hayret ettik, bu zat bizi tanıyor da, bizim hapis olduğumuzu nereden biliyor? Sadece ismini sorabildik. 'Benim adım Salih, bir ağabeyimiz beni size gönderdi, oraya gidelim' dedi. "Biz de çekinmeden beraber gittik ve ahşap bir binaya girdik, kapı açıldı, içeride pejmürde bir merdiven vardı. Merdivenin başındaki çok nurani bir zat, Salih kardeşimize, 'Salih kardeşim, yavruları getirdin mi?' diye sordu. Sanki anlaşmışlar gibi, biz hayret ediyorduk ve merdivenden yukarı çıktık. Bizi çağıran zatın Ali Çilingir olduğunu sonradan anladık. Bu zatın hiç yazısı yok ve ümmi idi. Yalnız bu zat, Risale-i Nur'ları çok tehlikeli zamanlarda postahanelere götürüp getirdiği için Allah'tan bu abimize mânevi bir rütbe verildiğini anladık. Şöyle ki: Bize birçok teselli ve nasihat ettikten sonra dedi ki: 'Dün dükkâna giderken gözüme bir hal oldu ve gözümü birden açıp baktım ki, yolda iki tane kuş yavrusu.

Büyük bir yılan, o yavrulara hücum etmiş, o yavruları yutmak üzereyken anneleri geldi, yılana hücum etti ve yılan kaçtı, anneleri yavruları kanatlarının altına aldı ve bu gördüğüm perde de gözümden kayboldu. O zaman anladım ki, Üstadın duası ve himmeti size yetişecek ve beraat edeceksiniz. Müjdeler olsun! Beraat ettiniz. Üstadın himmeti Allah'ın kudretiyle size yetişti' dedi. "Oradan ayrıldık ve Ankara'ya geldik ve hemen müdürün yanına vardık, bize niçin geç kaldınız demeden hemen işe aldılar. Bunun da Üstadın duası ve himmetiyle olduğunu anladık. Bundan sonra birkaç defa daha mahkemeye girdik. "Üstadı ikinci ziyaretim" Üstad Emirdağ'da idi, oraya gittik. Eskişehir'de otururken bir zat bize sordu: 'Nereye gidiyorsunuz?' Biz durumu anlatınca kendisi de ziyarete gelmek istedi. "Birlikte gittik, fakat bu adamı ruhumuz hiç sevmiyordu. Her nedense 'Gelme' de diyemiyorduk. Beraber Üstadın bulunduğu eve gittik. Kapıyı çalınca karşımıza yine Zübeyir Ağabey çıktı ve katiyen Üstadla görüşmenin mümkün olmadığını, Üstadın çok rahatsız olduğunu söyledi. "Çok müteessir olmuştuk ve üzülerek geri döndük, giderken bize işaret etti. 'İkiniz durun' dedi. Zübeyir Ağabey, Eskişehir'de bize katılan adamı savmak istemişti. "Bize gizlice, 'Gidin başka sokaktan dolaşın ve tekrar gelin' dedi. "Biz de o adamı yanımızdan ayırdık, başka bir sokaktan dolaşarak tekrar geldik. Üstadın huzuruna vardık, elini öptük ve oturduk. Üstadımız bize yine iman

hakikatlarından bahsettikten sonra bana hususi olarak, 'Evladım, sen gittiğin yerde İslâmi hakikatleri anlatacaksın' dedi ve emr-i bi'l-marufun ehemmiyetinden bahsetti ve 'Anne-baban, bir Risale-i Nur talebesine anne-baba olmuşlardır, benden onlara selam söyle' dedi. "Üstadın selamını anne- babama söyleyinceye kadar babamın bir çok hataları vardı. Ondan sonra babam o hataları tamamen bıraktı. "Üstadı üçüncü ziyaretim" Tarihini unutmuşum. Üstadımız Ankara'da Beyrut Palas Otelinde kalıyordu. Sû-i zan erbabı çok sıkı emniyet tedbiri almış ve bir tank birliği otelin etrafını sarmış, kimseyi içeri bırakmıyorlardı. Müşteri dahi sokmuyorlardı. Fakat biz, Biiznillahi Teâla, yabancı bir yolcu iddiasıyle otele bilet alıp Üstadı ziyarete gittik ve feyizli beyanlarından istifadeye çalıştık. Cenab-ı Allah'ımız cümle Ümmet-i Muhammedi hakiki Üstadları bulmayı ve Üstadların ağızlarından akan hakikatları anlayıp da mucibince tatbik etmeyi nasip eylesin derim. "Bediüzzaman 20. asrın Müceddididir" Üstadım Bediüzzaman 20. asrın Müceddididir. Bunu hayatıyla ispat etmiştir. Peygamberimiz (a.s.m.) dünya ile nasıl alâka kurduysa, dünyaya ne kadar rağbet ettiyse, Üstadımız da onun bir vârisi olarak aynen yapmıştır. Benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla, Bediüzzaman'ın siyah kaput bezinden bir cübbesi, messiz bir gıslavet

lastiği, omzunda bir seccadesi ve elinde bir ibriği vardı. Dünya malı bu, gittiği yerlerde bunları peşinde taşırdı, geri kalan bütün dünya malını ve muhabbetini dünya ehline ve ihtiras sahiplerine bırakmıştı. Bütün ömrünü (Tarihçe-i Hayat'ta olduğu gibi) çeşitli çileler halinde İslâma vakfetmişti. Bu mücadeleyi ancak Müceddidler yapabilir. Bediüzzaman'ın dünyaa ile zerre kadar alâkasını ve menfaat arzusunu hissetmedik ve görmedik. Anlıyoruz ki, bu zat İlâhi bir memurdur." (N.ŞAHİNER)

ÂDİLE SULUK Âdile Suluk Hanımefendi, 1950'lerde Isparta'da Üstad Bediüzzaman'ı birkaç defa ziyaret edip, duasını alan bahtiyar hanımlardan birisidir. 1928 Muğla doğumlu olan bu hanımefendinin kocası da Üstadın elini öpüp, feyzine mazhar olanlardan bir zattı. Âdile Hanım kavuştuğu bu manevî feyzin tesiriyle, hiç bilmediği İslam yazısıyla, bakarak bir dua kitabı yazmış ve Üstad bu eseri tashih ederek, şu duayı not etmişti: "Yâ Erhamerrahimin, İsm-i Âzam hürmetine bu tevhidnâmeyi yazan Âdile'yi Cennetü'l-Firdevste ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin." Bu eseri gören Hüsrev Altınbaşak da bu duaların sonuna kalemiyle iki "Âmin" kelimesini de kendisi yazmıştı. Âdile Hanım, engin, şefkatli, ince yürekli ve çok duygulu, Nur'lardaki hakikatlere öylesine gönül vermişti ki, onu dinlemeden, okumadan, hayal etmeden bir ânı geçmiyor. Gözleri daima nemli. Hasretini duyduğu dostlarını her zaman görmemenin ıztırabını çekiyor. Hizmet yapamıyor diye dertli. Arzu ettiği saadete kavuşmamış, belli ama büyük Üstaddan aldığı mânevî

feyizle ruhen aziz ve kalben mesrurdur. Bütün ruhlara ve kalplere iman aşkı dolsun diye çırpınır. Elleri, Cenab-ı Hakka dua için açılmış. Büyük Yaratıcıdan merhamet diler. Saadet-i ebediyeye ulaşmak için gözlerden yaşlar akar. Bir elde Cevşen, diğerinde Risale. Kulaklarda teypten okunan hakikatler. İşte bahtiyar Âdile Hanımın hayatı...

MEHMED SOYMEN 1950-1961 yılları arasında Isparta'da müftülük yapmıştır. Milyonun üzerinde basılan Cep İlmihali isimli eseri, İngilizce ve Almanca'ya tercüme edilmiştir. Elimde bir adres ve Isparta sokaklarında eskilerden bir zat arıyorum. Pîr Mehmed Mahallesinde arayıp soruşturduğumuz Mehmed Soymen'i bulmak pek zor olmuştu. Mehmed Soymen, Diyanet İşleri Yayınlarından çıkan ve rağbet-i âmmeye mazhar olan Cep İlmihali adlı eserin yazarı. 1954 senesinde Diyanet İşlerince açılan bir müsabakaya bütün müftülerin iştirak etmesi söylenmiş. Bu arada müsabakaya iştirak eden son iki müftü arasında Mehmed Soymen'in eseri birincilik kazanmış ve neşredilmiş. İlk baskısını 1954 senesinde yapan kitap bugüne kadar devamlı neşredilmektedir. 1973 senesinde bu küçük Cep İlmihali, Ekmeleddin İhsan tarafından İngilizce'ye, Ahmed Sehmid tarafından da Almanca'ya tercüme edilerek yine Diyanet tarafından neşredilmiştir.

Pîr Mehmed Mahallesinde kendisini ziyaret ettiğimiz zaman, mütevazı, ehl-i takva, bir pir-i fâni ile karşılaştık. Bizi içeri evine davet etti. Çok rahat ve gayet net, çalışmalarımızla ilgili bildiklerini anlattı. "Üstadı ilk ziyaretim" Ak sakallı emekli Isparta Müftüsü Mehmet Soymen, Bediüzzaman'ı ilk ziyaretinin Isparta Valisi Mustafa Bağrıaçık'ın arzusuyla olduğunu söyledi. Şunları anlatıyordu: Bediüzzaman'ın Bey Mahallesindeki evinin önünde devamlı bir polis beklerdi. On iki saatte bir devamlı değişen bu polislerden kendisi rahatsız oluyordu. Vali Mustafa Bey beni çağırtmıştı. Gittiğimde Bediüzzaman ile görüşmemi istedi. Sık sık dışarıya çarşıya, pazara çıkmasını; namazlarda camiye gelmesini istiyordu. Valinin düşüncesi, böylece halkı kendisine alıştırarak izdihamı ve tehacümü bu şekilde önlemek istiyordu. Halk ilk defa duyduğu, ilk defa gördüğü kimseyi daha çok merak eder. Ama daima gördüğü ve görüştüğü bir kimseyi, pek fazla merak etmezdi. Bu düşünce ile, Bediüzzaman'ı sık sık halkın arasına çıkmasını istiyordu. Ben ziyaretimde kendilerine Valinin bu arzularını söyledim. Vali Bey size selâm ve hürmetler ediyor, 'Dışarıya çıksın, gezsin, serbestçe çarşı pazarda dolaşsın, halkın dikkatini çekmesin diyor' dedim.

Valinin bu ricasını söyleyince, dertlendi. 'Ben nereye gidebilirim ki, kiminle görüşebilirim?' diye konuştu. Kucaklaştık.. Beni kapıya kadar yolcu etti. "O bahtiyar bir mücahitti" İkinci görüşmeyi ise, ben kendi arzumla yapmıştım. O büyük bir insandı. Ona düşman olanlar, dine aykırı olan insanlardır. Müslümanların uyandırılmasını istemeyenler, ona düşmanlık etmektedirler. Biz zavallı insanlarız. O ise mesud, bahtiyar bir mücahitti. Evinden dışarı çıkmasından korkuyorlar, kapısında polis bekletiyorlardı. İslâmiyet’e düşmanlıklarını, Bediüzzaman'ın şahsında gösteriyorlardı. Büyükler çok mütevazı oluyorlar. İnsan kendisini ne kadar büyük görürse, o kadar küçülür. Ama büyükler tevazu gösterdikçe büyüyorlar. Bediüzzaman'ın alçak gönüllülüğüne ben hayranımdır. "İstisnadır bu tevazu... Yalnız bize karşı tevazu göstermiyordu... Onun tevazuu istisnadır. Herkese karşı mütevazıydı"

Dr. TAHSİN TOLA Halim-selim, melekler gibi temiz bir Senirkent'te kendisine "Kara Melek" diyorlar.

şahsiyet.

Türkiye'de demokrasi mücadelesinde, vatan, millet ve İslâmiyete hizmetleri büyük olmuştur. Halk Partisi istibdadına karşı büyük mücadele vermiş, Senirkent faciasında ve Milliyetçiler Derneği çalışmalarında da yine ön saflarda yer almıştır. Nihayet masum ve mazlum yardımına koşarken görüyoruz onu.

Nur

Talebelerinin

Dr. Tahsin Tola'dan bahsetmek istiyorum. Nureddin Topçu, Yarınki Türkiye isimli eserinde "Zafer" isimli yazısında ondan bahseder: Zaferimiz ebedi olmalıdır ve iyi araştırılırsa her zaferin gayesi ebediliği kazanmak, ebedîlik âleminde bir ülkeyi ele geçirmektir. Siz çok istiyorsunuz ve sanki iradenizle bir şey istemiyorsunuz. Sizin elinizden bir ekmeğiniz alınmış.

Onun yerine iki ekmek istiyorsunuz. Çok bir şey isteyebilmiş değilsiniz. Ve iradenin sonsuzluğa giden hareketini bu noktada durdurup bitiriyorsunuz. Halbuki bir ekmeğinizi elinizden alana siz bir ekmek daha verseniz, hem ruh inceliğiyle, hem de güler yüzle verseniz, iradeniz sonsuzluğa doğru gidişinde yol alacaktır. Senirkent köylüleri gibi olunuz. Size zulmeden jandarmaları doyurunuz. Muvaffak olursunuz. Böyle yaparsanız kaynağı aynı olan iradelerimiz çatışmaz. Aynı âhenkte birleşir ve kendinden geldiği Allah'a doğru ilerler. "Gandi dünyaya, Dr. Tola Anadolu insanın ruhunu tanıtmak istedi." Büyük bir fedakârlıkla, Senirkent köylülerinin yardımına koştuğu gibi, aynı fedakârlıkla Bediüzzaman'ın ve Nur Talebelerinin de yardımına koşmuştu. "Üstadı ilk ziyaretim" Bediüzzaman ile tanışmasını, ziyaretini o tatlı diliyle sakin sakin şöyle anlatıyor: Hz. Üstad ilk görüşüm ve ziyaret edişim şöyle olmuştu: Senirkent'ten Isparta'ya gitmiştim. Milletvekili olduğum için, içimde bir endişe vardı. Gazeteciler görmesin diye düşünüyordum. Onların görüp de yaygara yapmalarından çekiniyordum.

Isparta'da Bey Mahallesindeki evine gittim. Her zaman kullanmadığım halde, o gün hilaf-ı âdet olarak, başımda bir şapka vardı. Evine gidince şapkayı salona asarak abdest aldım. Üstad Bediüzzaman'ın huzuruna abdestli olarak, hürmet ve edep içinde çıktım. Elini öperek gösterdiği yere oturdum. Hatırımda kalan Üstadın bana ilk sözleri şöyle olmuştu: "Şapkaya fetva verdim" "Kardeşim size şunu söyleyeyim; şapka için ben fetva verdim: Şapkayı giyen kâfir olmaz. Eğer ben o fetvayı vermeseydim, yirmi Şeyh Said daha çıkardı, isyan ederdi. Binlerce masumun kanı dökülürdü. Otuz sene eziyet ve sıkıntı çektim, helâl olsun... Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâli Efendinin şapka hakkındaki fetvasını bildiğim halde, mukabil fetva verdim. Bu şapka için sevap kazanayım diye, yirmi Şeyh Said çıkar isyan ederdi. Bu yüzden yüz bin insan öldürüldü. Benim çektiğim eziyetler helâl olsun. Pişman değilim." "Menderes'e söyle: Risale-i Nurları neşretsin" Tahsin Tola, daha sonraki hatıraların şöyle anlatıyor: Afyon mahkemesi neticelenmesi ve temyizin beraet kararını tasdiki üzerine, Üstad beni Adnan Menderes'e gönderdi. Selâmlarını mektup ve medrese ehlini birleştiren şarkta uhuvvet-i İslâmiyeyi temin eden aklen ve kalben

İslamiyeti ders veren Risale-i Nur'un neşrini söylememizi istedi. Isparta milletvekili İrfan Aksu ile birlikte rahmetli Adnan Menderes'e gittik. Üstadın selâmını tebliğ ettik. Adnan Bey bu selâmı hürmetle aldı. Daha sonra Risale-i Nur'un mahiyetini anlattım. Ayrıca Nur'ların neşredilmesi, hariçte, İslâm âleminin bu vatan ahalisine kardeşlik ve alâkasını celbedecek, dahilde ise umumî bir hoşnutluk meydana getirecek. Adnan Menderes'e bütün bunları söyleyince, merhum Menderes hiç itiraz etmedi. Daha bir iki cümle söylemeden , 'Tamam' dedi. Sizi vazifelendiriyorum. Hemen faaliyete geçin. Diyanet İşlerine gidin... Eyüb Sabri Efendi (Hayırlıoğlu) ile görüşün... Risale-i Nur'ları neşretsin!' dedi. "Mebus maaşlarına zam" Milletvekili maaşlarına zam yapılmıştı. Bu duruma Üstad üzülmüştü. Kırk kişi çıkmayacak mı? Bu parayı kabul etmeyecek, çıkmayacak mı? Kırk kişi fedakârlık edin, bu parayı kabul etmeyin' dedi. Bediüzzaman'ın bu sözlerini bir işaret olarak kabul ettim. Milletvekili olan arkadaşlarım Gazi Yiğitbaşı'na söyledim. O da cevaben, 'Nerede kardeşim o fedakâr insanlar? Bizim dindarlar bu parayı istiyorlar. Maaşlarının

artmasını talep ediyorlar' diye cevap verdi. Ben Gazi Yiğitbaşı ile konuştuktan sonra, belki kırk kişi bulabilirim ümidiyle çalışmaya başladım. Maalesef muvaffak olamadım. "Ben Tahsin'i alıyorum" 1957 seçimlerinde Senirkent ile Eğirdir arasında ihtilâf vardı. Ben ihtilâflar büyümesin diye, adaylığımı koymadım. Sonra benim haberim olmadan merkezden, beni Bingöl adayı olarak koymuşlardı. Bingöl'e giderken Isparta'da Üstadı ziyaret ettim. Üstad Hazretleri: Bingöl'de çok şehit var. Mübarek bir beldedir' diye konuştu. Ayrıca Hulusi Beye, Mehmed Kayalar'a selâm gönderdi, bizi desteklemelerini söyledi. Ben Bingöl'e gittikten sonra Üstad Hazretleri bizim çocuklara: Ben Tahsin'i alıyorum içlerinden, demiş. "Kazanamadığınızı tebrik ederim" Eğirdir'de Nur Risalelerine dost olan Ali Çetin isminde maliyede memur bir arkadaş vardı. 1957 seçimlerinde aday olamamıştı. Üstadı ziyaret ederek dert yanmıştı. Efendim

nasıl

olur.

Tevfik

Tığlı

kazandı.

Ben

kazanamadım?' Üstad ise, 'Tebrik ederim, tebrik ederim... ' diyordu. Ali Çetin, Üstad herhalde anlamadı kazanamadığından bahsediyor, Üstad yine,

diye,

yine

Tebrik ederim, tebrik ederim...' diyor. Bu şekilde tam üç sefer Ali Çetin söyleyince, nihayet Üstad, Tebrik ederim, kazanamadığınızı tebrik ederim' diye kazanmadığını açıkça tebrik ediyordu. Biz 1957'de kazanamadık. Böylece ileride gelen ihtilâl hapishanelerinden, Yassıada'dan da, Üstadın himmet ve duasıyla kurtulmuştuk. "Adnan Bey kardeşime selâm söyle" Ankara'ya gideceğim zaman Isparta'da Üstada uğradım. Üstad daima, Adnan Bey kardeşime selâm söyle... O bizim himayemizdedir. Eğer biz onu himaye etmezsek (eliyle işaret ederek) bir anda altı üstüne gelir. Bizi âlem-i İslâmdan, Pakistan'dan çağırıyorlar. Eğer burayı bırakıp gitsek, bir anda altı üstüne gelir. Burayı biz muhafaza ediyoruz' diye dersler verirdi. Adnan Menderes'in Londra seyahati sırasında, Üstad çok telaşlanmıştı. Ali İhsan Tola ile Atıf Ural'ı Menderes'e göndermişti. Seyahatini tehir etmesini istiyordu. Arkadaşlar Menderes İstanbul'a gittiği için görüşemediler.

Üstadın çok mühim bir arzusunu Menderes'e ulaştıramadık. Daha sonra Üstadın bu derece telaş sebebi ortaya çıktı. Menderes uçak kazası geçirdi, fakat inayet-i İlâhî ile kurtuldu. "Üstadın son Ankara seyahati" Üstad son Ankara seyahatinde, beni Ankara Valisine gönderdi, görüşmek istedi. Ben kendisinin makamına gitmek isterdim, fakat çok hastayım. Çok mühim bir meseleyi görüşeceğim kendisiyle, selâmımı söyle, buraya gelsin' diye haber gönderdi. Valiye gittiğimde yerinde yoktu. Tekrar dönerek Üstada bulamadığımı söyledim. Bu sefer de Üstad beni savcıya gönderdi. Mutlaka bir devlet adamıyla görüşmek istiyordu. Savcıyı yerinde bularak durumu arzettim. Savcı gelmek istemedi: Biz onun kitaplarını iade ettik' dedi. O günlerde Sikke-i Tasdik-i Gaybi'nın davası vardı. Üstad: Yok... Yok... Ben onun için, kitaplar için çağırmadım. Başka çok mühim bir mesele için çağırdım' diyerek tekrar savcıyı çağırmamı istedi. Hattâ hiç unutmam aynen şöyle dedi: Git çağır gelsin... Yoksa o demokrat değil mi?'

Tekrar acele ile savcıya gittim. Bu sefer savcı daha da evhamlandı. Korktu ve telaşlandı. Gelmek istemedi. Üstad çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi: Ayasofya'yı tekrar camiye çeviriniz. Risale-i Nur'un serbestiyetini resmen ilân ediniz. 'Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere resmen dua etmeye karar vereceğiz.' Bizi başka yerlerden, âlem-i İslâmdan, Pakistandan çağırıyorlar. Ben gitmiyorum. Eğer ben gitsem böyle böyle olur burası.' (Eliyle Türkiye'nin karışacağını, hükümetin yuvarlanacağını, tepe taklak olacağını işaret ediyordu.) Yine Ankara'da Üstad bana bir Gençlik Rehberi verdi, arkasına bir dua yazdı. Bu kitabı Demokrat Partinin Adliye Bakanlığını yapan, daha sonra da Millî Emniyet Başkanı olan Prof. Hüseyin Avni Göktürk'e vermemi söyledi. Kitabı alarak Ali İhsan Tola ile birlikte, Hüseyin Avni Beye gittik. Kitabı kendisine Üstad Hazretlerinin gönderdiğini ifade ettik. Hüseyin Avni Bey çok memnun oldu. Kendisinin dindar bir Müslüman olduğunu söyleyerek, cebinden bir Kur'ân-ı Kerim çıkarıp gösterdi. "Üstadın son günleri" Üstadın son günleriydi. Yine yanına ziyarete gittim. O zaman içimden, emr-i Hak vuku bulduğu zaman 'Üstada

Isparta'da bir türbe yaptırırız' diye düşünüyordum. Üstadın elini öpüp oturunca, Hazret-i Üstad, Gel kardeşim... ' diye yanına çağırdı, yer gösterdi. Bana şunları ifade etti: "Ben şimdi vasiyetnamemi yazdırdım. Ben sağlığımda olduğu gibi, vefatımda da kimsenin ziyaret etmesini, türbe vesaire gibi şeyler istemiyorum... " Dr. Tahsin Tola, Isparta gülistanının, mübarek bir meleğidir. Üstad Bediüzzaman'a ve onun kudsî dâvasına yaptığı hizmetler genç nesillerin şükranını celbetmiştir. Isparta'nın bu "Kara Meleği" bir tevazu burcudur.

HAKKI YILMAZ "Risale-i Nur'ları dağdaki çobana bile vereceksin" "Üstadın vefatından pek az bir zaman önce Isparta'ya ziyaretine gitmiştim. Yanımda Van'dan gelmiş bir kişi daha vardı. Kafamdaki serpuşu çıkarıp, takke takmıştım. Üstad küçük bir somya üzerinde sağ tarafına kabul ediyorum' diye buyurdu. Bu esnada heyecandan ağlamaya başladım. Gözyaşları içinde dışarıya çıktım. Bizi bu ziyaretimizden dolayı tutup karakola götürdüler. 'Ne yaptınız, orası tekke midir?' diye sorguya çektiler. İfadelerimizi aldılar. Sonra tekrar serbest bıraktılar. Üstad bize, 'Vazifeniz bu, Risale-i Nur'ları en ümmi insanlara, dağdaki çobanlara bile vereceksin' diye buyurmuştu. O günden beri üzerimde Risale-i Nur'ları, Küçük Sözler'i hiç eksik etmem, hep dağıtırım. Bizim Üstadı ziyaretimizi emniyet buraya bildirmiş. Burada da emniyete çağırıp, sorup soruşturdular. Kimlere Risale verdiğimi sordular. Ben de muhtaç olanlara hep Küçük Sözler dağıttığımı söyledim."

MUSTAFA GÜL "İlk ziyaretim Medrese-i Yusufiyede oldu" Bir hakikat kahramanı olan Mustafa Gül Ağabeyimiz yıllarca evinde Nur ve gül kâtipliği yapmıştı. Yazdığı Nur Risalelerinde, hep Nur Üstadın dualarını okuyorduk. On dokuzuncu yüzyılın son yılında Sav'da dünyaya gelen bu bahtiyar Nur kâtibi yine doğduğu köyde, 1985 yılının Kasım ayında ebediyete kavuşmuştu. Kendilerini son ziyaretlerimde aziz hatıralarını bana şöyle anlatıyordu: Üstad Bediüzzaman'ı daha önceleri manen tanırdım. Daha sonraları ise maddeten gördüm ve tanıyarak feyizyab oldum. 1942 yılının sonlarında, Kastamonuda hapsedilerek getirilip, Isparta Hapishanesine konulmuştu. Kendisi her şeyi güzel görüp, güzel gösterdiğinden, hapishaneye Medrese-i Yusufiye diyordu. İşte benim de ilk ziyaretim bu Yusufiye Medresesinde olmuştu. Masum Nur talebelerini Denizli Hapsinde toplamışlardı. Bu hapishaneye bizim Sav köyünden de on beş kişiyi alıp

götürdüler. Üstada, yazdığımız kitapları ve Isparta gülleri götürmüştüm. Hapishanenin penceresinden bizlere yaptığı iltifatlar, hayatımın en mesut hatırası oldu. Bana oradan 'Sav'dan mı geldin?' diye soruyordu. Ben de 'Evet Üstadım, Sav'dan geldim' diye cevap vermiştim. O zaman benim kardeşim Ali Gül de Üstadla birlikte Denizli Hapishanesinde verilecek beraatin kararını bekliyordu. Bu bekleyiş tam dokuz ay sürdü. Sonunda suçlu olmadıklarını anladıklarından Nur Üstadı ve Nur talebelerini serbest bırakıp, beraat ettirdiler. Yarım asırdır, hep Nur Üstadın himmetleriyle ve feyizleriyle yaşadım. Denizli Hapsinde Kuleönlü’lü bir jandarma vardı. Bu jandarmanın eliyle Üstadımıza vereceklerimizi gayet rahat verip gönderirdik. Bu jandarmayla Isparta'nın gül yağını ve Sav'da yazılan risaleleri Üstada ulaştırdık. Asılsız ver telâş ve bir korkuyla evimizdeki küçük notlarımızı bile sanki devleti yıkacağız gibi toparlayarak, ellerimizi bağlarlar, bizleri kamyonlara doldurur, götürürlerdi. Sonunda hep beraat ederek tekrar yuvamıza dönerdik. Hizmetimiz esnasında Üstad bizlere çok iltifat eder, dualar eder, çok teşvik ederdi. Mesnevî'i Nuriye mecmuasının sonundaki yazıyı Ceylân Çalışkan yazmıştı. Üstad bize iltifat olarak, benimle Tahirî Mutlu'nun

isimlerini yazmıştı. Nur'larda isim, resim değil, hizmetler ve ihlâs ehemmiyetlidir." Üstadın mektubu Şualar, Mesnevî-i Nuriye ve Emirdağ Lahikası gibi eserlerde imzası bahsi bulunan, ismi gibi kendisi de sanki bir gül olan merhum Mustafa Gül'ü, Nur Üstad bir Nur mektubunda şöyle ifade etmektedir: Aziz sıddık kardeşlerim! "Ben size bugün mektup yazacaktım. Ziyade rahatsızlığım sebebiyle telâşta iken, aynı dakikada Mustafa Gül ve İbrahim Gül geldiler. Hem bana ilâç, hem tesellî, hem büyük sevince vesile olduklarından, o iki mübarek kardeşimi benim vekillerim ve bir mektup olarak size gönderiyorum. Onlar birer Said olarak benim bedelime sizi ziyaret ve tebrik edip, sair şeylerimi de size beyan etsinler." Beraat kararı Isparta Sav köyünün Nur kâtiplerinden Mustafa Gül'ün, otuz yıl önce Türk adliyesinde aldığı bir mahkeme kararı: T.C Isparta C. Müddeiumumîliği Sayı: 954-311 Esas: Karar: Takipsizlik kararı

Laikliğe aykırı olarak devletin içtimaî, iktisadi, siyasi ve hukukî temel nizamlarını dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla bir kısım şahıslar tarafından tesis ve teşkil eden, Nurcular cemiyetine girmekten maznun, Sav köyünden Ahmed oğlu 1915 doğumlu Mustafa Gül hakkında memuriyetimizce cemiyetin faaliyet merkezi Isparta olması bakımından topluca yapılan hazırlık tahkikat sonunda: Maznun gösterilenlerin Said Nursi'nin liderliği altında Nurcular ve Nur talebeleri adı altında tesis ve teşkil edilen gizli cemiyete girdikleri ve girmek için başkalarına yol gösterdikleri anlaşılmış ve her ne kadar bir kısım maznunların evlerinde ve iş yerlerinde usûlûne tevkifan yapılan aramalarda Said Nursî'ye ait eserler bulunmuşsa da maznunlardan bir kısmının aksi sabit olmayan müdafaaları veçhile bu eserleri merak saikasıyla okumak için tedarik ettikleri, bir kısım eserlerin de Nurcular tarafından kendilerinin mâlumatı haricinde maznunlardan bazılarının gösterildiği sabit olmuş ve yukarıda isimleri yazılı şahıslardan hiçbirinin faal bir durumu tesbit edilmemiştir. Maznun gösterilen umumiyet itibariyle müdafaalarında Nurculuk diye bir cemiyet tanımadıklarını, Said Nursî'yi ancak büyük bir İslâm âlimi tanıdıklarını, fakat hiçbir şekilde ve bir maksat tahtında münasebet tesis etmediklerini, Nurcular adı altında gizli bir cemiyetin varlığından bile haberdar olmadıklarını, Risale-i Nur'ları Kur'ân'ın bir tefsiri olduğu için sevip okuduklarını beyan etmişler.

"Netice itibariyle suçlulukları hiçbir veçhile sabit olmayan ve haklarında mahkemeye sevklerinde yeter derecede bir delil bulunmayan, maznun gösterilenler hakkında C.M.U.K. 163 ve 164'üncü maddeleri gereğince takibat icrasına mahal olmadığına, kararın birer suretinin maznun sıfatıyla ifadesi alınmış bulunanlara tebliğine ve bunlardan zaptedilen, hakkında selâhiyetli mercie verilmiş bir müsadere kararı mevcut olmayan ve suç delilleri bulunmayan kitap ve vesairenin sahiplerine iadesine 22 Mayıs 1954 Cumartesi günü kabil-i itiraz olmak üzere karar verildi. 22.5.1954" Cumhuriyet Müddeiumumi Rabi Aktürk İmza resmî mühür

ABDURRAHMAN YARGIN "Ben Said Nursî'yim" Antalya'nın Gözene nahiyesinde askerdim. Askerliğimi Jandarma olarak yapıyorum. Burdurlu Mehmet Onbaşı bir gün bana, 'Burada senin hemşehrin derin bir hoca var, sen onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanımadığımı söyledim. Daha evvel köydeyken, Said-i Kürdî diye duymuştum. Bir gün Karacaören köyüne vazifeli olarak gitmiştik. Yağmurlu havada ıslanıp hasta oldum, yatsı namazını zorla kıldım. 'Ya Şeyh Abdülkadir-i Geylanî diye medet isteyip, çok yalvardım. O gece rüyamda birisi arkadan gözlerimi tuttu. Sanki vücudum elektrik tedavisi oluyordu. O arkadan gözlerimi tutan zat, 'Sen kimi çağırıyorsun?' diye sordu. Ben de, Şeyh Abdülkadir Geylanî Hazretlerini çağırdığımı söyledim. O zaman o zat, 'Ben buradayım' deyince 'Siz kimsiniz?' diye sordum. Kendisini

tanımadığımı ifade ettim. O zat ise heybetle 'Ben Said Nursi'yim' dedi. Bu esnada aniden uyandım. Hiç mi hiç hastalığım kalmamıştı. Sanki tedavi olmuştum. Bu rüyadan sonra Said Nursî kalbimi, gönlümü fethetmişti. "Üstadı ziyaretim" Yine Burdurlu Mehmet Onbaşıdan, Üstad Bediüzzaman'ın Isparta'da olduğunu da öğrenmiştim. İlk fırsatta Üstadın ziyaretine varmak istiyordum. Üç jandarma arkadaş ve bir minibüs sivil insan vardı. Bir an evvel Üstadı ziyaret edebilmek için 'Masraflar bana ait' demiştim. Şoför mevzuyu duyunca, 'Siz madem ki Üstada gidiyorsunuz, o halde ben sizden ücret almam, masraflar bana ait' dedi. 'Sizi trene yetiştireceğim' dedi ve çabucak yetiştirdi. Üstadın evine iki yol gidiyordu. Burada duran iki polis 'Yasak' diye bırakmıyordu. Bu polislere çok yalvardım, 'Ben jandarmayım, sizin bir yardımcınızım' dedim. 'Burada hemşehrim bir hoca var, onu ziyaret edip dualarını alacağım' deyince polislerden biri gideceğim yolu bana gösterdi. Az sonra Üstadın avlusundaydım. Orada Zübeyir Gündüzalp Ağabey vardı. 'Niçin geldiniz?' diye sordu. Ben de, 'Biz askeriz, Seyda hemşehrimizdir, onu ziyarete geldim' dedim. Az sonra müsaade ettiler. Üstadla uzun uzun konuşacağımı zannediyordum. Ellerini öperek diz

çöküp oturdum. Çok ter içinde kalmıştım. Çok hoş bir feyzin içine girmiştim. O feyizli ânı tarif etmem mümkün değildir. Heyecandan Üstada bakamıyordum. Sanki manevi bir dünyaya girmiştim. Ne bakabiliyor, ne de konuşabiliyordum. Üstad bana memleketimi sordu. Diyarbakırlı olduğumu söyledim. Bana dualar etti. Derin bir haz, coşkun bir feyiz içine dalmıştım. Büyük bir kutbun huzurundaydım. Bu ulvî huzurda ne kadar kaldım, bilemiyorum. Sonra Üstad, 'Trene yetişin' dedi. Bu yüksek huzurdan huzur içinde, selâmlar vererek, ulvî bir şekilde ayrıldım. Üstad, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye söylemiş. O da bize bir risale verdi.

SÜLEYMAN KAYA Gaziantep ve havalisine Nur'ları tanıttı Burdur'un Bucak kazâsının Kargı köyünden 1898'de dünyaya gelmişti. Gençliğinden beri iffetli, az konuşan, ilim ve ibadete devam eden bir zattı. Isparta'nın Geyran (Erikli) köyünde Üstadın ismini ve ilmini duyarak, çobanlardan muhabbetle dinleyerek, yoğurt ve ekmek alıp ziyaretine gitmiş. Üstad kendisine, 'Bu getirdiklerinden çoluk çocuğunun haberi var mı?" diye sormuş. O da "Var" deyince, Üstad oradan harika bir kerametle, taze ekmek çıkartmış. Süleyman Kaya Üstadla tanıştıktan sonra on yıl Nur'lara hizmet etmiş. Bilhassa Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır ve Maraş'ta Risale-i Nur'ları götürüp dağıtan, tanıtan bir zattı. Antep harbi gazisi, Ahmed Hamdi Serdar'ın merhum babasının eliyle Nur'ları etrafa yaymıştı. Esans satma perdesi altında muhtaç ve müştaklara hep Nur'ları

dağıtıyordu. Diyabakır'da ise Melik Ahmed Camii müştemilâtında kalarak yine Nur'ları dağıtırdı. Gaziantep ve havalisinde Nur'ları tanıtmayı Üstaddan vazife olarak aldığını Emirdağ Lahikası'nın ikinci cildinde ifade etmektedir. Üstadla beraber 1954 yılında Isparta'da mahkemeye verilen seksen dokuz kişiden birisi de Süleyman Kaya'dır. Diğer yüzlerce dâvâda olduğu gibi bunda da Nur talebeleri beraat etmişti. Babası gibi kendisinin ismi de Süleyman olan bu mübarek zat, Üstadın ebediyete intikalinden altı ay kadar sonra, 1960 yılı sonbaharında Isparta'nın Erikli köyünde vefat etti.

YAŞAR GÖKÇEK 1921'de Diyarbakır'ın Ergani kazasında doğan Gökçek, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunudur. Merhum Abdülmecid Nursî'nin (Ünlükul) çok yakın ve candan bir aile dostudur. Kendileri Cizreli Seyda Hazretlerinin bir talebesidir. Dayım, Ali Murtaza Gökçek İstanbul'daki hayatından hatıralar anlatırken, bize Üstâd Bediüzzaman Hazretlerini tanıyışını ve onun İstanbul'daki odasının kapısında yazılı olan 'Burada her suâle cevap verilir, hiç kimseye suâl sorulmaz' tabelâsını ve bulunduğu bazı münazaralarını naklederdi. Bu ifadelerle o zamanki muhayyelemde (4-7 yaş arası) masal âlemlerinin destânî bir şahsiyeti, ilmin evc-i balâsı büyük bir din alimi teşekkül etmişti. "Üstadı ilk görüşüm" Aradan yıllar geçti. İlkokul, orta ve lise tahsilini Diyarbakır'da ikmal ettikten sonra üniversite tahsili için 1942'de İstanbul'a geldim. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne devam ederken, bir taraftan da avukat kâtipliği yapıyordum. Hemşehrimiz Diyarbakırlı Avukat Reşad

Köksal'ın yanında (Sirkeci 4. Vakıfhan) çalışıyordum. Arada Reşat Beyden, Üstad Hazretlerinin Anadoluda mahkeme mahkeme ve şehir şehir süründürüldüğünü dinliyordum. Biz Doğu ve Güneydoğu Anadoluda devletin ve jandarmanın kendi vatandaşlarına karşı sürdürdüğü vahşet politikasını hem yaşayarak, hem görerek çok iyi bildiğimiz için, Üstad Hazretlerine karşı bu davranışları da tabii karşılıyor, sızlayan vicdânımızı duâlarla teselliye çalışıyorduk Tarihini iyice hatırlayamadığım bir gün, Adliye Sarayında (şimdiki Sirkeci Merkez Postahanesinin üst katları) bir iş tâkip ederken, Üstadın Gençlik Rehberi dâvâsının o celsesi olacağını ve Üstadın da bu celsede bulunmak için İstanbul'a geldiğini öğrendim. Rabbim lütfetti, o gün hem mahkemeyi takib edebildim, hem de Üstad Hazretlerini ilk defa yakından gördüm. O zamanki İslâmî kültürüm, bir ilmihal çerçevesini aşamadığı için kıyafetinin orjinalitesini ilk seferde anlayamadım, daha çok bölgeye has bir kıyafet zannettim. Ama davranışlarına ve bakışlarına hayran oldum. Kendimi yıllar evvelinden hayalimde destanlaşan mitolojik bir kahramanın huzurunda hissetim. Bugün, o mahkeme gününden hafızamda kalan sadece o destâni kahraman motifidir. Üstad bende daima o motifle yaşamaktadır. "Her Risaleyi yutarcasına okudum" Aradan yıllar geçti. Hayatın sürpriz ve depremlerine çıkar yol ararken, 1958'de Konya'da Dr. Sadullah Nutku

Bey merhumla tanıştım. Onun vasıtasıyla da o güne kadar neşredilmiş Risale-i Nur Külliyatına sahip oldum. Çölde suya kavuşmuş insanın iştiyakıyla her Risaleyi yutarcasına, ezberlercesine, her satırını hafızama nakşedercesine ve geceli gündüzlü bir zaman içerisinde ve kısa sürede okudum. Bu okuyuşla da Hazret-i Üstada karşı büyük bir muhabbet ve iştiyak duydum. O sırada Isparta'da bulunan Üstadı ziyarete karar verdim. O gün yol-iz öğrenmek için Konya'da Yorgancı Mehmet Efendi geldi ve Isparta'ya gidecek birinin bulunup bulunmadığını sordu. Beni gösterdiler. Çocukken beni tanıdığı zamandan 30 yıla yakın zaman geçmişti, tabii beni tanımadı. Ben de o halet içersinde kendimi tanıtmak arzusu duydum. Ama diyebilirim ki, o zaman Konya'ya yerleşmek kararı verişimizdeki âmillerin başında Abdülmecid Efendinin Konya'da bulunuşu olsa gerek. Abdülmecid Efendi, bana aynen şöyle dedi: Üstada hürmetlerimi arzet. Hamdolsun hep iyiyiz. Yaramaz hiçbir şey yoktur. Saadet (Abdülmecid Efendinin kızı) Konya öğretmen okulunu bitirdi, Elhamdülillah. İnşaallah Konya'ya tayinini bekliyoruz.' "Diplomanızla Risale-i Nur hizmetinde olun" Ertesi gün, Isparta'dan geçen bir İzmir otobüsü ile yola çıktım. Isparta'da Üstad Hazretlerinin kaldığı evi buldum. Büyük bir heyecan içersinde kapıyı çaldım. Allah'tan beni Üstadla görüşmeye muvaffak kılmasını yalvararak

bekledim. Güzel ve şahsiyetli bir yüze sahip bir kişi kapıyı açtı ve beni içeri aldı. Üstad Hazretlerinin odasına girdik. Kendileri Şark usulü bir sedirde o mükemmel kıyafetiyle oturuyorlardı. Etrafında iki veya üç kişi vardı. Ellerini öpmek istedim öptürmediler, yüzümü gözümü ellerine, cübbesine ve dizlerine sürdüm. O anın yüksek heyecan ve sevincinden ağlamamak için kendimi zor tutuyor ve o ana kadar duymadığım büyük bir huzurla, mübarek yüzünü seyrediyordum. Nereli olduğumu, kimliğimi, ne iş yaptığımı, şimdi nereden geldiğimi sordular. Konya'dan geldiğimi öğrenince de 'Abdülmecid'i gördün mü? Nasıllar?' diye sordular. Kendileriyle bir gün evvel görüştüğümü ve mesajını arzettim. Herkese ve hassaten Saadet'e duâ buyurdular. Ergani ve Diyarbakır'dan tanıdığı bazı kişileri sordular. Tanıdıklarım hakkında kendilerine bilgiler arz ettim. Malatya'dan Terzi Said Çekmegil'i sordular. Son ay içinde görüştüğümüzü ve hakkında bildiklerimi arz ettim. Ziyarete geliş sebebimi ve bir dileğim olup olmadığını sordular. Yetişme ve okuma tarzımı ve bunun üzerimizde yaptığı tahribatı arz ettim ve bilhassa Nur Risalelerini okuduktan sonra o güne kadar, gerek dünya ve gerekse İslâm hakkında bize öğretilen bilgi dünyasının tarumar olduğunu, Kur'ân'ın açılan ışıklı yolunda yürümenin de büyük müşküller arz ettiğini, bu hususta elimizden tutmasını istirham ettim. Tahsilimizi sordular. Eşimin Hukuk mezunu avukat olduğunu, benim de tarih tahsili yaptığımı Edebiyat Fakültesini bitirdiğimi arz ettim.

"Risale-i Nur şakirdleri" Seni de, eşini de, bugünden itibaren Risale-i Nur şakirtleri listesine kaydettim. Bundan evvelki hayatınızın bütün seyyielerini Cenab-i Hak affedecektir, inşaallah. Hasenatınız kalacaktır. Bundan sonraki hayatınız, ruh ve bedeninizle ve diplomalarınızla Risale-i Nur hizmetinde olacaktır' buyurdular. Bu sırada ziyarete Konya'dan, isminin Ahmed olduğunu ve İmam Hatip öğrencisi bulunduğunu söyleyen bir delikanlı geldi. Ve konuşma esnasında, bu delikanlı: Efendim, Konya İmam Hatip Okul Müdürü, herhalde komünist' dedi. Üstad Hazretleri, Müdürün namaz kılıp kılmadığını sordu. Kıldığı cevabını alınca da, aynen, benim kardaşımdır' buyurdular. Bu ölçü, o günden geçerli olarak hayatımızın şaşmaz ölçülerinden biri oldu ve beni hiç yanıltmadı. Hz. Üstad ve kardeşi Abdülmecid Üstadın Urfa'ya hareket ettiği gün, öğleden sonraydı. Abdülmecid Efendilerin Mevlâna Meydanına çıkan bir sokaktaki evlerinin üst katında hep beraber oturuyorduk. Kapıları çalındı. Kapıya bakan Saadet, Üstad Hazretlerinin teşrif ettiklerini ve aşağıda arabada beklediklerini haber verdi. Abdülmecid Efendiyle beraber hepimiz kapıya indik. Üstâd, arabadan;

Abdülmecid ben Urfa'ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı helâl ediniz' buyurdular. Abdülmecid Efendi: Seydâ! Bizim sana ne hizmetimiz oldu ki, hakkımız olsun. Asıl sen bize hakkını helâl et. Bizi sen okutup yetiştirdin' dediler. Bunu üzerine Üstâd: Senin de, Rabiâ'nın da bende çok haklarınız vardır. İkiniz de bana haklarınızı helâl ediniz' buyurunca karşılıklı helâllaştılar. Üstâd arabadan yerleşmek üzere biraz geri çekilmişken, tekrar eğildi ve Abdülmecid Efendiye: Abdülmecid, Abdülmecid! Bu kadar korkak olma! Vallahi mahpushanede sana Rabiâ'dan daha iyi bakarlar' buyurdu. Abdülmecid Efendi de, Seydâ! Ben neyleyeyim ki, Cenab-ı Hak benim cesaretimi de sana lütfetmiş, seninki iki kat olmuş, bende hiç kalmamış' dedi. Ertesi gün Urfa'dan Konya'ya ve hemen hemen bütün Türkiye'ye edilen telefonlar, o gün Üstadın fâni âlemden bakî âleme göçtüklerini haber veriyorlardı. "Makamları Cennet-i âlâ olsun ve Cenab-ı Mevlâ orada da şefaatlerine hepimizi mazhar buyursun."

YUSUF KERVANCI Yusuf Kervancı Nur kervanının mensuplarından bir ebed yolcusudur. Barla eşrafındandır. Nur risalelerinden Yirmi Sekizinci Sözün, cennet bahsinin yazıldığı bahçenin sahibidir. Sekiz sene Bediüzzaman'a hiç gücendirmeden hizmet eden ve Üstadın sıddık ünvanını verdiği Süleyman Kervancı'nın büyük oğludur. Yusuf Kervancı'nın Barla'da, Yokuşbaşı Mahallesinde, Üstadın medresesinin karşısındaki evde dünyaya gelişini ve ilk günlerini annesi Memnune Kervancı şöyle anlatmaktadır: Ayşe ve Huriye gibi dört kızdan sonra bir oğlum dünyaya gelmişti. Çeşme başında kadınlar 'Çınar ağacına tuğ dikildi' diye sevinçle konuşmuşlardı. Üstad 'Bu sesler nedir?' diye sorduğu zaman bizim bey (Sıddık Süleyman Kervancı) 'Bir oğlumuz oldu' diyerek, doğumu Üstada haber vermiştik. Üstad, 'Fesübbanallah, ben tam Sûre-i Yusuf'u okuyordum. İsmini ben koyacağım' diye buyurmuş. Kocam, 'Bir haftalık oldu, getireyim mi?' diye sorunca, Üstad, 'Yok, ben on beş günlük olunca çağırırım' demiş. On beş günlük olunca kundakladım, alıp Üstada

götürdü. Üstad kıbleye döndü, ezan okudu ve ismini Yusuf olarak koydu. Bizim evden gözüküyordu, biz de bakıyorduk. Üstadın dershanesinin karşısında soldan dördüncü ev bizim evimizdir. "Üstadın zaman zaman çamaşırını yıkar, çorap ve elbiselerini yamalardım." Bediüzzaman'ın bizzat ismini koyduğu bahtiyar simalardan, sıddıkların evlâdı Yusuf Kervancı, bize babasının el yazısı, Üstaddan tashihli eserlerle birlikte şu bilgileri verdi: Bize Barla'da lâkap olarak Türdüler derlerdi. Dedelerim, Barla'dan İstanbul'a kervancılık yaptıkları için, soy ismimizi Kervancı olarak aldık. "Askerden Isparta'ya geldiğimde, Üstada cübbe ve çay getirmiştim. Asker olduğum için hediyemi kabul etmişti. Başımdaki bere de hoşuna gitmişti. 1950'den sonra Barla'ya geldiği zaman Mustafa Çavuş'un kızı Zekiye yemek göndermişti. Üstad yemeği çok buldu, önce yirmi beş kuruş verdi, sonra elli kuruş daha gönderdi. Yemeğin yarısından fazlasını da geri verdi. Daha sonraları ise Üstadı Ankara Beyrut Palas Otelinde ziyaret etmiştim."

HÜSMEN HÜSEYİN DURAN 1932'de Konya'da doğdu. Nur Risalelerini okuduğu için mahkemeye verilen on binlerce Nur Talebelerinden birisidir. "Üstadı ziyaretim" Hazret-i Üstadı ziyaret etmek üzere Isparta'ya vardık, fakat elimizde adres yoktu. Ulu Camii vardı, oraya gittik. Orada birine sorar öğreniriz dedik. Gittim, baktım biri abdest alıyor. Ona yanaşıp sordum. 'Siz nereden tanıyorsunuz Üstadı?' dedi. 'Kitaplarını okuyoruz' dedim. 'Hangi kitaplarını okuyorsunuz?' dedi. Ben de 'Lem'alar, Şuâlar, Mektubat' dedim. 'Siz Sıddık Süleyman diye birisini duydunuz mu?' diye sordu. 'Evet duyduk' deyince, 'İşte o benim' dedi. Sonradan anladım ki, onu oraya Üstad göndermiş. Yoksa namaz vaktiydi, namazı kılıp gidelim derdi. Beraber Üstadın evine gittik, 'Siz merdivende bekleyin, ben Üstada haber vereyim' dedi. 'Yalnız, Üstad anlatacaklarını anlatır, konuşması bittiği zaman gitmenizi

isteyince Esselâmu Aleyküm der, siz de Aleykümselâm dersiniz ve çıkarsınız' dedi. İçeri girdim, Üstad yatakta, hasta, sesi zor çıkıyordu. Söylediklerini Zübeyir Ağabey bize tekrar ediyordu. Beni gösterdi ve dedi ki: 'İşte Zübeyir, bu benim yirmi senelik talebemdir.' Hafız olduğumu öğrenince 'Kur'ânı ezberleyen gözleri öpeyim' dedi. Gözlerimden öptü. Biraz daha konuştuktan sonra, Üstad 'Esselâmu Aleyküm' dedi. Ben kalktım, fakat çıkarken, ailemden niye bahsetmedi diye kendi kendime söylendim. Tam kapıdan çıkarken Üstad, 'Annen baban var mı?' diye sordu. 'Var' deyince, 'Madem onlar seni yetiştirmiş, sen benim talebem olduğun gibi, onları da talebe olarak kabul ediyorum ve her sabah dualarıma ortaktırlar' dedi. 'Madem ki sen beni ziyarete geldin, senin yol paranı ben vermem lazım' dedi. 'Ben almam' dedim. Fakat cüzdanımda 10 lira param vardı, harcamıştım. Daha sonra baktım, cüzdanımda bir 10 lira daha var. Gelirken birisi pasta göndermişti. 'Ben karşılıksız bir şey almam' dedi ve bana 1 lira verdi. O 1 lirayı hâlâ hâtıra olarak saklıyorum. Daha sonra Isparta'dan ayrıldım. 15 gün sonra tekrar Üstadın yanına geldim. Üstad beni görünce, 'Kardeşim daha 15 gün oldu görüşeli, niye tekrar geldin' dedi. 'Üstadım artık sizin hizmetinizde kalmak istiyorum' deyince, 'Kardeşim git, Konya'da hizmet et' dedi. Böyle olunca tekrar Konya'ya gittim. Konya'da hocalık yapmaya başladım. Bir ara Eğirdir'de kitap getirmeye gittim. Üstadı tekrar

ziyaret etmek nasip oldu. Bu gidişimde Üstad bir liste çıkarmıştı. Bu listede Mesnevî'nin gittiği ülkeler yazılıydı. Öyle ülkeler ki, adını hiç duymadığım ülkeler. Üstad bana Arapça biliyor musun?' dedi. 'Bilmiyorum, ama öğrenmek istiyorum' dedim. Üstad 'Mesnevî'yi getir Zübeyir' dedi. Zübeyir Ağabey Arapça bir Mesnevî getirdi. Üstad bir kaç satır okudu, tercüme etti. 'Bunu sana hediye ediyorum. Konya'da kardeşim var, Abdülmecid Efendi, ona götür sana ders versin' dedi. Abdülmecid Efendiye götürdüm, 'Bunları ben de anlamıyorum' dedi. Ben de, 'Anladığın tarzda anlat' dedim. Üstad bir sene sonra bana ve kardeşi Abdülmecid Efendiye mektup yazmış. 'Kardeşim Hüseyin, sana verdiğim Mesnevî'yi Abdülmecid Efendiye ver, tercüme etsin. ' Abdülmecid Efendiye de aynı şekilde diyor ki: 'Hüseyin'den al, tercüme et. ' Nihayet mektup gelince Abdülmecid Efendiye gittim. Ben gidince o da Mesnevî'yi aldı, okumaya başladı, papağan gibi anlatmaya başladı. 'Anlamadığım kitabı anlamaya başladım' diyordu. Abdülmecid Efendi 'Demek Üstad bana sevap kazanayım diye bu tercümeyi yaptırıyor, önceden anlamıyordum, bak şimdi anlatmaya başladım' diyordu. Bir gün bir tefsir hocası dedi ki: 'Bediüzzaman Vehhâbî'dir, hiç hadisten bahsetmiyor, hep ayetten bahsediyor. ' O zaman Hayrettin Karaman bu söze kızmış. Bana geldi, 'Buna cevap vereceğim' dedi. Ben de bu durumu Üstada yazdım. Üstad cevaben dedi ki: 'Kardeşim

Hüseyin, o hoca aldanmış veya aldatılmıştır. Benden selâm söyleyin ve katiyyen münakaşa etmeyin.' O hoca birkaç ay sonra boğazından ameliyat oldu, konuşamaz hale geldi, tefsir hocalığını bıraktı. Bir sene sonra da ahirete gitti. Allah günahlarını affetsin. Bir ara camilerde risale okunmaya başlandı. Üstada bunu soruyorlar. Üstad da 'Maşaallah, Bârekallah' diyor ayağa kalkıyor, memnuniyetini izhar ediyordu. O zaman bize bir kuru ekmek gönderdi. Biz de parçalayıp yedik. Üstad Ankara'ya geldiğinde biz de ordaydık. Diyarbakırlı bir yüzbaşı karşıladı Üstadı. Üstad da ona müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek hakkında ders verdi. Daha sonra birz Konya'da hapishaneye düştük. Çok zor günler geçirdik. Azılı katillerin, yan kesicilerin, sarhoşların, kumarbazların arasında kaldık. Cenâb-ı Hakkın inayetiyle Konya hapishanesi de Medrese-i Yusufi ye oldu. Risale-i Nurun inkişâfına, çok hizmetlere vesile oldu. O azgın insanlar tevbe edip namaza başladılar, Kur'ân okumayı öğrendiler, günahlarına tevbe ettiler. Dr. Sadullah Nutku Ağabey de hapishanedeydi. Sonra Osman Yüksel Serdengeçti de hapishaneye geldi. Hattâ o zamanlar Türkiye'de huzur yok diyorlardı. Osman Yüksel Serdengeçti de 'Huzur isteyen Konya hapishanesine, Nurcuların yanına gelsin' diyordu. "Bir gün Zübeyir Ağabeyle sohbet ederken Zübeyir Ağabey dedi: 'Bir gün ben Üstadla Afyon hapsindeyken Üstadı bir odaya koydular. Pencere kırık, kapı kilitli, biz

giremiyoruz. Soba var, yakmıyorlar. Biz de giremiyoruz ki yakalım. Bir gün Üstad abdest almış, namaz kılmış oturuyor. Adeta abdest aldığı sular sakal ve bıyığında donmuş. Ben donmuş kalmış zannettim. O zaman ben kilidi kırdım, 'Üstadım!..'diye yanına girdim. 'Korkma kardeşim, öldüremeyecekler' dedi. O zaman gardiyanlar geldi, 'Nasıl olur da bizden izinsiz buraya girersin, kilidi kırarsın?' dediler. Beni falakaya yatırdılar, dövüyorlardı. Ben de Allah diyordum. Siz de böyle bir duruma düşerseniz Allah deyin, başka bir çare yok!"

VELİ IŞIK KALYONCU 1936 senesinde Kastamonu'da doğdu. İlk ve Orta tahsilini İnebolu ve Kastamonu'da yaptı. Ankara İlâhiyat Fakültesini bitirdikten sonra, Anadolunun çeşitli şehirlerinde muallimlik yaptı. 1989'da emekli oldu. Halen Bursa'da ikâmet etmektedir. "Hazret-i Üstadı ziyaretim" Mektubat'ın tabedilmesi tamamlanmış sıra Tarihçe-i Hayat'ın basılmasına gelmişti. Tarihçe-i Hayat'ın başına, 'Önsöz'ün kime yazdırılma mes'elesi meşveret edildi. Neticede Medine-i Münevverede bulunan Ali Ulvi Beye yazdırılmasına karar verildi. Atıf Ural Ağabey kendisine bir mektup yazdı. O da fazla gecikmeden Tarihçe-i Hayat'ın başındaki 'Önsöz'ü gönderdi. Tarihçe-i Hayat'ın tabedilme çalışmaları, Tahsin Tola Ağabeyin 14 Mayıs Mahallesindeki evinde başladı. İki katlı gayet lüks evin üst katını bize tahsis etmişti. Ev çok lüks idi, ama bizim oraya serecek sergimiz bile yoktu. Üzerimizdeki battaniyeleri alıp bir odasına sermiştik. Orada tashih ve diğer çalışmalar yürütülüyordu. Diğer

eserlerde olduğu gibi, bir formanın hazırlanışı tamamlanınca, ilk forma Hz. Üstada gönderiliyor; tashih ve tasvibinden geçince o forma baskıya veriliyordu. Hz. Üstad, hizmet taalluk etmeyen ziyaretleri kabul etmiyordu. Onun için Hz. Üstadı ziyaret etmek isteyenler Said Özdemir Ağabeyden forma alıp ziyarete gidiyorlardı. Arkadaşların hepsi Hz. Üstadı ziyarete gitmişlerdi. Ben utancımdan Said Ağabeye, bu sefer de ben gideyim diyemiyordum. Aylarca, sıra gelsin diye sabırla bekledim. Sonunda arkadaşların hepsi, bu defa benim gitmemi Said Ağabeye söylemişler; o da kabul etmiş. Bunu duyunca çok sevindim. Sevincimden geceleri gözüme uyku girmiyordu. Hz. Üstadı dünya gözüyle görecektim. Senelerce düşlediğim tahakkuk edecekti. Hz. Üstadın o günlerde Isparta'da olduğu öğrenildi. Hz. Üstad bazen Emirdağ'a geliyordu. Formalar da oraya gidiyordu. Bana Hz. Üstada götürmek üzere iki forma düşmüştü. Ankara'dan trene bindim; sabah saat dokuzda Isparta'ya vardım. Adres üzerine Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânını buldum. Beni kendisi o has gülümsemesiyle karşıladı. Beni tanıyordu; Ankara'ya broşür mahkemesine geldiğinde görmüştü. Kendisine Hz. Üstada forma getirdiğimi söyledim. Bana, 'Biraz dükkanda otur, şimdi Hz. Üstadın yanından birisi gelir' dedi. Bir baktık, karşıdan Zekeriya geliyor. Zekeriya'ya beni Hz. Üstada götürmesini söyledi. O önde ben arkada yürüdük. Beyaz badanalı iki katlı bir evin tahta kapısı önünde durdu; zili çaldı. Kapı açılıncaya kadar ben de yetiştim. Bizi Zübeyir Ağabey

karşılamıştı. 'Ben Hz. Üstada haber vereyim' dedi. Biraz sonra Hz. Üstadın 'Gelsin' emrini getirince, benim heyecanım son haddini bulmuştu. Hemen takkemi başıma geçirdim. Zübeyir Ağabeyin arkasından tahta merdivenleri çıktım. Sergisiz tahta salonun karşısında, odada Hz. Üstad başında beyaz sarığı ve üzerinde beyaz pamuklu hırkasını giymiş, karyolada oturuyordu. Zübeyir Ağabey, beni Üstada 'Kastamonulu Veli' diye tanıttı. Elini öptüm. Hz. Üstad üç defa şefkatle beni bağrına bastı. Her defasında 'Veli sensin, maşâallah kardeşim' diye iltifat etti. O kadar samimi, o kadar şefkatli, o kadar müşfik ve merhametli idi ki, bunu tarif etmek imkânsız. O anda Üstad beni nereden tanıyor diye düşündüm. O zaman aklıma Kastamonu'dan Hz. Üstadı ziyarete gidenler bizden bahsetmişler. 'Kastamonu'dan lisede Nurları okuyan talebeleri var' demişler. Üstad da isimlerimizi sormuş ve deftere yazdırmış. Bu geldi aklıma. Zübeyir Ağabey benim İlâhiyat Fakültesinde okuduğumu söyledi. Hz. Üstad, 'İmam Hatipte okur' dedi. Bu üç defa böyle tekrar olundu. Zübeyir üçüncüden sonra sustu. Bunun mânâsını seneler sonra anladım. Hz. Üstad bana: 'Bak ben konuşmuyordum; sen geldin sesim açıldı. Seni Mehmed Feyzi gibi kabul ettim. Sen Feyzi'ye benziyorsun. Eğer (Zekeriya'yı göstererek) bunu yanıma almasaydım seni alırdım' diye iltifatta bulundu. Kastamonu'dan birçok kişiyi sordu. Bunlardan bir kısmını tanıdım, bir kısmını tanıyamadım. Hepsiyle ayrı ayrı alakadardı. Bize 'Hz. Üstadın yüzüne sakın bakmayın kızar' demişlerdi. Ben kaçamak olarak iki, üç defa baktım. Hz. Üstadın bilhassa gözleri, o kadar yaşlı olmasına

rağmen çok keskin idi. Ben götürdüğüm formları Hz. Üstada takdim ettim. Bu formalar Afyon hayatına dairdi. Bizler yere yarı halka şeklinde oturduk. Tahirî Ağabeyde Hz. Üstadın ayak ucuna oturmuştu. Bizlere sırayla birinci formayı okuttu. Bazen kesip, 'Tahirî, böyle olmamış mıydi?' diye soruyor. Tahirî Ağabey de, 'Evet Üstadım böyle olmuştu' diye cevap veriyordu. Birinci formanın okunuşu bitince Hz. Üstad bizi dışarıya çıkardı. Öğle ezanı da okunmak üzere idi. Öğle namazından sonra, öğle yemeği yendi. Öğle yemeği ekmek ve yaş üzüm idi. Hz. Üstad, 'Benim tayınımı Veli'ye verin' demişti. Hz. Üstadın günlük tayını küçük bir ekmeğin dörtte biri kadardı. Ben o ekmeği yememiş, teberrüken Ankara'ya arkadaşlara götürmüştüm. Hz. Üstadımız öğleden sonra bizi tekrar çağırdı. Tekrar yerdeki kilim parçasının üzerine oturduk. Hz. Üstadın evinde o kilim parçasından başka sergi görmedim. Yerler bembeyaz, temiz tahta idi. Hz. Üstad bize ikinci formayı da okuttu. Tashih işi bitmişti. Bizler tekrar dışarıya çıktık. Ağabeylerin kaldığı odaya geldik. Hz. Üstad biraz sonra beni çağırmış. Hz. Üstadın huzuruna üçüncü defa girmiş olduk. Hz. Üstad ban, 'şimendiferle hemen geri dönmemi, Ankara'daki hizmetlerimizin çok mühim olduğunu' söyledi. Ellerinden öptüm; tekrar beni bağrına bastı. Bayram Ağabeye, beni istasyona kadar geçirmesini tembihledi. Hz. Üstadın huzurundan, huzur içinde sürurla ayrılırken, Cenab-ı Hakka, bu büyük insanı ziyaret etmeyi nasip ettiği için hadsiz şükür ettim.

İlk talebe dershanesi Doğuş Matbaasında tab işleri devam ediyordu. Bir gün Said Ağabey, 'Matbaaya yakın büro gibi bir yer tutalım, tab hizmetleri orada yapılsın' dedi. Ulus'ta, Dışkapı Caddesi üzerinde, o zamanki Murat Lokantası üstünde, büyükçe bir oda tutuldu. Artık tashih vs. işleri, burada yapılıyordu. Biz fakülteden çıkınca buraya geliyor geç vakitlere kadar çalışıyorduk. Nizip Apartmanındaki dershaneyi de, Dış Cebeci'deki İlâhiyat Fakültesinin yakınındaki Artukoğlu Apartmanına taşıdık. Bir taraftan fakültelerimize devam ediyor, diğer taraftan hizmetlerle uğraşıyorduk. Burada yedi arkadaş beraber kalıyorduk. Mehmed, Kâmil, Hasan, Hüseyin Aşçı, İbrahim Canan, İbrahim Ergun ve ben. Burası aynı zamanda, sayıları az da olsa üniversitedeki dindar talebelerin uğrak yeri idi. Cumartesi akşamları, bu talebelerle toplanıp burada, Risale-i Nur dersi yapıyorduk. Çoğu zaman bu derslerimizde Bekir Berk Ağabey, Serdengeçti, Şevket Eygi de bulunuyordu. Hz. Üstadımız hizmet için, hizmetinde bulunan ağabeylerimizi Ankara'ya gönderdiklerinde bizde kalırlardı. Bu ağabeylerimize Hz. Üstadın hallerini sorardık, onlar da anlatırdı. Biz bu ağabeylerimizden çok istifade ettik. Üstadımız ekseriyetle bu ağabeylerimizi bir devlet büyüğü ile görüşmek üzere gönderirdi. Bir defasında Üstadımız, Ayasofya'nın tekrar ibadete açılması için ağabeylerimizden birisini göndermiş; bunun için tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerin bazılarında biz

de bulunurduk. Üstadımız daha çok hizmet gayesi ile Sungur Ağabeyi, sonra Ceylan ve Bayram Ağabeyi gönderirdi. Bazen Zübeyir Ağabeyi de gönderdiği olurdu. Bizler bazı akşamları, Risale-i Nur'u tanımış zatların evlerine derse de giderdik. Her gün belli zamanlarda beraberce Risale-i Nur'dan dersler yapardık. Namazlarımızı cemaatle kılar, dershanenin işlerini ve hizmetlerini iş bölümü yaparak yürütürdük. Bir taraftan da fakültelerimize devam ederdik. Hz. Üstadın Ankara'ya gelişleri Bir gün Hz. Üstadın Ankara'ya geleceğini haber aldık. Hemen araba kiralayarak karşılamaya gittik. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde beklemeye başladık. Üstadın arabası uzaktan gözüktü. Biz 40-50 kişi yolun kenarına dizildik. Önde iki üç tane trafik arabası olduğu halde, sur'atle geçti. Biz Üstadı selâmlarken, Üstad da bize iki eliyle selâm veriyordu. Üstad doğrudan Hacı Bayram Hazretlerinin türbesine gitmiş. O zamanlar, ziyaret için, türbenin kapısını açmıyorlardı. Görevliler Hz. Üstad için açmışlar; içeride bir müddet yalnız kalmış. Oradan, kendisi için yer ayırtılan, sahibi Nurların dostu olan, Denizciler Caddesindeki Beyrut Palasa gelmişler. Biz de oraya geldiğimizde, otelin etrafını sivil polisler sarmıştı. Hz. Üstadın Ankara ve İstanbul'a gelip gidişlerine basın çok yer vermişti. Bütün gazeteler birinci sayfalarında büyük puntolarla 'Said Nursî Ankara'da,' 'Said Nursî

İstanbul'a hareket etti!' gibi başlık atıyorlardı. Onların niyetleri ne olursa olsun, bunlar bir nevi ilânat oluyordu. "Hz. Üstadı ziyaret için otele çok kişiler gelip gidiyorlardı. Fakat herkesi kabul etmiyordu. Hz. Üstadın son Ankara'ya gelişlerinde Ağabeyler, 'Buradaki Kastamonulu talebeler sizi ziyaret etmek istiyorlar' demişler. Hz. Üstad, 'Gelsinler' deyince, biz ayakkabılarımızı çıkarıp içeriye girdik. Hz. Üstad hepimize elini öpmeye müsaade etti. Hz. Üstadın eli hâlâ gözlerimin önündedir. Parmakları incecik bir deri bir kemik kalmıştı. Hz. Üstad ayakta bize beş dakika kadar ders verdi. Ağaçtan, yapraktan, çiçekten, çekirdekten bahsetti. Bunların Allah'ın varlığının şahitleri olduğunu anlattı. Bu Hz. Üstadı son görmemiz oldu. Cenab-ı Hak âhirette tekrar görmek nasip eylesin."

İSMAİL DİKEN 1926 senesinde, İdris Köşkü Caddesindeki, yine İdris-i Bitlisi Çeşmesi'nin karşısındaki evde dünyaya gelmişim. Babam merhum Vanlı Fakih İsa Cafer (1876-1963) Efendiydi. Pederim de Hizan'da dünyaya gelmişti. Daha çok gençken, Sultan Abdülhamid zamanında on beş-yirmi yaşlarında buraya, İstanbul'a tahsile gelmişti. Üstad Bediüzzaman'ı tâ Hizan ve Van'dan tanıyordu. Üstad Bediüzzaman'ın gıyabında evimizde bizlere, onun ilminden ve kahramanlığından sitayişle bahisler açardı. Üstad için 'Molla Said' ifadesini kullanırdı. Üstad Bediüzzaman Rus esaretinden geldiği zamanlarda Eyüp'te bir müddet kalmıştı. Hatta İdris-i Bitlisi'nin hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camiinde bir Ramazan'da itikafta kalmıştı. Bir gün, zannediyorum 1952 veya 53 senelerindeydi. Ben yalnız başıma evimizden çıkıp İdirs-i Bitlisi'nin hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camiine doğru gidiyordum. Sokağın başında karşıma üç kişi çıktı. Bunların ikisi genç ve kıravatlıydı. Talebe oldukları belliydi. Üçüncü zat, cübbeli ve dar şalvarlı birisiydi. Ben bu zatlara selam

verdim. Bu zat heybetli bir şekildeydi. Selam verince de zaten bakışlarıyla heybetini göstermişti. Gençler yirmi-yirmi sekiz yaşlarını gösteriyorlardı. Temiz kıyafetliydi ve üniversiteli oldukları anlaşılıyordu. Bu heybetli zat bana selam verdi ve 'Sen kimin oğlusun?' diye sordu. Ben hiç cevap vermeyerek, hemen eve koştum. Babamı çağırdım, 'Baba, baba, bir muhterem zat seni soruyor' dedim. Babam, 'Bu zat bizim Molla Said Efendi olmasın?' dedi. 'Bilmiyorum' dedim. Babam ise kapıdan çıkarak, bu zatları karşılamak için koştu. Bize doğru on beş-yirmi adım kadar gelmişlerdi. Babam tanıdı ve hemen Üstadın ellerine kapandı, ellerini öpmek istedi, Üstad elini çekti ve öptürmedi. Yürüyerek mezarlığın başına kadar gittiler. Üstad Bediüzzaman, uzun bir ağacın yanındaki yuvarlak bir taşın üzerine varıp oturdu. Merhum babam da Üstadın yanına oturdu, diğer genç üniversiteliler de oraya oturdular. Ben ise arkada ve ayakta durarak konuşmalarını dinlemeye çalışıyordum. Bazen Kürtçe konuşuyorlardı. Ben o zaman konuşmalarını anlayamıyordum. Türkçe konuştukları zaman ben de anlıyordum. Galiba babam Üstada bir şey söyledi. Üstad ona cevaben: 'Hiç üzülmeye değmez. Ben şimdiki bu halleri, bugünün böyle olacağını, seneler evvel görmüştüm. Hani şimdi sinema diyorlar ya, bunun ben böyle olacağını, aynen bu taşın üzerine oturmuştum ve aşağıdaki denizi seyrediyordum, sinema perdeleri gibi bugünler gözlerimin önünden gelip geçmişti.' Bu

bahisten

sonra

Üstadla

babam

yine

Kürtçe

konuşmaya başladılar. Bu yuvarlak taşın üzerinde on beş dakika kadar oturdular. Oradan kalkarak babamla vedalaştılar ve ayrıldılar. Üstad Bediüzzaman Eyüb'e doğru yürüyüp gitti. Biz babamla eve dönerken, ben babama sormaya başlamıştım. Babam bana 'Bu zat benim sana daima bahsini ettiğim Molla Said dediğim zattır, Bediüzzaman'dır.' Üstad Bediüzzaman Zeyneb Hatun Camiinde itikafta kalırken, ablam Emine akşamları iftarlık yemek götürürdü. Üstad ise sadece bir çorbayı alırdı. "1952 senelerinde 'Üstad Bediüzzaman'ın Sirkeci'deki ağır ceza mahkemesinde mahkemesi var' demişlerdi ve ben de bu mahkemeyi takip etmek için gitmiştim. Ama o zaman mahkeme günü Sirkeci'deki şimdiki postahane olan yerde mahşerî bir kalabalık vardı. Bu kalabalık ve izdiham yüzünden mahkemeye girememiş, sadece seyirci olarak dışarıda kalmıştım."

MUHSİN ALEV 1974 kışının soğuk, 6 Aralık Cuma günü, Batı Berlin'de Fray Ünivertesinin mescidini arıyorduk. Nihayet arkadışım ve dostum İhsan Atasoy'la epey yorulduktan sonra cumadan önce mescidi bulabilmiştik. 40 yaşlarında kısa boylu bir zat, aradığımız Muhsin Alev Bey, yeni abdest almış bize doğru geliyordu. Küçük mescidde namazı kıldıktan sonra, Muhsin Alev'in hatıralarını tespit etmeye başlamıştık. Muhsin Alev'in Türkiye'den ayrıldığı yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıl vatandan, dostlardan uzak kalmak, en katı kalpli bir insanı bile rikkate getirirdi. Muhsin Alev Türkiye'yi, buradaki dostlarını, bilhassa Üstadı unutamıyordu. Hasretle, hicranla anıyor, gözleri dolu dolu... Dalmış yıllar öncesini hatırlayarak anlatıyordu: Muhsin Alev anlatıyor "Unutamadığım, asla unutamayacağım anlar Üstadımla birlikte geçen anlardı. Hele birgün Afyon'da mahkemede

koridorda bekliyorduk. Üstadım başını omzuma dayamıştı. İşte o günün, o anın lezzetini unutamam. Hayatımın bundan daha mes'ut bir hatırasını hatırlamıyorum." Muhsin Alev duygulu bir insan, bu duygularından birinde şunları mısralaştırıyordu: Üstadım Said Nur Onun kitapları var Risale-i Nur Yanında alır ve kırlara açılır, Rüzgârlar onu okşar, güneş onu kucaklar, Çiçekler tebessümle ona doğru bakarlar Kuşlar cıvıldaşarak, ona doğru koşarlar Çünkü kâinatta, bahsetmedi,

firaktan,

ayrılıktan

elemden

Sevinçten, kavuşmaktan, visalden haber verdi. Böyle tefsir eyledi Nur'un bir bendesi." 1952 senesinde Üstad Bediüzzaman için açılan İstanbul Mahkemesinin diğer bir sanığı da Muhsin Alev'di. 1951 senesinde iki bin tane Gençlik Rehberi Risalesini matbaada bastırmıştı. Bu mahkeme dolayısıyla İstanbul'a gelen Üstad Bediüzzaman, Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde kalıyordu. Kendi dilinde

Söz, Akşehir Palas Otelinden açılınca Muhsin Alev Bey, Üstadla ilgili orada geçen hatıralarından yirmi beş yıl sonra hatırında kalanları başladı anlatmaya: Kâmil Öztürk ile birlikte Necip Fazıl Kısakürek'in yanına gidip geliyorduk. O yıllarda Necip Fazıl, Büyük Doğu faaliyetleriyle meşguldü. Necip Fazıl'la münasebetlerimiz devam ediyordu. Risale-i Nur'larda bazı parçaları Büyük Doğu mecmuasında neşrettiriyorduk. "Necip Fazıl'ın Üstadı ziyareti" Üstad İstanbul'a gelince sanki bütün İstanbul halkı Akşehir Palas Oteline boşaldı. Her gün yüzlerce insan Üstadı ziyaret ediyordu. Bu arada bir çok tanınmış zevat da bu ziyaretçiler arasındaydı. Necip Fazıl da Üstadı ziyarete gelmişti. Üstad, kendisini alaka ile karşıladı. Bir sandalyeye oturttu. Necip Fazıl, kendisinin yanına gelip giden gençleri Üstad Bediüzzaman'ın yanında ve hizmetinde görünce (ben tahmin ediyorum) üzülmüş olacak ki, Üstad kendisine: Üzülme! Üzülme! Ben Doğucuları, Risale-i Nur talebesi olarak kabul ettim. Ben seni Risale-i Nur'a yirmi senelik hizmet yapmış olarak kabul ediyorum' dedi. Yine Necip Fazıl'la olan görüşme sırasında Üstadın şöyle dediğini hatırlıyorum. Biz bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrılık

yoktur. Ders almak ve kaynak bakımından aynı yere gidiyoruz.' "Reşadiye Otelinde" Üstad Akşehir Palas Otelinden sonra, Fatih'teki Reşadiye Otelinde kalmaya başladı. Burada da çok ziyaretçiler gelmişti. Bunlardan birisi de Osman Yüksel Serdengeçti idi. Osman Yüksel'e şöyle demişti: Seni oğlum gibi kabul ediyorum. Oğlum olsaydı senin ismini koyardım. Yazılarında şahıslarla, bilhassa menfî şahıslarla uğraşma.' Üstad zaman zaman eski hatıralarından da anlatırdı' diyen Muhsin Alev, bu hatıralardan şu latif meseleyi nakletti: Üstad eski gençlik günlerindeki hatıralarından anlatırken, mevzu 31 Mart Olayındaki Hurşit Paşa Divan-ı Harbinden açılmıştı. Mahkemede reise karşı söylediği, Eğer meşrutiyet İttihat ve Terakkinin istibdadından ibaret ise, bütün dünya ins ve cins şahit olsun ki, ben mürteciyim' cümlesini İmam-ı Şafiî Hazretlerinden ders aldığını söyledi. İmam-ı Şafiî Hazretlerinin Âl-i Beyte sevgi ve muhabbetinden dolayı, 'Sen Alevî misin, Rafızi misin?' diye sordukları zaman, Şafiî Hazretleri cevaben, Eğer ehl-i beyte sevgi ve muhabbet Rafizîlik ise, bütün

dünya şahit olsun ki ben Rafızîyim' buyurmuşlardı. Bu eski günlerin geçtiği yerleri zaman zaman gezmeyi de çok severdi. Hassaten hatırası geçen yerleri bazen birlikte gezerdik. Yine böyle bir gezinti sırasında, eski Harbiye Nezareti olan İstanbul Üniversitesi merkez binasını gezerken, 31 Mart Olayında asılanların yerlerini göstererek, anlatıyordu. Kendisini de asılanların, pencereden gözüktüğü yerde muhakeme etmişlerdi. Yaptığı çok şahane ve celâlli müdafaadan sonra, beraat etmişti. Kendisi beraat etmekle kalmamış, bir çok suçsuz insanların da tahliye edilmelerini sağlamıştı. "Bu şiddetli mahkemelerde suçsuzluğu tebeyyün etmişti. Temyizi, müdafaası ve avukatı olmayan mahkemede kararlar derhal infaz ediliyordu. Mahkemede beraat etmekle kalmamış, vuku bulan yanlışlıktan dolayı Hurşid Paşa Divan-ı Harbi kendisinden özür dilemişti." Mezkûr yıllarda Üstad Bediüzzaman, gerek Gençlik Rehberi mahkemesi, gerekse Samsun mahkemeleri için iki yıl üst üste iki defa İstanbul'a gelip, üçer ay kalmıştı. Kendisi bu yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde öğrenci olarak bulunuyordu Muhsin Alev'in felsefe konularında da Üstadı ile konuştuğu olmuştu. Bununla ilgili de hatıraları vardı. Bir gün Üstad

Bediüzzaman'la ders esnasında bahis Sokrat'tan açılmış. Muhsin Alev, Sokrat'ın zehir içerek intihar ettiğini söyleyince, Bediüzzaman, Sokrat'ın intihar ettiğini kabul etmeyerek, şu cevabı veriyor: Nasıl intihar edebilir? İntihar etmedi, mahkûm edildi... Zehir içmeye mahkûm edildi. Neticede zehir içirilerek öldürüldü. İntihar etmek günahtır. İntihar eden, büyük katil olur.' Nur talebeliğinin dört esasından birisi de şefkat oluşu itibariyle Üstad, Ben şefkat dersini çocukluğumda annemden aldım. Hikmet intizam ve nizam dersini de rahmetli babam Mirza'dan aldım' diye buyuruyordu. "İstanbul'un fethinin 500. yıldönümünde" 1953 senesinde İstanbul'un 500. Fetih yıldönümünde, Fatih Camii avlusunda yapılan merasimlere Üstad da iştirak etti. Tribünlerden bayramı takip etti. İlk defa hazırlanan ve gösterilere çıkan mehter takımını sevinçle seyretti. Mehterden memnuniyetini ve mesruriyetini izhar etti. Yine 1953 senesinde Beyazid'de Marmara Palas Otelinde bir kaç gün kalmıştı. Otelin penceresinden bakarken, derin bir tefekküre dalmıştı. Medreselerin ve mabedlerin harabe haline çok üzülmüş ve dertlenmişti. Eski

medreselerin

canlı

olduğu

günleri,

binlerce

medrese talebesinin girip çıktığı günleri hatırladım' diye hasretle bahsetti. "Üstadın tedbir dersi" Bir gün gece vakti Nur Risalelerini bir bohçaya doldurmuş, başka bir yere taşıyordum. Yolda bir arabadan karpuz almak istedim. Karpuzcudan fiyatını sordum. Bu sırada orada olan bekçiler benden şüphelendiler. Beni karakola götürdüler. Karakolda kitapları açıp baktılar, kim bilir ne zannetmişlerdi. Kitapları görünce bunlarda bir şey yoktur diye beni serbest bıraktılar. Sabahleyin Üstadın yanına gittiğimde akşamki hâdiseyi aynen Üstada anlattım. Üstad bana tedbir ve dikkat dersi verdi. Niçin gece götürüyordun. Gece götürmeye ne lüzum var. Gündüz götürseydin' dedi. Zaman zaman bize çeşitli dersler verirdi. Yine bir gün bir vesilesini bulmuştu; Abdülmuhsin'in eli, dili kalbi iyidir. Fakat aklına karışmam' diyordu. Bazen çeşitli meseleler olunca Üstad yazmamı isterdi. 'Yaz unutursun' derdi. Sonra daima sorup istişâre etmemi isterdi. 'İki kişiye sormadan bir şey yapma' derdi. 'Eline, diline itirazım yok, fakat senin aklına karışmam' derdi.

"Asıl suçlu erkeklerdir" 1953 senesinin bahar aylarında Fırıncı Mehmed kardeşin Çarşamba'daki evinde kaldığı günlerde, gezmeye çıkacaktı. Bizim beraber gelmemizi istemedi. Yalnız başına gitmek istiyordu. 'Bugün beni bırakın, ben yalnız başıma gideceğim' dedi. Tramvayla gidip çeşitli yerleri gezmişti. Akşam döndüğünde kadınların açık-saçık halleri üzerinde durdu. Hanımların bu şekilde açık gezmelerinde ve açık giyinmelerinde, erkeklerin suçlu, kabahatli olduğunu, büyük suçun erkeklere ait olduğunu söyledi. Kadınlara makamlarından fazla hürmet ettiklerini, yüksek muamele yaptıklarını, onlar bir er ve onbaşı iken, albay gibi muamele ettiklerini; bunun neticesi olarak da kadınların hakimiyeti ellerine alarak istediklerini yaptıklarını, açık-saçık gezdiklerini üzülerek anlattı. Tarihçe-i Hayat'taki, Tiflis'te Şeyh Sanan Tepesinde Rus polisiyle aralarında geçen konuşma bahsolundu. Benim içimden, oralara gitmeyi çok arzu ediyordum. Bu arzumu Üstad hissetti. Bana hemen cevap verdi: Hayır sen oraya gitmeyeceksin. Seni Tiflis'e göndermeyeceğim. Oraya Sungur gidecek. Sungur'u göndereceğim. Sungur, Tiflis'e gidip benim medresemi açacak!' "Üstadın Fener Patriğiyle görüşmesi"

Çarşamba'da Ziya Arun kardeşimizle birlikte gezmeye gitmişlerdi. Eve döndüklerinde Ziya Arun heyecanlı bir şekilde. Üstadla birlikte Fener Patrikhanesine gittiklerini ve Üstadın Patrik Athenagoras'la görüşüp konuştuğunu anlattı. "Nur Âleminin Bir Anahtarı'nın yazılması" İstanbul'da 1953 senesi baharında en son eseri Nur Âleminin Bir Anahtarı'nı telif edip bitirmişti. Bu eserine bir isim koymak istiyordu. Bize ders vermek ve hem de istişârenin ehemmiyetini bildirmek için, bize sordu, istişâre yaptı. Neticede Nur Âleminin Bir Anahtarı isminde karar kılındı ve esere bir isim verildi. Bu risale aynı zamanda Üstadın yazdığı en son kitap oldu. "Nevruz mahlûkatın bayramıdır" Üstad gezmeyi, bilhassa bahar ve yaz aylarında kırlarda dolaşmayı çok severdi. Mahlûkatla, mevcudatla baş başa kalıp, derin derin tefekkür ederdi. İstanbul'da Nevruz günü (21 Mart) kıra giderken, bizi de yanında götürdü. Kırda, Bugün mahlûkatın bayramıdır' diye Nevruzun önemini bize anlatmıştı. Kırdaki köpeklere ekmek parçası verdi. Bugün, bu Nevruz bayramından, bu köpeğin bile bir hissesi vardır. Bahar mahlûkatın bayramıdır. Biz de onların bayramına iştirak edelim' demişti. Çok sevinçli bir hali

vardı Nevruz günü... "Tavus Kuşlarındaki İlahî sanat" Yine güzel bir bahar günü... Günlük güneşlikti. Ziya Arun kardeşimiz de beraberimizde namaz kılmak için Yavuz Selim Camiine gittik. Namazı camide kıldıktan sonra, caminin önündeki eski Bizans su sarnıcı, o zamanda çiftlik olan yeşil bahçeliğe indik. Çiftlikte rengârenk tavus kuşları vardı. Üstad, kuşları görünce onlarla çok alâkadar oldu. Hayran hayran temaşa etti. Sonra bize dönerek hislerini ifade buyurdu: Nur Risalelerinde bu kuşlardan bahsetmiştim' diye onlardaki İlâhî sanatı nazara vererek dersler yaptı. Kuşların sahibine para verdi. Bu para ile kuşlara yem almasını söyledi. Belki de, on-on beş dakika sevinç ve huzurla tavusları seyretti. Üstad, zaman zaman eski esaret günlerinden de bahis açarak sohbetler yapardı. Yine böyle bir hasbihalde, Rusların kendisine çok daha fazla zulüm yapmak istediklerini, fakat, 'Bu bizim çocuklarımıza ve kadınlarımıza dokunmadı, onları kesmedi' diye fazla eziyet etmediklerini anlatmıştı. "Ben Abdülhamid'e veli nazarıyla bakıyorum" İstanbul'da Sultan Abdülhamid hakkında kitap yazan bir adam, merhum padişaha çok hücum edip hakaret ediyormuş. Bunu Üstad duyunca üzüldü. Bize,

Sultan Abdülhamid 60 milyon Müslümanın halifesiydi. Ben ona bir veli nazarıyla bakıyorum' diye buyurarak Abdülhamid Han hakkında bir lahika mektubu neşretmişti. Çok çeşitli ziyaretçiler gelirdi. Akşehir Palas Otelinde Urfalı iki kardeş gelmişti. Üstad bunların aşırı hürmetlerinden sıkıldı. Ağlayıp duruyorlardı. Bunlar Üstada çok fazla hürmet ediyorlardı. Bunların aşırı hürmetlerini kabul etmedi. Kardeşim, şimdi hürmet zamanıdır' diye ikaz etti.

zamanı

Üstadı ziyaret ediyorlardı. ehemmiyetinden bahsediyordu:

değil,

Hafızlara

hizmet hafızlığın

Siz de hafızsınız biz de hafızız. Biz Kur'ân-ı Kerimin mânâsını, siz de lafzını muhafaza ediyorsunuz' diyordu. Çok basit yiyeceklerle günlerini geçirirlerdi. Trabzonlu imam ve aynı zamanda lokantacı olan zattan getirdiğimiz yemeklerden pek az yerdi. Düstur ve prensiplerini bozmazdı. Şarklı bir zat gelmişti. Üstadla Kürtçe konuşmak istiyordu. Üstad, Kardaşım, Türkçe konuş, bunlardan saklayacak bir şeyimiz yoktur. Hem ben Kürtçeyi unutmuşum' dedi. Kürtler, İran'da, Suriye'de ve Türkiye'de vardırlar. Eğer onlar İslâm milliyetini esas alarak kabul ederlerse, ittihad-i

İslâma sebep olacaklardır. Böylece, onlar bölücü bir unsur değil, bilakis ittihad-ı İslâma sebeb olurlar' dedi. * * * Üstadla Bakırköy taraflarında kırlara çıkmıştık. Orada Süleyman isminde Beyrutlu bir Hıristiyan, koşarak Üstada doğru geldi. Üstad, bu adamı reddetmedi, kabul etti. Biraz onunla sohbet ettiler. Adam ayrılırken Üstad kahve hediye etti. Sonra Üstad kahveyi bana verdi. Üstadın bu Hıristiyan’la görüşmesinden çok sevindim ve şevke geldim. Namaz vakti girmişti. Elimi kulağıma atıp, cezbe ile ezan okumaya başladım. Ezan okurken çok bağırmışım. Üstad beni ikaz etti. Keçeli! Ne bağırıyorsun böyle?' dedi. Bakırköyden gelirken Muammer Topbaş'ın arabasındaydık. Arabada Musa Topbaş ve Mustafa Oruç da (Ramazanoğlu) vardı. O gün okunan mevlidi arabasının radyosundan dinleyerek takip ettik. Bu mevlidin bahsi Nur Âleminin Bir Anahtarı isimli Risalede geçmektedir. Bütün ilimleri elde ettiğini, okuduğunu söyledi. Yalnız organik kimyayı tam elde edemediğini ifade etti. Enver Paşadan bahsetti. Onun Orta Asya’da şehid oluşunu iyi bir şekilde anlattı. Ziyaretine gelen tıbbiyeli bir arkadaş, 'Ben namazımı

kılıyorum, fakat ibadet esnasında kalbime fena şüpheler geliyor' deyince, Üstad da beni göstererek; Bak buna! Felsefe tahsil ediyor, hiçbir şüphesi de yok. Bundan ders al, Nur'ları oku' diye ona nasihat etti. "Evine dön" Bafralı İhsan Efendi Emirdağ'da Üstadın ziyaretine gitmişti. Üstad, Kardeşim ben seni genç zannediyordum. ihtiyarmışsın. Dön git köyüne!... demiş.

Sen

Kendisi İstanbul'a gelmişti. Ali Fuat Başgil kendisinin sınıf arkadaşıymış. Merhum Başgil'e Risale-i Nur'lardan bahsetmiş. Başgil alâka ile dinlemiş. Başgil, 'Madem Üstad sana köyüne dön demiş, sen hemen köyüne dön' diye İhsan Efendiye söylemiş. Bafralı İhsan Efendi, bir hafta sonra köyünde vefat etmiştir. "İman hizmeti ve Kur'ân hizmeti" İstanbul'da bir bayram günü Üstad, Gönenli Mehmed Efendinin evine bayramlaşmaya gitti. Gönenli evinde yoktu. Üstad, kapıdan selâm ve bir not bıraktı. Gönenli'ye hitaben, "Kardeşim, siz olmasaydınız. Kur'ân hizmetini biz yapacaktık. Biz iman hizmetini yapıyoruz, siz de Kur'ân hizmetini yapıyorsunuz' diyordu." Üstad

Bediüzzaman'la

ilgili

bize

bunları

anlattı.

Hatıralarının sonunu Muhsin Beyin şu içli ifadeleriyle bağlamak isterim: Afyon'da mahkeme salonunda beklerken, Hazret-i Üstad bana yaslandı. O günü hiç unutamıyorum. Yirmi yıldır annemden, babamdan, vatanımdan, hepsinde de acı olan Üstadımdan ayrılıp buralara geldim. "Üstadımla anlarıydı."

geçen

günlerim

hayatımın

en

mesut

HÜSEYİN RAHMİ YANANLI Hüseyin Rahmi Yananlı, 1930'da Gaziantep'in Kilis ilçesine bağlı Yananlı köyünde doğdu. "Necip kardeşim" Tarihini hatırlamıyorum, ama Üstadın ziyaretine gittiğimizde Sirkeci'de Ahşehir Palas Otelinde kalıyordu. İçeri girdiğimizde bizi ayakta karşıladı. Odanın ortasına kadar geldi, kucakladı bizi. Bana 'Hüseyin kardeşim' diye hitap etti. Çok mültefit idi. Ben bu sırada Hukuk Fakültesinde talebe idim. Ziyaretine giderken, onun büyük bir zat olduğunu bilerek gidiyorduk tabii. O sırada Necip Fazıl ile beraber çalışıyorduk. Bizim gittiğimizi işitince başladı Üstad aleyhinde konuşmaya. Ben de Said Nursî'nin evliya olduğunu söyledim. 'Biz ne evliyalar gördük' v.s. sözler söyledi. Ondan sonra da 'Beraber gidelim ziyaretine' dedi. Beraber gittik. Ancak

beraber gittiklerimizden şimdi Necip Fazıl'dan başka kimseyi hatırlamıyorum. Necip Fazıl'a da, 'Necip kardeşim' diye hitap etti. "Ziyaretinden dönüşümüzde vapurla Necip Fazıl'ın evine gidiyorduk. O yine Bediüzzaman aleyhinde konuşmaya başladı. Bazen de takdir eder gibi. Öylece evine vardık."

KEMAL BAŞTUĞ 1335'te Aksaray'a bağlı Helvadere köyünde doğdu. 1938'den beri İstanbul'da oturmaktadır. Çeşitli özel müesseselerde garsonluk yaptı. 1976'da emekli oldu. Bediüzzaman'ı ilk defa 1952'de Gençlik Rehberi Mahkemesinde gördüm. Mahkeme salonu o kadar doldu ki, mahkeme işlemez oldu. Vazifeliler halkı çıkaramayınca Bediüzzaman'dan yardım istediler. Bediüzzaman Said Nursî, 'Beni sevenler, dışarı çıksın' dedi ve ilave etti: 'Beni sevenler teker teker içeri gelsin.' Salon doluncaya kadar girdiler. Mahkemede, yanında avukatlarından Abdurrahman Şeref Laç vardı. Mahkemenin çıkışında Bediüzzaman Hazretlerinin yürüyerek gitmesi mümkün olmadığından bir arabaya bindirildi. Çünkü caddede mahşerî bir kalabalık vardı. Daha sonra kendisini Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinde ziyaret ettik. Ziyaretine gittiğimizde kapıda talebeleri bizi içeri almadılar. 'Şemseddin Efendi bizi gönderdi' dedik. Talebeleri kendisine haber verince, Hazret merdivenden

'Siz gelin' diye işaret etti. Biz yanına girince, 'Ben sizi tanımıyorum, ancak Şemseddin Efendi ile tanışıklığımız var, onunla Denizli mahkemesinde beraberdik' dedi. Son defa ise İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü merasimleri sırasında görüştük. Merasimleri seyretmek için Topkapı'ya gitmiştim. Ancak orada merasim bölüğünün Yedikule'ye gittiğini ve oradan da Fatih Camii avlusundan geçeceğini söylediler. Cami avlusunda resmî vazifeliler için yerler hazırlanmıştı. Biz de yaya olarak Topkapı'dan Fatih'e gittik. Bediüzzaman Hazretleri yolun ortasındaki ağaçlardan birine dayanmıştı. Yanımdaki arkadaşım İhsan'a dedim ki: 'Bu, Bediüzzaman Said Nursî değil mi?' Evet' dedi. Biz hemen geri döndük. Selâm vererek, hürmetle elini öptük. Ayakta durmasına tahammül edemedim. Hemen koşup bir çayhaneden sandalye getirdim, oturması için kendisine ikram ettim. Teşekkür etti, 'Camiye gidecektim. Mademki sandalye getirdin hatırın için oturacağım' dedi. Biraz oturduktan sonra müsaade isteyerek 'Namaza gideceğim' dedi. Yanındaki adam koluna girdi. Hırka-i Şerif tarafına doğru yürümeye başladılar. Biz de arkasından gidiyorduk. Bu hal milletin nazarını celbetti. 'Bu zat kimdir?' Biz de, 'Said Nursî'dir' dedik.

Böylece kendisini takip eden binlerce kişi oldu. Hırka-i Şerif yanındaki camiye girdik. Namaz kılıp tekrar Fatih Camiinin önüne geldik. Müthiş bir kalabalık vardı. İçeri girmek için polis ve jandarmalar yol açıyordu. Böylece ben de içeri girdim. Herkes yerleşmiş oturuyordu. Bize de dört yer boşalttılar. Said Nursî Hazretleri ortada olduğu halde oturduk. Minarelerde salâ okunuyordu. Bu sırada kendimden geçmişim. Uyandığımda, ilk işim sağımda oturan Bediüzzaman'a bakmak oldu. Sandalyesi boştu. Solumda oturan İhsan'a 'Nerede Hazret?' diye sordumsa da, o da bana aynı suali sordu. "Nerede? bulamıyor."

Hâlâ

o

günden

beri

arıyor

gözlerim,

H. HAFIZ SELAHADDİN GÜNEY 1934 yılında Çanakkale'nin Lapseki ilçesinde doğdu. 1948-1950 arası hafızlığı bitirdi. 1951'de müezzin olarak vazifeye başladı. 1982'de emekli oldu. "Bediüzzaman'a hatırlamıyorum"

nasıl

namaz

kıldırdığımı

Bediüzzaman Said Nursî ile görüşmemiz 1952 senesinde olmuştu. O zaman yirmi yaşında ve Fındıklı Molla Çelebi Camiinde vazifeli idim. Bir gün, caminin önünde dururken biri bana, 'Bu gelen Bediüzzaman Said Nursî'dir' dedi. O zamana kadar kendisini hiç görmemiştim. İlk defa görüyordum. Vakit öğle idi. Camiye girdi. Ben elini öpmek istedim öptürmedi. Sonradan öğrendim ki, hiç kimseye öptürmüyormuş. Cübbeyi kendisine giydirmek istedim. Giymedi ve bana, 'Sen burada vazifelisin, sen imamlığa geç' dedi. Yanakları

kırmızı,

sakalları

yoktu.

O

sırada

hiç

unutamıyorum. Heyecandan titriyordum, namazı nasıl kıldırdığımı hatırlamıyorum. "Bir de mahkeme sırasında kendisini uzaktan görmek ve sesini işitmek nasip oldu. Erkenden gittiğimiz halde salon dolmuştu."

HALİL SIDKI ÖZTURAN "Risale-i Nur'un her satırı bir Said'dir" Eşref Edip Beyin çıkardığı Sebilürreşad'ın abonesiydim, devamlı okurdum. Raif Ogan Bey'in İslâm Dünyası'na aboneydim, onu da devamlı okurdum. Büyük Doğu'nun, Serdengeçti'nin hep abonesiydim. Bu İslâmî dergilerin vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman Hazretlerine âşinalığımız vardı. Yine de sonbahar mevsiminin Eylül ayında İstanbul'a gelmiş, Bozkurt otelinde kalıyordum. Bu esnada Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'da olduğunu işitmiştim. Hemen kaldığı otele gittim. Otelciye çok rica ettim. Üstadı ziyarete geldiğimi söyledim. Otelci, 'Bu gece Nur Talebeleri Hazret-i Üstadı buradan alıp başka bir otele götürdüler, ama nereye götürdüklerini ben bilmiyorum' dedi. Merak ve heyecanla soruşturma yaptım, ama kimse nereye götürüldüğünü bilmiyordu. Bunun üzerine hemen Sebilürreşad mecmuasının idarehanesine koştum. Rahmetli Eşref Edip Beyin ellerini öptüm. Zaten Sebilürreşad'ın abonesi olduğum için evvelden beri beni tanıyordu. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin nerede

olduğunu sordum. Rica ettim ve ziyaretine gitmek istediğimi söyledim. Merhum Eşref Edip Bey, Üstadın yerini söyleyerek yerini tarif etti. 'Oğlum, Üstadın kaldığı yer mahrem tutuluyor' dedi ve bana Fatih'teki Reşadiye Otelini söyleyerek, otelin yerini de tarif etti. 'Otelin on bir numaralı odasında kalıyor, rahatsız etmemek için gitmemek lazım' dedi. Çok teşekkür ederek, koşup Fatih'teki Reşadiye Otelini bularak üst kata çıktım. Çok talebe vardı, hep ziyaret için gelmişlerdi, ama rahatsız' diye kimseyi bırakmıyorlardı. Ben tam on bir numaralı odanın kapısı önünde durdum. Orada bulunan Nur talebesine çok rica ettim, 'Görüşeceğim' dedim, itiraz etti. Ben, 'Üstad Hazretlerine bir söyleyin' dedim. 'Bir Diyarbakırlı müştakınız var, sizinle görüşmek istiyor' deyin. Gitti, Üstada haber verdi. Üstadın beni beklediğini söyledi. Bunun üzerine hemen içeri girdim. Az sonra nur yüzlü, nurdan yapılmış bir zatla karşı karşıya gelmiştim. Somyasının üzerinde yatağında oturmuş, zayıf mahif bir nur âbidesi. Hemen ellerine sarıldım. Doya doya öptüm. Beni yanına oturttu. Nereli olduğumu sordu. 'Diyarbakırlıyım' dedim. Hazret-i Üstad, 'Ben Diyarbakırlıları çok severim, Cemil Paşalarda çok kalmıştım. Evladım ben şimdi çok rahatsızım. Beni ziyaret etmek isteyenler Risale-i Nur'ları okusunlar. Risale-i Nur'ların her satırı, bir Said'dir' dedi. Bu esnada elindeki bir bardakla süt içiyordu. Bardakta biraz süt vardı, kalan sütü bana verdi, benim içmemi söyledi.

Ben de verdiği sütü içtim. Fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyerek hemen müsaade istedim. Tekrar mübarek ellerini öperek ayrıldım. "Dışarıda Nur talebeleri bana yedi-sekiz tane Nur Risalelerinden verdiler. Ben artık Nur Üstaddan Nur Risalelerini alarak vatanıma, Diyarbakır'a bir kuş hafifliğinde uçarcasına döndüm."

MEHMET ŞEVKET EYGİ Mehmet Şevket Eygi 1933'te doğdu. Galatasaray Lisesinden sonra Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Yeni İstiklal, Bugün ve Büyük Gazete'yi çıkardı. Bedir yayınevinin sahibidir. Mehmet Şevket Eygi, Üstadı ziyaretini ve Risale-i Nur hakkında kanaat ve tesbitlerini şöyle anlatıyor. Sene 1952, Galatasaray Lisesinin son sınıfındayım. O tarihlerdeki Türkiye'nin siyasî, iktisadî, sosyal, kültürel manzarası bugünkünden çok başka. Cumhuriyet Halk Partisinin yirmi dört yıllık kâbuslu idaresi 1950'de sona ermiş; ama kafalar henüz fazla değişmemiş, birçok dinî konular hâlâ tabu. Galatasaray'ın son sınıfında belli başlı üç dindar genç var. Bunların başını Sandıklılı Said Mutlu çekiyor. Hayli uzun boylu, zayıf, sinirli ve heyecanlı bir genç. İkincisi bu fakir. Üçüncü arkadaşımız da Elbistanlı Ahmet. O zamanın İslâmî basınından Büyük Doğu'yu, Serdengeçti'yi, Sebilürreşad'ı, Hür Adam'ı, Komünizmle

Mücadele'yi ve diğer mukaddesatçı ve milliyetçi neşriyatı takip ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur isimleri Müslüman cephede bir efsane gibi dilden dile dolaşıyor. Risale-i Nur'ların matbaada basılması yasak. Biri Isparta'da, ötekisi Kastamonu'da bulunan iki teksir makinası ile basılıyor Risâleler. Daha önceleri de el yazısıyla, İslâm harfleriyle çoğaltılıyormuş. Başlangıçta Üstad, (Bediüzzaman için bu ün kullanılırdı) Risâlelerin yeni frenk yazısıyla basılmasına müsaade etmemişti. Daha sonra, İslâm yazısını bilmeyen genç nesillerin istifade edebilmesi için müsaade verdi. Galatasaray'a Risale-i Nur'ları ilk getiren rahmetli Said Mutlu olmuştur. (1966'da Sandıklı'da bir cinayete kurban gitmiştir) Teksirle basılan Risalelerin bazıları hayli büyük ebattaydı. Bunları, kitaplarımızı ve defterleri koyduğumuz sıraların gözlerinde muhafaza etmek tehlikeli ve netameli olacağından, en emin yer olarak öğretmen kürsüsünün çekmecesine koymuştuk. Kürsüdeki bu çekmeceyi hiçbir öğretmen sahiplenmezdi. Risâleleri zaman zaman oradan çıkartır, okurduk. "Üstadı ziyaret eden üç Galatasaraylı" Bir gün Said heyecanla geldi ve 'Üstad Bediüzzaman, aleyhinde açılan bir dâvâda bulunmak üzere İstanbul'a gelmiş; Sirkeci'de bir otelde kalıyormuş, ziyaretine gidelim' dedi.

Ben ve Ahmet, 'Olur' dedik. Bu ziyareti bir Cumartesi mi, Pazar günü mü yaptık hatırlamıyorum. Kararlaştırılan gün, güzelce giyindik ve Sirkeci'nin yolunu tuttuk. Hocapaşa Maliye Şubesinin bitişiğindeki çıkmaz sokakta Ahşehir Palas adlı otele girdik. Bu otel 1980'li yılların ortalarına kadar duruyordu. Sonra yıktılar ve yerine han yaptılar. Üstad otelin en üst katında küçük bir odada kalmaktaydı. Karşısında diğer küçük odada hizmetini gören kimseler vardı. Bunlardan Ziya adında, saçları biraz uzunca bir genci hâlâ hatırlıyorum. O tarihte Teknik Üniversitede okuyan Muhsin Alev de Üstadın yakın hizmetkârları içindeydi. Zaten, kendisinin İstanbul'a mahkemeye gelmesine sebep olan hâdise, Muhsin'in Gençlik Rehberi'ni matbaada bastırması olmuştu. Bediüzzaman'ın kaldığı küçük odaya girdik. Burası basık tavanlı, küçük pencereli bir yerdi. Üstad karyolasına bağdaş kurmuştu. Başında, renkli bir kumaştan (yanılmıyorsam kaşkol gibi bir şeyden) sarılmış bir sarık vardı. Duvarda kavukluk gibi bir rafta, bakalitten küçük bir radyo vardı. Galiba başka bir eşya da yoktu. Yerdeki yaygıya çöküp oturduk. Üstad Türkçeyi Şark şivesiyle konuşuyordu. Zaten o tarihlerde Türkiye'nin birçok bölgelerinde Türkçenin ayrı şiveleri vardı. Bizim Galatasaray talebesi olduğumuza sevindi. Nasihatâmiz bir konuşma yaptı. Bilhassa Bolşeviklik tehlikesinin üzerinde çok durdu.

O zamanın Türkiye'sinde komünizm bu kadar yaygın değildi. Hattâ hiç yaygın değildi. Bilemediğiniz, birkaç bin ütopyacı Marksist vardı. Üstadın, komünizmin ileride Türkiye'nin başına belâ olacağını sezmesi gerçekten büyük bir uzak görüşlülük, bir kerametti. Ziyaretimizin sonuna gelmiştik. Bediüzzaman Hazretleri üçümüze, 'Bu konuştuklarım bir ders mahiyetindedir. Siz bundan böyle benim talebem oldunuz' dedi. Elini öpüp izin aldık ve ayrıldık. Aslında, bir İslâm büyüğü ve Kur'ân hâdimi olan Bediüzzaman'ı seven, ona saygı duyan, eserlerini benimseyen her Müslüman bir Risale-i Nur talebesidir. Elbette her hareketin, her meşrebin bir hiyerarşisi vardı. Nurculuğun da has talebeleri, işleri çekip çeviren, hizmetleri yürüten elemanları vardır. Ama, Risale-i Nur çok geniş bir dairedir. Ortada ve kenarda olan Bediüzzaman ve Risale-i Nur muhiblerini de talebe olarak kabul etmek gerekir. "İki küçük teksir makinesinin yaptığı fütûhat" Şu sözlerimle bazılarına dolaylı yoldan da olsa bir gerçeği hatırlatmak isterim: Bediüzzaman bana ve arkadaşlarıma, 'Ziyaretime geldiniz, dersimi dinlediniz, talebem oldunuz' demiştir. Ben de bütün gazetecilik ve yayıncılık hayatımda Risale-i Nur'ların müdafaasını yapmış, mağdur ve mazlum Nurcuları savunmuş bir kimse olmuşumdur. Bundan ancak şeref duyarım. Bununla iftihar

ederim. Allah'ın bir kuluna verdiği en büyük nimet muhakkak ki, iman ve İslâm nimetidir. Bu nimete nailiyetimden dolayı ne kadar şükür, hamd ve sena etsem azdır. Bu Allah vergisi iman ve İslâm nimetini kişide kuvvetlendiren, devamına sebep olan şeylerden biri de ehlullahın nazarıdır. Bu fakir, ömrümün çeşitli zamanlarında ehlullahtan, mazanne-i kiramdan birtakım muhterem şahsiyetlerin nazarlarıyla şereflendim, sohbetlerinden istifade ettim. Bunlardan biri de, yukarıda anlattığım Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmemizdir. Bediüzzaman gerçekten çok müstesna bir şahsiyettir. İmkânların kıtlığı ve neticenin azameti göz önünde tutulursa, bu husus hemen anlaşılır. O, iğne ile kuyu değil, koskoca bir deniz kazmaya muvaffak olmuştur. Onun iman, İslâm, Kur'ân, Şeriat ve ümmet-i Muhammed'e yaptığı hizmetler, hangi meşrepten olursa olsun bütün Müslümanların hayran ve minnettar bırakacak mahiyettedir. Üstadın özeliklerinden en önemlisi, bence, onun bütün bu hizmetleri parasız pulsuz başarmasıdır. Kimseden, hizmet için bile para istemezdi; istenilmeden getirilse, teklif edilse de kabul etmezdi. Elle çevrilen, mumlu kağıtla çalışan iki külüstür teksir makinesi ile harika ve muazzam hizmetler yapılmıştır. İhlâs, istikamet, ittihad, feragat, mürüvvet, sabır sahibi

Bediüzzaman ve talebelerine İlâhî tevfik rehber oluyor, mânevî fütuhat kapıları açılıyordu. Emin olunuz, o kahramanlık devrinin iki küçük teksir makinesinin yaptığı fütuhatı bugün kos koca ve ofset rotatifleri yapamıyor. Risale-i Nur hareketinin temel prensiplerinden biri, belki birincisi ihlâstır. Uyduruk Türkçede karşılığı bile bulunamayan bu büyük kelime, bir sırlar hazinesidir. Nitekim Rab Teâla Hazretleri, kudsî bir hadiste şöyle haber vermiyor mu? İhlâs Benim sırlarımdan bir sırdır ki, Ben onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.' Mü'minin ihlâsı öyle bir silâhtır ki, bunun mânevî kuvveti karşısında hiçbir kuvvet direnemez. İhlâs sadece dille söylenip tekrarlanmakla gerçekleşmez. Esbabına tevessül etmek, şartlarını yerine getirmek, zedelenmesine mani olmak gerekir. Kardeşler arasında dargınlık, hizipleşmenin, benliğin, aleyhte konuşmanın, ayrılık gayrılığın olduğu yerde ihlâs mı kalır? İhlâs gidince de hizmetler sönükleşir, fütuhat rüzgârları kesilir. "Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur talebeleri içinde tam bir birlik ve beraberlik olmasına son derece önem verirlerdi. En ufak bir rekabete, hodgâmlığa, dargınlığa, münazaaya müsamaha etmezlerdi." Mehmet Şevket Eygi, Üstadı ziyaretini ve Risale-i Nur hakkında kanaat ve tesbitlerini şöyle anlatıyor. Sene 1952, Galatasaray Lisesinin son sınıfındayım. O

tarihlerdeki Türkiye'nin siyasî, iktisadî, sosyal, kültürel manzarası bugünkünden çok başka. Cumhuriyet Halk Partisinin yirmi dört yıllık kâbuslu idaresi 1950'de sona ermiş; ama kafalar henüz fazla değişmemiş, birçok dinî konular hâlâ tabu. Galatasaray'ın son sınıfında belli başlı üç dindar genç var. Bunların başını Sandıklılı Said Mutlu çekiyor. Hayli uzun boylu, zayıf, sinirli ve heyecanlı bir genç. İkincisi bu fakir. Üçüncü arkadaşımız da Elbistanlı Ahmet. O zamanın İslâmî basınından Büyük Doğu'yu, Serdengeçti'yi, Sebilürreşad'ı, Hür Adam'ı, Komünizmle Mücadele'yi ve diğer mukaddesatçı ve milliyetçi neşriyatı takip ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur isimleri Müslüman cephede bir efsane gibi dilden dile dolaşıyor. Risale-i Nur'ların matbaada basılması yasak. Biri Isparta'da, ötekisi Kastamonu'da bulunan iki teksir makinası ile basılıyor Risâleler. Daha önceleri de el yazısıyla, İslâm harfleriyle çoğaltılıyormuş. Başlangıçta Üstad, (Bediüzzaman için bu ün kullanılırdı) Risâlelerin yeni frenk yazısıyla basılmasına müsaade etmemişti. Daha sonra, İslâm yazısını bilmeyen genç nesillerin istifade edebilmesi için müsaade verdi. Galatasaray'a Risale-i Nur'ları ilk getiren rahmetli Said Mutlu olmuştur. (1966'da Sandıklı'da bir cinayete kurban gitmiştir) Teksirle basılan Risalelerin bazıları hayli büyük ebattaydı. Bunları, kitaplarımızı ve defterleri koyduğumuz sıraların gözlerinde muhafaza etmek tehlikeli ve netameli olacağından, en emin yer olarak öğretmen kürsüsünün

çekmecesine koymuştuk. Kürsüdeki bu çekmeceyi hiçbir öğretmen sahiplenmezdi. Risâleleri zaman zaman oradan çıkartır, okurduk. "Üstadı ziyaret eden üç Galatasaraylı" Bir gün Said heyecanla geldi ve 'Üstad Bediüzzaman, aleyhinde açılan bir dâvâda bulunmak üzere İstanbul'a gelmiş; Sirkeci'de bir otelde kalıyormuş, ziyaretine gidelim' dedi. Ben ve Ahmet, 'Olur' dedik. Bu ziyareti bir Cumartesi mi, Pazar günü mü yaptık hatırlamıyorum. Kararlaştırılan gün, güzelce giyindik ve Sirkeci'nin yolunu tuttuk. Hocapaşa Maliye Şubesinin bitişiğindeki çıkmaz sokakta Ahşehir Palas adlı otele girdik. Bu otel 1980'li yılların ortalarına kadar duruyordu. Sonra yıktılar ve yerine han yaptılar. Üstad otelin en üst katında küçük bir odada kalmaktaydı. Karşısında diğer küçük odada hizmetini gören kimseler vardı. Bunlardan Ziya adında, saçları biraz uzunca bir genci hâlâ hatırlıyorum. O tarihte Teknik Üniversitede okuyan Muhsin Alev de Üstadın yakın hizmetkârları içindeydi. Zaten, kendisinin İstanbul'a mahkemeye gelmesine sebep olan hâdise, Muhsin'in Gençlik Rehberi'ni matbaada bastırması olmuştu. Bediüzzaman'ın kaldığı küçük odaya girdik. Burası basık tavanlı, küçük pencereli bir yerdi. Üstad karyolasına bağdaş kurmuştu. Başında, renkli bir kumaştan

(yanılmıyorsam kaşkol gibi bir şeyden) sarılmış bir sarık vardı. Duvarda kavukluk gibi bir rafta, bakalitten küçük bir radyo vardı. Galiba başka bir eşya da yoktu. Yerdeki yaygıya çöküp oturduk. Üstad Türkçeyi Şark şivesiyle konuşuyordu. Zaten o tarihlerde Türkiye'nin birçok bölgelerinde Türkçenin ayrı şiveleri vardı. Bizim Galatasaray talebesi olduğumuza sevindi. Nasihatâmiz bir konuşma yaptı. Bilhassa Bolşeviklik tehlikesinin üzerinde çok durdu. O zamanın Türkiye'sinde komünizm bu kadar yaygın değildi. Hattâ hiç yaygın değildi. Bilemediğiniz, birkaç bin ütopyacı Marksist vardı. Üstadın, komünizmin ileride Türkiye'nin başına belâ olacağını sezmesi gerçekten büyük bir uzak görüşlülük, bir kerametti. Ziyaretimizin sonuna gelmiştik. Bediüzzaman Hazretleri üçümüze, 'Bu konuştuklarım bir ders mahiyetindedir. Siz bundan böyle benim talebem oldunuz' dedi. Elini öpüp izin aldık ve ayrıldık. Aslında, bir İslâm büyüğü ve Kur'ân hâdimi olan Bediüzzaman'ı seven, ona saygı duyan, eserlerini benimseyen her Müslüman bir Risale-i Nur talebesidir. Elbette her hareketin, her meşrebin bir hiyerarşisi vardı. Nurculuğun da has talebeleri, işleri çekip çeviren, hizmetleri yürüten elemanları vardır. Ama, Risale-i Nur çok geniş bir dairedir. Ortada ve kenarda olan Bediüzzaman ve Risale-i Nur muhiblerini de talebe olarak kabul etmek gerekir.

"İki küçük teksir makinesinin yaptığı fütûhat" Şu sözlerimle bazılarına dolaylı yoldan da olsa bir gerçeği hatırlatmak isterim: Bediüzzaman bana ve arkadaşlarıma, 'Ziyaretime geldiniz, dersimi dinlediniz, talebem oldunuz' demiştir. Ben de bütün gazetecilik ve yayıncılık hayatımda Risale-i Nur'ların müdafaasını yapmış, mağdur ve mazlum Nurcuları savunmuş bir kimse olmuşumdur. Bundan ancak şeref duyarım. Bununla iftihar ederim. Allah'ın bir kuluna verdiği en büyük nimet muhakkak ki, iman ve İslâm nimetidir. Bu nimete nailiyetimden dolayı ne kadar şükür, hamd ve sena etsem azdır. Bu Allah vergisi iman ve İslâm nimetini kişide kuvvetlendiren, devamına sebep olan şeylerden biri de ehlullahın nazarıdır. Bu fakir, ömrümün çeşitli zamanlarında ehlullahtan, mazanne-i kiramdan birtakım muhterem şahsiyetlerin nazarlarıyla şereflendim, sohbetlerinden istifade ettim. Bunlardan biri de, yukarıda anlattığım Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmemizdir. Bediüzzaman gerçekten çok müstesna bir şahsiyettir. İmkânların kıtlığı ve neticenin azameti göz önünde tutulursa, bu husus hemen anlaşılır. O, iğne ile kuyu değil, koskoca bir deniz kazmaya muvaffak olmuştur. Onun iman, İslâm, Kur'ân, Şeriat ve ümmet-i Muhammed'e yaptığı hizmetler, hangi meşrepten olursa olsun bütün Müslümanların hayran ve minnettar bırakacak

mahiyettedir. Üstadın özeliklerinden en önemlisi, bence, onun bütün bu hizmetleri parasız pulsuz başarmasıdır. Kimseden, hizmet için bile para istemezdi; istenilmeden getirilse, teklif edilse de kabul etmezdi. Elle çevrilen, mumlu kağıtla çalışan iki külüstür teksir makinesi ile harika ve muazzam hizmetler yapılmıştır. İhlâs, istikamet, ittihad, feragat, mürüvvet, sabır sahibi Bediüzzaman ve talebelerine İlâhî tevfik rehber oluyor, mânevî fütuhat kapıları açılıyordu. Emin olunuz, o kahramanlık devrinin iki küçük teksir makinesinin yaptığı fütuhatı bugün kos koca ve ofset rotatifleri yapamıyor. Risale-i Nur hareketinin temel prensiplerinden biri, belki birincisi ihlâstır. Uyduruk Türkçede karşılığı bile bulunamayan bu büyük kelime, bir sırlar hazinesidir. Nitekim Rab Teâla Hazretleri, kudsî bir hadiste şöyle haber vermiyor mu? İhlâs Benim sırlarımdan bir sırdır ki, Ben onu sevdiğim kulumun kalbine koyarım.' Mü'minin ihlâsı öyle bir silâhtır ki, bunun mânevî kuvveti karşısında hiçbir kuvvet direnemez. İhlâs sadece dille söylenip tekrarlanmakla gerçekleşmez. Esbabına tevessül etmek, şartlarını yerine getirmek, zedelenmesine mani olmak gerekir. Kardeşler arasında dargınlık, hizipleşmenin, benliğin, aleyhte konuşmanın, ayrılık gayrılığın olduğu yerde ihlâs mı kalır? İhlâs gidince de

hizmetler sönükleşir, fütuhat rüzgârları kesilir. "Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur talebeleri içinde tam bir birlik ve beraberlik olmasına son derece önem verirlerdi. En ufak bir rekabete, hodgâmlığa, dargınlığa, münazaaya müsamaha etmezlerdi."

MUSTAFA GÜLEÇ Mustafa Güleç 10 Ocak 1933'te Bursa İnegöl'ün Yenice Müslüm köyünde doğdu. 7 Ocak 1989'da İstanbul'da vefat etti. Üstadı ilk olarak ne zaman görmüştünüz? İlk gördüğüm 1952'deydi. Bir kaç sefer gördüm. Son İstanbul'a gelişinde de ziyaret edip ellerini öpme saadetine erdim, dualarını aldım. Üstad İstanbul'a geldiğinde, Gönenli Mehmet Efendi kendisine bir ev bulmayı söylemiş, 'Bir ev bulalım, Üstadım' demiş. Üstad da ağabeyim Mehmet Fırıncı'yı kastederek, 'Ben söyledim Muhammed'e, o evi tedarik edecek' demiş. Böylece Üstadı bizim evde üç ay misafir ettik. Ve her seferinde yemeği götürüldüğünde, yemek tepsisine parasını bırakırdı. Güya bizde misafir kalıyordu Üstad, ama parasını da veriyordu. Bir gün ben Üstadı görmeyi arzu ettim. Mehmet Ağabeyime söyledim. O da, 'İsmail Ağa Camiinin kapısının

iç tarafında bekle' dedi. Cuma günüydü. Üstad Hazretleri geldi, İsmail Ağa Camiini geçti. İleride bir dolmuş durağı vardı. Orada bir taksiye bindi. Ben de taksiye doğru yürümüş bulundum. 'Bir selâm vereyim' dedim. Üstad da bana selâm verdi ve bir el işaretiyle 'Gel buraya' dedi. Üstad sizi nereden tanıdı da arabaya çağırdı? Bana kendisi sordu. Ben de cama doğru yürümüştüm, 'Sen kimsin?' dedi. Mehmed'in kardeşiyim, Mehmed Fırıncı'nın.' Üstad tanıyamadı. Tekrar sordu. Ben yine 'Mehmed'in kardeşiyim' deyince soruyu yine tekrarladı. Yanındaki talebelerinden birisi, Abdulmuhsin olacaktı. 'Bu Muhammed'in kardeşi Üstadım' dedi. Üstad, Ağabeyime 'Muhammed' dermiş, 'Mehmed ' demezmiş. Ve ondan sonra Üstad, 'Gel' dedi. Çok kalabalık oldu Üstadım, binmeyeyim' dedim. Dolmuşta beş kişi vardı. Yani doluydu. Bir de ben altı olacak, sıkışacaklar diye binmek istemedim. Üstad celâlli bir şekilde, 'Gel buraya' dedi. Ve bindim. Ben elini öpünce o da benim boynuma sarıldı. Böylece gönüllerin fatihi Üstad Said Nursî bizi de gönlüne aldı, bağrına bastı. "Üstad babamı bekliyormuş" Beyazıt Camiine gittik ve namaz kıldık. Orada talebelerden ikisi ayrıldı, biz tekrar dolmuşa bindik. Fatih-

Çarşamba'ya doğru gideceğiz. Bir hayli bekledik. Cuma günü o saatte dolmuş bulmak imkânsızdı. Dolmuşta bir kişilik yer var, fakat binen kimse yoktu. Ben dedim: 'Devam etsin, bir kişilik ücreti veririz.' Üstad, 'Hayır olmaz!' dedi. Üstad böyle deyince, tabii ben bir şey diyemedim.15-20 dakika kadar bekledik. Şoför devamlı 'Çarşamba! Çarşamba!' diye bağırıyordu. Nihayet baktım, ileride merhum babam Ahmed Naci Güleç geliyor. Üstadın kerameti işte! Zaten uzun ve bereketli ömrü hep hârikalarla geçmişti. İşte yine bir keramet göstermişti. "O gün Üstad ayrılacakmış. Yani ertesi sabah gidecekmiş. İşte böyle, nurlu Üstadın elini öpmüş ve nurlu simasını yakından görmüştük. Aynı dolmuşta beraber Fatih-Çarşamba'ya kadar yolculuk etmiştik. İnşaallah Hazret-i Üstad ebedî âlemde de bizleri yalnız bırakmaz, yanına alır."

HÜSEYİN CAHİT PAYAZAĞA Hüseyin Cahit Payazağa 1926'da Bitlis'te doğdu. Üstad Hazretleri Fatih-Çarşamba'da ahşap bir evde kalıyordu. Biz beş arkadaş birlikte ziyaretine varmıştık. Yanında bulunan Muhsin Alev vasıtasıyla isimlerimizi ve babalarımızın isimlerini sordu. Ellerini öptük, hatırlarımızı sordu. Çok derin düşünceli ve mütefekkir bir insan olduğu her halinden anlaşılıyordu. Bizimle birlikte Malatyalı Mustafa Derya Ağabeyimiz de vardı. Kendisi Üstad Hazretlerinden Kürtçe bir şeyler sordu. Hazret kızdı ve Türkçe konuştu, o ne söylediyse Üstad Hazretleri hep Türkçe cevaplar verdi. "Ben öyle ufak şeylerle uğraşamıyorum" O günlerde Ahmet Emin Yalman'a suikast davası vardı. Ben de Üstaddan bunları sordum. Kendileri ise, 'Ben böyle ufak şeylerle uğraşmıyorum, böyle şeylere ben tenezzül etmiyorum' şeklinde cevaplar verdi. O zaman yanında

Avukat Mihri Helav vardı. O günlerde bir başkomiseri kendisini takip için vermişlerdi. Oturdukların evin karşısında bakkal Mehmed Efendi vardı, çok muhterem ve dini bütün bir insandı. Başkomiser onun önünde oturuyor ve devamlı Hazretin evini gözetliyordu. Kimin girip çıktığını takip ediyordu. Karşısında yine bizim Millet Partisi vardı. Biz de partiden görüyorduk. Sabahlara kadar ışık yanıyordu. Geceleri namaz kılıyor ve hep ibadet ediyordu. Cuma günleri ise Yavuz Selim Camiine namaza geliyordu. Yolda kenarlardan gidiyordu. Camide arkalarda oturuyordu, orada namazını kılıyordu. Devamlı peşinde polis takip ediyordu. Ziyaretlerine gittiğimde, 'Evladım, ziyaretime geliyorsunuz, benim sizlere zararım olur, görüyorsunuz devamlı polisler takip ediyor' diyordu. Bizler, bir ara takip eden polisleri dövmeyi plânlamıştık. Çarşamba'ya zaman, zaman bir araba gelip Üstadı alıyor ve gezdirmeye götürüyordu. Eyüp Sultan'a Cumaya gidiyor, boğaza gezmeye gidiyordu. Ben o zamanlardı Fethiye Semt Ocağı başkanıydım. Ramazan günü, sahura kadar bekleyen bir adam gelmişti. Meğer kendileri Adalar imamıymış. Bu zat da Kastamonu'dan Üstad Hazretlerini tanırmış, oradaki hârika kerametli hallerini bizlere anlatmıştı. "Bir Rumun itirafı"

Çarşamba'da Rum teb'alı bir gayrimüslüm bakkal vardı. Üstad Hazretleri o adamdan alışveriş yapardı. O Rum bakkal Üstadı yüz metre öteden görse, hürmeten hemen ayağa kalkıyordu. Ben, Dimitros adındaki bu adama sordum: 'Bu zata neden bu kadar hürmet ediyorsun?' Siz' dedi, 'bu zatı tanımıyormusunuz. Eğer bu zat Yunanıstan'da olsa kendisine altından ev yaptırırlar.' Üstad Hazretleri bu Rumdan beyaz peynir alıyordu. Kesesinden çıkarıp parasını veriyor, 'Helal et' diyordu. Fethin 500. yılı için büyük hazırlıklar yapılmıştı. Fetih için kesilen kurban etinden Üstad Hazretlerine de götürmüştük. Üstad Hazretlerinin Ayasofya'ya gidip orada namaz kılacağı söyleniyordu. Bu söylentiden polisler çok telaşlanıyorlardı. O törenlerin rozetlerinden ben de hâlâ bulunur. "Hazret-i Üstadı bizlere verin" Demokratlar, Halk Partisinden çok korkuyorlardı. Adnan Menderes iyi bir insandı, fakat Celal Bayar katıydı. Menderes'le Bayar, Pakistan'da Karaçi'ye gittiklerinde, Pakistan Maarif Vekili Ali Ekber Şah onlardan, 'Hazret nasıldır?' diye Bediüzzaman Hazretlerini sormuştu. Pakistanlılar Üstad Hazretlerini çok seviyor ve Pakistan'a gelmesi için davet ediyorlardı. Pakistan hükümeti, 'Hazret-i Üstadı bizlere verin,

ülkemize gönderin' diyorlardı. Zannediyorum Üstad Bediüzzaman Hazretleri kendileri, hep Türkiye'yi istiyor, başka yere gitmek istemiyordu. Bizim milletimizi çok seviyordu. Bir de tahmin ediyorum, nereye gitse, Türkiye'den daha büyük hürmet ve alâka görürdü. Zalim ihtilalciler, merhumun mezarını bile bir gece vakti kırıp, naaşını kaçırmışlardı. Ama bugün görüyoruz, Nur Risaleleri kaç dile çevrilmiş, her yerde serbestçe satılmaktadır. Neden, bu mübarek Üstadla bu kadar uğraştılar? "Onunla uğraştıkça, Risale-i Nur'lar bütün dünyaya yayıldı."

İSMAİL DAYI Bir dönem Balıkesir Milletvekili olan Dayı, Yağmur yayınevi'nin de sahibidir. 1952'de bir tıp talabesiyken, arkadaşı eczacı Said Mutlu ile birlikte Üstadı Akşehir Palas Otelinde ziyaret edip dualarını almıştı. 1952'de Üstad Bediüzzaman Hazretlerini Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde bir grup üniversiteli arkadaşla birlikte ziyaret edip, ellerini öpüp dualarını almıştık. O zaman Ağır Cezada Nefi Demirlioğlu Beyin riyaset ettiği bir dâvâsı devam ediyordu. Bizler muhtelif fakültelerdendik; hukuk, iktisat, ve çoğunluğu tıbbiyendendik. Ziyaretimiz sırasında bize şunu söylemişti: Ben en çok öğretmenleri severim, sonra da doktorları severim. Çünkü insanların kalbine giriş evvelâ muallimlerle, sonra da maneviyatı tam, hâzık ve imanlı doktorlar sayesinde olur' Üstadın bu sözleri şahsen bana çok tesir etmişti. Bu sözü çok kıymetli buluyorum. Yatakta bağdaş kurup oturur bir vaziyetteydi. Her zamanki gibi başında sarığı, sırtında cübbesiyle oturuyordu. O sırada kendisine sevgi besleyen bir aşçı her

gün üç öğün yemek gönderiyordu. Buna teşekkür ediyor ve 'Kabul etmem' diyordu. Aşçının ısrarı üzerine, Üstad, 'Bu yemekleri bekleyen polislere verin, çünkü onlar zahmet çekiyor' diyordu. Kendisi yumurta, peynir ve zeytin gibi çok basit gıdalar yiyordu. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ikinci defa olarak 1953 yılında, İstanbul'un fethinin 500. yıldönümünde, Beyazıt'taki Marmara Otelinde rahmetli eczacı Said Mutlu ile birlikte ziyaret etmiştik. O zamanlar ben tıptaydım, Said Mutlu da eczacılık fakültesinde okuyordu. Üstad, Marmara Otelinin ikinci katında, sol bloktaydı. O zamanlar Said'in evlenme meselesi vardı. Üstad, Said'in evlenme meselesine nereden muttalî olmuştu, onu bilemiyorum. Said Mutlu'ya hitaben, 'Şimdi evlenmeyin, evlenmenizi biraz tehir edin. Biraz ilme ve dine hizmet edin. Yaşınız hele otuz beşe gelsin, evlenmeyi o zaman düşünürsünüz' diye buyurmuştu. Bu söz hafızamda yer etmişti. Bu ziyaretten bir hayli zaman sonra, Sandıklı'da Said Mutlu'yu vurarak öldürmüşlerdi. Orada eczacılık yapıyordu. Kendisin ilme ve İslâmı hizmetlere vermişti. Daha önceleri birkaç defa evlenmeye teşebbüs etmişti, ama evlenememişti. Tam otuz beş yaşında vefat ettiği zaman, Üstadın sözlerin düşünmüştüm. Sandıklı'da eczacılık yaparken yanındaki kalfası zimmetine çok para geçirmiş, tesbit edilip mahkûm olunca, Said Mutlu'yu vurmuşlardı. Katillerini idama mahkûm etmişlerdi; sonra idam oldu mu, affa mı uğradı bilmiyorum. "Marmara'da

Üstadı

ziyaretten yıllar sonra, Said

Mutlu'nun otuz beş yaşının içindeyken bir cinayete kurban giderek vefat etmesi üzerine Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu yıllar evvelki sözlerindeki kerameti düşünmüştüm."

AVNİ TOKTOR Emekli Yarbay Toktor 1924'de Emirdağ'da doğdu. Babası Rüştiye öğretmeni Ali Vehbi Beydi. Birinci Dünya ve İstiklâl Harblerinde gönüllü olarak çarpıştı. Cumhuriyetten sonra ilk mektep muallimi olarak çalıştı. Avni Toktor birçok vilâyetlerde vazifede bulundu. Mahmudiye Askerlik Şubesinden yarbay olarak emekli oldu. 1952 yılına kadar Bediüzzaman hakkında kulaktan dolma bilgim vardı. Bu bilgiler de matbuatta aleyhinde yapılan neşriyattan ibaretti. İlk defa Serdengeçti mecmuasında müsbet bir yazı okumuştum. Serdengeçti, Bediüzzaman Rusya'da esaretteyken vuku bulan bir hâdiseyi anlatıyordu. Buna göre; Rusların Kafkas Cephesi Başkumandanı Nikola Nikolaviç esirler kampını gezerken, bütün esirler generale karşı hürmeten ayağa kalktıkları halde, Bediüzzaman yerinden bile kıpırdamaz. Bunun sebebini soran generale, 'Bir mü'min bir kâfire kıyam edemez' diye cevap verir. Rus generali de, 'Bu hareketiniz Rus ordusuna ve dolayısıyla

milletime hakarettir' der. İdam tehdidi ile karşılaşan Bediüzzaman'ın, 'Sizin hakkımda vereceğiniz idam kararı, benim ebedî âleme intikal ve Peygamberime kavuşmak için bir pasaport hükmündedir' demesi, bu kahramanca hareket, İslâmî şecaat bakımından zihnimde yer etmişti. Bu cesaretten zaman zaman şüphe ediyordum. Sonra bu durumu pederime sormuştum. Aldığım müsbet cevap üzerine, bende bu zata karşı bir muhabbet ve görüşme arzusu belirmişti. Büyük Doğu mecmuasını her hafta okurdum. 3 Şubat 1952'de Necip Fazıl Kısakürek'i ziyarete gitmiştim. Sabahın erken saatlerinde Kadıköy'de ikamet ettiği evine varmıştım. Kapıyı çaldım açtı, beraberce yukarıya çıktık. Az sonra kapının önündü duran taksiyi işaret ederek binmemi söyledi. Beraberce Kadıköy'e gittik ve iskelede duran vapura bindik. Vapurda bana Bediüzzaman'ı ziyarete gideceğimizi, bir gün evvel randevu aldığını söyledi. "Necip Fazıl'ın sözleri" Vapurda bana bu zat hakkında bilgim olup olmadığını sordu. Ben de bilgim olmadığını ifade ettim. Necip Fazıl, halkımızın birçok âlimler hakkında mübalâğalı şeyler anlattıklarını, veli olmayan insanlara veli nazarıyla baktıklarını söyleyerek Bediüzzaman'dan da bahsetti. Bediüzzaman'ın da bir âlim olduğunu söyledi, fakat, 'Kendini beğenmişin birisidir' diye ilâve etti. Eserlerini okumadığını fakat okuyacağını da belirtti. Yolculuğumuz ve sohbetimiz devam ederken, tekrar

sordu; 'Had'leri biliyor musun?' Sorunun cevabını beklemeden kendisi izah etmeye başladı.'Peygamberler insanların en mümtaz ve en müstesna şahsiyetleridirler. Onlar için ne kadar senakâr sözler söylesek yine de hürmetimizi ifade etmekten âciz kalırız. Yalnız onlara ulûhiyet verecek olursak 'had'di tecavüz etmiş oluruz. Velilik de vardır. Veliler büyük insanlardır. Onlar için de her türlü hizmeti ifa edebiliriz. Ama onlara peygamber diyecek olursak küfre düşeriz. Allah'ın mü'min kullarına da hürmet ve tazim duygularımızı söyleyebiliriz, ama onlara da veli dersek 'had'di aşmış oluruz.' Bu minval üzere devam eden sohbet Sirkeci İskelesinde sona ermişti. İskeleye çıktığımızda o zaman hukuk tahsili yapan Hüseyin Yananlı'yı bekler bulmuştuk. Hep birlikte bir taksiye binerek Akşehir Otelinin önüne geldik. Etrafta polisler vardı. İçeri girerken hüviyetlerimiz kontrol edildi. Otelin dördüncü katına çıktığımızda Bediüzzaman Hazretleri bizi kapıda ve ayakta karşıladı. Girişte Necip Fazıl selâm vermişti. Bediüzzaman Hazretleri daha selâmı almadan, kendisine has Şark şivesiyle, "Ben kendimi kendime beğendirmemişem" Necip Fazıl Bey kardaşım, ben kendimi kendime beğendirmemişem!' demişti. Bu sözler bende bir anda irkinti yaptı. Bu sözlerden doğrudan doğruya gemide Necip Fazıl'ın konuşmasına bir cevap teşkil ediyordu. Kendisi yatağına, biz de gösterdiği

sandalyelere oturduk. Bu büyük zatı belki bir daha görmek nasip olmaz diye düşünerek, bütün pisiko-fizik enerjimi topladım, her sözünü ve halini hafızamda toplamaya gayret ettim. Küçük otel odasına kapıdan girişte sol tarafta karyolası, karyolanın bitişik olduğu duvarda ise, beyaz bir torba asılıydı. İçinde kitap ve gazeteler olduğunu anlamıştım. Pencerede çaydanlık, demlik ve bardak duruyordu. Yere serilmiş bir hasır ve kenarda üç sandalye vardı. Üzerinde uzun, beyaz, pamuklu, kenarları dikişli bir hırka vardı ve belinde ucu sağ tarafa sarkmış bir kuşak bağlıydı. Başında takkeye benzeyen bir külâhın üzerine az renkli sarığı çaprazlama bağlıydı. Sarığın altında görünen saçları, kaşları ve kirpikleri bembeyazdı. Gözleri çok mânâlı ve haşmetliydi. Çok tesirli bakıyordu. Sohbet boyunca, Bediüzzaman Hazretleri mahkeme safahatından bahsetmişti. Konuşmalarda Arapça ve Farsça kelime ve terkipler çok olduğundan, o zamanki bilgimle çoğunu anlayamamıştım. Bu arada hatırımda kalan şu sözünü hiç unutmam: 'İslâmiyetin aleyhinde bulunanları mücahedemle zir ü zeber etmişim.' Bu arada Necip Fazıl sigara içmek için dışarıya çıkmıştı. Bediüzzaman Hazretleri bana Risale-i Nur'ları okuyup okumadığımı sordu. Hiç bilgim olmadığını ifade ettim. Rusya'daki esaretinde cereyan eden hadiseyi sormuştum. Kendileri de, 'Evet, öyle olmuştu' diye cevap verdi. Akabinde Risale-i Nur'ları okumamı tavsiye etti.

"Ziyaretimiz tahminen üç saat kadar devam etmişti. Görüşmeden sonra, Necip Fazıl Beyle evine döndük."

ALİ KIRANKOLLULAR 1922'de Bursa'da doğdu. On yıl kadar İrşad gazetesini neşretti. İstanbul'da ve Eskişehir'de Üstadı ziyaret edip elini öpmüştü. Ali Kırankollular, şair, yazar ve gazetecilik yapmış bir zattır. Kendisi Bursalıdır. Babası İncirli tekkesinin son şeyhi Tevfik Efendidir. 1963 ile 1972 yılları arasında Ankara'da İrşad isimli bir haftalık gazete neşretmiş, Nur'lardan da bazı bölümlere yer vermişti. Üstad Bediüzzaman'la ilgili olarak bize şunları anlattı: Üstadı ilk defa 1952'de Osman Yüksel Serdengeçti ile beraber İstanbul Fatih'teki Reşadiye Otelinde; daha sonraki senede ise Eskişehir'de İstanbul Otelinde Abdülvahid Tabakçı'yla beraber ziyaret ettim. Serdengeçti'yle Ankara'dan tanışırdım. Bana gazetemin isminden dolayı 'İrşad' diye hitap ederdi. İstanbul'a birlikte gelerek Reşadiye Oteline ziyaretine gittik. Üstadın elini öpüp, önünde diz çöktük. Beni sorduğunda Kâdirî olduğumu, Bursa'da İncirli tekkesinin son şeyhi Tevfik Efendinin evlâdı olduğumu söyledim. Üstad bana,

Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin talebesi olduğunu, ona sonsuz hürmet ve muhabbeti olduğunu söyleyerek, 'Fakat zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma devridir' diye buyurdular. Kendilerine hurma götürmüştüm, bu hediyemi kabul etmediler. Ziyaretten sonra hurmaları Nur talebelerine verdim. "Bu ziyaretin hatıra ve intibaını Serdengeçti mecmuasında çok nefis bir şekilde yazmıştı Osman Yüksel."

CESİM KÜFREVÎ Muhammed Küfrevî Hazretlerinin torunudur. Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul'a gelen Bediüzzaman'ı Akşehir Palas Otelindeki odasında ziyaret eden Cesim Küfrevî bize şu bilgileri vermektedir: Dedem yüz yirmi üç yaşlarında vefat etmiş. Sultan Abdülhamid Han Bitlis'te dedeme türbe yaptırmak için İtalyan mimarlar getirtmiş. Türbenin yapılışı sırasında Üstad Bediüzzaman, 'Muhammed Küfrevî benim üstadımdır, onun türbesine ben de taş taşıyacağım' diyerek, arkasına konan bir taşı türbeye kadar götürmüş. Dedem Muhammed Küfrevî Arapça, Farsça ve Kürtçe bilirdi. Kendisi Hasenî kolundan seyyiddir. Karısı, Şirvan hakiminin kızı Fatma Hanım da seyyiddir. Fatma Hanım, Mehmed Emin Efendinin kız kardeşiydi. Dedem, mantık ve akaidi çok severmiş, hattı çok güzelmiş. "1952'de Sirkeci Akşehir Palas Otelinde bulunan Üstad Bediüzzaman'ı Ali Şirvan'la birlikte ziyaret etmiştik. Üstad

bize çok iltifat etti. 'Siyasete girmeyin, kız evlâtlarınızı dindar yetiştirin. Kasım Küfrevî'nin siyasete atılacağını işittim, girmese daha iyi olur. Sizler, yani Küfrevîler birer taçsınız. Böyle asil insanlar siyasete girmemelidir. Ben sakal bırakmadım ve evlenmeyerek iki sünneti terk etmiş oldum. Bunlar Cenab-ı Hakla benim aramda olan bir meseledir. Küfrevî Hazretlerinin evlâtları olarak, ona lâyık olmaya çalışın' dedi."

TONUSLU HAŞMET HOCA Yozgatlı Haşmet Hoca 1894 yılında dünyaya geldi. 12 Mart 1966'da Hakkın rahmetine kavuştu. Medresede tahsil yapmıştı. Arapça, Farsça ve Fransızcayı bilirdi. Çok küçük yaştan beri kendisini ilme ve ibadete vermişti. Devamlı çalışırdı. İmamlık, vâizlik ve müftülük vazifelerinde bulunmuştu. Bir Cuma günü cemaatle vedalaşıp artık vaaz edemeyeceğini, vefat edeceğini bildirmişti. Bir hafta sonraki vaaz vaktinde vefat etti. 1952 yılında İstanbul Fatih'teki Reşadiye Otelinde Bediüzzaman'ı ziyaret edip görüşmüşlerdi. Emirdağ ve Kastamonu mektuplarında ismi ve bahsi geçer. Yıllar sonra çıkan rüya Bir gün rüyasında billûr bir köşk görmüş, gökten,

semâlardan yere doğru sarkmış vaziyette. Billûr köşkün içinde de Halife-i Rûy-i zeminin olduğunu söylemişler. Haşmet Hoca heyecan, merak ve muhabbet içinde köşke doğru gitmeye başlamış. Her adımda "Esselâmü aleyküm" diyerek selâm veriyormuş. Tam yedi adım sonra billûr köşkteki yeryüzü halifesine, asrın sahibine kavuşmuş ve ellerine kapanmış. Haşmet Hocanın bu rüyasından bir müddet sonra, 1952 baharında Gençlik Rehberi Mahkemesi açılmış. Bediüzzaman bir müddet Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde, daha sonra ise Fatih'teki Reşadiye Otelinde kalmış. Haşmet Hoca Reşadiye Otelinde Bediüzzaman'ın huzuruna çıkmış. Rüyasında gördüğü aynı vaziyet yıllar sonra orada tecellî etmiş. Her adımda bir defa "Esselâmü aleyküm" diye diye yürümüş ve nihayet yedinci adım ve selâmda asrın sultanının eline, eteğine kapanmış. Fatih Reşadiye Otelinde Haşmet Bediüzzaman'ı ziyareti böyle olmuştur.

Hocanın

Yozgat'ta Nohut Dağı eteğindeki Camızlık Camiinde imamlık ve vaizlik yapmıştı. Soy ismi olan Tonus, Yozgat'ta bir çarşının ismi olduğu gibi, Sivas'ın Şarkışla kazasının Altınyayla nahiyesinin eski adı da Tonus'dur. Bu mevkiler yüzyıllarca önce Tonus'tan buraya hicret dolayısıyla bu isimle anılmaktadır.

H. ALİ AKALAY "O zâtın istikbali çok parlak olacak" Arkadaşımdan Risale-i Nur'un Kur'ân hattı ile yazılıp çoğaltılarak hizmet edildiğini duydum. Ben de yazabilirim niyetiyle Kandıra'ya gittim. Oradaki Nur talebeleriyle buluşup yazıya başladım. Astsubay olmam hasebiyle gündüzleri yazıya vaktim olmuyor, ancak geceleri çalışabiliyordum. 'Beş tarikat' adı verilen tarikata mensup idim. Şeyh Ahmed Hazretlerine, Bediüzzaman'ı nasıl tanırsınız?' diye sordum. O da, O zâtın istikbali çok parlak olacak. Büyük İslâmî fütûhatlar yapacak. Başı göğe değecek' dedi. Hocam Şeyh Ahmed Hazretlerinin bu takdirkârane cevabı beni çok duygulandırmıştı. Biz hizmetimize yavaş yavaş devam ediyorduk. Gece yarılarına kadar yazıyor, sabaha kadar okuyorduk. Bizimle beraber çalışan, köyden gelen kardeşlerimiz de vardı. Onların yaz mevsiminde çok işleri olduğu halde, gece yarılarına kadar bizimle yazı yazar, okurlardı. Sabah da işe

giderlerdi. Çevre köylerle ilgilenmeye başladık. Köyün birinde bir kişinin namaz kıldığını duyunca, o köyle ilgilenmeye başladık. Elhamdülillah, kısa bir zaman sonra, o köyün hepsi namaz kılmaya başladı. Bunlar Allah'ın birer lütfu idi. "Üstadı ziyaretim" Bediüzzaman hakkında söylenen takdirkârane sözler ve Risale-i Nur'daki ulvî hakikatler, beni ona daha sıkı bağlıyordu. Ben de artık Hazret-i Üstadın aşkıyla yanan bir şakirdi olmuştum. Bu aşk daha ileri giderek kendisini görme iştiyakı şeklini aldı. Nihayet o nimete de nail olduk. Üstadın İstanbul'da mahkemesi olduğunu 1952'deki Gençlik Rehberi Mahkemesiydi. Bu kendisini göreceğimi ümit ederek, izin alıp gittim. Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde öğrendim.

duydum. vesileyle İstanbul'a kaldığını

Büyük bir heyecan ve sevinçle, âdeta uçarcasına Bediüzzaman'ın bulunmuş olduğu mevkiye gittim. Kapıdan girdiğim zaman büyük salonda çok kalabalık vardı. Bediüzzaman'la görüşmek için gelmişlerdi. Fakat polisler yukarıya hiç kimseyi göndermiyorlardı. Ben resmî elbiseli olduğum için direkt olarak yukarı çıktım. Üçüncü katta bir odanın önünde bir çift lastik gördüm, içi keçeli idi. 'Bu, olsa olsa Hocanındır' dedim. Yandaki odada sarı benizli bir genç yatıyordu. Yorgun olduğu belli oluyordu. Beni

görünce birden irkildi. Ne arıyorsun burada?' dedi. Hocayı görmek istiyorum.' Ne yapacaksın, nasıl geldin buraya?' Onu görmek istiyorum' Üstad çok hasta, kabul etmez.' Onu mutlaka görmem lâzım.' Beni bir aşağı kata indirdi. Yine kabul etmeyeceğini söyledi. Artık bende tahammül kalmamıştı: Kardeşim, ben onun mübarek simasını görmek, duasını almak istiyorum. Tâ Kandıra'dan, bunun için geldim. Bırakın, müsaade edin de onu bir an dahi olsun göreyim.' Peki bir sorayım.' Ona söyleyin. Eğer kabul etmezse, Resulullah'ın (a.s.m.) yanında dâvâcı olacağımı bildirin.' Bunun üzerine o genç içeri girdi. Hemen dışarı çıktı. Bana müjdeler müjdesini vermişti: Üstad seni kabul etti.' Artık dünyalar benim olmuştu. Büyük bir saadete ermiştim. Hemen içeriye girdim. Üstad karyolada oturmuştu. Başında sarığı vardı. Bir ucunu arkaya, bir ucunu ön tarafa bırakmıştı. Sırtında cübbesi vardı. Odanın

gayet sade bir vaziyeti vardı. Hemen yanına gittim. Onun mübarek ellerinden sevinç gözyaşları içersinde öptüm, kokladım. O da benim yüzümden öptü. Rabbim, ne idi o? Yirmi beş sene geçmesine rağmen onun öpmesini hâlâ unutamıyorum. O mübarek dudaklarını daha hâlâ yüzlerimde hissederim. Onun sohbetinde yeni bulunuyordum. Anlattığını önceleri pek anlayamamıştım, fakat ruhen hissediyordum. Kendimi onun cezbesine kaptırmıştım. Mübarek simasına bakarak, biteviye onu dinliyordum. O bir çağlayan olmuş, Kur'ân'ın ilim hazinesinden akmaya, çağlamaya başlamıştı. Oturuşuyla bile bir 'arslan' idi. Vaktin ne kadar çabuk geçtiğini anlayamadım. Çok konuşmuş idik. Onun sohbetinde bulunup da vaktin nasıl geçtiğini anlayabilmek mümkün müdür? Üstadı yorgana sarmışlardı. Çok hasta ve yorgun idi. Bir müddet sonra, 'Üstadı çok konuşturdum, çok yordum. Gitmeliyim artık' diye içimden geçirmiştim. Sanki Hazret-i Üstad içimden geçenleri duymuş gibi, Gideceksin değil mi?' diye sordu. Evet, sizi yorduk, gideceğim' dedim. Hattâ bu ara Üstada ismimi söylemeyi de unutmuştum. O ise bana, Senin ismin Ali Çavuş idi, değil mi?' dedi. 'Bu kadarı da fazla' diyerek gözyaşlarımı tutamadım ve ağladım. Üstad Hazretlerinden aldığım aşk ve şevk ile uçarcasına

memleketime vardım. "Afyon Hapishanesine müdür oldum" Üstadın Emirdağ'a gittiğini duydum. Kader-i İlâhînin şu âşikâr tecellîsine bakın. O kadar taliplisi ve elyak zatlar bulunduğu halde, beni Afyon Hapishanesi müdürü yaptılar. Uçarcasına Afyon'a vardım. Bu sırada Üstadın on iki yaşından beri mânevî evlatlığına kabul ettiği Hüsnü Bayram'ın askerliği Afyon'a çıkmıştı. Bu vesile ile Üstad hemen her hafta Afyon'a gelir, konuşur, görüşürdük. Hüsnü Bayram'da izin alır, Afyon'da görüşür veya Emirdağ'a götürürdü. Üstad Afyon'a geldiği zaman gerekli eşyaları bizim fakirhaneden tedarik ederdik. Üstadın kullandığı yorganı biz kullanmaz, saklardık. Eşyaları daha çok hizmette kullandık. Daha önceleri Risaleleri yazmaya olmuyordu. Fakat hapishane müdürü iken bol yazmaya vaktim oluyordu. Ben vakitlerimden istifade ederek durmadan yazıp neşre devam ediyordum.

fazla vaktim gündüzleri bol de bu hoş Risale-i Nur'u

"İniş bitti, çıkış başladı" Hazret-i Üstadın Barla'ya gideceğini öğrendik. Yanıma bir arkadaş alarak trenle Isparta'ya vardık. İstasyonda indik ve hayli uzaklaşmıştık. Bir ara arkadan birisinin koşarak geldiğini gördük. Bu, Bayram Yüksel idi. Bayram

Yüksel yanımıza geldiğinde, Üstadı görmeye geldiniz, değil mi?' diye sordu. Evet.' Sizi bekliyor.' Hayret etmiştik. Halbuki biz trende, 'Bediüzzaman'ın ziyaretine gidiyoruz' diye bir şey söylememiştik. Üstadın yanına vardığımızda, Kardeşlerim, ben şimdi Barla'ya davetliyim, icabet etmem gerekiyor. Siz Bayram kardeşle beraber dersaneye varın. Biz kısa bir zamanda döneceğiz' dedi. Olur Üstadım'cevabını verdik. Dersaneye vardığımızda Tahirî Mutlu Ağabey de oradaydı. Biraz sohbetten sonra yemek yedik. Sofradan bir avuç kadar ev mantısı ve el kadar ince bir dilim ekmek, bir domates salatası vardı. Sofrada dört kişi idik. Dördümüzde doyasıya yediğimiz halde, o kadar yemeği ve ekmeği bitiremedik. Bu, bereket-i Îlâhiye idi. Hem o salataya ne katmışlar, nasıl yapmışlar, daha hâlâ hayret ederim. Bu kadar seneler geçmesine rağmen, o salatanın tadı damağımdadır. Bir müddet sonra Üstad geldi. Mübarek ellerini öptük. O yaşta hâlâ arslan gibi idi. Bize, 'Hiç hediye almadığım halde sizin için Barla'dan hediye aldım. Sefer tasının iki gözünü, siz memleketinize götürürsünüz. İki gözünü de

burada kardeşlerle beraber yersiniz' dedi. Üstad yine o tatlı sohbetine başladı. Sohbetin arasında bir soru sormuştum: Üstadım, âlem-i İslâmın hali ne olacak?' Kardeşim, göreceksiniz, iniş bitti, çıkış başladı' dedi. Üstadın bundan maksadı, İslâmın gerilemesinin bittiğini, ilerlemesinin de başlamış olduğunu ifade etmekti. Hocam Şeyh Ahmed Hazretleri bana, Türkiye İslâm âleminin liderliğini yapacak. Bunu inşaallah göreceksiniz' demişti. Gerçekten öyle, belki bunu biz göremeyeceğiz. Ama sizler göreceksiniz. Isparta'da Üstadla biraz daha konuştuktan sonra müsaade isteyerek ayrıldık. Memleketimize gitmek için trene bindik. Üstadın gözlerine doğrudan bakamazdık. Cezbedici, tesir altına alıcı bir güzelliğe sahipti. Üstadın son olarak Afyon'da ziyaret ettik. Zübeyir Ağabey ile karşılaştık. Üstadın çok hasta olduğunu, kabul edemeyeceğini söyledi. Bizde mahzun mahzun geri döndük. Ne yapalım, o isterse kabul eder, istemezse etmezdi. Ondan ne şikayetimiz olacaktı ki? "Üstadın vefatının tesiri bende çok büyük oldu. İnanamamıştım.Ona kopmaz bir bağla bağlanmıştım. Aramızdan ayrılışını bir türlü kabullenemiyordum."

MEHMED FIRINCI 1928'de Bursa'ya bağlı İnegöl'ün Yenice Müslim köyünde doğdu. Bediüzzaman 1953'te onun Fatih Çarşamba'daki evinde üç ay kadar misafir olarak kalmıştır. Otuz yıldan beri Risale-i Nur hizmetlerinde bulunup, eserlerin bilhassa dış dünyada tanıtılması için büyük hizmet ve gayretleri olmaktadır. "Üstadı ilk duyuşum" Zonguldak'ta askerlik yapan ağabeyim izne gelmişti. Dükkânda Büyük Doğu gazetesi almış, okuyorduk. Gazete, Üstadın hayatını yayınlıyordu. Ağabeyim mecmuayı okuyunca, çok beğenerek, takdir duygularıyla 'Ah askerden gelsem de şu zâtın yanında çalışsam' diyordu. Bu esnada aramızda dinî bir sohbet başlamıştı. Askerde ağabeyim kantini işlettirirken, ara sıra çay içmeye gelen hoşsohbetli bir asker, memleketi olan Kastamonu'dan, liseyi bitirmeden askere geldiğini, lisede iken arkadaşları ile kır gezintisinde dağda bir hocayı gördüklerini, bu hocanın kendilerine nasihat ettiğini ve bu esnada iki bardak hacmindeki küçük bir çaydanlıktan, 20 kişiye birer

bardak süt içirdiğini ağabeyime anlatmış. Sohbet esnasında ağabeyim bunu bana anlatınca, bir anda içim yandı. 'Ah' diye bir iç geçirdim, hasret ve iştiyak duydum. 'Acaba bu hoca sağ mı, nerededir?' diye düşündüm. Üstad Bediüzzaman'ı ilk duymam bu şekilde olmuştu. Çünkü o gençlere nasihat eden hocanın o olduğunu yıllar sonra öğrenmiştim. Ve Allah duamı kabul etmişti. "Nur talebeleri ile tanışmam" Köyde iken hafızlığa çalışan çocukluk arkadaşım Hafız Nuri, talim için İstanbul'a gelmişti. Bu vesileyle bazan Nuruosmaniye Camiine akşam namazlarına gidiyordum. Enver Ceylân Hocaefendi, o zaman müezzindi. Ona bir sual sormuştum. O da sualime cevaben, 'Seni Nur talebeleri ile tanıştırayım mı?' diye cevap verdi. Ben de kabul ettim. Beni Çankırılı Hafız Ahmed isimli bir talebe ile Kadırdga'daki ahşap bir evin bodrum katında ikamet eden birkaç üniversite talebesiyle tanıştırdı. Bir portakal sandığının üzerinde, eski yazı bir kitap duruyordu. Sonra öğrendim ki, bu kitap, İhlâs Risalesi imiş. Ve bana ondan okudular. Beni ilk defa Nur medresesine götüren Hafız Ahmed'le yirmi sene sonra, rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin cenazesinde ikinci defa görmüştüm. O da beni tanıdı. "Gençlik Rehberi Mahkemesi"

Muhsin Alev Gençlik Rehberi'ni bastırmıştı. Polisler Kadırga'daki evde arama yapmışlar. Benim haberim yoktu. O gidiş gelişlerimde on-on beş kişi bazen bir araya geliyorduk. O arkadaş grubunu göremeyince nerede olduklarını sordum. Bana polislerin geldiğini söylediler. Polisler 100 tane kitap götürmüşler. O zaman polislerle biz her gece fırında çay içer, sohbet ederdik. Bu sebepten, ben polislere hiç yabancılık çekmedim. 'Polisler gelmişse ne olmuş?' gibilerden, yine oraya devam ettim. O sıralarda, kimsenin gelmeyişine de hayret ettim. Bir müddet sonra Süleymaniye'ye taşındılar. Oraya da gitmeye devam ediyordum. Bu sıralarda fırını Nuruosmaniye'den Çarşamba'ya taşıdık. Bu sebepten, birkaç gün gitmek mümkün olmadı. Üstad Hazretleri Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul'a gelmişti. Ben bu haberi Gece Postası gazetesinde okumuştum. O akşam Süleymaniye'ye gittim. Muhsin Alev'i buldum. 'Sabah namazında gel, Hazret-i Üstada gidelim' dedi. Ertesi gün beni Sirkeci'de Akşehir Palas Oteline götürdü. "Sen Ispartalısın" Üstad Hazretleri otelin üst katında, cadde tarafında bir odada namaz kılmış, dua ediyordu. Muhsin Alev Hazret-i Üstada,

Bu Fırıncı Mehmed'dir' diye takdim etti. Üstad Hazretleri, Sen hoş geldin, safa geldin kardaşım!' dedi. Elini öptüm, o da beni başımdan öptü. Bundan sonraki diğer bütün ziyaretlerimde elini öptüğüm zaman, Hazret-i Üstad da başımdan öperdi. Halimi, hatırımı, annemi, babamı ve kardeşlerimi sordu. Büyüklerin hal hatır sorması, bir lütuf oluyordu. Memleketimi sordu. İnegöllü olduğumu söyledim. Aralıklı olarak tekrar tekrar, tam üç defa sordu. Sonuncusunda, 'Esas, esas nerelisin?' diye suali tekrarladı. Dedemin Ispartalı olduğunu söyledim. 'Dedem Uluborlu'dan İnegöl'ün Yenice Müslim köyüne gelip imam olmuş' deyince, Sen Ispartalısın' diye mülâtefe ettiler. Bundan sonra ilk Mecliste geçen hatıralarından bahsetti. 'Mecliste bir gün önce hariçten karışanları en şiddetli şekilde cezalandırmaya, hattâ idam etmeye karar almışlar. Fakat ben bilmedim. Bazıları namaz kılmıyorlardı, ben onları namaza davet edici konuşmalar yaptım. Bu sohbetlerimizle, Abdurrahman ve Hafız Ali çok alâkadardır. Biraderzadem Abdurrahman tek başına otuz kişinin işini ve hizmetini görürdü. Şimdi Abdurrahman ile Hafız Ali buradadır.' Üstadın konuşmaları kalbimde derin tesir yapıyordu.

Bilhassa Hafız Ali ve Abdurrahman mânâları ruhumda ve kalbimde çok derin izler bırakmıştır. Üstad mesleğimin fırıncı olduğunu öğrenince, 'Fırıncılar halkın gıda ihtiyacını karşılamak bakımından çok ehemmiyetli hizmet yapıyorlar. Namazlarını kılmak şartıyla , çalışmaları da aynen ibadettir' dedi. Ben, 'Efendim, ekmekçi değil, börekçiyim' dedim. Hazret-i Üstad, . daha iyi' diye iltifatta bulundular. Konuşmasına devamla, kendisini müteaddit defa zehirlediklerini, Cenab-ı Hakkın hıfz ettiğini söyledi. Konya'da bir komünist komitesi, beni öldürmek için karar almışlar. Kırk bin lira ayırmışlar. Said'i kim imha ederse, bu parayı ona vereceğiz demişler' dedi. "Üstad bana şeker ve tereyağı aldırarak börek yaptırdı" Hazret-i Üstad bu meseleyi anlattıktan sonra, Kardeşim, sen bana şeker ve tereyağı getir' diye para verdi. Yanında bir buçuk saat kadar kalmıştım. O kadar zaman içinde çok sohbet olmuştu, lâkin uzun zaman geçtiğinden hatırlamak mümkün değil. Elini öperek ayrıldım.. Üstaddan ayrıldıktan sonra beni vesvese sardı. Acaba yağı ve şekeri nereden alsam, diye derin derin

düşünüyordum. Çünkü bir yanlışlık yapabilirdim. Beni gafil avlayıp alacağım yağa bir hain zehir atarlarsa, ben ne yapardım? Bu vazife bana çok ağır gelmişti. Muhsin Alev'e, 'Üstad niçin benden istedi? Siz dururken, bana niçin söyledi?' diye sordum. Muhsin Alev'de, 'Seni hizmetine kabul ettiğinin delilidir bu' diye cevap verdi. Mısır Çarşısından kesme şeker aldım. Babamın Ömer Bey isminde bir dostu vardı. Halepli Ömer Bey yağcı idi. Ona gittim, çok mühim bir din âlimi için taze tereyağı almak isteğimi söyledim. O da, 'Bugün ne?' dedi. Ben 'Perşembe' dedim. O, 'Mısır çarşısının arkasında bir tavukçuya, Tekirdağ'dan benim yağım gelecek. Ben eve gelecek hafta götüreyim. Onu sen al' dedi. Ben gidip sordum, yağ gelmiş. Tartıp parasının Ömer Beye bıraktıktan sonra, böyle kendimce her cihette emniyetli bir şekilde yağı temin edebilmenin sonsuz şevk ve lezzeti içinde Hazret-i Üstada götürdüm. Şekerle yağı Üstada götürünce, Sen bana börek yap' diye buyurdu. Ve yağın bir kısmını verdi. Böreği yaparak götürdüm.

ertesi

sabah

erkenden

Üstada

İşte o börektir ki, bizi, 'Fırıncı Mehmed' yaptı. ismimiz 'Fırıncı' kaldı. Artık hemen her gün yanına gidiyordum. Polisler kapıda gelenlerin hüviyetlerini tesbit ediyorlardı. Fakat benim

hüviyetimi hiçbir kimse sormadı ve almadı. "Öğretmenler çok mühimdir" Akşehir Palas'a yine bir sabah gittiğimde, Üstad Hazretleri Ebussuud Caddesine bakan tarafta, balkonda, şezlonga oturmuş; elindeki Asa-yı Musa eserini okuyordu. Saat on sıralarında bir misafir geldi. Bu zat göz doktoru Hüsnü Oğan'dı. Aynı zamanda Kuleli Askerî Lisesinde kimya derslerine giriyormuş. Üstad kendisini kabul etti: Kardeşim, hoş geldin, öğretmenler çok mühimdir, öğretmenlerin yeri ya kulenin başı, ya kulenin dibidir. Ortada tutunacak yer yok' dedi. Risale-i Nur'u çok okumak lâzım' diye elindeki eseri gösterdi. 'Kendim telif ettiğim bu kitabı, en az kırk defa okudum' diye ifade etti. "Üstad hediye kabul etmezdi" Yine bir gün, akşamla yatsı arası, Üstadın yanına gitmiştim. Yanında, talebelerinden Ziya Arun ve Muhsin Alev vardı ve çok üzgündüler. 'Ne oldu?' diye sordum. Onların müteessir olması bana da çok dokunmuştu. Onlar ne olduğunu söylemediler. Ben de üzgün vaziyette bir kenara oturdum. Az sonra oturduğumuz odanın tam karşısında olan kapı açıldı. Kalblere ve ruhlara nüfuz eden şifalı bir tebessümle Üstad göründü. Elinde, ayaklı kristal bir kâsede kayısı reçeli, kapıda durdu. Ve biz de kendisine yaklaştık. Bana, 'Senin hatırın için bunları affettim' dedi.

Kâseyi bize uzatarak, 'Siz az yiyin, çoğunu sen ye' diyerek ruhları ve kalbleri mest eden iltifatta bulunarak odasına çekildi. Sonra talebelerin suçunun ne olduğunu öğrendim. Meğer çok hürmet ettiğimiz ve sevdiğimiz Karabüklü Mustafa Osman Ağabey gelirken, yanında bir miktar portakal getirmiş, zorla kabul ettirmiş. Onlar da onu kırmamak için, hediyesini almışlar. Fakat Hazret-i Üstad sonradan çok hiddet etmiş. Hâdise buymuş. "Necip Fâzıl'ın Üstadı ziyareti" Yine bir gün Akşehir Palas'a gitmiştim. Sonradan bir müddet İslâm mecmuasını da neşreden İsmail Doyuk, otelin giriş kısmındaydı. Bana, 'Yukarıda Hazret-i Üstadın yanında Necip Fazıl Bey var. Biz bekleyelim. Biraz sonra o çıkınca biz ziyaret edelim' dedi. Ben de 'Peki' dedim. O çıkarken, biz de kendisiyle hal hatır ettik ve uğurladık. Biz de beraberce Hazret-i Üstadı ziyaret ettik. "Üstada un kavurması yaptım" Bir müddet sonra Hazret-i Üstad, Fatih'teki Reşadiye Oteline geçmişti. O sırada bir gün İsmail Doyuk, ben fırında çalışırken Hazret-i Üstadın beni istediğini haber verdi. Hemen Reşadiye Oteline gittim. Otelde deniz görünen, aydınlık ve güneşli bir odaya kapıdan girince, tebessümle elini sallayarak beni yanına çağırdı. Elinde 1916'da basılmış, biraderzadesi Abdurrahman Ağabeyin yazmış olduğu Hazret-i Üstadın kendi tarihçesi vardı. Kitabın birici sahifesinde beraber çektirdikleri resmi

tebessümle göstererek, 'Sen bunu gördün mü?' diye sordu. 'Şimdi gördüm Üstadım, ' dedim. Neşe ve sürur içerisindeydi. Sonra, 'Sen bana yemek yap' dedi. Nasıl bir yemek olacağını sorunca, orada bulunan tereyağı ve unu alıp kavurmamı söyledi. Ben nasıl olacağını kavrayamamıştım. Lâtife ederek 'Bizim Kürtler yaparlar, unla yağı beraber kavuracaksın' dedi. Evden, gidip tencere ve yandan pompalı gaz ocağı getirerek Hazret-i Üstadın gözünün önünde un kavurması yaptım. Çok lezzetli olmuştu. Hazret-i Üstad bir parça da bize verdi, yedik. O gün âdeta hakikî bir cennet’te yaşamış gibi oldum. Bayram, bahar, şehr-i âyin gibi bir âlemdi o gün. "Gönenli hazırladık"

Mehmed

Efendi

ile

Üstada

çay

Bir Cuma günüydü. Hazret-i Üstadın yanına gittiğimde hiç kimse yoktu. Kimsenin olmayışına hayret ettim. Kapısını vurdum. Beni görünce, 'Çok iyi oldu, geldin' dedi. Ve 'Seninle Cuma'ya gidelim' dedi. Biz Üstadla tam çıkarken, Salih Özcan'la Osman Köroğlu geldiler. Hazret-i Üstad odanın kapısını kilitleyerek anahtarı bana verdi. 'Sen burada nöbetçi kal' dedi. Beni nöbetçi olarak bıraktı. Cuma'dan geldikten sonra çay yapmam için emretti. O zaman şimdiki gibi kolaylıklar pek yoktu. Mangal kömürü ile mangalı yakmaya çalışırken Gönenli Mehmed Efendi Hoca geldi. O da bana, 'Sana yardım edeyim' dedi. Beraber çayı hazırladık. Bir müddet sonra Ziya Arun gelince, Gönenli Mehmed

Efendi ona, Bugün bu eller, onun kömürünü yaktı, çayını ısıttı' diye sevincini ve memnuniyetini ifade ediyordu. Üstadın anahtarını verip beni nöbetçi tayin etmesi, hayatımın en mesut ve zevkli ânıdır. O ânı, o lezzeti unutmam mümkün değildir. "Emirdağ'a Üstadı ziyarete gittim" Üstad, Emirdağlıların küçük bir otobüsüyle İstanbul'dan Emirdağ'a dönüyordu. Otobüs bizim köyün yakınlarında mola vermiş. Bu esnada köyden iki arkadaş Üstadı görüp elini öpmüşler. Bunlardan İsmail Bayav, Üstadın Emirdağ'a geçtiğini bildirdi. Üstadın İstanbul'dan ayrıldığını öğrenince köyde bir ay kaldım. Bir ay sonra Emirdağ'a Üstadı ziyarete gittim. Basit bir otel vardı. Oraya indim Sabahleyin Musatafa Acet'i buldum. Üstadın Emirdağ'da evde olmadığını öğrenince Keçeliköy taraflarına yürümeye başladım. Tarlalardan buğday biçenlerin küçük çocukları, buğdayı biçilmiş anızlı tarlada koşarak bana doğru geliyorlardı. Ben onlara hiçbir şey sormadığım halde, bu küçük yavrular "Bediüzzaman dede bu tarafa gitti"diye, bana Üstadın gittiği istikameti gösteriyorlardı. Böylece kimseye sormadan Emirdağlı masum çocukların rehberliğinde Üstadı bir ağacın altında, taş yığınının üstünde otururken buldum.

Üstad beni görünce tebessümle karşıladı: Fırıncı Muhammed'sin sen ' diye hitap etti. Mübarek elini öperek diz çöküp önünde oturdum. Üstad sevinçliydi. 'Pakistan'da yirmi milyon Nurcu olmuş' diye gayet memnuniyet ve beşaretle anlattı. Pakistan'a Risaleler gönderilmiş ve oradan Üstada mektuplar gelmişti. Nur'lardan istifade eden Pakistanlılar memnuniyetlerini bildirmişlerdi. Hazret-i Üstadın bu meseleyi ifade etmek istediğini anladım. "En büyük hakikat" İstanbul'a geldim. O zaman İstanbul'da hizmetler, Isparta'da ve İnebolu'da eski yazıyla teksir edilen kitapların ciltletilmesi, muhafazası ve Anadolu'da istenilen yerlere sevk edilmesi şeklinde idi. Derslerimiz Süleymaniye'de evvelâ 50 numarada, sonra yanındaki 46 numarada devam etti. O zamanki arkadaşlar Muhsin Alev, Ahmed Aytimur, Mehmed Emin Birinci, Üzeyir Şenler, Hakkı Yavuztürk idiler. Hizmetleri hep beraber 1952 yazından 1953 baharına kadar bu minval üzere devam etti. 53 baharın Hazret-i Üstadın Samsun'da Büyük Cihad gazetesinde çıkan 'En Büyük Hakikat' yazısından dolayı Sungur Ağabeyi tevkif etmişlerdi. Bundan dolayı, Emirdağ'dan Samsun'a gelmesi için mahkeme ihzariye çıkarmış. Üstad Hazretleri de Emirdağ'dan Eskişehir'e gelip aynı arabayla yeniden pazarlık yapılarak İstanbul'a gelir. Bu tarih tahminen 20

veya 25 Nisan 1953 arası olabilir. Üstad Beyazıt'taki Marmara Palas Otelinin üst katında kaldığı sırada Muhsin Alev'le görüştük. Tedbir düşüncesiyle birkaç gün Üstadın yanına gitmemizin doğru olmadığını bize söyledi. 'Madem maslahat öyle icap ediyor, peki' dedim. "Üstad benden börek yapmamı istemiş" Bir gün fırında yoktum. Ahmed Aytimur gelip bir not bırakmış. 'Kardeşim, Üstadımız senden börek yapıp getirmeni istedi. İmza: Aytimur.' Çok heyecanlanmıştım. Gene böyle bir nimet-i İlâhiyeye mazhar olmaktan ve Üstadla görüşeceğimden çok sevinmiştim. Ertesi gece sabaha karşı böreği yapıp sabah namazına Süleymaniye'ye medreseye götürdüm. Fakat, vâesefâ, kardeşler gene tedbir düşüncesiyle bizlerin, sadece ben değil, diğer arkadaşların da bir müddet Üstadın yanına gitmemizin doğru olmayacağını ifade ettiler. Tabiî, Üstad İstanbul'da olduğu halde kendisiyle görüşmemek, çok büyük üzüntüye sebep olmuyor değildi. Hakkı Yavuztürk, Üzeyir Şenler'den öğrenmiştim ki, Üstad Marmara Otelinde. Ertesi gün Cuma idi. 'Hazret-i Üstadın Cuma'ya çıkar, ben de otelin önünde veya camide karşılaşırım, dolayısıyla görüşmüş oluruz' düşüncesiyle Marmara Palas Otelinin önüne gittim. Biraz karşıdan takip ediyordum. Cuma namazı vakti çok yaklaştı. Merak ediyordum. Üstad Hazretleri çıkmadı. Bu esnada başörtülü ve kıyafetinden otel hademesi olduğunu tahmin ettiğim yaşlıca bir kadın otelden çıkıp bana doğru gelmeye başladı. Ben de ona doğru gidip sordum. 'Otelde

yaşlı bir Hocaefendi kalıyor. Cuma namazına gitti mi?' diye. Kadın, 'Ah çocuğum, çok üzgünüm, Hocaefendi otelden ayrıldı' dedi. Ben, 'Nereye gitti!' dedim. 'Bilmiyorum. Şimdi bu otelde kalmıyor' dedi. Çok müteessir olmuştum. Bir ara düşündüm, nereden öğrenebilirim diye. O sırada Beşiktaş'ta Vişnezade Camii imamlığını, Isparta'da Hazret-i Üstadın hizmetinde, Risalelerin telifinde çok hizmeti geçen Refet Barutçu Ağabey yapıyordu. Hem Cuma namazını orada kılmak, hem de ondan bir mâlûmat alabilmek ümidiyle, acele bir taksiye atladım. Cuma namazına yetiştim. Namazı kıldık. Namazdan sonra Refet Ağabeyle sohbet ettik. Ve bu arada Hazret-i Üstadın nerede olduğunu sordum. Onun ise, Hazret-i Üstadın İstanbul'da olduğundan haberi bile yoktu. 'Hadi bize genciz, bize söylemediler, ama Refet Ağabeye niye haber vermediler?' diye, hem şaştım, hem üzüldüm. Oradan Süleymaniye'ye geldim, kimse yoktu. Gece hiç uyumamıştım. Onun için biraz yatmıştım ki birisi geldi, uyandırdı. Kapıyı açtım, içeri aldım. Hüseyin Kileci isminde bir gençti. Onunla biraz ders okuduk. Çay içtik. Bu arada hiçbir sebep yokken, kendi kendine gülmeye başladı. Ben merak ettim, 'Ne gülüyorsun?' diye ısrar ediyordum ama o söylemiyordu. Neticede söylettim. Nasıl olduğunu bilmiyorum, fakat Üstad Hazretlerin ziyaretten gelmiş. Ve Üstad Hazretlerinin o gece, ikinci gece olarak Çamlıca'da Bodrumî Camii diye anılan bir camiin karşı sırasında kalacağını söyledi. Bunun üzerine 'Artık, ertesi sabah

gideyim' düşüncesiyle fırına gidip o geceki işe başladık. Sabahleyin erkenden Fatih Çarşamba'dan Küçük Çamlıca'daki Bodrumî Camiine gitmek üzere yola çıktım. Oraya varana kadar vakit hayli ilerlemişti. Vardığımda camideki tanıdığım müezzin Ahmed, 'Üstad Hazretleri maalesef buradan ayrıldı' dedi. Ben dehşetli müteessir olmuştum. Bir türlü Üstada kavuşamıyordum. İzini yine kaybetmiştim. O teessür içinde döndüm, eve geldim, Akşam medreseye gittim. 12'ye yakındı. Kimse gelmemişti. Muhsin Alev'in Şehzadebaşında bir talebe yurdunda yeri vardı. Polislerin takibinden kurtulmak ve onları şaşırtmak için, yurda gittim ve müdüre, Muhsin Alev'in gelip gelmeyeceğini sordum. Müdür bu gece gelmesi ihtimalinin kuvvetli olduğunu söyledi. Ne olursa olsun bekleyeyim, dedim. Gece saat 1'e doğru Muhsin Alev geldi. Görüştük. Tabiî üzüntüden birden, 'Neredesiniz? Sağ mısınız? Üstad nerede?' diye arka arkaya sormaya başlamıştım. O da bana anlattı. 'Sorma ahî. Ahşap bir otelin olmasını arzu etti. Aradık. Öyle müsait bir otel bulamadık. Çamlıca'da bir yerde, bir gece kaldık. Orada da dinsiz bir adam varmış. Üstad bundan çok rahatsız oldu. Ertesi sabah oradan da ayrıldık. Şimdi Bağlarbaşı'nda Helvacı Şükrü Efendinin evinde misafir bulunuyor. 'Yarın bir otel bulursanız bulun, yoksa İstanbul'u terk edeceğim' dedi. "Üstadı kendi evime yerleştirmeyi düşündüm" Bu konuşma, beni birden bire çok fazla müteessir

etmişti. Ve hattâ Hazret-i Üstadın İstanbul'u terk etmesi felâket işareti gibi geldi bana. Şiddetli bir ızdırap çöktü. Ve o anda ikamet etmekte olduğumuz ev, gözümün önünde tecessüm etti. Çok hoş, şirin ve rahat, arkasında bir miktar bahçesi ve çiçekliği olan bir evdi. 'Biz bu evi boşaltsak Hazret-i Üstad acaba orada oturmaz mı?' diye düşündüm. Ve hemen Muhsin'e söyledim. O da bir zaman düşünürken, ben 'İstersen gel, şimdi evi görelim. Sen sabahleyin git, Hazret-i Üstada arz et. Kabul buyururlarsa, fırının yanında iki odalı bir yerimiz daha var. Peder ve kardeşlerimi oraya naklederiz. Hazret-i Üstad da, tahmin ediyorum, orada rahat edebilir' dedim Muhsin 'Peki' dedi. Yurttan ayrıldık. Fatih Camiinin avlusuna kadar konuşarak gidiyorduk. Orada Muhsin, 'Ben şimdi görsem de Üstad Hazretlerinin tekrar görmesi lâzım. Benim görmem veya görmemem bir şey değiştirmez. Onun için, sen sabahleyin gel, beraber Hazret-i Üstada gidelim. Meseleyi anlatalım. Nasıl tensib ederse öyle yaparız' dedi. Ve yurda geri döndü. Ben eve gittim. Peder ve valideyi uyandırdım. Meseleyi anlattım. Onlar maalmemnuniye kabul ettiler. Ben de gece fırına çalışmaya gittim. "Üstad Çarşamba'daki evimde kalmayı kabul etti" Sabahleyin Muhsin'le buluştuk. Bağlarbaşı'nda, Allah rahmet etsin Helvacı Şükrü Efendinin evinde, Üstad Hazretleriyle nihayet mülâki olduk. Elhamdülillah. Hazret-i Üstad, 'Hoş gelmişsen Fırıncı Muhammed kardeşim' dedi.

Elini öptüm. Her zaman olduğu gibi, o da benim başımı öptü, sarıldı. Hal ve hatır ettikten sonra, maksadımızı kendisine arz ettik. Hazret-i Üstad 'Peki' dedi, 'sen şimdi git, biz arkadan gelelim.' Ve ben sür'atle Fatih Çarşamba'ya yol aldım. Eve geldim, Üstad Hazretleri de arabayla arkamdan geldi. Halbuki benim niyetim peder ve valideleri fırının yanındaki eve göndermekti. Tâ ki Hazret-i Üstad, evi rahatça görebilsin ve rahatça karar versin. Yazdıkları bir risale için Üstadın el yazısıyla kaydettiği dua: 'Yâ Erhamerrâhimîn, ism-i âzamın hürmetine bunu ve böyle risaleleri yazan Ahmed, Muhammed, Hakkı ve Üzeyir'i Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, Âmin." Ama böylesi de güzel oldu. Peder, valide ve kardeşlerim de Üstad Hazretlerini görmüş oldular. Üstad Hazretleri de onlara dua ettiler. Üstad Hazretleri evin şeklini beğendiler. Ve o andan itibaren evde kaldılar. Bir kısım eşyayı diğer eve naklettik. Hazret-i Üstad takriben üç ay kadar orada ikamet etti. Bir kısım ihtiyaçları Hazret-i Üstadın yanında bulunan kardeşlerle görüşerek temin ettik. "Git haber ver, çok telâşlandılar" Bu arada bizim evde ve fırının bazı kısımlarında Risaleler muhafaza halinde bulunur, oradan sevk yapardık. O evde de epeyce, yani dört-beş sandık kitap vardı. Üstad Hazretleri onları görünce, 'Bunları buradan kaldır,

kardeşim' dedi. Ve bir araba bularak, onları başka yere naklettik. Bu arada polis Hazret-i Üstadın izini kaybetmiş olduğu için, Üstad Hazretleri Muhsin Ağabeye, 'Git haber ver, çok telâşlandılar' dedi. "Biz Hocaefendiyi muhafaza ile mükellefiz" Muhsin, Sirkeci'ye Emniyet Müdürlüğüne gitti. Ben de biraz istirahat etmek üzere fırın tarafındaki eve gittim. Bir saat olmuştu, uyandırdılar. 'Seni polisler arıyor' dediler. İndim baktım, iki sivil polis. 'Seninle biraz görüşelim' dediler. Niçin geldiklerini anladım. Üstad Hazretlerinin bulunduğu evin tarafında şimdiki imam hatip okulunun girişinin yanında bir kahvehane vardı. Orada polislerle uzun uzun konuştuk. Bana, 'Sen nereden tanışıyorsun? Niye evini verdin? Maksadın nedir?' gibi çok uzun sualler ve cevaplardan sonra, 'Biz Hocaefendiyi muhafaza ile mükellefiz, devamlı burada nöbetçi bulunduracağız' dediler. Ben polislerin yanından ayrıldım. Hazret-i Üstada meseleyi anlatmak üzere yanına gittim. Polislerin 'Biz Hocaefendiyi muhafaza ile mükellefiz' dediklerini anlatınca, 'Doğru' dedi, 'bana bir şey olursa onlar mes'ul olurlar. Beni muhafaza etmek mecburiyetindedirler. Doğru söylüyorlar' dedi ve o gün böyle geçti. "Mahalle sakinleri Üstadı tanımaya başlamıştı" Hazret-i Üstad âlayişli nümayişli, lüks görünüşlü, dünyevî câcibedar meskenlerden, mahallerden hoşlanmazdı. Bu bakımdan, bu mütevazı evde çok

memnun ve huzurlu bir vaziyetteydi. İstanbul'daki dostlar yavaş yavaş Üstadın İstanbul'da olduğunu öğrenmeye başlamışlardı. Gelip gidenler çoğalıyordu. Mahalle sakinleri evvelâ meseleyi kavrayamadılar. Sonra gelip gidenlerin çok olmasından meraklandılar ve Üstadı yavaş yavaş tanımaya başladılar. Muhtar Hüseyin Efendi, mahallede dost ve ahbaplarıyla bir nevi mahalle nâmına ziyarette bulundular. Üstad onlara çok iltifat etti. Onlar da Üstaddan çok memnun kalmışlardı. Böylece mahalle Üstad Hazretlerini daha yakından tanıdı. Dolayısıyla bize karşı da çok daha farklı bir muhabbetle muameleye başladılar. Üstad Hazretleri burada kaldığı zamanlarda mevsim ilkbahar ve yaz idi. Üstad çok zaman gezintiye çıkardı. Bu gidiş gelişleri Draman otobüsleri ile olurdu. Üstad otobüsün en önüne otururdu. Bu bindiği otobüsler Cihangir-Draman arasında çalıştığı için, Taksim'de iner, Sarıyer otobüsüne biner ve boğaz tarafına hava almak için çıkardı. Üstad o gidiş gelişlerinin bir semeresi olarak Emirdağ Lâhikası'nın 2. cildinin 97-99 sayfalarında yer alan iki sualli mektubu yazmıştı. "Seb'a Semâvât' meselesi Muhsin Alev, Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümünü bitirmek üzereydi. Üstad Hazretleri fakülteyi bitirip üniversiteden alâkasının kesilmesini istemiyordu. Çünkü

üniversite talebesi o zaman yok gibiydi. Üniversite camiasına Nur'ları anlatacak kimse kalmıyor ve hizmet bakımından zararlı oluyordu. Bu esnada bir İngiliz müsteşrik gelmişti. Edebiyat Fakültesi salonlarında yedi gün üst üste konferans vereceği ilân edilmişti. Birinci gün konferansında 'Seb'a Semâvât' âyetini inkar etmişti. 'Bugün astronomi çok ilerlemiştir. Yapılan inceleme ve araştırmalar, sema katlarının varlığını tesbit etmemiştir. Bu âyet ilme aykırıdır' diye beyanda bulunmuştu. Muhsin Alev ve Ziya Arun konferansı dinlemişlerdi. Üstad Hazretlerine geldiler, anlattılar. Üstad Hazretleri hemen İşârâtü'l-İcaz'da ve aynı zamanda Lem'alar'da bulunan o âyetin izahatını, tefsirini, baş tarafına birtakım ilaveler koyarak bir mektup halinde teksir ettirdi. İşârâtü'l-İcaz'da olan o parça: Üçüncü mes'ele: 'Seb'a kelimesi hakkındadır. Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafevâri fikirleri, efkâr-ı âmmayi istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, bazı âyetlerin zâhirini onların mezheblerine meylettirmişlerdir. Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşluktan yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kâildir. Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır. Şeriat ise, Cenab-ı Hakkın yedi tabakadan ibaret semâvatı halketmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına

kaildir. Hadis ise semanın 'mevcun mekfûnü'den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, 'altı mukaddeme' ile tahkikatını yapacağız. Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu fennen ve hikmeten sâbittir. İkinci mukaddeme: Ecrâm-ı ulviyenin kanunlarını rabteden ve ziya ve hararetin emsalini neşr ve nakleden, fezayı doldurmuş bir madde mevcuttur. Üçüncü mukaddeme: Madde-i esîriyenin, yine esir olarak kalmak şartıyla, sâir maddeler gibi muhtelif teşekkülâtları, ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları gibi. Dördüncü mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve in'ikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına ve hâkeza... yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır. Beşinci mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki, bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, birbirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir mâdenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Muvellidülmâ ile müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder. Altıncı

mukaddeme:

Şu

müteaddit

emarelerden

anlaşıldı ki; semavat müteaddittir; şeriat Sahibi de, yedidir, demiştir; öyle ise yedidir. Maahâza yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları Arap üslûplarında kesret için kullanılır. Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur'ân-ı Kerimin hitaplarına, mânalarına, işaretlerine dikkat edilmekle bir âmiden tut, bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı âmmeye olan müraatları, okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe mûcibdir. Meselâ, 'seb'a semavatin' kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir; öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesîmi küreleri fehmetmiştir; bir kısım da seyyarât-ı seb'ayı fehmetmiştir; bir kısım da, şu bilgimiz manzume-i şemsiye içinde esirin yedi tabakasını fehmetmiştir; bir kısım da, şu bilgimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir; bir kısım da esirin teşekkülâtı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir. Hülâsa: Her bir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kur'ândan hisselerini almışlardır. Evet, Kur'ân-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şâmildir diyebiliriz.' Ertesi gün bu mektubu konferans esnasında dinleyiciler arasında dağıtıldı. Orada bulunanlar yazıyı görüp konferans başlamadan önce kendisine okuyup tercüme ettiler. Onun üzerine İngiliz sormuş: 'Kim bu zât?' Cevaben demişler: Bediüzzaman Said Nursî adında bir âlim vardır. O bu

âyeti size cevaben böyle tefsir etmiş. 'İngiliz o günkü konferansı kısa kesip beş günlük konferansını da iptal ederek Türkiye'den çekip gitmiştir. "Üstadın arkasında cemaatle namaz kılardık" Üstad Hazretlerinin yanında ikindi sırasında umumiyetle bulunmaya çalışırdım. Ve evde bulundukları zaman, cemaatla namaz kıldırırlardı. Bu vesileyle çok feyizli bir hal hâsıl oldu. Bir gün ikindi namazını eda edecektik. Üstad kendi bulunduğu mahalde Ezan-ı Muhammedîyi okuturdu. Ziya Arun kardeşin abdest alması uzun sürdü. Namaza tahiyyat esnasında son ka'dede yetişti. Fakat imama uymadı. Üstad selâm verir vermez, biraz hiddetlenmiş gibi, 'Neden cemaate iştirak etmedin?' dedi. Ziya Arun 'Namaz bitmişti, artık sonradan kılayım dedim' diye cevap verince Üstad Hazretleri, 'Hayır, namazda selâm verene kadar iştirak edersen cemaatin sevabını alırsın' dedi. Tesbihatları gayet ağır ve her kelime üzerinde basa basa durarak yaparlardı. Bir gün yine Muhsin'le Üstadın yanına geldiğimizde görüşürken farklı bir hâlet-i Ruhiye hissettim, merak ettim ve sordum. Üstad Hazretleri o gün Fener Patrikhanesine giderek Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında kendisine hitaben, 'Siz Kur'ân'ı Allah'ın kitabı, Hz. Peygamberi de peygamber kabul etseniz ve Hıristiyanlığın da dini hakikîsiyle amel etseniz ehl-i necat olacaksınız' demiş. O da 'Ben kabul ediyorum' diye cevap vermiş. Üstad tekrar 'Dünyadaki diğer ruhanî reisler de

kabul ediyorlar mı?' diye sormuş. O, 'Onlar kabul etmiyorlar' demiş. Üstad kendisini gayet hürmetle karşılamış olduklarını söyledi. "Üstadı Edirnekapı Camiinde bulduk" Bir gün eve gittim. Zili çaldım. Hiç kimse yoktu. Tam o esnada Ziya Arun geldi. Anahtar vardı, içeri girdik. Baktık, Üstad Hazretleri yoktu. 'Ne oldu Üstad kiminle gitti, nereye gitti?' diye merak ediyorduk. O esnada Ahmed Aytimur geldi. Konuşmaları neticesinde Üstad Hazretlerinin yalnız olarak dışarı çıkmış olduğu anlaşıldı. Üzülmüş ve telâşlanmıştık. Ahmed Aytimur, Ziya ve ben vazife taksimi yaptık. Ziya ile ben Edirnekapı Camiine, Ahmed Aytimur da Eyüp Sultana giderek, Üstad Hazretlerini bulursak yalnız bırakmamış olmak niyetiyle hemen hareket ettik. Biz Edirnekapı Mihrimah Sultan Camiine gittik. Vakit ikindiydi. Baktık, Üstad Hazretleri camiin arka tarafında oturuyor. Ezan okunmasına on dakika vardı. Biz de arka plâna geçip oturduk. Ezana okunmaya başladı. Namaz kılındı. Tesbihattan sonra Üstad Hazretleri bizi görünce 'Mâşaallah, mâşaallah!' diyerek memnuniyetini ifade ettiler. Beraber camiden çıktık. Avludan caddeye inmeden Üstad Hazretleri sordu. 'Burada yüksekçe, etrafı görecek bir yer yok mu?' Caminin kıble tarafındaki çevre duvarını elimle göstererek, 'Üstadım, burası var' dedim. Ve o tarafa doğru yürümeye başladık. Daha o zaman yüksek binalar yoktu. Bu semtlerde, eski İstanbul'un mütevazı binaları vardı. Caminin bulunduğu

mahal yüksek olmakla beraber, çevre duvarı pek yüksek değildi. Duvarın yanına geldik. Hazret-i Üstada bana, 'Sen eğil, ben senin sırtına basıp duvara çıkayım' dedi. Ve ben hemen eğildim. Üstad bana bu sefer, 'Sen dur, Ziya eğilsin' dedi. Ve o eğildi. Onun üzerine basarak duvara çıktı. Ben aşağıdaydım. Ziya da Üstadın yanına çıktı. Üstad bana sordu: Şimdi sen hakem ol. Bu Ankara'dakiler bana, 'Sen bizim işimize yardım etmiyorsun' diye kızıyorlar. Sen ne dersen ben öyle yapayım. Ben onların yanına mı gideyim? Yoksa bildiğin gibi, Risale-i Nur hizmet tarzında mı çalışayım?' dedi. Ben ellerimi dua eder gibi Üstada doğru kaldırarak, 'Üstadım, nasıl olur, siz onların içersine nasıl girersiniz?' der demez yüksek sesle, 'Tam...' dedi. Ve kabristan tarafını bir eliyle göstererek, 'Bu ölülerin arasına gireceğim, bu delilerin arasına girmeyeceğim' dedi. Sonra, 'Sen de yukarı çık' dedi. Ben de çıktım. Üstad Hazretleri mülâfete ediyordu. Bana, 'Sizin evi buradan göster bakalım' dedi. Ben Draman Camiini ve avlusundaki büyük selvileri nirengi alarak evin yerini tesbite çalışırken, 'Vah zavallı, evini de kaybetti, nasıl gidecek?' diye mülâfete ediyordu. Duvarın üzerinden indik. Eve doğru, şimdiki Vefa Stadının yanındaki yokuştan aşağıya inip sağ taraftaki mahalle aralarından Draman'a doğru gidiyorduk. Üstad Hazretleri siyah cübbesi ve başında kendisine mahsus sarığı, boynunda beyaz bir tülbent, nazar-ı dikkati çekiyordu. Geçtiğimiz yerlerde çocuklar, kadınlar üstada alâka duyuyorlar, bilhassa çocuklar, Hazret-i Üstadın etrafını

sarıyorlar, Üstad onlara 'Siz masumsunuz, dualarınız makbuldür. Bana dua edin. Benim çok hastalıklarım var, tâ şifa bulayım' diyor ve bazılarının başlarını okşayarak seviyor, iltifat ediyordu. Böylece, bir saatlik bir zamanda, on dakikalık yolu ancak alabiliyorduk. Samsun Mahkemesi Üstad Hazretleri İstanbul'da bulunduğu sırada Sungur Ağabey de Samsun' da mevkuf bulunuyordu. Üstad Hazretlerini de mahkemeye celbedip ifade almak istiyorlardı. Üstad Hazretleri gitmemek için rapor almıştı. Dostlarının gayretleriyle, 'Ne karadan, ne havadan, ne denizden gidemez' diye rapor verilmişti. Fakat bir ara Samsun'a gitmeye karar verdi. Çok hiddetli ve sıkıntılı bir safha idi. Çünkü Birinci Şube Şefi sık sık gelip gidiyordu. (Sonradan bu zât dost oldu. Hattâ Üstadın o zaman yazdığı bir lâhika mektubunu Üstad ona okuyunca, kendisi 'Bunu teksir edip her yere göndermek lâzım' deyince, Hazret-i Üstad, 'Al, götür, teksir edip gönderilsin' dedi. Ve o mektup teksir edildi. Hayli yere gönderilmişti.) Üstad yanında bulunan kardeşleri de beraber götürecekti. Bana, 'İstanbul'da kitap ve neşir hizmetlerini sana bırakacağız, tevdi edeceğiz, biz Samsun'a gideceğiz' dedi. Hem Üstadın İstanbul'dan ayrılma elemi içime çökmüştü, hem kendimin böyle bir şeyi yapabileceğime kat'iyyen kalbim kanaat etmiyordu. 'Üstadım, ben nasıl yaparım bu işi, ben bilebilir miyim?' diye izhar-ı acz ettim. O zaman dokumacı Mustafa Gören diye bir kardeş vardı, âniden o içeriye girdi. Ve

'Mustafa da sana yardım etsin' dedi. Ben çaresiz boynumu büktüm. Kabul etmiş oldum. Fakat sonradan Samsun'a gitme işinden vazgeçildi. Üstad Hazretlerinin İstanbul'da iki defa ifadesine müracaat edildi. Üstad İstanbul sorgu hakimliğinde Tarihçe-i Hayat'ın 489-91. sayfalarında yer alan ve 'Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî bu müdafaayı İstanbul mahkemesinde okumuş ve mahkemesi beraatle nihayet bulmuştu' başlığı altında yer alan müdafaasını okumuştu. O sıkıntılı vaziyetin, Muhsin'in pek Samsun'a gitmek istemeyişi olduğunu ve Üstadın hiddetlendiğini anladım. Hatırımda kaldığına göre... Cenab-i Hakka hamdolsun. Sanki o hizmette tavzif hâdisesi, ömrümüzün tamamını içine almıştı. Düşe kalka bugüne kadar gelebildik. "İnşaallah fütûhat olacak" Bir gün sabahtan, Üstad Hazretlerinin yanına (saat 10 civarındaydı) geldim. Üstad çok hiddetlendi ve yüzü kıp kırmızı idi. Elini sallıyor ve 'edepsizler' tabirini kullanıyordu. Elini salladığı zaman bina sallanıyordu. O gün gazeteler, Sungur Ağabeyin, Samsun Mahkemesinde 1,5 yıla mahkûm edildiğini yazıyordu. Birkaç gün o üzüntülü sahne devam etti. Üstad Hazretleri sonradan, 'Her ne ise, inşaallah fütûhat olacak' diyordu. Bu esnada Sungur Ağabeyin müdafaası gelmişti. Üstad Hazretleri okutturuyor, dinliyorduk. İkindi namazlarından sonra müteaddit defa okuttu. Dinledik. Sonra da bir kitapçık

olarak bunun teksir edilmesini istedi. Ve yaptırdı. İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü Bu esnalarda Bayram Ağabey asker ve Kore'deydi. Ceylan Ağabey de askerdi ve Siirt'teydi. Üstad Hazretleri Bayram Ağabeyden hemen hemen her gün, 'Bayram şimdi Kore'de komünistlere karşı çarpışıyor' diye bahsederdi. Üstad Hazretleri İstanbul'da bulunduğu zaman İstanbul'un fethinin 500. yıldönümü idi. Çok geniş bir kutlama merasimleri programı hazırlanmıştı. Mehter yeniden kurulmuştu. İstanbul'da büyük bir bayram havası esmekteydi. Fatih Camiinin Akdeniz kapısı tarafından büyük bir şeref tribünü kurulmuştu. "Merasım başlamadan önce emekli binbaşı Refik Bey, Üstad Hazretlerini ve arkadaşları alarak, Fatih'teki merasim mahalline getiriyor. Fakat çok şiddetli izdihamdan içeri girilemeyecek bir durum olduğunu görünce, Binbaşı Refik Bey, etrafa hiddetle bağırarak açılmalarını ve son derece büyük bir âlimin burada bulunduğunu ilân ediyor. Âsayiş vazifelileri derhal Üstad Hazretlerinin yolunu açmak için tedbir alıyorlar. Halk da bu tedbir gereğince yolları kendiliğinden açıyor. Ve Üstad Hazretleri doğru şeref tribününe, o zamanın İstanbul Valisi Fahreddin Kerim Gökay'ın sağ tarafında ayrılan yere oturuyor. Ve oradan merasimi gayet şâşalı ve muhabbetli bir şekilde takip ediyorlar. Üstad Hazretleri, mehterin de resmi geçit yaptığı bu merasimden sonra eve döndüler. Ve istirahata çekildiler.

"Üstad, Hafız Cemiyetine katıldı" Yine bir gün Gönenli Mehmed Efendinin talebelerinden hafızlığı itmam edenler için hafız cemiyeti yapılacaktı. Mehmed Efendi davet etti. Üstad Hazretleri de maalmemnuniye kabul ettiler. Fatih Camiindeki hünkâr mahfelini müezzinler açtılar. Üstad Hazretleri hafız cemiyetini, üç saate yakın bir zaman hünkâr mahfelinden takip etti. Üstadın Ramazan'daki usulü Ramazan gelmişti. Üstad Hazretleri bütün Ramazan boyunca hiç yatmadı. Usulü şöyleydi. Derdi ki: 'Ramazan'da insan oruçla ibadet halinde olduğundan, uykuda da olsa farz bir ibadeti ifa etmiş oluyor. ' Her dakikası bire bin verebilen bir ayda ibadetsiz bir zaman boşluğu bırakmak istemiyordu. Onun için iftardan sonra zaten akşamla yatsı arası kendisinin her zaman normal olarak evrad vaktidir. Tâ sahura kadar, İmsak vakti girer girmez hemen sabah namazını kılar, tesbihatı kendisine mahsus ifadan sonra istirahata çekilirdi. Tâ kuşluğa kadar. Ondan sonra kalkar, gene Nur dersleri ve evrad-ezkâr ile meşgul olurdu. Benim hayretimi mucip olan bir husus olmuştu. Üstad Hazretlerinin karşısındaki evler yüksekti. Oradan Üstadı görmek için kadın-erkek, çoluk çocuk hepsi toplanırlardı. Üstadı görmek ve ibadetini seyretmek için. Biz de mecburen kapatıyorduk. Sonradan komşulardaki yaşlı hanımlarla konuştuk. Onlar, 'Niye kapatıyorsunuz? Hocaefendi sabaha kadar evrad-ı ezkâra devam ediyor, biz

de onunla beraber devam ediyoruz' dediler. Üstad Hazretleri geceleri çok parlak ışıkta evrad ve ezkâra devam ederdi. Loşluktan hoşlanmadığını görürdüm. Bizim vazifemiz Risale-i Nur'un neşri Bir gün Galatasaray Lisesinde okuyan ve sonradan eczacı olan Said Mutlu ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı. O anda anlayamadım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizmetinde bulunan kardaşlara çok hiddet etti. 'Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar' dedi. Ben de meseleden çok endişeli bir hâlet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyordu. Ben ise yerde ve halının üzerindeydim. Birden bana hitaben, şöyle dedi: Muhammed, kardeşim! Sen hakem ol, ben diyorum ki Risale-i Nur'un neşir ve medrese tarzı hizmetlerinin devam ve inkişafı lâzım: bunlar ise başka yerler, başka hizmetler düşüncesinde. 'Ben meseleyi 'başka hizmetler' tabirinden anlamakla beraber, 'Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur'un neşri ve medreselerin devamıdır' deyince Üstad yüksek sesle 'Tamam' diye ifadede bulundu. Ve o hiddet hali, akşama doğru hayli hafifledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Said Mutlu kardeşin bizim tarz-ı hizmetimizi pasif telâkki etmesi ve orada bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstadın hiddetlenmesine sebep olmuş. "Üstad fitresini bana verdi"

Ramazan sonuna doğru Hazret-i Üstad, bana -şu anda miktarını bilemiyorum- 'Sen bana buğday al' dedi. Birkaç kiloluk buğday aldım, getirdim. Üstad Hazretleri iki elini birleştirerek, avucuyla doldurdu. Ve 'Benim fitrem' diye buğdayla fitresini bana verdi. Ben de o fitreyi köye götürdüm. 'Köyün tarlalarında bu buğday ekilsin' dedim. 'Bereket getirir.' Ve ektiler. Hakikaten de köyde son 15-20 senedir bereket kıtlığı vardı. O sene bol mahsul alındı. Zübeyir Ağabey, Abdullah Ağabey, Hüsnü Ağabey Urfa'da bulunuyordu. Hizmetler inkişaf ediyordu. Bir mesele için, Valiye bir dilekçe verirler. Dilekçenin başında 'Bismihi Sübhanehu, Ve İn Min Şey'in Esselâmü Aleyküm, ilâ âhir' yazarlar. Bunun üzerine Vali kendilerini nezarete aldırır. Savcılığa havale eder. Savcının tevkif talebiyle sevk ettiği sorgu hakimliğinde tevkif edilirler. Bir müddet Urfa hapishanesinde kaldıktan sonra, kendilerini Isparta'ya sevk ederler. Ramazan boyunca Isparta hapishanesinde kalırlar. Tam bayrama bir gün kala tahliye edilirler. Bayram günü, üçü birden İstanbul'a Üstadın yanına gelirler. Onların gelişi hepimize birden, bilhassa Üstadımıza büyük bayramın sevincini birkaç kat arttırmıştı. Zübeyir Ağabey gelince Üstad Hazretleri yeni bazı hizmetler yaptırmaya başlamıştı. Evvelâ 6., 7., 8. Meyve'leri yeni yazıyla bir araya getirerek Tamirci Atom Bombası ismiyle bir kitap yaptı. Sonradan Asâ-yı Musa'dan Akan Nur Çeşmesi isimli kitabı yine yeni yazı olmak üzere daktiloyla mumlu kâğıda yazdırarık teksir ettirdi. Sonunda Avrupalı 45 feylesofun Kur'ân-ı Kerim, Peygamberimiz (a.s.m.) ve

İslâmiyet hakkında müsbet şehadetlerini ihtiva eden beyanlarını ilâve etti. Hz. Üstad bir müddet sonra onları yine Urfa'ya hizmetin başına gönderdi. Beyazıd Camiinde Cuma namazı Yazın en sıcak günlerini yaşıyorduk. Cuma günleri mümkün olduğu kadar namaza Üstadla beraber gitmeye gayret ederdim. Yine bir Cuma günü Üstada gittim. Fakat Hz. Üstad evden çıkmış. Nereye gittiğini de bilemedim. Düşündüm. Ben de Beyazıt Camiine Cumaya gittim. Namazdan sonra baktım; Hz. Üstad, Muhsin de yanında, bizim birader Mustafa da var. Birlikte camiden çıktık. O zaman caminin tam önünden Draman'a taksi dolmuşları kalkardı. Tam bu sırada dolmuşçuluk yapan bizim yakın dostumuz Adnan Ağabeye işaret ettim. Üstad Hazretleri ve Muhsin arabanın ön tarafına oturdular. Biraz bekledik. Beşinci müşteri gelmeyince, 'Adnan Ağabey, çekip gidelim' dedim. Üstad yine müdahale etti, arabayı hareket ettirmedi. Ben tekrar söylemeye cesaret edememekle beraber, çok şiddetlice sabırsızlanıyordum. Birden babam Sultanahmet'den yürüyerek Draman dolmuşlarının olduğu yere geldi. Hepimiz birden şaşırıp kalmıştık. Çok sürurlu ve neşeli bir hava meydana gelmişti. Üstad Hazretleri lâtifeler ediyordu. Çarşamba'ya bizim fırının sokağına geldiğimiz zaman arabayı durdurduk. Üstad Hazretleri sanki veda ediyormuşcasına bizimle muamele etti. Ve hakikaten o gün akşama yakın, Emirdağ'dan Hamza Emek ve terzi Sadık Efendi gelmişler; bir arabaya Üstad

Hazretlerini Emirdağ'a alıp götürmüşler. Akşam namazı esnasında Üstad Hazretleri uçmuş gitmişti. 'Yeller eser ol saltanatın şimdi yerinde' sözü gibi ev öyle bom boş, karanlık bir mahzen şeklinde göründü ki, teessürümden şaşkınlığa düşmüştüm. Muhsin Alev, bereket versin oradaydı. Onun tesellîsi bana kuvvet verdi. Artık orada beraber birkaç saat sohbet ettik. Ömrümüzün bir parlak sayfası böylece kapanmış oldu. "Asker dönüşü Üstadı ziyaret ettim" Üstad Hazretlerinin İstanbul'dan ayrılışından bir ay sonra askere gittim. Askerden geldikten sonra bir müddet fırındaki işlerimizi bir düzene koydum. Ve Isparta'ya Üstad Hazretlerin ziyarete gittim. Üstad Hazretleri bu ziyaretten çok memnun ve mütehassis olmuştu. O esnada Afyon mahkemesindeki dâvâ affa girmekle beraber, kitaplar yönünde devam etmekteydi. Mahkeme, kitapları Diyanet'e göndererek tetkikinden sonra bir karara varılmasını kabul etmişti. Tam o günlerde kitaplar (5 sandık) Ankara'ya gönderilmişti. "Üstad beni Ankara'ya gönderdi" Hazret-i Üstad bana, 'Senin geldiğin çok iyi oldu, çok güzel oldu' diyerek tekrar etti. Ve 'Ben Ceylân'ı Ankara'ya gönderecektim, sen geldin, iyi oldu. Şimdi seni Ankara'ya göndereceğim' dedi. Ve 12 veya 13 mektup Ceylân Ağabeye dikte ederek Ankara'daki bir kısım dostlara hitaben yazdırdı. Mektupların mahiyeti, hatırımda kaldığı

kadarıyla, 'Risale-i Nur bu asırda çok ehemmiyetli bir hakikattır. Vatana ve millete büyük hizmeti geçmiş ve geçecektir. Gizli dinsiz münafıklar aleyhimizdeki propagandalarıyla adliyeyi şaşırtıp, aleyhimize çevirip bizi sıkıntılara soktular. Bunun için şimdi Diyanet'e tetkik için gelen kitaplarımızın hakkı teslim edilerek lehinde beraatı için rapor tanzim edilmesi hususunda gayretlerinizi rica ederiz' mealindeydi. Hatırımda olduğuna göre, imza, 'Üstad Hazretlerinin Hizmetkârları' şeklindeydi. Bu bölüm hatırımda böyle kalmış, eksik fazlasını bilemiyorum. Ben Ankara'ya gittim. Daha evvel Ankara'da kalabalık bir ehl-i hizmet grubu bulunuyormuş. O sırada çeşitli sebeplerle sağa sola gitmeleriyle bir dağılma olmuş. Verilen adreslerde bir türlü kimseyi bulamamıştım. Ankara'ya ilk defa geliyordum. "Âtıf Ural'ı buluyorum" Nihayet bir akşam üsta talebe yurdunda Konyalı birisinin delâletiyle Âtıf Ural'ı buldum. O zaman Cebeci'nin üst tarafında gecekondular vardı. Derenin yamacında tek odalı bir gecekonduda buluştuk. Daha evvel 1952'de, Üstad Hazretleri İstanbul'da iken Âtıf'ı gördüğümü hatırlıyorum. O anda Âtıf Ural'ın hakikaten çok muhlis ve fevkalâde hizmet aşkı ile dolu, aklı, fikri, zikri devamlı Üstad ve Nur'larla meşgul olduğunu gördüm. Hattâ bir ara, 'Hayalimde Üstad ve Hüsrev Ağabeyden

başka dünya varlıklarından hiçbir şey temessül etmiyor' demişti. Âtıf Ural, o esnada Hukuk Fakültesi talebesiydi. O da beni Üstadın yanından gelmiş olarak görünce, fevkalâde sevinçten mesrur idi. Mektuplarla geldiğimizi anlattım. O da, 'Tamam, yarın inşaallah o hizmetleri ifa ederiz' dedi. Ve 'Bu akşam bir yere ziyarete gidelim' diye, Gazi Lisesinde Türkçe Öğretmeni Celâl Bey diye bir zâtın evine gittik. (Sonradan Sözler'in neşrinde çalışmıştı) O gece o zâtla çok güzel sohbet oldu. Abdullah Cevdet'le hayli arkadaşlık yapmış, o yüzden itikadı sarsılarak pekçok sıkıntı çekmiş ve iki defa Bakırköy Akıl Hastanesine yatmış. Ne zamanki Sözler mecmuası eline geçmiş, dünyası aydınlanmış, nurlanmış. 'Tahmin etmiyorum ki sizler benim gibi Sözler'i anlayasınız. Öyle ki, bu harflerin benim için her çengelinde âdeta bir kandil asılı gibi, nurlandırıyor' diyordu. Sözler'deki Tevhid hakikatlarının ispatları karşısında kimsenin durmasının mümkün olmayacağını, mutlaka teslime mecbur olacağını, Abdullah Cevdet'in eline geçseydi mutlaka kurtulacağını ifade etti. Ve onun daima tekrar ettiği mısrasını söyledi. Takıldı kaldı fikrim nokta-i Tevhidde diye' mütemadiyen tekrar ederdi. Onun bu sarsıntıları beni de sarsmıştı. Fakat benim elime Sözler geçti, kurtuldum. Onun eline geçmedi ve o gitti.' Saatler geçti, gece geç vakit oldu. Ve ayrıldık. Ertesi gün Diyanet'teki bazı dostlar, Avukat Hulusî Bitlisî Aktürk, Afyon DP milletvekillerinden bazılarını

ziyarete giderek mektupları verdik. Bu arada Mustafa Türkmenoğlu da Hukuk Fakültesinde okuyordu. Onunla da akşamları buluşuyorduk. Üç günlük Ankara seyahatimden sonra neticeleri Isparta'ya Âtıf'la beraber bir mektupla bildirip İstanbul'a döndüm. "Süleymaniye'de 46 numaraya geçtik" Bir müddet daha fırında çalıştıktan sonra Süleymaniye'de 46 numaraya geçerek doğrudan doğruya hizmete başlamıştık. Çünkü o esnada Ziya Arun Isparta'daydı. Birinci Ağabey ve Hakkı askere gitmişti. Ahmet Ağabey de havluculuk yapıyordu. Medresede devamlı kalacak kimse yoktu. Ben artık ondan sonra medreseye kapağı atmıştım. Üstad Hazretlerinden lâhika mektupları gelirdi. Onları teksir eder, gerek dünyanın, gerekse Türkiye'nin değişik yerlerine, yaklaşık 120 yere gönderdik. 1956 senesinin başlarında Diyanet'ten çıkan müsbet rapor neticesinde Afyon mahkemesi bütün Risalelerin iadesine karar vermişti. İstanbul'a o sıralarda Isparta'dan ekseriyeti hatt-ı Kur'ân, pek az da yeni yazı Risaleler gelirdi. Bazan da Mersin'den gelirdi. Mersin'den kimden geldiğini bilmediğimden sordum: 'Mersinde kaç tane Nur talebesi var' diye 'Yalnız Mustafa Ezener var. Başka kimse yok' dediler. O zaman 'Biz de burada teksir edelim kitapları' diye kitapları israr ediyordum. Bir türlü muvaffak olamadık. Bu esnada yine Isparta'dan şapoğrafla (ispirtolu teksir) çoğaltılmış 30 tane Yirmi Üçüncü Söz gelmişti. O anda medreseye birkaç kişi Anadolu'dan,

birkaç kişi de İstanbul'dan gelmişti. Kitapların hepsi bir anda bitti. "Isparta'ya Üstadı ziyarete gittim" Ben bir-iki gün sonra Isparta'ya Hazret-i Üstadı ziyarete gitmek için yola çıktım. Bursa'ya, İnegöl'e uğrayıp Isparta'ya gittim. Isparta'da Hazret-i Üstad yoktu. 'Eğridir'e gitti' dediler. Medresede Hüsnü Bayram Ağabey vardı. Ben o gün Eğridir'e gittim. Orada hizmetlerin tedvirinde Çilingir Ali Savran vardı. Onunla görüştük. Üstadın Barla'da olduğunu söyledi. O arada birden bire hava çok bozuldu. Şiddetli bir kar fırtınasıyla göl haşin, dalgalı bir vaziyete girmişti. İki gece Eğridir'de kaldım. Hava biraz sakin görünüyordu. Ali Savran'a Demirci Salih Efeye, 'Beni bırakın, mutlaka ben Barla'ya gideceğim' diye ısrar ettim. Mevsim kış olduğu için onlar da bırakmak istemiyorlardı. Çarnâçar bıraktılar. Elbisem zayıftı. Ayaklarımı dolaklara sardılar. Boynuma uzun bir atkı ve külâh verdiler. İki de ekmek verdiler. Biri bana, birini de Üstad Hazretlerine vermek için. Ben öylece yaya olarak yola çıktım. "Adnan Menderes Nur'ların neşri için emir verdi" O zaman Barla'ya otomobil gidecek yol yoktu. Atla veya eşekle gidiliyor, gölden de kayıkla geçiliyordu. Şimdiki göl kenarında su pompası olan noktaya gelmiştim. Bir ara güneş çıktı. Oradan gölden bir abdest alayım, dedim. Abdest aldım, çoraplarımı, ayakkabılarımı giydim. Bir de baktım, Barla tarafından bir kafile geliyor. Evvelâ

tanımadım. Sonra baktım; bir işlek. Üzerinde sepetler, ibrikler, Ceylân ve Bayram Ağabey arkasında yaya olarak yürüyor, onların arkasında da yedeğinde bir at olduğu halde Zübeyir Ağabey geliyordu. Çok acip bir mülâkat vuku buldu. Üstad Hazretlerine koştum. Ellerini öptüm. Böyle yol ortasında soğuk bir havada karşılaşmak çok enteresan olmuştu. Bana 'Sen Muhammed Fırıncı'sın' diyerek mütemadiyen lâtife ediyor ve Risale-i Nur'un fütuhatından bahsediyordu. 'Adnan Menderes, Maarif Vekili Tevfik, Nur'ların neşri için emir verdi. İnşaallah yakın zamanda neşrolacak, merak etme' diye çok sürurlu bir haldeydi. 'Ne kadar yol parası masraf ettin?' diye sordu. 'Üstadım, ehemmiyetsiz' dediysem de, çok ısrar ediyordu. 'Olmaz, mutlaka ben senin yol paranı vermem lâzım' diyordu. Ben ne kadar yalvardıysam da, Üstad kabul etmedi. 2 lira verdi. Mecbur oldum, kabul ettim. Hava birden bire çok sert bir fırtına şekline dönmeye başladı. 'Siz' dedi, 'Ceylân'la konuşarak, sohbet ederek gelirsiniz. Benim nâmıma Ceylân'la konuşursak, sohbet ederek gelirsiniz. Benim nâmıma Ceylân'la ne istersen konuş. 'Kendisi için getirdiğim ekmeğin yarısını bize verdi. Ata bindi. Zübeyir Ağabey çekiyor, Bayram Ağabey de Üstad Hazretlerini atın üzerinde ayağından tutuyordu. Sür'atlı bir şekilde gitmeye başladı. Üstad Hazretleri biraz sonra durdu. Adnan Menderes'in ve Maarif Vekili Tevfik'in Nurların neşrine karar verdiğini tekrar etti ve yine tekrarla, yol parası ne kadar masraf ettiğimi sordu. Ben, 'Üstadım 2 lira tamamdır' dediysem de, Üstad kabul etmedi. Zorla 2 lira daha verdi. Ve 'Sen istasyona git. Mahmud'a söyle,

sabahleyin gelsin, bizi alsın. Sen medresede bu gece kal, bizi bekle' dedi. Ve hızla yola devam etti. Ben Eğirdir yakınındaki tren istasyonunda Ceylân Ağabeyin yardımıyla akşam üzeri trene bindim. O gece Isparta'da medresede kaldım. Mahmut Çalışkan sabableyin gitti. Hazret-i Üstad 10 sıralarında Isparta'ya gelmişti. "Kardeşim, sen tayinatı alacaksın" Üstad gelince tekrar yanına gittik. Bir miktar ders okundu. Mesnevî-i Nuriye'nin Arapça kısmından haşir bahsi, Onuncu Söz den de Türkçe olarak karşılıklı olarak devam ediyordu. Bu esnada 'Levlâke levlâke Lemâ halaktu'l-eflâk' hadis-i kudsîsi geçmişti. Üstad Hazretleri, 'Ben bu hadis-i kudsîyi, şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye olarak kabul ediyorum' dediği hatırımda kalmış. Dersten sonra ağabeylere hitaben beni gösterek, 'Bu olmasa idi, ne Muhsin, ne Ahmed, İstanbul'da iş yapamazdı' dedi. Ve 'Kardeşim Muhammed ben sana tayinat vereceğim' dedi. 'Benim mutlaka vermem lâzim senin tayinatını' diye israr etti. Ben boynumu büktüm. O sırada ders bittiği için ağabeylerle çıktık. Tahirî ağabeye dedim: 'Ağabey, ben tayinat mes'uliyetini kaldıramam, taşıyamam, sonra mânen benim için tehlikeli olur, korkarım, siz ne dersiniz?' dedim. Tahirî Ağabey boynunu büktü, 'Ahî, bilmem ki' diye bir iki kelime söyledi. O sırada Üstad tekrar çağırdı. 'Kardeşim sen tayinatı alacaksın' dedi. Üstada itiraz edememiştim. Ama gene içimden, 'Yahu, ben şimdi birkaç saat çalışmakla 10 lira yevmiye

kazanıyordum. Üstad neden ısrar ediyor acaba?' diye tereddütler içerisinde odadan çıktım. Ağabeylerin odasında Mesnevi-i Nuriye'nin Türkçe tercümesini Abdülmecid Ağabey Konya'dan göndermiş, onu tebyiz ediyorlardı. Ben de yanlarında oturdum. O esnada Üstad Hazretleri birden kapıdan içeri girdi. Biz ayağa kalktık. 'Kardeşim, sen günde 10 banknot kazansan da tayinatı almalısın' dedi. Ve ben artık ses çıkaramaz olmuştum. O zaman tayinat günde bir ekmek parasıydı. "Hüsrev Ağabey'i ziyarete gittim" Sonra ben Hüsrev Ağabeyi ziyarete gitmek istedim. Ağabeyler 'Peki' dediler, gittim. Hüsrev Ağabey çok alâkadar oldu. Memnun oldu. Ben yeni yazı Yirmi Üçüncü Söz kitaplarını İstanbul'a diğer kitaplar gibi Hüsrev Ağabey göndermiş zannıyla, 'Ağabey, ' dedim, '30 tane Yirmi Üçüncü Söz göndermişsiniz, fakat geldiği anda bitti. Bunları gönderirken biraz fazla miktarda göndermeniz daha iyi olur.' Hüsrev Ağabey, 'Kardeşim, talebeler çok çoğalmış, elhamdülillah, artık Isparta'daki çalışmalarımız kâfi gelmiyor. İstanbul'da siz de yapın' dedi. Neşriyat için böyle bir teklifle karşılaşmış olduk. 'Peki' dedim, 'inşaallah İstanbul'da da başlayalım. 'Sonra Ayetü'l-Kübra'nın okunmasının ehemmiyeti, ondaki Tevhid hakikatının yüksekliği hakkında uzun sohbet oldu. Hüsrev Ağabeye veda edip, Üstadın yanına gittim. Gider gitmez Üstad çağırdı. 'Ben seni Hüsrevin yanına gönderecektim, iyi oldu, gittin' dedi. 'Ceylân ve Zübeyir benim evlâdımdır, bunlarla

benim nâmıma hizmetler hakkında ne istersen konuşabilirsin' dedi. Ayrılma saati de yaklaşmıştı. Üstadın elini öpüp ayrıldım. Ağabeylerin odasında Ceylân Ağabey bana Hüsrev Ağabeyle ne konuştuğumuzu sordu. Ben de konuşmamızı olduğu gibi anlattım. O anda öğrendim ki, Yirmi Üçüncü Sözü Ceylan Ağabeyler sapoğrafla teksir edip göndermişler. Ceylân Ağabey 'Siz Yirmi Üçüncü Söz'ü mumlu kâğıda yazın ben İstanbul'a gelirim' dedi. "İlk olarak Yirmi Üçüncü Söz'ü teksir ettik" O gün Isparta'dan ayrılıp İstanbul'a geldim. Yirmi Üçüncü Söz'ü, o zaman lisede talebe olan Galip Gigin'le mumlu kâğıda daktilo ettik ki, Ceylân Ağabey geldi. Yirmi Üçüncü Söz'ün metninde bulunan âyetleri, duaları yazdı. Hizmetleri gözden geçirdi. Ve döndü. Böylece Hazret-i Üstadın emriyle, Hüsrev Ağabeyin de yeni yazıya yukarıda anlattığım şekilde teşvikiyle başlamış oldum. Yirmi Üçüncü Söz, Hanımlar Rehberi, İman Hakikatleri, Risale-i Nur Hakkında Verilen Bir Konferans (Ankara Üniversitesinde) kitaplarını neşrettiğimiz sırada Ankara'da, Samsun'da ve Antalya'da da matbu neşriyatlar başlamıştı. Biz halen hazırlık yapmakla beraber, tab'a geçememiştik. Bu arada İman Hakikatleri ile Konferans risalesinin teksirleri bitmişti. Acele bir miktar ciltletip Isparta'ya tekrar gittim. Üstad Hazretleri kitaplardan memnun olmakla beraber, 'Ankara çalışıyor, Antalya çalışıyor, İstanbul duruyor' dedi. Ben ise götürdüğüm kitaplar için Hazret-i Üstad iltifat edecek zannediyordum. Demek teksir

devri kapanmıştı. Üstad Hazretleri, matbaayla neşriyata başlamamızı emir veriyordu. Bu arada ben Konferans'tan çok istifade ettiğim için, matbu olarak bunun İstanbul'da basılması hususunda teklifte bulundum. Hem Hazret-i Üstad, hem ağabeyler kabul etmişlerdi. Üstadın sadakat ve fedakârlık dersi Bu arada bazı dersler de vermişlerdi. Risale-i Nur'a ömür boyu hizmet edebilmek için bazı şakirdlerin mücerred kalması lüzumunu beyan ederken, bana hitaben, 'Sana dünyada 10 tane Cennet hurisi de verseler, Zübeyir evlenmez. Sen küçük kardeşini evlendirme' demişti. Üstad Hazretlerinin fedakârlık hususundaki telkin ve dersleri umumiyetle akla kapı açıp da, o talebenin bizzat kendisinin fedakârlığa talip olmasını temin etmekti. 'Sana on tane huri verseler, Zübeyir evlenmez' tabirinde çok lâtif nükte vardı. Zübeyir Ağabeye sonradan bunu hatırlattığım zaman çok güler, 'Mübarek Üstadımız nasıl irşad ve telkinde bulunuyor' derdi. Hazret-i Üstad bence çok mühim bir ders daha vermişti. Şöyle ki: Bulunduğu odasını tarif ederek, kapının arkasında bir Nur talebesi bulunduğunu, kapıdan girince karşıda da iki tane hanım Nur talebesi bulunduğunu, onlara ders verdiği sırada dışardan Hafız Ali Ağabeyin odaya girdiğini , hanımları görünce, 'Üstad iki hanıma ders veriyor demek' diye geri çekilip odaya girmediğini ve kapının arkasındaki talebeyi görmediğini, sonradan Hafız Ali Ağabeye 'Bu iki kadınla odada oturduğumu görünce, aklına ne geldi?' diye

sorduğunu, onun da, 'Üstadım, zavallı iki masume fırsat bulmuşlar, Üstadımdan ders alıyorlar' dediğini anlattı ve 'Kalbine dikkat ettim, aynen samimî, öyle söylüyordu. Sen dışardan odama girsen, (başucundaki sehbayı göstererek) şunun üzerinde şarap şişesini görsen, sarsılmaman lâzım' diye bence çok müthiş bir ders vermişti. Seneler sonra Zübeyir Ağabeye anlattığım zaman, 'Kardeşim, Üstad sana âzamî sadakat ve fedakârlık dersi vermiş' demişti. Maalesef o mânâlara yetişemedik, ama Allah hizmetin dışına atmadı. "Risale-i Nur'ları basmaya başlıyoruz" Konferans sonradan Ankara'da Sözler mecmuasının arkasına ilâve edilmeye karar verilmişti ve daha sonra da kitap halinde basılmıştı. Biz İstanbul'da basmamıştık. Üstadın yanından ayrıldık. Ceylân Ağabey matbaacılık hakkında bana bilgi verdi. Çünkü ben matbaacılık tabirlerini hiç bilmiyordum. İstanbul'da da bilen yoktu. Ahmed Aytimur, Hakkı Yavuztürk ve ben bu neşriyatı plânlamaya karar verdik. Ve Hanımlar Rehberi'nin sonundaki, hanımların yazdığı mektupları Çeltüt matbaasında dizgi ve baskı için anlaştık. 10.000 adet Küçük Sözler ile 5000 adet hanımlar mektubu basılacaktı. Fakat neticenin nasıl olacağını, polis müdahale edecek mi, etmeyecek mi, bilmiyorduk. Aynı gün basıldı, 2500 adedini Anadolu'ya postaladık. 7500 adedini de bir akrabanın boş bir odasına koyduk. Polis bizi ne zaman arayacak, diye bekliyorduk. Polisten, savcılıktan hiçbir ses çıkmadı.

Ondan sonra diğer kitapların basımı için başka matbaalarla da çalışmaya başladık. Sonradan Birinci Ağabey de İstanbul'a geldi. Galip Bey ve diğer bazı arkadaşlar, bir neşriyat komisyonu haline girmişti. Hanımlar mektubu Bir müddet sonra hanımlar mektubu için tahkikat açılmış. "Polis bizden, 'Bu mektubu kim yazdı?' diye sorunca, biz de 'Bilmiyoruz, Isparta Savcısı, Üstad Hazretlerinin evine giderek, 'Bu mektubu siz mi gönderdiniz?' diye sormuş. Zübeyir Ağabeyin sonradan anlattığı üzere, Üstad, 'Bilmiyorum, oku bakalım nedir?' diye savcıya okutmuş. Bu defa Üstad Hazretleri, 'Ne var bunda, gayet güzel' demiş. 'Ben göndermedim, ama mektup gayet güzel.' Savcı geri dönmüş gitmiş. Faturaları benim üzerimize kestiğimiz için, matbaadan sormuşlar. Bu defa savcılık beni çağırttı. Müftüoğlu diye bir İstanbul başsavcısı vardı. Bizzat kendisi kabul etti. 'Bu yazıyı siz mi yazdınız, yoksa başkası mı yazdı? Bu kadınlar nerededir?' diye sordu. Hakikaten ben o kadınları tanımıyordum. Ve savcıya o şekilde ifade ettim. Mesele o şekilde kapandı. İstanbul'da neşriyat hakkındaki ilk adlî muamele böyle kapanmış oldu. "Formaları Hazret-i Üstad tashih ederdi" Matbaalarda kitaplar dizildiğinde forma halinde tashihler bize verilir, biz de Hazret-i Üstada ya bizzat kendimiz, ya da ziyaret etmek isteyen birisiyle gönderirdik.

Formalar Hazret-i Üstada okunur, Üstad Hazretleri tashih edilecek yer varsa eder, tekrar İstanbul'a gönderir ve basılırdı. Ankara'da matbuat aynı şekilde cereyan ederdi. "Abdülkadir-i Geylânî şimdi gelse..." Neşriyat esnasında Isparta'ya forma götürdüğüm bir defasında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri dersin sonunda şöyle bir sohbette bulunmuş. Zübeyir Ağabey taze taze nakletmişti: Kardaşlarım, Abdülkadir-i Geylânî şimdi gelse, 'Said, sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak, fakat öyle yapmasan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin' dese, 'Hayır Üstadım, ben bu zulümlere, işkencelere razıyım, fakat mesleğimden en küçük bir taviz vermem' diye ona söyleyeceğim.' "Üstadın Ankara'ya gidişi" İstanbul'da matbu neşriyata devam ederken bir taraftan da hatt-ı Kur'ân'la Lem'alar mecmuasını teksire devam ediyorduk. Seneler gittikçe ilerliyordu. 59 senesinin son günlerindeydik. Yenikapı'da Hakkı Yavuztürk'lerin evinde sabaha kadar çalıştığımız teksir makinasından kalkıp Bekir Ağabeyin yazıhanesine gitmiştik. O esnada Üstad Hazretlerinin Ankara'ya geldiğini öğrendik. Çok hayret etmiştim. 'Acaba İstanbul'a gelmez mi?' diye çok düşündüm. Bu arada Üstad tekrar Emirdağ'a döndü.

Matbuat, 'Said Nursî geziyor, dolaşıyor' diye çalkalanıyordu. Üstad Hazretleri, bir ara Konya'ya gitti. Mevlâna türbesini ziyareti esnasında mahşerî bir kalabalık toplanınca, bundan emniyet fena halde ürkmüştü. Bu esnada Ankara'da Sikke-i Tasdik-i Gaybî kitabına matbaada el konmuştu. Üstad Hazretleri, talebelerin bundan dolayı müteessir olup da menfî bir harekete tevessül etmemesi için midir bilmem, Emirdağ Lâhikası'nın sonunda bulunan vasiyetname şeklindeki konuşmayı Ankara'da yapmıştı. "Üstadı İstanbul'a davet ettik" Eskişehir'de çıkan bir gazetede Üstad Hazretleri aleyhinde çok haince bir yazı çıkmıştı. İstanbul'da da yine bir gazetede Ali Kemal imzalı olduğunu hatırladığım mütecavizâne bir yazı çıkmıştı ki, daha evvelden de maalesef matbuat aleyhte neşriyat yapardı. Bekir Ağabey de vekaletnâme isterdi. Tâ mahkemeye versin. Fakat Üstad Hazretleri, 'Ben hakkımı helâl ettim, onlarla uğraşmam' derdi. Biz Tahsin Tola Ağabeye telefonla meseleyi anlatıp, 'Bu adamları mahkemeye verirsek, mutlaka mahkûm olurlar, Üstadımıza söyleyin, kendisi bu defa vekaletnâme verse çok iyi olur' diye kararlaştırdık. Bekir Ağabey söyledi. Sabahleyin telefon geldi ki, 'Vekaletnâme vereyim, lüzum görüyorlarsa İstanbul'a geleyim' diye Üstad Hazretleri cevap vermişlerdi. Onun üzerine ben, 'Madem Üstad böyle söylemiş, biz diyelim, Üstad İstanbul'a gelsin. Hem bir seyahat olur. Üstad kendi

kendine gelmez, ama bizim davetimiz, gelmesi için bir vesile olabilir' dedim. Ve telefon ettik. Hazret-i Üstada söyleyin; mümkünse vekaletnâmeyi İstanbul'a gelip versinler. Onun üzerine Hazret-i Üstad hemen harekete geçip İstanbul'a doğru ertesi gün yola çıkar. "Üstadı Kartal'da karşıladık" 1959 senesinin son ayının son günü, kendisini Kartal'da karşıladık. Kartal'dan itibaren biz önde, Hazret-i Üstad arkada olmak üzere Üsküdar'a geldik. Araba vapuru sırasına girildi. Üstad Hazretleri, ikindi namazını iskeledeki Valide Camiinde kıldılar. Ben arabanın yanında beklemiştim. Namazdan sonra arabaya geldiler. Biraz sonra vapura binildi. Biz, Üstad Hazretleri için Piyer Loti Otelinin bir dairesini ayırtmıştık, fakat kimin geleceğini söylememiştik. Herhangi bir mümanaat olmaması için, karşıladığımız yerdeki benzin istasyonundan otele telefon edip, gelen zâtın Bediüzzaman Said Nursî olduğunu bildirmiştik. O anda Üstad Hazretlerinin İstanbul'a geldiğini, hem Emniyet, hem de basın öğrenmişti. Araba vapuru Kabataş'a yanaşırken Üstad Hazretleri, Zübeyir Ağabeyle Bekir Ağabeyi ön tarafa, beni ise arka yanına oturttu. Bu esnada gazeteciler mütemadiyen flâş patlatıyorlardı. Ve bu flâşlardan Üstad Hazretleri rahatsız oluyordu, biz üzülüyorduk. Bu arada Üstad, Bekir Ağabeye 'Sen söyle, ben Şafiiyim, fotoğraf benim mezhebimde iyi değildir, çekmesinler' dedi. Bekir Ağabey söyledi. Fakat gazeteciler gittikçe, çoğalıyor ve flâşlar da patlıyordu.

Zübeyir Ağabey 'Kardeşim, Üstad çok rahatsız oldu, şemsiyeyi aç, tâ ki ışıkları Üstada gelmesin' dedi. Bunun üzerine ben de Üstad Hazretlerinin başının üzerine şemsiyeyi öne doğru eğerek açtım. Şemsiye, flâşlardan Üstad Hazretlerini korudu. Araba vapurundan indik. Cağaloğlu istikametinden Çemberlitaş'ta Piyer Loti Oteline gidecektik. "Risale-i Nur aleyhine, İslâmiyet aleyhine neşriyat yapmazsanız hakkımı helâl ediyorum" Vilâyetin önüne geldiğimiz zaman Ayasofya birden göründü. Bekir Ağabey, 'Üstadım, işte Ayasofya' dedi. Üstad da, 'Mâşâallah, mâşâallah' dedi. Ve sonra Piyer Loti Otelinin önüne vardık. Hayret, biz hemen hemen hiç kimseye haber vermediğimiz halde, mahşerî bir kalabalık vardı. Bekir Ağabeyle Zübeyir Ağabey Üstadın kollarında, ben önündeydim ve şemsiyeyi tutuyordum. Gazeteciler fotoğraf çekemedikleri için, sinirleniyorlardı. Üstad Hazretleri gazetecilerin sinirlendiklerini anladıkları halde, 'Kaldırın' diye bir şey söylemediği için, biz aynı halde otele girmeye çalışıyorduk. Fakat bir taraftan gazeteciler, bir taraftan halk, bir taraftan kardeşler öyle bir izdiham meydana getirmişti ki, 5 metrelik mesafeyi âdeta yürüyemiyorduk. Zaten biz haber verince otelin lobisi ve etrafı, santralı, kâtibi polis olmuş. Fakat polis bize bu hususta yardım etmiyordu. Veyahut kimsenin aklına gelmemişti. Güç belâ merdivenlerden çıkmaya çalışıyordu. Üstad Hazretleri gazetecilere, 'Risele-i Nur aleyhinde,

İslâmiyet aleyhinde neşriyat yapmazsanız hakkımı helâl ediyorum. Ben size dua ediyorum. İslâmiyet aleyhinde neşriyat yapmayın, yoksa zarar edersiniz' diye tekrar ederek, merdivenleri akşam namazından sonraya doğru çıkabildik. "Bizim mesleğimiz ihlâstır" Üstad Hazretleri tuttuğumuz iki odadan birine yerleştiler. Diğer odada hizmet edebilmek için ağabeyler ve biz bulunuyorduk. O anda orada gelen kardeşleri Üstad kabul etti. Hatırımda olanlar, dersin ilk bölümünde, Avukat Bekir Berk, Avukat Necdet Doğanata, Salih Özcan, Hakkı Yavuztürk, Mehmed Emin Birinci, Halil Yürür, Ankara'dan Üstadı arabasıyla getiren Hüsnü Ağabey (Bayramoğlu); ikinci bölümünde de Ahmed Aytimur, Ali Demirel, Zekeriya Kitapçı, Galip Gigin, Üzeyir Şenler idi. Üstad Hazretleri akşam namazından sonra uzun, çok uzun ders yaptı. Çok şiddetli konuşuyordu. Divanında dizleri üzerinde duruyor, bazen fırlayıp ayağa kalkıyor, divan yaylanıyordu. Çok haşmetli bir vaziyeti vardı. Üç husus üzerinde durduğu hatırımda: Birisi, 'Bu mahşerî kalabalığı buraya niye topladınız?' diye bize kızıyordu. Ve diyordu, 'Bizi de kendilerine benzetirler. Bizi de nümâyişçi, âlâyişçi zannederler. Halbuki bizim mesleğimiz ihlâstır. Hizmetimiz böyle şeylere müsaade etmez. Biz her halükârda ihlâsı muhafazayla mükellefiz' diyordu. Fakat vâkıa o ki, o kalabalığı biz kimseye haber vermemiştik. Ben sadece

kardeşim gelmişti.

Mustafa'ya

söylemiştim.

O

da

Üsküdar'a

İkincisi, 'Bizim vazifemiz yalnız ve yalnız ihlâs dairesinde imana hizmet etmektir. Risale-i Nur ehl-i küfrün belini kırmıştır. Merak etmeyiniz. Hiçbir halt edemeyecekler. Ermeni-Taşnak komitesi, mason komitesi, komünist komitesi benimle uğraştı. Dünyanın en müthiş komitesi Nurculuktur. Fakat kat'iyyen menfî harekete iznim yok. Her birinizi o genç Said kabul ediyorum' diyordu. Üçüncüsü, Risale-i Nur'un müsbet iman hizmetiyle memlekette âsayişin temin edileceğini söylüyordu. 'Risale-i Nur'da ve Nur talebelerinde kuvvet var. Fakat kullanmaya izin yok. Kur'ân müsaade etmiyor. Yoksa 28 senelik düşmanlarımdan bir günde intikamımı alırım. Masumlara zarar gelir. Kat'iyyen menfî harekete izin yoktur' derken, iki dizinin üstünde kollarını bize doğru sallayarak odanın içinde âdeta yıldırımlar çakıyordu. Bizler hayretler içersinde kalmıştık. O gece böyle geçti. "Gazeteci, Üstadın resmini nasıl çekti?" 1960 yılının birinci günüydü. Gazeteciler Piyer Loti Otelinin lobisini doldurmuştu. Bizim kardeşlerimizden bir grupla beraber Avukat Bekir Berk ve Necdet Doğanata bulunuyorlardı. Bekir Ağabey bir ara Risale-i Nur hakkında seminervâri bir konuşma yaptı. Biraz da İhlâs Risalesi'nden okudu. Gazeteciler soruyorlardı: 'Niçin geldi

İstanbul'a?' Gazetecilerin sorusu Üstad Hazretlerine bildirildi. Üstad Hazretleri, 'Ankara'da basılmakta olan bir kitabıma Emniyetin müdahalesi üzerine avukatıma vekâlet vermek için geldim' diyordu. Bizler nöbetleşe bazan Üstadın yan tarafındaki odada duruyorduk. Foto muhabirleri fotoğraf çekmek için akla gelmedik işler yapıyorlardı. Otelin arka kısmındaki odaların önü boydan boya balkondu. Balkondan bütün odaların görünmesi mümkündü. Zübeyir Ağabey gazetecilerin diğer odalardan girip de balkona geçmemesi için, Üstadın odasının önüne gelen balkona nöbetçi bıraktı. O esnada Üstad Hazretleri öğle namazı kılıyordu. Namazdan sonra da Eyüp Sultanı ziyaret plânlanmıştı. Ben balkonda dururken foto muhabirlerinden birisi, diğer odaların balkon kapısından balkona çıkmıştı. Bana doğru yaklaştı. Zübeyir Ağabey odadaydı. Cam açık. Ben Zübeyir Ağabeye baktım. Zübeyir Ağabey, 'Bırak kardeşim, Üstadı o haşmetli vaziyetle çeksin' dedi. Adam camın önüne gitti. Üstad tahiyyatta iken, birkaç flaş patlattı. Ne çare ki, Üstad çok rahatsız olmuştu, namazı bozdu. 'Ne oluyor?' dedi. Zübeyir Ağabey sese koştu. Üstad Hazretleri çok hiddetlenmişti. Namazı yeniden eda etti. İstanbul seyahatının geri kalanını iptal edip Ankara'ya dönmeye karar verdi. Ve hemen araba hazırlandı. İstanbul Valisinin beyanatı Üstad ikindiye doğru, İstanbul'dan ayrılıyordu. Böyle bir firaka, bir gazeteci sebep olmuştu. Gelirken meydana

gelen mahşerî kalabalık ve gazetecilerin tecavüzkâr vaziyetleri giderken daha da fazlasıyla oldu. Ama biz daha evvelden iyi bir plânlamayla kardeşleri birkaç kat halka yapmıştık. Üstad Hazretleri oradaydı. Ve şemsiyeyi yine ben tutuyordum. Bu teşkilâtı hazırlarken Üstad, Bekir Ağabeye, 'Sen bir kumandan gibi hareket ediyorsun' diye iltifat etmişti. Ve ertesi iki gün, İstanbul matbuatı Üstadın ayrılışını manşetlerde 120 punto harflerle vermişti. Gazetelerde çok serzenişli makaleler çıktı. İnönü İstanbul'daydı. O gün Bursa'ya bir miting için vapurla giderken, vapurda 'Hükûmet nereye gidiyor? Bediüzzaman'ı koluna takmış, nereye gidiyor?' diye konuşma yapmıştı. Bu konuşmanın matbuatta yer alması üzerine İstanbul Valisi Ethem Yetkiner, hükümetin direktifiyle radyoda okunan bir beyanat verdi. Beyanat hülâseten şöyleydi: Yaşlı bir din âlimi, mütevazı bir seyahat yapmaktadır. Memlekette seyahat hürriyeti vardır. Hiçbir vatandaşın seyahat hürriyeti kısıtlanamaz. Eğer gazeteler meseleyi bu kadar büyütmeseler, bu zâtın, memleketin herhangi bir yerinden bir yerine gidişi bir mesele olmazdı.' Biz de, birkaç gün sonra, gazetelerde de çıkan bu beyanatı, 'Valimizin pek haklı ve isabetli beyanatını takdim ediyoruz' diye bir lâhika mektubu yaparak Anadolu'daki kardeşlere göndermiştik. 27 Mayıs İhtilâlinden sonra Vali tevkif edilip Yassıada'ya götürülünce, ondan bu beyanatının hesabını sormuşlardı. Ve Galip Gigin'le beni Emniyete çağırarık,

bize de 'Valiye bu beyanatı siz mi verdiniz?' diye sormuşlardı. "Çendan milyonlar talebe var..." 1960 senesinin başındaydık. Bir gün Üstad Hazretlerine tayinat olarak ayrılan Şualar kitabından yüz tane kadar iki çuval içinde Emirdağ'a gitmek üzere Konya otobüsüne binmiştim. Emirdağ'a gece saat 2:30 sıralarında varacak idi. Hakikaten 2:30 sıralarında vardık. Fakat ben düşünüyordum. 'Bu kadar ağır yükü gecenin bu saatinde nasıl yalnız başıma götüreceğim' diye. Fakat Hazret-i Üstadın mânevî telefonları sayesinde işler kolaylaşmıştı. Bir de baktım ki, otobüsün durduğu noktada ağabeylerden iki kişi bekliyor. Birisi Ceylân Ağabey, ama diğerini hatırlayamıyorum. Meğer Hazret-i Üstad, gece saat 2'de kalktığında, ağabeyleri çağırmış, 'Gelen var, gidin, karşılayın' demiş. O saatte Üstad Hazretleri kabul etti. Çok memnun ve müferrah idi. Bana, 'Muhammed kardeşim, sana 250-300 banknot maaş versem azdır. Fakat Risale-i Nur'daki ihlâs müsaade etmiyor. Sen Risale-i Nur'un malını yeme. Çendan milyonlar talebe var. Fakat işi gören 50-60 fedakârdır. Sana bin tane anan kadar şefkat ediyorum. Merak etme. Bütün akraban duamda dahildir' dedi. Ben kalbimden, 'Üstadım Bursa için ne düşünür? Bursa'yı hizmet dairesinde aldı mı, almadı mı?' diye çok merak ediyordum. Çünkü Emirdağ'dan her dönüşümde Bursa'ya mutlaka uğrardım. Böyle düşündüğüm sırada, Üstad Hazretleri 'Bursa ve havalisini Barla ve Isparta gibi kabul

ediyorum' diye kalbimdeki merakıma cevap veriyordu. Tarihçe'nin önsüzünden yapılan ders Kitapları beşer beşer paket haline getirerek sardırdı. Tavan arasına kaldırttı. Ondan sonra ders okunmaya başlandı. Ders Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den yapılmıştı.Sabah namazı yaklaştığında, 'Abdestlerinizi tazeleyin, namazınızı kılın' dedi.Üstadın odasından ayrıldık. Ben merdivenlerden aşağıya iniyordum.Birden kendi kendime, 'Hey Allah'ım, ne büyükler var, pek çok büyükler onların yanında küçük kalıyor' sözünü söylüyordum.10 dakika sonra tekrar yukarı çıktığımda abdest alırken, Üsta Hazretleri, Zübeyir Ağabeye emir vermişti. 'Namazdan önce Tarihçe-i Hayat önsözünü okuyun' diye. Evvelâ bana verdiler. O söylediğim kelimeler, Tarihçe-i Hayat'ın önsözünde imiş. Daha evvel okuduğumdan, şuur altından ihtiyarsız dökülünce, Üstad Hazretleri de bize önsözü okutturmak için emir vermişti. Ders devam ediyordu. Üstad Hazretleri bizim oturduğumuz odaya çekildi. Biz ayağa kalkmak istedik. Kaldırmadı, 'Devam edin' dedi. Pencerenin kenarında sedir vardı. Sedir üzerinde yatak ve yorganlar, dibinde Zübeyir Ağabey oturuyordu. Üstad Hazretleri gitti. Zübeyir Ağabeyin üzerine oturdu ve tecahül-ü arifânede bulunarak, 'Allah Allah, burada adam varmış' diye lâtife etti. Sonra Üstad yere indirilen yatak ve yorganın üzerine oturdu. Önsözün yarısına kadar dinledi. Sonra, 'Namaz kılın' dedi ve odasına çekildi. "Üstad tayinatı bana dağıttırırdı"

Risale-i Nur'a hizmet etmeye başladığım ilk andan itibaren Risale-i Nur hizmetine büyük bir malî imkânla katılmayı şiddetle arzu ettiğim halde, malî imkânlara malik olamamak yüzünden bunu muvaffak olamadım. Hz. Üstad, âdeta benim bu kalbî duama şu şekilde çare bulmuştu. Üstadımızın bu usulü olan talebelerin tayinatını vermek tatbikatı, son iki senesinde, şu şekilde cereyan ederdi. Hazret-i Üstad tayinat paralarını talebelerin eline mümkün olduğu kadar mâdeni para olarak verilmesini isterdi. İşte, iki sene üst üste Ramazan'dan evvel tevafuken Emirdağ'a gittiğimde, 10.000-11.000 lira arasında olan tayinat meblâğını bana, 'Bu parayı benim anamın, babamın, bütün akraba-ı taallûkatımın zekât, fitre ve sadakası olarak sana veriyorum' diyerek vermişti. 'Sizin peder ve validenizin ve bütün akraba-ı taallûkatınızın zekât, fitre ve sadakası olarak aldım, kabul ettim. Üstadım' deyip sonradan ben de, tekrar Hazret-i Üstada hitaben, 'Bu meblağı talebelerinizin nafakası için tayinat olarak kullanmak üzere size hibe ediyorum' diyordum. Ve Üstad Hazretleri bana, 'Al bu emaneti, İstanbul'a listesi bulunan talebelere dağıtın' derdi. Ve ben de alıp, İstanbul'a getirip buradan dağıtırdık. Son defasında Eskişehir'e kadar arabasıyla, 'Fırıncı'yı yolcu edelim' diyerek gelmişlerdi. Beni de getirdiler. Son tayinatı da alarak Bursa'ya gittik. Arabanın gerekli tamiratını yaptırdıktan sonra, ben İstanbul'a, Hüsnü Ağabey de Eskişehir'e gitmişti. Ve Hazret-i Üstadla, dünyada son görüşmemiz hitama ermişti. Bir müddet sonra Ceylân Ağabey İstanbul'a gelmişti.

Biz de 400 sayfalık Lem'alar'ın teksirini tamamlamıştık. Ceylân Ağabeyi Üstad Hazretlerine gönderdik. Sonradan Ceylan Ağabey geldiğinde, Üstadın ne dediğini sordum. 'Üstad çok hastaydı, kardeşim' dedi. Ve kitabı kendisinin eline verdiğini ve öpüp başına koyduğunu söyledi. Ve o hastalıkla Üstad Hazretleri ahiret yolculuğuna çıkmıştı. Cenab-ı Hak ona karşı yaptığımız hürmetsizliklerden dolayı kusurlarımızı affetsin ve onun şefaatine nail etsin. Ve ömrümüzü, onun Nur'larının hizmetinde tüketmek nasip etsin. "Bu hatıraları günlerce beni dinleyerek usanmadan not eden kıymetli kardeşim Orhan Gülgün'e, Hazret-i Üstada ömr-ü billah hizmet etmek nasib-i müyesser etsin, bize de hakkını helâl eylesin."

MUSLİHİDDİN SÖNMEZ Bediüzzaman'ın avukatlarından, Ziya Sönmez'in oğlu, Hasan Feyzi Yüreğil'in yakın talebesidir. 1921'de Salihli'de doğdu. İstanbul'da Üstadla görüşme 1952 senesinde, henüz vazifesinin ilk senelerinde iken, İstanbul Sirkeci Akşehir Palas Otelinde Bediüzzaman Said Nursî'nin bulunduğunu işitince kalbi heyecan ve sevinçle dolmuştu Muslihiddin Sönmez'in. Ellerinde bavullarla, dilinde dualarla, Akşehir Palas Otelinin bir odasında yer bulabilmenin ümitleriyle doluydu. Ya yer bulamazsa ne olacaktı? Havf ve reca arasında otelin yolunu tutmuştu. Maksadı, otele yerleştikten sonra, tecessüslü bakışlardan kurtularak, babasından sitayişle, hürmet ve sevgi ile dinlediği Bediüzzman namındaki muhteşem şahsiyete mülaki olmaktı. Otele geldiğinde boş oda sormuştu. Bu soruştaki

heyecan ve iştiyak az sonra tatlı bir sükûnet ve sevince dönüşmüştü. Otelde boş oda vardı. Hem de Bediüzzaman'ın kaldığı odaya çok yakın bir oda boştu. Muslihiddin Sönmez Bey, otele yerleştikten sonra, akşamın sakin ve tenha vakitlerini bekliyordu artık. Nihayet Bediüzzaman'ın kapısını tıklatarak huzura kabul edildi. O günden sonra sık sık, hemen her gün akşam üzeri Bediüzzaman'la mülâki oluyordu. "Türk-Kürt ayrılığı yok" Muslihiddin Sönmez, Bediüzzaman'la olan hatıralarını bütün samimiyetiyle anlatıyordu: Üstada sorduğum sualler cevaplar almanın bahtiyarlığını duyuyordum. Bana şunları anlatmıştı: Bana eskiden Said Kürdî derlerdi. Ben Kürtçü değilim. Müslüman bir kimse kavmiyetçi olamaz. Türk-Kürt yok. İslâmlık hepsini birleştirmiştir. (Ellerini birleştirerek, birliğe işaret etti.) Ben nasıl Kürtçü olabilirim? Ben Kur'ân'da Türklere dair işaretler bulunduğunu, tefsirimde zikretmişimdir.' Ayrıca eserlerine temas ederek, 'Risale-i Nurlar mirî malıdır. Herkes ondan istifade edebilir' dedi. Ben kendisini ne yiyip ne içtiğini, nasıl yaşadığını merak

ediyordum. Zihnimden geçen bu hususları daha kendisine sormadan, bu mevzulara girdi. İktisadın ehemmiyetinden bahsetti. Kendisi pek az yiyip içiyordu, bir parça kuru ekmek ve kaynayan çay, onun günlük maişetiydi. 'Kur'ân'ın iktisat emrine uymaya çalışıyorum' derdi. Allah'a giden üç yol Denizli'de Nureddin Topçu ile ziyaret ettiğimizde Allah'a giden üç yoldan ve bu yolların en ehemmiyetlisinden bahsetti. Bu üç yolu şöyle sıraladı: Felsefe, bilim, din... Birinci yol, yerin altından tünel kazarak gitmektir. İkinci yol, yerin üstünden yürümektir. "Üçüncü yol ise, en kısa ve süratlidir ki, uçarak gitmektir. İşte bu yol din yolu, Kur'ân yoludur." Bediüzzaman bu görüşmelerde Muslihiddin Sönmez'e iltifatlar da bulunuyor: Kalbini muhafaza et. Nazarımda sen on şeyhden daha hayırlısın!" diyordu.

MEHMED EMİN BİRİNCİ 1933'te Rize-Pazar Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Ankara ve İstanbul'da Risale-i Nur neşriyatı ile başlayan hizmet hayatı devam etmektedir. Sene 1947... Ortaokul son sınıfındayım. Memleketimizin düçar olduğu, karanlık devirlerin son yıllarını yaşamaktayız. Karanlık devir, zulmet devri... Zira çok iyi hatırlıyorum, köylünün elbirliği ederek tutmuş olduğu köy imamından, din dersleri almak için bütün köy çocukları camiye gidiyoruz. Din dersleri denince, Kur'ân okumak, namaz hallerini öğrenmek, îman şartlarını bellemekten ibaret... Fıtraten dindar olan Türk milletinin ruhunda cahil bile olsa Kur'ân'a karşı olan saygı ve bağlılık sonsuzdur. Bu duygunun icabı olarak din derslerinin çocuklara öğretilmesinde azamî gayreti göstermektedirler. Öteden beri dine olan baskının devamı olan Türkçe ezan ve kametin hâlâ hükümran olduğu o zamanlar, elinde

çantasıyla köye gelen tahsildarlardan nasıl ve elimizdeki amme cüzünü ve Kur'ân-ı sakladığımızı hiç unutamıyorum. Hattâ korkudan, evimizin altındaki hayvan girdiğimi çok iyi hatırlıyorum.

korktuğumuzu Kerim'i nasıl bir defasında yemliği içine

Zaten üç ay yetecek kadar yiyeceğini temin edebilen köylünün ödeyebileceği meteliği de bulunmazdı ki... Fakat ne olursa olsun tahsildarın aldığı emir, demiri kesmekte, zavallı köylünün paslı tenceresini ve bakır kaplarını haczeder (!) ve köylü gözyaşını içine döker... Bununla kalsa razıdır belki! Civar köylerin kaç hayvanı olduğunu tespit için memurlar geldiği duyulunca, köylüler gece yarısı sicim gibi yağmur altında hayvanlarının bir kısmını dağa kaçırmakta ve birkaç geceyi dağlarda geçirmektedir. Ta ki birkaç hayvanı, vergiye dahil olmasın. Elhasıl, çileli devirlerin çocukları olarak biz de okula devam ediyoruz. Yemyeşil Karadeniz şeridinin mavi ile birleştiği sahil kesiminde o zamanlar çay ziraatı olmadığı için erkeklerin yüzde sekseni gurbete çıkar, kazandığı üç-beş kuruşla ailesinin nafakasını temin ederdi. Remzi Efendi ile Halil Dayı Bu cümleden olarak, bizim akrabalarımızdan Remzi Efendi ile Halil Dayı da, mezkûr gurbetin daimî müşterileri idiler.

Kızılırmak'ın denize dökülen kısmında balıkçılıkla meşgul oluyorlardı. 1948 gurbet dönüşlerinde kendilerinde bambaşka bir değişme olmuştu. Bütün köylü -hattâ-, civar köyler -bu iki zattan bahsetmeye başlamışlardı. O zamana kadar dine lâkayd kalan bu iki şahıs nasıl oldu da birden bire değişivermişlerdi. Sonradan öğrendik ki, bir tarikata intisap etmişler. Bütün günahlarına tevbe ederek kazaya kalan namazlarını eda ederek ellerinden geldiği kadar takva ile hareket etmeye başlamışlardı. Balık avlama mevsimi gelince yine gurbete açıldılar. Mekânları yine Kızılırmak'ın bulanık olarak denize dökülen kısmı ve balıkçı barakaları... Bu sefer diğer arkadaşları, onlara bir başka gözle bakmakta; kimisi gıpta ile, kimisi alaylı... Fakat onlar aradıklarını bulmanın sevinci içinde daima Hakkı zikretmekte, her işlerin Besmele ile yapmaktadırlar. Huzur içindeler. O sene de balıkçılık mevsimi bitince avdet etmek üzere Bafra'ya gelirler. Bafra'da Hacı İhsan Bey, Muammer Efendi ve daha birkaç zatla tanışırlar. Sohbet esnasında Muammer Efendi bunlara Afyon taraflarında Bediüzzaman isminde bir büyük zatın bulunduğunu, birçok eserleri olduğunu, hükümet onun nüfuzundan korktuğu için, daimî tarassutta bulundurduğu ve sair bazı malûmatlar vererek, nazar-ı dikkatlerini Bediüzzaman Said Nursî ismine çekiyorlar ve kendilerine bir-iki küçük kitap veriyor. Remzi Efendi ile Halil Dayı bu heyecanla köye

geliyorlar... Bazı tasavvufî meselelerle birlikte, Bafra'da Muammer Efendi ile aralarında geçen muhavereyi bizlere naklediyorlar. İşte ilk olarak Bediüzzaman ismini 1949 yılında (Allah rahmet eylesin) bizim Remzi Efendiden duydum. Remzi Efendi çok kısa zamanda hakikata ulaşmış, Risalelerin hepsini daha okumadan Bediüzzaman'ın çok yüksek bir zat olduğuna kanaat getirmişti. Okumaya çok meraklı olan Remzi Efendi Nur Risalelerini getirmek istiyor, fakat bir türlü elli, yüz lira bulup sipariş edemiyor. Remzi Efendinin akrabalarından Hakkı Usta diye bir zat var. Bu zat gemi inşaat ustasıdır. Bir gün bir teknenin motor kısmını monte ederken 'Arkadaşlar' diyor. 'Bizim Remzi Efendinin bildiği yüksek, âlim bir zat var. Onun çok güzel kitapları varmış. Birkaç kuruş verin de o zatın kitaplarından getirtelim, bizim de istifademiz olur.' Bu söz üzerine 33 lira kadar bir para toplarlar. O zamana kadar, başı pek ender secdeye değen Kadir Usta da buna iştirak eder. Biraz da kendileri ilâve ederek, kitapları sipariş ederler. Aradan onbeş-yirmi gün geçince ayakkabıcılıkla iştigal eden Sefer Usta, bir akşam üstü bir torba kitapla köye gelir. Merak ve heyecanla torbayı açınca büyük büyük bazı eskimez yazılı kitaplar çıktı. Hemen karıştırdılar. Oradan buradan okumaya başladılar. Birisi Beşinci Şua diye bir bahis bulmuştu. Tam aradığı yer burası idi. Remzi Efendi gönlünün istediğini elde etmiş, duası kabul olmuş Risale-i Nur'lara kavuşmuştu. Bunların heyecanı yavaş yavaş bana da tesir etmeye

başlamıştı. Fakat eskimez yazıyı okuyamadığım için ancak onları dinlemekle iktifa ediyordum. Akşamları Hakkı Ustanın evine giderek: Ne olur Hakkı Amca, biraz oku da dinleyelim. Biz de istifade edelim' diyordum. Ama o, sabahtan beri çalışmanın yorgunluğu ile hemen uyuklamaya başlıyordu. Köyde yapılacak başka işim de yoktu. Ne yapıp yapmalı, mutlaka bu yazıyı okumasını öğrenmeliydim. Ahdettim, cehdettim, belki inanılmaz, ama yirmi gün içinde eskimez yazılı kitapları okumaya başladım. Azmin elinen hiçbir şeyin kurtulmadığının canlı bir örneği bu... Gerçi ilk zamanlar bu Risaleleri tam anlayamıyordum. Fakat içimde bu kitapların, bu zamanın insanlarına en faydalı kitaplar olduğuna dair bir his vardı. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine sonsuz bir saygı ve hürmetle bağlanmıştım. Fıtrî olarak, içimdeki bir hissin sevkiyle okuldaki arkadaşlarımdan yine yakın olanlara Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nur'u anlatmaya başlamıştım. Hattâ İhlâs Risaleleri'ni yeni yazı ile deftere yazdım. Okumaları ve istifadeleri için arkadaşlarıma verdim. Bir gün bizim Remzi Efendi, Hakkı Ustaya diyor ki: Hakkı Usta, on lira ver. Sözler Mecmuasını ısmarlayalım.' Hakkı Usta aldırış etmez. Bu istek birkaç

kere tekrarlanır. Yine vermeyince bir gece Hakkı Usta bir rüya görür. Şöyle anlatır rüyasını: Gece yatsı namazını kılıp yattım. Rüyamda bir tayyare beni aramaya başlamış. Evim kara yemiş ağaçlarının içinde olduğu için yukarıdan kolay kolay görülmüyor. Fakat tayyare mütemadiyen alçalarak uçuyor. Ha bomba attı ha atacak, derken benim kalbimde çatlarcasına atıyor. Bu esnada uyandım. Korkunun dehşetinden bir daha uyuyamadım. Sabah erkenden Remzi Efendiye gidip 'Al kardeşim şu on liranı, bu akşam az kalsın beni öldüreceklerdi.' Bunun üzerine Remzi Efendi, Sözler mecmuasını sipariş verir. Bu seferki siparişte teksir edilmiş bir kısım yeni yazı Risaleler de gelir. Bunlardan bir tanesinde, muallim Mustafa Sungur'un müdafaası ve Üniversite Nur Talebelerinin Adliye Vekiline yazdıkları bir dilekçe vardı. Gelen Risaleleri, hususiyle Mustafa Sungur'un merdane ve cesurane müdafaasını okuya okuya ezberlemiştim. Köylerde ve kazalarda kahvelerde bana okuttururlardı. Halis bir niyetle yazıldığı belliydi. Bazıları böyle bir devirde böyle bir müdafaanın nasıl yazılabildiğini merakla, takdirle dinliyordu. Ben de zevkle, bıkmadan okuyordum. Her tarafta bizlerden bahsedilmeye başlandı. Hattâ Kadir Usta kısa zamanda öyle hale geldi ki, Risale-i Nur'un hakikatlerini dünyaya ilân etmek için harekete geçmiş

gibiydi. Köylerde, kahvelerde artık, Nurculardan konuşmaya başlamıştı.

hep

Nurlardan,

Risale-i Nur hareketinin müessiriyeti dalga dalga yayılmaya başladı. Bafra, İnebolu ve İstanbul'daki Nur Talebeleriyle mektuplaşmaya başladık. Bu arada Üstad'ın bazı lâhika mektupları da geliyordu, sevinçle okuyorduk. Ortaokulu bitirdikten sonra, bir yıl okumaya ara verdim. O zaman amcam Yusuf Birinci bir motorda çalışıyordu. Samsun'dan mal getireceklerdi. Beni götürmelerini rica ederek Samsun'a gittim. Samsun mahkemesi O günlerde Mustafa Sungur Ağabey'in Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde muhakemesi vardı. Samsun'da çıkan Büyük Cihad gazetesinde 'En Büyük İsbat' başlığı altında yazdığı yazıdan dolayı muhakeme olacaktı. Bafra'daki Muammer Efendi ile mahkemeye gittik. Birkaç tane başka davalar gördükten sonra, mübaşir 'Mustafa Sungur!' diye çağırdı. Jandarmalar tarafından kelepçeleri çözülen Mustafa Sungur'u ilk olarak mâsum yüzüyle maznun sandalyesinde gördüm. Hak ve hakikatı duyurmak, insanlığa gerçek saadeti sunmak için kendi hürriyetini kelepçeye vuran, büyük ruhlu Sungur'u işte o zaman tanımak şerefine erdim. Mahkeme müddetince hep ona baktım, hep onu süzdüm,

bir başka dava sebebiyle müdafaasını ezberlediğim Sungur, bu Sungur'du. Mahkeme reisinin: Bediüzzaman Said karşılık:

Nursî senin neyindir?' sorusuna

Üstadım, hocamdır!' cevabından başka mahkeme safahatından hiç bir şey aklımda yok... Ancak onun o andaki nuranî halinin ve davasına olan sadakatinin bende akisleri var. Ve kollarına tekrar kelepçe takılarak hapishaneye giderken mütebessim çehresi gözlerimin önünde... Ertesi gün bir fırsatını bulup, hapishaneye ziyarete gittim. Hiç bir şikâyette bulunmadı. Hapishanede Risaleleri okutmadıkları için bana bir tane 'El-Munkızu Mineddalâl kitabını getir. Boş zamanlarımda mütalâa edeyim' dedi. İstediği kitabı alıp getirdim. Hapishanenin parmaklıkları arasından selâmlaşarak ayrıldık. Bu görüşmeler beni bir kat daha Risale-i Nur'un hakkaniyetine ve kudsî davanın hizmetlerine bağladı. O halet-i ruhiye ile memleketime döndüm ve arkadaşlara Samsun seyahatimi anlattım. "İstanbul'a gelişim" Sene 1952... İki arkadaş, yatılı bir okula girmek için İstanbul'a geldik. Nihayet Deniz Astsubay Okuluna girmek

için lüzumlu evraklarımızı tamamladık, muayenelerimiz bitti. Neticede bana dediler ki: Senin tansiyonun biraz yüksek, bunun için sen okula giremeyeceksin' ve ben okula giremedim. 'Tevekkeltü Alâllah' deyip neticeyi beklemeye başladım. Bir müddet yakın akrabalarımın yanında kaldıktan sonra bir otelde kâtiplik yapmaya başladım. İstanbul'daki mahkeme O günlerde Hür Adam Gazetesinde bir haber gördüm. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yarın mahkemesi var' diyordu. Dizlerimde mecâl kalmamıştı. Heyecandan titredim. Birkaç yıldan beri nurlu kitaplarını okuduğum büyük ve eşsiz Üstadı görmek nasip olacaktı. Muhakeme olacak yeri öğrendim ve erken saatlerde mahkeme koridorunda beklemeye başladım. Kısa zaman içinde koridor tamamen doldu. Mahkeme saati yaklaşınca o kadar izdiham oldu ki, aşağıdaki caddeden tramvaylar geçemez oldular, otobüsler yollarını değiştirdiler. (O zamanki Adliye, şimdiki Büyük Postahanenin üst katı idi). Halk, Adliyenin karşısındaki evleri ve hanları doldurmuş muazzam kalabalığa temaşa ediyordu. Mahkeme saati yaklaştı ve aziz Üstad, hasretini her an bütün duygularımla hissetiğim büyük insan, tarihî şahsiyeti ve kıyafetiyle koridorun başında göründü. Telaşsız ve fütursuz, vakur adımlarla dim dik yürüyerek binlerce kendisini karşılayanları iki eliyle selâmlayarak mahkeme

kapısına kadar geldi. Yanında üniversitede okuyan sadık talebeleri vardı. Mahkeme kapısı açılınca kendimi içerde buldum. Yüç kişilik yere binlerce kişi girmek istiyordu. Mahkeme reisi bu izdiham karşısında mahkemenin cereyan edemeyeceğini, salonun boşaltılmasını rica etti. Fakat hiç kimse istifini bozmadı. Birkaç dakika sükûttan sonra Üstadın dönüp taleberine bir bakması kâfi geldi ve kalabalık bir anda dışarıya çıktı. Fakat yine biz mahkemeyi içerde ayakta dinledik. Akşehir Palas'ta Üstadın Akşehir Palas'ta kaldığını öğrenince ertesi günü hemen otele gittim. Görüşmek istedim. Mahcubiyetimden ve heyecanımdan ısrar edemiyordum. Yanında kalan ve hizmet eden Üniversiteli Nur Talebelerine gıbta ediyordum. Ne olurdu ben de onların yanında bulunaydım, diye coşar bir arzu ile istiyordum. Kaç kere Akşehir Palas Oteline gittimse de orada görüşmek nasip olmadı. Yine bir defasında görüşmek için gittiğimde o zaman hizmetinde bulunan Üniversiteli Muhsin Alev dedi ki: Üstad yarın karşımızdaki küçük camide Cuma namazına gidecek, sen de gel oraya, görürsün.' Gittim. Üstad arka tarafta müezzin mahfelinde namaza durdu. Ayaklarındaki çorapları çıkarmıştı. Çok dikkatli bakıyordum. Her selâmdan sonra dişlerini misvaklıyordu. Namaz bitti. 'Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber...' Sonra herkes dua etmeye başladı. Ben baktım Üstada. Tesbihatı bitirmediğinden bir eliyle tesbih çekiyor, diğer elini

kaldırmış, umumî duaya amin diyordu. Namazdan sonra görüşmek yine nasip olmadı. Bu arada Abdülmuhsin Alev'in kaldığı Süleymaniye'deki evine gitmeye başladım. Yavaş yavaş orada Risaleleri daha fazla okuyabiliyordum. Hem de oraya gelenlerle beraber okuyorduk. Bir gün Abdülmuhsin, benim bulunduğum otele gelerek 'Filan gazetede bir haber var. Onu Üstad görmek istiyor, tanıdığın bir bayi varsa, para vermeden emaneten o gazeteyi al, sonra iade edersin? dedi. Ben de gittim, aldım, sonra bayiye geri verdim. Yine bir başka gün Abdülmuhsin yanıma gelerek 'Üstada sormak istediğin, yazılmasını arzu ettiğin bir sualin var mı? Üstad soruyor. Sualin varsa söyleyelim' dedi. Hiç unutmam. Demiştim ki: 'Namazın ta'dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.' Gülümsüyordu. Gitti. Ve ondan birkaç gün sonra bir bavulla bana gelerek, 'Bunlar senin yanında biraz kalsın. Üstad Hazretleri Akşehir Palas'tan çıkıyor. Fatih'teki Reşadiye Oteline gidecek. Bunları bir müddet sonra alacağız' dedi. Üstadın eşyaları imiş. Bir müddet sonra aldılar. Ve Üstad Akşehir Palastan Reşadiye Oteline gitti. "Üstadı ilk ziyaretim" Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Fatih'e gittim. Reşadiye Otelini buldum. 'Falan odada kalıyor' dediler. Çıktım. Beni Abdullah Yeğin Ağabey karşıladı. Ve

Üstadın hizmetinde bulunanların kaldıkları odaya götürdü. Üstad kendi odasından bir ara abdest almak için çıkınca tekrar odasına giderken beni gördü. 'Bu kimdir?' diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek, çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken bana işaret ederek 'otur' dedi, oturdum. O esnada Hz.Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye Camiinde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı. Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar cevap verdiler. Risale-i Nuru okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler. Hz. Üstad bana dönerek: Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risale-i Nur'a hizmet eyle' dedi. Kendime geldiğim zaman, o mübarek zatın sıcacık eli hâlâ şakaklarımdaydı. Ruhumla birlikte bir anda bütün duygularımın yıkandığını hissetim. İkindi namazını oradaki arkadaşlarla kıldıktan sonra otelden ayrıldım.Bütün vücudumda bir hafiflik, bir rahatlık hissediyordum. Büyük Üstadın elini öpüp, onun mübarek duasına nail olmanın huzuru ve saadeti gönlümde bambaşka ufuklar açmıştı. Hele bana iltifat ederek bizzat kendine hizmet eden has talebeleri arasına dahil etmesinin sevinci içimi daha bir

başka yakmakta idi. Tarifi kavuştuğumu hissediyordum.

imkânsız

bir

saadete

"Kendimi Nurlara vermeliyim" Artık bundan sonra ben de kendimi Nurlara vermeliydim. Bu hayatımı Nur'un inkişâf ve tealisi uğruna vekfetmeli, feda etmeliydim. Nasip, kısmet bu. Cenab-ı Hakkın takdiri bu. Nereden, ne için İstanbul'a geldim? Nasıl, ne biçim hâdise ile karşılaştım. Elbette 'kader söylese ihtiyar-i cüz'î susar, iktidar-ı beşer konuşmaz.' Bizim de ihtiyar-ı cüz'îmiz sustu. Ve iktidarımız elimizde olmayan bir istikamete itildi. Ve Nur'un, Nur cemaatinin, halis-muhlis mü'minler topluluğunun müşfik kucaklarına düştüm. Merhamet dağıtan sinelerine rabt oldum. Memleketin ücra bir köşesinde gerçekten ihtiyarımız harici, karınca kararınca birkaç seneden beri yapmakta olduğumuz, daha doğrusu istihdan edildiğimiz kudsî hizmetin, cihanşümûl îman davasının nurlu menbaını bulmuş, Allah'ın inayetiyle kafile-i Nur'a dahil olmuştum. Sevincim hudutsuzdu. Ehemmiyetsiz bir sebepten dolayı demek ki hıfz-ı İlâhî bizim gibi bir âcizi büyük Üstadın hizmetinde istihdam edecek bir kemter olarak kabul buyurmuş ki, böyle bir saadete nail oluvermiştim. Halis niyetin kabule karin bir dua olduğunu Risale-i Nur'da okumuştum. Daha ilk Risale-i Nur'u Üniversite Nur Talebelerini duyup onların hizmetlerinden bahsedilirken kalbimden geçirmiştim ki, ne olurdu ben de aralarında olsaydım. Nasıl onlar Üstada ve Risale-i Nur'a hizmet

ediyorlarsa ben de onlara hizmet edeydim. Cenab-ı Hak bu niyetimin kabûlünü Hz. Üstadı bilfiil ziyaret etmek suretiyle gösterdi. Hadsiz hududsuz hamdü senâlar... Fatih'te Cuma namazı Üstad Hazretlerini ziyaretimden kaç gün geçtiğini bilemiyorum. Bir gün dediler ki: 'Yarınki Cuma namazını Üstad Fatih Camiinde kılacak.' Namaz vakti camiye gittim. Daha evvel tanıdığım birkaç arkadaş da orada idiler. Osman Köroğlu ismindeki bir arkadaş hemen orada bulduğu seyyar bir fotoğrafçıya tembihleyerek Üstad Hazretleri camiden çıkarken fotoğrafını çekmesini söylemişti. Hz. Üstad ezan okunurken camiye geldi. Namazı müezzin mahfelinde kıldıktan sonar, Nur Talebeleriyle birlikte dışarı çıktık. Üstad bizim beş metre kadar önümüzde gidiyordu. Tam Fatih türbesine girilen kapının önüne gelince durdu. Kabristana yarım dönük vaziyette ellerini açıp Fatiha veya dua okumaya başladığı zaman fotoğrafçı hemen birkaç resim çekti Hz. Üstad ses çıkarmadı. Hep beraber Reşadiye Oteline kadar yürüdük. Onlar yukarı çıktılar. Biz de yerlerimize gittik. İkinci defa Üstadımızı görmüş olmak bana dünyalar verilse değişmeyeceğim bir sevinç verdi. Artık sık sık Süleymaniye'deki 50 numaralı eve gidiyor ve oradaki Nur Taleberinden hizmetin usûl ve metodlarını öğreniyordum. Baktım olacak gibi değil. Otelde çalışırken biriktirdiğim bir miktar param vardı. 'Tevekkeltü Allah, bu bitinceye kadar Allah Kerim'dir' dedim ve otelden ayrılarak ben de onların

yanında kalmaya başladım. Her hallerini dikkatle takip ediyordum. Sabah dersleri Sabah namazını evde kılıp çıkıyor, sabah derslerine Aksaray ve Saraçhanebaşı'ndaki parka münavebeli gidiyorduk. (Aksaray ve Saraçhanebaşı'nın şekli o zaman başkaydı.) Sabahın erken saati olduğu için etraf sessizdi. Oralarda bir-iki saat Risale-i Nur'dan okur ve tefekkür ederdik. Ara-sıra bazı kimseler de derslerimize iştirak ederlerdi. Yine bir gün Aksaray parkında Risale-i Nur'dan haşre dair bir bahis okunmaktaydı. Bir genç karşı kanepeye oturmuş bizi dinliyordu. Her meseleyi olduğu gibi, haşir meselesini de iki kere iki dört eder derecesinde isbat eden Risale-i Nur'un muknî ve müdellel izahlarına o genç hayran kalmış, bilhassa 'İncir ağacı kendisi çamur yer, yavrusu hükmündeki meyvelerine süt içirir' mealindeki cümle çok hoşuna gitmiş. Bundan sonra derslerimize devamlı gelmeye başladı. Artık yavaş yavaş arkadaşlara ısındım. Beraber hizmete devam ettik. Bir gün Abdülmuhsin; 'Arkadaşlar! Üstad bir yerde diyor ki: 'Ben dünya yükümü bir elimle kaldırabilirim' (elindeki büyükçe bir bohçayı göstererek), 'İşte Üstadın dünyadaki malı mülkü, hepsi bu kadar' dedi. "Memlekete döndüm" Hz. Üstad, İstanbul'dan Emirdağ'a gitti. ben de altı ay

kadar İstanbul'a hizmette bulunduktan sonra askerlik yoklaması için memlekete gittim. Yanımda merhum Eşref Edip'in bastığı küçük Tarihçe-i Hayat'tan bir miktar götürmüştüm. Bizim Kadir Amca Risale-i Nur'un hakikatlarını herkese anlatmak istiyor, kendisinin eline daha evvel geçmediği için hayıflanıyordu. Müftülere, hocalara, kahvelere gider, daima Üstad Bediüzzaman'dan, onun büyük hizmetlerinden bahseder ve anlatırdı. Bu hal bazı münafıkların ve din düşmanlarının hoşuna gitmez, çeşitli bahaneler ararlardı. 'Ata et, arslana ot atılmayacağını' yani her mevzuun herkese anlatılmasının mahzurlu olacağını tam kestiremeyen Kadir Amca, halis bir niyetle ve insanları irşad etmek kasdiyle gece gündüz demeden anlatıyordu. Onun bu vaziyeti gizli din düşmanlarının şikâyetine mucib oldu. Defalarca şikâyet edildi. Savcılık harekete geçmeyince, bu kere, 'Gizli bomba imal ediyor' yalan ihbarlarıyla savcılık arama kararı çıkartarak Kadir Amcanın atölyesini ve evini arattırıyor. Neticede Risale-i Nur'dan birkaç parça ile dinî kitaplardan başka bir şey bulunamıyordu. Aynı arama kararında benim ve Halil Santepe isimli -Bize ilk Risale-i Nur'u getirenlerden- zatın evinin aranacağını haber aldık. Ben aramaya gelenleri iskele dediğimiz yerde bekledim. Birkaç saat sonra geldiler, beni sordular. Arama kararı aldıklarını, binaenaleyh evimizi arayacaklarını söylediler. Eve doğru yürümeye başladık. Bulunduğumuz yerden evimize yirmi dakikalık mesafe

vardı. Aramaya gelenlerden biri ilçe jandarma komutanı, diğeri Sami isimli bir polis memuruydu. Yağmur hafiften yağıyor ve biz hızlı adımlarla bizim eve doğru gidiyoruz. Yanımızda onlardan başka bizim akrabalarımızdan bir çocuk var. Ona mahallî lisanla, arka taraftaki yoldan çabuk bizim eve gitmesini, masada bulunan silâhı almasını, Risalelere dokunmamasını söyledim. O da öyle yapmış. Yolda giderken jandarma kumandanına gayet rahatlıkla niçin aramaya geldiklerini, suçumuzun ne olduğunu sordum, cevap vermedi. Polis memuru hayret ediyordu. Nasıl olur da konuşabilirdim? Bu cesareti nereden almıştım? Çünkü daha devr-i sabıkın zulüm ve işkence hırsları birtakım memurlarda henüz sona ermemiş ve bizim demokrasi içindeki hür düşüncelerimizi bir jandarma kumandanına söyleyebilmemizi cüret saymıştı. Eve gittik. Odaları aradılar. Buldukları birkaç Risale ile mektupları aldıktan sonra Halil Efendinin evini aradılar. Orada da birkaç Risale bulup gittiler. Ertesi günü savcılığa gitmemizi tembih ettiler. Savcılık durumu Rize Ağır Ceza Mahkemesine intikal ettirmiş. Ve Kadir Ustayı tevkif etmişlerdi. Bu hal bazı din düşmanlarının hoşuna gitmekle beraber, ehl-i îmanı incitmiş ve mahzun eylemişti. Ağır Ceza Mahkemesi ilk duruşmada Kadir Ustayı tevkif etmiş, ikinci duruşmada ise beraat ve müsadere edilen eserlerin sahiplerine iade edilmesi kararını vermişti. Bu mahkeme münâsebetiyle Risale-i Nur'lar halk arasında daha fazla duyulmaya başladı. Hattâ Kadir Usta, iade edilen Risale torbasını

sırtına alarak, bir bisiklete binip, kazada dükkân dükkân dolaşarak, 'Arkadaşlar! İşte devletin temel nizamlarını yıkmak için kullandığım âletler bu torbanın içindedir. Herkesin mâlûmu olsun' diyerek menfi zihniyet sahiplerini protesto etmişti. Üstad beni İstanbul'a istiyor 1953 senesi içinde Üstad Bediüzzaman tekrar İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Bir gün bir telgraf aldım. Telgrafta 'Üstad seni İstanbul'a istiyor, acele gel' deniyordu. Bu telgraftan birkaç gün önce Millî Eğitim Müdürlüğünce ortaokul mezunlarına öğretmenlik için ihtiyaç olduğu ilân edilmiş, ben de müracaat etmiştim. Talebelere îman hakikatlarını anlatmak hissi galebe çaldığı için Aziz Üstadın davetine icabet etmeme hamakatını gösterdim. Hata ettim. Fakat kısa bir zaman sonra tokadını da yedim. Gerçi kısa sayılacak zamanda çocuklara çok şey öğrettim, örnek hareketler gösterdim. Hem dünyevî, hem uhrevî meseleleri birleştirerek akıl, kalb ve vicdanın nurlanmasını temine çalıştım. Fakat bütün bunlar Hz. Üstadın hizmeti yanında bir zerre bile olamayacağını sonradan öğrendim. Ama iş işten çoktan geçmişti. Vazifeme son verildi Uzun kış gecelerinde akrabalarımızdan yanında kaldığım Ahmed Dayının evinde sohbet eder, Risalelerden okurduk. Vazifeye başladığım iki ay olmuştu. Bir Cumartesi okulu tatil edip, bazı talebelerle çarşıya

iniyorduk. Kasabaya yaklaştığımızda jandarma ve polisle dolu bir jip önümüzden geçti. 'Kimbilir nerede vukuat olmuş da bunlar oraya gidiyorlar' dedik. Meğer vukuatı yapan bizmişiz. Bizim menzilimizi basmaya gidiyorlarmış. 'Sen misin büyük Üstadın davetine icabet etmeyen, kaderin adaletine bak da gör' dercesine ehl-i dünyanın tazyikiyle muvakkat vazifemize son verilmek istenildi. Nihayet valilik emriyle vazifemize son verildi. Hâdise şuydu: Diyarbakır Öğretmen Okulunda okuyan bir arkadaşa küçük Tarihçe-i Hayat'tan göndermiştim. Orada arama yapmışlar. Arkadaş kitabı benden aldığını söylemiş ve adresimi vermiş. Bunun üzerine harekete geçilip, kaldığım evde birkaç Risale zabtederek, savcılığa çıkıp, bu kitapların yasak kitaplar olmadığını, hem yakında Rize Ağır Ceza Mahkemesinin iade ettiğini, binaenaleyh kitaplarımın geri verilmesini istedim. Savcılık sorgu hâkimliğine intikal ettirdi. Sorgudan men-i muhakeme ile kitapları tekrar geri aldım. Tabii bunlar yukarıda bahsettiğim gibi basit sebeblerdir. Bence esas sebep Üstadın davetine icabet etmememdir. Tekrar İstanbul'a Kısa bir tereddüt devresinden sonra 1953 Nisan veya Mayıs aylarında yine amcamın çalışmakta olduğu motorla İstanbul'a hareket ettik. 5-6 günlük yorucu bir deniz yolculuğundan sonra İstanbul'a geldik. Her zaman kalmakta olduğumuz Süleymaniye'deki eve gittim. Baktım ev yıkılmış. Komşular dediler ki: 'Ev sahibi bu evi yıkıp

yeniden yaptırmıştı. Tam girecekleri sırada bir gece böyle yıkılıverdi.' Sonradan öğrendiğimize göre ev yıkılmasaymış, bir daha bizlere kira için orasını vermeyeceklermiş. Allah'ın hikmetine akıl ermez. Orası yeniden inşa haline gelince bizim arkadaşlar Aksaray tarafındaki bir handa bir oda kiralamışlar. Orada kalıyorlarmış. Bir tanıdıktan adresini alıp gittim. Hakikaten bir han odası. İmkânlar mahdud. Ben İstanbul'a geldiğim vakit, Hz. Üstad dönmüş, Abdülmuhsin de Almanya'ya gitmişti. Bir müddet bu handa kaldık. Daha sonra Ahmed Aytimur'un havluculuk yaptığı binanın bir köşesine yerleştik. Bu sırada Abdurrahman Tan isminde sâfi kalbli, merd yürekli, sobacılık yapmakla geçimini temin eden bir zat bizim bu vaziyetteki hal-i pür-melâlimize dayanamayarak Süleymaniye'de iki katlı bir ahşap ev satın almış. Bize verdi. Artık Risale-i Nur'a hizmeti buradan devam ettirmeye başladık. Aksaray ve Saraçhanebaşı'ndaki sabah derslerimize devam ediyor ve Risale-i Nur'dan âzamî istifadeye çalışıyorduk. Bu arada eski yazı imlâyı da doğru yazmaya tâlim ediyor ve bir kısım zamanımızı da ona sarfediyorduk. Aksaray parkında tanıştığımız Hakkı ismindeki genç sık sık görüşür, onunla beraber yazı yazar ve mütalâa ederdik. Babası -Allah rahmet eylesin- merd, cesur, ehl-i sehavet bir zattı. Hakkı'nın henüz devam ettiği yatılı okulu bitirmeden bizimle arkadaş olmasını pek istemiyordu. Her nasılsa bizim Şehzadebaşı Camiinde yazı öğrendiğimizi duymuş.

Bir gün öğle namazına oraya gelmişti. Cemaat dağılınca etrafına bakmış, kimseler yok. O da gitmeye karar vermiş. O esnada bir de müezzin yerine bakayım, demiş. Merdivenlerden çıkarken yüz yüze geldik. Ben hemen yanımızda bulunan İslâm yazısı Asâ-yı Mûsâ'yı göstererek: 'Ne iyi ettin de geldin, Allah senden razı olsun. Bak şurayı okuyup anlayamadık. Sen bize oku da izah et' deyince birden gevşeyiverdi. Asâ-yı Mûsâ'yı eline aldı. Birkaç satır okuduktan sonra 'Çalışın çocuklar. Malım mülküm size helâl olsun. Sizi affettim. Kafalarınızı birbirine vurmak için gelmiştim. Mâdemki böyle bir hakikat için çalışıyorsunuz, ben size yardımcı olacağım' diyerek sükûnetle ayrılmıştı. Ondan sonra Hakkı'nın bütün ailesi bize ve Nurlara dost oldular. Evleri ikinci medresemiz oldu. Kirazlı Mescid Sokağında Kirazlı Mescid Sokağındaki daracık evde hizmetlerimizi yürütmeye devam ediyorduk. Bir taraftan Kur'ân'ın tefsiri olan Nur Risalelerini okuyor, diğer taraftan muhtaçlara ulaştırmak için teksirle ve İslâm yazısı ile çoğaltıyorduk. Öylesine huzur ve sürûrla dolu idik ki, tarifi imkânsız. Maddî imkânlarımız çok kıt olmasına rağmen, Risale-i Nur'un hizmetinden başka bir şeye bakmıyorduk. İçimizi doyuran, duygularımızı tatmin eden ruhânî ve mânevî hazla dopdolu idik. Adeta ihsan-ı İlâhî tarafından âciz, fakir ve zayıf omuzlarımıza büyük bir hizmetin yükü tevdi edilmiş gibiydi.

Cenab-ı Hak, bize mütevekkilâne sabır ve sebat imkânı vermiş, gelecekte inkişâf edecek büyük davanın bir nevi bekçiliğini yapma görevini bizlere yüklemişti. Allah rızası için bu kudsî hizmeti elimizden geldiği kadar yapmaya karar vermiştik. 1954 Mart'ında askere gitmek üzere ayrıldım. Askerlik müddetince boş zamanlarımda birçok Risale yazdım. Büyük Sözler Mecmuasını tashih için Üstada gönderdim. Üstad Hazretleri tashih ettikten sonra arkasına dua yazarak geri gönderdi. Askerden sonra Askerlikten sonra İstanbul'a geldim. Eski arkadaşlarımızla tekrar çalışmaya başladık. Bu arada Ankara'da Risale-i Nur'lar matbaada basılmaya başlamıştı. Allah rahmet eylesin, Ankara Hukuk Fakültesinde okuyan Atıf Ural, İstanbul'dan bir yardımcı istedi. Arkadaşlar beni gönderdiler. İlk olarak Sözler mecmuası tabediliyordu. Risaleler tabediliyor O zamana kadar ancak el yazısı ve teksirle çoğaltılabilen Nur Risalelerinin 1957 senesinde resmen matbaalarda basılması büyük sevinçle karşılanmıştı. Her tarafta bayram havası vardı. Üstad Hazretleri bu Risalelerin basılmasına o kadar ehemmiyet veriyordu ki, çabuk tashih edilip, formaların basılması için Tahirî Ağabeyle Ceylân kardeşimizi de Ankara'ya göndermişti. Basılan formalar biraz geç kalınca mutlaka sordurur,

merakla neticeyi beklerdi. Bir gün matbaacılar araya bir iş sokup, bizim baskı işimizi 15 gün kadar geri bırakmışlardı. Ceylân Ağabey bunu fırsat bilerek hemen Hz. Üstada bir mektup yazıp müsaade isteyerek, peder validesini ziyaret etmişti. Üstad Hazretlerinden gelen cevap, 'Nurların Ankara'da basıldığı bir zamanda medreseyi -uyuyarak dahi olsa- beklemek oradan ayrılmadan daha hayırlıdır' şeklinde idi. Yine bir başka gün Ulucanlar'da kaldığımız evin zili çalındı. Kapıyı ben açtım. Tanımadığımız bir zat selâm vererek içeri girdi. Atıf Ural, o esnada Risalelerin tashihiyle uğraşıyordu. Hiç başını kaldırmadan -sesinden anlamış olacak ki- 'Hoşgeldin ağabey' dedi. Ve tashihine devam etti. Kemal ismindeki bu kâmil zat, Atıf'a hiç gücenmeden onu tebrik ederek, vazifesine devam etmesini diledi ve ona dua ederek ayrıldı. Sözler Mecmuasının baskısı bitince o zaman DP Isparta Mebusu olan Nur Talebesi Dr. Tahsin Tola'nın nezareti altında bir kamyona yükleyip İstanbul'a cilt için gönderdik. Din düşmanlarının ihbarlarıyla, polis kitaplarımıza el koyar diye endişeleniyorduk. Dr. Tahsin Tola'nın dokunulmazlığı olduğu için, herhangi bir müdahaleye karşı kitaplar benim diyecek ve polisler teslim etmeyecekti. Bütün mesuliyeti üzerine alan kahraman doktorun ihlası ve Allah'ın inâyetiyle hiçbir hâdise ile karşılaşmadan kemal-i rahatla kitapları İstanbul'a naklettik. Hâzâ min fadlı rabbi. Sözler Mecmuasından sonra Lem'alar ve Mektubat

tab'edildi. Ankara Medrese-i Yusufiyesinde Mektubat'ın son formaları basılırken Nazilli'de bir hâdise olmuş, bunun üzerine gazeteler Nur Talebeleri aleyhinde yalan beyanlarda bulunup havayı bulandırmak istemişlerdi. Üstadımızın hizmetinde bulunanlar, gazetelerin bu yalan ve iftiralarını ortaya koyup hakikatı bildiren bir lâhika mektubu neşredip, Nur Talebelerine göndermişlerdi. Daha okunaklı olması ve daha fazla kimsenin istifade edebilmesi gayesiyle Mustafa Türkmenoğlu, bu lâhika mektubunu matbaada bastırmıştı. O esnada Mektubat'ı kamyona yüklemiş, İstanbul'a götürmek için hazırlıklarımızı tamamlamıştık. Türkmenoğlu ile ikimiz İstanbul'a hareket ettikten sonra matbu mektubu bahane ederek 'Nurcular beyanname dağıttılar' şeklinde gazeteler hücuma geçtiler. Ankara C. Savcılığı mektupta ismi bulunanların derhal gıyabî tevkifatını kesmiş, Türkmenoğlu ve benim tevkifim için de İstanbul emniyetine haber salmış. Ertesi günü âşina olduğumuz polisler bizi 1. Şubeye götürdüler. Bir gece misafir kaldıktan sonra trenle polis nezaretinde Ankara'ya gittik. Gıyabî tevkif, vicâhîye çevrilerek Ankara merkez hapishanesine gönderildik. Bizden evvel Zübeyir Gündüzalp, Ceylân Sungur, Ahmed Kalgay Ural ve Tahirî Mutlu ağabeyler orada idiler. Kaderde tayin edilen rızkımızı orada yemek varmış. Ürpermeden, çekinmeden ve aslâ fütur getirmeden Medrese-i Yusufiye'ye alıştık.

Mahpuslar bizlere azamî hürmet ediyorlardı. Biz de onlara nasihat ediyor, Risalelerden okuyorduk. Dr. Tahsin Tola, İstanbul Barosu avukatlarından Av. Bekir Berk'e bizim davamızı almasını rica etmiş, o da memnuniytle kabul ederek vekâletname tanzim edilmek üzere ziyaretimize geldi. Vekâletname tanzim edildi. Bize ilk sorusu şöyle olmuştu: Arkadaşlar! Biz sizlerin bir an önce hapisten çıkmanız için mi çalışalım; yoksa inandığınız dava için mi müdafaa yapalım?' Biz hep beraber, 'Bizler burada on sene yatsak razıyız. Siz Risale-i Nur'daki ulvî davanın müdafaasına çalışınız' dedik. Bu şekildeki cevabımız genç avukatın ruhunda şimşekler çaktırdı. Umumiyetle bütün avukatlar müvekkilleriyle 'Aman avukat bey! Beni bu hapishaneden çıkar da ne olursa olsun' şeklinde muhatap olduklarından, bizim o şekildeki cevabımız karşısında takdir duygularını ifade etti. Ve bize bu ruhu nakşeden kuvvetin menbaını, Risale-i Nur'u okuma ihtiyacı duyarak Nur Külliyatını kısa zamanda mütalaa etmişti. Artık müdafaa kolaydı. Maznun sandalyesinde oturan masum insanların tek suçu iman hakikatlarına susamış bir milletin mânevî yardımlarına koşmaları, vatan, millet din sevgisinin kalblere nakşedilmesi için Risale-i Nur'larla hizmet etmeleri, her türlü şer kuvvet ve materyalist zihniyetle Allah rızası için mücadeleleri idi. Müdafaa bu çerçeveler mucibince hazırlanadursun savcılık makamı da iddianamesini tanzim etmiş, şahsî

nüfuz ve menfaat temini gayesi ile propaganda yaptığımızı ileri sürerek tecziyemizi istemişti. En ufak bir telaşımız yoktu. Bütün düşüncemiz Risale-i Nur'u en güzel şekilde müdafaa edebilmekti, onun hakikatlarını mahkeme heyetine ve dinleyicilere duyurabilmekti. Nitekim öyle de oldu. Bütün maznunların müdafaalarının mihrak noktasını, Risale-i Nur'un hakikatlarını beyan, Muhterem Üstadın gaye ve maksadını izah ve onun yüksek şahsiyetini bir nebze olsun dile getirmek teşkil ediyordu. Son müdafaa celsesi Son müdafaa celsesi... Çok kalabalık bir dinleyici ve Risale-i Nur'un hakikatlerinden mülhem hazırlanan müdafaası ile genç avukatımız Bekir Berk, müdafi mevkiinde. Kendisine has üslûbuyla hey'et-i hâkimeye; otuz yıllık baskı, terör, zulüm ve işkence ile din-i İslâma vurulan ve fakat vurdukça geri tepen alçakça silâhların muhasebesini yapmakta, karanlık devirlerin milletçe çekilen ızdıraplarını dile getirmektedir. Ve nihayet Üstad Bediüzzaman'ın iman ve Kur'ân'a hizmet eden bu vatanın en sadık ber evlâdı olduğu, Risale-i Nur'un millet ve gençliğin mâneviyatını kurtaran eser külliyatı olup, herkesin ona muhtaç bulunduğunu belirterek ondan istifade edilmesi gereğini müdafaalarında uzun uzun izah etti. İttifakla beraatimize karar verilen mahkemede her maznun kendine ait ithamları cevaplandıran birer müdafaa hazırlamıştı.

Mahkeme sonra Mahkeme safahatı, itham ve iddialara verilen cevap ve yapılan müdafaalar sayesinde büyük çapta Risale-i Nur'un müsbet manâda ilânatına vesile olmuştu. Demek kader-i İlâhî'nin bir cilvesi idi ki, basit bir sebepten meydana gelen bu hapis musibeti, inâyet-i Hakla rahmete çevrilmiş ve hakikat-i Nuriye'nin mânevî fütuhatı dalga dalga memleket afakında yayılmıştı. Biz hapiste iken Fırıncı Ağabey (Mehmed Nuri Güleç) Üstad Hazretlerinin ziyaretlerine gittiğinde Üstad, 'Kardaşım ehl-i dalâlet Demokrat Hükümetle aramızı açmak istiyor. Şimdi bana da gelseler hiç itiraz etmeden bağlamaları için kollarımı uzatacağım. Merak etmeyiniz taarruz ondan bire indi' dediklerini bize nakletti. Hazret-i Üstadın bu beyandan maksadı; millet ekseriyetinin toplanarak meydana getirdiği Demokrat Hükümeti muhafaza etmek suretiyle din düşmanlarına fırsat vermemek ve Nur Talebelerinin hükümetin aleyhine geçmelerine mani olmak ve ikaz etmekti. Vatan, millet, din hesabına Kur'ân hakikatlerini neşretmek suretiyle asrımız insanlarının maddî-mânevî huzur ve saadetini temin etmekten ve iman-ı tahkikîyi kalb ve gönüllere nakşetmekten başka gaye takip etmeyen Nur Talebeleri, hiç bir zaman tahriklere kapılmamışlar, her zaman olduğu gibi o zaman da itidal ve temkinle hareket ederek müfterilerin plânlarını akîm bırakmışlardı.

Annemi ziyaret ettim Mahkememiz beraatle neticelenip dâvâ sona erdikten sonra, dört senedir gidemediğim şimdi merhum validemin ziyaretine gittim. Okumuş olmamasına rağmen Allah'a olan kuvvetli îman ve teslimiyetle dop dolu buldum. Her gittiğimde söylediği gibi, yine tekrar sordu: Ne zaman döneceksin?' 'Ona göre, o gece evde kalmadan Allah'a ısmarladık deyip gidebilirdim.) Kaç gün kalabileceksin demezdi rahmetli anam... Şefkatini, sevgisini hep gizli tutar, göz yaşlarını hep içine akıtırdı. Ne yapalım evlâdım, işlerin, güçlerin fazla, seni bekleyen hizmetlerin var. Âhirette inşallah beraber oluruz' diye kendini avuturdu. Komşular onun bu haline hayret eder, 'Bir tek oğlun var, niye salıveriyorsun, biraz yanında kalsın ya!' diye sitem ederlerdi. O ise hiç oralı olmaz, mütevekkilâne, sabûrâne kaderin çizdiği istikamete boyun eğerdi. Senenin hemen her günü oruç tutar, hiç kimseyi asla incitmezdi. Köylü ona melek gibi bir insan nazariyle bakardı. Mahallî tabirle, 'Cennet böceğidir bu kadın' diyorlardı. Yemeğini yemeyen kimse yoktu köyde. Öylesine masumdu. Allah rızası için yapamayacağı fedakârlık yoktu. Annem yetmiş-yetmiş beş yaşlarındaydı. Kendi yaşını kendiside bilmezdi pek, Cihan Harbinden tutardı hesabını, 'Seferberlikte yeni yetme kızdım' diyerek, yaşını bulmaya çalışırdı.

Tahsil görmemişti. Yalnız Kur'ân okumasını bilirdi. Tarla işlerinden fırsat buldukça koyun postundan seccadesine çömelir, bir dervişin ahenkli yalpasıyla sağa-sola yalpalayarak Kur'ân'ını, evradını okurdu. "Şeriatı getireceksiniz ha!" Anamdı. Başımı kucağına koyup beni büyüten anam... Çileli günlerin bütün ızdırabını yüreğine gömerek bana, kardeşlerime hep iyiyi, hep güzeli anlatan anam, Allah'ın varlığını, birliğini, yüceliğini yüreğinin inançlı köşesinden fışkıran kelimelerle körpe dimağımızı yoğurmaya çalışan anam. Ben Ankara hapishanesinde iken anam da 'Devletin temel nizamlarını dinî inanç ve akidelere uydurmak maksadiyle propaganda yapmak' suçundan yargılanıyordu. Oysa devleti de temel nizamlarını da bilmiyordu, propaganda kavramından habersiz bulunuyordu, ama savcı parmağını namlu gibi yüzüne uzatıp uzatıp çekiyor, sesindeki tehdit pürüzleri salonun grî duvarlarını sıvayarak. 'Sen şeriatı getireceksin ha!... ' diye itham ediyordu. Anlamıyor, öyle tuzağa düşmüş serçenin ürkekliğiyle bakıyordu anam. Mahkemeye ilk çıkışıydı. Duruşunda bir azamet vardı her şeye rağmen. Bazılarını ürküntü dolu görünen bakışları savcıya meydan okur gözükmüş olacaktı. Hiddetine hiddet, hücumuna hücum katarak ithamını tazeliyordu: Şeriat getireceksin ha!' Anamın yanında halam, onun

yanında kızkardeşlerim vardı. Halam ellisini geçmiş, anam ise yetmişini sürüyor. Ve savcı bey durmadan, dinlemeden ithamlarını sıralıyordu: Şeriat getireceksiniz ha!.. Ayin yapıyorsunuz ha!.. Dini siyasete âlet ediyorsunuz ha!.. Yaşlı mahkeme reisi tereddüdün engebeli boğumlarıyla boğuşuyordu. Belli ki dört köylü kadının temiz inançları onu da etkilemiş, siyasetin ne demek olduğunu bilmediklerinden emin, nasıl siyaset yapabileceklerini düşünmeye başlamıştı. O tereddüd içinde bir savcıya bakıyor, bir maznunlarda gözlerini dalgalandırıyor, oradan granit kadar sessiz dinleyen halkla bütünleşiyordu. İhtimal kafasının içinde buruk, acı ve hattâ biraz komik bir sual dönüp dolanmakta idi: 'Şeriatı bunlar getirecek, vay canına!.. İhbar almışlardı. Bir solcu öğretmenle bir CHP üyesi şikâyet etmişti onları. 'Falanca köyde falancanın evinde her gece Nur ayini yapılıyor.' İhbarları değerlendirmeye koşmuşlardı. Yanlarında muhbirler, jandarmalar, polis ve muhtar olduğu halde, evin üst yanındaki tümseğe çöreklenip geceler boyu beklemişlerdi. Ha bu gece, ha öbür gece... derken tam üç gece üst üste. Fakat bir fevkalâdelik yoktu evde, bütün köy evleri gibi sessiz, sakin. Biraz da gecenin meçhulüne gömülmüş, esrarlı. Komiser bey orada sıkılmış, muhbirlere çıkışmıştı:

Hani?' Arada jandarma başçavuşu fikir yürütmüştü: Bir yanlışlık olacak, hiçbir şey olmuyor.' Muhbirler işi sıkı tutmaya kararlıydılar. İçerde neler var neler, girmeden anlayamazsınız ki.' Nur Risalelerini çoğaltıp dağıtıyorlar. Bunlar çok tehlikeli insanlardır. Makineli tüfek filan bulunduruyorlardır mutlaka.' "Evi basalım..." Muhtar akraba gelirdi bize. Gelirdi ya, Halkçı oluşunu akrabalığından öne çıkarmıştı. Bu ev Demokrattı. Birinci düşmanlık sebebi. Bu evdekiler çok dindardı ve Risale-i Nur okuyorlardı; ikinci düşmanlık sebebi. Köylülere tesir ediyor, Halk Partisine oy verdirmiyorlardı. Üçüncü düşmanlık sebebi. "Evi basalım!.. Ev halkı komşuda idiler. Yaz mevsiminde geceler kısaydı. Akşam ile yatsı arası uzun bir süreydi. Günün yorgunluğunu üstlerine çöreklenir de uyuyakalırlar, yatsı namazını kaçırırlar diye komşu evlerine giderlerdi. Azıcık dertleşmek, birkaç satır söyleşmek, bu arada yatsıyı beklemek için... Dönmüş, namaz hazırlığına başlamışlardı.

Basalım' demişti muhtar, 'evi basalım.' Kapıya yüklenmişlerdi. Açılması gecikince pencereye. Kapağı kırmışlardı. Bir jandarma eri içeriye dalmıştı. Komutanın emriyle gaz lambasının ürkek ışığı vicdan sızısının yüzüne kazıdığı telleri tıngırtıyordu. Belki de köyünü hatırlamıştı, evini, ailesini, hatırlamıştı. 'Korkmayın' demişti sızım sızım bir sesle, 'birşey yok, korkmayın.' Kapıyı açmıştı diğerlerine, içeri fışkırmışlardı. Muhbirler kara vicdanları kadar koyu karanlığın ortasında başbaşa kalmışlardı. İçerdekilerden çok daha ürkek, çok daha korkaktılar. Yine de siyasetin taassubunda, şahsî kinin kıskacında vicdanlarını duyamıyorlardı. Kimbilir belki de bir vicdan taşımıyorlardı. Muhtar sofada dinleniyordu. Raftan aldığı kitabı ileri geri sallıyor, hıncına salyalarını katarak hım hım sesi isli duvarlara çarpıyordu: Ben size bu kitapları okumayacaksınız demedim miydi?.. Ben size tembih vermedim miydi? Ben size...' İlk şaşkınlık dağılmış, yerini meçhul bir korkuya bırakmıştı. Evde bir erkeğin bulunmayışı en büyük üzüntü kaynağıydı. Erkekler hem aile bütçelerine tanzim, hem de devlete vergi vermek için gurbete çıkmışlardı. Ben ise Ankara'da anamın itham edildiği suçtan(!) mevkuf bulunuyordum. Anam...

Devletin

düzenini

değiştirmekten

sanık...

Yetmiş yaşında okuma yazması olmayan bir köy kadını, mantık tepe taklak olmuş, dört kadının ne yapıp da, nasıl bir ordu kurup da, ne gibi silâhlar kulanıp da düzeni değiştirebileceklerini soran, düşünen yok. "Suçsuzdurlar!..." Köylü sabahın erken saatinde yankılanan bu haberle korkunun cenderesine kısılmış. Kur'ân-ı Kerim'leri bile saklama telaşında. (Şimdi düşünüyorum, bir sonuç alamayacaklarını bile bile kasıtlı davranışlar acaba halkı ürkütüp dinden uzaklaştırmaya mı matuftu? Şayet öyle ise başaramadılar.) Çünkü savcının ithamı yalnızca mahkeme duvarlarında asılı kaldı. Şeriatı getireceksin ha!.. Ağır cezaya kaldırılmasına rağmen beraat kararı, muhbirlerin ve müttehimlerin yüzüne kırbaç kırbaç şakladı. Suçsuzdurlar!.. Ben, mahkemeden sonra köye gitmiş, hâdiseyi köyde öğrenmiştim. Birkaç gün kaldıktan sonra yine Ankara'ya döndüm. Yeni bir şevk, taze bir heyecanla Risalelerin tab işleri ile tekrar başbaşa kaldım. Tarihçe-i Hayat'ın neşri Bu sefer büyük Üstadın Tarihçe-i Hayat'ı basılıyordu. Onu gören, Onu bilen, Onu tanıyan ve hizmetinde bulunan

sadık talebeleri Aziz Üstadlarının tarihçe-i hayatını, meslek ve meşrebini kaleme almışlar. Risale-i Nur'un müellifini yüksek vasıflarını nazara vermek istiyorlardı. Hazret-i Üstad ise kendi hususî hayatı ile ilgili çoğu yerleri çıkarmış ve nazarları tamamiyle Risale-i Nur'a tevcih ettirmişti. O, 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, her şey Risale-i Nur'a aittir' düsturunu benimsetmeye çalışıyordu ve bu açıdan meseleye bakıyordu. Risalelerden yazdığı hakikatleri önce nefsinde tatbik etmeyi bilen ve her haliyle yaşayan Aziz Üstadın bu Tarihçe-i Hayat'ı tab edilirken Üstada ait fotoğrafların esere girip girmemesi bahis konusu oldu. Şark'tan bir kısım talebeleri fotoğrafların girmemesi taraftarıydılar. Eserin baskısı hitama erince yine ciltletmek için Ankara'dan İstanbul'a götürdük. İlk ciltlenenlerden bir miktar alıp o zaman Emirdağ'da bulunan Hazret-i Üstada götürdüm. Büyük bir memnuniyetle karşıladı. Kitabı eline alarak biraz karıştırdı. Ve bana dönerek: Bu kitap kaç panganottur' diye sordu. Yirmi beş liradır efendim' dedim. O zaman Üstad: En az kırk panganot olmalı... Çünkü ucuz olan ucuz bakar. Hem burada Eski Said'in resimleri de yok' (niye konmadı mânasında) diye bazı tavsiyeler de bulunduktan sonra Asâ-yı Mûsa'dan bir miktar ders okuttu. Sonra müsaade isteyip ayrıldım. O anda hizmetinde rahmetli Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey vardı. Bir müddet onların yanlarında kaldım. Ayrılırken Mustafa Acet'e yeni

yazdırılan 'Hizbü'l Envar-ı Hakaik-ı Nuriye'yi bastırmak için alarak İstanbul'a getirdim. Ankara'da Tarihçe-i Hayat'ın baskısı bitince İstanbul'a geldim. Neşriyat işini İstanbul'a aldık Ben Ankara'da iken bizim Fırıncı Ağabey, Üstad Hazretlerinin ziyaretine gider. Üstad ona 'Ankara, Samsun, Antalya çalışır, İstanbul uyur' mânâsında ikazda bulununca, derhal harekete geçerler ve ilk olarak Mesnevi-i Nuriye'yi tab ederler. O tarihlerde Risale-i Nur'un neşriyatı Samsun'da ve Antalya'da da devam ediyordu. Hattâ Üstadı Isparta'da bir ziyaretimde Mustafa Ezener'e yardım için beni Antalya'ya gönderdi. Hutbe-i Şamiye tashihini bitirdikten sonra tekrar Üstadı ziyaretimde: 'Kardeşim Risale-i Nur'lar küfrün belkemiğini kırmıştır. Artık doğrulamaz' buyurmuşlardır. Zübeyir Ağabeye, 'Bu benim misafirimdir' deyip kendi yemeğinden bana bir miktar ikramda bulundular ve Ceylân Ağabeye dönerek, 'Şimendifer parası ne kadar?' diyerek bilet parasını verdiler. Bu defa neşriyat işlerini İstanbul'da yapmaya başladık. Hazret-i Üstad, Risalelerin süratle çıkmasını istiyor ve bir an önce milletin istifadesine sunulmasını arzu ediyordu. Zaten tek maksadı insan olarak dünyaya gelen zişuurların saadet-i ebediyeye nail olmaları için tahkiki imanı kazanmaları ve bu suretle Cehennemden kurtulmaları idi.

Onun yüksek şefkati, aziz ruhu ve ism-i Rahîm'e mazhar olan asîl şahsiyeti düşmanlarına beddua etmekten bile kendini men etmiş, onlara iman nasib etmesini dileyerek zamanımızın Sıddîk'ı olmuştu. Hazret-i Üstadın bu yüksek şahsiyetini o zamanlarda naçiz kalemimle şöyle dile getirmiştim: Asrımıza hoş geldin Ey muhterem Müslüman, ey mücahid kahraman Sultansın gönlümüzün köşesinde he zaman... Ulvîleşen ruhunla fetheyledin âlemi Örnek olsun cihana, kırdın küfrün kalemi... Nefes aldı insanlık zulmün pençelerinden Kurtardın biiznillah cehaletin selinden... Yılmadın, yorulmadın çarpıştın mülhidlerle Hakir gördün hayatı Nurlu mücahidlerle... El kaldırıp Rahmana nice yıllar yalvardın Milyonlarca insanın kalbinde yüce aldın... Cihad meydanlarında savaştın at üstünde, İ'lâ ettin Kur'ân'ı kâfir Moskof önünde... Rabbim gönderdi seni muzdarip bir beşere Kavuşturdu bizi yepyeni bir esere... Sildik gözlerimizden akan kanlı yaşları Kutladık uğrunda feda olan başları...

Nurun nurlu yolunda hız aldık gidiyoruz, En derin sevgimizle seni selâmlıyoruz. Kalbimizin tahtında sultan gibi oturdun, Susayan insanları iman ile doyurdun... Hâdimsin sen Kur'ân'ın eşsiz ulviyetine, Uymaktır makasıdın Peygamber sünnetine... Yandın yanardağ gibi, lâvlar saçarak geldin Karanlık, kapkaranlık küfrü yırtarak geldin... Ab-ı hayatı sundun ölmüş olan ruhlara, Güneşler gibi doğdun kararmış bulutlara. Kükredi birden bire kanları uyuşanlar... Hakkın yoluna geldi kötü yolda koşanlar, Nur aldı Nurlandılar, genç ihtiyar, kadın kız. Kudsî dâva uğruna feda olsun başımız... Müsterih ol ey Üstad ey büyük insan artık Nâşiriyiz Nurların nurlu gözlükler taktık. Milyonlarca insan kurtulmuştur bu Nurla, Sabrın mükâfatını seyret artık huzurla... Gebermek üzere küfür, ezeceğiz başını... Sil artık doksan yıllık mübarek göz yaşını. Yetmez mi bunca yıldır bizim için çalıştın? Zulmün boyu devrinde zâlimlerle çarpıştın.

Sabrın mükâfatını Rabbim ihsan eyledi, Nurların intişarı düşmanı kahreyledi... Bugün milyonca insan minnettardır hep sana. Şefkatine eremez toplansa yüzbin ana... Gâye uğruna ölüm senin için hiç olmuş... Mahkemeler, zindanlar Nura medrese olmuş, Rehberimiz Kur'ân'dır, parolamız muhabbet, Bekliyoruz her zaman Cenab-ı Hak'dan rahmet Denizler gibi çoştun, zındıklarla boğuştun, Allah'a giden yolda meleklerle buluştun. Azimkâr çalışmanla zulmün ufkunu deldin Ey vakur büyük insan, asrımıza hoş geldin... Yeni bir devre başlıyor Adliyeler vasıtasıyla önüne geçmek için çare aradılar ve her tarafta mahkemeler açtırmak suretiyle gözdağı vermek istediler. Fakat heyhat! aldandılar. Çünkü Nur Talebeleri onların itham etmek istedikleri suçlardan tamamen berî idiler. Her zaman olduğu gibi bu fırtınada da göğüslerini gererek mahkeme önünde haklı davalarını savunmaktan geri kalmadılar. Bilakis mahkemeler onların şevk ve gayretlerini artırdı. Mukavemet göstermeleri ve merdane çıkışları Risale-i Nur'un maksat ve mahiyetini daha da süratli intişarına vesile oldu. Risale-i Nur hizmeti için yeni bir safha açılmış oldu.

Tarihini hatırlamıyorum. Yine Üstadın ziyaretine gitmiştim. 'Bu bizim Mehmed Emin mi?' diye iltifat ettiler. Hazret-i Üstad: Kardaşım İnebolu'da Nazif Çelebi (Allah rahmet eylesin) mühim Risaleler teksir ediyor, yardımcıya ihtiyaç var. Sen onun yardımına git diye emretti. Ben de hemen İstanbul'a ve oradan da bir vapurla İnebolu'ya gittim. Risaleler Anadolu ve âlem-i İslâm çapında neşrolmaya başladı. Böylece iman hareketleri dalgalanmaya başladı. Uzun senelerin biriktirdiği zulmetli kâbus dağılmaya yüz tutmuş ve hakaik-i Kur'âniye gönülleri ferahlandırıp, kalb ve ruhları Nur'larla ziyalandırmıştı. Artık Anadolu insanı bahtiyardı. Kuraklıktan şerha şerha çatlayıp viran olmuş gönülleri Nur Risaleleri toprağa düşen Nisan yağmuru gibi serinletip adeta yeniden hayata kavuşturuyordu. Anadolu dolayısıyla bütün Müslümanlar, büyük bir bayram sevinci içinde bunca çektikleri sıkıntı ve işkenceli hayatlarının sona ermesinden sürurla dopdoluydu. Bu, aslında İlâhî takdirin ve inâyet-i Rabbanîye'nin Hazret-i Bediüzzaman'ın duasına mükâfaten ihsan ettiği bir nimet-i azime idi. Büyük Üstadın 'Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum, her şey Risale-i Nuru'a aittir' demesi, nazarları hep Risale-i Nur'a veriyor ve Nur'ları okuyanları, neşredenleri tebrik ediyordu. Hizmet-i imaniye bu şevkle inkişaf etmekte devam

ederken milletimizin ezelî düşmanları gizli dinsizler bu saf iman hareketinin yayılmasını hazmedemediler. Artık Türkiye, eski devirlerin habis baskılarından bir derece kurtulmuş, demokrasiye yanaşmıştı. Bunun için bu hizmete direkt engel olamadılar. İnebolu İnebolu, Batı Karadenizin şirin bir kasabası. Üstad Bediüzzaman Said Nursî vaktiyle nefyi sırasında buraya da uğramıştı. Her hareketi hikmetle tanzim eden Cenab-ı Hak, kim bilir belki de ileride büyük hizmet görecek olan sadık kullarını tâ o zamanda istikbal için oraya göndermiş olabilir. Nitekim de böyle oldu. Üstad, İnebolu'nun bir caddesinden geçerken ona selâm vaziyetinde duran pırıl pırıl gençle gözgöze gelmişlerdi. İşte bu zât merhum Hacı Nafiz Çelebi idi. Bir anlık selâmlaşmanın üzerinde bıraktığı sıcak muhabbeti uzun zaman kalbinde yaşatan Nazif Çelebi, nihayet Üstad Kastamonu'ya nefyedildiği zaman ziyaretine gidiyor ve hizmet-i Nuriye'ye yardım etmeye başlıyordu. Belki de ilk defa el yazısı ile mumlu kâğıda yazıp kitap basan bu zattır. Uzun zaman kalemle istinsah edilen Risale-i Nurlar Nazif Çelebi'nin bulduğu bu formül sayesinde kolaylıkla çoğaltılmaya başlanmıştı. Beni kendisine işlerinde yardım için çağırmıştı. Beraberce bir hayli çalıştıktan sonra vazife bitince yine

İstanbul'a geldim. Artık hizmet-i Nuriye her tarafta inkişafa başlamış. Kur'ân tefsiri olan Risale-i Nur'a karşı alâka ziyadeleşmişti. Buna mukabil mahkemeler, sorgular, takipler de devam ediyordu. "Gerçek maksadınızı öğrenmek istiyorum" Bu cümleden olarak bir gün beni Birinci Şubeye çağırmışlardı. Gittim. Komiser bey iltifat ederek yer gösterdi, kahve ikram etti. Bak' dedi, 'bu sefer yine beraat edeceğinizi biliyorum, ama ne yapalım ki vazifemiz bunu gerektiriyor. Ancak anlayamadığım bir soru, çözemediğim bir müşkilim var, onu sizden zapta geçirmemek kaydıyla ve bir vatandaş sıfatıyla anlatmanı rica edeyim.' Buyurun' dedim. Efendim' dedi, 'ben sizin ve Bediüzzaman Said Nursî'nin gerçek gaye ve maksadınızı, fikir ve düşüncenizi öğrenmek istiyorum. Devletin sizinle bu derece uğraşması, bunca takip, mahkeme ve hapisten yılmayıp, hiç fütursuz çalışmanızdaki gaye ne ola ki, bu derece bu faaliyetinize ehemmiyet veriyorsunuz? Zahire baktığımız zaman hiçbir menfi durumunuzu tespit edemiyoruz. Mahkemeler ise her defasında beraat veriyor. Bu meselelerde lütfen beni aydınlatır mısınız?' deyince güldüm ve ayağa kalkarak pencereye yaklaştım, kendisini de yanıma çağırdım. 'Bak,

dedim, şu köprüden geçen insan kalabalığını görüyorsunuz.. bölük bölük.. binler.. on binler.. milyonlar... Ve insan olarak dünyaya gelen herkes ve hattâ siz, bu köprüden rahatça geçtikleri gibi âhirette sırat köprüsünden de aynı rahatlıkla geçebilmelerini, Cehennem ateşinden kurtulup, ebedî saadete nail olmalarını dilemekten başka hiçbir dünyevî ve siyasî maksad ve gayemiz yoktur. Bunun böyle olduğunu, mahkemeler, bilirkişiler tesbit etmişler, defalarca beyan ve ikrarda bulunmuşlardır. Madem ki ne siz ve ne mahkemeler bu gayenin dışında bir maksad ve gayenin mevcudiyetini tesbit edemediniz, niye kendinizi zorlayarak mevhum bir suç ihdas etmek istiyorsunuz? Risale-i Nur meydanda.. onu okuyanlar da meydanda.. ve onların fiilî durumları da meydanda.. Şimdiye kadar Nur talebelerinin asayişi ihlal eden bir ciheti görülmüş müdür? Bediüzzaman Said Nursî'den kim zarar gördüğünü iddia edebilir? Bilâkis o, bu eserleri yazmasa idi bugün memleket imansızlık çamurunda boğulacak, ebedî hayatı mahvolacaktı. Kur'ân, İlâhî kitap ve Onun hakikatlerini kalpte, kafada ve vicdanda yerleştiren Risale-i Nur, bu asır insanlarının muhtaç olduğu imanî huzur ve saadetin rehberidir, tavsiye ederim, boş zamanlarınızda okuyun' dedim. "Göz ise, maneviyatta kördür" Ne kadar izah ettimse inanmak istemedi. Mevcut alışkanlığını terk etmek ona zor geliyordu. Ona göre her şey dünya için bir menfaat karşılığında yapılır. Halbuki

bizler yalnız Allah rızası için hizmet ediyor, maddî-mânevî bir karşılık beklemiyorduk. İşte hafsalasının alamadığı taraf burasıydı. Nasıl olur da parasız-pulsuz hiçbir menfaat beklemeden uzun seneler bu hizmette kalabilmişiz. Neden herkes gibi maddî düşünceye sahip değil de yalnız Risal-i Nur'u ihtiyar etmişiz. Anladım ki ne yapsak nafile. Çünkü o Risale-i Nur'u okumamış, ondaki hakikatleri idrak etmemişti. Her şeyi madde gözü ile menfaat nazarıyla görüyordu. Değer ölçüleri ona göre teşekkül etmişti. O zaman Risale-i Nur'daki şu vecizeyi bütün berraklığıyla anladım: 'Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindendir, göz ise maneviyatta kördür.' Bu vecizenin ışığı altında muhatabımı incelediğimde onu bütün bütün maneviyatsız, ruhsuz, ayakta gezen cenaze gibi gördüm. Ayrılırken sabit fikrinde ısrar ediyor, ihtimallere, hattâ muhale vaki nazarla bakarak istikbalde bizlerden kendilerine biz zarar gelebileceğinden endişeleniyordu. 'Hâdisat ve zaman kimin haklı olduğunu gösterecek' diyerek ayrıldım. Zaman zaman bu kâbil hâdiseler başımızdan eksik olmadı. Fakat biz, onların vehimlerinin aksine daima Risale-i Nur'un gösterdiği tarzda müsbet hareket ederek hizmetimize devam ettik, bıkmadık, yorulmadık, usanmadık. Çünkü biliyorduk ki, yolumuz Hak yolu, Kur'ân yolu, iman yoluydu. Gayemiz: Muhtaçlara yardım, insanlara yardım, biçarelere yardımdı. Üstadım dediğiniz gibi 'Milletin imanı namına, bir Said

değil, bin Said feda olsun' gerçeğine uyarak bize zulmedenlere, biz de beddua etmedik, daima kurtulmalarını temenni ettik, imana gelmelerini diledik. Vazifemiz, hizmetimiz bunu gerektiriyordu ve öyle yaptık. Yıllarımız bu minval üzere geçti. Artık Risale-i Nurların neşri tamamlanmış ve bütünü Hazret-i Üstadın tashihinden geçerek, milletin istifadesine sunulmuştu. Hazret-i Bediüzzaman mutluydu, mes'uttu, bahtiyardı. Doksan seneye yaklaşan mübarek ömrünün semeresini görmüş ve Risale-i Nurlar en ücra bölgelere kadar yayılmıştı. Herkes rahatlıkla Risale-i Nurları bulabilecek, okuyup istifade edecek ve ettirecekti. Üstadın, 'Risale-i Nur'un hakiki fiyatı en az on kişiye okutturmaktır' diyerek ona verdiği ehemmiyeti hepimiz biliyoruz. Çünkü Risalelerin okunması ile imanlar kurtulacak, herkes saadete kavuşacak, memlekete huzur ve sükûn hâkim olacaktır. Her türlü anarşinin önü ancak bu şekilde kalp, ruh ve aklın imanî hakikatlerle tenvir edilmesiyle mümkündü. Ve Hazret-i Üstad, gayesinde muvaffak olmuştu. Risale-i Nur'un bu kabil mânevî fütuhatını ve kalb ve gönülleri nasıl fethettiğini bir şiirimde şöyle belirtmiştim: Nur Kur'ân'dan fışkıran Nur! Muhit ol arzı kuşat, Ya kabre götür beni, ya iman ile yaşat...

Tek tesellim, ümidim, sana hizmet etmektir, Sensiz hayatı bence dünyada terk etmektir. Karda, kışta, tipide meçhul bir yolcu iken, Gaflet etrafımızı sarmıştı diken diken... Geldin kurtardın bizi, Rabbim rahmet eyledi, Râm olur dünya sana bu gerçeği bileydi... Bahşettin insanlığa Cennet saadetini, İçirdin hastalara imanın şerbetini... Ruha ferah getirdin, doldurdun kalbe iman... Boğdun bir avuç suda, küfre vermedin aman... Ey sebeb-i saadet, ruhların gıdası Nur! Her mü'min ancak senden buluyor mutlak sürur. Sen, mahvedilen bir neslin hidayet kaynağısın... Mazlûm ehl-i imanın selâmet bayrağısın... Sen ki, bugün Kur'ân'ın muciznüma tefsiri, Olur muyuz biz artık nefsimizin esiri!.. Sarıldıkça biz Nura Mevlâm huzur verecek, Kur'ân'ın hakikatı küfrü yere serecek... Vazifemiz, daima hizmet etmek Nur'larla, İnayet altındayız Nurdan muhkem surlarla, Hedefimiz: ufukta batmadan doğan güneş, Emr-i ma'rufu yapıp, dünya olmalı kardeş.

Sa'yimiz olmaz heba, niyette varsa ihlâs! İnsanlık da kurtulur, beşer de olur halâs Enaniyet, hodgâmlık bizden ırak olmalı, Her işte, her amelde Hakkı razı kılmalı... Yepyeni ruh vermeli asil hareketlerle, Fethetmeli kapleri Nurdaki hüccetlerle... Her halimiz, tavrımız İslâma uygun olsun. Nasıl olur insanlık ehl-i dalâlet görsün. Muzdaripti gönlümüz, ağlardık için için, Ruh verdi Rabbim bize, Kur'ân'a hizmet için, En büyük şereftir, Nurlara şakird olmak, Kuvvet veriyor bize Hak yolunda yorulmak. Hidayet başımıza kondu bir devlet gibi, Kaçırılmaz fırsattır ebedî servet gibi. Madem ki tek kurtuluş, tek ümid kaynağı Nur! Vur dinime dahleden sefahet ehline vur!.. Ruhlara ruh veren Nur, elimizde bayraktır, Çar-naçâr bu insanlık Nur'a sarılacaktır!... Lâhika mektupları Hazret-i Üstad, zaman, ahval-i umumiyeye dair bazı lâhika mektupları yazar ve neşrettirirdi. Bilhassa Ankara'daki erkân-ı hükûmeti, bazı desiselere mukabil ikaz ve irşad ederdi. Hükümet, Demokrat iktidarın elinde

bulunmasına rağmen icra organı hükmünde bulunan bir kısım memurların keyfi hareketi de eksik olmuyordu. Nitekim Hazret-i Üstad Ankara'ya gelişleri hâdiseli geçmişti. Hazret-i Üstadın Ankara'ya gelişleri mânalıydı. Devleti yıkmak isteyen, hürriyet rejimini değiştirmek emelinde olan gizli dinsizlerin emellerini keşfetmişti. Bu endişesini dine müsamahakâr olan Demokrat Hükûmete duyurmak, anlatmak istiyordu. Bütün hayatı boyunca milletin iman selameti için çalışan Hazret-i Üstadı maalesef onlar da anlayamamışlardı. Ahval-i siyasiyenin karışık olduğu o zamanda ise Üstad, son vasiyeti manâsında talebelerine bazı telkinlerde bulunmuştu. Bu telkinlerinde Üstad Bediüzzaman Said Nursî, -bütün derslerinde olduğu gibi- daima müsbet hareket etmeyi nazara vermiş, menfi hareketlerden talebelerini men etmiştir. Bunun içindir ki Nur Talebeleri her devirde mânevî bir zabıta vazifesini görmüş, memleketin ilerlemesine, maddî-mânevî kalkınmasına yardımcı olmuşlardır. "Üstad İstanbul'a geliyor" Üstad Hazretleri Ankara'da bulundukları sırada en son neşrolan Risele-i Nur Külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybî eseri hakkında takibat açılmıştı. Üstad vekâletnâmesini Avukat Bekir Berk'e göndermiş, icap ediyorsa İstanbul'a gelebileceğini de ima etmişlerdi. Bunun üzerine Avukat

Bekir Berk bir telgraf çekerek Üstad'ı İstanbul'a davet etti. Daveti kabul edip Ankara'dan hareketlerini bildirmeleri üzerine Piyerloti Otelinde yer ayırttık ve bir araba ile şehir dışında Üstadı karşılamaya gittik. Bir müddet bekledikten sonra Üstadın arabası hızla yanımızdan geçerken bizi görüp durdular. Üstad, 'Niçin karşılamaya geldiniz' diye biraz hiddet etti. Sonra hep beraber Üsküdar vapur iskelesine kadar geldik. İkindi namazını kılmak için camiye girdik. Üstad Hazretleri seccadesini sererek namaza durdu, biz de arka tarafta kıldık ve sonra arabalı vapurla İstanbul yakasına geçtik. Kalabalık bir topluluk ve gazeteciler Üstadın arabasını sarmışlardı. Bir fırsat bulup Piyerloti Otelinin önüne geldiğimizde Otelin etrafı hıncahınç dolmuştu. Gazeteciler mutlaka fotoğraf çekmek istiyorlardı. Üstad ise çektirmek istemiyordu. Bunun üzerine Zübeyir Ağabey bir şemsiye ile üstünü örttü biz de etrafını alarak Üstadı otele çıkardık. Üstad Hazretlerinde yorgunluk âlâmetleri yoktu, bir zindelik, bir cevvaliyet ve faaliyet halinde idi. Adeta 'Eski Said' tabir ettiği gençlik devirlerindeki sıra dağlara baş eğmeyen şehametli tavrını yaşıyordu. Ve o tavırla bize sanki diyordu ki: Ölüm mukadderdir. Hizmet-i imaniye için feda olan bu baş zındıkaya eğilmediği gibi, sizin başınız da eğilmesin. Kur'ân'ın hakikatlerini âleme duyururken, her türlü mehalike göğüs gerip benim hayatımı hüsn-ü misal alınız ve hizmetinize devam ediniz.'

"Asayişin mânevî muhafızlarıyız" Ve biraz sonra içeri girdiğimizde lisan-ı halle vermek istedikleri ibret dersini lisan-ı kâl ile sifahen anlatmaya başladılar; Ehl-i dalâlet bir Said'den korkuyordu, şimdi Saidler, genç Saidler binler oldu, artık ehl-i dalâlet titremelidir. Dünyada birçok komiteler ver. Ermeni komitesi, Rum komitesi, Taşnak komitesi. Hiçbirisi Risale-i Nur kadar kuvvetli değil. Fakat bizim vazifemiz menfi hareket etmek değil. Biz müsbet hareketi şiar edinmişiz. Anarşiye karşı, bozgunculuğa karşı cihadımız var. Asayişin mânevî muhafızlarıyız.' Ve sözlerine yaydan fırlayan ok gibi ayağa kalkarak devam etti: Ben M. Kemal'e dedim, namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur, diye...' ve ilâve etti: Divan-ı Harpte mahkeme reisi pencereden, asılan adamları gösterdi.

beni

çağırarak

Sen de Şeriat istemişsin!' O vakit dedim: Şeriatın bir meselesi için bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım...' Üstad bunları söylerken, sanki o anı yaşıyorcasına anlatıyordu. Heyecanlıydı. Doksan seneden beri takip ettiği kudsî davasının geçirdiği tarihî sahnelerden bölümler

anlatıyordu. Ve neticede demek istiyordu ki, bunca tehlikeler, bunca zorluklar ve meşakkatlerle göğüs gererek bu davayı, bu iman hareketini, bu Risale-i Nur hizmetini buraya kadar getirdim. Hiç kimseden korkmadan, kimseden yılmadan ve asla taviz vermeden Allah rızası için çalıştım. Bugün Risale-i Nur'un kiymetini müdrik gençler Saidler benim meslek ve meşrebimi takip edip Risale-i Nur'a sahip çıkacak ve benden sonra bu hizmet-i imaniyeyi benim muhlis kardeşlerim yapacaklar. Üstadın İstanbul'a gelişini büyük puntolarla ilân eden gazeteciler de siyasî bir maksad aramakta ve hâdiseleri ters yönde değerlendirmekte idiler. Gazetelerin bu yargılarına mukabil İstanbul Valisi bir açıklama yaparak, ortada hiçbir hâdisenin olmadığını, bir Türk vatandaşı olarak seyahat hürriyetine sahip, ihtiyar bir zatın seyahat etmesi onun en tabiî hakkı olduğunu, binaenaleyh gazetelerin boş yere havayı bulandırmak istediklerini beyan etti. Gazeteciler ise, âdeta Piyerloti Otelinde karargâh kurmuş Üstad'ın fotoğrafını çekmek istiyorlardı. Bu arada Avukat Bekir Berk bir basın toplantısı yaparak Bediüzzaman Said Nursî'nin İstanbul'a geliş sebebini izah ederek, gazetecilerin sorularına cevap verdi. İstanbul'a gelişinin ikinci günü Üstad odasında öğle namazını kılarken arka balkondan giren bir gazeteci Üstadın fotoğrafını çekmek üzere pencerenin önüne geldi. Biz mani olmak istedik, fakat rahmetli Zübeyir Ağabey,

'ilişmeyin' deyince gazeteci fotoğrafı çekti. Bunun üzerine Üstad hiddet etti ve derhal İstanbul'dan ayrılacağını söyledi. Hemen harekete geçtik. Avukat Bekir Berk'in tedbirli organizesiyle Üstadın etrafını aldık. O zaman bu tedbiri gören Bekir Berk'e Hazreti Üstad 'Sen benim Abdurrahman'ım gibisin' diye iltifat etmişti. Bu şekilde Üstadı merdivenlerden indirdik ve arabasına binerek İstanbul'dan ayrıldı. "Korkmayın, muvaffak olacaksınız" Üstad İstanbul'dan ayrılmasından bir müddet sonra İzmir savcılığı tarafından Gençlik Rehberi ve Hanımlar Rehberi isimli kitapları neşredip dağıtmaktan maznun olarak dâvâ açıldı. Maznunlar arasında ben de vardım. Mahkemeden çıkınca Üstad Hazretlerini ziyaret etmek için bir minibüsle Isparta'ya müteveccihen yola çıktık. Minibüste şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla Avukat Bekir Berk, Ahmed Aytimur, Said Özdemir, Mustafa Birlik ve Doktor Esat Keşşafoğlu vardı. Gece sahur vakti Isparta'ya indik ve bir otele giderek yatsı namazlarımızı kıldıktan sonra ziyaretçilerden bir kısmı, 'Üstada haber gönderelim belki kabul eder' dediler ve öyle yaptık. Hazret-i Üstad hilaf-ı âdet olarak hemen gelmemizi emrettiler, gittik. O gece mübarek Ramazan'ın ilk sahuruydu. Sahuru Hazret-i Üstadın medrese-i mübarekelerinde yaptık. Üstad, her zaman olduğu gibi Risale-i Nur'un ehl-i dalalete galip geldiğini, hizmet-i imaniyenin her tarafta yapılmakta olduğunu beyan buyurdular.

Yanımızda yeni teksir edilmiş eskimez yazı Lem'alar'ın ikinci cildini getirmiştik. Hazret-i Üstad eline aldı, baktı baktı, gözleri buğulu idi. Bizi işaret ederek: Bunlar, dedi, İstanbul'da ve Ankara'da Risale-i Nur'u neşrederek yirmi şeyhü'l-İslâm kadar hizmet ettiler.' Ve ilâve ederek: Hem, korkmayın muvaffak olacaksınız. Bu avukatınız da size yardım etsin' buyurdular. Aziz Üstadın dar-ı bekaya intikalinden yirmi üç gün evvel kendisinden duyduğumuz son sözler idi bunlar. Ve hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır. "Bir Üstad tanıyorum" Bir Üstad tanıyorum, o da Bediüzzaman, Bir Üstad tanıyorum, en büyük bir kahraman, Bir Üstad tanıyorum; asrın vekili ancak Lailahe illallah, elinde duran sancak. Bir Üstad tanıyorum, imandan bir kaledir... Bir Üstad tanıyorum, Nurlardan bir hâledir. Bir Üstad tanıyorum, imanı dalga dalga, Tard eder vesveseyi, şüphe bırakmaz akla. Bir Üstad tanıyorum, zulme boyun eğmemiş, Bir Üstad tanıyorum, hiçbir tâviz vermemiş... Bir Üstad tanıyorum, cihanşümul mücahid!

Bir Üstad tanıyorum, içiyle dışı Said... Bir Üstad tanıyorum, güneşler kadar yüksek Hak söyler ne söylerse, bütün sözleri gerçek. Bir Üstad tanıyorum, gözlerinden nur saçar Bir Üstad tanıyorum, kâfirler ondan kaçar. Bir Üstad tanıyorum, şefkatın timsalidir. Bir Üstad tanıyorum, imânın misâlidir. Bir Üstad tanıyorum, ıslah etmiş nefsini, Bir asırlık ömründe kısmadı nefesini. Bir Üstad tanıyorum, cevherdir bütün sözler, Allah, Kur'ân Peygamber, davasının en özü. Bir Üstad taniyorum, ilân etti tevhidi, Kahretti zalimleri, yere serdi mülhidi. Bir Üstad tanıyorum, küfr-ü mutlakı kırdı, Karanlık gönüllere imanın nuru girdi. Bir Üstad tanıyorum, cihana meydan okur, Yazdığı eserleri milyonca insan okur. Bir Üstad tanıyorum, tek korkusu Allah'tan, Yılmadı bu dünyada ne atomdan, silâhtan... Bir Üstad tanıyorum, dünya zevkini bilmez Vâris-i Peygamberî, Hakkın en sadık kulu. Bir Üstad tanıyorum, imandan bir varlıktır,

Kâinatı titreten bir kuvvete maliktir, Bir Üstad tanıyorum, yoktur cihanda eşi, Son asrın müçtehidi, insanlığın güneşi... Bir Üstad tanıyorum, mücehhezdir imanla, Hizmet etti daima davasına Kur'ân'la. Bir Üstad tanıyorum, bakidir tasarrufu Gayesi: insanlığa tebliğ emr-i ma'rufu... Bir Üstad tanıyorum, kalblerde mektep kurdu, Kütle kütle insanlar onun safında durdu. Bir Üstad tanıyorum, canileri çevirmiş, Kalplerinden çıkarıp putlarını devirmiş Bir Üstad tanıyorum, Allah demiş, Hak demiş, Bir Üstad tanıyorum, şanı dünyayı tutmuş. Bir Üstad tanıyorum, her hali müstakimdir, Tek, biricik gayesi, sırat-ı müstakimdir. Bir Üstad tanıyorum, ilham kaynağı Kur'ân, Dostu da, düşmanı da cümlesi ona hayran. Bir Üstad tanıyorum, ilmi, muhit bir deniz, Dar gelir tefekküre koskocaman küremiz. Bir Üstad tanıyorum, Bahr-i Ummandan derin Kutlu olsun Üstadım bu mübarek zaferin!... Bir Üstad tanıyorum, Allah'ın en sevgili, mübarek bir

kuludur, Gittiği yol, Hazret-i Muhammed'in yoludur. Bir Üstad tanıyorum, hârikalar asrında! Bir iki yıldan sonra bu cihad meydanında Mematı hayatından hizmet ediyor zâhir, Son asrın son vekili, son müceddid,en âhir..."

İSMAİL YILDIZ Diyarbakır'ın Hani kazasına bağlı Ceviz köyünde doğdu. Eski eğitmenlerdendir. "Nasıl ziyaret edebilirim?" Üstad Bediüzzaman Hazretleri bir takım eserleri olan kıymetli bir âlim. Şark hâdisesi sebebiyle Anadolu'ya nefy edildiğini duyardık. İstanbul'da Eşref Edip'in çıkardığı Sebilürreşad mecmuası elime geçti. Ondan tefrika edilen Üstad'ın hayatı ile alakadar yazılardan fikir sahibi oldum. Mahkeme müdafaalarının nefis müdafaası olmadığını, İslâm davasının müdafaası olduğunu bihakkın öğrendim. İştiyakla Üstad'ı ziyaret etmek istedim. Üstad'a hitaben Eşref Edip Bey vasıtasıyla bir mektup yazdım. Görüşmenin ve eserleri elde etmenin yolunu sordum. Epey zaman sonra İstanbul Üniversitesinde okuyan Muhsin Alev'den cevap mahiyetinde bir mektup aldım. Yirmi üçüncü Söz ve Gençlik Rehberi'ni bana göndermiş. İslâm harfleriyle olan eserler için de, Urfa'daki Nur Talebelerinin adresini vermişti. İkinci mektupla da Asa-yı Musa'yı göndermişti. O zaman Urfa'da Abdullah Yeğin, Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayram bulunuyordu. Onları ziyaretimde Zülfikar,

Mektubat, Sözler, Şualar, Lem'alar mecmualarını aldım. "İlk ziyaretim" 1952 senesinin sonunda Üstad'ın İstanbul'da olduğunu öğrendim. Mektubat'taki ziyaretçiler kısmını okuyarak, Üstad'ı Kur'ân'ın bu asırda bir tercümanı olarak yalnız Allah rızası için ziyaretine gittim. Aldığım tarif üzere Üstad'ı kolaylıkla buldum. Zübeyir Gündüzalp, İstanbul Çarşamba'da beni Üstad'a takdim etti. Üstad Diyarbakır'daki hizmetleri sordu. Yarım saat kadar yanında kaldım. Başında bir sarık, boynunda bir atkı vardı. Üstad'a bir müddet yanında kalmayı arzuladığımı söyledim. Üstad yarım saatlik bir görüşmeden sonra mükerreren yanlarında kalmayı arzu ettiğimi ifade etmeme rağmen 'Memleketinize gidin orada hizmet edersiniz. Bu görüşmemizi 4 senelik hizmete mukabil kabul ettim' buyurdular. Üstad'ı bir pederin oğluna şefkatinden daha şefkatli olarak gördüm. Ona kavuşmak lezzeti dünyevî hiçbir lezzetle mukayese edilmez. Üstad kendisinin tarassut altında bulunduğunu söyledi. Siyasiler için; 'Bunlar Risale-i Nur'un neşrine mani olmak istiyorlar. Olmuyor değil, olamıyorlar. Ve inşallah olamayacaklar. İnşallah Risale-i Nur neşrolacaktır' buyurdular. "İkinci ziyaretim" İkinci ziyaretim; bir kaç ay sonra, Üstad Emirdağ'da iken oldu. İki katlı bir binada kalıyordu. Üstad merdivenlerin yarısına kadar indi. 'Sizinle daha evvel

görüşmüştük' dedi. Görüşmemiz 10-15 dakika kadar sürdü. Derslerden ve hizmetlerden sordu, anlattım. Risale-i Nur elhamdülillah ehl-i insafa kendini kabul ettirdi. Hatta bizim kazada bir tek muhalif kalmadı. Sebilürreşad'a yazdığım mektup, idarehanenin aranması sırasında ele geçirilmiş, hakkımda takibata başlamışlar. Bir gün köy camiinde iken, kaymakamla jandarma komutanın geldiklerini ve benimle görüşmek istediklerini söylediler. 'Sizin evinize kadar gidelim' dediler. Ben arama yapacaklarını tahmin ettim. Arama yapmadan önce kitapları kaldırmak mümkün oldu. Arama sırasında buldukları Kur'ân-ı Kerim, mevlid ve Nur Âleminin Bir Anahtarı idi. Bir kaç eseri zapta geçtiler. Mahkemeden celp geldi. İlk mahkemede savcı, 'İstanbul'a gittin mi?' diye sordu. 'Evet' dedim. 'Niçin' dedi. 'Bediüzzaman'ı ziyaret etmek için' dedim. 'Bediüzzaman kimdir' dedi. 'Büyük bir âlimdir, Risale-i Nur müellifidir' dedim. 'Başka âlim yok mu?' dedi. 'Var' dedim. Gayeniz gazetelerde isminizin çıkması mıdır?' dedi. Cevaben: 'Öyle bir gayemiz olsaydı, ya gazetelerde yazı yazardım veya siyasî partiye girerdim' dedim. 'Niye böyle bağırıyorsun?' dedi. 'Yüksek sesle söylüyorum' dedim. 'Kelimeler anlaşılsın diye.' 'Ben sağır mıyım?' dedi. 'Hayır' dedim. 'Yüksek sesle söylemesem, ne dediğim anlaşılmaz. Ne dediğim anlaşılmayınca da hakikat anlaşılmaz.' Sizi tevkif edersem ne yaparsınız?' dedi. 'Hiçbir şey yapmam'

dedim. Aynı soruyu sordu. 'Ben de gider rahat yerde yatarım' dedim. 'Yani hapiste yatmak rahat mıdır?' dedi. 'Sizin bu şekildeki hareketinize karşı rahattır' dedim. Bunun üzerine 'Tevkifini taleb ederim' dedi. İkinci celsede tevkifime karar verildiği beyan edildi. Kazamızın cezaevinde on beş- yirmi kadar mahkûm vardı. Katil, kaçakçı ve adam yaralayanların içindeydik. Bana siyasî suçlu süsü verdiler. Orada kimse bunun ne olduğunu bilmiyordu. Bir gün zeminde kaldım. Ertesi gün 'Risale-i Nur nedir? Bediüzzaman kimdir? Günümüzde dinin durumu nedir?' diye mahkûmlarla konuşunca mahkûmların ileri gelenlerinden biri yatağını ranzasından indirerek benim yatağımı oraya koydu. Ve yemin etti 'Sen burada yatacaksın' diye. Bütün mahkûmlar muhabbetle karşıladılar. Kazada işitenler ikinci mahkemeye geldiler. İkinci mahkemenin sonunda Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesine naklettiler. 35 günde Diyarbakır cezaevinde kaldım.70 gün kadar mevkufiyetim oldu. Cezaevinde Cevşen, Delâilü'n-Nur ve bir kısım Risaleleri yazıyordum. Mevkuflardan biri okuma yazma bilmediği halde, sabahtan öğleye kadar yanımızda oturur, yazılara bakardı. Bir gün hapishane müdürü vasıtasıyla mahkemeye bir dilekçe yazdım. Müdürün yanındaki kâtip bizim köylüdür. Ona soruyor. 'Sen bu adamı tanıyor musun?' O da 'Evet normal bir adamdır. Sevdiğim bir adamdır' diyor. Müdür 'Öyle ise bu dilekçeyi göndermeyelim' diyor. Şimdiye kadar hiçbir

maznunun iddia makamının isnatlarını kabul ettiğini görmedim. Bu ise kabul ediyor, dilekçeyi gönderirsek aleyhine olur, diyor. Bana haber verdiler. Müdürün odasında konuştuk. Neticede: Müdüre 'Bu istinatlarda hakikat-ı halde suç yoktur. Beni seviyorsanız, dilekçemi gönderiniz' dedim. Dilekçemi gönderdi. Bunun üzerine mevkufiyetten kurtuldum. Müdür, Urfalı bir mahkûma, 'Bu ahlâksızlıktan vazgeç' diyordu. O da 'Ben ahlâksız değilim. Beni sana yanlış anlatmışlar' diye cevap verince Müdür de 'Senin hakkında çokları aleyhte ifade vermişler, halbuki şimdiye kadar, İsmail hakkında aleyhte ifade veren olmadı. Yanlış olsaydı, onun hakkında da aleyhte ifade verilebilirdi' demişti. "Müdür bir gün koğuşa bir manga askerle girerek 'Ben sizin kardeşçe geçinmenizi istiyorum. Dışarıda ne yaparsanız yapın' dedi. Beni göstererek 'Hepiniz bu adam gibi olursanız, hiçbir zabıta tedbirine lüzum kalmaz, kardeş gibi geçinirsiniz. Daha iyi insanlar olarak evlerinize dönersiniz' dedi. Tahliyeden sonra gayr-ı mevkuf olarak devam eden mahkeme, 4 Mart 1955'te beraat ve kitapları iade kararıyla neticelendi."

GALİP GİGİN "Bayrak insan, gerçek kahraman" Pertevniyal Lisesinde okuyordum. Bir arkadaş bana ondan bahsetti. O günlerde, yol gösterdiği gençler için yazdığı Gençlik Rehberi isimli kitabını elde ettim. Bu hakikatli dersler için, akıl fukaraları onu mahkemeye sevk etmişti. Sonra Asa-yı Musa, Nur Çeşmesi ve Sözler isimli esreleri ile tanıştım. O zamana kadar bir hayli kitap okumuştum. Okumaya karşı küçük yaştan beri ilgim fazla idi. Fakat onun eserlerinden her biri, bana okkalı bir kütüphaneden daha muhtevalı ve değerli göründü. Ve bu kanaatimi de hep muhafaza ettim. İstanbul'a gelmiştim. Muhsin ve Ziya isimli yüksek felsefe tahsili yapan gençleri tanıdım Onların delaletiyle ziyaret ettim. Büyük ve muhteşemdi. Nereli olduğumu sordu, Artvinli olduğumu, lisede okuduğumu söyledim. O zaman sevgi ve şefkatle bana önemli ikazlar yaptı. Komünistlerin iki dehşetli yalan ve fitne ile beşeriyeti esaret altına almaya çalıştığını, insan topluluklarında

huzur, barış ve sevgiyi yok ederek, zalim ve müstebit idarelerini kurmak gayretinde olduklarını anlattı. Bu iki iğrenç silâhın biri: Zavallı, ilerisini ve sonunu düşünmeyen gençlere nefislerine hoş gelen bir serbestî (özgürlük) vermek. Onları, başı boşluk ve ahlâksızlığa iterek ellerine geçirmek ve kör bir âlet olarak kullanmaktı. Bunun için namus, iffet, haya duygularına düşmandılar. Namuslu insanların haysiyet ve şereflerini, serseri ahlâksızlara peşkeş çekerlerdi. İkincisi: Emek ve alınteri ile, tasarruflarla elde edilmiş varlıkları, tembel, serseri ve berduşlara peşkeş çekerek hak-hukuk bilmeyen bir kısım maceracı ve lüpçülere vadederek, o zavallıları menfi menfur emellerine âlet etmeleriydi. Elbet o serserileri, onlara umut vererek kendi uğursuz saltanatlarını gerçekleştirmek için kullanacaklardır. "Tevazü ve mahviyette emsalsizdi" Biz, serhat boylarının çocukları, böyle insan soyunun tiksinip titrediği bu musibete karşı, sair kimselerden on defa imanlı ve iman hizmetinde gayretli olmalıydık. Nur Risaleleri bütün küfür ve şirkin ateşlerini söndürecek, bütün dalâlet ve batıl efkârı susturacak güçte ve kuvvetteydi. İlim ve hakikat noktasında, bütün şer fikir ve kuvvetleri mağlûp etmişti. Ondan istifade edilmeliydi. Onu elde

edersek hiçbir batıl cereyan bizi mağlûp edemezdi. Ve elhak öyledir. Onun eserlerini anlayarak okuyan, hiçbir surette sarsılmaz, yolunu şaşırmaz; Hak ve hakikatten uzaklaşmaz. Kendilerini yakînen tanıdıktan ve eserlerini dikkatle okuduktan sonra beni çok etkileyen belli başlı müşahedelerim şunlar oldu: inandığı gibi yazan ve yaşayan bir insandı. Söyledikleri ile yaşayışı arasında en ufak bir tezat yoktu. Asrımızın aydınlarında çok görülen riya, müdahene, gerçek dışı, şahsî ikbal ve menfaati için söz ve hareket onda yoktu. İndinde, hakkın hatırı yüksekti ve hiçbir hatıra feda edilemezdi. Samimiyetin, sadakatin, ihlas ve hakperestliğin müşahhas bir sembolüydü. Gerçek âlim, fâzıl ve büyüktü. Onun rehberliğinden bu milleti ve gençleri mahrum edenlerse, gerçekten cani idiler. Tevazü ve mahviyette emsalsizdi. Eserlerinde bizzat kendisini eleştiren, sözlerinin akıl terazisine vurulmasını isteyen, kendisine candan bağlı olanları daima bu yolda ikaz eden ve onları, şuurlu, muhakemeli, olgun birer varlık haline getirmek isteyen o idi. Okuyanlar bilirler: Lem'alar'da, Muhakemat'ta ve Lahikalar'da, böyle son derece hikmetli ikazları vardır. Hal böyle iken, hiçbir kıymet tanımayan kıskanç, geri ve çağdışı kafalar, ona, tamamen bunun tersi bir takım vasıflar izafe etmek istemişlerdir.

Fevkalâde mahviyetiyle, 'Üstad'ım' dediği İmam-ı Gazalî Hazretleri, Eyyühel-Veled'inde, daima peder mevkiindedir. Muhataplarına 'Ey oğul' diye hitap etmektir. Said Nur ise, mürşid mevkiinde olduğu halde, daima muhataplarına kardeşim hitabı ile konuşur. Mesnevi-i Nuriye eserinde, klişeleşmiş hitabı 'İ'lem Eyyühel-Aziz'dir. Daima 'Ey aziz kardeşim' diye hitap etmektedir. Bir kitabın neşri hizmetinde, gencecik bir talebe iken ziyaretine gitmiştim. Dedemden daha yaşlı o ilim ve irfan kutbu, elini ve öpmeyi saadet bilen bu vasıfsız hayranına elini öptürmemişti. Beni kucaklamış, alnımdan öpmüş ve 'kardeşim' diyerek kalbinin ve sesinin bütün sıcaklığı ile kucaklamış, hizmetin kudsiyetinden Kur'ân hizmetinin her şeyden yüce olduğundan bahsetmişti. Gerekli hizmetleri yapamadığımızdan üzülmememizi, Kur'ân hizmeti için uyanık bekçiler olduğumuzu; nöbetçi bir askerin, hiçbir vukuat olmasa da, o hizmetindeki ciddî görev duygusu ile gazilerin aynı sevabını, binaenaleyh hiç mahzun olmamak gerektiğini, gene ciddiyetle anlatmıştı. Gerek davranışlarındaki bu ciddiyet ve samimiyet, gerekse Kur'ân ve iman hizmetindeki üslubu fevkalâde câlib-i dikkattir. Eserleriyle ve davranışlarıyla göstermiştir ki; yeni tabiriyle, tam anlamıyla çağdaştır, demokrattır, hürriyetçi ve medeniyetçidir. Bütün beşer ondan sevgi, kardeşlik, feragat ve fedakârlık öğrenebilir. Faziletinin zekâtını dağıtsa, aydın geçinen çağdışı bir çok büyük ve küçükbaş insanı, faziletçe bayağı zengin

edebilir. Bu dava için defalarca sorguya çekildik. Risale-i Nur'dan aldığımız hakikat dersleriyle hiç başımız eğilmedi. Bizi sorguya çekenleri, o büyük Üstadımızdan aldığımız derslerle mağlûp ettik. Çünkü: O ve dâvası, yakın çağların bir benzerini gösteremeyeceği emsalsiz bir mazlumdu. Fiilen zulmün ve keyfî idarenin mahkûmuydu. Fakat hiç bir zâlime serfüru etmeyen bir kahramandı. Yetiştirdiği muhteşem insanlar, Hüsrevler, Rüştüler, Tahirler, Refetler, Hasan ve Ahmet Feyziler, Muallim Galipler, Zübeyirler, Atıflar, Ceylânlar, yaşayanlar ve ölenler hepsi de muhteşem, fazilet, feragat, ihlas sembolü kişilerdir. "Biz muhabbet fedaileriyiz" Anadolu'da Yunus Emrelerin, Mevlânâ Celâleddinlerin, Hacı Bektaşların, Hacı Bayramların, Mevlânâ Halidlerin ve Anadolu'da İslâm harcını yoğuran nice veli, âlim, fazıl, hakimlerin varisleri, devamları, emanetçileridirler. O emanetlerin büyük muakkibi büyük ve muhteşem Üstad Said Nur Hazretlerinin vasiyeti ile, vatanlarını ve İslâm dünyasını içten ve dıştan kundaklayanların ateşlerine bağırlarını siper etmiş gerçek kahramanlardır. Meslek hayatımın başında, kendi matbaacılığımda, kendi ellerimle bir tebrik basıp göndermiştim..

O tebrikte Üstadın şu altın sözleri vardı: 'Biz muhabbet fedaileriyiz, mesleğimiz muhabbettir. Husumete vaktimiz yoktur.' Evet, ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür seda İslâmın sedası olacaktır.' İşte bu iki söz, hakkımızda, adlî bir takibata müncer olmuştu. Bir millet kendi temellerini nasıl tahrib eder, düşündükçe içim hüzünle dolar. O zaman beni celbeden, gencecik savcı ile bir tartışmamız olmuştu. Benim hukuk talebesi olmamı, gülünç telakkilerle şartlanmış savcı, bir türlü aklına sığıştıramamıştı. Neden hukuk okuduğumu istihza ile sormuştu. O zaman, her türlü köpekleri serbest bırakıp, taşları bağlayan, hak ve hukukla hiçbir surette bağdaşmayan icraatlarını yüzlerine vurmuş, işte demiştim, bunlar hukuk diye ne okuyorlar onu merak ettim, onun için şu okula yazıldım. Bu şamar gibi patlayan cevabıma çok kızmıştı. Fakat gerçekler açıktı ve acıklıydı. Bu iç ve dış bazı çevrelerin anud ve azad kabul etmez zalim köleleri, hakikatleri haykıran ifadelerimiz karşısında mağlûp olup susuyorlardı. Soruşturma sonunda adem-i takip kararı almıştım. Heyhat, günü birlik hırslarının kurbanı olanlar, bu hayat verici sözleri anlamaktan acizdiler. Şimdi husumetin yurt sathını yangın gibi sardığı şu zamanda, büyük ve küçük baş, kafasında iz'an bulunan herkese o büyük vatan

evlâdının şu muhteşem sözünü vird-i zeban etmesini tavsiye etsek acaba duyarlar mı? Evet, eğer zerre kadar insaf ve iz'anınız varsa. Anadolu'nun yetiştirdiği o en büyük evlâdın sözlerini ve nasihatlarını bütün yurt sathına; köy kahvelerinden, üniversite anfilerine, ordu karargâhlarına, meclislere, başbakanlığa, bütün hukuk mercilerine, Riyaset-i Cumhur şeref gönderine çekiniz. Korkmayın, o size yalnız şeref ve kurtuluş yolu gösteriyor. 'Biz muhabbet fedaileriyiz. Mesleğimiz muhabbettir, husumete vaktimiz yoktur.' "Mürşidlik taslamamış tek mürşid" Hayatında şeyhlik, mürşidlik taslamamış gerçek mürşiddi. Peygamberin ve sahabelerin ölçülerine sık sık bağlıydı. Büyüklük taslamayı büyüklükle bağdaştıramıyordu. Böyleleri, sabiyy-i müteşeyyih (şeyhlik taslayan bebeler) diye tavsif etmişti. Gerçekçiydi, acı da olsa gerçek dışı konuşmazdı. Acı da bazen şifalıydı. Dağ meyveleri bazan acı idi, ama elbet şifalı da. Dalkavuk ruhluların onu anlaması mümkün değildi elbette. O, elli sene önceden bugünkü anarşi ve fitneleri görmüş ve ikaz etmişti. Ama zavallı beyinler bunu idrak edemediler. Ayrıca fitnekâr cereyanları kökünden reddediyordu. Bin sene aynı sancak ve bayrak altında dövüşen, imanı, kitabı, kıblesi, vatanı, peygamberi, mukaddesleri bir olanlar içinde ayrılığın yeri olamazdı. Din ve milliyet, bizde tenden bir

zırh gibiydi; ayrılamazdı, biri birine karşı olsa olamazdı. "Mezheplerin taaddüdü rahmetti. İtişmek için sebep ve bahane olamaz; ittihad-ı maksat için bir vesile olurdu." İleri, medenî bütün gelişmeler Kur'ân ilham ve buyruğu idi. Geriliğin içimizde yeri yoktu. Eski hal muhaldi, ya yeni hal veya izmihlâldi. İ'la-yı kelimetullah artık maddeten terakkiye vabesteydi. Vicdanın ziyası ulum-u diniye, aklın nuru fünûn-u medeniyeydi. İkisinin beraber gelişmesiyle hakikat tecelli ederdi. Beşer ancak böyle terakki ederse, mesut, huzurlu ileri topluluğu oluştururdu. İstikbalde kılıç yerine kalem, ilim hükmedecekti. Fakat Dr. Duzilerin, Durkhaim, Freud, Darvin gibi sapık ve çarpıkların müritleri, bu büyük evlâdını, bu emsalsiz hakikat kahramanını dinlemek istemediler. Adeta gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri mühürlü idi. O emsalsiz hakikatleri gizlediler. Milletimizin, gençlerimizin istifade etmemeleri için her densizliği yaptılar. Yazık, musab olduğumuz bunca devahî yetmez mi? Artık bu millet, kendi büyüklüğünü, kendi mürşidini bağrına basmayacak mı? Onun şifa dolu, ilim, fazilet hakikat dağıtan ışığını, okullarımız yurt evlâdına bir sebil gibi dağıtmayacak mı? Kendi ikballerinden zerre feda etmeden sömürü edebiyatı yapan kişiler; acaba onun çorap üstüne lastık giyen ve 'Ben halkımın çoğunluğunun seviyesi üstünde

giyip yiyemem' diyen o Üstad'ın halinden bir ders, bir ibret, bir hikmet koparabilirler mi? Eğer hamiyet dâva eden sürü ile hamiyet-füruş ondan ders alsalardı; elbet kimsenin yutmayacağı yalanlarla, ancak safdil bazı cahilleri aldatan bu zevat, ehl-i dikkat nazarında maskara olduklarını kavramakta güçlük çekmeyecekti. Velhasıl, Nur derslerinden alınacak sayısız faydalı neticeler vardır. Akıl ve feraset sahibi devlet ve hükümet efradı bir gün bulunursa, elbette milletimizi bu değerli hazineden mahrum etmenin ağır vebalinden kurtulmanın yollarını arayacaklardır. Umut Kaf dağının ardında değil, göz önündedir. Ama onu görecek göz, idrak edecek beyinlere ihtiyaç vardır. "Siyasetin çirkin yüzünden Allah'a sığınmıştı" Müteşeyyih değil, hoca idi. Hem de Skolastik bataklıkta bir ortaçağ hocası değil, bütün çağdaş bilgilerle mücehhez, üç lisanda muhteşem eserler telif eden bir âlimdi. Sıkılmadan ona cahil diyen, Türkçe’yi dahi tasarruftan âciz aydınlarımız olmuştu. Siyasetten, onun çirkin yüzünden Allah'a sığınmıştı. Basit politikacılar, onu kendi düzeylerinde görmek istediler. Hayatı örnek olduğu gibi, vefatı dahi ibretamizdi. 1960 darbesinden önce, vefatından evvel, Anadolu'nun sinesinde yatan büyük zatları ziyaret için dolaşmıştı. Bu gezi çok manidar birer veda ziyaretiydi. Anadolu'nun büyük velilerini, Yunusları, Hz. Mevlânâ'yı,

Hacıbayramları, Eyyüp Sultan ve Yuşa Hazretlerini ziyaret etmiş. Anadolu'nun bağrındaki nebi Hz. İbrahim'in dergâhına varıp orada ruhunu Rahmana teslim eylemişti. O günkü zalim politikacılar, Onun bu gezintilerinden kendi hasis ve habis emellerine muvazi anlamlar çıkarmak istediler. "DP için; 'Ben gidersem onlar da gidecek' demişti" İstanbul'daki son ziyaretinde yanında bulunmuştum. Küçük politikacıların yurdu karıştırmak için çevirdikleri fırıldaklardan son derece elem duyuyordu. Açıkça ifade etmişti ki: 'Ben Sultan Eyyüb Hazretlerini ziyarete geldim. Fakat bahane arayanlara âlet olmamak, fitneyi tahrik etmemek için yanına varamıyorum. O koca sultan beni mazur görür' demiş ve kaldığı Piyerloti Otelinden geriye dönmüştü. Kader, 1960 ihtilâline cevaz vermişti. İzah olunmaz bir gaflete düşen o günkü iktidarın dahiliye vekili, o muhteşem zatın Hacı Bayram ziyaretine izin vermemişti. D.P. esasen bir bakıma gurur verdiği bazı idraksizliklerin kurbanı idi. Bana sorarsanız, Üstad Said Nur; Sözler mecmuasının sonunda 'EDDAİ' isimli manzum ve mahzun sözleriyle, ölümünü çok önceden haber verdiği gibi, D.P.'nin elim sonunu da çok evvelden görmüştü. Menderes ve Tevfik İleri gibi hamiyetperver ve vatanperverleri ikaz ve kurtarmak için çok gayret etmişti. Fakat onları sürüklendikleri çaresizlikten kurtaramadı. Hattâ diyebilirz

ki; onların ve memleketin uğrayacağı büyük felâketi görmemek için Rabbinden ruhunu kabzetmesini diledi. Esasen vefatından önce, 'Beni anlayamadılar, bana dayanıyorlar, ben gidersem onlar da gidecekler' diyerek üzüntü ve esefle duygularını ifade eylemişti. Düşünürüm ki, o hayatta olsa idi, 1960 darbesi zor yapılırdı. Belki de fiilen mukabeleye mecbur kalırdı. O kadar mert ve büyüktü ki, dostum diye baktığı kimselere öyle kötü muameleler yapılmasına tahammül edemezdi. Yurdun bu fitne içinde perîşan olmasını istemezdi. Vefatından önce acı acı: 'Ben bütün ömrümde acı çektim, zulüm gördüm, hepsini sineme çektim. Dinimi, mukaddesatımı politikaya ve politikacıya âlet ettirmedim. Semavî, İlâhî Nurları, mücevherleri yerdeki fani cam parçacıkları hükmünde cereyanlara, siyasetlere âlet ve tabi kılmadım; Onu, ayağa düşürmedim.' Âhir hayatımda, kabir kapısında, beni desiselerle politika çamuruna bulamak istiyorlar, yazık' demişti. "Onun eserleri İslâm dünyasında tek kaynak olacak" Bunlara müsaade etmedi. İzzetle yaşamıştı, şerefle öldü. Belki milletinin felâketini önlemek için ruhunu feda etti. Bilmem kardeşlerimiz ne derler. Bu benim şahsî kanaatim ve duygumdur. Onu anlatmak, bizim gücümüzün ve tahsis olunan sayfaların yetmeyeceği bir iştir. Hayatının ve eserlerinin

her sahife ve satırı, ciltlerce eserlere kaynak olacak o zat için ne söyleyebilirim? Sözümü bitirirken, yine rahmetli, namlı âlimlerimizden Ömer Nasuhi Bilmen Hocamızın, Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri için söylediği şu sözü zikretmek isterim: 'Onun eserleri, ileride İslâm dünyasında tek me'haz olacak değerdedir' demişti. Birçok hakikata gururunu feda eden âlimin de, esasen kanaatı bu merkezdedir. "Allah ona rahmet etsin, emanetini kesin zafere ulaştırsın, dilerim."

HAKKI YAVUZTÜRK 1934'de Kemaliye'de doğdu. Emekli sağlık memurudur. 1952'de Nur Risalelerini okumaya başlamış; Nur Müellifini müteaddit defalar ziyaret edip, dersinde bulunmuştur. "Büyük bir lütf-u ilâhî" Rahmet-i İlâhî'nin bir inayeti olarak Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin seksen yıllık mübarek ömür yıllarının son yedi senesine yetişebilmenin bizler için büyük bir lûtf-u İlâhî olduğunu anlamak ve yüce İslâm kahramanlarının yaptıklarından ve yapmak istediklerinden idrakimiz nisbetinde görüp müşahede ettiklerimizi anlatabilmekle, az da olsa, o nimete bir şükür olacağı düşüncesindeyim. Yoksa, onu anlatabilmek karıncanın dağı delmesi misali benim gibilerin çok fevkinde ve takadı dışındadır. Çünkü, Büyük Üstad, gerek şahsî yaşayışı ve gerekse Risale-i Nur adlı eserleriyle ve hattâ en küçük tavır ve hareketleriyle İslâmı bütünüyle yaşamış, kendisini dinleyen ve eserlerini anlamış olanları İslâma bağlamış, Kur'ân'a ve Hazret-i Peygamber Efendimiz'e (a.s.m.) rapteylemiştir. Böyle mütefekkir ve her söylediğini yaşamış ve seksen

küsur yıllık hareketli ve bereketli ömrüyle ve eserleriyle, değil yalnız şanlı Türkiye'mize ve mukaddes âlem-i İslâma; belki bütün âlem-i insaniyete ders vermiş, hizmet etmiş bir büyük zat, her akşamdan sora bir sabah olacağı kat'iyyetinde inanmaktayım ki; her cephe ve yönleriyle anlatılacaktır. Bu, onu anlayanların en büyük gayelerinden biridir kanaatindeyim. "Müsbet ilimlerle imanı birletiren yeni bir bakış açısı" Risale-i Nur Külliyatından Küçük Sözler, Gençlik Rehberi ve Onuncu Söz denilen Haşir Risalesi'ni Bediüzzaman Hazretlerini tanımadan önce, 1952 yılı sonbaharında okumuştum. Önceleri pek bir şey anlayamamıştım, diyebilirim... Zira onları bir ilmihal ve dua kitabı gibi ortaokuldan arkadaşım olan Özer'den (Üzeyir Şenler) almıştım. O nazarla, yani dua kitabı telakkisiyle okuyordum. Daha sonra aynı arkadaşlar o zaman oturmakta olduğumuz Yenikapı' daki evimize yakın olan eski Aksaray Parkına, sabah namazlarından sonra yapılan Risale-i Nur okuma toplantılarına gider, bilhassa o tarihlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü talebesi olan Muhsin Alev Ağabeyimizin okuma ve izahlarını dikkatle dinlerdik. Hiç unutmam, onların toplantılarını ve Risale-i Nurlar'dan haftanın muayyen günlerinde muhtelif bahisler okumalarını ve anlatmalarını gördükten sonra, bu eserlerin tefekkürle okunması, bir dua kitabı gib okunmaması lâzım geldiğini anlamaya başlıyor,

âdeta kendimde her geçen gün bir başkalık hissediyordum. Bunlar benim için o zamana kadar duymadığım izah tarzı, hâdiselere ve meselelere bakış şekilleriydi. Gerçi dinine bağlı bir ailenin çocuğuydum. Babam, annem namaz kılarlardı. Ben o zamanlar daha namazımı (on sekiz yaşında olmama rağmen) tam olarak kılamıyordum. Ama çok içtimaî ve dinî kitaplar okumuştum. Sağlık Okulu ikinci sınıfına, yani Lise 2'ye gitmekle beraber, merak saikasıyla çeşitli mütalâalarım vardı. Fakat, Risale-i Nur bahisleri onların hiç birine benzemiyordu. Meselâ, Gençlik Rehberi'nin bir bölümünde, şöyle deniliyordu: Kastamonu'daki lise taleberinden bir kısmı yanıma geldiler. Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar, dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlık'ı tanıttırıyorlar. Allah'tan bahsetmeyen muallimleri değil, onları dinleyiniz.' Bunlar bambaşka bir izah şekliydi. Fenlerin, ilim derslerinin kendi hususî dilleriyle Allah'tan bahsetmesi hakikatı, müsbet ilimlerle, imanı birleştiren yeni bir bakış açısı getiriyordu. Hazret-i Üstad, her Risalesinde ayrı ayrı mevzulara temas ederek, bu zamana kadar yazılagelen dinî eserlerden çok farklı izahlar yapıyordu. Bütün bunlar, bizler üzerinde bambaşka manevî bir bomba gibi tesirler yapıyor, mektepte fikrimize yerleştirilmek istenen materyalist fikirleri parça parça ediyordu, diyebilirim. Bu sebeplerle de, haftanın o muayyen toplantı günlerini, âdeta

büyük bir iştiyakla bekliyorduk. Evet, bekliyorduk ki, yanlış bir lâiklik anlayışı neticesi, 'Allah'tan bahsetmeyi' ilericilik ve medeniyetçiliğe zıt sayan öğretmenlerimizin bize devamlı maddecilik telkin eden bunaltıcı havasından kurtulabilelim. Nasıl her fen, her ders, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedermiş, öğrenelim. "Aksaray parkında her sabah ders yapıyoruz" Başta da dediğim gibi, tek başıma okumakla pek bir şeyler anlayamamıştım, âdeta her Nur Talebesiyle tanışmak, o eserleri anlamama bir anahtar oluyordu.İşte tam bu sıralar Ahmed Aytimur, Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci, Marangoz Hüseyin gibi ağabey ve kardeşlerle de tanışıyor ve onlarla alâkamı daha da sıklaştırıyordum. Ve hattâ kendi tanıdıklarımı da onlarla tanıştırmaya çalışıyordum. Artık haftanın muayyen günlerinde toplanıp ders okumayı ve dinlemeyi kâfi görmüyor, her sabah oturduğumuz Aksaray Yenikapı'daki evimize yakın olan Valide Camiine sabah namazlarında gidiyor, orada o zaman Aksaray parkı denilen yerde arkadaşlarla sabah namazlarından sonra bir-iki saat, broşür büyüklüğündeki (daktilo ile yazılmış) bir kısım Nur Risalelerini hayretle ve merakla okuyup dinliyorduk. Çok defa Muhsin Alev ağabeyimiz okur, izah eder, biz de dinlerdik. Meselâ, bir gün Onuncu söz adlı Haşir bahsine âit bir meseleyi okuyorduk. O teşbihli ve fevkalâde mantıklı ve

güzel izahlı Risaleyi okurken, o kadar tesiri altında kalarak dinliyorduk ki, âdeta Roma'yı istilâ ederek, Arşimed'i çalışma yerinde yakalayıp öldürmek veya tevkif etmek isteyen askerlere, onun, 'dairemi bozmayın' dediği meşhur tarihî olay misali, etrafımızda olup bitenlerden habersiz, bütün benliğimizi veriyorduk, dersem mübalâğa etmiş sayılmam. Evet, o Haşir bahsinin o zaman o Aksaray parkında, âdeta tefrika edilen bir heyecanlı eserin, 'devamı yarın' der gibi, her gün parça parça okunması artık her sabahı iple çeker gibi beklememize sebep oluyordu. O zaman daktilo ile yazılmış broşür halindeki Onuncu Söz risalesinden sadece bir nüsha olduğu için mecburi bekliyorduk. Mecburi bekliyorduk, Muhsin Ağabeyimiz gelsin ve o Risaleyi getirsin, okusunlar dinleyelim diye. Benim o günler her sabah namazından sonra sık sık evden çıkıp gitmem rahmetli annemin nazar-ı dikkatini çekmiş, tereddütle: Oğlum, böyle nereye gidiyorsun ki, sabah namazlarından sonra geç geliyorsun?' diye sormuştu. Fakat ben, ilk zamanlarda anneme dahi bilgi vermezdim. Okul tatilini de kendimce tam değerlendirdiğimi kabul ediyor, âdeta içim içime sığmayacak şekilde seviniyor; İslâmiyeti artık bambaşka görmeye, onun sadece namaz kılıp, oruç tutmaktan ibaret olmayıp, yepyeni bir hayat görüşü olduğunu anlamaya başlıyordum.

O tarihlerde Büyük Doğu ve Serdengeçti gibi dinî ve millî mecmualar çıkıyordu. Çok defa alır okurdum. Bilhassa, Bediüzzaman, Risale-i Nur ve Nurculuk bahislerini her gördüğümde heyecanla bir nefeste içer gibi okurdum. Ancak o mecmualar, Risale-i Nur'dan az bahsetmekle beraber, lehte yazılar olduğundan son derece memnuniyetle karşılıyor; benim gizli gizli daktilo sayfaları halinde ve acaip şekildeki büroşürvari okuduğum risaleciklerin başkaları tarafından da takdir edilmesine, makaleler halinde gazetelerde çıkmasına çok seviniyordum. "Hiç unutmadığım bir hâdise" Risale-i Nurları vermeyi çekindiğimiz kimselere veya mübtedi olanlara, önce bu gazete ve mecmuaları verirdik. Şayet iyi karşılarlarsa, sonra Nurları vermek cihetine giderdik. Ama yukarıda da dediğim gibi, bu mecmualar Risale-i Nurlardan çok az bahsediyorlardı. Ayrıca yine o tarihlerde Milliyetçiler Derneği, Millet Partisi gibi İslâmiyetten bahseden dernek ve teşkilatların sempati duyanlarıyla da tanıştıklarım oluyordu. Onlardan birini burada anlatmadan geçemeyeceğim: Hiç unutmam, Milliyetçiler Derneğine üye, sık sık toplantılarına giden okul arkadaşım Orhan'la Çemberlitaş yakınlarında karşılaştığımız, aynen kendisi gibi derneğe üye, üniversiteli bir arkadaşına beni, 'Bu arkadaş Said Nursi'ni kitaplarını okuyor ve onların okunduğu toplantılara gidiyor' diyerek taktim etmişti. Benden beş-altı

yaş büyük, üstelik İktisat Fakülteli bir kişinin kanaatlerinin ne olacağı ve bu takdim edilmemi nasıl bir mukabele ile karşılayacağı hususunda merak ederek, onu dikkatle takip etmeye ve dinlemeye başlamıştım. O şahıs, 'Said Nursî, çok kıymetli ve büyük bir İslâm âlimidir. Çeşitli mücadeleleri vardır. Takdir ederim, fakat o tamamen ilmî ve âdeta hedefine bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş giden bir islahatçı. İlmî toplantılar, kitap okutmalar suretiyle, fertelerin imanının kurtarmakla, cemiyetin değişmesine çaba göstermek istiyor. Biz ise, (Milliyetçiler Derneğini kasdederek) çok hızlı gitmek, bir tavşan hızı ile hedefimize varmak istiyoruz. (Yüzüme bakıp, kelimelere bastırarak) Bak, bir kaç ay içinde, her hafta yüzden fazla dernek şubelerimiz oldu. Neşriyat ve mecmularımız var. Çok kısa zamanda bilmem şu kadar olduk...' gibi izahlarla kendi görüşünü anlatıyor, ben de bu vesile ile, Risale-i Nur ve Said Nursi hakkında 'aydın kesim' dediklerimizin mütalaalarını o tarihlerde ilk olarak dinliyordum. Sonra bu çeşit kimseleri çok görecek ve dinleyecektim. Hattâ günümüzde dahi, büyüklü küçüklü, partili dernekli, pek çok misallerini, hep birlikte ibretle görecektik. Risale-i Nur'un devamlı parlaklığı artan ışığına rağmen, bu gibiler bir an parlayıp gözlere görünecek, sonra da sönüp gideceklerdi. "Nurlarla daha fazla meşgul olmak istiyorum" O başlangıç zamanlarında çeşitli İslâmî akımların tam değerlendirmesini yapmamakla beraber, onların metod ve

davranışlarını başka türlü görüyor, onlara ısınamıyor, hep istiyordum ki, Risale-i Nur'dan bahsetsinler. Bu sebeple Risale-i Nurları daha çok okuma yollarını arıyordum. O tarihlerde Süleymaniye'de Hacı Nazif Çelebi Beyin evinde haftanın tatil günlerinde dinî ve içtimaî konularda -daha ziyade talebelerin iştirak ettiği- toplantılar olurdu. Bilhassa Risale-i Nurların okunduğu günlere denk gelecek şekilde -on beş günde veya ayda bir okunuyordu.- O toplantılara bir kısım talebe arkadaşlarla birlikte giderdik. Çeşitli dernek ve cereyanların, Risale-i Nur'daki, İslâmî yepyeni izahlarla insanlara sunma metoduna aykırı hareket ettiklerini ve o cereyanlarla alâka kurmanın, bana en azından gaflet vererek Nurları anlamama perde olacağını hissediyor, ama yine de zaman zaman kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Risale-i Nurlarla tam meşgul olmak, okumak ve tam anlamak arzu ediyordum. Muhsin Alev abinin bizlere okuduğu daktilo ile yazılmış kitapları nasıl temin edebilir, nasıl daha çok okuruz, diye Özer Şenler arkadaşıma söylemiştim. O da bu defa Süleymaniye'de Kirazlı Mescit'teki 50 numaralı eve götürmüştü. Ahşap, küçük bir evin giriş katıydı. Bir oda, bir mutfak v.s. ibaret dar bir yerdir. Muhsin Alev ve Ahmed Aytimur Beyler burada kalıyorlardı. Burayı öğrenmiş ve artık buraya sık sık gitmeye başlamıştım. Risale-i Nurları buradan alıyor, müstakillen okuyor, ayrıca toplu derslere iştirak ediyordum. Hatta gizli tutulan, neşriyat işlerinden de, bazen haberdar ediliyordum. Sanki aylar gün gibi

geçiyordu. Ve ben içten içe Bediüzzaman Hazretlerini görmeyi ve elini öpmeyi çok arzuluyordum. O kadar ki, rüyalarıma girdiği oluyordu. "Üstadı ilk ziyaretim" 1953 yılı İstanbul'un 500. Fetih yıldönümüne yakın günlerde idi. Arkadaşlardan Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a geldiğini duydum. Bayezit Marmara Otelinde kaldığını söylediler. Onun ilk ziyaretine gittiğimde, Marmara Otelinin en üst katında kaldıklarını öğrendim. İkindi vakti sıraları idi, odalarında yoktular. O anda, hizmetlerinde bulunan Ziya Beye ziyarete geldiğimi bildirince, beni daha önce tanıdığından, Üstad'ın otelin taraçasında (damında) olduğundan bahisle kendisine duyuracaklarını, müsaade ederlerse görüşebileceğimi söyledi. Bekledim. Müsaade almış olsa gerek ki, biraz sonra beraberce taraçaya çıktık. Hiç unutmam, Bediüzzaman Hazretlerini elinde bir dürbün, Marmara Denizinin Adalar istikametine baktıklarını gördüm. Dama daha önce kurulmuş sandalyeler vardı. Beni orada kabul ettiler. Ellerini öptüm. Oturmamı söylediler. Beraberce oturduktan sonra, ne iş yaptığım, nereli olduğum hakkında sordular. Talebe ve Erzincan'ın Kemaliye kazasından olduğumu söyledim. Hitap ederlerken, 'Kardeşim' demeleri ve davranışlarındaki sâdelikleriyle mi yoksa, bilmiyorum ama, bendeki ilk

heyecanlı hâl gitmiş, yerini dikkatle dinlemek almıştı. Belki Şark tarafından olduğumu söylememden olsa gerek ki; hangi aşiretten olduğumu da sordular. Aşiretin o anda tam mânasını bilmiyordum. 'Türküm' diye cevap vermiştim. Bana iltifat ettiler. Risale-i Nur'u anlayarak okuyan talebelerinin dalâlet fırkaları da hucüm etse, sarsılmayacaklarından, Risale-i Nur'dan aldıkları iman kuvvetiyle onlara karşı koyacaklarından, Risale-i Nur'un Kur'ân'a dayandığından bahsettiler. Ayrıca, eskiden insanları dalâlete sevk edenlerin memleketimizde az olduğunu, ancak binde bir kişinin o zaman insanın kötü yola sevk edebildiğini, şimdi ise, tersine bir durum bulundu. Fakat hak yola teşvik eden bir kişi bile zor bulunabildiğini söylediler. Bu durumdan ye'se ve üzüntüye kapılmamak gerektiğini de, şöyle bir misâlle izah ettiler: Nasıl ki, bin tane badem çekirdeği bulunan bir kimse, onları toprağa dikmesi neticesinde, o bin çekirdekten, sekiz-onu badem ağacı olarak meyva verse ve diğerleri de çürüse, o adamın 'Ben bu işten zarar ettim, çünkü çekirdeklerim çürüdü' demeye hakkı yoktur. Zira o sekiz-on fidanın ağaç olmaları sonucu, her birinin binler meyva vermesiyle, o çürüyen dokuz yüz doksan çekirdeğin verdiği zarar fazlasıyla telafi edilmiş olmaktadır. Aynen böyle de, binler adamın batıla giderek çürümesine mukabil, bir kısmının hakkı görerek, doğru yolu bulmaları neticesi, bunların cemiyete, insanlığa vereceği fayda, o çürüyenleri kat kat fazlasıyla telafi edecektir.'

Ben o zaman ağdalı üslûp ve şivelerine alışık olmadığım için, anlamakta müşkilat çekiyor, ancak pür dikkat can u gönülden dinliyordum. Beni 'talebeliklerine kabul ettiklerini ve Risale-i Nur'u okumamı' söylediler. Üstad Hazretlerinin elini öperek Marmara Otelinden ayrılırken, ben, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş olarak uçarcasına ayrılmıştım. Bu benim, o İslâm kahramanı ve çok şefkatli Üstad'ımı ilk ziyaretimdi. "Süleymaniye'deki ayrılıyoruz"

50

numaralı

evden

1954 yılına çok değişiklerle giriyorduk. Süleymaniye Kirazlı Mescit'teki 50 numaralı evde, bazı değişiklikler oluyordu. İstanbul'daki faal Nur talebelerinin bazılarında değişiklikler olmuştu. Muhsin Ağabeyimiz çeşitli sebeplerle Almanya'ya gideceğini beyanla teksir edilmeye hazır mumlu kâğıtlara daktilo edilmiş, Pencereler Bediüzzaman Said Nursi adlı risalecikleri bize bırakarak, 'Bunları siz Üstaddan müsaade alarak teksir edersiniz. Okul biterse Üstad'a gidersiniz, hizmetinde bir süre kalırsınız' gibi tavsiye ve temennilerle Almanya'ya gitmişlerdi. 50 numaralı ev boşaltılmıştı sayılır. Ahmed Aytimur Ağabeyin hemşehrisi olan ev sahibi, evi kiraya vermek ve tamir ettirmek isteğiyle, bizi çıkardıktan bir müddet sonra, evin tamamen çökerek yıkıldığını duymuş ve giderek bizzat da görmüştük. Duymuştuk diyorum, çünkü o semte pek gitmiyorduk. Cerrahpaşa ile Aksaray arasında bir yerde Aytimur Ağabeyimiz bir dokuma

atölyesi açmıştı. Hüseyin isimli bir kardeşle ortak çalıştırıyorlardı. Oraya gider, oturur, Kur'ân hattına çalışır, Risale-i Nur okurduk. Gerçi Horhor taraflarında bir iş hanının odası da vardı. Oraya giderdik ama, ekseri ders ve Risale-i Nur çalışma yerimiz bu havlu dokuma atölyesi idi. Mehmed Emin, Özer ve ben Kur'ân yazısını artık seri şekilde hem okur hem de yazar bir hale gelmiştik. "Kur'ân harfleriyle gönderirdik"

Risale

yazar,Üstada

Risaleleri asıllarına bakarak veya şeffaf kâğıtla üzerine koyarak yazıp bitirdikten, yani asıl Risalelerden bir nüsha bu suretle elde ettikten sonra, bu artık bizim olan Risaleyi ciltçiye gönderir, ciltlendirir, sonra da Bediüzzaman Hazretlerine gönderirdik. Üstad Hazretleri bunları tashih eder, arkasına ismimizle dua yazar ve iade ederlerdi. Biz de bu el yazımızla yazılmış ve Bediüzzaman Hazretleri tarafından ekseriya tashih edilerek iade edilmiş ve kendi el yazılarıyla dua yazılmış Risaleleri, büyük bir hatıra olarak hıfzeder, saklardık. Öyle oluyordu ki, bazı günler mektep tatili ve müsait zamanlarımızda günde sekiz-on sayfa (Daktilo sayfası büyüklüğünde) yazdığımız oluyordu. Biz bunlara Kur'ân harfleriyle yazılmış olduğu için, Kur'ân harflerine izafeten 'eskimez yazı' ismini takmış 'eskimez yazıyla çoğaltılmış Risale-i Nurlar' diyorduk. Kâinatın kurulmasıyla var olan, bizi ve dünyamızı aydınlatan güneş 'Şu kadar milyon yıl evvel yaratılmıştır. O halde eskidir' demek hiç kimsenin hatırına gelmediği gibi...

Maddî ve manevî âlemimizi nurlandıran ve ışıklandıran Kur'ân'ın da harfleri dahil hiç bir parçasına eski demek gönlümüze sığmıyordu. Onun için 'eskimez' diyorduk. Evet, bu Kur'ân harflerini öğrenmemiz, ecdadımızla bağlarımızı, köprülerimizi kurmaya büyük bir vasıta olduğunu veya olacağını, o zamanlar pek takdir edemiyorduk ama, yine de şevkle yazıyorduk. Hiç unutmam, okulumuzda Yunanistan mı Bulgaristan mı, birisinden gelme bir göçmen Türk öğrenci arkadaşımla, bir de benden başka eskimez yazıyı bilen hiç kimse yoktu. Okul öğrencilerini tarihî yerlere götürmek, tarihî eserleri göstermek hususunda sınıfta yapılan bir sohbet anında, benim bu harfleri mektup yazacak kadar öğrenmiş olmamı gören yaşlı edebiyat hocamız, çok hayret etmişti. "Isparta'ya Üstadı ziyarete gidişim" Evet, 1954 yılında yukarıda izaha çalıştığım tebeddülatlarla birlikte, yine de İstanbul'un muhtelif yerlerinde toplanarak Risale-i Nur okumak, Anadolu'da teksir makinasıyla çoğaltılan Risaleleri ciltlendirerek, istenilen mahallelere göndermek gibi hizmetler, büyük zahmetlere rağmen sürüp gidiyordu. O yıl okul tatilinde Muhsin Ağabeyin tavsiyesi ve temennisine uyarak yeniden görmeyi, çok da arzuladığım Üstad Hazretlerinin ziyaretine gideceğimi Ahmed Ağabeye söylemiştim. O da bir çok bakımlardan zahmetli, kararsız, fakat sabırlı haldeydi.

'Üstad'a selâmlarıyla birlikte, memlekete gitme arzusunda olduğunu bildirilmesini' bana söylemişti. İstanbul'a Özer, Mehmed Fırıncı ve Mehmed Emin kardeşlerin hiç birisinin, her işini ikinci plâna iterek, münhasıran Risale-i Nur meseleleriyle meşgul olacak şartları yoktu. Bu şartlar altında Isparta'ya Üstad Hazretlerini ziyarete gitmiştim. Isparta'yı hiç görmemiştim. İlk defa gidiyordum. Yolculuğu trenle yapmıştım. Geldiğimde öğle saatleriydi. Tren istasyonu ile Üstad'ın kiraladığı evin arası uzaktı. Daha önceden adresi ve tarif aldığım için, kolaylıkla bulmuştum. Kapılarını çaldım, rahmetli Zübeyir Ağabey kapıyı açarak, beni karşılamışlardı. İstanbul'dan gelmekte olduğumu söylemiş, kendimi tanıtmamla (daha önce de Muhsin Alev Ağabeyin söylemiş olması sebebiyle olsa gerek) ilk karşılaşmış olmamıza rağmen derhal eve alınmış, Hazret-i Üstad da daha evvel tanıdıkları için huzurlarına kabul edilmiştim. Yukarıda izah ettiğim durumları, bilhassa Muhsin Ağabeyin gidişini kısaca izah etmek istiyordum. 'Hoş geldin Hakkı kardeşim' diyerek ve 'Maşaallah, barekallah kardeşim' gibi ifadelerle alnımdan öperek rahat olmamı (çünkü çok heyecanlıydım) ve oturmamı söyledi. Karyolada yatmıyor fakat yarı dik vaziyette duruyorlardı. Odalar evin ikinci katı, tabanları tahta ve battaniye ile kilimlerle kısmen kaplıydı. Karyolalarına yakın kilim üzerine dizlerim üzerine oturdum.

'Kardeşim, Ahmed'e söyle, Muhsin'i Emniyet'ten sorarlarsa, Almanya'ya benim Mucizeli Kur'ân'ın tab'ı için gönderdiğimi söylesin...' şeklindeki ifadelerinden sonra, diğer bazı hususlarda da şimdi tam hatırımda kalmayan bazı soruları sordu ve benim de cevaplandırmaya çalışmalarım oldu. Ahmed Ağabey hakkında ise, 'Ahmed şimdilik İstanbul'da kalsın' şeklinde buyurmuşlardı. Huzurlarında bir süre kaldıktan sonra, 'Kardeşim benim misafirimsin' demeleri üzerine, rahmetli Zübeyir Ağabey vasıtasıyla diğer odaya alınmıştım. Tahirî, Ceylan, Bayram ve Sungur Ağabeyler o zaman Üstadın hizmetlerinde idi. O gün ve gece evlerinde kalmıştım. Ertesi günü bir kısım İmam Hatipli talebelerin de iştirak ettiği sabah dersinde, tekrar Hazret-i Üstad'ın odalarına derse girmiştim. 10-15'ten fazla talebe vardı. (Sonradan İstanbul'da bir süre çok yakın arkadaşlık yapacağım Zekeriya Kitapçı da o talebelerin içindeydi.) Aynı bir okul dershanesi gibiydi.Yalnız, tahta sıralarda değil, kilimler üstünde oturuyorduk. Dikkatle okunan Risale-i Nur derslerini dinliyorduk. Üstad Hazretleri karyolalarında, fakat âdeta üniversite kürsüsünde gibi izah ediyor ve çeşitli bahisleri talebelere okutturuyordu. Talebeler ayrı ayrı okuyorlar, bir miktar okuduktan sonra, Üstadın işaretiyle diğeri okumaya geçiyordu. Ben arka taraftaydım. Ve devamlı dinledim. Gördüklerimi heyecanla takip ediyordum. Ders, tahminen bir saat kadar sürdü. Orada, o talebelerle tanışıp, hususî görüşmemiz mümkün olmadı. Beni misafir olarak tekrar odama aldılar. Odamda bir süre

daha kaldıktan sonra, bir ara 'İstanbul'dan gelen var' dediler. Çıktım, baktım, arkadaşım Özer'di. İstanbul'da aniden o da karar vermiş ve beni takiben gelmiş olduğunu öğrendim. Üstad Hazretleri, bizi tekrar bu defa da Özer kardeşle birlikte huzurlarına aldılar. Diğer talebeleri de vardı odada... Çeşitli dersler anlattılar. Bir ara rahmetli Ceylan Ağabeye, 'Sen dışarı çık' diyerek bir talebesinin (Ceylan ağabeyin) kendilerini tarassut ve ta'cizde ileri giden gizli teşkilattan bir kişiye, tabancayla yaptığı bir olayı naklederek, o olayda, o talebesinin Kur'an hizmetinin hürmetine, hıfz-ı İlâhî'nin himaye ettiğini söylediler. Cesaretini bize örnek gösterip, bizim de cesûrâne hareket etmemizi, bazı haller olmasa, bizi yanlarında bırakacaklarını (ki biz her ikimiz de çok arzu ediyorduk. Yanlarında kalmayı ve hizmet etmeyi...) her ikimizi de talebeliğe kabul ettiğini bildirdiler. Son olarak da İstanbul'daki talebe ve bir kısım dostlarına (hatırımda kaldığınca Eşref Edip Bey, Gönenli Mehmed Efendi gibi...) selâmlarını söylememizi belirterek, bizim derhal İstanbul'a dönmemizi istediler. Ve döndük. Ayrıca bu ziyaretimizde, sıhhatli olmasına çok dikkat etmek şartıyla. Muhsin Alev Ağabeyimizin mumlu kâğıtlara yazarak teksir etmeye hazır hâle soktuğu ve İstanbul'da bıraktığı Pencereler ile Divan-ı Harb-i Örfî ve Bediüzzaman Said Nursî adlı küçük risalelerini teksir edilme müsaadesini de almıştık. "Maddî ve manevî imkânsızlıklar içindeydik" İstanbul'a dönünce sıkıntılı bir devremiz başlıyordu.

Çünkü bütün zamanını ve imkânını Risale-i Nur'a hizmete verebilecek, maddî ve manevî durumları müsait kardeş ve ağabeylerimiz yoktu diyebilirim... Meselâ teksir yapacak bir yerimizi yoktu. Ahmed Ağabeyin havlu dokuma atölyesinde iki katlı ranzalı yerler vardı ama, bunlarda ancak, elle risale yazıyor ve okuyabiliyorduk, o kadar. Üstelik işçiler içinde, namazsız ve lâkayd, en azından taraftar olmakla beraber, meselelerimizden habersizler vardı. Dost-düşman müşteriler gelip gidiyordu. Ahmed Ağabeyin 'dişini sıkarak sabrettiği' karpuz sergisi gibi dağınık bir işleri de vardı ki, bütün bunlarla birlikte, kâğıt almak, teksir mürekkebi almak, yer bulmak gibi işleri de ilâve ettiğimizde , şimdi düşünüyorum da Ahmed Ağabeyin memlekete gitmek hususunda benimle haber göndererek Hazret-i Üstad'tan müsade almak istemesi, o kadar dağınık ve karışıklıklar içinde, 'hizmeti bırakıp gitmek değil' bunalan ruhunun rahata kavuşmasını arzu etmektir, diyorum, kendi kendime, her ne ise... Evet o işleri de ilâve ettiğimizde diyorum, çünkü bu mevzularda etrafına bilgi vermekte çok ketûm olan Muhsin Alev Ağabey ve Ahmed Ağabeyimizden başka, Risale-i Nur'un iç hizmet işlerini pek bilen yoktu. O bakımdan Risalelerin teksir makinesine çıkarılması için bir hayli Ahmed Ağabeyin şartlarının müsait olmasını bekledik. Sonra Ahmed Fırıncı arkadaşımızın Çarşamba'da rahmetli eniştesinin evinin bir odasında teksir makinesi teşkilatını kurarak yapalım dedik. Yine tam muvaffak olamadık. "Abdurrahman Ağabeyin evi dershane oluyor"

Nihayet Abdurrahman Tan Ağabeyin Süleymaniye Mimar Sinan Caddesindeki dükkânı üzerinde, Mehmed Emin kardeş, Özer Şenler, Mehmed Fırıncı'larla, işi çok gizli tutarak teksir makinelerini yerleştirip çalışmaya başlamıştık. Bu risaleleri, bir nevi manevî kerameti olarak da, Kirazlı Mescid Sokağında eski yıkılan evimizin bir ev arayla bitişiğindeki evi Abdurrahman Tan Ağabeyimiz (dilimiz alıştığı için ağabey diyorum, esasında dayı demem lâzım. Çünkü annemin süt kardeşi ve akrabası idi) satın almış, Mehmed Emin kardeşin ikna ve ricasıyla da, daha ev sahipleri taşınmadan, evin o zaman çatı katı olan en üst katına teksir ettiğimiz Risale yapraklarını gayet gizlilikle taşımıştık. Ve tasnif etmek üzere gayet rahatlık ve ferahlıkla, sıra sıra dizip o dar yerlerdeki sıkıntılı tasnif meşakkatinden kurtulmuştuk. Daha sonra Mehmed Emin Birinci kardeşin, Abdurrahman Ağabeyden evi bu işte kullanma talebi üzerine, alt katı hâlâ dershane olarak kullanılan Süleymaniye Dershanesi, Risale-i Nur Dershanelerinin İstanbul'daki ilk çekirdeklerini teşkil etmişti. Biz artık bir değil, bir çok meşakkatlerden kurtulmaya başlıyorduk. Bir müddet sonra, havlu dokuma atölyesindeki ranzalı, gürültülü Risale-i Nur çalışma yerimizden, Süleymaniye Kirazlı Mescid sokaktaki Medrese-i Nuriyemize taşınacaktık. Rahmetli Abdurrahman Ağabey, hem dükkânının mağara gibi taş ve küçük, fakat müstakil olan üst katını hem de yeni aldığı evin üst katlarını bize tahsis etmişti. Dükkânın üstünde, âdeta gece yatıp uyumadan

teksir yapıyor, evin üst katında da, tasnif ile cilde hazır hale getiriyorduk. Risale-i Nur okumaktan ibaret olan umumî derslerimizi de, o zamanlar Taştekneler Mescidi, Şehzadebaşı Camii, Soğanağa Kâtip Sinan Camii ve bazı evlerde ve muayyen zamanlarda yapıyor, hususen Horhor, Sofular Mescidi gibi yerlere, teksir işlerimizi dahi bırakarak gidiyorduk. Gerek neşriyat hususunun ve gerekse derslerin devamı, çeşitli aksaklıkları olmakla beraber, hizmette hepimize müstakil hareket etmek ve Risale-i Nur'a kendi malımız ve eserimiz gibi sahip çıkmak konusunda büyük bir tecrübe ve cesaret sahibi olmamızı sağlıyordu. 'Kimin himmetli milleti ise, o tek başına bir millettir' vecizesini Risale-i Nur'da beyan eden Hazret-i Üstad, her talebesinin âdeta tek başına dâvayı omuzlayacak bir himmetle hareket etmesini istemekteydi. Böylece, İstanbul'da o zaman basit çapta bir hizmet cemaatı teesüs etmişti. Her birimiz o şahs-ı manevînin birer âzası olmaya çalışıyorduk. Bazılarımız, başta ben, belki bunu idrak edemiyorduk ama, Üstadımız şuurla bunu istiyordu. Rahmet-i İlâhî veriyor, kader-i İlâhî de ağlarını örüyordu. Bunun böyle olduğunu, ancak yeni yeni idrak edebiliyor, Allah'ın bu büyük lütfuna karşı, Hâzâ min Rabbî diyoruz. "Üstadı müteakip ziyaretim" Müteakip senelerde sayısını hatırlayamayacağım kadar Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğimi söylemiştim. Bunlardan bazılarını tafsilatıyla hatırlayamıyorum. Yalnız, Emirdağ'da rahmetli Zübeyir Ağabeyle Üstadın arkasında

cemaat olarak namaz kıldığımızı; yine ziyaretimde, yoğurtla karıştırarak yapılar yumurtalı-yoğurt yemeğini bana ikramlarını, (o yemekteki lezzeti hâlâ unutamam) askere giderken 'Allah'a ısmarladık' demek için uğradığımda, o tarihlerde İşaratü'l-İcaz adlı eserin Isparta'da, rahmetli Hüsrev Ağabeyin kalemiyle yazılmış mumlu kâğıtlarla teksir baskısı yapılmakta olduğu cihetle, 'Kardeşim, namaz tesbihatında hatırladım, derhal İstanbul'a dön! Teksir için lüzumlu kâğıtları İstanbul'dan, Ahmed Isparta'ya göndersin' dediklerini, benim de, dönüp bu haberi intikal ettirdiğimi; yine bir başka ziyaretimde, Rahmetli Zübeyir Ağabeyi göstererek 'Zübeyir'e bin lira maaş verseler, Risale-i Nur'a hizmetini bırakıp memuriyete girmez...' meâlindeki hitaplarını ve yine o yıllarda bir kısım kardeş ve ağabeylerimizle birlikte otuz kuruş yevmiye üzerinden hesaplanarak, 'bez kese' içinde 'tayın bedeli' olarak tuğralı tek liralardan meydana gelen (sonradan bu liralar tedavülden kaldırılmıştır) paraları, kese içinde alışımı da o yılların en büyük ve en tatlı hatıraları olarak unutamadığımı zikredebilirim. "Üstadın İstanbul'a en son gelişi" Son yıllar çok çalkantılı geçiyordu. O zamanlar, Üstad Hazretlerini gazetelerden ve diğer vasıtalardan âdeta gün-begün takip ediyorduk. Nihayet 1959 Aralık'ın son günleriydi ki Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul'a gelecekleri hususunda telgraf geldiğini ve daha sonra da Çemberlitaş-Piyerloti Oteline indiklerini öğrenmiştik. Başta

kahraman Zübeyir Ağabey olmak üzere birçok Nur talebeleri oteldeydiler. Bir kısmı da daha sonra geldiler. Üstad Hazretleri çok yorgun olmasına, oteldeki odalarında istirahat halinde olmalarına rağmen, ilk gün akşam vakti odalarında bizlere topluca ders mahiyetinde eski Divan-ı Harp Mahkemesinde yaptıkları mahkeme müdafaasından bahisle, Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat ettikten sonra Beyazıt'tan tâ Sultanahmet, Divanyoluna kadar 'Yaşasın zalimler için cehennem' diyerek kendilerini takip eden kalabalıkla topluca geldiklerini, Risale-i Nur'da geçen bazı mevzuları da ayrıca ders olarak anlattıklarını, ayrıca; kendilerini birçok vilâyetten şimdi dâvet ettiklerini, ancak Ankara, Konya ve İstanbul gibi birkaçına gidebildiklerini, ayrıca menfi milliyetçiliğin zararlarından bahsettiklerini hâlâ unutamam. Ertesi günü 1960 yılının yanlış hatırlamıyorsam ilk günüydü, sabahleyin erkenden yine gelmiştim. Otelde birçok Nur talebesi kardeş ve ağabeylerimiz vardı. Ayrıca, Emniyetten memurlar, bir kısım gazeteci muhabir ve bilhassa foto muhabirleri de vardı. Hususen bir ara İstanbul Yenikapı Ortaokulundan tanıdığım Rüçhan adındaki foto muhabirini, Üstad Hazretlerinin otelin üçüncü katındaki odaları karşısında, bitişik komşu evin dam kiremitleri üzerinde fotoğraf makinesiyle birlikte görmüştüm. Nasıl o dama çıkmıştı bilemem. Gerçi hemen mâni olmuştuk, ancak ertesi günü gazetelerde Üstad Hazretlerinin namaz kılarken çekilmiş fotoğraflarını görünce, bizler görmeden, belki rahmetli Zübeyir

Ağabeyin müsaadesiyle o veya arkadaşları tarafından çekilmiş olduğunu tahmin etmekteyim. Üstad Hazretlerinin bir müddet İstanbul'da kalacağını tahmin ettiğimiz için, nasıl olsa sonradan söyleriz, gelir ziyaret ederler düşüncesiyle en yakınlarımıza dahi söylememiştik. Halbuki aniden rahmetli Zübeyir Ağabey; 'Üstadımız İstanbul'dan gidiyor' demişti. Hepimiz çok üzülmüştük. Amma çaresizdik. Üstadın çok kısa bir süre kalmaları, hepimizi de âdeta şaşkına çevirmişti. Zira, ben dahil oradaki bazılarımızın dünya gözüyle bir daha göremeyeceğimiz gidişleriydi bu. "Üstad İstanbul'dan ayrılıyor" Evet, hazırlıklar yapılmıştı. Artık İstanbul'dan gidiyorlardı. Topluca odalarındaydık. Av. Bekir Ağabey hepimizi ayrı ayrı Üstad Hazretlerinin cenahlarına göre bizleri düzenli şekilde vazifelendirmişti. 'Sen sağında, sen solunda, bu ön, o arka taraflarında vesair gibi' dizilmiştik. O sıra Üstad baktım, takdirle Bekir Ağabeyi izliyordu. 'Maşaallah kardeşim sen tam Abdurrahman'ım gibisin...' (rahmetli biraderzadesini kastederek) şeklinde, takdirli tabirler kullanıyorlardı. Düzenli bir halde otel odasından çıkmıştık. Yukarıda da belirttiğim gibi, otel; gazeteciler, emniyet mensupları ve diğer meraklılar tarafından hıncahınç bir şekilde doldurulmuştu... Hele otelin önü.. Üstad Hazretlerini kapı önündeki Hüsnü kardeşin kullandığı otomobile âdeta bindirmemize imkân yok gibiydi. Üstadı, başta rahmetli Zübeyir Ağabey, Bekir Bey,

Fırıncı, Birinci, Zübeyir, Abdünnur, Abdülkafi... gibi şimdi hatırlayabildiğim birçok kardeşler ve ağabeylerle bir çember içine alarak zorla otomobile bindirebilmiş ve Kabataş araba vapuruna kadar takip ve teşci etmiştik. "Nereden bilebilirdik ki; 'bu helâket ve felâket asrının güneşi...' İstanbul ufuklarından ufule gidiyordu. Âdeta güneş doğuda batmak üzere batıdan gidiyordu. Onu, ta Kabataş vapur iskelesine kadar uğurlamıştık. Evet, ne bilirdik ki o tarihten sonra geçecek her gün bir saniye gibi tez geçecek ve bir daha görmeden üç dört ay gibi kısa bir süre sonra; doğuda, nebiler, evliyalar yurdu Urfa'da ebede uful edecek. Nur içinde yatsın."

Prof. Dr. ALİ ÖZEK 1932 yılında Fethiye'de doğdu. Mısır Ezher Üniversitesini bitirdi. Arap dili ve edebiyatı hocası olan Özek, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde 1978'den sonra bir müddet müdürlük yaptı. Kendi sahasında kıymetli eserleri bulunmaktadır. 1953'de İstanbul'da Bediüzzaman'la görüşmeleri vardır. "Kahire'de Mustafa Sabri Efendinin ziyaretine giderdik... 1952 senesinde eski seyhülislâmlardan Mustafa Sabri Efendi Kahire'de Şehzade Şevket Beyin evinde kalıyordu. Biz Türk talebeler haftada, bazen da on beş günde bir defa ziyaretlerine giderdik. Kendileri de bizleri daima beklerlerdi. Güzel sohbetler olurdu, dinlerdik ve istifade ederdik. Bir defasında herkese memleketini soruyordu. Ben de Muğla'nın Fethiye kazasının Doğanlar köyünden olduğumu söyledim. Bizim köy Elmalı'ya yakındı. Elmalı Hamdi Efendinin hemşehrisi sayılırdık. Mustafa Sabri bu vesileyle Elmalı'ya olan hayranlığını izhar etti.

Yine böyle bir sohbet sonunda elini öptüm, ayrılıyordum. Türkiye'ye izine geliyordum. Mısır'da okuyan Ezher Talebe Teşkilâtının sekreteri ve başkanıydım. "Mustafa Sabri Efendi benden üç şey istemişti" Mustafa Sabri Efendi, 'Sana üç vazife vereceğim' dedi. 1. Kırkağaç kavunu (Mısır'da kavun yoktu) 2. Leblebi, 3. Şeyh Said Nursî'yi göreceksin. Bediüzzaman'ı ziyaret edip ne kadar talebesi olduğunu soracaksın. Sana bir rakam verecek. Bunun üzerine neden Türkiye'de bir hareket yapmıyor, neden duruyor, niçin bir İslâmî harekâta girişmiyor? Bunları sor' dedi. Emirdağ Belediye Reisi olan H. Ali Kılıçalp da Mısır'da talebeydi. O da selâm ve hürmetini söyledi. "Bediüzzaman'ı ziyaretim" İstanbul'a geldiğimde Bediüzzaman da Fatih Çarşamba'da ahşap bir evde kalıyordu. Ziyaretimizde divan üzerinde, arkasında hafif eğik bir yastığa yaslanmış, uzanmış yatıyordu. Mustafa Sabri Efendinin selâmını söyleyince, kalktı, doğruldu, oturdu, 'aleykümselâm' diye selâmı aldı. 'Kelâmı nedir?' dedi. Bir saat kadar ziyaretinde kaldık. "Bizim vazifemiz imandır" Ben selâmını söylemeden, 'Bizim H. Ali ne yapıyor?'

diye sordu, ben de selâmını söyledim. Mustafa Sabri ne kadar talebeniz olduğunu soruyor Efendim' dedim Türkiye'de Risale-i Nur'u okuyan beş yüz bin şakirdim var' dedi. Sabir Efendi bu kadar talebesiyle neden İslâmî cihada başlamıyor, diyor.' Üstad: Şimdi sen Sabri Efendiye selâm söyle, bizim dâvamız imandır. Cihad, imandan sonra gelir. Şimdi imana hizmet etmek zamanıdır. Bizim vazifemiz imandır, imana hizmet etmektir...' diye iman hizmeti üzerinde uzun uzun durdu ve izahlarda bulundu. Müsaade isteyip ayrılırken, ayağa kalktı. elini öptüm, ayrıldım, kendisi de yatağa oturdu. Emanetleri, bu arada Şevket Beyin istediği vatan toprağını çok sıkı arama ve kontrolden sonra Mısır'a götürdüm. Leblebi ve kavunu da Sabri Efendiye götürdüm. "Şeyh Said Efendi haklıdır" Sabri Efendi artık iyice ihtiyarlamıştı. Bu sebepten rahatsızdı. Türkiye'de Bediüzzaman'la geçen konuşma ve hatıraları, aynen kendilerine naklettim. Dikkatle dinledi. Şu cevabı verdi: Şeyh Said Efendi gerçekten haklıdır! "Evet söyledikleri doğrudur. O dâvasında muvaffak

oldu. Biz hata ettik. O memleketten hiç bir yere ayrılmadı, sebat etti...' diye Bediüzzaman'ı tasvip etti."

MUSTAFA RUNYUN 1917'de Konya'da doğmuştur. Yüksek tahsilini Mısır'da yapmıştır. Cumhuriyet devrinde İslâmiyete, vaazlarıyla, konuşmalarıyla ve eserleriyle hizmet eden büyük âlimlerimizden birisidir. 1957'de Demokrat Partiden milletvekili seçilmiştir. Yassıada maznunlarındandır. İslâmî sahada çok değerli eserleri bulunmaktadır.1952'de Bediüzzaman Said Nursî ile görüşmüştür. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsündeki odasında, tanıyıp, elini öptüğüm Mustafa Runyun Hoca, daha önceleri, eserlerini okuyup, istifade edip, gıyaben tanıyarak muhabbet ve hürmet duyduğum bir zattı. Bu ehl-i kemal ve ehl-i takva zatı, geç de olsa tanımış, tatlı sohbetinden feyiz almıştım. Tahminen Bediüzzaman Said Nursî ile görüşmüş olduğunu düşünüyordum. Sohbetimiz esnasında kendilerine bu hususu sordum. Mütevazı ilim ve irfan erbabı Runyun Hoca, Bediüzzaman'ı 1952 senesinde İstanbul'da ziyaret ettiğini söyledi. O zamanlar askerliğini yedek subay olarak yapan

Mustafa Runyun Beyefendi, Sirkeci'deki Akşehir Palas otelinde Üstad Said Nursî ile olan görüşmesini bize şöyle nakletti: 1952 senesinden İstanbul'da yedek subay olarak vatanî vazifemi yapıyordum. Ata Kulaksızoğlu ismindeki Kastamonulu tüccar bir dostumdan, Üstad'ın İstanbul'da bulunduğunu işitmiştim. Yine Ata Beyle birlikte ziyaretine gittik. Kapıdan ismimizi söyleyerek ziyarete geldiğimizi bildirdik. Az sonra kabul buyurduklarını bildirdiler. Ziyaretimiz yarım saat kadar devam etti. Üstadın elini öptük, bize iltifat etti. Ben askerî elbise ile bulunuyordum. 'Ne zaman istersen buyur gel, yalnız askerî elbise ile gelme, sana zararları dokunur' diye buyurdu. Kurban.. kurban' diye tatlı bir hitap tarzı vardı. "Daha sonraki senelerde Risale-i Nurlarla alâkalı olarak ehl-i vukuf tayin edilip, Nurlar hakkında raporlar vermiştik. Bu eserlerin şeriata aykırı olmadığını, İslâmî, ilmî eserler olduğunu bildirmiştik." Runyun Hocanın bu latif hatırasını dinledikten, yeniden görüşüp, ziyaretine gelmek arzumuzu izhar ettikten sonra kendileriyle vedalaşıp, ayrıldık...

Dr. ALÂEDDİN YILMAZTÜRK 1927'de Düzce'de dünyaya geldi. 1968'de Bolu Adalet Parti Senatörü seçildi. Adlî Tıp'ta vazife yaptı. Sağlık İstatistik Planlama Dairesi Genel Müdürlüğü yaptı. Bediüzzaman Said Nursî ile müteaddit defalar görüşmeleri vardır. "Üstadı ilk defa Reşadiye Otelinde kalırken ziyaret etmiştim" 1941 yılında trenle İstanbul'a okumaya geliyordum. Bediüzzaman Said Nursî'nin ismini ilk defa bu yolculuk esnasında duydum. Kendisini tanıyanlar şahsiyetinden ve hizmetlerinden sitayişle bahsettiler. 1952 senesinde İstanbul'da Reşadiye Otelinde kalıyordum. Bu sıralarda Bediüzzaman da bir mahkemesi için İstanbul'a gelmiş, aynı otelde kalıyorduk. İşte Üstadı ilk defa bu otelde ziyaret edip ellerini öptüm.

"Mahkeme salonu onun bir işaretiyle boşalmıştı" Şimdiki Büyük Postahanenin bulunduğu adliye binasında mahkemesi oluyordu. Çok kalabalık ve izdiham olmuştu. Kalabalık adeta bir sel halini almıştı. Binbir güçlükle ben de mahkemenin yapılacağı salona girebildim. Kalabalıktan muhakeme yapmak imkânsızdı. Mahkeme Reisi Üstad'a rica etti. Kalabalığın çekilmesini istiyorlardı: Efendi Hazretleri işaret etseniz de şu izdiham kalksa!' Üstad dönerek kalabalığa bir işaret etti. Salonun yarısı hemen boşaldı. "Üstada gözleri için ilaç verdim" Said Nursî Hazretleri otelde iken gözlerinden rahatsız olmuştu. Göz kapaklarının altı kızarmıştı. O zamanlar 'Terramisin' merhemi yeni çıkmıştı. Kendilerine bu ilaçtan alarak götürdüm. Ben hiç bir kimseden karşılıksız bir şey almam. Fakat seninkini alacağım' dedi. O ilacı kullanınca hastalığı geçti. Çok memnun oldu, bana dualar etti. Yanındaki gümüş liralardan bir tane bana hediye etti: Bunlardan bende on beş tane vardı, senelerden beri bunlarla idare ettim. Bir tane de sana yeter' diyerek bir lira verdi. Ben bu parayı bir kaç kat kâğıda sardım. Annem de bunu iç cebime dikmişti. Bu lirayı üzerimde taşıdığım

müddetçe Allah beni parasız bırakmadı. "Üstadı otobüste ayakta görünce" Bir gün Sarıyer'den otobüse binmiş geliyordum. Bir de baktım otobüsün arka sahanlığında Efendi Hazretleri ve yanında iki genç talebesi vardı. Ayakta duruyorlardı. 'Aman Efendi Hazretleri, siz ayaktasınız' diye bağırarak otobüsün içini velveleye verdim. Bir kaç kişi hemen ayağa kalkarak Üstad'a yer verdiler. Üstad memnun olarak boşalan yere oturdu. Çok güzel ve temiz bir kıyafeti vardı. Başında sarığı, uzun siyah geniş kollu bir cübbe giymişti. Benim otobüsteki kendisine karşı olan hürmetimden de çok memnun olup, mütehassis olmuştu. "Reşadiye Otelinde zaman zaman ziyaretine giderdim" Reşadiye Otelinde zaman zaman ziyaret ederdim. Devamlı yanında bulunmaktan ziyade ara sıra ziyaret tarzında görüşürdük. Nasihat ve tavsiyelerini hiç bir zaman unutmam. Bazı zamanda yaramaz çocuk gibi kaçardım. Uzun zaman görüşmediğimiz zamanlar rüyalarımda tecelli ederdi. Bir gün Müzeyyen Senar'ın konserine gidiyordum. Yolda Üstadla karşılaştık. Üstad kolumdan tutarak beni geri çevirdi, konsere bırakmadı. "Şemseddin Yeşil'den dinlediğim hatıra" O zamanlar Şemseddin Yeşil Hocanın yanına da gider

gelirdim. Şu hatırayı da Şemseddin Yeşil Efendiden dinlemiştim: Said Nursî Hazretleri ile birlikte Denizli mahkemesinde ifade vermeye çıktıkları zaman, Üstad hakime: Sizin benden ifade almaya selahiyetiniz yoktur. Benim temsil ettiğim dâvayı muhakeme etmek selahiyetine sahip değilsiniz!' demiş. Hakim, 'Ne demek istiyorsunuz?' diye hiddet ettiği zaman da, şu cevabı vermiş: Çünkü sizin yıkanıp da gelmeniz lâzım; temiz değil, cünüpsünüz!' Hakikaten hakim şaşırıp kalıyor, sonra mahkemeye ara veriyor. "Kendisine hürmet ve bağlılığımız sonsuzdur" Said Nursî Hazretleri İstanbul'dan ayrılınca kendisini bir daha dünya gözü ile görmek kısmet olmadı. Ama ona hürmet ve bağlılığımız vardır. Bende Risale-i Nur eserlerinin İslâm yazısı ile basılmış eski kitaplarından vardı. Kitapları arıyorlardı. Biz de sıkışmıştık. Bir gece yarısı Nurları çuvala doldurduk Düzce'ye kaçırdık. Kitapları bulsalardı yakacaklardı, sonra biz bu kıymetli eserleri nereden bulacaktık. Daha sonra bu kitapları eşe dosta dağıttık, o seriyi

böylece elden çıkarttık. O tarihlerde dinî kitapları okumak sanki suçtu. Yine gizli gizli okuyorduk. Yakaladıkları zaman alıp götürüp mahkemeye veriyorlardı. İyi biliyorum, Cağaloğlu'nda matbaada Risale-i Nurlar basılırken bir kişi kapıdan çıkar gözcülük ederdi. Öbürü kitabı koynuna saklar öyle çıkardı. Kitapları götürmek bile suçtu. "Şunu ifade etmek gerekir ki, otuz-kırk seneden beri Türkiye'nin yüksek tahsil gençliğinden Said Nursî Hazretleri büyük fetih yapmıştır. O, okumuş insanlardan en çok talebesi olan bir Üstaddır."

OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ 1917 yılında Akseki'de dünyaya geldi. Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi mezunudur. Serdengeçti ismiyle çıkarttığı mecmuasıyla ve yaptığı mücadeleleriyle tanınır. AP mebusluğu yapmıştır. Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Bu Millet Neden Ağlar ve Gülünç Hakikatlar isimli eserleri vardır. İki defa Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret etmiştir. 10 Kasım 1983'te vefat etti. Serdengeçti'nin Said Nursî ve talebeleri ile ilgili yazıları Mukaddesatçı cephenin ateşli kalemlerinden ve imanlı mücadelecilerinden Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) 1952 yılının Mart ayında, Serdengeçti mecmuasının altıncı sayısında "Said Nur ve Talebeleri" başlıklı bir yazı neşretmişti. Bu yazı Bediüzzaman'ın Büyük Tarihçe-i Hayat'ında, Bekir Berk'in Mülâkat isimli eserinde, Nurculuk isimli kitapta, ayrıca çeşitli mecmua ve gazetelerde iktibas

edilmişti. Nesir ve şiir karışımı bu yazı, çoşkun bir iman ve sevgisinin neticesi olarak Bediüzzaman, Nur Talebeleri ve Nurculuk hakkında yazılmış en güzel yazılardan birisiydi. Bu şahane makaleden sonra Osman Yüksel Serdengeçti, 1952'de İstanbul'da Fatih semtinde bulunan Reşadiye Otelinde Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret edip, görmüştü. Bu ziyaretin neticesi olarak Serdengeçti, o çoşkun ruhuyla, o berrak üslûbuyla mecmuasını MayısHaziran (15-16) 1952 tarihinde, 7. sayfada "Said Nursî'nin Huzurunda" başlıklı bir muhteşem makale daha neşretti. Daha sonraki senelerde bu yazı da Nurculuk isimli kitapta ve Yeni Asya gazetesinde iktibas edildi. Bediüzzaman Said Nursî ile olan ilk görüşmesini mezkûr makalede gayet veciz olarak ve bütün teferruatıyla anlatmıştı. "Said Nursî 20. asrın karanlığını delerken" Osman Yüksel, Serdengeçti mecmuasının müteakip sayılarında Nur Risaleleriyle alâkalı yazılar, Bediüzamanla ilgili şiir ve resimler neşretmiştir. Bunlardan birisi de mecmuanın Ağustos 1952 tarihli 17. sayısı idi. Kapakta bir temsilî resim vardı, resmin altında ise şunlar ifade ediliyordu, İslâm dâvasının Serdengeçti'si: "Said Nursi yirminci asır karanlığını delerken!. Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz! Musa ol! Hakka yüksel, tecelli et Tûr'a.. Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nura!.."

Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz... "Bir kahraman bekliyoruz" Daha önceleri Osman Yüksel, Serdengeçti mecmuasının 1947'de çıkan ilk sayısında bir hiss-i kablelvuku (önsezi) ile Bediüzzaman'ın huzurunda buyurduğu ilhamı "Bir Kahraman Bekliyoruz' şiiriyle dile getirmişti: Kal'a gibi dik başın bulutlarla yarışsın. Dalga dalga saçların rüzgârlara karışsın. Adını nakşedelim, eski-kadîm surlara Sesini haykıralım asırdan asırlara Savletinden titresin yeniden Doğu, Batı Ve kurulsun ebedî Allah'ın saltanatı Ufukları kaplasın bayraklarımız al al Göklere zaferini çizsin vahşi bir kartal Kahramanlar büyüsün masalda dev misali, Eğilsin öpsün gökler canım nazlı hilâlli. Ordularım yeniden Tuna'ya akın etsin Bir yıldırım çıksın da uzağı yakın etsin. Selâm dursun karşımda bütün şerefler şanlar, Namını tebcil etsin, yıldızlar, kehkeşanlar. İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdası var, Yavuz gibi diyorum: Bir dünya insana dar! Bir seda duymak için, sahralara düşmeyim,

Helâl olsun bu yolda varım yoğum her şeyim. Volkan gibi lâv atmış, ne susmuş ne sönmüşüm, Ben fikir uğruna çılgınlara dönmüşüm. Bir deha bekliyoruz, gençliğe mihrap olsun, Ruhları tutuşturan bir ateş mihrak olsun. Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar Kahrolsun Hak dururken yabancıya tapanlar Çık nerdesin zuhur et, biz seni bekliyoruz Yıllardır yollarında, yorgun emekliyoruz Musa ol Hakka yüksel, tecelli et de Tûr'a Zulmet yıkılsın gitsin, cihan garkolsun Nûra İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum Ne hayâl ne kuruntu, hakikat istiyorum. Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum... Bizzat Osman Yüksel'in ağzından tesbit ettiklerim Osman Yüksel Serdengeçti'yi ilk defa 1962 kışında Gaziantep'te görmüş ve sohbetlerini dinlemiştim. On sekiz yıl sonra İstanbul'un fethinin 527. yıldönümünde ikinci defa görmek ve dinlemek imkânı bulabilmiştim. Bu imkânı değerlendirebilmek maksadıyla, uzun zamandır zihnimde hazırlanan suallerimi sormaya başlamıştım.

Öldürücü, güldürücü" fıkralarından zaman buldukça Üstad Bediüzzaman'la olan görüşmelerinin intibalarını tesbite çalışıyordum. 1952'de Reşadiye Otelinden sonra Üstadla tekrar görüşüp görüşmediğini sormuştum. Cevap olarak, 1952 senesinde Ahmet Emin Yalman'ın Malatya'da vurulma hâdisesinden sonra, kendilerini de tevkif ettiklerini, tahliyeden sonra Isparta'ya uğrayıp Üstadı ziyaret ettiğini ifade etti. Bu görüşme ve ziyaretten hatırında kalan intibalarını şöyle anlatıyordu: 1954 senesiydi, bu, Üstadı ikinci defa ziyaretimdi. Isparta'da dinî ve millî neşriyatı satan bir kitapçı dükkânı vardı. Oraya giderek Üstadı sordum. Bu esnada aniden Ziver (Zübeyir Gündüzalp) zuhur etti. Rahmetli ne kahraman insandı, ne iman vardı Rabbim onda, ateş gibi bir delikanlıydı. Üstadı ziyaret etmek istediğimi söyledim. 'Üstad hasta ama, sizi kabul eder' dedi. Ayrı ayrı yollardan Üstadın kaldığı eve gittik. Devamlı polis kontrolündeydi. Mahalle arasında ahşap bir eve girdik. "Elbette hapse gireceksin" Kendilerine Said Bilgiç ve Dr. Tahsin Tola'dan selâm ve hürmetler götürmüştüm. Malatya hâdisesinden sonra tevkif edilişimi Üstada şikâyet ettim. 'Eskiden, Halk Partisi devrinde olduğu gibi, bunlar, Demokratlar da bizi

hapsediyorlar efendim' dedim. Cevap olarak, 'Elbette hapse gireceksin , yoksa hizmetten vaz mı geçti, İslâm dâvasından döndü mü diye Müslümanlar senden şüphelenirler' diye buyurdu. "Halk Partisine karşı Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söylüyordu" Halk Partisiyle, Demokrat'ın mukayesesini yaptı. Halk partisinin kol kestiğini, Demokrat'ın ise parmak kestiğini, ehven-i şer olduğunu ifade etti. Halk Partisine karşı, Demokrat'ı desteklemek lâzım geldiğini söyledi. Bu arada lâtife ederek, 'Serdengeçti, beni siyasete karıştırıyor, bende siyaset yok' dedi, ama bu arada da mevzu ile alâkalı ne söylemek lâzım geliyorsa onu söyledi. Antalya'ya gidiyordum. Üstad, 'Dönüşte yine uğra' dedi. Maalesef ben uğrayamadım. Daha sonraları ise görüşmek, ziyaret edip, elini öpmek nasip olmadı. "Vefatını Ankara'da iken haber almıştım. Bu acıklı vefat hâdisesinin arkasından bir yazı kaleme almıştım. Fakat bu yazıyı hiçbir yerde neşredememiştim." "Sekiz defa mahpus, bir defa mebus olmuş" Serdengeçti bu sohbet esnasında yaptığı nüktelerle, lâtifelerle, vezinli konuşmalarla hepimizi kahkahalarla güldürüyordu.

Sekiz defa mahpus, bir defa mebus oldum" diyordu. Beş defa Halk Partisi devrinde, iki defa Demokrat devrinde, bir defa da Millî Birlik Komitesi devrinde tevkif edilip, hapis yattığını söyleyerek, yine Üstad Bediüzzaman'ın parmak ve kol kesme meselesini teyit ediyordu. Said Nursî'nin huzurunda Serdengeçti Osman Yüksel Bundan birkaç sene evvel, hatırı sayılır bir din adamıyla Said Nursî Hazretleri hakkında münakaşa ediyorduk. Muhatabımın dinî bilgisi ve bu husustaki selâhiyeti münakaşa götürmez bir hakikattı. Fakat bütün bunlara rağmen İslâmın hareket, hamle, heyecan tarafına yanaşmıyordu. O bakımdan Said Nursî'nin mücadeleci hayatı onu fazla alâkadar etmiyor, hattâ bu yaştan sonra onun bu işlerle uğraşmasını doğru bulmuyordu. Bilâkis ben hareket haline gelmeyen, gelemeyen hiçbir imana taraftar değildim. Çok bilmek bir şey ifade etmezdi. İş, bildiğini yapabilmekti. Said Nursî'nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu. Galiba Hazret o zaman Denizli Hapishanesinde bulunuyordu. Denizli adliyesinde stajyer bulunan bir arkadaşım Said Nur'un harkikulâde hayatından bahsetmiş, bana Nur Risaleleri getirmişti. Eserlerini tam mânasıyla okuyamamakla beraber, kudretli, kurtarıcı bir ruhun karşısında olduğumu görüyordum. Yukarıda da zikrettiğim gibi beni asıl ilgilendiren onun mücadelelerle dolu hayatı.

Muhatabımı dilimin döndüğü kadar iknaya çalıştım. Said-i Nursî'nin gençlik üzerindeki tesirlerinden bahsettim. O gece bir rüya görüyorum: Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, onbinlerce insan. Bu insanlar hem genişliğine, hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza göklere kadar yükselmişler. O onun omzuna basmış, o onun omzuna.. Böylece bu muazzam insan yığınından adetâ koskoca bir dağ meydana gelmiş... Bu insanların en yükseğinde de Said Nursî Hazretleri... Sanki minarenin alemi gibi... Sanki kâinata Allah'ın varlığını, birliğini işaret eder gibi, bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün insanlar ayaklarının altında idi... Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri haline gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim. Zaman zaman, gördüğüm bu harikulâde rüyanın tesiri altında kalıyordum. Geçenlerde bunu Nur talebelerine anlattım. Çocuklar 'Ta kendisini görmüşsün Osman ağabey, şekli de tarif ettiğin gibi. Selâm verişi'de' dediler. Bunun üzerine Serdengeçti'de 'Said Nur ve Talebeleri' başlıklı bir yazı yazdım. Bu suretle bu bahtiyar ihtiyara ve onun etrafında toplanan tertemiz din ve iman kardeşlerime hayranlığımı izhar ettim. Yazım, inanmış temiz, mü'min gönüller tarafından heyecanla karşılandı. Birçok tebrik telgrafları, mektupları aldım. Artık Said Nursî Hazretlerini görmek benim için adetâ bir mecburiyetti. Rüyamda gördüğümü, gündüz gözüyle de görmek istiyordum.

İstanbul'a gittim. Aradım, sordum. Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyormuş. Yanımda Teknik Üniversiteden çok sevdiğim genç bir arkadaş var. Duydum ki Hazret, ikindiden sonra kimseyi kabul etmiyormuş. Aksi gibi vakit gecikmişti. Fakat muhakkak görmeliydim. Reşadiye Otelini buluyorum. Otelin kâtibine soruyorum. 'Üst katta 29 numaralı odada' diyor. 'Kabul ederlerse buyurun.' Onun kapısına kadar varmak bile benim için güzel bir şey' diyorum. Merdivenleri heyecanla çıkıyorum. İşte '29' numaralı odanın kapısındayız. Kapıda kendisine hizmet eden arkadaşlardan bir kaçına rastladım. Onları Ankara'dan tanıyorum. Kendilerine 'Bu saatte Üstadın kimseyi kabul etmediklerini biliyorum. Acaba ne zaman ziyaret edebiliriz?' dedim. 'Evet' dediler. "Sen benim oğlumsun" İkindiden sonra kimseyi içeri almıyorlar. Amma sizi herhalde kabul ederler. Bir soralım... Buyurun!' dediler. İçeri girdik. Beni görünce: 'Sen Serdengeçti Osman?' 'Evet' dedim. 'O yazıları yazan sen?' 'Evet'. Ellerinden öptük. Bize işaret etti. 'Oturun.' Oturduk. Kendileri yatağın içindelerdi. Sağında solunda kâğıtlar dağılmıştı. Bazı eserlerini tashih ediyorlardı. İlk heyecanım yatıştıktan sonra Üstada iyice baktım. Rüyamda başı göklere değen zat bu zattı. Kıyafetine varıncaya kadar aynısı ve tıpkısı. Hayret ediyordum. Bir anda durakladıktan sonra Üstad bize karşı tekrar döndüler... 'Ben seni eskiden biliyordum. Emirdağ'da iken mecmuanı getirdiler. Allah ve din yolundan her

şeyimden vazgeçtim, ser'imi bu yola koydum, demişsin. Aferin, aferin, maşaallah, maşaallah... Daha çok da genç. Bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti kordum' dediler. Sonra etrafındakilere hitap ederek: 'Bu benim oğlum. Oğlum olsaydı böyle yetiştirirdim' iltifatlarında bulundular. Orada bir kitap varmış. O kitapta yanyana iki resim var. Bana gösterdiler. 'İşte şu benim biraderzadem Abdurrahman. O benim oğlumdu, öldü. Şimdi sensin...' Fotoğraflara bakıyorum. Bir tanesi kendilerinin gençlik resimleriydi. Diğeri biraderzadesi. Ben heyecandan nefes alamayacak bir hale gelmiştim. Talebeler karşısında diz çökmüş oturuyorlardı. Odada soba yanıyordu. Kendisine hizmet edenler var gibi, yok gibi, hayalet gibi insanlardı. Her tarafta insanı saran mânevî bir sükûn vardı. Sonra Üstad tekrar konuşmaya başladılar, bu sefer yanımda bulunan üniversiteli arkadaşa hitap ettiler: 'Madem ki Serdengeçti getirdi sen... Sen de talebemizsin, Nur Talebesi.' Nur Risalelerini okumasını söylediler. Nefse hakimiyetten bahsettiler. 'Vaktiyle ben de gençtim. O zaman da İstanbul'da çıplak kadınlar vardı. Rum kadınları. Ben onların hiçbirine bakmadım. Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın emirlerini yerine getirdim. Mücadele ettim, yılmadım.' Bu arada Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden bahsettiler. Onun sözlerinden bazı şeyler istihraç ettiler. Fakat pek anlayamadım. Kendilerine yukarıda bahsettiğim rüyayı anlattım. Fevkalâde mütehassis oldular. 'O bütün insanların üzerinde gördüğün ben değilim. O Nurdur, Nur Risaleleridir. Ben bu

dâvanın âciz bir hizmetkârıyım' buyurdular. Bana mecmuanın kapatılıp kapatılmadığını sordular. 'Hayır' dedim. 'İnşaallah çıkacak. Dua edin efendim' 'Mecmuanda şahıslara dokunma. Onların gurur ve enaniyet damarlarına basma. Zarar gelir.' Parmaklarını birleştirip, 'Bu dâvanın yolcuları birleşiniz, ayrılmayınız' dediler. Parmaklarına bakıyorum. Bir zamanlar kılıç tutmuş, şimdi kalem tutan parmaklarına. Parmakları kalem gibi idi. Gözleri açık mavi, duru durgun bir bakışı vardı. Şark şivesiyle konuşuyorlardı. Fakat ne söylediklerini mükemmel anlıyorduk. Asliyetinden, yerliliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Yüzü soluktu. Adı gibi kendisi de nurdu. Bir pîr-i fânî idi. Fakat fânî olmayan, ezelî ve ebedî bir varlığa bağlanmıştı. Bu varlık için her şeyini feda etmiş, onun yolunda yok olmuştu. İşte onun gönüller fetheden, kalabalıklar toplayan mânevî saltanatı oradan geliyordu. Varlığı bu yokluktan, 'yok' oluştan geliyordu. Soba yanıyor, Üstad bir mürakabe halinde imiş gibi susuyor, etrafındaki talebeleri hayal gibi sessizce dolaşıyorlar, Üstadı'ın hizmetine bakıyorlardı. Sanki bu oda, bu köşe, şu binbir milletin, binbir rezaletin, kaynaştığı İstanbul'da değildi. Ahiretten bir köşe idi... Öyle bir haz içinde idim. Artık fazla kalamazdık. Müsaadelerini istedik. Ellerini öptük. O da boynuma sarıldı, alnımdan, yüzümden, gözümden öptü, bana dualar etti.

"Yeniden dünyaya gelmiş gibi, basübadelmevte kavuşmuş gibi bir başka hal içinde, huzur içinde huzurundan ayrıldık."

NACİ ERDÖNMEZ Eski Alay Müftülerindendir. Bediüzzaman'la müteaddit defa görüşmüştür. "Reşadiye Otelinde Üstadı ziyarete gittim" 1952 senesinde Bediüzzaman Said Nursî İstanbul'a gelmiş ve Fatih'te Reşadiye Otelinde kalıyordu. Birçok kimseler gelip kendisini ziyaret ederek, görüşüyorlardı. Bunlardan birisi de Eski Alay Müftülerinden Naci Erdönmez idi. Naci Erdönmez, Bediüzzaman ile olan görüşmesini şöyle anlatıyor: 1952 senesinde Reşadiye Otelinde Üstadı ziyarete gittim. Yanında bulunan talebeler, 'Beş dakikadan fazla ziyaretçi kabul etmiyor' dediler. Ben de 'Peki' diyerek kapısına varıp vurdum. 'Gel' dedi, içeri girdim, selâm verdim, elini öptüm. Kendiside beni tanıdı ve yanında bulunan zata şu şekilde tanıttı: Bu emekli alay müftüsüdür, cesurdur. Harb-i Umumîde

çarpışmıştır. Oğlu da Kore'de şehit düşmüştür' diye iltifat etti. Yanındaki misafir gittikten sonra, beş dakika kalmamak düşüncesiyle saate baktım. Üstad: Bırak saate bakmayı!' dedi. Eski harplerden bahsettim, bulunduğum cepheleri saydım. Kafkas, Filistin ve İstiklâl Harbinde bulunduğumu söyledim. Askerlik mesleğini sevdiğim için, beş oğlumdan ikisini subay ettiğimi, birisinin de Kore'de öldüğünü anlattım. Kendisi de zaten beni tanıyordu. "Yirmi beş sene evvel beni dinlemiştin" Kendisine dervişlerin nasıl rabıta yaptıklarını sordum. Şöyle bir durup düşündü ve daldı. Cevaben bana aynen şunları söyledi: 'Yirmi beş sene evvel bu rabıta hakkında beni dinledin. Ben şimdi de aynı fikirdeyim. Bu yeri hatırladın mı? Şehremeni'de Kiramî Dergâhında Şeyh Esat Efendi ile bu mevzuda bir sohbet olmuştu.' "Sen oğluna öldü deme, o şehittir" Sonra mevzuyu Kore'de ölen oğluma getirerek: "Sen oğluna öldü deme. O şehittir. Dualarımda o 71.

sıradadır. Sen de Muhammed Naci olarak 72. sıradasın."

Hafız ENVER CEYLAN "Minarelerde o şarkıyı söyledin mi?" Bediüzzaman'ı ilk ziyaretim 1952'de Akşehir Palas Otelinde olmuştur. Yedeksubaylığını yapan bir ziraat mühendisi de beraberimdeydi. Bediüzzaman bana dedi ki: Nerede olursanız olun namazınızı ihmal etmeyin. Siz zabit (subay) olduğunuz için diğer erler de sizden cesaret bulur ve onlar da kılarlar. Vakit bulamazsanız farz namazlarını kılınız. Mühendis arkadaşla konuştuktan sonra, Üstad bana döndü, mesleğimi sordu, müezzinlik yaptığımı söyledim. Üstad bir anda kaşlarını çattı: O şarkıyı siz de söylediniz mi?' Üstadın ne demek istediğini anlayamamıştım. Anlayamadığımı ifade edince, Üstad bu defa: Minarelerde söylenen o şarkıyı...' Türkçe ezanı kasdettiğini anlamıştım. Çok utandım ve

sıkıldım, mahcup ve suçlu bir halde: Evet... Malesef! diyerek cevap verdim. Bu defa Üstad eski bir hatırasını anlattı: Bir talebem vardı. Bu yeni uydurma ezan çıktığı vakit bana geldi. Yeni ezan okuyayım mı, yoksa müezzinliği bırakayım mı?' dedi. Ben düşündüm... Bu muhlis kardeşim, bu vazifeyi bıraksın mı? Eğer bu vazifeyi bırakırsa, yerine bir fasık gelip, kendi isteğiyle okuyacak. Cahilliğinden bu ezanı hak bir şey zannedecek. O zaman kalbime şu geldi ve ona dedim ki: Sen müezzinliği bırakma. Minareye çıktığın vakit, kendi duyacağın kadar ezanın aslını oku. Aslî ezanı bitirdikten sonra onların istediklerini söyle. O zaman zaruretten dolayı, ezanın aslını okumuş ve tercümesini de duyurmuş olursun.' Üstadın anlattıklarını dikkatle dinliyordum. Müezzin olarak ben de böyle yaptığımı söyleyince Üstad çok memnun oldu. Öyleyse kurtuldunuz' diye bildirdi... Üstad devamla: Ben bu hususu Hamdi Efendiye de(Akseki) bildirdim. Ezanı bu şekle çeviren, bir ilândan ibaret zannediyorlar. Halbuki böyle değildir. Ezan-ı Muhammedî bir ilânat değildir. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her

millet kendi lisanına göre 'namaza gelin' diye çağırırdı. Halbuki bu ezan asr-ı saadetten beri öyle devam ediyor. Bu ilâ-yı kelimetullahtır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilân etmektedir. İslâmin şeâiridir. Bu şeâir, farzlar kadar ehemmiyetlidir.' "Namazı keskin hareketlerle kılıyordu" Bu ziyaretimden sonra, aradan üç-beş gün geçti. Üstad talebeleriyle, benim vazifeli olduğum Şişli Camiine namaza gelmişti. İkinci defa da burada elini öpüp dersini dinlemek nasip oldu. Burada da kendisinin başından geçen bazı hatıralarını anlattı. Bu arada 17 defa zehirlendiklerin anlattı. Sirkeci'de halkın tehacümünden kaçtığı için sakin bir yer olan bizim camiye gelmişti. Namaz kılışına çok dikkat ettim. Namazı yavaş yavaş sofiler gibi kılmıyordu. Keskin hareketlerle kılıyordu. Çevik, tam bir delikanlı gibi kılıyordu. Sırtındaki cübbe ve başındaki sarığı ile bir asr-ı saadet Müslümanını andırıyordu. İstanbul gibi bir şehirde bile bu İslâmî kiyafetini değiştirmemişti. Çok heybetli bir zattı. Pırıl pırıl parlayan bir siması vardı. Kemali ve büyüklüğü her halinden belli oluyordu. Yanında hizmetinde bulunan Nur Talebeleri, cevval, pervane gibi etrafında dönen çok gayretli gençlerdi. "Bugün memleketimiz, onun eserlerine ve yetiştirdiği Nur talebeleri nesline çok muhtaçtır." Enver Ceylan, o görüşme günün tatlı havasını ve ulvî heyecanını yaşıyordu anlatırken.

MUSTAFA CAHİD TÜRKMENOĞLU 1930 Aralık ayında doğdu. Kur'ân hakikatları olan Nur Risalelerine hizmet ettiği için çok çileler çeken bir hakikat kahramanıdır. (1957-1977) yılları arasında Risale-i Nurları okuduğu ve neşrinde bulunduğu için; Erzurum, Ankara ve Salihli hapishanelerinde, 'Medrese-i Yusufiye' mânâsında çileler çekmişti. Avukat Bekir Berk'in ilk Nur davası olan Ankara Mahkemesinin zabıtlarında şunları okumaktayız: "Mustafa Cahid Türkmenoğlu. Babası Mehmed Ali, annesi Saadet, (Aralık 1930) doğumlu. İstanbul-KartalPendik 156'da kayıtlı. Ankara Turgut Reis Mahallesi Çamlıca sokak 27/3'e mukim. Hukuk mezunu, stajyer hâkim." Nur kervanının bu bahtiyar siması Mustafa Cahid Türkmenoğlu'nu 1975-76'larda dinleyerek, sadece bir-iki

sayfacık tesbit ettim. Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz, Nur hizmetinin yolunda, belki de, Üstad Bediüzzaman'ı on defa ziyaret edip görüşerek, ellerin öpüp dualarını almıştır. Yazdığı Nur Risalelerine Bediüzzaman kendi el yazılariyle Türkmenoğlu'na dualar yazmıştı. Ama din düşmanlarının Nur Talebelerini çeşitli yalanlarla, çeşitli iftiralarla zindanlara atmak için, tutup tutup, yakalayıp götürdüklerinde Üstadın davasının yazılı defterleri muhafaza etmek mümkün olmamıştır. Üstad Bediüzzaman'la ilk defa Gülhane Parkı-Beyazıt arasında tıramvayda henüz hukuk talebesi olduğu gencecik günlerde görüşen Türkmenoğlu bu ziyaretten beş yıl sonra 1957 senesinin son aylarında Isparta'da Üstad Bediüzzaman'a gittiği zaman yarım saat kadar görüşebilmişti. Türkmenoğlu, Üstad Bediüzzaman'ı bir ziyaretindeki bir hatırasını ise şöyle anlatıyordu:

başka

Birgün Yirmi Üçüncü Söz'deki temsilde bulunan tünel meselesini okurken Üstad: "Kardeşim, bu hayal değil, hakikattır' diye buyurdu. Ben de tam o esnada içimden aynı meseleyi düşünüyordum. Benim düşündüğüm meseleye ben sormadan cevap vermişti." Üstad Bediüzzaman'ı son ziyaretlerinde, vefatından bir kaç ay evvel, o zamanlar Ankara Tıp Fakültesinde okuyan kardeşi Macid Türkmenoğlu'nun namaz kılmadığını

üzülerek düşünüyor. Bu kalbî düşünce ve üzüntüye karşı Bediüzzaman: 'Kardeşim merak etme! O namazını kılacak!' diyerek bu manevî suale, maddî cevap veriyor. O senenin yani 1960'ın Ramazan'ında Dr. Macid Türkmenoğlu namazlarını hiç geçirmeden kılmaya başlıyordu. Bu on beş-yirmi satırlık giriş yazısından sonra Mustafa Cahid Türkmenoğlu Ağabeyimin bizzat kendisi kaleme alarak, göndermek lütfunda bulunduğu yaşadığı hatıraları geliniz birlikte okuyalım: "Gel, bu zatın elini öpelim" Müteaddit defa ısrar ile Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur ile ilgili olarak hatıralarımı yazmamı rica eden kıymetli kardeşlerimin hatıraları için aşağıdaki satırları yazmak mecburiyeti bende hâsıl oldu. Hatıraları yazarken nefsime değil bir pay çıkarmak, belki nefsim hiç istemediği halde nasıl bu hizmette senelerce istihdam edildiğini belirtmek içindir. 1952 senesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfındaydım. Konyalı Saffet isminde bir arkadaşımla (Bu arkadaşı o tarihten otuz beş sene sonra 1988'lerde Konya'da Mustafa Demirci'nin dükkanında bana 'Sana Üstadı tanıtan arkadaşını göstereceğim' diyerek Saffet'i dükkâna getirip görmek mümkün oldu) şimdiki Gülhane parkında biraz ders çalışmış ve fakülteye dönmek üzere tramvaya binmiştik. Hukuk Fakültesine yaklaşırken yanımdaki arkadaşım

bana; 'Vatmanın yanında ayakta duran zatı tanıyor musun?' diye sordu. Ben de, 'Hiç böyle birini görmedim ve tanımıyorum' dedim. Arkadaş bana, 'Gel bu zatın elini öpelim, bu zat büyük bir evliyadır' dedi. O sırada tramvay Beyazıt meydanına gidiyordu. Arkadaşım Saffet yerinden kalktı, arkasından ben kalktım. Tramvayda vatmanın yanında ayakta duran zatın elini öptük. O zat bize, 'Siz nerede okuyorsunuz?' dedi. Üniversitenin okuyoruz' dedik.

büyük

kapısını

göstererek;

'Burada

Sonradan Bediüzzaman Said Nursi olduğunu öğrendiğim zat bize, 'Ben Fatih'te kalıyorum, gelin görüşelim' dedi. Biz de 'Peki' diyerek tramvaydan indik. "Bir kandil günü ziyareti" Birkaç gün sonra mübarek bir kandil günü Saffet'le beraber oruçlu olduğumuz halde bizi davet eden zatın ziyaretine gittik, biraz araştırdıktan sonra oteli bulduk. Bediüzzaman üst katta kalıyordu. Biz otele girdik, merdiven başında bir masa ve masanın etrafında, sandalye üzerinde birkaç kişi oturuyordu. Ben arkadaşımla merdivenden çıkacağımız sırada merdiven başında sandalyede oturanlar bize, nereye ve kime gideceğimizi sordular. Biz de, 'Burada kalan bir zat bize görüşelim diye

davet etti. Onu görmeye geldik' dedik. Onlar bize, 'Hüviyetinizi verin, öyle çıkın' dediler. Biz hüviyetimizi vermeyi reddettik. 'Öyleyse yukarı çıkamazsınız' dediler. O sırada askeri lisede okuduğu giysisinden belli bir delikanlı birden yukarıya çıkmaya başladı. Ben merdiven başındakilere, 'Bakın o genç hüviyetini vermeden çıktı, biz de çıkacağız' dedim. Israrlı talebimiz karşısında 'Haydi siz de çıkın' dediler. İkimiz o sırada bir kaç kişinin girip-çıktığı bir odaya girdik. Odada bulunan iki genç bize sarılıp 'Hoşgeldiniz' dediler. Odada bulunan gençlerle biraz sohbetten sonra geliş sebebimizi söyleyerek bizleri evliya olarak bildiğimiz zatla görüşmelerini istedik. Orada bulunan gençler, o gecenin kandil olması münasebeti ile kimseye kabul edemeyeceklerini söylediler. Biz oradakilere 'Bizi kendisi çağırdı, onun için geldik, Siz kendilerine sorun, şayet kabul etmeyecek olursa gideriz' dedik. Onlar Bediüzzaman Hazretlerine sordular.Yorgun olduğundan kabul edemeyeceğini söylemiş. Bize söylediler. Biz de otelden ayrılıp okulumuza döndük. "Ankara'da Atıf'la tanışmam" 1952 Ekim ayında ben İstanbul Hukuk Fakültesinden kaydımı alıp Ankara Hukuk Fakültesine naklimi yaptırdım ve fakültenin arkasında bulunan Hukuk Yurduna yerleştim. Yurda yerleştikten kısa bir müddet sonra namaza başladım. Yurttaki mescitte namaz kılmaya gittiğimde

rahmetli Atıf Ural ile tanıştım. Fakültede de sınıf arkadaşım olan Atıf ile sık sık görüşmeye başladım. Atıf'ın fakülte karşısında bulunan ve kaldığı yere gittiğimde onu, ekseri Kur'ân yazısı çalışırken görürdüm. Yurttaki mescide gittiğimde Atıf ile bir-iki arkadaştan Kur'ân tefsiri olan Risale-i Nur eserlerini işittim. Kısa bir müddet sonra Risale-i Nur'un mahiyetini öğrenmek için yeni yazı Gençlik Rehberi'ni istedim ve aldım. Biraz okudum ve hiç birşey anlamadım. Gençlik Rehberi'ni iade ettim. Birkaç ay sonra aynı kitabı tekrar istedim ve okumaya başladım. Bir şeyler anlamaya başladım. O sırada Atıf Ural, Cebeci'nin yukarı taraflarında bir odalı kerpiç yapılı müstakil bir eve taşındı. Ben her gün onun yanına gitmeye başladım. Risale-i Nur'ları çok güzel okuyordu, artık Risaleleri anlamaya başlamıştım. "Ankara'da ilk basılan kitaplar" 1955 yılının ortalarında Atıf'la beraber Mamak'ta ev kiraladık, ve beraber kalmaya başladık. Aynı zamanda evi dersane olarak kullanıyorduk. Haftada bir gün ders yapıyorduk. O sıralarda Atıf'ın ağabeyi bize bir teksir makinesi aldı. Bazı lahikaları teksir ettik. Bu arada ilk defa dosya büyüklüğündeki kağıtlara teksirle Haşir Risaleleri'ni bastık, akabinde teksir makinası ile Telviat-ı Tis'a ve bazı mektupları bastık. Teksir makinesi ile baskı zor oluyordu. Bir gün Atıf'la bazı küçük risaleleri matbaada basmaya karar verdik. O sırada Mamak'tan çıkıp Ulucan'larda tek odalı bir ev

kiraladık. Orada mabaada İhlas Risalesi'ni bastık. Bastığımız İhlas Risalesi'nden bir kısmını Isparta'ya gönderdik. Bir müddet sonra Hüsrev Ağabey'den bir mektup aldık. Mektubun içinde bastığımız kitaptaki yanlışlıkları gösteren yanlış-doğru cetveli ile bir de küçük kağıt vardı. Kâğıtta, kitaptaki yanlışların düzeltmeden kimseye verilmemesi yazıyordu. Bunun üzerine Hüsrev Ağabeyin gönderdiği yanlış-doğru cetvelini çoğaltıp kitap gönderdiğimiz yerlere yanlış-doğru cetveli gönderdik ve içine bir pusula ilave edip 'Kitaptaki yanlışları düzeltmeden kimseye vermeyiniz' diye yazdık. İhlâs'ı bastıktan sonra akabinde Uhuvvet, İktisat, Ramazan Risaleleri'ni birleştirip matbaada bastık. Bu risalede yalnız iki harf hatası çıktı. İhlâs Risalesi'nin fiyatı 40 kuruş; Uhuvvet, iktisat ve Ramazan Risaleleri'nin fiyatı 100 kuruştu. Bu kitapları bastıktan kısa bir süre sonra Isparta'dan bir mektup geldi. Büyük Sözler kitabının Diyanetçe basılması için teşebbüse geçmemiz, şayet onlar tarafından basılmazsa, bizim tarafımızdan basılması isteniyordu. Diyanet maalesef Sözler'i basmadı. Bunun üzerine Üstadın emri ile bizim basmamız istendi. Akabinde üç-dört adet bizzat Üstadın tashihinden geçmiş büyük Sözler gönderildi. Elimizde bu büyüklükte bir eseri basacak para yoktu, ama Üstad Hazretleri Sözler'i basmamızı emretmişti. O sıralarda yanımıza Hava Binbaşılığından ayrılmış Hayri isminde birisi geldi. Bu zat

daktilo yazmayı iyi biliyordu. Eski yazıyı bilen birisi okuyor, o da daktiloda yazıyordu. Sözler'in yazımı bittikten sonra iş tashihe geldi. Eski yazıda satırbaşı, nokta, virgül, ünlem ve soru işareti yoktu. Ben bu işaretleri doğru olarak yerlerine koymak için imlâ kılavuzu aldım, onu iyice okudum. Tashihin bir kısmını Atıf, bir kısmını da ben kendim okuyordum. Ayrıca birbirimizin tashihlerini de kontrol ettik. İş matbaada basmaya geldi. Elde para yok denecek kadar azdı. Bunun üzerine bazı yerlere mektup yazarak para istedik. Fakat umduğumuz kimselerden yardım gelmediği gibi 'Çoluk-çocuğa para verilmez' diye de bir takım laflar işittik. Hiç ummadığımız kimseler bize bir miktar para gönderdi. Bilhassa bu hususta iki kişiyi rahmetle anmayı bir borç bilirim: Biri Vanlı Hamid Kuralkan, diğeri İnebolulu Nafiz Çelebi. Bu arada evlerinden üç-beş lirasını bize verdiler. Elimize 12-13 forma basacak kadar para geçmişti. O sıralarda Isparta'dan devamlı haber gönderiliyor, Sözler'in bir an evvel basılması isteniyordu. Bunun üzerine Sözler mecmuasını 24. Söze kadar Ayyıldız, 24. Sözden kitabın sonuna kadar da Ankara'nın en iyi matbaası olan Doğuş matbaasına basmak üzere tashih ettiğimiz yeni yazı Sözler'i verdik. Sözler'i basım için matbaaya verdiğimizde Isparta'dan Üstadın emri ile Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş; İstanbul'dan Mehmed Emin Birinci, Ankara'ya bize yardım için geldiler. Sözler mecmuasının basımı devam ederken Said Özdemir kardeş de Risale-i Nur hizmetine

fiilen girdi ve Ankara'da basılan bütün Risalelerde emeği geçti. Sözler'in basımı 5-6 ay gibi bir zamanda tamamlandı ve tahminin fevkinde ve hemen hemen o kalınlıktaki bir kitapta bulunması normal olan matbaa hatalarının en asgarisi ile tab'ı tamamlandı. Şunu hemen belirteyim ki, basım için lâzım olan kağıt ve matbaa parası nasıl bulundu, nasıl verildi? Hâlâ hayret içindeyim. Sözler mecmuası basıldıktan sonra Tahiri Ağabey ile Ceylan kardeş Isparta'ya döndüler. "Üstadı ziyaretim" Sözler mecmuasının basımı bittikten sonra Üstadı Isparta'da ziyaret ettim, kabul ettiler. Bir saate yakın benimle konuştu. Odada Zübeyir Ağabey de vardı. Ben gayet rahat bir şekilde bağdaş kurarak Üstad'ın karşısına oturdum. Üstad, benim bu oturma tarzıma hiç bakmayarak gayet ehemmiyetli bir ders verdi. (Sonraki senelerde Zübeyir Ağabey ile Ankara'da beraber aynı evde kaldığımızda onun da belirttiği gibi "Üstad sana tam dersini verdi' derdi.) Üstad Hazretleri o dersinde bana, 'Kardeşim, bu zamanda azami ihlâs, azami fedakârlık ve azami sadakat ve azami dikkat lâzımdır' dedi ve fedakârlıkla ilgili konuştu. Zübeyir Ağabey ile Ankara'da 27 isimli dershanede 1,5-2 yıl beraber kaldığımızda ara sıra bana "Üstad herkese fedakârlık dersi vermez, dikkat et' derdi.

Üstadı Isparta'da ilk ziyaretimde odanın kapısından içeri girip elini öpeceğim sırada bana 'Ben seni tanıyorum' dedi. Bana göre Üstad Hazretleri beni İstanbul'da tramvayda ilk gördüğü zamanı hatırladı. Sözler Mecmuasının akabinde yine Üstadın emri ile Lem'alar ve Mektûbat mecmuasını bastık. Ben, Lem'alar ve Mektûbat basılırken 3-4 defa, Tarihçe basılırken ve bittikten sonra 2-3 defa cem'an 7-8 defa Üstadın ziyaretine gittim Büyük Risale-i Nurlar basılırken bu arada bir yandan da Küçük Risaleleri basıyorduk. Küçük Sözler, Zühretü'n-Nur, Uhuvvet, Ramazan ve Hanımlar Rehberi gibi. "Ne hürriyeti?" Büyük risalelerden biri basılırken bir ara Ankara'da bazı arkadaşlar vazife sebebi ile, bazı arkadaşlar da yaz tatili sebebi ile memlekete gitmişlerdi. Ben matbaada yalnız kalmıştım. Gerçi ara sıra talebelerden yardıma gelenler olurdu, ama pek durmuyorlardı. Ben de bir ara basım işini bırakıp Ankara'dan ayrılmak istediğim halde sanki gaybi bir kuvvet beni istediğim yere göndermiyordu. Doğuş Matbaasında bize tahsis edilen odada çalışırken bazen kendi kendime bağırarak 'Ben istediğim yere gidemiyorum, ben hürriyetime sahip değil miyim?' diyordum. Bir müddet sonra matbaa işlerinde yardım etmek üzere birkaç arkadaş geldi. Ben de onların gelişlerinden istifade ederek Üstadı ziyârete gittim. Isparta'da Üstadın

bulunduğu eve geldim. Kapıyı çaldım. Arkadaşlar açtı. Benim geldiğimi Üstada söylediler, 'Gelsin' demiş. O sırada Üstad Hazretleri odada yalnızdı, ben oda kapısından içeri girip elini öpmek için yanına giderken Üstad birden yüksek sesle, 'Ne hürriyeti?' diye bağırdı, şaşırmıştım. O anda matbaada odada bağırdığım sözler aklıma geldi. Mahcup bir halde elini öperek önüne oturdum. Üstad bana önemli bir ders verdi ve 'Kardeşim, öyle kimseler gelmişler ki, Kur'ân'ın bir tek hakikatı için kendilerini feda etmişler. Bize ne oluyor ki şimdi Kur'ân'ın tamamına taaruz var. Biz kendimizi niye feda etmeyelim?' dedi. Kur'ân'a ve imana hizmet etmenin bu zamanda çok ehemmiyetli olduğunu söyleyerek çok güzel bir ders verdi. Ben Üstadın odasından çıkıp arkadaşların odasına girdim. Karnım acıkmıştı. Arkadaşlar az bir şey yemek ile, iki dilim ekmek ve bir parçada üzüm getirdiler. Ben bunları görünce içimden, 'Bunlarla nasıl doyarım?' diye düşündüm. Fakat yemeğe başlayınca doydum ve zorla bitirdim. Oradan Ankara'ya döndüm. "Ankara davasının başlangıcı" Mektûbat mecmuası tamamlanınca cilt için Mehmed Emin Birinci ile İstanbul'a götürecektik. O sırada Nazilli'de Risale-i Nur Talebelerinin ders okurken bulundukları yer basılıyor, arkadaşlar karakola götürülüyor. Ertesi gün gazeteler büyük manşetler atarak 'Nazilli'de Nur ayini yapanlar yakalandı' diye yazdılar. Bu yazıların akabinde Isparta'dan bir mektup geldi, mektupta Nurculuğun tarikat

olmadığını, zamanın imanı kurtarmak zamanı olduğu ve Üstadın mücadelesinden bahsediyordu. Mektubun içinde ayrıca bir pusula vardı. Pusulada bu mektubun çoğaltılıp münasip yerlere vermemiz ve bir kısmını da Isparta'ya göndermemiz isteniyordu. O sırada biz devamlı matbaada bulunduğumuzdan gönderilen mektubu matbaada hemen çoğalttık, bir kısmını Cemaleddin Ağabey ile Isparta'ya gönderdik. Bastığımız mektup bir büyük dosya kağıdı kadar yer tuttu. Mektubun altında bulunan isimleri de yazdığımızda üç isim yukarıda, iki isim aşağıda idi. Bir ismin altı boş kalmıştı, ben de simetrik olsun diye iki ismin yanına rahmetli Rüştü Ağabeyin (Rüştü Çakın) ismini yazdım. Cemaleddin Ağabey bastığımız mektubun bir miktarını Isparta'ya götürdü. Önce doğrudan Rüştü Ağabeyin yanına gitmiş, mektubun altındaki ismini ona göstermiş. Rüştü Ağabey mektubun altında kendi ismini görünce hoşuna gitmiş ve gülmüş. Ben ve Mehmed Emin Birinci Mektûbat'ın basımını bitirdiğimiz gün, bir kamyona yükleyip İstanbul'a götürdük. Ankara'daki neşriyat sebebi ile dört senedir Pendik'e annemlere gitmek nasip olmamıştı. İstanbul'a kitapları Kirazlı Mescit Sokağındaki dershaneye bırakıp hemen o gün Pendik'e gittim. Bir gece evimde yatmıştım ki, sabah erkenden kapı çalındı. Kapıyı açtığımda M. Emin Birinci ile 2-3 genç yanında vardı. M. Emin bana 'Giyin gideceğiz' dedi. Ne olduğunu anlamadım. Giyinip evden çıktım. Meğer M. Emin'in yanındaki gençler sivil polis imiş. Bizi İstanbul'daki siyasi şubeye götürdüler. Ertesi günü

mahkemeye çıkardılar ve tutuklandık. Meğer Isparta'dan gönderilen ve M. Emin ile beraber bastığımız mektubu Atıf Ural'ın kardeşi Ahmet Ural mektup okunsun ve Risale-i Nurun mahiyeti anlaşılsın diye bazı dairelerin kapılarından içeriye atmış. Bunu ihbar etmişler ve Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i yakalamışlar. Mektupların altındaki isimlerden dolayı da Isparta'daki arkadaşları yakalayıp Ankara'ya getirmişler. Ankara'daki sulh mahkemesi hepimizin hakkında tutuklama kararı vermiş. İstanbul'daki mahkeme de Ankara'nın verdiği tutuklama kararını vicahiye çevirdi. M. Emin ile beni bir gün Birinci Şubede tuttular. Ertesi günü akşam treni ile sivil polisler nezaretinde Ankara'ya getirdiler. Ankara'daki 1. Şubeye bizi teslim ettiler. 1. Şubedeki polisler ve bizi doğru hapishaneye götürdüler. İlk defa hapse girdiğim için şaşırmıştım. Hapishaneye girerken gardiyanlar bizi sıkı bir aramadan geçirdiler. Sonra da koğuşlara gönderdiler. Koğuşlara geldiğimizde Isparta'dan getirilen arkadaşlar ile Cemaleddin Ağabey ve Ahmet'i gördük. Hepimiz birbirimize sarıldık. İçimizdeki üzüntü ve sıkıntı diye bir şey kalmamıştı. Aramızda en yaşlı rahmetli Rüştü Ağabey idi. O da biraz üzüntülü duruyordu. Yanına yaklaşıp, 'Ağabey üzülme, bu da geçer' dedim. Bana "Türkmenoğlu geçer, geçer, ama delip geçer' dedi. O zaman yaptığım hatayı anlamıştım, ama iş işten geçmişti. Hepimiz ağır cezaya verildik. 45 gün sonra ilk duruşmaya çıktık. Mahkeme reisi hepimizi tek tek sorguya çekti. Sıra Rüştü Ağabeyin sorgusuna gelmişti. Rüştü Ağabey ayağa

kalkıp 'Sayın Hâkimler, mektubun zirinde (altında) bir Rüştü ismi var. Mektuptan hiç haberim yok' dedi. Ben kalktım Reise, Rüştü ismini mektubun altına ben yazdım. Rüştü ismi mektubun altında yoktu. Sorgumuz bittikten sonra heyet müzakereye çekildi ve ilk celsede Cemaleddin Ağabey, Ahmet, M. Emin ve Rüştü Ağabey tahliye ettiler. M. Emin'in tahliyesi beni şaşırttı. Çünkü mektubu beraber basmıştık. Meğer M. Emin kardeşin memleketinde işi varmış, gitmesi lazımmış. Hapishaneden çıkar çıkmaz memleketine gitti. Bu davanın en önemli hadiselerinden biri de, ağabeyimiz Bekir Berk'in ilk defa Risale-i Nur davasına girmesi ve Allah'ın inayeti ile bu hakikatları (Risale-i Nur hakikatlarını) benimseyip fisebilillâh Nur'un avukatlığını uzun müddet can siperane yapmasıdır. Mahkeme davayı 22 gün sonraya atmıştı. 2. Celsede hepimiz tahliye olduk. "Bu resim benim değil" Tahliye olur olmaz Tarihçe-i Hayat'ın basılması istendi. Bu arada ben Üstadı ziyaret ettim. Fakülteyi de bitirmiştim. İçimde makam ve mevki sahibi olma arzusu belirmişti. Üstad ziyaretim sırasında bana, 'Kardeşim sana mebusluk, valilik, Diyanet İşleri Başkanlığı verilse bunları mı kabul edersin? Hem de serbest hareket edeceksin, yalnız cüz'i şeylerde onlara ittiba edeceksin. Kabul etmediğin takdirde hem seni hem de kardeşlerini hapse

atacaklar. Bunu mu kabul edersin' dedi. Ben hiç ses çıkarmadım. Üstad, 'Ben ikincisini tercih ederim' dedi. Tarihçe-i Hayat basılırken (Bütün başladığımız kitaplarda olduğu gibi, tüm formaları Üstada gönderiyorduk.) ben bastığımız Tarihçe'nin 1-2 formasını alıp Üstada gittim. Üstad getirdiğim formaları verdim. Üstad Hazretleri Sofya ateşmiliterliği tarafından verilen pasaporttaki resmine baktı, (Resim pala bıyıklı Üstada benzemeyen birisinindi) resmi göstererek 'Bu ben değilim' dedi. Yanlış fotoğraf bastığımızı anlamıştım. Ankara'ya döner dönmez yanlış resmi havi formadaki iki yaprağı yırtıp Üstadın resmi olan kalpaklı fotoğrafı havi yapraklara bastık. Tarihçe-i Hayat'ta basılan resmi bilmeyerek Said Özdemir kardeş bana vermişti. Ben de iki resim de Üstada ait diye o yanlış resmi koymuşum. Basılan Tarihçe'nin adedi 5000 idi. Her forma basılınca bütün formaları matbaadan alırdık. Sebebi de formalar kitap haline gelince emniyet kitapları elimizden almasın diye. Bastığımız Tarihçe'nin 20-30 formasındaki resimleri her nasılsa değiştirememişiz. 20-30 Tarihçe Üstada ait olmayan resimleri havi olarak piyasa çıkmış. Tarihçe-i Hayat'ın basımı Üstad Hazretlerini çok memnun etmişti. 'Bu eserin yirmi Risale kadar ehemmiyeti var' derdi. Tarihçe'de Üstadın boy resimlerini havi

fotoğraflar da vardı. Üstad bu konuda bize hiçbir şey söylemedi. Yalnız onun hakkı olan kitaplardaki resimlere kurşun kalemle boyunlarında bir çizgi çekmiş. Bunu ben sonradan Üstadın hizmetkârlarından öğrendim. Bir gün Üstad Hazretlerini Emirdağ'daki ziyaretimde (o zamanki ziyaretimde bir gün Üstad Hazretlerinin misafiri olarak evinde kalmıştım) mevzuun nasıl açıldığını hatırlamıyorum. 'Kardeşim, istesem Menderes'i buraya getiririm, ama ihlâsıma zarar gelir!' demişti. Yine bir seferinde Üstadı Emirdağ'da ziyâret etmiştim. Üstad bana kitapların basım ve cildi için 2500 lira para verdi. 'Bu parayı hizmete ebeveynin verdi' dedi. O gün Üstadı Emirdağ'da ziyaret ettikten sonra Ankara'ya dönmek için O gün Eskişehir'e geldim. Eskişehir'de yedek subaylığını Ankara'da yaparken sık sık yanımıza gelen Erhan Arbatlı'ya uğradım. Erhan bana, 'Bu gece burada kal, yarın gidersin' dedi. Ben de o gece Eskişehir'de kaldım. Sabah namazından sonra Üstad'ın Eskişehir'e geldiğini öğrendik. Erhan'la beraber Eskişehir'deki odun pazarında bulunan Abdülvahit Ağabeyin evine giden Üstadı ziyarete gittik. Kapıyı çaldık, açtılar. Üstada talebelerinden biri, 'Türkmenoğlu ziyârete geldi' dedi. Üstad tanımadığını beyan etti. Şaşırmıştım. Oda kapısı açıktı, yavaşça içeri girdim. Üstadın elini öpmek için yanına yaklaştım ve elini öpmek için eğildiğimde, enseme bir tokat indi. Üzülmüştüm, olduğum yerde yere çöktüm. Üstad üzüldüğümü hissetti. Hatamı anladım. Ankara'ya bir

gün gitmemekle hizmeti aksatmış, dolayısı ile Risalelerin çıkmasının gecikmesine sebep olmuştum. Üstad Hazretleri Risalelerin bir an önce çıkmasını her şeyden ehemmiyetli görüyordu. Ankara'daki matbaa işi ekseriyetle üzerimde idi. M. Emin Birinci hapisten sonra Ankara'ya dönmemişti. Rahmetli Atıf Ural da bazı sebeplerden dolayı hizmetini iyice azaltmıştı. Benim de Ankara'ya bir gün geç dönmem hizmetin aksamasına neden olabilirdi. Ondan dolayı Üstadın tokadına maruz kalmıştım. Üstad çok üzüldüğümü görünce benim gönlümü aldı. Benim dört Mustafam var' diye bana taltifli sözler söyledi. Üzüntüm zail olmuştu. Konuşma biter bitmez, 'Hemen Ankara'ya dön' dedi. "Büyük risalelerin hepsi Üstad hayatta iken basıldı" Ben Üstadın yanından çıktıktan sonra Ankara'ya döndüm. Ankara'da küçük bir matbaada Kastamonu Lahikasını bastık. Doğuş Matbaasında İşârâtü'l-İcaz'ı basmaya başladık. Said Özdemir, vaizliğe geçtiği için tüm para işleri ile beraber matbaa işlerinde de bize yardım etmeye başladı. İşârâtü'l-İcaz'ın basımı bitince sene de 1959 olmuştu...

Okul biteli iki sene geçmişti, askere gitmem icap ediyordu. Gerçi askerlik için beni arayan soran olmamıştı. Bütün büyük kitaplar yeni yazı ile basılmıştı. Risale-i Nur eserlerinin arka arkaya basımı ve piyasaya çıkışı, Üstadı çok memnun etmişti. Kendisini ziyarete gelenlere 'Risale-i Nur'un bayramını yaşıyoruz' diye memnuniyetini izhar ediyordu. Eserleri yeni yazı ile basıldıktan sonra üniversite talebeleri arasında eserleri okuyanların adedi gün geçtikçe artıyordu. "Risale-i Nur'lar artık her tarafa yayılmıştı. Bizden sonra gelenlerin bu eserlerin basımını daha iyi devam ettirecekleri huzuru içinde son defa Üstadı ziyârette gittim. Üstada işe girmek istediğimi söyledim. Bana 'Seni muallime bırakırım' dedi. Fakat askerlik işi ve bazı Risale-i Nur hizmetleri nedeni ile Üstadımın müsaade ettiği muallimlik görevine gidemedim. 1959 ortalarına doğru askere gittim. Bu şekilde Üstadımın sağlığındaki neşriyat hizmetini kapamış oldum." Mustafa Türkmenoğlu Ağabeyimiz Nur manzumesinin isimsiz ihlâs kahramanlarından bir mübarek şahsiyettir. 1977'de bize anlattığı o bergüzâr hatıralarının sonunu böyle bağlamıştı: "Biz onun davasına gönül verdik. Bu dâva İlâhî mukaddes bir dâvâdır. Kur'âna ve imana hizmet verme yolunda çok sıkıntılar çektik. Helâl olsun. Onun dersine lâyık olabilmişsek, benim için en büyük mutluluktur?" Bu muhterem şahsiyet hukuk fakültesini bitirdikten

sonra; hakim, avukat ve savcı olacakken, sırf Kur'an hakikatları, Risale-i Nurları okuduğu için, sevgili vatanımızın zindanlarında dolaştırıp durmuştur. Üstad Bediüzzaman'ın o güzelim ifadeleriyle "Yusufiye Medreselerinde yatarken, bir defasında yani 1967'lerde, kendisi gibi yine fazilet âbidelerinden Saidler, Mustafalar, Şerafeddinler, Anbarlılar, ve Vahdi Karaçorlularla birlikte Mersin zindanlarında aylarca yatmışlardı. Çok şakacı, nükteci ve fıkracı olan Vahdi Karaçorlu, sıkıntılı hapishane günlerinde Mustafa Türkmenoğlu Ağabeye bir şaka yapmıştı. Bu bergüzâr hatıraların sonunda, Türkmenoğlu Ağabeyimin şefkatine sığınarak, hapishane şakasını, burada zikretmek istiyorum. Mersin Medrese-i Yusufiyesinde şair ruhlu Vahdi Karaçorlu Ağabeyim bir şiir yazarak, bir ziyaretçiye verip, bunu dışarıdan Mustafa Türkmenoğlu'na postalamıştı. Hapishanede yazıp, tekrar dışarıdan hapishaneye postayla gönderdiği bir mektup bir şiir şeklindeydi. O zamanlar henüz bekar olan Mustafa Türkmenoğlu'na, Vahdeddin Karaçorlu, 'Nâsih' yani nasihatçı kardeşiniz imzasıyla kaleme aldığı bu şakalı şiirde şairimiz Karaçorlu Ağabey bu manzumesinde şunları ifade ediyordu: Kendine Bir Yuva Yap Selâm aziz kardaşım Hem nurlu gönüldaşım Bir hayli geçti yaşın

Kendine bir yuva yap Kuşlara bak! güllere Konarak yapmış yuva Senin ise şu ömrün Geçmiş bâd-i hevâ Yüksek tahsilli gençsin Bu günler nasıl geçsin Gönlün bir hatun seçsin Sen de kalkıp yuva yap. Kon bir çiçek dalına Pek bakma elvanına Lâzım olur yarına Kendine bir yuva yap Hep kalınmaz ki; bekâr Yalnızlıkta yoktur kâr Gençliğin olmasın hâr Güzelce bir yuva yap Geçip gitmekte günler Geride kaldı dünler İnsan başını dinler Orada, bir yuva yap. Yavrularla şenlenir Gönüller neşelenir Hem de başın dinlenir Rahatlarsin yuva yap.

Kardeşiniz Nâsih Vahdi

ATIF URAL Nur Risalelerinin 1957'de Ankara'da yeni yazı ile resmen matbaalarda basılmasında emeği geçen Atıf Ural'ın ismi mezkûr neşriyatta, neşredenler kısmında "Hukuk Fakültesi son sınıf talebesi" olarak geçmektedir. Merhum Âtıf Ural Nur Risalelerini ağabeyi Kemal Ural vasıtasıyla tanımıştır. Âtıf Doğan Ural'ın hanımı Aydoğdu Ural, merhum beyi hakkında bize şu bilgileri vermiştir: Âtıf Ural, 1933'te Kars'ta doğdu. Babası Ali Baha Ural uzun seneler hakimlik yapmış, mekteb-i kuzat mezunu, Rizeli bir zatmış. Annesi ise Erzincanlı. Kendisi Ankara Hukuk Fakültesi mezunudur. Talebeliği esnasında Sözler, Mektubat gibi risalelerin yeni yazı ile ilk neşrinde çalışmıştır. 1959 senesinde, Kastamonu'da hakim A. Cemal Tümer'in (1980 Ağustos'unda vefat etti) kızı olan benimle evlendi. İki kız evlâdı dünyaya geldi. "Sason, Nusaybin ve Bozkurt savcı yardımcılığında bulundu. 1966 senesinde Bozkurt'ta vazifeli iken, siyatik tedavisi için Ankara Tıp Fakültesinde fizik tedavisi

görürken, âniden rahatsızlandı ve aynı hastahanede tetanoz teşhisi konuldu. Bir hafta sonra, 18 Eylül 1966'da vefat etti." Atıf Ural, Hz. Üstadın Vasiyetnamesinde isimleri geçen 12 "Vâris"ten birisidir. (Bkz. Mustafa Sungur'un hatıraları) Kıbrıslı Nur talebesi Elimizde, Nur'ların ilk neşir yıllarında, Âtıf Ural'ın Kıbrıs'tan matbaa malzemeleri gönderen Hizber Hikmetağalar'a yazdığı kıymetli mektupları bulunmaktadır. Hizber Hikmetağalar'ın bize verdiği mektuplardan, 19 Haziran 1955 tarihli ve "Duanıza muhtaç kusurlu kardaşlarınız İsmail Doyuk, Âtıf Ural" imzalı mektupta merhum Ural, Kıbrıslı Nur talebesine şunları ifade etmektedir: Aziz, mübarek kardaşımız, Gönderdiğiniz para ve müjdeli mektubunuzu aldık. Allah razı olsun ve hizmet-i Kur'âniyede muvaffakiyet versin. Bütün dost ve kardeşlerimize aynı dua ve temennîyi ediyoruz. Yalnız, hatırımızda kaldığına göre kitapların bedeli 21-22 lira idi. Sizler 30 lira göndermişsiniz. Herhalde sizlerin ihtiyacı olduğu münasip bir zamanda bu borcumuzu kitap göndermekle öderiz. "Bundan evvelki gönderdiğimiz mektubunuzu aldık. Siz 'Kitapları aldık' deyince, geç geleceğini ümit ettiğimizden, ilk postadaki kitapları aldığınızı zannettik. Tekrar sorduk,

kusura bakmayınız. Hizber kardaşımız tarafından tahrir edilen mübarek nurlu yazıyı Üstadımıza gönderdik. Muhakkak ki, o kardaşımıza ve hepinize dua etmiştir ve çok memnun olmuştur. Elhümdülillah, her tarafta Nur'ların neşri ve yazılması devam ediyor. Tahkikî imanı aşılayan Risale-i Nur, âlem-i İslâmı ve sonra bütün dünyayı zulmetten nura çıkaracaktır. Rıza-ı İlâhîyi istihdaf edip, faidesini kör gözlere de gösterdiğinden, inşaallah önümüzde çok müjdeleri haber veriyor. Âzamî fedakârlık, âzamî sadakat, âzamî ihlâs, âzamî dikkat düsturlarıyla yüründüğünden, çöken mutlak zulmet biraz aydınlandı. Âdeta fecir misali. Risale-i Nur, tahkikî imanı neşrediyor. Bu tamamlanınca haber verilen o saadetli günler doğacak. Her ne ise, bizler neticeye bakmayarak kulluk icabı vazifemizi yapalım, rızası için çalışalım, neticeyi Allahü Teâla ihsan edecektir ve Onun vazifesidir. Hakikî dersi Risale-i Nur verdiğinden, sizi noksan istidat ve kalemimle fuzulî meşgul ettiğimden kusura bakmayın. Hepiniz Hakka emanet olunuz. Dünya ahiret kardaşız. Bu ulvî ve kudsî dâvâda el birliği ile çalışalım... İnşaallah. Bütün alâkadarlara ve hepimiz selâm ve hürmet ederiz." "Atıf Ural'dan hâtıralar" 2 Kasım 1966 tarihli, 273 sayılı Yeni İstiklâl dergisinde Avukat Gültekin Sarıgül, "İsimsiz bir mücahid: Âtıf Ural'dan Hatıralar" başlığı altında şunları ifade ediyordu: Memleket çapında tanınmamış olsalar bile, mukaddes dâvânın nice kahramanları vardır. Onlar hakikî kemâli,

fenada görürler. Şöhret gibi zâil şeylerin peşinde değildirler. Onlar, İslâm cemaatinin sadece âciz bir ferdi, bir hâdimi olmayı en ulvî makam bilirler. İhlâs, onlarda âdeta tecessüm etmiştir. Fedakârlık, feragat, kendilerinde hakikî ifadesini bulmuştur. İşte bu mücerret mânâ kahramanlarından birisini kaybettik: Âtıf Ural... Bu isim, mukaddes dâvâ yolcularının meçhûlü değildir. Yeni İstiklâl'in 268. sayısının hâdiseler kısmında vefat haberi intişar eden genç müdde-i umumîlerimizden Âtıf Ural, benim karşılaştığım ilk ihlâslı Müslüman tipini temsil etmekte idi. Ankara Hukuk Fakültesinin 2. sınıfında idim. Âtıf Ural da fakültenin üçüncü sınıfında beş sene ara vermiş, Risale-i Nur'ların neşri işine kendisini vakfetmiş bulunuyordu. Ankara Hukuk yurdunda mevcut mescitte imamlık vazifesini âcizâne deruhte ediyorduk. Bu itibarla, mescide gelen üniversiteli genç Müslümanlarla tanışmak kabil oluyordu. Sene 1958... Ramazan ayındaydık. Teravih namazlarını mescitte beraber kılıyorduk. 'Teravihlerden evvel dinî kitaplardan okuyalım' denildi ve daha ziyade, Büyük İslâm İlmihali'nden parçalar okuyorduk. Bir ara mescidin kütüphanesinde, üzerinde Sözler yazılı, kalınca bir kitap gözüme çarptı. Müellifi Bediüzzaman Said Nursî... Bu ismi bir sene evvelinden beri işitiyordum. Fakat mâlûmatım yoktu. Büyük bir İslâm mücahidi olduğu ifade ediliyordu. Kitabın iç kapağında, 'Neşreden: Hukuk Talebesi Âtıf Ural' ibaresi dikkatimi çekmişti.

Mescitte yine bir Ramazan gecesi teravihten evvel kitap okumak üzere oturuyorduk. İçeriye uzun boylu, yakışıklı, dinamik bir genç girdi ve köşeye diz çöküp oturdu. Teslimiyeti dikkatimizi çekmişti. İçimizden Necati adlı bir İlâhiyatlı tarafından teklif vuku buldu. Kitaplardan okuyup izah etmesi istendi. İlâhiyatlının adı Mehmed'di. Mehmed, cebinden ufak bir kitap çıkardı. Mevzu, Ramazan'a dâirdi. Okudu ve izah etti. Hayran kalmıştık. Sonra kitabı bıraktı. İslâmî mevzularda izahlarda bulundu. İzahlar çok güzeldi. Kısa zamanda câzibesine kapılmıştık. Bu arada Mehmed, münasebet getirip Âtıf Ural'dan bahsetmişti. Bundan sonra Âtıf Ural'la tanışmak için şiddetli arzu duydum. Nihayet, Mehmed beni Cebeci Câmiinin arkasındaki tepenin başında bir apartmana götürdü. İkinci katındaki daireye geçtik ve içeriye girdik. Yerde basitçe bir halı serilmiş; yanlarda minderler... Ortada bir rahle... Rahlenin üzerinde açık, kalınca bir kitap... Köşede bir kütüphane... Yüzleri pırıl pırıl... Üniversiteli oldukları belli oluyordu. En nihayet diğer köşede onlardan daha yaşlıca, hafifçe seyrek bıyıklı, bakışları derin ve mânâlı, mütebessim çehreli, olgunluğu her haliyle anlaşılabilen birisi oturuyordu. Manzara, iştiyak duyduğum ve yitirdiğim mânevî bir iklimi hatırlattı. Mânevî bir inşirahın vücudumu sardığını hissettim. Mehmed hemen köşedekine işaret ederek, 'Âtıf Ağabey' dedi. Memnun olduğumu söyledim. Akabinde beni takdim etti. Âtıf Ural derunî, âdeta ruhundan kopup geldiğini ihsas

eden bir ses tonuyla 'Maşaallah' diyerek mukabelede bulundu. Merhumla tanışmamız böyle oldu. Âtıf'ın bana en çok tesir eden tarafı, tevazuu idi. Eşsiz bir tevazuu nümunesi, son derece itidal sahibiydi. Ben, o zamanlar iddiacı ve tahammülsüz bir mizaçtaydım. Hukuk Tarihi derslerinin tesiri altında, İslâm Hukuku hakkındaki kanaatlerim menfî bir istikamet kesbetmişti. Gerçi, namaza müdavim idim. Bir gece Âtıf'ı ziyarete gitmiştim. Kendisi ve diğer arkadaşlarla konuşmalarımız, İslâm Hukukunun, asrımızda tatbiki kabil olup olmadığı mevzuuna intikal etmişti. Biraz sonra konuşmalar münakaşaya döküldü. Benim iddiacılığım ve hararetliliğim karşısında Âtıf sâdece tebessüm ediyordu. Enaniyetimi hiç tahrik etmiyordu. Nihayet, 'Gültekin kardeş, bu hükümlerin Allah'ın kanunları olduğunu kabul etmiyor musun?' dedi. 'Elbette ediyorum' dedim. 'Öyle ise, Allah'ın kanunlarını değiştirelim mi?' deyince cevap veremedim. Ettiğim hatânın azametini bana hatırlatmış oldu. Gece saat ikiyi bulmuştu. Beni aldı; ısrarlarıma rağmen, iki kilometre mesafedeki fakülteye kadar uğurladı. Âtıf Ural, hidayetime o an için vesile olmuştu. Ona karşı hayrandım. Fakat, kendisine olan hayranlığımı ve muhabbetimi esas menbaa tevcih etmek hususunda hal ve hareketleriyle muvaffak olmakta gecikmedi. Sene 1959... Mayıs ayındaydık. Üstad ve Nur talebeleri hakkında iftira ve tezvir makineleri işitiliyordu. Âtıf, bana

bu mevzuda bir kitap yazmamı teklif etti. Teklif güzeldi. Hemen külliyatı edindim ve yaz tatilinden istifade ederek kitabı bitirdim. Böylece, külliyatı da tetkik etmiştim. Yazdığım kitabı beraber okuduk. O sâdece meslek ve meşrebin inceliklerine vâkıf olup olmadığıma dikkat edermiş. Bunu sormadan anlamıştım. Bir ara, yanımızdaki arkadaşlara, 'Gültekin Ağabey muvaffak olmuş' dedi. Bana Ağabey diye hitap etmesi tuhafıma gitmişti. Meğer bütün bunlar, benim külliyatı okuyup hizaya girmem için düşünülmüş güzel bir plândan ibaretmiş... Âtıf Ural, fevkalâde ferağat sahibiydi. Gerçi onun bu vasfı, Üstadının nümune olan hayatından ve onun gönüllere nüfuz eden telkinlerinden geliyordu. Daha önceleri Ankara'nın Ulucanlar mevkiinde bir gecekondu kiralamış. Sözler'in neşrine başlamış. Âtıf, tanıdığı Müslümanlardan, sonradan ödenmek üzere borç para almış, kulübeciğinde riyazet erbabının ancak yapabileceği âzamî iktisat tahtında gece-gündüz çalışmış, eski taş basmalardan risaleleri daktilo etmiş ve evvelâ Sözler'in neşrine muvaffak olmuştu. Arkadan Mektubat ve Lem'alar neşredilmişti. Bütün bunların neşri ve tevzii, onun beş senesine mal olmuştu. Hürriyet-i diniyenin çok kayıtlar altında bulundurulmakta devam ettiği o günlerde bu tarz bir neşriyat işini deruhte etmek, âzamî feragat ve cesaret işiydi. Âtıf, Üstadın 'hiç kimsenin minneti altında kalmamak' düsturuna riayet ederdi. Kendisinin maddî imkânları çok dardı. Ulucanlar'da iken bir gün parasız kalmış. Hiç

kimseden borç almamak onun prensibi idi. Kitapların neşir paraları da beytü'l-mal gibi dokunulmazlığı haiz... Fakat, açlık da kendisini hissetirmeye başlamış. Bu vaziyet karşısında ne yapsın? Evi aramış, taramış, biraz un bulmuş, içine su döküp hamur haline getirdikten sonra gaz ocağında pişirerek kemâl-i âfiyetle yemiş. 'Bana o kadar lezzetli geldi ki, târif edemem' diye anlatırdı. Âtıf'la iki seneye yaklaşan arkadaşlığım bana çok şeyler bahşetmiştir. Kendisinin sâlik bulunduğu mükaddes dâvânın yolcuları saflarına beni ilk defa o çağırmıştı. Bana mânevî ağabeylik etmişti. En hüzünlü anlarımda onunla karşılaşmam, kifayet ederdi. Zira o, her yere kendi havasını getiriyordu. Merhumun meziyetleri, bu kadarcık bir yazıya sığmaz. Ben ancak, bunlardan birkaçını aksettirmeye çalıştım. Şu kadarını söyleyebilirim ki, gençliğine rağmen, asrımızda Cenab-ı Hakkın kurbiyetini kazanmış velî kullarından birisi idi. "Mesleğine intisab ettikten sonra, altı senedir görüşemedik. Aramıza dünyevî mânâda mesafeler girmişti. En nihayet bu mânâ kahramanı ebedî yolculuğa çıktı. 'Hayat bir ân-ı seyyale' olduğuna göre, artık mâbeynimizde mesafe kalmamış demektir. Günah cihetinde vefat eden Âtıf'ın sevap cihetindeki hayatını temsil ettiğini düşünerek tesellî buluyorum. Bu düşünce benim hizmet aşkımın kaynağı olacaktır. Cenab-ı Hakkın rahmeti o ve onun gibi dâvâ kahramanlarının üzerinde olsun."

CEMALEDDİN GÜNEL Cemaleddin Günel 1914' de Kemaliye kazâsının Geçeği köyünde doğmuştur. Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edip feyiz alan bahtiyarlardan bir zattı. 1958' de Üstad Bediüzzaman'ın talebe ve hizmetkârlarıyla birlikte Ankara'da hapis yatmıştı. 1977'de rahmete kavuştu. Bu mesele için ayrıca Hakkı Yavuztürk'ün hatıralarına bakınız.

A. HİKMET TEZCAN 1952'de Üstadın İstanbul Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinde bulunduğunu söylemişlerdi. Hemen koşa koşa ziyaretine gittim. Sonra Üstadın orada değil de Fatih'teki Reşadiye Otelinde bulunduğunu öğrendim. Reşadiye Otelinin yirmi üç numaralı odasına müracaat edeceksiniz' demişlerdi. Çünkü orada talebeleri vardı. Kendisi ise yirmi dört numaralı odadaydı. Müracaat edince Üstadın risale yazdığını, meşgul olduğunu söylediler. Günlerden Cuma idi. Namaz vaktine kadar bekledik. Baktım, Üstad konuşarak iniyordu. Sert ve heybetli bakışları vardı. Yanında bir talebesi vardı. O da Üstadı gibi heybetli bir haldeydi. 'Ziyaretinize gelmişler' diye Üstada bizi haber vermişti. Eli yumuktu. Kapanıp ellerini öptük. Sağdan Fatih Camiine doğru yürüyorduk. Fatih türbesine gelince hemen durup, dua etmeye başladı. Duadan sonra Fatih Camiine girdi. Üstadı ilk ziyaretten sonra 1959'daki son seyahatinde Ankara'da da ellerini öpmek saadetine erdim. Onu Ankara Beyrut Palas Otelinde ziyaret ettim.

Hacı Bayram Camiinde namazdan çok sonralara kadar kalmıştı. Çıkarken ehl-i iman hep ziyaret edip, ellerini öpmek istiyorlardı. Üstad iki eliyle selâm veriyordu. Hacı Bayram imamı Mustafa Efendiye hitaben Üstad buyurdu ki: 'Ben kırk sene evvel buraya geldiğimde, Hacı Bayram Veli'nin ibadethanesi vardı, şimdi oraya ne oldu? Ben orada kalmıştım!' "İmam Efendi ise, 'Orası yıkıldı, avluya katıldı' diye cevap verdi. Üstad orada bir müddet kalarak, o heybetli bakışlarıyla derin derin baktı. Daha sonra Hacı Bayram Veli'nin türbesine girdi. Kapıyı kapattı. Beş dakika kadar içerde kaldı. Derin gözlerle etrafa bakışlarını hiç unutamıyorum."

HÜSEYİN AKSU (İlk devre milletvekili) Sabahın erken saatlerinde kuş cıvıltıları arasında girdik Girlevik'e. Girlevik şelâlesinin gürleyen sesi ve sıçrayan su damlaları tatlı ve serinlik halide sarıyordu etrafı... Erzincan'ın cidden çok can dostlarının yanında ve aralarında idik. Ya sabahı, su, yeşillik, serinlik ve Erzincan'ın asil Nur Talebeleri... Arabamız su arklarından geçerek girdi köye... Aradığımız zatın ismi: Hüseyin Aksu. Girlevik'in sahibi ve ağası. Birinci devre Erzincan Milletvekili. Tunceli harekâtından sonra 1939 senesinde Kastamonu'ya sürgün olarak gönderilen adam. Biz Hüseyin Aksu'yu nasıl bulabileceğiz? diye düşünürken, yaşlı adam erken saatte çıkarak, arabamızın

önüne durdu. Uzun boylu, temiz giyimli, yaşlı bir insan... Arabamıza ve bizlere dikkatle bakıyordu. Selâm vererek aşina ve dost olduğumuzu hissettirmek istedik. Verilen her selâm, dostluğun başlangıcıydı. Selâmımızı sevgiyle aldı. Hemen buyur ederek bizi karşıladı. Bahçeye götürerek yer gösterdi. Hizmetçileri gelerek masaları ve sandalyeleri taşımaya başlamıştı. Bahçedeki sandalyelerde yerlerimizi alınca, ilk işimiz teyibimizi çalıştırmak olmuştu. Sualli-cevaplı teyibimizdeki tespitleri kısaltarak sizlere nakledeceğim. Hüseyin Bey, siz Bediüzzaman Said Nursî'yi ilk defa nerede ve ne zaman gördünüz? Ben Bediüzzaman'ı Cumhuriyetin ilânından ve büyük zaferden önce Ankara'da gördüm. Bediüzzaman Ankara'ya nereden gelmişti? İstanbul'dan gelmişti. Oraya da Rus esaretinden sonra gelmişti. Bediüzzaman'a Ankara'ya gelmesi için davetiye yazmışlardı. 1922 yılının yaz mevsiminde büyük zaferden önce geldi Ankara'ya." İlk defa nerede görüşmüştünüz? Kendisi şeref misafiri olarak Meclis'e gelmişti. İlk defa Meclis'te görüşüp tanıştık. Daha önceleri ben asayiş kumandanlığı yapıyordum.

Vehip Paşa zamanında Milis Teşkilâtı kurmuştuk. Bediüzzaman da Bitlis ve Van taraflarında Milis Teşkilâtı teşkil edip, düşmana karşı çarpışmıştı. Mecliste Mustafa Kemal Paşa ile Bediüzzaman uzun uzun görüşüp konuştular. Mustafa Kemal, kendisinden yardım istedi. Siz İstanbul'u ahval-i dünyayı biliyorsunuz, birlikte şu memleketi kurtaralım. Bizim gayemizin ne olduğu sizce malûmdur Hocam!" demişti. Konuşmada diğer mebus arkadaşlarda bulunmuşlardı. Mustafa Kemal muvaffak olmak için kendisinden dua istedi. Bediüzzaman ise, "Memlekete hizmet edenlerin duasını Allahü teâlâ kabul eder. Vatan için çalışanların say ü mesaisini Allah boşa çıkarmaz. Biz de duamızı yaparız" demişti. Osman Fevzi Efendi de oradaydı. Hacı Fevzi Efendi kendisini çok sever ve sayardı. Daima beraber bulunurlardı. Ben de Hacı Fevzi Efendiden ayrılmak istemezdim. Bediüzzaman, Hacı Bayram tekkesinde kalıyordu. Hacı Bayram Veli'nin torunlarından Şemseddin Efendi vardı. O da milletvekili idi. Hacı Bayram Camiinin yanında güzel bir yer vardı, orada kalıyordu. Mecliste yaptığı konuşmalardan bahseder misiniz? Kendisi daima adalet üzerinde dururdu. 'Zorbalıkla

kurulan bir binanın müddeti uzun sürmez. Adaletle kurulan bir bina yıkılmaz. Siz de adalet üzerinde yürüdükçe size engel olacak hiç bir kimse bulunmaz. Bulunsa dahi muvaffak olamaz" diyordu. Durumumuz da çok kötü idi. Cephelerden bazen acı haberler gelirdi. Ellerimizi kaldırıp dua ederdik. Musibetli günlerde ellerimizi ters çevirip musibetten Allah'a sığınırdık. 'Ya Rabbi, sen bilirsin. Sen Türk, milletin muhafaza et!" diye yalvarırdık. Ümidimizi kesmiştik, kendimizi değil, sadece vatanımızı ve milletimizi düşünüyorduk. Meclisin en yaşlı temsilcilerinden Kayserili Alim Hoca vardı. Kötü haberler üzerine ellerimizi ters çevirip dua etmemizi o söylerdi. "Arkadaşlar bu Hazret-i Peygamberin duasıdır, böyle edelim" derdi. Bütün memleket düşmanlar tarafından istilâ edilmişti. Mecliste toplanmış vatanın durumunu konuşuyorduk. Her yerden kara haberler geliyordu. Konya'da isyan olmuş, yok Bolu'da isyan olmuş... Hep böyle haberler geliyordu. Mecliste oturmuş bir sohbet toplantısı yapıyorduk. Orada Mustafa Kemal Paşa ve Bediüzzaman da vardı. Mustafa Kemal: 'Hocam bizim gayemizi biliyor musun? Nedir acaba?' Bediüzzaman cevaben: Biliyorum... Bu vatanı kurtarıp, düşmanı bu topraktan atmaktır" dedi. Yine Bediüzzaman, "Ben sizin bu gayenizi biliyorum"

dedi ve şöyle devam etti. "Bir binayı yaparken adalet üzerine kurmalıdır. Siz böyle bir adalet ve temel üzerine kurduktan sonra, Allah sizi muvaffak eder." Bediüzzaman'ın Atatürk'le konuşmaları bu şekilde olmuştu. O günlerin bütün sohbetleri ve konuşmaları, bir an evvel vatanın kurtulmasıydı. Mustafa Kemal Paşa, Bediüzzaman'ın daha önceleri harplerde gösterdiği kahramanlıkları yakînen biliyordu. Benim daha sonraki yıllarda Bediüzzaman ile uzun uzun konuşup, ahbaplık etmem Kastamonu'da olmuştu. Siz Kastamonu'ya niçin gitmiştiniz? Tunceli harekâtından sonra bizi Kastamonu'ya sürgün göndermişlerdi. O yıllarda Bediüzzaman da orada bulunuyordu. Kastamonu'da Bediüzzaman'la karşılaşmanız nasıl oldu? Kastamonu'da Hacı İbrahim Dağı vardı. Oraya sık sık giderdi. Dağda dua eder, ibadet ederdi. Kastamonu'nun yüksek bir kalesi vardı. Bediüzzaman ara sıra bu kaleye de çıkardı. Diyarbakır Milletvekili Ali Özkan Beyle birlikte yanına gitmiştik. Eski günleri biraz yad ettikten sonra, bir ara Bediüzzaman bana, "Sizin aslınız nereden gelmiştir?" diye sordu. Ben de bizim aslımızın Asya'dan geldiğini söyledim.

Kendisi bu mevzuda daha bazı sualler sormuştu. Bu ilk görüşmemizden sonra, müsait zamanlarda yanına gidiyordum. Yine bu aslımız konusunda sohbet ederken, ben bizim aslımızın Zeynelabidin Hazretlerine kadar uzadığını söyledim. Kendi benim aslımı ve şeceremi sorduğu için ben de kendisine, "Peki Üstadım, siz beni sordunuz, ben de söyledim. Peki sizin aslınız ve şecereniz nereye dayanıyor?" Kendisiyle samimi bir ahbap olmuştuk. Rahatlıkla konuşuyorduk. Bana şu cevabı verdi: 'Benim annem evlad-ı Resûl'dendir. Annem Nuriye Hanım, Hazret-i Hasan'a dayanmaktadır. Babam ise oranın yerlisidir." Aslına ait bu bilgileri söyledikten sonra "Demek ki asılda birleşiyoruz. Esasat ve kökte aynı nesle dayanıyoruz" dedi. Üstada tahsili konusunda bazı sorular sormuştum. Bunlardan birisinde de, bir sene zarfında bütün ilimleri nasıl elde ettiğini ve nasıl Bediüzzaman olduğunu sormuştum. Bediüzzaman lâkabını kendisine zamanın büyük âlimlerinin verdiğini, bütün ilimleri de gençliğinde çalışarak hafızasına aldığını ifade etti. Kendisiyle başka hangi konularda konuştunuz? konuşurken şahsiyet mevzuunda konuşmazdı. Din, iman ve Kur'ân mevzularında konuşurdu. Gayesi insanlığı doğru

yola sevketmekti. İnsanı insan etmek isterdi. Kastamonu'da yine bir gün kar vardı. Bana dedi ki: "İnsan bu dünyada bir ağaya çoban olur. Veya ona ortakçı olur. Zamanı yirmi dört saate taksim et. Yirmi iki saat gez, ye, iç, yat, geriye iki saat kalıyor. Bu iki saati ağaya hizmetle geçirmezse, ne kadar haksızlık ve zulmeder elbette anlaşılır." Bediüzzaman hep böyle ibadet ve ahlâka ait sohbetler yapardı. Ben 1939 senesinden sonra iki sene Kastamonu'da kaldım. Kastamonu'dan sonra beni Kayseri'ye verdiler. Altı sene de Kayseri'de kaldım. Kastamonu'da onunla çok mes'ut anlarımız ve sohbetlerimiz olmuştu. İman ve fazilet dolu bir şahsiyetti. Bu vatanın yetiştirdiği müstesna bir insandı.

Prof. Dr. İBRAHİM CANAN (Harran Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dekanı) 1940'da Konya'nın Ermenek kazasının Küçükkarapınar köyünde doğmuştur. Uzun yıllar Paris'te tahsil yapmış, sahasında kıymetli eserleri bulunmaktadır. 1959'un sonunda Ankara'da Beyrut Palas Otelinde Bediüzzaman'ı ziyaret etmiş, merdivenlerde talebeleriyle birlikte resmini çekmiştir. "Üstadı ziyaretim" Üstad Bediüzzaman 1959 senesinin son günlerinde 31 Aralık'ta, Ankara'ya gelmiş, Beyrut Palas Otelinin 37 numaralı odasında kalmıştı. İlk zaman fazla gelen ziyaretçilerden dolayı çok tehacüm olmuştu. Bu günlerde müsait bir vakti bekleyip, o vakitte Üstadı ziyaret edip, ellerini öpmek istiyordum. O zaman Üstad lavaboya çıkmıştı. İşte, Üstadı ilk defa o

zaman görmek saadetine ermiştim. Daha sonra otelden çıkarken de ziyaret etmiştim. Otele eski DP milletvekillerinden Dr. Tahsin Tola gelmişti. Üstadın büyük bir gayesi olan tevafuklu Kur'ân-ı Kerimin basılması için arzusu vardı. Üstad kendisine çok iltifat edip, Kur'ân'ın basılması için Dr. Tahsin Tola'ya tam âyetler sayısınca 6666 lira verdi. Her âyete bir lira mukabil oluyordu. Dr. Tahsin Tola'nın başını okşayıp, teveccüh edip, dualar etti. "Zübeyir'in yerine kabul ettim" İşarâtü'l-İcaz basılırken tashih işlerinde çalışmıştık. Basılan formaları Senirkentli Hüseyin Aşçı ile Üstada gönderiyorduk. Hem de selâmlarımızı götürüyordu. Daha evvel de Üstad, Said Özdemir Ağabeye benim için 'Ben onu Zübeyir'in (Gündüzalp) yerine kabul edip dua ediyorum' demişti. Hasan Okur, şimdi ilâhiyat profesörü olan Günay Tümer ve Said Özdemir, Üstadın etrafında Beyrut Palas Otelinden iniyorlardı. Said Özdemir Ağabeyin de işareti üzerine, tam merdivenlerde iken resimlerini çektim. Hüseyin Aşçı tashihler için Isparta'ya sık sık gider gelirdi. Son defasında Isparta'da tashihleri verirken, Üstad taksi ile bir yere gidiyormuş, 'Seni taksiye bindirmek isterdim, ama şimdi acele işim var, hemen gideceğim. Yalnız seni Ankara'da taksiye bindireceğim' demiş. Hüseyin Aşçı bize bu hadiseyi anlatmıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra Üstad Ankara'ya gelmişti. Taksi ile

Ankara'da giderken Ulus'ta Hüseyin Aşçı'yı görürler ve taksiye alırlar. Bunu Hüseyin Aşçı aynen anlatmıştı. "Hüseyin Aşçı çok gayretli ve çalışkan, Senirkentli bir Nur talebesiydi. Ben Ankara'ya ilk geldiğim zaman onların yanında kalmıştım. O zaman Mesnevî-i Nuriye basılıyordu, kendisi bu iş için matbaaya gidip geliyordu. Nihayet kitap basıldı, çıktı. Kendisi de parasını vererek bir kitap satın aldı. Halbuki kitabın basılmasında emeği çok fazla idi. Onun bu hali, o zaman, bende çok büyük tesir yapmıştı, çok hayretler ve takdirler içinde kalmıştım. Bu meseleyi hatırladıkça halen de düşünürüm. Demek Allah rızası yolunda ihlâs zerre gibi küçük de olsa, aslında güneş gibidir."

SAİD KÖKER Demokrat Parti Bingöl milletvekilliğini yapan Said Köker, 1959 yılının son günlerinde Ankara'ya gelen Üstad Bediüzzaman'ı Beyrut Palas Otelinde müteaddit defalar ziyaret ederek görmüştü. Said Köker 1911 senesinde Bingöl'de dünyaya gelmişti. 1989 yılında vefat etti. Said Köker merhumu Beyazıd'daki evinde ziyaretimde Üstad Bediüzzamanı ziyaret ettiği günlere ait hatıraları şöyle anlatmıştı: Hazret-i Üstad hayatının son günlerinde Ankara'ya gelmişti. O günlerde Ankara Beyrut Palas Otelinde kalıyordu. O zamanlarda muzır gazeteciler bu büyük zatı çok rahatsız ediyorlardı. Ben Beyrut Palas Otelinde üç defa ziyaret ederek ellerini öpüp, dualarını aldım. Bir ziyaretimde Dr. Tahsin Tola, Muş milletvekili Giyaseddin Emre ve Erzurum milletvekili Fethullah Taşkesen'le beraberdik. Üstad Hazretleri gençliğinde Gıyaseddin Emre'nin dedesi Fethullah Efendi ile tanışıyorlarmış, bu zattan sitayişlerle bahsetti. Mübareğin sesi çok lâtif ve hafif çıkıyordu, hastaydı. Sonra sohbet

sırasında yakında gelecek 27 Mayıs musibetini haber verdi. Bizi bu musibete karşı uyardı. Şarktaki Fethullah Efendi gibi İslâm büyüklerinden bahsederken, bizim isimlerimizi aldı. 'Sizleri de onlar kadar severim' diye buyurdu. 'Benim partilerle hiçbir alakam yoktur. Dünyada bunlar benim için hiçtir' dedi. 'Yalnız Menderes'i severim' dedi. 'Dahiliye vekili Halkçıları himaye ediyor. Ben isterim ki, Menderes'le görüşeyim, kendisini Halkçılara karşı ikaz etmek isterim.' Daha önceleri bizim Gıyaseddin Emre, bizden habersiz Isparta'ya giderek, Üstadı ziyaret etmişti. Biz, 'Niye bize haber vermedin?' dedik. O da 'Acele oldu, onun için sizlere haber veremedim' demişti. Demek bizim Üstadı ziyaretimiz Ankara'da nasipmiş. Allah bizlere Ankara'da nasip etti. Ziyaret edip, dualarını aldık. Şeyh Ali Rıza Üstada çok hürmet etti. O da ziyaret ederek, görüşüp, dualarını alıp, ellerini öptü. Üstad, bizlere eski gençlik günlerinden anlattı. Kendisine teklif edilen milletvekilliğinden, Şark vaizliğinden bahsetti. 'Ben bunların hiçbirisini kabul etmedim' dedi. Başımı okşadı ve bana dualar etti. Üstad Hazretleri ilimde, irfanda hiçbir âlim ile mukayese edilemez, deryalar gibi derin bir irfan sahibiydi. Onun ilmini yüksekliğini tarif edebilmek bizim için

imkânsızdır. "Milyonların Üstadının mekânı ve makamı Cennet olsun."

ABDÜLKADİR AKÇİÇEK Üstad Bediüzzaman'ın Ankara'da Beyrut Palas Otelinde kaldığını haber almıştım. Hemen koşarak otele gittim ve oteldeki Zübeyir Ağabeye Üstadı ziyarete geldiğimi söylemiştim. Zübeyir Ağabey Üstadın o gün çok öfkeli ve celalli olduğunu söyledi, bu yüzden ziyaret edemeyince gönlüm kırılmıştı. Kendi kendime 'Ben sizi görmek ve ziyaret ederek dualarınızı almak istiyorum. Huzurunuza layıksam beni kabul buyurun' diyerek dertlenmiştim. İşte tam o esnada Nevşehirli birisi geldi. Bana, 'Çabuk gel, Üstad geldi' dedi. Ben de hemen otelin önüne koştum. Böylece dünya gözüyle Üstadı görmüş oldum. Hazret-i Üstad âdeta kükremiş bir arslan gibiydi. Çok heybetli ve haşmetli bir hali vardı. Öfke ve hiddeti her halinden belliydi. Koşarak Hazret-i Üstadın kollarına girdik. Kendilerini oteldeki odasına çıkarttık. Zübeyir Ağabey ise Hazret-i Üstadın etrafında pervaneler gibi hizmet için çırpınarak dönüp duruyordu. "Ben Üstad Hazretlerinin büyük bir velayet sahibi olduğunun kesin inancı içindeydim." Abdülkadir Akçiçek 5 Nisan 1960 tarihinde Hüradam

gazetesinde 'Onun ardından' başlığı altında bir yazı neşretmişti. Bu yazı daha sonra Hilal dergisinin Bediüzzaman için hazırladığı özel sayıda da çıkmıştı. Onun ardından Merhum Akçiçek mezkur yazısında şunları ifade ediyordu: Mes'ut bir gün, Ramazan gecesi ebedî istirahatgâhına yolcu olan büyük insan. Şu anda onu ebedi ve sonsuz âlemine teslim etmiş bulunuyoruz. Arkasında onun gözü kalmadı. Sadece gönüllerde derin bir mevki, akan gözyaşı, sel gibi akan iman sahiplerinin bölünmez topluluğu. Belki bir eşini göremeyeceğiz. Belki bir daha onun boş bıraktığı yer dolmayacak. İşte gözler bundan yaş akıtır. Gönüller bundan hüzne boğulur. O büyük adamın ruhumuzun derinliklerinde bıraktığı hüzün sonsuzdur. Allah'a imanımız olmasa belki çıldıracağız. Hak yolunun nizamına uymasak belki dağlara düşeceğiz. Ama ne yapalım ki, nizam budur, yol budur. Her gelen gider. Her fâni ölüm acısını tadar. Ölmeyen, fena bulmayan budur: Allah ve Onun için kalblerde yaşayan sevgili. İşte o değerli ilim ve din adamımız gönlümüze ölmeyen Allah sevgisini, hakka, doğruya imanı aşıladı ve sessizce aramızdan ayrıldı gitti. Dünyalığım sağ elimin taşıyacağı kadar olmalı' diyen o mübarek insan zahirde böyle yaşadı. Gözünü bu fani âleme yumduğu zaman, hasretini çektiği bir şey kalmamıştı.

Düşmanlarına dahi hakkını helâl eden o zat, iman ve İslâm dâvâsından başka bir gaye peşinde koşmamıştır. Bize, altın, gümüş bırakmadı, ama bunlardan milyar kere kıymetli, Allah kitabından ve Resulünün sünnetinden ilham alarak yazdığı eserini bıraktı. Onun gidişi de gelişi gibi sessiz oldu. Fakat yaşayışı sessiz değildi. Onun yaşayışını, hayatını, zaman birden açığa vuracak. Iztıraplarla geçen o muazzam yaşayış, onun gönlümüzde ebedî yaşamasını sağlayacak. Gün geçtikçe gönlümüzde sevgisini arttıracaktır. Ömrü boyunca zindanlarda geçer gibi bir acı hayat, dertli ömür süren o bahtiyar kişinin hayatı tarihin unutucağı cinsten değildir. Sevmeyenleri batırmak istedikçe, sevenler ölmez bir sevgiyle onu ruhunda taşıyacaktır. Said... Molla Said... Said Efendi Hazretleri ve nihayet Bediüzzaman Hazretleri. Gün geçtikçe ismine bir hürmet eki alan elbetteki büyük bir insan namzetidir.. Hiçbir büyük insanı tarih, sağlığında göklere çıkarırcasına övmemiştir. Eğer varsa, hayatında iken devrildiği görülmüştür. Fakat Bediüzzaman Hazretleri hergün bir yükselme değerine sahip olmuştur. Sağlığında böyle olunca, eserleri meydana çıkınca nasıl olur? Bunların cevabını kesin olarak şimdi söyleyemeyeceğiz, tarih bize gösterecek. Belki o müceddid, belki mehdi olarak anılacak ve her an ruhundan istimdad edilen bir aziz zat olarak kalacaktır. İşte bizler, böyle bir devirde yaşamakla, o zatın ilminden, feyzinden müstefit olmakla bahtiyar insanlarız.

Tarih sayfalarını çevirirken zaman zaman, çok değerli insanların bu âleme gelip geçtiğini görürüz. Onların, sessiz bir gelişlerinde zamanın göstereceği, ufuksuz dâvâların peşinde koşmalarıdır. Dâvâlarına inanmış kişi olarak canlarını dahi seve seve inandıkları yolda fedâ edenleri hep görürüz. Her büyük insan zamanını işgal etmiştir. İmam-ı Âzamları düşünelim. Şafiileri düşünelim. Hanbelileri hatırlayalım. Mansurları görelim. Bundan sonra gelenleri bir göz ucuyla tetkik edelim. Bunların hepsi, devrini kucak kucak doldurmuş ve bucak bucak sarmış. İşte büyük insan böyledir. Bulunduğu zamanda herşeyi meşgul eder. Sessiz yaşar, ama bu sessizlikte kâinatı coşturan, derin, içli hareketler görülür... İşte devrinde herşeyi meşgul eden Bediüzzaman Hazretleri köşesinde sessiz yaşadı, ama her şey onunla meşgul oldu. Matbuat ondan bahsetti. Siyaset adamları ondan konuştu. Devlet adamları ona ilgi gösterdi. Halk onu sevdi, bağrına bastı. Ve nihayet ölmez bir sevgi, bir aşk, yılmaz, usanmaz bir iman kuvveti aldı, sonunda fani cesedi toprağa verdi. Kalblere aşıladığı iman kuvvetiye baş başa kaldı. İşte herşeyiyle devrini dolduran büyük insan. Bediüzzaman Said Nursi, sessiz yaşayan büyük insanlardan biri. O ne kâşaneler kurdu, ne servetler elde etti. Çevresinde çocukluğu hârika olarak tanındı. Gençliği hep mücadele ile geçti. Yılmadı, usanmadı. Tek başına dağlardan geçti. Her şeye sonsuz bir iştiyak duydu. Tabiatı gördü, onda tevhid mühürlerini okudu, manzarasına hayran oldu. Kuşları gördü, hal dili ile onlarla söyleşti.

Yapraklara, ağaçlara baktı, onlarda Allah'ın binlerce hikmetini, sırrını sezdi. Yerdeki karıncalara baktı, yediği yemeğin tanesini onlara tahsis etti. Mağaralarda çileler çekti. Vatan ve milletin aşkıyla yandı, tutuştu. Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı olarak cephede bir kahraman gibi çarpıştı. Rus ordularına esir oldu, onlara boyun eğmedi. Türk gücünü, İslâm şehametini onlara gösterdi. En büyük kumandanların dahi önünden kalkmadı. Ve nihayet birkaç yıl sonra memleketine döndü. Memleketinde bulunduğu müddet içinde hapisler, sürgünler, zindanlarda hayat sürdü. Her gittiği hapisten çıktı. Her verildiği mahkemeden beraat etti. Bunların hiç biri onu yıldırmadı. İnandığı Allah ve Peygamber yolunda onu geri çevirmedi. 'Beşikten mezara kadar ilim öğrenin' diyen Allah Resulünün yolundan ayrılmadı. Gayesi, insanları, bilhassa gençliğin komünizm şerrinden kurtarmak, kalblerine iman aşılamak, Allah, Peygamber, ana, baba ve vatan sevgisini yerleştirmekti. Her güçlüğe rağmen, dâvâsını yılmadan gerçekleştirmek için o büyük insan böyle çalıştı. İşte sessiz bir hayat. Bir asırlık insan ömrü. Berrak, temiz, nur gibi bir hayat... Nur gibi bir insan. Onu bir defa gördüm. Konuşurken insan kendini bu âlemden sıyırıp, öte âlemlere varmış sanır. Sanki bir ruhaniyet âleminde yaşar. Bir asır kadar evvel Anadolunun yalçın dağları arasında dünyaya gelen bu büyük insan, şimdi yine Anadolunun bir köşesinde maddi varlığını terk etti.

"Taşıyla toprağıyla nur olan Anadolu, bir nur daha bağrına bastı. Öyle bir nur ki, ölümsüz bir aşk zinciri manzumesini andırıyor."

H. MAHMUD HASIRCI (Erbaşı) 1928'de Şanlıurfa'da doğdu. Uzun yıllar terzilikten sonra, bakkaliye işleriyle uğraşmaktadır. Cömertlik, safvet, samimiyet ve ihlâsın nurlu aydınlığında yaşayan bir Nur talebesidir. Urfa'nın İpek Palas Otelinde Üstad Bediüzzaman'ı en son ziyaret eden Urfalılardandır. Belki de en sonuncu şâhitler'in dilinden' Hacı Mahmud Hasırcı Üstadı ziyaretini şöyle anlatıyor: Dediler ki: 'Üstad gelmiş.' Otelin önündeki kalabalıktan geçilmiyordu. Fakat Yusuf Uruntaş ile birlikte aradan sıyrılarak yukarıya çıktık. Üstad, otelin 27 numaralı odasındaydı. Kapının önünde yere oturduk. Yusuf Uruntaş Kur'ân okumaya başladı. Ben de salavat getiriyordum. Bizlere kolaylık olsun diye Zübeyir Gündüzalp Ağabey kapıyı açmıştı. Kapı açılınca Üstadın mübarek nur yüzlerine baktım. Üstad ağır hastaydı, uzanmıştı. Ben o sırada salavatı bağırarak getirmeye başladım. Heyecan içindeydim, Az sonra Zübeyir Ağabey

kapıyı kapattı. Ertesi günü otele yalnız geldim. Baktım polisler gelmiş. Birden kapıyı açtılar. Ben de hiç oralı olmadan doğrudan doğruya yukarıya çıktım. Baktım Bayram Yüksel Ağabey oradaydı, selâm verip yanına oturdum. 'Sen Üstadla görüştün mü?' diye sordu. "Gel kahraman kardeşim" Dün görüştüm' dedim. Ben sana gel dersem gel, gelme dersem gelme'dedi. Peki' dedim. Kapıyı vurup, içeriye girdim. Kapıda Zübeyir Ağabey vardı. Üstad baktım, gözleri berrak mavi, saçları kınalı, başında o heybetli sarığı vardı. Tam kapıyı kapadılar, ben geri döndüm, arkama bakayım dedim, baktım Zübeyir Ağabey, 'Gel kahraman kardeşim' diye çağırdı, ben de hemen gittim. Üstadın ayak ucunda bir tabure vardı. Zübeyir Ağabey orada oturuyordu. Üstad Hazretleri, Zübeyir Ağabeye hitaben, 'Niçin gelmiş, ne istiyor?' diye sordu. Üstadın sesi hafif çıkıyordu. Bunun üzerine, Zübeyir Ağabey bana, 'Niçin geldin, ne istiyorsun?' diye sordu. O zaman fikrimde hiçbir şey yoktu. Aniden, 'Evlatlığa ve talebeliğe kabul etmesi için geldim' dedim. Baktım

Üstad

Hazretleri

başını

salladı.

'Evet'

dedi."Zübeyir Ağabey, 'Gel, otur' dedi. Oturdum. Az sonra kalktım, Üstadın elini öptüm. Zübeyir Ağabey, 'Kalk ve hemen çık, Üstadla görüştüğünü de kimseye söyleme' dedi. Ertesi gün içim çok sıkılmıştı. Yine 27 numaralı odaya girdim, Üstad beni sakalımdan öptü. Zübeyir Ağabeye, 'Bu benimle görüşmüştü, yine niye geldi?' "Ben Zübeyir Ağabeye, 'Geldim, ama bu defa gitmem Ağabey' dedim" Baktım Üstad Hazretleri tebessüm buyurdular. "Zübeyir Ağabey bana, 'Haydi emniyete gidelim' dedi. Ben Emniyet Müdürünü tanıyordum. Zübeyir Ağabey tanımadığı için beraberce gittik. Emniyet Müdürü, 'Üstadı Urfa'dan götüreceksiniz. Şayet götürmezseniz, biz cebrî olarak göndereceğiz, Üstadınıza söyleyiniz.' dedi. Zübeyir Ağabey ise, 'Biz söyleyemeyiz' karşılığını verdi.

Üstadımıza

bir

şey

"Evet, biz camidiz" Müdür, 'Siz camid misiniz?' dedi. Zübeyir Ağabey, 'Evet, biz câmidiz, Üstad bize

tekmesini nereden vurursa biz oraya yuvarlanırız. Üstadımız ne derse biz onu yaparız' şeklinde karşılık verdi. Canımız sıkıldı, oradan döndük, geldik. 'Ne yapalım?' diye düşünürken, 'Üstadı heyete havale edelim, muayene etsin, bir şeyi yoksa rapor alırız' dedik. O zaman hükümet tabibi Hasan Bafri'ydi. Doktora haber gönderdik, az sonra geldi. Üstadın koluna, ağzına ve başına baktı, 'Bu ihtiyar 1000 kilometrelik yolu nasıl gelmiş, 40 derece ateşi var, bir yere gidemez' diye rapor yazdı. O gün akşam üstü Üstad, saat 2-2.30 sıraları vefat etti. O gün sabah erken Üstadı ziyarete gidiyordum. Abdullah Yeğin Ağabeyi yolda gördüm, Üstadın vefatını ondan öğrendim. Daha sonra Zübeyir Ağabey ile beraber 250 yere tel çektik, herkesi haberdar ettik. Oradan Üstadın cenazesinin bulunduğu otele gittim. Ben o sırada Üstadın ayağını öptüm. Üstadın şalvarı ve sarığıyla birlikte tabuta koyduk. Ondan sonrada ben tabutu kucağıma aldım, aşağıya indirdim. Cenazeyi Dergâh'a götürdük, orada yıkandı. O esnada Zübeyir Ağabey, Molla

Hüseyin, Elazığlı Ömer Hoca, Molla Hamid hoca (o gün itikâftan çıkmıştı) gibi pek çok hoca vardı. Kefeni Zübeyir Ağabeyin yanına getirdim. Kefeni sararken yağmur da tane tane yağıyordu. Üstadın göğsünde bir delik vardı. Üstadı birçok defalar zehirlemişlerdi. Bütün bu zehirler kuş yumurtası kadar Üstadın göğsünde kahverengi bir iz bırakmıştı. Cenaze daha sonra namazı kılınmak üzere Ulu Camiye getirildi. Gazeteciler getirilmişti. Fotoğraf çekmeye başladılar. Bir hayli telâş çıkardılar. Oranın mânevî havasını iyice bozdular. Üstadı defnederken Abdülhamid adlı bir komiser 'Yasin' okuduğu için daha sonra görevinden olmuştu. Üstadın mezarını kıran yüzbaşı 27 Mayıs İhtilâlini müteakip Üstadın mezarının parçalanıp naaşının nakli hasat zamanına denk gelmişti. Biz dağdan gelmiştik, Üstadı götürmüşlerdi. Hadiseye şöyle müttali oldum. O gün ben damda yatıyordum. Sabahleyin üstümüzden bir uçak geçti, kalktım, 'Askerî uçak mı Ahmet?' dedim.

Evet' dedi, 'Askeri uçak.' O sırada üzerimde bir ağırlık hissetim. Gözümü açtım, baktım gerçekten askerî uçak. Ziya Küçük diye bir kardeşimizin kardeşi vardı, az sonra geldi. Kapıyı vurdu, aşağıya indim, kapıyı açtım, baktım kekeme konuşuyor. Aman... Aman... çıkarmışlar...'

Ağabey

Üstadın

mezarını

kırıp

Dedim, 'Hiç merak etme kardeşim Mustafa! Zaten Üstadın vasiyeti vardı.' Mustafa'yla beraber mezarın bulunduğu yere gittik, çok kalabalıktı. Temizlik yapıyorlardı. O gün vazifeli olan yüzbaşı, askerlere, 'Mezarı kırın!' deyince birisi ben kırmam dediği için onu öldürmüşler, diye duymuştuk. Aynı gün Yusuf Paşa Camiinde, hudutta öldüğü söylenen bir askerin cenaze namazını kıldılar. Aradan 15-20 yıl geçmişti. Hacı Mahmut Abacı isminde bir baba dostu vardı. İstanbul'da ziyaretine gitmiştim, bana şöyle demişti: "Ya, Mehmed Kardeşim! Üstadın mezarını kıran yüzbaşı geçenlerde felç olmuş, bir odaya atmışlar, bakılmaz bir

hale gelmiş, o şekilde eziyet görmüş, sonra perişan bir halde ölmüş gitmiş."

MEHMET SÖZER (Tenekeci Mehmed Efendi) Hattat Mehmet Sözer, 1892'de Isparta'da doğmuştur. Tenekeci Mehmed diye bilinmektedir, fakat kendisinin asıl mesleği hattatlıktır. Isparta ve civarı camileri, onun levhalarıyla süslüdür. Bediüzzaman'ın talebelerindendir. 1981'de vefat etti. "Üstad Isparta'ya ilk gelişinde Müftü Tahsin Efendi medresesinde kalmıştı" Her Isparta seyahatinde imkânlar nisbetinde kendisini ziyaret edip, hatıralarını dinlerdik. Bu dinlediklerimizden, derlediğimiz hatıra notlarından, sizlere şunları arz ediyorum: Üsdat ilk Isparta'ya geldiği zaman, Müftü Tahsin Efendinin medresesi vardı. Maarif tarafından medreseler satıldığında müftünün oğlu Sadık Hoca burayı satın

almıştı. Vakıf olarak kullanılıyordu. Hazret-iÜstad ilk Isparta'ya geldiği zaman mezkûr medresede kalmıştı. Sadık Hoca ve Şakir Efendi ile birlikte ziyaretine gittik. Üstad bir köşede oturuyordu. Müftü Şakir Efendi, beni takdim etti. Yazdığımız levhalarla çok hizmet ettiğimizi, camileri tezyin ettiğimizi söyledi. Üstad, "maşallah, maşaallah' diye bizi okşadı, iltifatlar etti. Hususî gel konuşalım' dedi. Üstad'la Ulu Camiye gitmiştik. Üstad bana yazıları okuttu. Yine hususî gel, hususî gel' diye beni çağırdı. Medresede haftada iki gün ders yapıyordu. Isparta uleması bu derslere devam ediyordu. Bu derse bir defa da ben gitmiştim. Çok kalabalıktı. Sadık Hoca'nın aldığı medrese tıklım tıklım doluyordu. Ben ancak kapının eşiğinde oturabildim. Üstad'ın Barla'ya nefyi Cami imamı Hacı Rıza Efendi ile birlikte misafir kabul ettiği bir gün ziyaretine gitmiştik. Yine Hazret-i Üstad: "Nerdesin kardeşim, ben sana hususî gel demiştim' dedi: Yanına allâmeler gelse iltifat etmezdi, hocalar bu duruma çok şaşarlardı. Hiç tahmin etmediğimiz birisine: "Safa geldin kardeşim, safa geldin kardeşim, diye alâka gösterip, iltifat ederdi.

Sonraları dersleri çok kalabalık olmaya başlayınca. Vali Ekrem Bey, tedirgin olmaya başladı. Umumun nazarına çarpmasın diye, ücra bir yere nakledeyim, dedi. Neticede Üstadı Barla'ya nefyetti. Üstadın Barla'dan dönüşü nasıl oldu? Üstad'ın Barla'dan Isparta'ya gelmesine yakın, bir mektup geldi. Üstad: "Kardeşim, ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezâsına tahammül edemez hale geldim. Beni çok rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde yaşar gibi yaşıyorum' diyordu. Mektubu alır almaz, kendi kendime, "Bu Vali dinsiz değildir', diye doğru Valiye koştum. Sabah erken sekizde gitmişim. Kâtip, "Hayrola telaşlısın, ne var, bir şeyin mi var?' diye sordu. 'Vali dokuzda gelecek' dedi. "Ben Valiye bir mektup vereceğim' dedim. 'Olur, ver mektubu ben veririm' diye mektubu elimden aldı. Kâtip mektubu Vali Beyin masasına bıraktı. Vali gelince mektubu açıp okumuş, cebine koymuş, mektubu kimin getirdiğini bile sormamış. Ertesi gün, Hazret-i Üstad'ı Barla'dan Isparta'ya getirmişlerdi. Yine eski medreseye inmişti. Geldiği saatte de ben ziyaretine gitmiştim. Mübarek Üstad'ım bana dedi: 'Kokumu mu aldın da hemen geldin. Geldiğimi ne bildin?' diye latife etti. Orada beş-on gün kaldıktan sonra, Kelle Mehmed'in evine gitti. Orada bir zaman kaldı. Bilâhare

Şükrü Efendi'nin köşküne geçti. Orada da yedi ay kadar kaldı. Eskişehir hâdisesi Sonra Eskişehir hâdisesi çıktı. Üstadın yanına gelip giden ne kadar dost ve talebesi varsa onları da taharri ettiler. bir arkadaş gelip bizi haberdar etti. Evde ne kadar Nur Risaleleri, İslâmî ve dinî kitaplar varsa, hepsini bahçeye gömdüm. On sekiz tane polis geldi. Soba borularının deliklerine kadar aradılar. Neticede aramada bir şey bulunamadı' diye zabıt tutup gittiler. Ben hazırlanıyordum, bizi de Üstad'la Eskişehir'e götürecekler diye, gusül abdesti alıp, toplanıyordum. Ama neticede beni götürmediler. Hâdiseden sonra, fırka kumandanı Şükrü Paşa'ya gittik. Dahiliye vekâletine kafa tutuyordu. "Nedir bu hal? diyordu. 'Ben burada bostan korkuluğu muyum? Dışardan asker getiriyorlar. Ben bu işi yapamaz mıyım?' diyordu. Üstadı götürüyorladı, dayanamadım, ben de gitmek istedim. Üstada koştum, elini öptüm. Üstad hemen sırtını döndü, 'Sen durma git buradan, sen gelme bizimle' diye beni ikaz etti. "Benim vatan-ı aslim Isparta'ymış" Üstad'dan dinlemiştim, buyurmuştu ki:

"Bana vaktiyle mânen, 'sen Isparta'ya git' denilmişti. Isparit namında bizim nahiyemiz vardı. Ben orası zannetmiştim. Yanlış anlamışım. Isparit nahiyesi zannetmiştim. Benim vatan-ı aslim, bu Isparta'daymış." Bediüzzaman gibi bir mürşid-i kâmil ayağımıza gelmişti Ecdadımızdan işitirdik: "Bir mürşid-i kâmile intisap etmek için ayağınıza çarık giyin de, altı aylık yola gidin derlerdi." Üstad Bediüzzman gibi bir mürşid-i kâmili ise, Cenab-ı Hak memleketimize, bizim ayağımıza göndermişti. "Bizleri sohbetleriyle, dersleriyle, eserleriyle irşad etmişti. Ona ebediyyen medyun-u şükranız ve minnettârız."

MUSTAFA EZENER 1915 yılında Isparta'da dünyaya gelen Mustafa Ezener 1974'ün Mart ayı başlarında vefat etti. 1932 yılında Milâs askerî birliğinde yazıcı astsubayken, camide Halil İbrahim Çöllüoğlu ile tanışmıştı. Bu görüşme ve tanışma Mustafa Ezener'i de Nur talebeleri zümresine dahil etti. Mersin'de gümrük muamele memurluğu da yapmıştı. Mersin ve civar vilâyetlere Nur risalelerini tanıtıyordu. Bu yüzden mahkemeye verilmişti. 9 Nisan 1954 tarihinde beraat etmiş, kendisinden alınan Nur risaleleri tekrar iade edilmişti. Halim, selim ve melek gibi bir zattı. Birkaç defa Isparta'daki evinde misafir olmuştum. Geniş hatıralarından bir damla nev'inden şunları anlatabiliriz: Savcının işgüzarlığı Üstad Afyon mahkemesinden çıkarken kalabalık bir kitle elini öpmeye koştu. Sırayla ellerini öpüyorlardı. Bu durumu hazmedemeyen bir savcı, polis ve jandarmalara,

'Niçin izin veriyorsunuz?' diye bağırıp çağırıyordu. Üstad bu hale çok celâllendi. Yüksek sesle, 'Ne var, ne oluyor? Bırak, kardaşlarımla görüşeceğim?' derken öyle heyecanlanmıştı ki, sarığı başından düşmüştü. Biz sarığını yerden alıp başına koymuştuk. Savcı arkasına bile bakmadan korkuyla kaçıp gitmişti. Hadise çıkarmak için bir kardeşin ayağına tekmeyle vurmuştu. Kardeş hiç ağrı duymamıştı. Sonradan baktık ki, ayağı morarmış. "1971: Hezimet-i fahişe" Üstadın son yıllarında sık sık derslerinde bulunmuştuk. Sabah derslerinde hep bulunmuştum. Bir gün ders esnasında Meyve Risalesi okunuyordu. 'İzâvekab sekiz yüz on ederek o zamanlarda ehemmiyetli maddi manevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa miladî 1971 olur, o tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.' Mustafa Ezener, Üstad Bediüzzaman'ın 1971 hadiselerinden bahsettiğini zaman zaman anlatırdı. Bu hatırasını anlatırken Zübeyir Gündüzalp Ağabeyim kendi güzel el yazısıyla bir kâğıda şöyle yazmıştı: "1971 senesi ehl-i dalâletin hezimet-i fahişe ile mağlubiyetlerinin senesidir. Mustafa Ezener soruyor: "Efendim, bu mağlûbiyet yalnız ehl-i dalâlete mi, yoksa ehl-i imana da şümûlü var mı?' Üstad Bediüzzaman ise, eserinde yazdığı bu bahsi şöyle ifade ediyor: "Kardaşım, 1971 ehl-i dalâletin büyük bir hezimetle mağlûp olacakları bir tarihtir."

Bu cümle okununca Üstad celâllenerek, ellerini kaldırdı ve "Tam! Tam! Hezimet-i fahişe ile mağlubiyetlerinin senesidir' deyince ben sordum: "Efendim, bu mağlubiyet yalnız ehl-i dalâlete mi, yoksa ehl-i limana da Şumûlü var mı?' Bediüzzaman ise 'Kardaşım, bu tarih küfrün mağlub olduğu tarihtir' diye cevap verdi? "Bir defasında da her gün devam eden bir sabah dersinden sonra, 'Fesübhanallah! Seksen defa okumuşum. Bugünkü kadar anlayamamıştım' diyerek Kur'ân hakikatlarındaki ehemmiyetli sırlara işaret etmişti." *** Bir müddet Isparta'da Mimar Sinan Kitabevini de işleten Mustafa Ezener'in mekânı ve makamı Cennet olsun. Mustafa Ezener, İbrahim Ağabeyine, 18 Şubat 1952 tarihinde yazdığı mektubunda, Üstadın Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a gidişini haber veriyordu. Bu mektupta şunları ifade ediyordu: Aziz sıddık ve sevgili ağabeyim İbrahim Efendi! Evvela: Sonsuz selâm ve derin hürmetlerimi sunar, mübarek ellerinizi öperim. Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretlerinden daima sıhhat, âfiyet ve selâmet üzere olmanızı âcizane olarak dua ve niyaz eyler, dualarınızı isterim. Saniyen: Kıymetli mektubunuzu aldım. Çok memnun ve

mesrûr oldum. Bilhassa Siracunnûr'ları temin edeceğimize son derece sevindim. Rabbim Telâlâ Hazretleri siz sevgili ağabeyimi ve bütün ümmet-i Muhammedîyi de (a.s.m.) daima sevindirsin. Âmin. Salisen: Son hadise dolayısıyla sevgili Üstadımız Hazretlerinin İstanbul'a teşrifleri, inşaallah, zulüm ve gaflet perdelerinin yırtılmasına ve Risale-i Nur'un parlamasına; sevgili, müşfik Üstadımız cihad-ı ekberinde muzaffer olmasına vesile olacaktır. Ve böyle olması ve büyük Üstadımız sıhhat, âfiyet ve selâmet üzere uzun ömürleri için Halık-ı Zülcelâl ve Teâlâ Hazretlerine dua ve yalvarmaktayız. Bu münasebetle dün derin bir düşünceye vardığım sırada şu gönderdiğim şiire benzeyen cümleler kendi kendilerine sıraya dizildiler. Bu fakirin haddi değil, belki hata ve kusurları fakire aittir ki, af buyurmanızı rica ederim. Elhamdülillah, bu âna kadar cümlemiz iyiyiz. Merakı mûcip bir şeyimiz yoktur. Sizlerin de sıhhat ve afiyette olmanızı dileriz. "Siracünnûr'ları posta ile gönderebilirsiniz. Çok memnun olurum. Zira Gaziantep'ten ısrarla istiyorlar. Hediyelerini inşaallah aybaşında takdim ederim."

MEHMET GÜRIRMAK 1935 senesinde Bediüzzaman'la birlikte tevkif edilerek Eskişehir'e sevk edilen yüz yirmi kişiden birisidir. 1911 yılında Isparta'da doğmuştur. "Refet, Hüsrev ve Rüştü'yü Üstada ben götürdüm" Bediüzzaman'ı ilk defa Burdur'dan Isparta'ya gelip, kaldığı yirmi günlük zamanda ziyaret etmiş. Kendisi o zamanlar 14-15 yaşlarında, "Üstad Müftü efendinin medresesinde kaldı' diyor. Üstada ilk defa Hüsrev, Refet ve Rüştü Efendiden bahsettiğini anlatmaktadır. Eskişehir hapsinden önce Isparta'da Şükrü Efendinin evinde kalan Üstad, burada İktisad Risalesi'ni yazmış. İktisat Risalesi'nde bahsi geçen bal yeme hâdisesini yaşayanlardandır. Ramazan'da Üstadın ikram ettiği balın oruçtan sonra tamamını, birer parça da Hüsrev ve Refet Beylere ikram ederek bitirmişler. Mehmet Gülırmak, Üstadının gözlerinin çok haşmetli olduğunu, "yeşil gözlü" diyerek ifade etmektedir. Bediüzzaman'la geçen günlerini şöyle ifade etmektedir.

Hüsrev, Refet ve Rüştü Efendileri ilk defa üstada haber vererek ben getirdim. Hüsrev Altınbaşak'ın babası eskiden Isparta derebeyi imiş, kendilerine Haşmetoğulları denmektedir. Üstad beni 'posta' olarak istihdam ederdi. Isparta ve civarında postacılık yapardım. Isparta'da Şükrü Efendinin köşkünde iken, Üstad aşağıya inince sararmış solmuş bir gazete parçası gördü. "Yavrum, şunu al ve görünmeyen bir köşeye at' dedi. Siyasetle alâkadar, gazete okuyor demesinler diye.' "Bunları konuşursanız siz de idam olursunuz" Eskişehir hapsine giderken beni Refet Beyle (Barutçu) ile birlikte kelepçelediler. Isparta ve civar illerinden toplanan 120 adamı bağlamak için kelepçe yetişmiyor. Sona kalan. Bekir Ağa ile Antalya Müftüsü Çil Ahmed Efendiyi çamaşır ipi ile bağlıyorlar. Verilen emir; Isparta'yı geçtikten sonra, ıssız bir vadide hepsini imha etmek... Kumandan Ruhi Bey, vicdanlı ve insaflı bir insan olduğundan, emri yerine getirmiyor. Bediüzzaman'la dost oluyor. Dinar'da kelepçeleri çözdürüyor. Bediüzzaman o günleri anlatırken Ruhi Beyden bahseder ve şöyle konuşurdu: "Hâdiseyi haber alan hükümet, Ruhi Beye taltif yerine tard cezası verdi.' Hapse girdikten sonra, saatler geçtiği halde bizi yüz numaraya çıkartmıyorlardı. İçimizde ihtiyar çoktu. Hep sıkışmıştık. Sonra koğuşun kapısının yanında bir yeri

delmeye başladılar. Biz de merakla ne olacak diye bakıyorduk. Sonra oradan bir boru soktular. meğer oradan küçük tuvaleti yapacakmışız. Kat'iyyen dışarı çıkartmadılar. Hep ihtiyaçlarımızı oradan gördük. Zaten bize idam mahkûmu gözüyle bakıyorlardı. Hiç bir ziyaretçi bırakmıyorlardı. Siz de idam olacaksınız, bunlarla konuşursanız' diyorlardı. Geceleri pislikten, tahta kurularından, hamam böceklerinden uyumak kabil değildi. Serde şairlik de olduğu için, şu satırları karalamıştım : Vardığımız ellere, Şu safalı güllere, Eskişehir hapsinde, Tahta kurularından, Uyku tutmaz kimseyi Döndük bülbüllere. "Üstada söylediğim kaside" Bazen Üstad, kaside ve ilâhî söylememi isterdi. Böylece o sıkıntılı havayı dağıtmak istiyordu. Bir gün elimi kulağıma atıp, rast makamındaki şu satırları okumuştum: Ehl-i dünya dünyada Ehl-i ukba ukbada Allah! Her biri bir sevdada Bana Allah'ım yeter.

Bana Resûlum yeter. Bana ehlullah yeter. Dertli dermanın ister Âşık sultanın ister Allah! Âşıklar daim Allah ister Âşıklar daima Resûlü ister Bana Allah'ım yeter Bana Resûlüm yeter Bana ehlullah yeter. "İçinize onu Gazi göndermiştir" Hapishanede aramızda hiç tanımadığımız birisi vardı. Bize 'Sizin yüzünüzde nur parlıyor' diye bizimle konuşmak istiyordu. Sonra Üstad çaydanlığın altına bir pusula yapıştırıp göndermişti. Pusulada, 'Dikkat edin, ileri geri konuşmayın. O adam çavuştur. İçinize onu Gazi göndermiştir' diye yazılı idi. "Turnam" türküsü Mehmet Gülırmak kendi ifade ve üslûbuyla "Turnam" türküsü meselesini şöyle anlatmaktadır. Üstad, 'Muhammed, yavrum, bir nat't-ı şerif söyler misin?' dedi. Söylerim efendim' dedim. Yahu! Birçok destan, naat biliyorum. Gelmiyor da aklıma, Turnam türküsü geliyor,

başka bir şey gelmiyor. O kadar araştırıyorum, imkân yok. Koca evliyanın yanında Turnam türküsünden başka bir şey gelmiyor. Ben Turnam türküsüne başladım. Bir beyit bitince, 'Fesübhanallah Muhammed, sen ne yapıyorsun? Bu, avam kısmının türküsü' dedi. Ne olursa olsun Efendim, neyse cezam çekeceğim, bunu illâ çağıracağım' dedim. Fesübhanallah' dedi. Boyuna "Fesübhanallah' çekiyor. Bir taraftan korkuyorum, öfkelenirse diye. Ama sesim de inadına daha fazla çıkıyor, dağ, taş inliyor. O devamlı "Fesübhanallah' çekiyor. 'Hiç böyle başıma gelmedi' diyor. Nihayet bitti. Ben hâlâ korkuyorum. Bir an sonra gülümseyerek, 'Muhammed, bana hakkını helal et' dedi. Ben de 'Hay hay, ne hakkı bu? Yerden göğe helâl olsun' dedim. Üstad, 'Öyle bir ilham geldi ki, sakın çocuğa dokunma, biz ona nat-ı şerif sevabı yazıyoruz; ne çağırırsa çağırsın dendi, beni şaşırttın sen' dedi. Hayret ediyorum. Bilerek değil, elimde olmadan, o kadar nat-ı şerif bildiğim halde "Turnam' türküsünden başka aklıma gelmiyordu. "Mehmet'e bir şey yaparsanız Isparta'nın altını üstüne getiririm."

Isparta'da bulunduğumuz zamanı, 1934 senesi yazında Dündar isimli bir polis memuru gelip beni karakola götürmek istemişti. Bu adam Nur talebelerine çok eziyet ediyordu. Üstad buna 'murdar' derdi. Üstad bu adama, 'Beni iyi dinle, ben buraya geleli bütün âfâtların, belâların Def'i için dua etmekteyim. Eğer bu Mehmet'e dokunursanız, bir tek fiske vurursanız, Isparta'nın altını üstüne getirecek musibet için dua ederim. Emniyet âmirine selâm söyle, (Sert bir şekilde) haydi git! dedi. "Polisle beraber emniyete gittik. Polis Üstadın dediklerini âmirine anlattı. Karakolda beni sorguya çektiler. Neticede beni Üstadla beraber Eskişehir'e sevk ettiler. Refet Beyle beni birlikte bağlamışlardı. Hayatımda böyle ehl-i takva bir kimseye rastlamamıştım. Çok muttaki bir emekli subaydı. Orada altı ay mevkuf kaldım." Mehmet Gülırmak, Üstadıyla geçen günlerini kendine mahsus tatlı şivesiyle ve diliyle anlatıyordu. Ayrıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi eserinin baş taraflarındaki mektuplarda da Mehmet Gülırmak ismi geçmektedir.

SÜLEYMAN RÜŞTÜ ÇAKIN 1899 yılında Isparta'da doğan Süleyman Rüştü Çakın 1974 Temmuz'un yine Isparta'da vefat etmiştir. Bediüzzaman'ın yakın talebelerindendi. 1935'de Eskişehir, 1943'de Denizli ve 1958'de Ankara'da mevkuf bulundu. Eskişehir'de altı ay mevkufiyetten sonra tahliye olmuştu. Her taraflarının çok sıkı bir şekilde arandığı hapisten tahliye olurken, bazı masraflar için Üstad kendisine beş sarı altın vermişti. Süleyman Rüştü merhum bu altınların âdeta sarraftan yeni çıkmış gibi olduklarını anlatmıştı. Üstad kendisine "Bana para lâzım oluyor, bunları dışarıda bozdur" demiş. Son günlerinde kendilerini ziyaret edip, resimlerini çekmiş, ellerini öpmüş ve anlattığı hatıralarını not almıştım. Bu notlarda şunları tesbit edebilmiştim: Üstad vilâyetten Ankara'ya olan yazışmalarında "Paketleri Risale-i Nur yazılı kâğıtlara sarınız, Ankara'dakiler Eski Said'i tanırlar, benim ismimi bilirler,

böylece, benim ismimi ve imzamı görünce merak saikasıyla Nur'ları okurlar" diyor. "Isparta'ya niçin geldim?" Üstad "Ben Isparta'ya niçin geldim?" diye soruyor ve kendisine şöyle cevap veriyor: "Benim siyasi maksadımı, içtimaî gayemi tahakkuk ettirecek birisi buradan çıkacaktır." 1935 yılında Eskişehir hapis ve mahkemesinden evvel, Üstad Cuma namazı için dışarıya çıkınca binlerce insan sokaklara dökülmüş. Vali ve idareciler telâş etmiş. Bu sırada "Onuncu Söz"ü de Valinin masasına bırakmışlardı."Bediüzzaman ve talebeleri harekete geçtiler, vilâyeti bastılar" diye Ankara'ya bildirilmiş. Eskişehir hadisesi böylece patlak vermiş. Isparta Vergi Tahakkuk Müdürü olarak vazifede bulunan Süleyman Rüştü Çakın'ı "Yirmi Yedinci Lem'a," Eskişehir müdafaanamesinde Üstad şöyle müdafaa ediyordu: Vâridat kâtibi Rüştü: "Ezcümle, bu masumlar içinde, Vâridat Kâtibi Rüştü, gençler içinde istikamet ve namusla mümtaz ve vazifesinde işgüzar, hiçbir su-i ahlâkı görünmeyen bir zattır. Ben Isparta'ya getirildiğim vakit, gelip benim gibi garip bir adamın sobasını yakmak, suyunu getirmek, yemeğini pişirmek gibi hususî işlerimi Allah için yapmış. Bu zatın vazifesi vakit bırakmıyor ki, başka bir hizmette bulunsun. Yalnız akşamdan akşama bu hizmeti

yapıyordu. Bu zatı mertlik ve misafirperverlik noktasında âli bir seciyede gördüm. Bazı vehham kimseler ona diyorlardı ki, 'Sen memursun, ona yanaşma' O diyormuş: 'Bu zatın dünyaya karışacak bir emare ve arzusu yok. Benim vazifeme mâni değil. ' Hattâ bu tevkif zamanında bile, o merdane hissiyle benim gibi zaif ve hizmete muhtaç bir biçareye herkes gözünü benden kaparken, o yardıma koşuyordu ve der idi ki: 'Bu Hocadan ben medar-ı ittiham bir şey göremiyorum ve yoktur ki, ben onun ittihamından temasla hissedar olayım.' "İşte bu zat okumak için bir-iki küçük ve imanî risaleleri almış; kaza ve kadere ait risalenin yarısını yazmış, tamamlamaya vazifesi müsaade etmediği için nüshamı bana iade etmiş. Acaba dünyada böyle bir âlî seciyeyi taşıyan müstakim bir genci böyle münasebetle ittiham edecek bir kanun var mı? Eğer ecnebi bir düşman devletinin bir adamı bir şehre gelse, misafirperverlik veya ücret mukabilinde komşusundaki bir adama hizmet etse, o hizmette ittiham altına alınır mı? Halbuki bu zat, bu vatanın benim gibi bir evlâdı ve yirmi seneden beri bu millete, hassaten Harb-i Umumîde ve İstiklâl Har-binde mühim hizmetlerde bulunmuş ihtiyar ve garip bir komşuya böyle bir hizmet eden bir zata hiç itiraz gelebilir mi? Farz-ı muhal olarak, benim gizli, yanlış fikirlerim bulunsa da, akşamdan akşama sobamı yakmaya gelmesi ile iştirak tevehhüm edilir mi?" Süleyman Rüştü Çakın memuriyetten sonra, ticaretle

uğraştığı yıllarda Antalya Nur talebelerinden İbrahim Çerit'e 6 Şubat 1952 tarihinde şöyle bir mektup yazmıştı: Muhterem Ağabeyim İbrahim Efendi, Çok selam ve derin hürmetlerimi sunarım. Size evvelâ müjde; dün aldığımız bir telgrafla Üstad Hazretleri İstanbul Mahkemesinde beraat etmiştir, müjdeler.. Mektubat geldi. Elmalı'ya götürmek üzere size göndereceğiz. Oradan gönderirsiniz. Sizde isteyen var ise, bildirirsiniz. "Bütün kardeşlere selâm ve derin hürmetler sunarım. Selam ve derin hürmetler."

ŞEFİK SARIOĞLU 1321 (1905)'de doğdu. 1954'te Milas'ta vefat etti. "Üstada selam verince hapishaneye atıldı Bediüzzaman "Yirmi Sekizinci Lem'a"da bir yazısı bulunan Milâslı Şefik Sarıoğlu'nu Eskişehir Mahkemesinde şöyle müdafaa ediyordu: Isparta hapishanesinde iken, bir münasebetle bir selâm almıştım. Ben de selâm gönderdim. Sonra o zat memleketinin hapishanesine nakledilmiş, benim has kardaşlarımdan Halil İbrahim'e hemşerilik münasebetiyle gıyabî benimle sırf bir uhrevi dostluk tesis etmiştir. Bu zat hapishanede bulunduğu cihetle, mahpusların lüzumsuz faidesiz zamanlar veya gazeteler veya oyunlarla meşgul olmalarına mukabil, Şefik, faideli ve menfaatli ve zararsız okunacak ve mahpusları da namaz ve hüsn-ü ahlâka sevk edecek risaleleri diyaneti ve hüsn-ü ahlâkı noktasında alırmış, okurmuş. Belki o zararsız, faideli risaleler içinde benim de bir risalem eline geçmiş olabilir. "Acaba böyle ciddî bir hüsn-ü ahlâk sahibi dindar bir gencin benim ile bu kadar cüz'i bir münasebetini i'zam

edip, en büyük vasıta-i nâşir-i efkarım olduğunu ve bende hiçbir cihetle bulunmayan ve bir emaresi görülmeyen gizli entrikalarıma vasıta göstermek ve benim mevhum cürmümden ona bir hisse vermeyi, elbette mahkemenin nazar-ı adaleti kabul etmez. Farz-ı muhal olarak benim entrikalarım bulunsa da, bu zat mahpus iken tek bir selâmımla nasıl o gizli fikrimi bilecek, iştirak edecek ve vasıta olacak? Böyle kıymettar gençleri ehemmiyetsiz bahanelerle çürütmeyi vicdan kabul etmez." Milâslı Şefik Sarıoğlu 1905'de Milâs'ta doğdu. Babası Emin Ağa, annesi ise Fatma'dır. Kendisinin Emin Sarıoğlu adında bir oğlu, Bakiye Acar isminde bir de kızı bulunmaktadır. Kırk dokuz yaşındayken, 27 Ağustos 1954'de Yatağan'ın Bözük ılıcasında vefat etmişti. Milâs'ta Şefik Bey olarak bilinen bu Eskişehir maznunu Milâs'ta meftun bulunmaktadır. 28. Lem'adaki yazısında bahsini ettiği hemşiresinin kocası olan Feyzullah Ağa, Kuva-yı Millîye reisliği yapan kahraman bir zattı. Şair ve edip Nur talebesi Milâslı Halil İbrahim Çöllüoğlu 12 Haziran 1930 tarihini taşıyan bir şiirinde de şunları ifade etmektedir: "Bir tahassüngâh yok, bu değirmenin dairesinden dışarı Âsiyab mahv-ı inkıraz durmayıp dönüyor Melekül'l-mevt her gün önümüzden, arkamızdan Êynemâ tekûnu yüdrikkülmevt âyetini okuyor.

Zengin gafletle mir'at-zamir cilâsız kalmış Hâdisat-ı eyyam bizi bir yandan bir yana tutup atıyor Tamâ'mız yelken ve hırsımızdan bir rüzgârla bahr-i emelde Sefinemizi ecel enginlerinde mehalikle çalkıyor Küme küme evham-ı hayalet bulutları arasında hâlâ Oyuncağa dönüp hatif-i zeval kulaklarımızı tıkıyor Dîde-i ruşnâmız yok, cemâl-i ba-kemâli görecek zira Kemâl-i eşrakiyle beraber güneş âmâya ne fayda veriyor Gündüzsüz bir gece gelip, bir gecede irtesiz kalacak Enfas-ı mâhudun sayısı gün gün bitiyor. Teyakkuz gelmemekte, zira yok kuvvet-i bâsıramız Mezarların karanlık çukurları bizi bekliyor Gözslerimiz perdeli, hakaikten in'ikas yok Nur-u ilham dahi âyine-i kalbe girmiyor Halil, içtiğin zehrabe-i seyyiat-ı hata elverir Rah-i helâki bırak, necata doğru yol gidiyor." Bu mısraların devamında Halil İbrahim not defterine şunları da kaydetmiş: "Şarablarda mest olan gece yarısı uyanabilir Fakat sâkînin mest ettiği kimse gözlerini mahşer sabahı açar.

Âyat-ı tabiîdir ilham-ı tabiat Bir ism-i celâl olsa gerek, nağme-i tabiat. Abdülhak Hamid Bir bardak suda koparılan Eskişehir dâvâsı, zamanın gazetelerinde şöyle yer almıştı: Akşam, 9 Mayıs 1935 Perşembe Isparta hadisesi tahkikatı: Isparta: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya yanında Jandarma Umum Kumandanı General Kâzım olduğu halde buraya gelmiş. Vekil, Said Kürdî hadisesi hakkında validen izahat aldı ve gereken emirleri verdi. Bay Şükrü Kaya öğleden sonra Said Kürdî'nin evvelâ ikamete memur edilmiş olduğu Eğirdir'e gitmiş, akşam üzeri dönmüştür. Hadisenin esası ne? Son tarikatçılık hadisesinin reisi olduğu anlaşılan Said Kürdî peygamberlik lâkâbına kinaye olarak Ümmî âlim lâkâbını takınmıştı. Bediüzzaman, Seyh Said isyanı zamanında Eğirdir'in Barla nahiyesine ikamete memur edilmiş, üç ay evvel mürit toplamaya başlamış, umumî harbten beri Isparta'da kalmış olan üç Kürt, kendisine mürit olmuştur. Bu üç Kürdün teşvikiyle Sivaslı bir mütekait, üç-dört yobaz Said Kürdî'ye devama başlamışlardır.

"Said Kürdî gönderilmişlerdir."

ile

arkadaşları

Eskişehir'e

Akşam, 10 Mayıs 1935 Milâs'ta sekiz tarikatçı tevkif olundu: Said Kürdî ile otuz Eskişehir'de yapılacak.

mürtecinin

mahkemeleri

Milâs'ta bir kişinin Isparta'da tarikatçılık yapmak isteyen Said Kürdî ile muhaberesi anlaşılmış ve yapılan aramada bu adama gelen mektuplar ve risalelerde Milâs'ta yedi kişinin adı geçmiş olmasından ötürü bu sekiz kişi adliyece tevkif edilerek Isparta'ya gönderilmiştir. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Isparta muhabirimize şu beyanatta bulunmuştur: 925 Şeyh Said isyanı münasebetiyle Isparta'ya naklolunan ve kendisine Bediüzzaman adını takan Said Kürdî dini siyasete âlet yaparak irticaî propagandalara girişmiş ve birtakım saf adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır. Adliye hadiseye el koyarak Said Kürdî ve muhtelif yerlerde kandırabildiği otuz kadar mürteci tevkif edilmiştir. Temyiz mahkemesinin kararlarıyla mahkeme Eskişehir'de yapılacaktır. Genel emniyet idaresindeki sicile nazaran Said Kürdî 31 Mart irticaına karışmış ve Şark vilâyetindeki irticaî Kürt hareketlerinde faaliyetten geri durmadığından Isparta'ya naklolunmuştur. Anlaşılıyor ki, Bediüzzaman otuz senelik

bir mürteci olup, irşad edecek vatandaş aramaktadır. Şimdiye kadar elde edilen mâlûmata göre, hadise mahdut ehemmiyetli bir zabıta vak'asından ibarettir ve halk arasında hiçbir tesiri olmamıştır. Vak'a Halil İbrahim isminde bir âlimin Said Kürdî ile mektuplaşması ve mektubuna marangoz, kahveci ve saatçı çırağı gibi şuursuz ümmî yedi kişiden selâm yazması ve hanesinde kitap bulundurmasından ibaret. "Hadiseyi ortaya çıkaran müdde-i umumî Mustafa'dır." Tan, 11 Mayıs 1935 "Dinar: Camii hatibi Hasan ve Mehmed Zekâi Eskişehir hapsine gönderildi." Tan, 13 Mayıs 1935 İrtica şebekesini hazırlayanlar: "Bediüzzaman'la beraber Şükrü ve Bâki isminde iki Nur talebesi Isparta hapsinden Eskişehir'e gönderilirken." Tan, 7 Mayıs 1935 Salı "İrtica şebekesinde yeni suçlular.Ve alâkadar olarak Bursa'da on kişi sorguya çekildi." Tan, 8 Mayıs 1935 Çarşamba Bir mürteci ifade verirken öldü. Bursa'da Isparta'da yeni tevkifler yapıldı. Otuz mevkuf var.

Bediüzzaman ve arkadaşları 29 Nisan'dan beri mevkufturlar. Antalya Müftüsü Çil Ahmed tevkif edilenler arasında. "Isparta'da ifade veren bir binbaşı ölmüştür." Tan, 6 Mayıs 1935 Pazartesi Antalya'da dört kişi yakalanarak Isparta'ya gönderildi. "Said Kürdî'nin mektuplaştıkları Müftü Ahmed Hamdi ve Aşçı Hasan yakalanmıştır. Aşçı Antalya'da, Müftü Korkuteli'de tevkif edilmiştir. Rejim aleyhine baş kaldırmışlardır." Tan, 5 Mayıs 1935 İrtica hazırlayan bir şebeke tutuldu. Suçlular Isparta'ya gönderildi. İrtica şebekesi, Kürt isyanında istiklal mahkemesi tarafından Isparta'ya sürülen Şeyh Bediüzzaman Said Kurdî tarafından kurulmuştur. Said Kurdî Aydın, Milâs Eğirdir, Bolvadin ve sair yerlerde bir irtica şebekesi meydana getirmiştir. Orada bulunan muhabirleri ile daimî muhabereye girişmiştir. Şeyh bir takım risaleler neşretmiştir. "Antalya zabıta ve adliyesinin uyanıklığı bütün menfur teşebbüsün önüne sed çekmiştir. Bir ip ucu elde eden Antalya adliyesi derhal şifre ile Milâs adliyesini keyfiyetten haberdar etmiştir. Milâs zabıtası 26 Nisan'da işe başlamıştır. Ve 27 Nisan'da tahkikatı bitirmiştir. Milâs'ta sekiz kişi tevkif edilmiştir.

"Çöllüoğlu Hanı sahibi Halil İbrahim, İnce Mehmed, Manifaturacı Mehmed, Saatçı Hafız Mehmed, Marangoz Halil İbrahim, Hatip Hüseyin İbrahim, Molla Hüseyin, Kaputçu Mustafa, Milâslı Şefik, Tahsildar Ali Rıza 3 Nisan'da Muğla hapishanesinden ısparta adliyesine gönderilmiştir." Halil İbrahim'in müdafaası Asîl Nur talebisi Halil İbrahim Çöllüoğlu, Denizli'de mahkemede şu müdafaayı yapmıştı: Efendim. Şu kısa ifademin zapta geçmesini rica eylerim. Eskişehir hadisesinden evvel elime geçen ve o vak'ada çoğu alınmış ve geri kalan birkaç tanesini çok ısrarlarla Ahmed Feyzi'nin aldığı, bende kalıp bu defa elinize geçen 'On Dokuzuncu Mektup' namındaki mucizat-ı Peygamberîden bahis. Risale-i Nur'larda cemiyet ve tarikata ait bir tek harf bile iddianamelerde kayda geçmemiştir. Çünkü böyle bir şey yoktur. Dinimi öğrenmek ve imanımı takviye ile ahlâkımı düzeltmek hususunda çok istifade ettiğim ve evvelce hesabı verilmiş bu eserlerin yüzünden mahkemeye sevk olunuyor ve hayat-ı içtimaiyemdeki mevkiim sarsılıp maddî çok zararlara uğruyorum. Ben ahlâkı ve iyiliği sever, ilmî ve dinî ve ahlakî eserler okur ve kendi halinde geçinir dindar bir insanım.

Elhamdülillah, hiçbir ahlâksızlık ve kimseye tecavüz ve incitmek yüzünden bin münazaamı hükûmet kaydetmemiştir. Bu gibi dürüstlüğe vesile olan ve ehl-i vukufun, hâşâ,cemiyetçi ve tarikatçı namı taktığı Risale-i Nur mizanlarına medyun-u şükran olduğumu bilâtereddüt açıkça söylemekle müftehirim. Muhterem heyet-i hakime: Şurada şahit bir dindar, İslâm sıfatıyla ve Türk kanının iktizası sebebiyle derim ki: Risale-i Nur tarikat değil ki, tasavvuf olsun. Dünyevî bir gayesi kaydedilmiyor ki, cemiyet olsun. Belki, siyasî ihtiraslardan men eden bir hakikat-ı ilmiyedir. Ve bir heyet-i ilmiye tedkik ederse anlaşılır ki: Şimdiye kadar yazılan eserlerin fevkindedir. Ezcümle, haklarında ehl-i vukufun bir tek harf bile kaydetmediği "Yirmi Beşinci Söz' Kur'ân'ın Kelâmullah olduğunu kat'î isbat eder. Ve'Onuncu Söz' ve 'Yirmi Dokuzuncu Söz' melâike ve ahiretin vücudunu kör gözlere gösterecek derecede ispat ve tavzihi ve bunlara mümasil 'Otuz İkinci' ve diğerleri hakaik-ı İlâhiye ve kevmiyeyi öyle vâzıf bir surette serd ve beyan eyler ki, en büyük âlim ve bir feylesof ve benim gibi bir ibtidaî tahsilli kimseler dahi onlardan çok müstefid olur ve hattâ bin senelik çok itirazlara maruz kalan Sevr ve Hut meselesini akıllara hayret verecek derecede isbat ve izah eyler. Eğer bu gibi ilmi ve dinî eserleri okuyup, dinini ve imanını takviye etmek bir cezayı müstels-zim ise, maaliftihar kabul ediyorum. Ölüm cezaevinde var. Memlekette, aile kucağında da var olduğuna çok vâkıalarla herkes gibi ben de şahid ve kaniim.

Eğer kanun-u adalet hakkımızda tam tecellî ederse, vesile olanlara,'Allah sizden razı olsun' derim.

MEHMED BABACAN Mehmed Babacan 1801 yılında Isparta'da doğdu. Terzilik yaptığı için, "Terzi" lakabıyla anılmaktadır. "O ulvî halleri anlatamam" Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa 1934 senesinde Isparta hapishanesinin penceresinde görmüştüm. Hapishanenin penceresinden bana selâm vermişti. Daha sonra Eskişehir hapishanesine giderken de mübarek şahsiyetini yakından görmüştüm. O zaman ellerini kelepçeleyerek kamyonlara bindirilmişlerdi. Topladıkları 120 Nur Talebesini dokuzu kamyonla Eskişehir'e sevketmişlerdi. O günlerde Binbaşı Âsım Bey muhakeme olurken, âniden düşüp ölmüştü. Hacı Mülazım isimli bir zat vardı. Cenazesiyle o zat ilgilenmişti. Isparta Ulu cami cenaze namazını kıldık. Cenazesinde beş-altı kişiydik. Cenaze namazından sonra binbaşı Âsım Bey'i Isparta'daki Alaeddin mezarlığına defnettik. Jandarma karakolunun üst katından Üstadı alıp mahkemeye götürüyorlardı. O zaman ellerini öpmek istemiştim, ama maalesef öpemedim, sadece yakından

görebilmek saadetine erdim. Maalesef bu büyük şahsiyetin mahiyetini tam anlayamadık. Üstad Bediüzzaman'la bir kaç kere seyahatlerimiz de olmuştu. 1950'lerden sonra Eskişehir Yıldız Oteli'nden alarak Isparta'ya getirmiştim. Daha sonra 1952 başlarında İstanbul'da açılan Gençlik Rehberi mahkemesi için İstanbul'a giderken ben de Üstada refakat etmiştim. Kendilerini Sirkeci'deki Akşehir Palas Oteli'ne indirmiştim. Kendileri otele inince, "Sen, biraz git de İstanbul'u gez' demişti. Eskişehir Yıldız Otelinden alıp Isparta'ya getirmek için Urgancı Hilmi ile birlikte gitmiştik. Yıldız Otelinde akşamdan sonra gördüğümde bambaşka bir ibadet halindeydi. O ulvî halleri anlatabilmem mümkün değil, akşamdan sonra odasına girdiğimde bana rahatsız ettiğim için çok kızmıştı. *** Üstad Hazretlerini İsmet Gülcügil'in arabasıyla İstanbul'a götürmüştüm. Üstad ismini sorduğunda şoförümüz 'İsmet' deyince, Üstad 'Bırak şu pis herifi, senin ismin Mâsum olsun bundan sonra' demişti. Ayrıca yolda İsmet Gülcügil'in arabayı durdurarak sigara içmesine de kızdı. 'Gel sigarayı burada iç, beklemeyelim, gençken ben de sigara içtim' demişti. Yine Üstad Hazretleriyle bir gün Findos köyüne gitmiştik. Üstad namazdan sonra bana 'Fatiha ile namaz tamamdır' dedi.

Otobüs tutarak beraberce Isparta-Gölcük'e gitmiştik. Yolda otobüs bozulup da durunca Üstad Aşçı Ali'nin motosikletine binerek yola devam etmişti. üstad Gölcük'ü çok severdi. Oradaki İlâhî güzelliğe hayrandı. Oranın güzelliğini saatlerce seyredip, tefekkür ederdi. Bir defasında: 'Bu mübarek göle günde altı damla Cennetten iniyor. Bu damlalar bu mübarek şehir Isparta'yı ihya ediyor' demişti. Üstad Bediüzzaman'ın Urfa'daki kabrini parçalayıp da mübarek naaşını Isparta'ya getirip gömdükleri 27 Mayıs ihtilalinden sonraki günlerde bizleri hep toplayıp 99 gün nezaret altında tutmuşlardı. "Üstada Isparta'da ev kiraladım" 1950 senelerinden sonra Isparta'da Fitnat Hanım'ın kocası ölünce evinin bir kısmını Üstad için kiralamıştık. üstadı Nur Talebelerinden Nuri Benli'nin otelinden bir fayton tutarak Fitnat Hanımdan kiraladığımız eve getirdik. Üstad, Fitnat Hanımın ismine hayret etti. Bu nasıl bir isim diye hayretini belirtti. Fitnat Hanım da, Üstad için bana 'Mehmed Efendi bu zat kimdir?' diye sorunca ben de kendisine şu cevabı vermiştim. Bu zat Bediüzzaman'dır. Hazret-i Peygamberin merkadini getirip senin evine koydular. Bu zat onun torunudur.

FÂZIL DOYRAN 1894'de Selanik'in Doyran kazasında doğdu. 1986'da vefat etti. Balkan Harbinde Aydın'a geldi. Aydın Vali Kaleminde ve Isparta Tümeninde muhasebecilik yaptı. 1926-1937 yıllarında Isparta'da kaldı. 25 Temmuz 1934 ile 25 Nisan 1935 arasında tam dokuz ay Isparta'da kalan Bediüzzaman'ı üç defa ziyaret edip görüşmüştü. Isparta'da Hüsrev Altınbaşak'ın komşusu olan Fâzıl Doyran, onun vasıtasıyla Bediüzzaman'la tanışmış ve Nur Risalelerini güzel yazısıyla yazmıştı. Yazılarının sonunda Bedizüzzaman'ın yaptığı ve Refet Barutçu'nun yazdığı dualar bulunmaktadır. Selânikli Fâzıl Doyran, Bediüzzaman'ı sevgiyle, hürmetle ve rahmetlerle anlatıyordu. Bu sohbet esnasında heyecandan rahatsızlanmış, ondan bahsedince "Dayanamıyor, heyecanlanıyorum, çarpıntı geliyor" diyerek, rahatlamak için hap almıştı. "Odasında Kur'ân-ı Kerimden başka kitap yoktu" Komşuları olan Nur talebelerine kabak tatlısı yapan hanımı ise, kocasına sofî, kendisine ise safî diyerek

hatıraları zevkle takip ediyordu. Şahidi olduğu günleri bize şöyle anlatıyordu: Ben Isparta'da Hüsrev Altınbaşak ile komşuydum. Beni ilk defa Bediüzzaman'a Hüsrev götürdü. 1934'de dokuz-on ay kadar Isparta'da kalan Bediüzzaman'a üç defa gittim. Kendileri Bağlar'da oturuyordu. Daha önceleri camide cemaatten, 'Barla'da büyük ve muhterem bir zat var' diye medhini duymuştum. Yanında daima talebeleri, Refet Barutçu, Hüsrev Altınbaşak gibi zatlar duruyorlardı. Benim memur olduğumu bilmişti. 'Galiba memursunuz?' demişti. Odasında Kur'ân-ı Kerîmden başka bir kitap yoktu. Hüsrev Altınbaşak beni 'Güzel yazısı var' diye tanıtmıştı. Kapısında ve civarda daima polisler bekliyorlardı. Bunlardan Dündar isimli bir polisle komşuyduk. Bana, 'Ben nöbetçi olunca gel' derdi. Dündar nöbetçiyken hep Üstadı ziyaret ederdim. Bana kolaylık ve müsamaha gösterirdi. Nöbetçi olduğu zaman, 'Bugün ben oradayım, eğer istersen gel' derdi. Ben de cesaret alarak giderdim. O zamanlar ziyaretine meb'uslar da gelirdi. Daha sonra benim hakkımda soruşturma yapmışlar. Isparta'daki tümende muhasebe işlerine bakıyordum. Beni Tümen Komutanı Rüştü Paşadan sordular, 'Bu nasıl adam?' diye. Çünkü Bediüzzaman'a gidip geldiğimi, Risale-i Nur'lardan yazdığımı biliyorlardı. Rüştü Paşa, 'Benim muhasebecimdir, temiz ve dindar bir zattır. Herkes gazete okuyor, bu ise dinî kitapları okuyor' diye beni müdafaa etmişti.

"Röntgen gibi içinizi bilirdi" Üstad Bediüzzaman çok heybetli bir zattı. Şu anda bahsederken bile çok heyecanlanıyorum. Sanki burada, yanımızda canlanıyor. Röntgen gibi içinizi, dışınızı bilirdi. Daima ibadet ve tefekkürle meşguldü. Söke'den bir kilo kadar bal gelmişti. 'Bunu bir Ramazan yersiniz' diye Hüsrev'e vermişti. Üstaddan himmet ve dua istemiştim. 'Merak etme, ben arkandayım' diyerek iki boynumdan öpmüştü. Ben de ellerinden öpmüştüm. Yazdığım risalelere yaptığı duaları Barutçu yazıların sonuna yazmıştı.

yüzbaşı

Refet

Sözler'den ve Lem'alar'dan yazmıştım. Yazılarımın sonuna 'yazan' mânâsında 'Münşî Fâzıl' diye yazmıştım. "O yıllarda yeni yazılan İktisat ve Ramazan risalelerini de yazmıştım."

ABDULLAH LÜTFİ ÖZERDEM (1881-1974) Esnaf Şeyhi Âsım Efendinin torunu olan Saatçı Lütfi, Mehmed Âkif Efendinin oğluydu. Üstad Bediüzzaman'ın Ispartalı ilk talebelerindendi. 1935 yılında Üstadıyla birlikte Eskişehir Hapishanesinde yattı. Üç defa evlenen Lütfi Efendinin dokuz evlâdı olmuştu. İzmir'de vefat etmiştir. Eskişehir Hapishanesindeyken kayıtlardaki hüviyeti şöyle geçmektedir: "Cami-i atik Mahallesinden: Saatçı Lütfi." Barla Lâhikası'nın muhtelif kısımlarında imzası ve ayrıca bir de mektubu vardır. Arşivimizdeki üstadın el yazısı notlarından birisinde ise şunları okumaktayız: "Kardaşım Lütfi'nin On Üçüncü Söz'üne bak, bana bir nüsha yaz. Kur'ân lâfzında tevafuku muhafaza et. Lütfi başka risaleleri yazsın. Evvel demiştim ki, o yazsın. Şimdi

sen bu On Üçüncü Söz'ü yazsan daha iyi olur."

AŞÇI HÜSEYİN ZEVKİ USTA (1874-1967) İstibdat devrinin Eskişehir'e topladığı yüz yirmi masum Nur talebelerinden dört tanesi de Antalyalıydı. Bu merhum zatları şöyle sıralayabiliriz: Müftü Çil Ahmed Hamdi Efendi, Tongal Hafız Mehmed Efendi, Tapucu Ali Rıza Efendi, Aşçı Hüseyin Zevki Usta. Zevki Usta daha önceleri, müteaddit defalar Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret edip, ellerini öpüp, dualarını almıştı. Isparta'da Yüzbaşı Refet Barutçu ile görüşmeleri olmuştu. Milâslı Halil ibrahim Çöllüoğlu ile mektuplaşıyor ve haberleşiyordu. Eskişehir hapis hadisesi de, bu mektuplaşmalar esnasında Antalya emniyetinin vaziyeti öğrenip, şifreyle Milâs'a durumu bildirmesiyle meydana gelmişti. Bu mektuplarda isimleri geçenleri toplayıp tevkif ederek Eskişehir hapsine doldurmuşlardı. Hadise, Antalya,

Milâs mektuplarından başlayıp, Isparta, Aydın, İstanbul, Yalova ve Van'a kadar uzanmıştı. Eskişehir hapsinde Üstad Bediüzzaman, Aşçı Hüseyin Zevki Ustaya çok iltifat ediyor, cesaret ve mertliğinden dolayı tebrik ederek, bir çakı bıçağı hediye ediyordu. Nur risalelerinde de sadakat ve cesaretini Hüsrev Altınbaşak ve Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun isimleriyle birlikte zikretmektedir. Yemen illerinde askerlik yapan Aşçı Hüseyin Zevki Usta 1967 yılında vefat ettiği zaman doksan dört yaşlarında bulunuyordu. Antalya'da Hüseyin Usta'nın evlâtlarına "Zevkliler" denmektedir.

NURİ BENLİ (1889-1963) Bediüzzaman'ın eski talebelerindendir. Bir eli sakat olduğu için "Çolak Nuri" dedikleri Nuri Benli Isparta'daki Saray Palas Otelinde, Üstadı ziyarete gelenlere mihmandarlık yapmıştı. 1943'de Üstadla birlikte Denizli Hapishanesinde yatmıştı. 1889'da doğmuş, 1963 Ağustos ayında vefat etmişti.

ŞÜKRÜ İÇHAN Vefatı: 1966 Şükrü Efendinin ismi Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de Süleyman Rüştü Çakın'ın fıkrasında geçmektedir. Şükrü Efendi Eskişehir hapsi öncesinde on ay kadar Isparta'da kalan Bediüzzaman'a iki evini tahsis eden zattır. 2 Eylül 1966'da vefat eden Şükrü Efendiden Kastamonu Lahikası'ndaki bir mektupta bahsedilmektedir. Bu mektubun başında Üstad şunları ifade etmektedir: "Isparta'da, Risale-i Nur'un ders ve neşrine iki köşkünü bir zaman tahsis eden kardeşimiz Şükrü Efendinin iki genç evlâdının vefatı, beni müteessir etti."

AYŞE UZUNOĞLU 1934 yazında, Bediüzzaman Said Nursî, Isparta Valisi Mehmed Fevzi Daldal'ın yazılı bir emri üzerine, Barla'dan alınarak Isparta'ya getirilmişti. Şükrü Efendi ismindeki bir adamın ahşap evinde, bir müddet de talebelerinden Yüzbaşı Refet Barutçu'nun kaldığı Ayşe Uzunoğlu'nun bahçeler içindeki evinde kaldı. Ayşe Uzunoğlu, evinde kiracı olarak Bediüzzaman'ı rahmet ve şükranla anmaktadır:

oturan

"Uçtu gitti elimizden" O bir kuyrukluyıldızdı, uçtu gitti elimizden, bir daha doğmaz. Buradan giderken, Arap Fadime diye bir kadın vardı, onunla da helalleşmişti. Bahçesinden atla habersiz geçtiğini söyleyerek helâl etmesini söylemişti. "O günlerde Bediüzzaman sıkı bir kontrol altındaydı. Yanına kimse yaklaştırılmıyordu. Deli veya derviş denilen Mehmed Gülırmak, zarurî işlerine bakıyordu."

MEHMED GEZGİÇ (Seyrânî) Onuncu Lem'a ve Seyranî Esas ismi Mehmed Gezgiç olan bu zat 1896'da Isparta'da doğmuştur."Onuncu Lem'a" olan "Şefkat Tokatları" risalesinde ismi ve bahsi geçmekte, yediği tokat anlatılmaktadır. Şefkat tokatları yiyenlerin sekizincisi olarak bahsedilen Seyrani Isparta'nın Gülcü Mahallesinde oturur ve orada terzilik yapardı. Bir ara Seyrani ismindeki camide iki yıl kadar imamlık yapmıştı. Âlim ve fâzıl bir Nur talebesi olan Mehmed Gezgiç'in Seyrani lakabı imamlık yaptığı camiden dolayı kendisine verilmiştir. Risale-i Nurları yazarak Nur hizmetlerinde bulunmuştur. Bir merak saikasıyla Rumların terk ettikleri gömülü altın hazinelerini bulmak için uğraşmaya başlamıştı. Bunun için de cinlerle irtibat kurmaya çalışmıştı. Bu hususta Hazret-i Üstada da bazı sualler sormuştu. Fakat

Üstad daha evvelleri de, aynı mevzuda uğraşmaması için kendisini ikaz ederek suallerine cevap vermemişti. Kendisi ise yine cinlerle uğraşarak altın bulma işine devam etmişti. Sonra durumu adliyeye intikal etmiş ve bir sene kadar hapis yatmıştı. Üstad Bediüzzaman bu meseleyi "Onuncu Lem'a"da Seyrani'nin yediği tokatın sonunda şöyle ifade buyurmaktadır: "Seyrani bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib, bir halvet hânede (yani hapiste) bekledi." Şefkat tokadına sebep olan Mehmed Seyrani'nin Üstad'a Mektubu Üstad Bediüzzaman Barla hayatında, Kur'an-ı Kerim'in tevafuk mucizesine dair çalışmalar yapıyordu. Bu meseleyi Isparta'daki Nur talebelerine de bildirerek, onlarla istişare yapıyordu. Meseleye alakalı olarak Isparta Nur talebelerinden Mehmed Seyranî Üstada şu mektubu yazmıştı. Bismihî Tealâ azze ve celle Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü fi külli ânin elfü elfü merratin Çok muhterem üstadımız, Tevafuklu ve haşiyeli bir Kur'an-ı Kerim yazılması hususundaki fikir ve kanaatımızın iş'arına dair telakki ettiğimiz emr-i âlilerine imtisâlen fikir ve kanaatimi

bervech-i âti zîrde arz eylerim, şöyle ki: Fakir, mahlasımdan anlaşılacağı üzere seyrine müştak olduğum cihetle nakış ve suretinden ibaret olan tevafukata fazla bir kıymet ve ehemmiyet vermemekteyim. Çünkü, bir kelimenin, satırın baş veya ortasında bulunmasında ne mahzur olabilir? Aslında, yani Levh-i Mahfuzda mevcut olduğu halde, kâğıt üzerinde tevafukat bulunmaması Kur'an-ı Hakimin hiçbir vecihle kıymetine halel vermez. Ve bu tevafukatın maddî ve manevî bir nef'i mevcut olduğunu bilmiyorum. Haşiye meselesine gelince: Haşiyeye yazılacak şeyler Sözler'de olduğu gibi âyât-ı Kur'aniyenin, ihtiraat-ı hâzıra-ı medeniyete göre tefsir ve tatbikinden ibaretse, bu cihet, yeri geldikçe Sözler'de izah edilmiş ve esasen, bu âyâtı fenn-i hâzır icadatına tatbikan tefsir, herkes tarafından yapılabileceği cihetle, fazla bir kıymeti haiz olmayacak ve herkes birer defa okumakla iktifa edecektir. Sözler'deki 'Allahu nûrussemâvati velard' ilaahir, 'Kutile ashabü'luhdud' ilâahir... âyetlerinin tefsirleri olan elektrik tesisatı ve şimendifer bu kabildendir. Fakat, istiyorum ki, Kur'an-ı Hakim'in yüksek maani-i celile ve esrar-ı hafiyesi üzerinde birer parça perde kaldırılarak henüz ihtirâ edilmemiş ve belki bir kaç yüz sene sonra ihtiraı mümkün fünundan bahsedilsin. "Velâ ratbin velâ yabisin' ilaahir... 'Ve yahluku mâlâ ta'lemûn' âyât-ı celileri bize ilm-i cifir ve ilm-i cerr-i eskâl vs gibi ulum-u mensiye-i mektumeden başka nice yüzbin

fünunun Kur'an-ı Hakimde münderiç olduğunu beyan buyurduğuna göre, Kur'an-ı Azimü'l-Bürhan'ın projektörüyle bütün dünya milletlerinin gözlerini kamaştırıp sulandırmak ve ister istemez yönlerini Kur'an-ı Hakime çevirmek için esrar-ı hafaya-yı Kur'aniye'den bazıları açık edilecekse haşiye yapmak doğru, ve illâ fuzuli emek ve zahmet olacağından, bundan sarf-ı nazarla bu asra layık ve uygun bir şekilde müstakil bir ilm-i kelâm yazılarak her gün biraz daha tersin edilmekte olan dinsizlik kalesinin kökünden sökülüp atılması daha muvafık-ı maslahat olacağını arz ve beyân eder ve bilvesile ellerinizden öperek, fikir ve kanaatımda ayağımın kaydığı nükat hakkında tenvir ve ihtar-ı mürşidanelerini niyaz eylerim efendim." Terzi Mehmed SEYRANÎ Terzi Mehmed Seyranî" şeklindeki imzasını okuduğumuz bu zat, bir dua arayarak, okuyup hazine bulmak isteyen bir kimsedir. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatları risalesinin sekizinci tokattaki şu bahsi de okuyunca Seyrani Efendi'nin şefkat tokadını daha iyi anlamaktayız: "Seyranî'dir. Bu zat, Hüsrev gibi Nura müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur'aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevâfukata dair Isparta'daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile iştirak ettiler. O zat başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak

etmemekle beraber, beni de katî bildiğim hakikattan vaz geçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektup yazdı. "Eyvah! Dedim, bu talebemi kaybettim!' Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mânâ daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethânede (yani hapiste) bekledi." Nur Üstadı dinlemeyip, hatta muhalefet ederek, üstadın katî bildiği tevafuk meselesinden vazgeçirmeye çalışan, defineci Seyranî Efendi, bu yaptığı işten dolayı şefkat tokadını yiyerek, yakalanıp bir sene hapiste yatıyor.

ABDÜLMECİD PERİHANOĞLU (1878-1962) Barla Lahikası'nda Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid diye yazılmış olan bir mektupta geçen Vanlı Nur talebelerinden Abdülmecid Perihanoğlu, Şâhitler'in Dilinden İsmail Perihanoğlu'nun babasıdır. 1935 Eskişehir hapis ve hadisesinde isimleri bulunan Vanlı üç Nur talebesindendir. Abdülmecid Perihanoğlu, Üstaddan iki yıl sonra, 1962 de seksen dört yaşındayken vefat etti.

BEKİR YANIKSAZ 1927 senesinde Isparta'da doğdu. 1935'te Bediüzzaman ve Nur Talebeleri'nin zulmen elleri bağlanarak Eskişehir hapishanesine götürülüşünü Isparta'da masum gözyaşlarıyla, bir çocuk olarak seyretmişti. "Üstad hayatımı kurtardı" Adım Bekir Yanıksaz. 1927 Isparta doğumluyum. Üstadı ilk hatırladığım 1935 senesi içinde eski adı Tekke mahallesi, yeni adı Turan mahallesinde oturuyorduk. Üstad Hazretleri ise, yanımızdaki mahalle olan Yayla mahallesinde İntibahçı Şükrü Bey'in evinde oturur ve at üzerinde bizim mahalleden geçerken, kendisini görürdüm. Yine o yıllar ağabeyim bir suçtan cezaevine düşmüştü. O zamanlar tutuklulara yemek, cezaevince verilmezdi. Biz de ağabeyime yemeğini dışardan götürürdük. Ben küçük olduğumdan ağabeyimin yemeğini kontrol edildikten sonra, içeri kadar götürürdüm. Bir gün yine yemeğini içeri götürdüğümde,. Üstad Hazretleri de cezaevinde idi. Yalnız Üstad mahkumlardan ayrı olarak üst katta sarığı ve cübbesi ve elinde tesbihi

gezerken, bana doğru ellerini dua, biraz sonra da tekbir getirir tarza getirerek dua etmemizi ve namaz kılmamızı işaret etmişti. Cezaevi ile mahkeye yakın olduğundan, duruşma günü iki sıra asker, cezaevi ile mahkeme arasında dizilir, halk yaklaştırılmaz, jandarmalar arasında mahkemeye Üstad çıkarılırdı. Sonra da Eskişehir'e gönderilmişti. Ben delikanlı yıllarımda fabrikada çalışırken, yine bir gece vardiyesinden sonra sabah eve giderken, İstasyon caddesinde güneş Sav köyü tarafından yeni kızarıyor, yıl 1951. Kimsecikler yok. Aniden Üstad ile yine sarıklı ve cübbeli karşılaştık . Ben hemen durdum. Tabii o anda bütün vücudum ter içinde kaldı. Selâm verdim, selâmımı aldı. Eğridir tarafına doğru yalnız gidiyordu. Ben eve doğru yürümeye başladığımdan sanki Üstad ensemden tutacakmış gibi heyecanlanıyordum. *** Son olarak da 1959 yılında bir bahar günü Isparta'nın en güzel mesire yeri olan Ayazma'ya dört arkadaşımla gittim. Allah günahlarımızı affetsin, içki malzemeleri ve yiyecekleri serdik, içiyorduk. O sırada üstadın arabası geldi, bizi gördüler. Biraz suya uzakta durup acele ile talebesi indi, elinde şimdi hatırlamayacağım bir kapla su doldurmaya giderken, ben arkadaşlara, 'Arkadaş, Üstadı değil Türkiye, dünya tanıyor, ben gidip soracağım, halim ne olacak?' diye kalkıp giderken, Üstadın talebeleri tabii bana mani olarak, gitmememi, yaklaşmamamı söylerken,

o sırada birden Üstadın arkadaki camı açıldı ve ben arabanın yanına yaklaştığımda, Üstad arabanın arkasında yatıyor, üzerinde de yorganı vardı, gerçekten hasta idi. Ben kendilerine 'Üstadım, benim halim ne olacak? dediğimde 'iyi olacak iyi' dedi ve araba bizim oradan uzaklaştı. Allah razı olsun, gerçekten iyi oldu. Şükür, namazıma başladığım gibi, hac farizamı da yerine getirdim. Risale-i Nurlar; Üstad Hazretlerinin dua ve himmetiyle bizleri kurtardı. Çok şükür Allah'a, evlatlarım da doğru yolda. "Allah Üstad'ın mekânını ve makamını nur eylesin. Sayesinde maddî manevî nur içinde ömrümüz geçmektedir."

KEMAL TANER Kemal Taner Eskişehir hapsinin, Şâhitler'in Dilinden birisidir. Mücevherler ve balonlar" Kemal Taner o günlerde sanık olarak değil, stajyer avukat olarak bulunuyormuş. Ankara Hukuk Fakültesinde talebe iken Eskişehir adliyesinde de avukatlık stajı yapıyormuş. O yıllarda Hukukta talebe olanlar aynı zamanda staj da yapabilirlerdi. Kemal Taner, gerek mahkemeye, gerekse hapishaneye rahatlıkla girip çıkıyordu. Hapishanede Bediüzzaman'la aralarında geçen bir konuşmayı bize şu şekilde nakletti: Hapishaneye yanına görüşmeye gitmiştim. Namazı yeni kılmış, tesbih çekiyordu. Elini öptükten sonra kendilerine dedim ki: 'Efendim, size birçok keramet gösterir, diyorlar. Halbuki ben sizden herhangi bir harika hal görmedim. Eğer böyle bir şey gösteriyorsanız, bana da gösterin,

meselâ şu elinizdeki tesbih kendi kendine yürüsün.' Bediüzzaman tebessüm etti. Bana temsilî şu hikâyeyi anlattı: Bir adamın çok sevdiği, sevimli, sevgili bir tek oğlu varmış. Adam bu kıymetli yavrusuna, çok değerli bir hediye almak için, kuyumcu dükkânına götürmüş, Çok çeşitli elmas ve mücevherattan hangisini beğenir ve isterse oğluna alacakmış. Mücevherat dükkânında, kuyumcu adam, dükkânı süslemek için; tavana, çok çeşitli renklerde, kırmızı, yeşil, mavi, mor, pembe, sarı her renkte büyük balonlar asmış. Çocuk dükkâna girince mütemadiyen tavandaki balonlara bakarak, 'Baba ben bu balonlardan isterim' diye tutturmuş, başlamış ağlamaya. Adam, 'Oğlum, ben sana çok pahalı ve kıymetli, elmas, mücevher alacağım' diyormuş, Çocuk ise, 'Ben balon isterim' diye ağlayıp duruyormuş. Bu misali bana anlatan Bediüzzaman, sözlerine devamla: Ben Kur'ân'ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım. Ben baloncu değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur'ân'ın ebedi ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm. Ben Kur'ân nurunu ilân ediyorum, balonculuk yapmıyorum' dedi. "Bediüzzaman'ın ne demek istediğini anlamıştım, yaptığım hareketten dolayı mahçup olmuştum."

POSTACI KÂMİL 1985 kışında serhad şehri Edirne'de Postacı Kâmil isimli yetmiş yaşlarında bir ihtiyar, heyecanla, korka korka, 1935'de şahit olup yaşadığı hadiseleri şöyle anlatıyordu: "Eskişehir hapishanesindeki vazifem" 1935 yılında Eskişehir'de jandarma olarak vatanî vazifemi yapıyordum. Vazife taksiminde bana hapishane düşmüştü. Bu vazifeye devam ederken, âni bir haberle sarsıldım: 'İdamlıklar gelecekmiş, hem de bunlar hocalarmış!' Bu heyecanlı haberle, merakla beklemeye başladık. Birkaç gün sonra Hoca Efendi (Bediüzzaman) geldi. Arkasından da talebeleri olan diğer hocaları getirmişlerdi. O tarihlerde temyiz mahkemesi Eskişehir'deydi. Beni oraya çağırarak, muhbir olarak hapishanede çalışmamı emretmişlerdi. 'Biz sana orada serbest hareket etme imkânı veririz' demişlerdi. 'Sen bize, bu hocaların gayelerini, maksatlarını, neler yaptıklarını, neler yapabileceklerini bildirirsin!' diyerek vazifemi söylemişlerdi. O sırada benim adam öldürmek suçundan

sabıkam vardı. Daha önceden de biraz hapis yatmıştım. İçerde yatanlardan bir kısmı beni tanıyorlardı. Tanıyanlar 'O, jandarma Kâmil!' diye söylemeye başladıkları zaman bana karşı şüpheler yönelmeye başlamışsa da, ben aldırış etmedim ve sakin olmaya çalıştım. İşlediğim suç için yattığımı söylemiş, bu durumu çeşitli vesilelerle belirterek, bana olan şüpheleri izale etmeye çalışmıştım. Eskişehir hapishanesinde herkes birbiriyle kaynaşmıştı. Büyük bir samimiyet vardı. Hep birlikte namaz kılınıyor, Kur'ân'lar okunuyor ve dualar yapılıyordu. Sibyan koğuşunu Üstad Bediüzzaman için boşaltmışlar ve onu oraya koymuşlardı. Nur talebeleri ise, hocalarından ayrı yerlerde yatıyorlardı. Üstadın kaldığı sibyan koğuşu genişçeydi, burada tek başına kalıyordu. Üstadın aleyhinde bize çok telkinat yapılmıştı. Biz de ister istemez o tesir altındaydık. Bir gün giderek ellerine sarılıp öptüm. Bir pir-i fâniydi, zayıftı, saçları uzundu, yanlardan sarkıyordu. Sakalı, traş olmadığından, biraz uzamıştı. Gösterdiğim samimiyet üzerine beni kucaklayarak bağrına bastı. Ben de çok duygulanmıştım, ağlamaya başladım. Bana hayatından, hatıralarından anlatmaya başlamıştı. Kafkas cephesinde gönüllü alay kumandanlığı yaptığını, yaralanıp esir düştüğünü, Rusya'da esaret günlerini, esaretten firar ederek vatana döndüğünü, ordunun tavsiyesiyle büyük bir İslâm topluluğuna kendisinin de âzâ olarak alındığını anlatmıştı. Hakikaten duruşundaki heybetten kahraman bir

zat olduğu anlaşılıyordu. Devr-i âlemin değişmesiyle Isparta'nın Barla nahiyesine sürüldüğünü, buralarda kimseyle alakâdar olmadığını, hiç bir gazeteyi bile okumadığını, sadece Kur'ân'a yöneldiğini ve tefsir ederek Risale-i Nur ismiyle eserler yazdığını ve bu eserlerle uğraştığını anlatmıştı. "Eserlerimden vazgeçmem" Üstad, 'Ben sadece Risale-i Nurları isterim, bu eserlerimden vazgeçmem' diyordu. Bu veciz konuşmadan ben de çok duygulanmış ve heyecanlanmıştım. Böyle büyük bir zata yapılan haksızlıktan dolayı çok üzülmüştüm. 'Neden bu ihtiyar zatla bu kadar uğraşıyorlar?' diye hayret ve merak içinde kalmıştım. Fakat bu durumu kimseye belli etmeden yine temaslarıma devam ediyordum. Yine bir görüşmemizde Hoca Efendi elinin iki parmağıyla alnımı sildi ve şu tavsiyelerde bulunmaya başladı: 'Tevbe istiğfar et, altmış kişiye yemek yedir ve diyetini öde.' Bu da hayret edilecek bir hadiseydi. Adam öldürdüğümü ben söylememiştim, ama o keramet haliyle bu durumumu da bilmişti. Evet, bu zat büyük bir veliydi. Ben bu arada imtiyazlı olduğumdan, devamlı dışarı ile irtibatlıydım. Bu durumu pek belli etmiyordum, çünkü her hapishanede dışarıdaki işlere yardımcı olan mahkûmlar olur. "Hocanın talebelerinin koğuşunda kalıyordum, ister istemez onlarla haşir neşir olmuştum. Daracık odada,

başka bir şey bile düşünmek mümkün olmuyordu. Burada güzel sohbetler oluyor, namazlar kılınıyor, Kur'ân ve kasideler okunuyordu. Benimle kendi arkadaşları gibi samimî oluyorlardı, biraz da şüphe ediyorlardı. Bir hatıra defterime birçoklarının imzalarını, adreslerini ve şiir gibi çeşitli şeyler yazdırmıştım." Ne kadar da olsa, çeşitli İslâmî meseleler karşısında hocaların yanında cahil kalıyordum. Kendilerine hep sualler soruyordum. Yeni yeni birçok İslâmî mesele öğreniyordum. Bu masum insanların devletle, devleti yıkmakla ve kötü meselelerle alâkası yoktu. Hepsi de pırıl pırıl, samimi Müslümanlardı. Tek meseleleri Allah'ın huzuruna tertemiz ve pak çıkmaktı; haram lokma yememekti; dünyada yaptıklarının hesabını verebilmekti. Ben de onlardan aldığım derslerle namaza başlamıştım. Az biliyordum, hocalar bana yardım ediyorlardı. Bana namaz kılmayı ve birçok duaları öğretmişlerdi. Küçük defterime hem dualar yazıyordum, hem de isimlerini ve memleketlerini yazdırıyordum. Bu defteri aziz bir hatıra olarak elli senedir saklamaktayım. Bu arada dışarı ile devam eden irtibatımda, mahkeme üyelerine 'Bunların sizin söylediğiniz gibi, menfi, kötü işlerle alakâları yoktur; devletle bir meseleleri yoktur' diye söylemiştim. 'Bunlar Allah'a nasıl hesap vereceklerinin korkusundalar, başka bir şeyden korkmuyorlar' diye mahkemeye rapor vermiştim. Yine, yeni girdiğim sıralarda Hoca Efendi talebelerine mektup yazarak, benim zararsız biri olduğumu, kendilerine hiçbir zarar vermeyeceğimi bildirmişti. Ben de kendilerine,

'Benim yanımda lütfen gizli meselelerinizi konuşmayın' demiştim, böylece anlaşmıştık. Hapishane mescit olmuştu O karanlık hapishane koğuşu Kur'ân nurlarıyla parlıyordu. Sabah namazlarına kalkılıyor, herkes cüzlerini alıyor, hatimler başlıyordu. Sabah namazından sonra da hatim duası yapılıyordu. Güzel sesli bir hoca ise, ara-sıra kaside çekerdi. Bizleri mestederdi. Biraz aradan sonra tekrar hatimlere başlanırdı. Her gün bir kaç defa hatim yapılırdı O temiz insanlar, o hatimler, o dualar sayesinde kurtulmuşlardı. O günler güzel günlerdi. Hep cemaatle namazlar kılınır ve dualar yapılırdı. Hapishane bir mescit şeklini almıştı. Ah, keşke ben de onlar gibi olabilseydim! Eskişehir hapsinde şahit olduğum bir husus daha var ki, elli yıldır hâlâ hatırımdadır; Hoca Efendiye hep rahmetler ve dualar okurum. Bizler karnımızı tıka basa doyururduk. Fakat Hoca Hazretleri çay ve birkaç zeytinle günlerini geçirirdi. Onda Allah'ın inayeti vardı, fakat bu büyük zatın kadrini bilemedik. "Elli yıl evvel Nur talebelerinin hapishanede defterime yazdıkları duaları hep okuyorum. onlardan vefat edenlere rahmetler niyaz ediyorum."

ŞÜKRÜ ŞAHİNLER "Bir Nur talebesinin gözünü muayene eden göz doktorunu da hapse koydular" Şükrü Şahinler hatıralarını şöyle anlatıyor: Bir ticari iş dolayısıyla Milas'ta H.ibrahim Çöllüoğlu ile tanışmıştım. Daha sonra bana bir mektup göndermiş ve cevap istemişti. Bu gönderdiğimiz cevap, bizi de Nur talebelerine katıp, Esktişehir hapishanesine yollamaya kâfi geldi. Bediüzzaman'ın böylece Eskişehir'de görüp ziyaret etmek nasip olmuştu. Aydın'da göz doktoru Şevket Gözaçan vardı. Bu adamcağız Bediüzzaman'ın bir talebesini tedavi ettiği için Üstad üç beş satırlık bir teşekkür mektubu yazmış. Bu sebepten Şevket Bey'i de Eskişehir hapishanesine getirdiler. "Yine Bediüzzaman'ın talebelerinden Ahmed Feyzi Kul, Barla'ya bir mektup yazmış, mektubun altına da 'Aydın Müftüsü' diye imza atmış, Eskişehir hapsi olayı patlayınca, tabiî Aydın Müftüsünü de, bir alâkası olmadığı halde Eskişehir'e getirdiler."

"Müftü Mustafa Efendi de bizimle birlikte aylarca yattı. Eskişehir hapsi, böyle garipliklerin ve karışıklıkların biraraya geldiği yerdi."

İSMAİL DOYUK 1927'de Bursa'da doğdu. Evlâd-ı fatihadandır, Üsküp göçmenlerindendir. İslâm mecmuasında mesul müdürlük de yapmış, bir Nur talebesidir. "Üstadı Sebilürreşad'dan duydum" İsmail Doyuk'un, Üstad Bediüzzaman'a olan mensubiyetini sohbetlerimiz sırasında, Mehmed Fırıncı Ağabeyden duyardım. Çalışmalarım sırasında Kıbrıs Nur Talebelerinden Hizber Hikmetağalar'ın merhum Âtıf Ural ile birlikte yazdıkları mektuplarını ve imzalarını görmüştüm. Bir Bursa gezimiz sırasında, Doyuk'un yuvasına misafir olduk. Anlatmaya başladı: 1947 yıllarında Üstadı duymuş ve eserlerini aramıştım. Daha sonra Balıkesir'e öğretmen olduğum zaman Nur'ları okunurken dinlemiştim. Üstadı Sebilürreşaad'dan da görüp okuyordum. Kemal Ural'la beraber Ankara'da askerlik yapmıştım. Ayrıca Ahmed Atak (Hatiboğlu) ile de Ankara'da tanışmıştım.

Nur câmiası ile ilk temaslarım böyle başlamıştı. 1952 yazında Eskişehir Yıldız Otelinde üstadı ilk defa ziyaret edip elini öptüm. Vakit sabah namazından sonraydı. Bana dua etti, ders verdi. Üzerimde yedek subay elbisesi vardı. Sonra Bursa'ya yerleştim. 1952'de nöbetçi olmadığım günlerde Akşehir Palas ve Reşadiye Otellerine devam ediyordum. Üç yüzbaşımız vardı. Bunlar bana tedbirli ve temkinli olmamı, takip altında olduğumu söylemişlerdi. Bunun üzerine, Üstadın ziyaretlerini sivil olarak devam etmeye başlamıştım. Gençlik Renberi mahkemesinin ikinci celsesi Şubat 1952'de olmuştu. Ben de mahkemeyi takip ettim. Büyük kalabalık vardı. Ahmet Atak da oradaydı. Atak'la Üstadın koluna girdik. O zaman adliyeye bugünkü Sirkeci Postanesinin sol kapısından girilip çıkılıyordu. Necip Fazıl'ın Üstadı ziyareti "Akşehir Palas'a gitmiştim. Mehmed Fırıncı 'Yukarıda Necip Fazıl var, o çıksın, biz girelim' dedi. Necip Fazıl çıkınca biz yukarıya, Üstadın odasına çıktık. Üstad, Mehmed Fırıncı'yı sorarak, yağla undan bahsetti. Yeşildirek'te olan Mehmed Fırıncı'ya haber verdim." Hatıranın burasında Mehmed Fırıncı şunları ilâve etti: "Yağla unu götürmüştüm üstada, üstad 'Bizim memlekette yağla unu kavururlar, sen de öyle yap' dedi. Ben de ondan yaptım. Sonra Üstad sevinçle

Abdurrahman'ın tarihçesini ve üzerindeki resmi gösterdi, görüp görmediğimi sordu. Ben de ilk defa görüyordum." Sandık sandık kitap Yine İsmail Doyuk devam etti: Mustafa Sungur, Samsun mahkûmiyeti eşyalarını Ankara'da bana bırakmıştı.

sırasında

"Demiryollarında vazife yaparken Isparta'dan sandık sandık kitaplar hep bana gelirdi. O zamanlar Mamak'ta oturuyorduk. Gelen kitapları, mektupları, hizmet malzemelerini kullanırdık. Daha sonraki senelerde Üstadı Isparta ve Emirdağ'ında da ziyaret etmiştim.."

MUHİTTİN KESKİN "Bediüzzaman İslâmı önce nefsinde yaşayan bir muhterem zattı" Bediüzzaman" denilince hemen herkeste bir duraklama ve bir düşünce oluyor. Dalıyor eskilere, yakın maziye... Rengi değişiyor insanın. Zihnine bir şeyler geliyor. Ben hemen herkeste görülen, değişik ölçüde tezahür eden bir haldir. Avukat Muhittin Beyde de bu durumu gördük. Bediüzzaman'la ilgili bir hatıranızın varlığını işittik" der demez, koltuğuna yerleşti, hafif, fakat heyecan dolu bir sesle anlatmaya başladı: Gözleri, gözleri çok keskin. Çekici ve tesir altına alıcı bir çift göz. Çıkık, pembemsi, elmacık kemiklerinin üzerine nâzeninâne oturan o gözler Bediüzzaman Hazretlerinin dıştan, fitrî en can alıcı noktası idi. Kendileriyle görüşmemiz olmadı. Maalesef sohbetinde de bulunamadık. Sadece yoldan geçerken birkaç defa görmüşlüğüm var, o kadar.

Malumunuz evliyaullah, veliyullah zat-ı muhteremler birbirlerini ziyaret ederler. İzzet-i ikramda bulunurlar. Muttalıb'da Hacı Hilmi Efendi vardı. Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin talebesidir. Çok büyük ve mübarek bir zattı. Allah makamını cennet, kabrini pür nur eylesin. Bizim ev de Muttalib Caddesindedir. Bediüzzaman Hazretleri, Hacı ;Hilmi Efendiyi ziyarete giderken bizim evin önünden geçerdi. Kendilerini daha önce hiç görmemiştim. Görmediğim halde Bediüzzaman'ı görünce hemen tanıdım. Yine o Isparta plâkalı, al renkli arabasıyla geçiyordu. Arabanın daima arka koltuğunda otururdu. Çok çekici bir gözü vardı. Tesiri altına girmemek mümkün değildi. Bediüzzaman Hazretleri, İslâmı, önce nefsinde yaşayan ve sonra anlatan bir muhterem zattı. Kendileri dâima İslâmî kıyafette bulunurdu. Uzun cübbesi, beyaz sarığı içerisinde daha başka görünüyordu. Kendilerini gördüğümde seksen küsur yaşlarında idi. Bu görüşme 1953 senesinden sonraki seneler olsa gerek. Yaşlıydı, haliyle üşüyordu. Evinde ince bir yorgana sarılırdı. Bediüzzaman Hazretlerinin gerçi kendisi yaşlı idi, fakat gözleri gençti. Çok keskin bir bakışı vardı. "Üstadın kokusunu duyuyorum" Onun sohbetinde bulunmamakla büyük bir nimeti kaçırdığımın farkını maalesef geç anladım. Fakat buna da şükür.

Eskişehir'de onu görenler çoktur. Burada bir kahveci Murad vardır. Çok mübarek birisidir.'Üstadın kokusunu duyuyorum, üstad geliyor, siz duymuyor musunuz?' derdi. Gerçekten dediği doğru çıkar, biraz sonra Üstad gelirdi. Bediüzzaman Hazretleriyle ilgili Murad Günaydın'ın çok hatıraları vardır. Bir de burada doktor Münir Derman vardı. Bediüzzaman Hazretlerinin sık sık ziyaretinde bulunuyordu. Bir defasında buradan bir taksi kiralayarak Emirdağı'na giderler. Vardıklarında taksiciyi de beraberlerinde götürürler. Biraz sohbetten sonra namaz vakti girdiğinde Bediüzzaman Hazretleri taksiciye; Sen abdestsizsin. Git abdest al' der. "Taksici hayret eder: 'Kimse bilmiyordu benim abdestsiz olduğumu' demiş. Daha sonraki ziyaretlerde taksici hep abdestli gitmiş."

AZİZ TAYYAR "Gözlerinde alevler oynaşıyordu" Bediüzzaman'ı Söğüt'te gördüm. O zaman ben de gençtim. Benim babamın dedesi Hasan, Bilecik, Eskişehir, Balıkesir ve Kütahya bölgesinin beyi imiş . Onun için beni çok iyi biliyorlar. Bozüyüklü Aziz Dayı dedin mi herkes tanır. Ayrıca babam Hasan, ölmeden önce Bediüzzaman'ı üç kere görmüş. Bir kez Barla'da, iki kez de Isparta'da. Ölmeden önce bana 'Sen de Bediüzzaman'ı gör oğlum' dedi. Aradan zaman geçti. Bir de baktım ki Bediüzzaman Said Nursî Söğüt'e gelmiş. Nur talebeleri oraya akın ettiler. İçimde çok garip bir heyecan vardı. Ne demek, Bediüzzaman'ı görecektim. Nihayet onu görebilme bahtiyarlığına nail oldum. Allah'a çok şükürler olsun. Yıl, zannedersem 1955 veya 1956 Eylül'ü idi. Bediüzzaman, iman hakikatlarından bahsediyordu. çok heybetli bakışları vardı. İnsan ona baktığı zaman, insanı dünya âleminden çekip alıyordu. Gözlerinden kıvılcımlar, alevler oynaşıyordu sanki."En azılı haydutlar bile onun

önünde süt liman kesilirdi. O konuşurken hem dinliyor, hem de seyrediyordum. Devamlı ona bakıyordum. Bakışımı o da farkederek bana baktı. Konuşmasını bitirdi ve sağ elinin işaret parmağını bana doğru uzatarak yanındakilere: Kim bu?' diye sordu. "Beni tanıyanlar ona babamdan bahsetti. 'Hasan Beyin oğlu' dediler. 'Koca Hasan Beyin torunu oluyor." "Bediüzzaman o zaman gözlerini bana dikti. Gözlerimi ayıramıyordum. Kalbim deli gibi atıyordu. Açıkçasını söylemek gerekirse korkuyordum. Fakat neden bilmiyorum, yerimden kalktım. Yanına yaklaştım ve elini öptüm. Birden korkum gitti. Yüreğime bir hafiflik, bir serinlik geldi. Bediüzzaman Hazretleri bana 'Hasan oğlu, Hasan Bey torunu' derdi." Bediüzzaman şaşaalı giyinmezdi. Üstündeki elbiseleri eski, ama son derece temizdi. Sarığının rengi son derece beyazdı. öyle ki tâ uzaklardan bile dikkati çekiyordu. O kadar temizdi ki herkes ona Hoca Efendi derdi. M. Kemal, İnönü, F. Çakmak, K. Karabekir ve Bediüzzaman Bediüzzaman'a en büyük düşman ismet inönü idi. Ben Urfa'nın Suruç ilçesinde askerlik yapıyordum. Askerlikte çok büyük başarılar gösterdim. 1936'yı 1937'ye bağlayan yıllarda Adana-Halep Demiryolu hattının kuzey tarafında

Türkler, güney tarafında Fransızlar vardı. Fransızlar rahat durmuyordu. Bir gün ben nöbetçi iken bir haber geldi: Mustafa Kemal, inönü ve Fevzi Çakmak ile birlikte 12 kişi Suruç'a gelecekmiş, Aradan zaman geçti, uzaklardan bir toz bulutu yükseldi. Bunlar Mustafa Kemal ve arkadaşları idiler. Suruç'a girdiler. O zaman Atatürk ve İnönü ile konuştum.Üst görevlilerim onlara benim yaptığım kahramanlıkları anlatmıştı. İsmet inönü bana takdirname vermişti. Hâlâ duruyor. Bir gün söz Nurculardan açıldı. O zaman ben de vardım, fakat konuşmaya iştirak etmedim. İnönü bir yerde dedi ki: Said-i Kürdi ve cemaati şu Adana-Halep demiryolunun ötesindeki Fransızlardan daha tehlikelidir.' "Son derece Nurculara düşman ve Rusya'nın sistemine hayrandı. Büyük adamlar içinde Bediüzzaman'ı takdir eden iki kişi vardı zaten: Biri Fevzi Çakmak, diğeri de Kâzım Karabekir Paşaydı. Kâzım Karabekir Paşa'nın hayranlığı daha başkaydı. Özellikle Bediüzzaman'ın keçekülahlılar ile birlikte Ruslara karşı savaşmasını takdir ederdi. Said Nursi'yi görmeyi çok istiyordu. Görebildi mi bilmem, inşaallah görmüştür." Üstad Kazım Karabekir hakkında bir mektubunda şöyle diyordu: "Ben ehl-i siyasetin her nevi taziplerine karşı (Hasbünallahi ve nime'l-vekil) deyip sabır ve tahammüle karar vermişim. Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba o münasebetin sebebi olan merdane

mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eskisi gibi ise ve nurlara zararı yoksa ve nura faideleri muhtemel ise ve dost ise, benim selamımı ona tebliğ edebilirsiniz." Said Nursi Emirdağ Lahikası 1: 176

HACI YAŞAR ZEYDAN "Dünya ile alakamı kesmek istiyorum" O kabir ziyaretini istemiyordu' diyerek başladı anlatmaya H. Yaşar... 'Evet istemiyordu o. Devam eden kötü âdetlerden de çok sıkılıyordu. 'Ben dünya ile alakamı kesmek istiyorum. Tüccar değilim, falan değilim. Benim kabrimi iki talebemden başkası bilmeyecek. Şarkta garbda olsa okunan Fatiha gelir bulur' derdi. Üstad bunu vefatından iki ay evvel söylemişti. "Vefatını hatırladım"

duyduğumda

bana

anlattıklarını

Bir gün ikinci vakti vefatını duyduk. Hemen Abdülvahid Tabakçı ve bir arkadaş daha olmak üzere Emirdağ'ına vardık. Oradan da Konya'ya gittik. Isparta'dan gelenlerle buluştuk. Halıcı Sabri'yi de alarak Urfa'ya akşama ancak varabildik. Naaşınınn defnedildiğini teessürler öğrendik. İki ay sonra Kurban Bayramının arkasından kabrini ziyarete gittim. İki bayram arası Halilürrahman Dergâhı, Bediüzzaman Dergâhı olmuştu. Orada düşündüm, kendisinin kabrinin bilinmeyeceği ile

ilgili sözlerini... Dönüşümden birkaç ay sonra bir gece telefon acı acı çaldı. Ahizeden teyzemin kocası: Yaşar dedi, 'Üstad Hazretlerinin kabrini bu gece götürüyorlar. Burada sıkıyönetim ilan edildi' dedi. Urfa'ya gidip bir daha ziyaret edeyim diyordum. Düşünceme meşhur vaiz H.Abdullah Toprak'a açtım: İlk defnedilen yerdedir. Cesed nereye giderse gitsin, ruh orada bâkidir" dedi. "Gittim, ziyaretinde bulundum. Hatta orada bana Bediüzzaman-ı Hemedânî'nin kabrini de gösterdiler."

H.ÖMER BİÇER 1918'de Eskişehir'de doğdu. Eskişehir'deki İstanbul Otelinin sahibidir. "Hizmetinizi kabul ettim" Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ'da bulunduğu sıralarda ismini duyardım.Ancak ben o zamanlar siyasetle fazlaca meşgul olduğumdan, fırsat bulup ziyaret edemedim. Onun âhirzamanda beklenen şahıs olup olmadığı hususunda tereddüdüm vardı. Bir gün, rüyamda kapı şiddetle vuruldu. Kapıyı açtığımda, başında sarığı ve sırtında cübbesi olduğu halde Üstad Hazretlerini gördüm. 'Buyurun Üstadım, buyurun efendim' dedim. İçeriye girdiler ve hemen duaya başladılar. Ben, 'Üstadım, şöyle sedire buyurun' dedim. O ise, 'Hayır ben buraya oturacağım' dedi ve âni bir hareketle bulunduğu yere oturdu. Uyandığımda kan-ter içerisinde sırıl sıklam idim. Aklım başıma geldi. Kendi kendime, 'Hey Ömer, sen koca Üstadı ziyarete gitmezsin. Ama o senin yanına gelir. Ayıp,

utanmıyor musun?' dedim. Emirdağ'a iner inmez, doğru Mehmed Çalışkan'ın evine gittim. Bana yakın alâka gösterdiler. Ceylân Çalışkan, Üstadı ziyaret edebilmem için müsaade istemeye gitti. Döndüğünde, Üstadın o gün çok işi olduğunu ve ziyarete kabul edemeyeceğini söyledi. Çok üzülmüştüm. Ertesi gün Çalışkanlar hanedanından birisi vefat etmişti. Hep beraber kabristanda idi. Ceylân koşarak geldi. "Baba baba!" "Ne var, Ceylân?" "Üstadımız Eskişehir'e gidiyor. Ömer Ağabey Eskişehir yoluna inerse, Üstadımızı görebilir." Hemen koşarak yola indik ve beklemeye başladık. Geriden taksi görünmüştü. Ben elimdeki fötr şapkayı nereye saklayacağım endişesiyle kıvırıp dururken Ceylân seslendi: "Eğer araba durursa Üstadın yanına varırsın. Yoksa yolun ortasında durma!" Araba tam önümüzde durdu. Ben heyecanla koşarak Üstadın elini öptüm. O da benim başımı okşayarak 'Kabul ettim' dedi. Artık dünyalar benim olmuştu. Bu arada Ceylân söze karıştı: "Üstadım, Ömer Ağabey, Dahiliye Vekâletine sizin hakkınızda, polislerin mâni olduğu hususunu duyurmak

için bir arzuhal ile giden ağabeyimizdir." Bunun üzerine Üstad, 'Kardeşim, sizin bu hizmetinizi Risale-i Nur'a bir sene ihlâsla yapılmış hizmet olarak kabul ediyorum' dedi. Sanki dünyalar bana bağışlanmıştı. O mütevazı hizmetim, bir sene ihlâsla yapılmış hizmet şeklinde kabul edilmişti. O sevinçle memleketime döndüm. Kendimi Nur hizmetine vermiştim. Durmadan yazıyor, okuyor ve anlatıyordum. "Risale-i Nur'ların resmen neşri düşünülüyordu" Bir gün Tahirî Mutlu ve Rüştü Çakın Eskişehir'e geldiler. Ankara'ya gideceklerdi. O sıralarda, hükümetin Risale-i Nur'u resmen neşredeceği; Adnan Menderes, Celâl Yardımcısı ve Tevkif İleri'nin bu hizmete yardımcı olacakları söyleniyordu. Âtıf Ural ve Isparta neb'usu Tahsin Tola'nın bu hizmetle Ankara'da bizzat alâkadar oldukları belirtiliyordu. Ankara'ya gittiğimde, Mustafa Türkmenoğlu ile beraber Demokrat Parti Genel Merkezine gittik. Genel Sekreter Halil İbrahim Beye Lem'alar'ı verdik."Lem'alar'ı memnuniyetle kabul eden Halil İbrahim bey, 'Bu eseri çoluk çocuğumla okuyacağım ve okutacağım' dedi ve ilave etti: 'Size Risale-i Nur'ların basılmasına altı ton kâğıt tahsis ettik. onu alın.' Bilindiği gibi, malum kimselerin mümânaatıyla bu

hizmet tahakkuk edemedi. Adnan Menderes'i karşılama Üstad Eskişehir'de bir eve yerleşmek istediğini ifade etmişti. O sıralarda Başvekil Adnan Menderes de İngiltere'de bir uçak kazası geçirmişti. Menderes'in İngiltere'den gelip, Eskişehir yoluyla Ankara'ya geçeceği haberi geldi. O akşam Âtıf, Şuayb, Mehmed Çalışkan ve ben, manifaturacı Halil İbrahim Deliceli'nin evinde kalmıştık. Üstad Hazretleri de geceyi saatçı Muhiddin'in ağabeyi Şükrü Yürüten'in evinde geçiriyordu. Yatsıdan sonra kimseyi kabul etmediği için ziyaretine gidemedik., Ertesi sabah Adnan Menderes'i karşılamak maksadıyla istasyona gittik. Baktık ki, Ceylân da Üstadın arabasıyla orada idi. Ceylân'ın kendi başına hareket etmesi mümkün değildi. Üstad Hazretleri kendisini temsilen Adnan Menderes'i karşılamaya onu göndermişti. Nur talebeleri nâmına Adnan Beye geçmiş olsun makamında bir ziyarette bulunmak istedik. Abdülvahid Tabakçı ile birlikte gittiğimizde, özel kalem müdürü Ahmet Salih Korur bizi karşıladı ve Adnan Beyin istirahat ettiğini, rahatsız etmenin uygun olmayacağını ve selâmlarımızı ve âfiyet temennilerimizi kendisine ulaştıracağını söyledi. "Üstad Abdülvahid Tabakçı'nın evinde kalıyordu" Üstadın Şükrü Yürüten'in evinde kalmasından sonra anladık ki, o gerçekten münasip bir evde kalmak istiyor.

Hemen ev aramaya başladık. Bu arada Abdülvahid Tabakçı, 'Ben evimin ikinci katını Üstada tahsis ederim. Ücret falan da istemem. Eğer kendi rızaları varsa, lütfen aracı olun' dedi. Hüsnü Bayram ve Mustafa Acet vasıtasıyla, Üstad Hazretlerinin razı olduğunu öğrendik. Eve yerleşen Üstadın Abdülvahid Tabakçı'ya birkaç altın lira verip, 'Dârü'lHikmeti'l-İslâmiye âzalığından kalan paramdan veriyorum' dediğini duymuştuk. Üstadın müteaddit defalar, bu ev için 'Benim evimdir' dediğini duyduk. Orada kaldığı süre içinde kendilerine su getirerek, sobasını yakarak hizmet etmeye çalıştım. Eskişehir zelzelesi Üstad son zamanlarda, Kanlıpınar sırtlarına kadar gelir, oradan geri dönerdi. Bunun sebebini, bilâhare meydana gelen Eskişehir zelzelesine bağlıyoruz. Bir akşam Halil Deliceli'nin evinde toplanmış, çaylarımızı içip risale okuyacaktık. Birden zelzele başladı ve ortalık toz duman oldu. Bir gün sonra Üstad Hazretleri Eskişehir'e gelmiş ve şöyle demişti: "Erzincan zelzelesinden daha büyük idi. Fakat mânevî bir el zelzeleye mâni oldu. Elhamdüllilah, fazla bir zayiat olmadı." "Üstadı son ziyaretim" Üstadın yanına gittiğimde evin polisler tarafından

sarılmış olduğunu gördüm. Polisler kendisinin Eskişehir'e uğramamasını ve Emirdağ yoluyla gitmesini istiyorlardı. Üstada yapılan bu keyfi muameleyi anlatıp, mâni olunmasını temin maksadıyla Ankara'ya gittik. Hasan Polatkan ve diğer meb'uslara durumu bildirecektik. Ancak Hasan Polatkan'ın meclis konuşması dolayısıyla görüşmemiz mümkün olmadı. Halil Akyüz gibi meb'uslarla görüşüp, meseleyi aktardık. "Benimle görüşeceğinize Risale-i Nur okuyun" Üstadı vefatına yakın zamanlarda pek ziyaret edemedim. Rahatsız etmemem mülâhazası ve biraz da benim çekingenliğimle görüşmemiz kabil olmadı. Zaten kendileri sık sık 'Benimle görüşeceğinize Risale-i Nur'u okuyun. Benimle görüşmekten on derece daha fazla fayda temin eder' derdi. Yıldız Otelinde kaldığı sıralarda Hacı Şuayb Efendi üstadı ziyarete gitmiş. Üstad kendisine, 'Gel kardaşım, duydum ki memuriyete girmişsin, iyi etmemişsin' demiş. "O sıralar 1957 seçimleri yaklaşmıştı. Hacı Şuayb Efendi encümen âzası olmuştu. Üstad bunu münasip görmemişti. Şuayb Efendi Üstada şöyle der: 'Efendim, siz ve Risale-i Nur bizi siyasetten kat'iyetle menediyor. Peki, siyâsî sahada ne yapacağız?" Üstad, 'Kardaşım, Halk Parti dine karşıdır. Demokrat da lâkayd. Fakat Halk partisi kolu keser, Demokrat Partisi ise parmağı. Kolun gitmesini önlemek için, parmağın

gitmesine razı olacağız' buyurur. Üstadın vefatının tesiri "Üstadımızın vefatı, bende çok hazin bir tesir bırakmıştı. Gazetelerde acı haberi görünce, bir türlü inanamadım. Hemen kardeşlerin yanına gittim, sordum. Üzgün üzgün 'Evet!' dediler. Dünya başıma yıkılmıştı. Akşama doğru da Urfa'dan acı haberle dolu telgraf geldi. Şükrü Yürüten, Abdülvahid Tabakçı, Hacı Şuayb cenaze merasimine gittiler. Neylersin, mukadder âkıbet.... Allah ondan ebeden razı olsun." Ömer Biçer 23 Mart tarihli hatıra defterinde, Üstadın vefatıyla ilgili olarak şu cümleleri kaydetmişti: 23-25 Mart 1960 "25 Ramazan-ı Şerif âlem-i islâmın biricik nuru, Hz. Üstad arefenin sinesine kendisini vermek tecellisi ile alakâdar idi. Son demlerini yaşıyordu. Saatler geçiyor; yanında Zübeyir, Bayram, Hüsnü ve Abdullah kardeşler nöbetle Üstada hizmet ediyorlar. O koca varlığı kaybetmeye hiç razı olamıyorlar. Kıymetli Üstad son vedâ nefeslerini alıyor. İşte, gece de durmadan geçiyor. Saat 3 oluyor. Kardeşler sahur yemeğinde, nöbet Bayram Kardeşe gelmiş. Boynuna sarılıp emaneti Hakk'a teslim ediyor. Zavallı Bayram kardeş 'Üstad rahatlaştı' diye, tam 6 saat uyuyor diye kıyamıyorlar. Ve ancak saat 9'da vefatı anlaşılıyor."

HASAN OKUR 1933'de Nevşehir'in Nar kasabasında doğdu. Uzun yıllar orduda astsubay olarak çalıştıktan sonra, Diyanet İşleri Teftiş Kurulunda vazife yaptı. Yirmi sekiz yıllık çalışmadan sonra emekli oldu. Risale-i Nur'ları ilk tanıyışım 1953 yılında Ankara Hacıbayram semtinde bir sohbet esnasında 'Bediüzzaman isminde büyük bir âlimin 12 cilt Kur'ân-ı Kerim tefsiri var' denildiğini işittim. O günden sonra, bu isme karşı kalbimde hayranlık, hürmet ve muhabbet hissetmeye başladım. Lâkin yaptığım araştırmalarda, bu nâm ile bir tefsirin varlığını bilen yoktu. 1955 yılının sonunda Ankara Muhabere Ana Tamir Fabrikasında telsiz teknisyeni astsubay olarak yine göreve başlamıştım. Halen İstanbul'da bulunan Hüseyin Kileci isminde bir asker, bana Eşref Edip merhumun küçük tarihçesini ve Gençlik Rehberi'ni verdi. Cumartesi, Pazar Tarihçeyi bitirdim. Rehberi de yarı ettim. Risale-i Nur'un mahiyetini ve dâvânın ulviyetini hissetmeye başladım. Ruhumun tercümanı göz yaşlarım oluyordu. Ertesi gece

rüyamda Üstadım Hazretlerini memleketteki evimize teşrif etmiş gördüm. Elini öptüm. Albay Hulusi Beyle tanışıyorum Bundan üç ay sonra Sözler'in ilk nâşiri merhum Âtıf Ural ve Mustafa Sungur Ağabeyle tanıştım. Artık Risale-i Nur'u gece gündüz demeyip okuyor, yeni matbaadan çıkan eserin tashih ve formalarının kırılmasına yardımcı oluyor, imanî meselelerin ince ve derin nüktelerini arkadaşlarla sabahlara kadar müzakere ediyorduk. 1957 yılında Eskişehir'e radar cihazının elektronik beyin aksamını tamire görevli gitmiştim. Emekli Albay Hulûsi Yahyagil, havacı astsubay oğlunu ziyarete gelmişti. 12 gün onun İşârâtü'l-îcaz ve Mektubat'tan yaptığı derslerde bulundum. "Üstadla karşılaşmamız" Bir akşam ders bitmek üzereydi. Üstad Hazretlerinin şoförü Mahmud Çalışkan geldi. 'Yarın Üstad Eskişehir'e gelecek' dedi ve aynı arabayla Hulûsi Ağabeyi aldı, götürdü. O gece sabahı zor yaptım. Tamirini bitirdiğimiz cihazlar yolumuz üzerinde olması cihetiyle, askerî jiple Kanlıpınar'ın ötesinde çok sisli bir havada Üstadı karşıladık. Araba tam durmadan indiğim için hendeğe yuvarlandım. Bu arada inen sivil arkadaşlar Üstadın elini öpüyorlardı. Onların askerî bir vasıtadan evvel inmesi ve resmî olarak benim sonraya kalmam, üstadımın kader cihetiyle ne kadar inayet altında ve kalb-i mübareklerinin

rahmet-i İlâhiye tarafından nasıl serin tutulduğuna büyük bir delildir. Işıkla Üstadın arabasına durması için işaret verilmişti. Vasıtalar tam karşılıklı yolun kenarında duruyordu. Aman yâ Rabbî! Üstada yaklaşıyordum. O nasıl bakıştı öyle? Heybetli bakışlar karşısında irkilmemek ne mümkündü? Gözlerinin içinde, güneş batarken ufukta bıraktığı sarı ışıklar gibi şûlelerin lemean ettiğini görüyordum. Kendisine yaklaştığım zaman tebessüm ediyordu. Mübarek ellerini üç kere öptüm, yüzümü avuçlarının arasına aldı, 'Mâşaallah' dedi. Nasıl haber aldığımızı sordu. 12 gündür Hulûsi Ağabeyin Mektubat'tan ders yapmasını dinliyorduk. Bayram Ağabey geldi, o haber verdi' dedim. Mahmut'u Bayram diye söylüyordum Tebessüm ettiler. 'Seni Risale-i Nur'a talebe olarak kabul ediyorum. Risale-i Nur'u nerede duyarsan orada dinle' dediler. Bu arada Üstadın elinin üzerine epeyce kan bulaşmış olduğunu ikimiz de gördük. Üstad kana çok dikkatli baktı. Neden ileri geldiğini anlamaya çalışıyordu. Meğer benim başparmağımdan bulaşmış. Ben farkında değildim. Başparmağımın ortası yarılmış olduğunu tespit ettik. Nasıl olduğunu sordu. Ben de araba tam durmadan indiğim için hendeğe yuvarlandığımı söyledim. Tekrar başımı okşadı ve yürüdü. Arabasında merhum Zübeyir Ağabey de vardı. Sütçü İbrahim Dede Üstad önde, biz arkada Eskişehir'in dışına kadar geldik.

Orada da Üstadı karşıladılar. Onlar arasında Muttalip Köyünde bulunan Nakşi Şeyhi Hacı Efendinin 80 yaşlarında bir müridi olan Sütçü İbrahim Dede de vardı. Üstadın eline sarıldığı zaman, Üstad onun elini öpmeye iyice eğildi. Bu hali, Üstadın tevazuda emsalsizliğinin büyük bir delili idi. Fakat o zât buna imkân vermedi ve Üstadın elini öptü, bizler de tekrar öptük. Yediye tamamlamak kasdıyla, dört defa üst üste de burada öptüğümü hatırlıyorum. Yıldız Oteline geldiler. Daha önce bize işaretle geçmemizi emir verdikleri için, benim jipi orada bir sokağa bırakıp otelin önüne gelmiştim. Hulûsi Ağabey de oradaydı. Bizleri, dua eder gibi ve arka arkaya doğru ellerini döşüne açıp kapayarak selâmlayıp otele girdiler. Üstaddan ayrılıp alaydaki pansiyona geldiğim zaman elimde olmayarak hicran ateşiyle yandığımı hissettim. Üstaddan istimdat eyledim ve kalbimi gerisin geri bana iade etmesini Cenab-ı Haktan dua ve niyazla istedim. Sonra o hal benden geçti. Halbuki Üstad Hazretlerini ziyaretim sırasında neşeli ve gülmekte idim. Aslında Üstad böylesi meşreplerden hoşlanırmış. "Üstadı Isparta'da ziyaretim" Üstadı üç arkadaşla beraber, 1959'da ziyaret ettik. Birisi Nevşehirli Memduh Özçelik diğeri Niğdeli merhum şoför Bahaddin Efendi idi. Bizleri kabulü sırasında Üstad, bitkin ve çok hasta idi. Mübarek ellerini öpüp

oturduk. Merhum Zübeyir Ağabey, Üstadın ağzına kulağını dayamak suretiyle söylediklerini bize aktarıyordu. 'Siz Risale-i Nur'un has şakirdleri olarak kabul ediyorum. Benim hastalığımı ehl-i dünyaya duyurmayın' diyordu ve gözleri yaşlı idi. Biz Ekim 1959 başlarında ziyaret etmiştik ki, bundan üç ay sonra Aralık sonunda Üstad Ankara'ya teşrif ettiler. Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas'ta kendilerine tahsis edilen üçüncü kattaki güneybatıya nâzır odaya yerleştiler. Yanıbaşındaki odada hizmetindeki ağabeyler kalıyordu. Türkiye'nin Diyarbakır, izmir gibi uzak yerlerinde Risale-i Nur'a hizmeti sebkat eden pek çok Nur talebesi ve Ankara'da haber alanlar, ziyaretine koşuyorlardı. Biz iki astsubay, kendilerine yakın bir odayı, müşteri sıfatıyla kiralamış bulunuyorduk. İkinci katta bulunan Birinci Şube Emniyet ekipleri, ziyarete olan tehacümü ara sıra önlüyorlardı. Hattâ emniyetin ekip başı Komiser Abdülkadir Bey bana hitaben, 'Biz sizin kim olduğunuzu biliyoruz. Madem siz Nur talebesisiniz, öyleyse buranın işlerini size emanet ediyoruz. Bizim vazifemiz güvenliği sağlamaktır. Bu hususta bize yardımcı olabilirsiniz, rasgele kişileri içeri almayın' demişti. "Üstad benim bardağımdan çay içti" Üstad Ankara'ya gelirken kendisini Gölbaşı'da karşılamıştık. Ve orada Memduh Özçelik ve üç astsubay arkadaşla beraber ellerini öpmüştük. Üstad gece olunca l,5 saat istirahata çekildi. Zübeyir Ağabey 'l saat sonra

uyandırın, zira Üstad l,5 saatten fazla yatmaz' dedi. Öyle yaptık, üstad sabah erkenden kahvaltı yaptı. Çay içmesi ve teberrüken saklamak için benim evden getirdiğim çay bardağı ile çay içtiler. Altı tane bardaktan tek bardaktı. Tevafuk ki, üstadın alışık olduğu ve daima çay içtiği bardağın aynısı olduğu için bununla çay verebiliriz', dediler. Şimdi üstadın çay içtiği o bardağı, içerisinde 2-3 tane limon çekirdeği ile beraber ambalajlı olarak muhafaza ediyorum. Ayrıca talebelerine verdiği tayinat paralarından eski l liralık ile bir de 25 kuruşu hatıra olarak bulundurmaktayım. "Ben bir hiçim" Sabah olmuştu. topluca ziyaretini yaptık. Mustafa Sungur Ağabey, beni Üstada göstererek, 'Efendim, bu kardeşimiz ve arkadaşları Nevşehir'e dershane-i Nuriye açmışlar' der demez, Üstad tebessüm ederek ve sağ elinin şahadet parmağını bana doğru uzatarak, 'Kardeşim, senin bana karşı çok fazla hüsn-ü zannın var' dedikten sonra, elleriyle sağlı sollu cübbesinin iki yakasını tutarak, arka topuklarını kaldırıp, ayaklarının ön parmak uçlarına doğru dikilip, tekrar düz basarak, sevincinden hem çırpınıyor, hem de 'İşte bak, ben bir hiçim. işte bak, ben bir hiçim' diye nazarları Nur Külliyatına çeviriyordu. O esnada Üstadın benim kendisine olan aşırı hüsn-ü zannımı tadile çalıştığı hatırıma geldi. "Günde en az bir sayfa Risale-i Nur okumalı" Sonra bir elini omzuma, diğer elini Mühendis Kemal

Ural'ın yüzüne koydu. Bu arada Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin ehemmiyetini ifade ile, 'Günde en az bir sahife Risale-i Nur okuyarak âlem-i İslâmda hâsıl olan şirket-i mâneviye sevabına dahil olmalı' diyordu. Bu cümleden olarak, bu hakikatı idrak edeli, günlük telâşe ile unutup yatsam dahi, yatağımdan kalkıp Üstadımın ilim ve marifetullah cihetiyle verdiği bir tetebbu virdi olarak kabul ettiğim dersimi, Alah'tan ciddî bir mâni olmazsa okuyorum. Ve bu ehemmiyetli noktayı bazan sorulduğunda nazara vermeyi hizmete taalluk eden bir vazife biliyorum. O gün öğleye doğru Üstad İstanbul'a gitmek için kapıdan dışarı çıktılar. Sol elini omzuma koydular. Koluna girdim ve otelin merdivenlerinden indirip arabasına yerleştirdim, yorganınım dizlerine ve döşüne doğru sardım. Dr. Tahsin Tola, Said Özdemir ve iki arkadaşla hemen bir taksiye atladık. Son sür'atle giden Üstadımızı, Ankara'dan 50 km dışarıya kadar emniyet bakımından uğurlarken, asıl emniyetle görevli polis ekibi, bizim arabamızı durdurdu. Üstad uzaklaşana kadar bekledikten sonra Ankara'ya döndük. "Üstadın ikinci defa Ankara'ya teşrifleri" Üstad Hazretleri ikinci defa Ankara'ya teşrif ettiler. Tahminen 28-29 Aralık 1959'da. Bu arada kendisini pek çok siyasî ve idarî bürokrat ile sayısız Nur talebeleri ve üstada muhabbet ve hürmetleri olan ehl-i iman ziyaret ettiler.

Biz yine sabahlara kadar kapısının önünde idik. Bu defa Zübeyir Ağabey, 'Üstad çok yorgun, iki saat ancak yatar. Beni 1,5 saat uyuduktan sonra uyandırın' dedi. Kendisini gece 2.5'da uyandırdık. Hakikaten Üstad, o saatte odasında hareket halinde idi. "Üstadı merdivenlerden ben indirdim" Burada mühim bir hususu arz etmek isterim. ertesi gün sabah olmuştu. Üstad yine gitmek için hazırlanıyordu. Biz 48 saat kapısının önünde nöbet tuttuğumuz halde, üstad çıkmadan kapısının önü, Üstadın koluna girmek ve onu taşımak maksadıyla bazı zevat tarafından rekabete tutulmuştu. Biz bu hali görünce, oraya sırf ihlâsa zarar gelmemesi için terk ettik. Nihayet Üstad kapıdan çıktı. Üst katta merdivenlerin başına kadar geldi ve orada durdu, iki tarafına bakınarak 'Beni geçen sefer merdivenlerden birisi indirmişti. O kimdi? O beni çok iyi indirmişti' dedi. Bu arada ben yaklaştım, baktım, Üstad ısrar ediyordu. 'Bendim efendim' dedim. Yine ellerini omuzuma koydu. Her türlü iddiadan beri olan muhterem ihlâs abidesi Tahsin Tola Ağabey kolundan çıktı. Said Beyle biz, zemin katın salonuna kadar indirdik. "İbrahim Cânan'ın çektiği fotoğraf" Bu arada Üstadla ikimizin omuzu başına, başını yaklaştırarak 'Ne olursun ağabey, biraz da ben taşıyayım' diye ısrarla talepte bulunan zât Tarihçe'deki fotoğrafta, elinde sepet olan Ilgazlı şoför Hulûsi kardeşimizdi. Baktım,

Üstadım bu durumdan rahatsız olacaklar, yavaşça kolundan çıktım, o girdi. Ben gazetecilerin dışarıda herhangi bir toplu hücumuna karşı vaziyet almak üzere, otelin kapısından Üstadı rahatsız etmemek için iki büklüm tam çıkıyordum ki, halen Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı olan Prof. Dr. İbrahim Cânan, elinde fotoğraf makinesiyle o fotoğrafı çekti. Üstad sağ eliyle 'Çekmeyin' mânâsında, yukarıdan aşağıya havayı kesti. Tarihçe-i Hayat'ta yer alan bu fotoğrafın çekiliş ânı, 30 aralık 1959 Cumartesi, sabah saat 08 sıraları olarak hatırlıyorum. Üstad, o gün İstanbul'a gittiler. Hep gelip gitmelerinde kendilerini Ankara'daki Nur talebeleri fevkâlade bir tezahüratla karşılayıp uğurladılar. Ankara'ya gelirken ve giderken sayısız gazeteci topluluğu alâka göstermesine rağmen, Nur talebelerinin maddî ve manevî çemberinden yaklaşmak imkânını asla bulamadılar. Üstadla olan kısa hatıralarımı, ebedü'l-âbâdda daimi sümbüllendirmesini rahmet-i İlaâhiyeden niyaz ediyorum. "Mâlûm olduğu gibi Üstad Hazretleri bu tarihten üç ay sonra vefat ettiler. Urfa'ya cenaze namazına iştirak etmek için gittiğimiz halde yetişmek nasip olmadı. Ancak kabrinin üzerine cenaze namazı kılabildik. "Allah Celle Celâluhû kendilerinden ebediyyen razı olsun. Âmin."

EMİN ÇAYIRLI (ÇAYCI EMİN BEY) Emin Bey, Şark aşiret beylerinden. Kastamonu'da Bediüzzaman'a hizmet etmişti. 1943'de Denizli'de dokuz ay mevkuf kaldı. O da diğer Nur talebeleri gibi berâat etti. 1967 yılında Van'da bir trafik kazasında yanarak şehid oldu. Aziz şehid Emin Bey Memleketi olan Van'da ona Yemen Bey diyorlar. Üstad'ı Emin Bey olarak değiştirmişti. ismini. Nur talebeleri de Çaycı Emin Ağabey demekteydiler. Doğu Anadoludan sürgün olarak Kastamonu'ya gönderilmişti. Nasrullah Camiinin şadırvanında bir çay ocağı kurarak çaycılık yapıyordu. Emin Beyin Kastamonu'ya gelişinin üzerinden on yıl kadar geçmişti. Yıllar ne çabuk geçiyordu? Ama bu çabuk geçen yılları , bir de vatanından ayrı düşmüş olan gurbetzedelere sormak gerekti.

Emin Bey bitmeyen gurbet yıllarını sayıp duruyordu. Yıl: 1936 Nasrullah Şadırvanına, ilk defa gördüğü yaşlı bir insan gelmişti. Bir bekçinin doldurduğu testinin başında nezaret ediyordu. Kıyafeti bir hocayı andırıyordu. Sarıklı, cübbeli.. Kastamonu'da, bir Osmanlı Şeyhülislâmın heybetiyle, fütursuz dolaşıyordu, hem de 1936 yılında. Emin Bey ihtiyarsız olarak kalktı, doğru yanına yaklaşarak selâm verdi. "Sen nerelisin kurban?" "Beni takip ediyorlar, bana yaklaşma, sana zararım dokunur." İşte bu hasbilik, bu samimiyet, Emin Beyin gönlünü tutuşturmaya yetmişti. Nasıl tekrar görüşebilir, diye çırpınıp duruyordu. İsterseniz gelin buradan itibaren Emin Beyin kendi ağzından dinleyelim: "Üstad'ın yatağını satın aldım" Kendisini sordum soruşturdum. Çarşı Polis Karakolunda kalıyormuş. Arasıra bir bekçi ve poliste birlikte Kastamonu Kalesine çıkıyormuş. Bir gün bir polis gelip beni çağırdı... Polisle birlikte kaleye çıktık. Kendileri oradaydı. Polise dedi:

"Kardeşim, bu benim hemşehrimdir. Sen bir-iki dakika bizden ayrıl, ben onunla biraz konuşacağım." Polis yanımdan ayrılınca, durumun acı acı anlattı. Sıhhatinin iyi olmadığını, bir kaç defa zehirlediklerini söyledi. Şeker, çay gibi ufak tefek alacaklarını bir vasıtayla kendisine ulaştırmamı bildirdi. 'Benim yanıma kimseyi bırakmıyorlar. Ben komisere söyleyeceğim, yatağımı birisine satacağım. Yalnız arada bir vasıta olsun ki, ara sıra sen gel, bir şeyler lâzım oldukça, hem onu alırsın, hem de bu yatak meselesini hallederiz' dedi. Bana üç tane sarı altın verdi. 'Bunlar Harb-i Umumîden kaldı. Uzun yıllar saklıyorum. Bunları yanına al, bozdurursun, bana lâzım olanları bununla alırsın' dedi. Ben de durumumun iyi olduğunu söyleyince, 'Kat'iyyen karşılıksız bir şey kabul etmem' dedi. Altınları alarak birisini çarşıda bozdurdum. Ertesi gün komiser beni çağırdı. 'Bu Hoca Efendi yatağını satmak istiyor, sen bunun yatağını alır mısın?' dedi. Ben de alacağımı söyleyince, 'Sen bununla nereden tanışıyorsun?' dedi. Ben de, 'Hemşehrimdir, tanışırız' dedim. Yatağı alacağımı söyleyince karakolun üst katına, kaldığı yere çıktık. Yatağa baktım. Yirmi beş lira kıymet biçtik. Yatağı tekrar kendisine kiraladım. Ne kadar yatarsa, o kadar para verecekti. Bu vasıtayla, her gün yatağın kirasını almak için karakola gidip geliyordum. İhtiyaçlarını böylece temin ediyordum.

"Üstada eziyet eden komiserin akibeti" Nuri isminde bir komiser vardı. Zaman zaman Üstad'a eziyet ediyor, üç günde bir gelip odasını arayıp tarıyordu. Bir gün bu komiser çok şiddetli hasta olmuş; kafası, kulağı ağrımış. Ne yapsalar ağrı ve ızdırap dinmemiş. Sonra komiserin kayınpederi,.'Sen Bediüzzaman'a eziyet ediyordun, bu sebepten bu hastalık başına geldi' diyor. Adam gelip Üstad'dan özür diledi, iyileşmesi için dua etmesini rica etti. Sonra komiser beni çağırarak, bana dedi ki: 'Bundan sonra sen Bediüzzaman'ın hizmetini göreceksin, kimse sana karışmayacak. Sen istediğin zaman gelip, yanına çıkabilirsin'. Ben rahatlıkla üstad'ın yanına gidip geliyordum. Başka kimseyi yanaştırmıyorlardı. Havalar iyi olduğu günlerde, beraber dağlara giderdik. Akşamları kitapları tashih ederdi. Her gün ikindiden sonra kapısını kilitlerdi. Kastamonu'nun kışı şiddetli geçerdi. Bazı günler odasındaki yer tahtalarının arasına kırağı yağmış gibi olurdu. Küçük bir sobası vardı. Odayı pek iyi ısıtmazdı. Bekçi ile bir mangal ve bir de tahta kürsü aldırmış, yorganı kürsünün üzerine atarak, içindeki mangalla bu şekilde ısınıyordu. Komiser bir müddet sonra yine rahatsız etmeye başlamıştı. Bir gün odasını ararken, adam elini yorganın altına, kürsünün içine sokmuş. Adamın eli ateş dolu mangalın içine girmiş. Eli yanan komiser mahçup olmuş.

Üstad kendisine demiş ki: Senin ismin Hâfız Nuri'dir, Risale-i Nur'un ismi de Nur'dur. Bu sana tokattır. Dikkat et bir daha bana ilişme!' Bu komiser Nuri'nin başına çok musibetler ve hastalıklar geldi. Kendisini tutup Ankara'ya götürüyorlardı. Fakat doktorlar bir türlü teşhis koyamıyorlardı. Kastamonu'ya dönünce hastalık yine aynı şiddette başlıyordu. Ankara'ya kaç defa gitti geldi. Nihayet annesi ve ailesi kendisine, 'Sen Bediüzzaman'a çok eziyet ettin, onun bedduasına uğradın. Onunla helalleşmen, ondan özür dilemen lâzım' diyorlar. 'Bir daha onun kitaplarına, derslerine karışma' diye kendisini ikaz ediyorlar. Ailece gelip Üstad'dan özür dilediler, affetmesini, hakkını helâl etmesini istediler. Üstad onlara: Ben ona bir şey yapmadım. O Kur'ân'ın tokadını yedi' dedi. Haşir Risalesi'ni onlara verdi. Hâfız Nuri'nin kitabı okumasını söyledi. Kaybolan çoraplar Yine bir gün, Üstad'ın yanına gittiğimde kaybolan çorabını arıyordu. Ben de kendisine yardım ettim. Bana dedi ki: Kardeşim ben çoraplarımı her yerde aradım, hattâ

(gülerek) dedi, kibrit kutusunun içini bile aradım! Bazı meczup evliyalar var, bana yardım edecekleri yerde, benimle ekleşiyorlar. Halbuki bu ızdırapların, bu şiddetli takiplerin altında bana yardım etmeleri lâzımken, bana yardım etmiyorlar, bilâkis, böyle maniler çıkararak, benimle ekleşiyorlar. Bu Halk Partisinin şiddetinde bana niçin yardım etmiyorlar?' Gülümseyerek, 'Beş yüz bonknot (lira) tazminat vermezlerse kabul etmem' dedi. Tebessüm ederek kalktı, abdest alıp namaza durdu. Sonra duasını yaptı. Daha sonra, soba deliğine bakıyordu. Çorabın ucu, sobanın borusunun yanından çıkmış sarkmıştı. Meğer fareler çorabı alıp sobanın içinden götürmüşler, soba deliğine bırakmışlardı. Üstad, 'Bunda bir hikmet-i İlâhi var' dedi. Meğer daha önce Risale-i Nur'un bazı parçalarını soba deliğine saklamış. Fakat zamanla oraya koyduğu hatırından çıkmış. Nur'un parçalarını oradan alarak başka, daha emin bir yere sakladık. Az sonra kapı çaldı, polis jandarma ve bekçiler içeri doldular. Her tarafı didik didik aradılar, fakat bir şey bulamayınca zabıt tutarak çıkıp gittiler. Bu fare ve arama meselesini kendisi daha sonra kaleme aldı. "Üstadın ibadeti" Üstad, çıkıp dağa giderken hemen peşine polis ve bekçiler düşerdi, dağda ne yapacak diye... Dağda oturur,

ibadet eder, eserlerini yazar, tashih eder ve dönerdi. Sabahları erkenden evine gidip sobasını yakardım. Yine böyle bir gün gitmiştim. Çok soğuk bir gündü, farkına varmadan sabah ezanından iki saat önce gitmiştim. Seccadenin üzerinde ibadet ediyordu. Mum ışığında, seherin soğuğunda, hazin bir sesle dua ediyor, için için yalvarıyordu. Ben heyecan içerisinde tam bir buçuk saat ayakta bekledim. Bu ulvî hali titreyerek, ürpererek seyrettim. Nihayet ezan sesleri uzaklardan gelmeye başladı. Ama o zamanki malûm Türkçe ezan sesleri... Dönüp bana dedi: Emin, sen çok büyük bir hata ettin! Kasem ederim, yemin ederim ki, benim bir vaktim vardır, o vakitte melâike de gelse, kati bir surette kabul etmem. Sen çok yanlış ettin. Bir daha böyle hareket etme, bu kadar erken gelme, ezan okunmayınca gelme!' dedi., Efendim affet, kusura bakma! Ay ışığı dolayısıyla vakti bilemedim. Erken gelmişim. Bir daha ezandan önce gelmem' dedim. "Üstadın Kutb-u Âzamla konuşması" Bir gün beraber ikindi namazını kıldık. Namazdan sonra tesbihatta iken: Kambur, ben mi haklıyım, yoksa sen mi haklısın?' diye birisine hitap ediyordu. Ben yine bir çok zamanlar olduğu gibi, hayretler

içindeydim. Odasında benimle kendisinden başka kimse yoktu. Benim merakımı görünce, meseleyi şu şekilde izah etti: Onuncu Söz, haşir ve âhiret hakkındadır. Ben o eseri bir vakitler Barla'da yazıyordum (1926 senesi). Baktım o günlerde bir İslâm düşmanı, ıslahı gayr-i-kabil... Arifeye bir kaç gün vardı. Ben beddua ettim. Benim bedduama karşılık bütün Hicaz velileri ve Hicaz'daki Kutb-u A'zam ise, onun ıslahı için dua ediyorlardı. Benim bedduam ferdî kaldığı için iade edildi. Aradan uzun seneler geçti. Baktım, bu sene (1938-1939senesi) bana nihayet hak verdiler. Ben halbuki bunun ıslahının gayr-i kabil olduğunu biliyordum. Onlar nihayet bu sene başladılar beddua etmeye. Benim konuştuğum Kutb-u A'zam'dır; Mekke-i Mükerreme'dedir. Bütün Hicaz'la birlikte beddua etmeye başladı. Bana hak verdi. Ben de ona hitap ettim.' Üstad'la bu sohbetimizin üzerinden çok az bir zaman geçti; bütün Anadolu'da yer yer şiddetli zelzeleler başladı. Erzincan yerle bir olmuştu.(26 Aralık 1939). Uzunköprü şiddetli sallanmıştı. Bütün Türkiye korku içinde kalmıştı. Bu hâdiselere Mehmed Feyzi kardeşim de aynen şahittir. Üstadın yerine evrad okuyanlar Üstad, zaman zaman çok şiddetli hastalıklar geçiriyordu. Benimle Mehmed Feyzi yanında kalmıştık. Ateşler içinde yanıyordu. Sonra biraz yatağa uzandı.

Bayılmış kalmıştı. Biz de biraz yattık. Sonra uyandığımda bir dua, bir münacat ve niyaz sesleri geliyordu. Hazin bir seda odayı kaplamıştı. Ben, Allah Allah dedim. Üstad çok şiddetli hastaydı, bu okuyan kim acaba? Feyzi kardeşime seslendim: 'Acaba bu okuyan kimdir?' diye. Feyzi Efendi, 'Sus, katiyyen sesini çıkarma' dedi. Ben kalkarak Üstad'ın yanına vardım. Aynen yattığı gibi baygın vaziyette uyuyordu. Sonra o ses kesildi. Sabaha bir saat kala yine her zamanki gibi kalktı, giyindi, abdest aldı Seccadenin başına geçti... Dua, ibadet... Cevşen... Kur'an'la başbaşa.. Sonra bize dedi: Ben Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Ben evradımı, vird ve dualarımı tamamlayamamıştım. Birisi benim evradımı tamamladı.' Şahit Emin Bey, konuşmalarının burasında diyor ki: Ben ve Mehmed Feyzi kardeşim hayretler içinde kalmıştık. Üstad'dan gördüğüm bu hal, imanım gibi gerçektir. Bir kelime hilaf yoktur.' Üstad, sabahleyin, 'Allah'a şükür hastalığım geçti. Beni zehirlediler. Bir meyve vermişlerdi bana... Beni onunla zehirlediler' dedi. Bu rahatsızlığı on-on beş gün kadar devam etti. "Üstadın dağda olduğunu haber verenler" Sık

sık

dağa,

kıra

gitmek

onun

vazgeçilmez

âdetlerindendi. Hancı Mehmed isimli bir zat, her zaman kendisine bir at verirdi. Dağa atla gidip gelirdi. Yine böyle bir gidişte, Mehmed Feyzi kardeşimize de haber gönderiyor, gelip bana yetişsin diye... ^Dağda birisi bir yiyecek vermiş. Onunla zehirlemişler, orada hastalanıp düşmüş. At oradan ayrılıp dönüp şehre gelmiş. Tam o sırada Mehmet Feyzi kardeşimizin kapısı vuruluyor. 'Efendi Hazretleri seni çağırıyor!' diye sesleniyorlar. Feyzi kardeşimiz kapıya bakınca, hiç kimseyi göremiyor. Bu hal tam üç defa devam ediyor. Üçünde de hiç kimseyi göremeyen Mehmed Feyzi Efendi, kalkıp atın kaldığı hana geliyor, bakıyor ki at içeride, fakat Üstad yok. Mehmet Feyzi hemen dağa gidiyor. Üstad'ı yolda yarı baygın vaziyette buluyor. Bu arada Üstad biraz gözünü açıyor; ancak; 'Feyzi kardeşim beni zehirlediler. Biri tanıdığım adamdı, beni o zehirledi' diyebiliyordu. Mehmet Feyzi Üstad'ı alıp, tekrar atla eve getiriyor. Günlerce hasta yattı. 'cevşen'in tesiriyle, Allah'a şükür, zehirleri tesir etmedi bana! Sadece kulağımda ağırlık yapıyor' diyordu. Bediüzzaman'ı hangi vilayete göndermişlerse, oraya, onunla devamlı uğraşacak, ona eziyet ve sıkıntı verecek bir valiyi de peşinden gönderiyorlardı. Avni Doğan da işte bu Cumhuriyet valilerinden biriydi.

Avni Doğan'ın zulümleri Risaleleri, mektupları kömürlüğe, odunların altına saklıyorduk. Bir gün, gelen mektupların hepsini ele geçirmişlerdi. Eve baskın yaptılar; her tarafımızı aradılar, taradılar, Hattâ o kadar ki, saatin kapaklarını bile açıp baktılar. Mehmed Fey'zi'yi, kardeşim Bahri'yi ve beni karakola götürüp epey sıkıştırdılar: 'Siz gizli cemiyet kuruyorsunuz. Kimlerle haberleşiyorsunuz?' diye sıkıştırdılar. Bizleri ayrı ayrı odalara hapsettiler. Müdür Bey, Risale-i Nur'un hakikatları dünya değil, âhirete bakar. İsterseniz size biraz okuyayım' dedi. İman, Kur'ân hakikatlarından başladı okumaya, müdür biraz dinledi. Sonra hiddetle: 'Siz beni de zehirleyeceksiniz' diye dinlemek istemedi. Sonra evlerimizdeki aramalarda benim sandıkta biraz paralarım vardı. Bu paralar üzerinde çok durdular. Bizi bu yüzden sıkıştırdılar. Bilhassa Vali Avni Doğan 'Bu paraları nereden buldun? Bu paralar gizli teşkilâtın paralarıdır' diyordu. Memleketimden geldiğim zaman, bu kadar param vardı. Ben on-on beş nüfusa bakarım. Bu kadar nüfusun elbette, iki bin lira parası olur' dedim. Daha sonra 'Benim maddî durumumu isterseniz. Ahlat Kaymakamlığından sorun' dedim. Bizi mahçup ederek, hiç bir suç aleti ve suçluluk delili bulamayınca, devamlı bu iki bin lira para üzerinde durdular.

"Avni Doğan daha önceleri de Üstad'la çok uğraşırdı. Sık sık evine baskınlar düzenlerdi. Bir defasında da yine tevhide dair yazdığı bir risalesini alıp gitti. Onun bir suretini bir daha alamadık."

İSMAİL TUNÇDOĞAN 1903'de Karadeniz Ereğli'sinde dünyaya geldi. Aslen Harputlu bir aileye mensuptur. Ailesi Mühendisoğulları lâkabıyla bilinmektedir. 1933'de Maltepe Küçük Zabit Mektebini bitirdi. 1954'de emekli oldu. 1943'de Bediüzzaman'ı Kastamonu'dan Ankara'ya, oradan da Isparta'ya getiren jandarma astsubayıdır. "Üstadı Isparta'ya götürmekle vazifelendirildim" Maltepe Küçük Zabit Mektebini 1933'de bitirip mezun olmuştum. Çeşitli yerlerde, bu arada Dersim'de vazife yaptıktan sonra, Kastamonu'ya karakol kumandanı olarak tayin edilmiştik. Mithat Altıok orada vali idi. Ben kendisini daha önceleri Düzce'de hükûmet doktoru iken tanıyordum. Beni çağıran Vali Bey,'Burada Bediüzzaman isminde bir hoca var. Bu zâtı incitmeden alıp Isparta'ya götüreceksiniz' dedi. Sabahleyin, yanında Safvet isimli bir polis memuruyla otobüse geldiler. Hoca efendi, Safvet'ten çok rahatsız oluyordu. Daha önceleri de bu adam kendisini taciz edermiş.

Çankırı üzerinden Ankara'ya geliyorduk. Bir yerde namaz için mola verdik. Safvet'in gelmesini istemiyordu. Hattâ, 'Bu bizimle gelirse ben gitmem' dedi. Üstadın Vali Nevzat Tandoğan'la görüşmesi Ankara'ya geldiğimizde Samanpazarı'nda bir otele indik. İki yataklı bir oda bulduk. Hoca, 'Ben ibadet ederim, yalnız kalmak istiyorum' dedi. Az sonra bir komiser geldi, Hoca ile görüşmek istedi. 'Vali seni istiyor, kalk gidelim' diye, biraz kaba ve saygısızca hareket etti. Hoca 'Gitmem, ben ona dargınım' deyince, komiser Hocaya karşı tedbirsizce hareket etti. Daha sonra başka bir komiser geldi. Karadenizli olan bu zât Hocaya hürmet etti, elini öptü. Yine Hoca, 'Ben ona dargınım, sen ona selâm söyle, ben gelmeyeceğim' dedi. Ben, 'Hocam, gidelim' dedim. 'Neden dargınsınız Efendim?' diye sordum. Senin aklın ermez,' diye cevap verdi. Ben, 'Burada reisicumhur, başvekil, onlardan sonra Vali Nevzat Tandoğan gelir, gidelim hocam' dedim. Bu teklifimi Hoca Efendi kabul etti. Bir fayton tutarak vilâyete gittik. Vali ile eskiden Milis Teşkilâtı zamanından tanıştıklarını söyledi. Vilâyette vali ile görüştükten sonra,

elinde bir kasket ile dışarıya çıktı. Vali kendisini yolcu etti. Valinin arabası ile tekrar otele döndük. Vali, Hoca efendiye 'Merak etme, istasyona emir verdim. Kompartımanda sana yer hazırlattım' dedi. "İftarı birlikte yaptık" Otele döndüğümüzde Osman isimli bir talebesi kendini bekliyordu. Ondan yoğurt istedi. Akşamleyin beraberce iftar ettik. Hoca akşam namazını kıldı. Daha sonra otelde imam oldu, beraberce teravih namazını kıldık. Bir gece yattık. Sabahleyin bir faytonla istasyona geldik. Polisler, bineceğimiz yeri gösterdiler. Tren yolculuğu esnasında kendisini Isparta'dan tanıyan bir zât ziyaretine geldi. Isparta'ya indiğimizde mahşerî bir kalabalık Hoca efendiyi karşılamaya gelmişti. Kendisini bir araba ile hapishaneye götürdük. Yollarda araba paralarını, meselâ yirmi beş kuruş, elli kuruş gibi, hep ben veriyordum. Ben adliyede iken bir gardiyan geldi 'Hoca seni istiyor' dedi. Ben de, 'Buradan para almak için bekliyorum, parayı alınca gelirim' dedim. Daha sonra bir başka gardiyan daha geldi. 'Acele Hoca seni istiyor' dedi. Ben hemen hapishaneye gittim. Tabancamı başka bir gardiyana teslim ettim. İkinci katta Hoca efendinin yanına çıktım. Büyükçe bir semaver kaynıyordu. Hoca efendi oturuyordu. Bana doğru parmağını uzatarak; Gafil, paracıklarım gitti diye niye üzülüyorsun? Bu

paraları vermek sana nasip oldu. Benim cüzdanım bile yok ki, sana para vereyim' dedi. Sonra beni bırakmadı, iftara alıkoydu. Yine davetlisi olarak beraberce iftar ettik, namaz kıldık. Karşısında bir zât diz üstü oturuyordu. Hapishane müdürüymüş. 'Müdür Bey bir telefon et, tren ne zaman kalkacak?' dedi. Müdür Bey, trenin saat on ikide kalkacağını söyledi. Ayrılırken elini öptüm, bana dualar etti. 'Bana hizmetin çok oldu, hakkını helâl et' dedi. 'Eline aldığın altın olsun' diye bana dualar etti. "Bilhassa trene giderken birçokları Hocayı görmek istiyorlardı. Kiminle görüşse, beş dakikada Müslüman ederdi. Gâvur gelse Müslüman olarak çıkardı yanından. Gözleriyle insanı kendine raptediyordu."

SELAHADDİN ÇELEBİ Nazif Çelebi'nin oğlu olan Selahaddin Çelebi 1913 doğumludur. Uzun yıllar Nur Risalelerine fedakârâne hizmet etmiştir. Nur'un mektuplarında isminden ve hizmetlerinden bahisler vardır. İnebolu eşrafından olan Selahaddin Çelebi, 9 Ocak 1977'de vefat etmiştir. "Ben bu zâtı tanırım" 1936 senesinde Kastamonu'daki 131. Alaydan terhis olduğum zaman, Bediüzzaman isminde âlim bir zatın sürgün olarak geldiğini işitmiştim. Kendisi bir karakol karşısında yapayalnız yaşıyormuş. Kendisinin yüzünden zarar görmemesi için kimse ile görüşmüyormuş. İnebolu'ya geldiğimde, merhum pederim Ahmed Nazif Çelebi'ye anlattım. Babam: Ben bu zâtı tanırım, 1908 Meşrutiyetinden sonra yanında bir hey'etle İnebolu'ya gelmişti. İnebolu'nun meşhur âlimi Hacı Ziya Efendi ile birlikte şehirdeki camileri gezmişti. Şadırvanda abdest alırken yüzlerce insan toplanmış, hürmet ve sevgi ile kendilerini seyrediyordu. Ziya Efendi halka 'Ayıptır, çekilin' deyince,

hey'etten bir zat: 'Bırakın baksınlar. Bu zat bakılacak bir zattır" dedi. Yahya Paşa Camiinde namaz kıldılar. Vapura uğurlarken caddenin iki tarafına dizilen halkı, elini kalbinin üzerine getirerek selâmlamıştı. İstanbul gazetelerinde de yazılarını okudum. 'Yarın Kastamonu'ya gidip ziyaret edeceğim' dedi. "Nur Risaleleri İnebolu'ya böyle girdi" Babam Kastamonu'ya gitti ve geldi. Beraberlerinde 4. Şua olan Âyet-i Hasbiye Risalesini getirdi. Bu risaleyi yazdı, bana verdi. Üstadı, nerede ve nasıl görebileceğimi tarif ederek, beni Kastamonu'ya yolladı. Kastamonu'ya geldiğimde Nasrullah Camiinin avlusunda çayhane işleten şarklı Küresin Aşiretinin Beyi olan Emin (Çayırlı) Beyi ve H. Tahirî'nin oğlu Ahmed Kuzu'yu aradım. Onlar vasıtasıyla Üstad'ı ziyaret edecektim. Ahmed Kuzu'nun oğlu Selâhaddin'le birlikte, kaldığı eve gittik. Evde yoktu. 'Karadağ'a çıkmıştır, haydi seni götüreyim' dedi. Selâhaddin küçük olduğundan 'Sen zahmet etme, tarif et, ben bulurum' dedim. Kastamonu yakınlarında bir saatlik mesafede yürüyerek dağa çıktım. Karadağ'da ufak bir tepenin zirvesinde bir ağacın altında beyazlar giyinmiş bir zat namaz kılıyordu. İçimden 'Her halde bu zattır' dedim. Selâm verdikten sonra, başı ile oturmamı işaret etti. Diz çöktüm, duasına 'Amin' dedim. İnsanlığın ve İslâm dünyasının huzur ve selâmeti, dünyevî ve uhrevî saadeti için hazin bir sada ile niyaz ediyordu. Bilâhare getirdiğim kitabı verdim. 'Sen hoş geldin kardeşim, bu risalenin

tashihatını yapayım' dedi. Tashih işi yarım saat sürdü. Bu esnada ilk defa gördüğüm Hoca Efendiye dikkat ediyordum Dikkatle tashihat yapıyor, kelimedeki noksanlıkları harf ve noktalara kadar düzeltiyordu. 'Sen de yazı biliyor musun?' dedi. Bir cümle yazdırdı. Maşaallah... Keçeli güzel yazıyorsun, sana bir risale vereceğim, yazar mısın?" dedi. 'Memnuniyetle' deyince, birden dokuza kadar Küçük Sözler'i verdi. Yazacağımı ifade ettim. Babama da ayrıca 11. ve 12. Sözleri gönderdi. 'Eğer arzu ederse yazsın ve bana tashihe göndersin. Eserler aynen yazılmalıdır' dedi. Müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım. İşte Nur Risalelerinin İnebolu'ya girişi böyle oldu. Bu tarihten sonra İnebolu'da yüzlerce parmak Nurları yazmaya başladı. Nazif'ler, İbrahim'ler, İzzet'ler, Osman'lar, Salih'ler, Ömer'lerin kalemleri, beş sene boyunca matbaa tesisleri gibi işledi. Kastamonu İnebolu arasında Nur Postacıları da teşekkül etmişti. Nurlar İnebolu limanından Anadolu'ya sevkediliyordu.Bu postacılığı Recep Dilek, Ahmed Köroğlu ve Değirmencioğlu yapıyorladı. Teksir makinası Bu şekilde ticarethanede dakikada yüz satın alarak

hizmetler fasılasız yürürken İstanbul'da bir teksir makinası gördüm. Bu makinanın bir sahife bastığını öğrenince hemen makinayı İnebolu'ya getirdim. İlk defa Nurlardan

Yedinci Şua, "Kâinat Seyyahının Müşahadeleri" olan Âyetül-Kübra Risalesini teksirle çoğalttık. İlk nüshayı Üstad'a götürdüğüm zaman fevkâlade memnun oldu. Eserin sonuna hissiyatını şu cümlelerle ifade etti: "Ya Rabbi! bir kalemle beş yüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını Cennetü'l-Firdevste mes'ûd kıl." "Aradığınız nedir?" 1942yılında Kars Gümrük Muhafaza Teşkilâtına intisap etmiştim. Altı ay sonra kurs için Ankara'da İnhisarlar Vekâletinin (Tekel Bakanlığı) üst katı Gümrük Muhafaza Genel Komutanlığı Teşkilâtına tahsis edilmişti. Bir gün kursta iken, 'Sizi Genel Komutan Lütfi Karapınar Paşa istiyor' dediler. Bu esnada hatırıma ilk gelen şey, Ankara'da Risale-i Nur'un vekâletten vekâlete elden ele dolaşmasıydı. O tehlikeli zamanda Askerî Şura azasından rahmetli Yümni Bey, Şurânın resmi toplantısı bittikten sonra Risale-i Nur okuyordu. Herhalde bir general beni Karapınar Paşa'ya haber verdi, zannıyla odasına gittim. Paşanın yüzü sertti. Vaziyetin vehametini anladım. Masasının önündeki koltukta yakasındaki rozette istiklâl yazılı birisi oturuyordu. Arkasında da ayakta bir subay hazır ol vaziyetinde bekliyordu. Rozetli şahıs bana 'Üzerinde ne varsa çıkar' dedi. Ben de üzerimde ne varsa hepsini çıkardım. Bunlardan not defterimi aldılar, para çantamı ve diğer eşyalarımı geri verdiler. 'Bizimle beraber gelecek, ' diye Paşa'dan müsaade aldılar. Çalıştığım odaya

gittik. Masamdan da çantamı aldılar. Oradan da geceleri kaldığım Ulus'taki Cihan Oteline gittik. Hususi odamda arama yaptılar, fakat bir şey bulamadılar. bana hiçbir şey söylemiyorlardı. 'Aradığınız nedir? Söylerseniz belki yardımcı olurum' dedim. 'Risale-i Nur ismindeki kitapları arıyoruz' dediler. 'Söyleseydiniz size verirdim. Hiç yorulmazdınız. Bunlar imanî ve İslâmî eserlerdir, gardroptadır. Fakat siz görmediniz' dedim. Tekrar açtılar, elbiselerin arkasından otuz kadar eser çıkardılar. "İftira mı edeyim?" Kitaplarla beraber 1. Şubeye, Hacı Bayram Camiinin karşısındaki, şimdi yıkılmış olan pasaport binası olan yere geldik. Mahallinde tutulan zabıtta 'kendi göstermesi üzerine' eserler bulunmuştur, kaydını yazdırttım. 1. Şube Müdürü'nün nezareti altında, iki gün, iki gece ifademi aldılar. Bir kaç kere tercüme-i halimi, Risale-i Nur'daki hizmetimin harfiyyen yazılmasını, kimlerle temas ettiğimi ve eserleri okuyanların kimler olduğunu sordular. Yerli, yersiz suallerine verdiğim cevaplarla bir türlü tatmin olmuyorlardı. Hacı Bayram Camiine namaz vakitleri giden cemaata bakmam ve bunlardan kimlere kitap vermişsem göstermem için cam kenarına iki polisle birlikte oturttular. 'Ankara halkının günahına girmem, birine mutlaka iftira mı edeyim?' dedim. Not defterimdeki isimlerin kime ait olduğunu sordular. 'Hacı Bayram Camiine gelen bir kaç kişinindir. Fakat bunların adreslerini bilmiyorum. Ancak camiye geldiklerinde tanıyabilirim' dedim. Hacı Bayram

Camii karşısında kitapçılık yapan Muhsin Bey vardı. O vakit orada güzel bir yazıhanesi vardı. Müteahhitlik yapıyordu. Onun yazıhanesinde bazı şahıslara kitap verdiğimden ismi Muhsin diye zapta geçirilmişti. Muhsin Beyi getirdiler. 'Bu çoluk çocuk sahibi, bırakın bu zatı. Bunun Risale-i Nur'dan haberi bile yok. Yalnız bu adamın yazıhanesinde bir-iki zatla görüştüm. Camiye giderken, imanî Risalelerden verdim' dedim. Bir de o civarda, ufak bir caminin imamı vardı. Saçları, kaşlar sarı, çok müttakî, mübarek bir insandı. Onun da ismi geçtiğinden bir hayli zavallıyı dövmüşler ve sıkıştırmışlardı. Bunu da bilâhare öğrendim. "Selahaddin korkma" Üçüncü gün çift aynalı bir odaya girdik. Büyük boy hususi yapılmış, tahminen, elli-yetmiş santimetre kare ebadında, ciltli bir defteri, albüm yapmışlardı. Türkiye'deki din adamlarının sağ, sol, profil ve cepheden görünüşlü üç resmi ve altlarında da tercüme-i halleri yazılı idi. Bu albümde tanıdıklarımı söylememi istediler. Yanımdaki memur sayfaları çeviriyordu. Abdülhakim Arvasi'nin resmini göstererek: 'Bu da tevkif edildi' dedi. Ben de: "Tanıyorum, âlim bir zattır. Bayezit camiinde dersini dinlemiştim' dedim. Bu defa bir başkasını gösterdi: 'Evet... bu da Hacı Süleyman Efendidir. "Tanımıyorum. Fatih'te oturuyor' dedim. 'Bu da tevkif edildi. Biri Bursa'ya, diğeri Kütahya'ya sevkedildi' deyince Fatih'te evinde ziyaret ettiğim Hacı Süleyman Efendi olduğunu anladım. Sünnet-i

seniyyeyi tatbik eden takvâ bir zattı. Bana Arapça yazılı, çerçeveli, dört-beş satırlı bir levhayı okuyup tercüme etmişti. Bana, 'Kur'ân'a kasem ederim ki, ben Mehdiye asker olacağım, ondan sonra öleceğim' demişti. Seksenin üzerindeki bu yaşlı zatın 'asker olacağım' demesi beni o zaman güldürmüştü. Tevkifini ve sürgüne gönderildiğini öğrenince, içimden 'O yaştaki insan ancak bu şekilde asker olabilir. Arzusu yerini buldu' dedim. Bir kaç hafta sonra da mübarek hocanın vefat haberi geldi. Bu sırada Komiser Naci Bey telâşla geldi. 'Sürpriz,' diye bağırdı. Bediüzzaman Hoca Efendiyi Kastamonu'dan getirmişler. Geceyi Çankırıkapı'da bir otelde geçirmiş. Otelde müstahdem yerine polisler geçmiş. Hizmetine de garson kıyafetinde bir komiser vermişler' dedi. Bir müddet sonra 1. Şube Müdürünün odasına beni çağırdılar. İçeri girdim. Üstad oturuyordu. Derhal elini öptüm. Çok hararetli olan elini bırakamadım. Şiddetli hasta ve yorgundu. Buna rağmen Müdüre hitaben: Bunlar bu vatanın fedakâr, imanlı evlâtlarıdır. Bunlar emniyet ve asayişi ihlâl etmez. Bilâkis muhafaza ederler' dedi. Bana dönerek, 'korkmayınız' dedi. Üstad'ı tekrar otele götürdüler. Ertesi sabah beni iki polis refakatinde vilayete götürürken, ileride kalabalık bir grupla Üstad'ı da vilayete götürüyorlardı. 50 metre geriden, biz de onları takip ediyorduk. Daha sonra alt kata inerken, orada evraklar tanzim

edildi. Üstad'ın yanında dört beş jandarma ve birkaç polis vardı. Hükümet binasının çıkış kapısında durdular. Kıyafeti her zaman olduğu gibi millî ve yerli kıyafetti. Sağ omzunda muhafaza torbası içinde bir Kur'ân-ı Kerim, sol omzunda rule yapılmış bir namaz seccadesi, ona bağlı bir ibrik. Tarih kitaplarında görülen akıncı yiğitlerinin muharip kıyafetini, İsmet İnönü devrinde Ankara'da canlandıran bir tablo gibi görünüyordu. Üst kattan bir kaç tane daha memur geldi. Polis ve jandarmalara Denizli'ye götürmeleri için evraklarını verdiler. Bu esnada Üstad ellerini kaldırarak: Selahaddin korkma! Selahaddin korkma! Selahaddin korkma! diye bağırıyordu. Sonra hareket ettiler. Ben yanına yaklaşmak istedim, fakat on beş yirmi metre mesafeden daha yakına bırakmadılar. Orada biriken halk da bu mesafeyi doldurmuştu. Üstad'ın da beni görmesi imkânsızdı. Üstad'ı 70 yaşındaki hasta halinde o mübarek Ramazan'ın çok sıcak gününde istasyona kadar yaya olarak götürdüler. "Bu eserler imânî ve İslâmîdir" Öğleden sonra, Vali Nevzat Tandoğan'ın belediyede bizi beklediğini bildirdiler. Hemen belediyeye götürüldük. İçeri girerken merdivende genç bir hanımla karşılaştık. 'Siz de mi polissiniz?' diye sordum. Hanım 'Hayır ben felsefe hocasıyım. Bediüzzaman'a bayram tebriği yazmıştım' dedi. Arkamızdaki polisler, 'Konuşmayın ' diye bizi ikaz ettiler.

Belediyede başkan odasına evvelâ felsefe hocasını çağırdılar. 20 dakika sonra o çıktı. 'Beni serbest bıraktılar. Allah yardımcın olsun' dedi ve gitti. Kapıda 1. Şube Müdürü bekliyordu. Emniyet Umum Müdürü Şinasi Bey kapıyı açtı ve bana 'gel' diye seslendi. İçeri girdiğimde Vali Nevzat Tandoğan koltukta oturuyordu. On dakika kadar beni tepeden tırnağa sözdü. Şinasi, elektrikleri söndür!' dedi. Bir dakika sonra, tekrar, 'aç' dedi. Başını iki tarafa sallayarak, gözlüğünü çıkardı, tek camıyla baktı, ayağa kalktı: 'Yanıma gel' dedi. Omzumdan tuttu. 'Nasıl olur, sen Cumhuriyet çocuğusun. Böyle kimsenin peşine takılırsın? Bunun gayelerini bilmez misin?' dedi. Ben de cevaben, Vali Bey'e şunları söyledim: 1936 senesinden beri Kastamonu'da ziyaretine giderim. Eserlerinden okudum ve neşrine çalıştım. Bu eserler imanî ve İslâmîdir. Siyasî ve menfi milliyetçilik yoktur. Milletimizin ve devletimizin aleyhinde en ufak bir kelime görseydim ve kendisinden menfi bir düşünceyi hissetseydim, ihbar eder ve herkesten önce ben düşman kesilirdim. Tamamıyla yanlış bir kanaate sahipsiniz. Eserleri imanîdir. Kur'ân-ı Azimüşşanın bazı âyetlerinin tefsirlerinden ibarettir. Kastamonu'da herkes ziyaret ediyor. Polis karakolunun karşısında bir evde oturuyor. Polisler her gün giren çıkanı görüyorlar.' Kim Kastamonu Valisi?' dedi.

Mithat Altıok' dedim. Şinasi, ne hayvanlar var' dedi. Tekrar bana hitaben : Madem ki eserleri imanîdir diyorsun, mahkemeye verileceksiniz, orada tetkiki yapılır, orada söylersin' dedi. Kapıda bekleyen l. Şube Müdürüne mahkemeye sevk edilmemi söyledi. "İnebolu'ya sevkediliyorum" Hava kararmış, iftar vakti çoktan geçmişti. Bizi iki polis refakatinde mahkemeye sevkettiler. Gece saat 12'ye kadar mahkeme salonunda bekledik. Nöbetçi hakim, savcılığa, tevkifim için gelen telgrafı, gündüz Savcı Kemâl Bora'ya vermiş. Nereye koyduğunu bulamayan Savcı Muavini, evine telefonla sorduktan sonra, telgraf bulundu ve nihayet mahkemeye alındık. TCK'nun 163'üncü maddesi mucibinde tevkifime karar verildi. Bir vasıta tutarak, polisle beraber, tevkif müzekkeresi elimizde gece 1.30'da Cebeci Cezaevinin karantina koğuşuna alındım. Bir hafta sonra Zonguldak yoluyla İnebolu'ya sevkedildim. Refakatimde iki jandarma vardı. Trende siyasî mücrim diye hususî kompartıman açılmıştı. İnebolu'ya çıktığımda, jandarma komutanlığı beni polise teslim etti. Bu

esnada

babam

da

tevkif

edilmişti. Emniyet

dairesinde iki gün kaldım. Said ismindeki savcı, Ankara'daki ifadelerimi tekrar ettirdi. Beni bu imanî ve İslâmî eserlerden soğutmak için, iki gün, iki gece uğraştı. Beden ruhsuz ayakta durur mu? Ekmeksiz ve susuz yaşanır mı?' deyince: 'Peki cezaevinde ekmek ve su ile bedenini yaşat' dedi. İnebolu Cezaevine girdik. Hapishanede diğer İnebolu'lu Nur Talebeleri ile bir araya geldik. Onların isimleri şöyle idi. Pederim Ahmed Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı, Ziya Dilek, Büyük İbrahim, Gülcü Hüseyin, izzet Turgut, Ahmed Köroğlu, Zühtü İşeri, Ömer Gedikoğlu, Halil Enercan, Ahmed Şaşmaz. Denizli'ye sevkiyat İnebolu Cezaevininin alt katındaki koğuşta bir arada idik. Ramazan-ı Şerifin sevinci ile, o mübarek günlerin kıymetinden istifadeye çalışıyorduk. İhlâsla ibadet yapılıyordu. On bir kişi aramızda cüzler taksim ederek, günde bir hatim indiriyorduk. Hac farizasını ifâ ederken vefat eden Hacı Halil Enercan, ayrıca üç günde bir hatim yapıyordu. Bir ikindi namazında imam olan rahmetli Telyeli İzzet Turgut'u biz ümmi zannediyorduk. Namazı müteakip bir mürakabe yaptı. Bilâhare başını kaldırarak, 'Arkadaşlar şimdi rical-i gayb hazeratı geldiler. Ellerinde yeşil bir sancak vardı. Sancakta 'İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ' âyet-i kerimesi yazılı idi. Bir de âbide diktiler. Üzerinde keza 'İnnâ fetahnâ leke fethan mübinâ' âyet-i

kerimesi yazılı idi. Ziya Beye hitaben, 'biz sizi muhafaza edeceğiz, hiç korkmayın' dediler. Arkadaşlar İzzet Turgut'u gülerek dinlediler. 'İçimizde bir de evliya varmış' diye şakalaştılar.

Ve

Ziya Dilek, 'Bunlar, henüz murakabeyi bilmiyorlar, sen ne için sırrı ifşa ettin' deyince, 'Ben onları, olgunlaşmış zannettim. Fakat yanılmışım. Şimdi ben bu ifşa etmenin cezasını çekerim' dedi. İki saat sonra döndüğünde, boğazını göstererek 'Jandarma kumandanı boğazımı sıktı ve jandarma koğuşunun altına bir kömür dolabına hapsetti. Orada ayakta durmanın imkânı yoktu. İki kat, iki büklüm orada kaldım. Beni çıkardıktan sonra, 'Siz Almanlarla muhabere ediyormuşsunuz, söyle bakalım, alıcı-verici radyonuz nerede?' diye mübarek Telyeli İzzet'i işkence ile dövmüşlerdi. Fakat haddizatında manevî gözü açık olan İzzet, hakikaten manevî radyo idi. İzzet Turgut ara sıra yaptığı murakabelerde Ziya Beye: 'Daha buradayız, gideceğimiz zaman ben size haber veririm' diyordu. Denizli'ye sevk emri gelmeden bir gün evvel: 'Yarın gidiyoruz, hazır olun. Fakat merak etmeyiniz. Beraat edip geleceğiz' dedi. Ertesi gün Anafarta vapuru ile İstanbul-İzmir vapuruna aktarma edilerek İzmir'e ve İzmir'den trenle Denizli'ye hareket ettik.

Denizli'de trenden çıktığımız zaman bizi karşılayan halk teessür içinde, sakin bir halde selâmladılar. Etrafımızı saranlardan bazıları 'Sizin başınızda öyle bir Hoca Efendi var ki; sorgu hakimi sual sormadan sorularına cevap verdi. Sizlerin hiç bir kabahatiniz yoktur, merak etmeyin. Beraat edeceksiniz' diyorlardı. Denizli Cezaevi yeni yapılmıştı. Şehir harici yeşil saha içinde, beton, havasız koğuşları ile, ufak mazgal deliği gibi cam pencerede sık demir parmaklığıyla, Malta zindanına benzer, rutubetli bir bina idi. İlk geceyi binanın müştemilatında beş kişinin barınamayacağı bir yerde geçirdik. Gece uyumak için yatak sermemize rağmen imkân olmadı. Yatakların üzerine oturmakla, tilki uykusuna daldık. Bu bize bir nevi işkence idi. Kapımız da kilitlendi. Bizim yegâne tesellimiz, Üstadımızın o binada bulunması idi. Bir gün sonra Ağır Ceza koğuşunun bir odasını İnebolu, Kastamonu ve İstanbul'dan gelen Nur Talebelerine tahsis ettiler. Üstad kibrit kutusu içinde bir kağıda 'Hoş geldiniz' diye bir pusula yazarak mahkûmlardan meydancı Âdem Ağa ile gönderdi. "Hapishane medrese oldu" Kısa zamanda cezaevindeki bütün ağır cezalılar yaptıklarına nedamet ederek, tevbe istiğfar ettiler. Üstadın girdiği günden itibaren guslederek beş vakit muntazaman kılmaya başlamışlardı. Hapishanenin elebaşısı (cezaevi

tabiri ile 'dayısı') olan Beylerbeyi Süleyman Hünkâr'a: Siz ne gördünüz ki, kısa zamanda Hoca Efendiye karşı bu kadar saygı gösteriyorsunuz? Fırsat buldukça elini öpmeye koşuyorsunuz?' dediğinde 'Ben buraya adam yaralamaktan sekiz aya mahkûm olarak geldim. Bir gece rüyamda bir hoca efendi,'Süleyman sen iyisin, fakat çok mağrursun ve nefsine güveniyorsun, yakında bunun cezasını çekeceksin' dedi. Hakikaten çok geçmeden, hapishanede bir kavga olmuştu. Kavgada bir mahkûm ölmüştü. Bu hâdiseden sonra ben de 24 seneye mahkûm olmuştum. Bediüzzaman cezaevine gelince, bu Zatın rüyamda gördüğüm Hoca Efendi olduğunu anlamıştım. Zaten Hoca Efendi de gelir gelmez mektup yazarak, 'Burası bir hapishane değil, Medrese-i Yusufiyedir. İçindekiler birer zebani değil, birer müdür ve idarecidir. Bugünden itibaren gusledip, tevbekâr olarak içki, kumar gibi şeyleri katiyyen terk edeceksiniz' diyordu. Bunun için kendisine son derece hürmet ediyoruz. Aksi halde, manevî tokatını yiyeceğimizi biliyoruz. Bizim koğuş komşuları olan ağır cezalıların hepsi, Nur Talebelerinden elif cüz'ünden başlayarak Kur'ân'ı hatmetmişlerdir. İstanbul'un meşhur hocalarından takva sahibi Gönenli Mehmed Efendi'den ders almaya başlayan Mehmed ismindeki dört adam katili Kur'ân'ı hatmetmiş ve 'Veddüha'dan aşağısına kadar ezberleyerek, imtihanı kazanmış bulunduğundan, mahkûmlara imamlık yaptığını gözümüzle gördük.

Çok geçmeden bütün katiller rüyalarını anlatmaya başlamışlardı. Göz yaşları dökerek, yaptıklarına bir defa pişman olduklarını söylemişlerdi. 'Biz Allah ve Peygamberi bilmiyorduk. Bize o yol gösterdiği için, başta Hoca Efendiye ve sizlere binlerce teşekkür ederiz diyorlardı. Biz beraat edip çıkarken çok acı göz yaşları dökmüşlerdi. Üstad kendilerine hitaben: 'Merak etmeyin, bundan sonra yeni bir hükümet iş başına gelecek ve af ilân edecek, o zaman çıkacaksınız' demişti. Denizli Hapishanesinde, tavan beton olduğu halde, incecik yağmur gibi tahtakurusu ve sivrisinek dökülüyordu. Sık sık süpürür ve dökerdik. Koğuştaki mahkûm ağır cezalılar, şikâyet ederlerdi: 'Adam öldürdük, ama şimdi, sivrisineği dahi öldüremiyoruz' diyorlardı. Cezaevi Müdürü Şevki Bey bizi diğer koğuştaki kardeşlerimizle görüştürmedi. Ancak mahkemeye giderken görüşebildik 70 kişilik bir kafile önde, Üstad her seferde başka bir kişiyle kelepçelenirdi. Etrafımızda süngülü otuzdan fazla jandarma bulunurdu. Denizli'nin âlicenap ve misafirperver halkı geçtiğimiz yolların iki sırasını doldurur, göz yaşlarıyla sevgilerini, teessürlerini, başlarıyla da selâmlarını bildirirlerdi. Cezaevi yolunda eski bir mezarlık vardı. Üstad buradan gelirken ve giderken fatiha okumadan geçmezdi. İstanbul ulemâsından Gönenli Mehmed Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Şemseddin Yeşil, Emin Uzun, Mustafa Hemadan ile hep bir koğuşta idi. Bediüzzaman

Hazretlerini sabah namazında camide gördüklerinin rivayeti yayılınca, (Hâdise için bk: Tarihçe-i Hayat, 193) bu konuşmaları ihbar telâkki ederek, kendisini iç koridorlardaki bir münferide hapsetmişlerdi. Müdafaasını yazdırmak için Müdür Şevki beyden beni istemişti. Burası bir insanın yaşayamayacağı, kadar havasız, kapalı bir hücre idi. Bir yatak zor sığmıştı. Mum ışığı ile âdeta bir mağarayı andırıyordu. Ankara'da, altı bakanlığa göndermek üzere dilekçe hazırlanmıştı. Bunları Üstad söyledi, ben yazdım. O tarihlerde Denizli'nin elektriği çok fersizdi. Gündüz cereyan verilmezdi. Geceleri de 12'den sonra kesilirdi. Bir saat söyledi, yazdım. Bitkin olarak huzurundan ayrıldım. İnsan vücudu o rutubete dayanamazdı. "Beraet kararı ve çıkış Son mahkemede merhum Hâkim Ali Rıza (Balaban) ve diğer hâkimler olayda suç unsuru olmadığını, kararın okunacağını ve ayağa kalkmamızı söylediler. Başta Üstad olmak üzere hepimizin beraetine oy birliği ile karar verilmişti. Daha önceleri Gönenli Mehmed Efendi ile izzet Turgut, bir rüyasında beraetimizi, diğeri murakabede dokuz ay on gün hitamında beraetimizi müjdelemişlerdi. Mahkemeden çıkınca halkın tezahüratları, 'yaşasın adalet' nidaları ve alkışları ile cezaevine geldik. Eşyalarımızı dışarıya çıkardık ve denklerin üzerinde İbrahim Fakazlı oturuyordu. Çarşıdan faytonla geliyor, sıraya giriyorlardı. Birinci faytona Üstad ikinci faytona

Fevzi Pamukçu binmişti. Bu esnada Doğu tarafından ağaçlar arasından bir süvari geliyordu ki, ağaçlar arasından süratle geçmek akıl almadığından şaşkına döndük. Süvari tam Üstad'ın faytonunun sol arkasından aniden durdu. Atından indi, Üstadımızın karşısında askerce sert bir selâm verdi. Birkaç kelime söyledi, elini öptü ve yine sert bir selâmla mahmuzlarını şaklattı. Ve atına binerek aynı istikamette aynı şekilde süratle uzaklaştı. İbrahim Fakazlı ile bu hâdiseyi hiç bir zaman çözemedik. Üstad'a sormaya da cesaret edemedik. Üstad, Delikli Çınar namıyla anılan semtte bir otele yerleşti. Diğer arkadaşlarımızı Denizlililer evlerine götürdüler. Nefis yemeklerle ikramda bulunmuşlardı. Nur Talebeleri trene binmeden evvel, Denizli halkının içlerinden seçtiği Mustafa Bey (Hafız Mustafa Koçkaya) ismindeki zat, elinde bir mendil para ile gelmiş, talebelere dağıtmak istemişti. Fakat hiç kimse bu paraları kabul etmedi. Eşyalarımızı trene yüklerken birçok tüccar ve mevki sahibi zatlar yardımcı olmuşlardı. Otelde Üstadın hizmetinde iki gün kaldım. Her gün beş yüzün üzerinde ziyaretçi geliyordu. Rusya'da esir iken arkadaşı olan emekli bir subay da gelmişti. Yaşlı gözlerle Üstad'la kucaklaştılar, esaret günlerini yad ettiler. Üstadın ağaçtan olan yemek kaşığının sapı kırılmış ince bir çivi ile perçin yapmışlardı. Ben çarşıdan güzel bir kaşık aldım. Ağaç kaşığı da çöp sepetine attım. Akşam yemeğini götürdüğümüzde ağaç kaşığını aradı.

Efendim, eskimiş ve kırılmıştı, çöp sepetine attım, deyince: 'Benim otuz senelik arkadaşımdı. Onun kıymetini paha biçilir mi? Derhal bul ve getir' dedi Hemen çöp sepetine koştum. Bereket versin bir yağlı kâğıda sarmıştım. Aynen duruyordu. Aldım ve suda kaynattıktan sonra hemen getirdim. Denizli Hapishanesinin sıkıntı, meşakkat, rutubet, ve betonunun insan kanını bir sünger gibi emmesine dayanamayan İslâmköylü Hafız Ali (Ergün) hastalandı ve vefat etti. Çok zayıf ve nahifti, Allah yolunda, gurbet hapishanesinde şehid olmuştu. Kıymetli bir Nur talebesi idi. Hapishaneden beraet edip tahliyemizde, Üstadımızın ilk işi Denizli'nin yeşillikler içindeki kabristanına gitmek oldu. Hafız Ali'nin kabri başında Kur'ân okundu. Üstad hazin bir dua yaptı. Elini semaya kaldırdı. 'Bu şehid bir yıldızdır' dedi. O sırada gayr-i ihtiyarî başımızı kaldırdığımızda, semada ışıl ışıl bir yıldız parlıyordu. Denizli'den sonra Üstad'ı Emirdağ'a göndermişlerdi. Senede bir defa Emirdağ'a ziyaretine giderdim. Orada daimi jandarma ve bekçiler tarassud ederler ve devriye gezerlerdi. Afyon mahkemesi de beraet kararı veriyor

1948 senesinde bu defa Üstad ve Nur Talebelerini Afyon Hapishanesine koymuşlardı. Cezaevi müdürü ve kâtibi oranın gestapo şefi idi. Bizi yeni tevkif etmişlerdi. Üstad'la görüşmek istedik. Cezaevi müdürlüğüne müracaat ettik. Savcılıktan müsaade alın dediler. Bu defa kâtibi, 'Ben savcı mavcı tanımam. Burası benden sorulur' diye cahilâne ve mağrurâne konuştu. Bizi görüştürmediler. Ancak uzakta üst koğuşun penceresinden Üstadımız göründü. İki eliyle şefkatle, tebessümle bizi selâmladı. Eliyle hemen gitmemizi, durmamamızı işaret etti. Afyon Hapishanesinde yine baba-oğul beraberdik. Orada yeni ve nurani simalarla karşılaştık. Bunlardan, Ceylanlar, Sungurlar ve Ziverler unutulmaz kahramanlardı. Bunlar Anadolumuzun yetiştirdiği örnek gençlerdi. Afyon hapsi de uzun aylardan sonra yine tahliye ve beraetle neticelendi. Mahkemenin sonunda Üstad talebelerine hitaben: 'İçinizde Ankara'ya gidecek olan varsa, Diyanet Riyasetine uğrasın. Orada Risale-i Nur'a sahip çıksınlar' dedi. Diyanet işleri riyasetinde İnebolu'ya gitmek için Ankara'ya uğradım. doğru Diyanet İşlerine çıktım. Özel Kalem Müdürü ile konuşurken, içeri Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya girdi. Kendilerine Afyon Cezaevinden beraet ederek çıktığımı söyledim. Nur Risalelerinin neşredilmesini talep ettim. Üstad'ın arzu ve selâmlarını aynen tebliğ ettim.

Yaltkaya cevaben: 'Diyanet Riyaseti Kur'ân ve hadisten başka hiç bir eserle ilgilenmez' dedi. Ben de, 'Elçiye zeval olmaz' dedim ve hayret içinde oradan ayrıldım. Halbuki ben, başkanlığı sırasında, Ahmet Hamdi Akseki'yi de ziyaret etmiştim. Yanında meşhur Nafiz Paşa vardı. Orada Üstad Bediüzzaman'dan bahis açılınca Akseki, 'Üstad bu asrın dehrîsidir. Hayatı, eserleri, Kur'ân ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır... Onda menfî milliyetçilik ve ırkçılık yoktur. Kendisi İslâm milliyetçisidir. Türk milletinin de bu kudsî milliyetin bayraktarı olduğunu ifade etmektedir' demiştir. Akseki'nin bu beyanı üzerine Nafiz Paşa da Üstad'ı 31 Mart hâdiselerinden beri tanıdığını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla avcı taburlarını itaata getirdiğini söylemişti. "Ayasofya tekrar cami olacaktır" Üstad'ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. 'Keçeli, keçeli' diye güldü. Sonra birden ciddileşerek 'Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir' dedi. Sonraki yıllarda Salih Yeşil'le, Konyalı Sabri Halıcı arasında aşere-i mübeşere arasındaki hâdiseler ve harblerle ilgili lbir münakaşa çıkmıştı. Ben de bu münakaşaya şahid olmuştum. Bu münazarayı dinlediğimi söyleyince, birden Üstad kaşlarını çattı. Çok üzüldü, Salih Yeşil'e hitaben bir mektup yazarak benimle gönderdi. Bu mektup daha sonra Emirdağ Lâhikalarında neşredildi.

(Bkz.Emirdağ Lâhikası, cilt 1, s.202) "Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın" İnebolu ve Kastamonu'nun yakın tarihimizde, vatanımızın hayatî davalarında çok ehemmiyetli mevkileri ve hizmetleri olmuştur. Millî Mücadelede işgal altındaki İstanbul'dan kaçırılan silâhlar İnebolu limanıyla Anadolu içlerine sevkediliyordu. O tarihlerde inebolu-Kastamonu karayolu, Anadolu'nun en modern ve güzel yollarından birisi idi. Millî şâirimiz Mehmed Akif Bey de o karanlık günlerde Kastamonu Nasrullah Camiinde yaptığı ateşli konuşmalarla, karanlıkta ilk ışıkları yakanlardan birisi olarak tarihe geçiyordu. Birinci Cihan Harbi günlerinde Enver Paşa ve arkadaşları da herhangi bir tehlike anında ilk mukavemet mihraklarını bu kadim Müslüman Türk topraklarında kurmayı düşünmüştü. Bu sebepten Mehmed Akif ve Said Nursî gibi, din ve maneviyat şahsiyetleriyle bu konuları görüşmüştü. Neticede; İnebolu limanından Anadolu'ya geçirilen silâhlarla, Millî Mücadele başlamış, müstevli düşman orduları, Anadolu'nun bağrında tepelenmişti. Zaferden sonra, Milli Mücadeleyi başaran kudsî ruh ve mânâya ihanet edilmişti. Bunun neticesi Anadolu'da din ve maneviyat buhranı başlamıştı. Yazdığı İstiklâl Marşını

yarım yüzyıl ayakta söylediğimiz Mehmed Akif gibi bir çok mümtaz şahsiyetler muğber bir zat olarak vatanı terketmişlerdi. Hamdi Yazır gibi müfessir 25 yıl, tâ vefatına kadar evinden dışarı çıkmamıştı. Sesini çıkartanlar veya çıkartmak isteyenler ise, son nefeslerini darağaçlarında vermişlerdi. İskilipli Atıf Hoca gibi, Esad Hoca gibi.... Bu hengâme ve bu astmosferden devrilmeyen, yıkılmayan, çökmeyen kalmamıştı. Yine bunların istisnası, yarım yüzyıllık Cumhuriyetimizin içinde bir muhteşem insanla karşılaştık. İki hayatım var, biri dünyevî, diğeri uhrevî her ikisini de elime almışım, icab ettiği zaman her ikisini de fedâ etmeye hazırım. Tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın' diyen Said Nursî... Millî Mücadelenin mübarek şehri, İnebolu, ve Kastamonu'dan, 1944' de eserlerini vatan sathına yayıyordu. Millî Mücadelenin silâhlarını İnebolu'dan sevkedenlerin torunları, bu defa da aynı liman şehrinde teksir makinesiyle neşriyata başlamışlardı. Nurları Anadolu'nun içlerine yayıyorlardı. "Bin kalemli bir kâtip" Nur risaleleri, yazılmaya başlandığı 1926 yılından tam 18 yıl sonra teksir makinasına intikal etmişti. Artık Nurlar "İnebolu baskısı" ismini almıştı. Teksir makinesi İnebolu'da çalışmaya başlayınca Nur'un

fedâkar kâtiplerinden bazıları artık hizmet edemeyiz endişesiyle rahatsız olmuştu. Halbuki bunların altın kalemleri, ebediyyen nesillerin şükranına vesile olacaktı. Yıllarca evinden çıkmadan matbaa gibi Nurları yazanlar, muhteşem Nur mabedinin inşasında temel ve esas olmuşlardı. Bunlar hiç bir zaman unutulmazlardı ve unutulmadılar. Bediüzzaman'ın ifadesiyle: "Isparta kahramanlarına" yetişmek ve onlar gibi olmanın bazı şartları vardı. Çünkü onların yetiştirdiği "Her talebe bir matbaa olmuş, iman tekniğe meydan okumuştu." Bu yılmaz ve yorulmaz yazıcıların, iman ve İslâm dâvâsı yolunda sarfettikleri mürekkep, mahşerde şehitlerin kanlarıyla müsavi olacağı müjdeleniyordu. Bütün bu gerçekler müvacehesinde Üstad Said Nursi inebolu'dan yükselen bir teksir neşriyatıyla bayram ediyor ve meseleyi bu şekilde değerlendiriyordu: Bir adi mektubum için 'kim yazmış?' diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekizyüz sahifeyi 1500 nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtiptir.. "Bir zaman, bir memlekete şimendifer geldiği zaman, arabacılar telaş edip dediler: 'Bizim san'atımız bozuldu. 'Halbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette faaliyet çoğaldığından, faytonculuğa iki kat ziyade ihtiyaç olmuş.

inşaallah onun gibi Nur yazıcıları değil tevakkuf, belki daha ziyade yazı ile defter-i a'mâllerine hasenat kaydedecekler.."

HİLMİ SEMÂ ERKAL (Kastamonulu Küçük Şeyhlerin Hilmi) Üstad Bediüzzaman Said Nursî Kastamonu'da kaldığı senelerde, (1936-1941) Kur'ân nurlarına doğru pervaneler gibi koşan Çaycı Emin, Mehmed Feyzi, Sadık Bey gibi hakikat kahramanlarından biri de Küçük Şeyhlerin Hilmi veya Hilmi Bey namındaki bir iman irfan yolcusuydu. Bu zatın ismi, Nurların lâhikalarının muhtelif yerlerinde sitayişler ve dualarla zikredilmektedir. Emirdağ mektuplarının birinci cildinde bu nur kahramanının bahsini Üstadın mübarek kaleminden şöyle okumaktayız: "Kastamonu'da, sekiz sene mübarek mahdumu ve merhum refikasıyla Risale-i Nura fevkalâde bir sadakatle çalışan ve kalemiyle Risale-i Nura çok hizmet eden ve çoklarını Nur dairesine getiren ve hapishanede (1943 Denizli) kendi gibi kahramanlardan olan Sadık Beye; hem

istirahatıma, hem Nur şakirdlerinin tesanüdüne ehemmiyetli hizmet eden ve Feyzi ve Emin ve İhsan ve Ahmedler gibi has kardeşlerimizle; yine Kastamonu'da Nurlara hizmet eden 'Küçük Şeyh' namında Hilmi Bey bana mektubunda, Nurcu olan refikasının vefatını bildiriyor. O merhume hakkında medar-ı şükrandır ki, bir iki aydır dualarımda 'Zehralar' dediğim vakit, 'Hacerler' de derdim; içimde, o merhumeyi de niyet ediyordum. Vefatını bilmiyordum. Cenab-ı Hak, ona binler rahmet eylesin ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan etsin. Âmin!" Halk Partisinin dini yıkmak için çalıştığı karanlık günlerde Kastamonu gibi aziz vatanımızın mübarek bir beldesinde de yol açma, park yapma gibi bahanelerle türbeleri, mübarek dergâhları, tekkeleri ve mescitleri yıkarak, tahrip etmek rezaletlerinin işlendiği günlerdi. Atalarının, mübarek merkatlerini mutlak surette yıkmayı kararlaştırmışlardı. O uğursuz günlerin Kastamonu valisi, bedbahtlar kafilesinde Avni Doğan isimli adamdı. Bütün uğraşmalara ve didinmelere rağmen bu yıkım işine mani olamayan asil şeyhlerin mensubu Hilmi Bey, Avni Doğan'ı öldürmeye karar vermişti. Bütün plânlarını ve hazırlıklarını yapan Hilmi Bey, silâhını da temin ettikten sonra, günün birinde dalgın ve düşünceli bir halde Araba Pazarı semtindeki Çarşı Polis Karakolu'nun karşısındaki altı odunluk, üstü iki küçük odalı bulunan Nur Üstad'ın kaldığı menzilin önünden geçiyordu.

Tahmidiye duası Hilmi Beyi kurtardı Bu esnada pencereden camı tıkırdatan Üstad Bediüzzaman'a Hilmi Bey başını kaldırarak cam sesinin geldiği pencereye baktı. Penceredeki Nur Üstad, ince uzun parmaklarıyla işaret ederek, Küçük Şeyhlerin Hilmi Bey'i şefkat dolu sinesine basmak için çağırıyordu. Kafasındaki karışık problemlerle, bu davete uymak için dönen Hilmi Bey, "Bu ihtiyar Hoca Efendi de acaba ne istiyor, bana ne diyecek?" diyerek düşüne düşüne ahsap evin merdivenlerini çıkmıştı. Üstad Bediüzzaman, Hilmi Beyin eline Tahmidiye Duasını vererek kendisine bu duadan bir tane yazmasını istemişti. Kendisini yukarıya çağıran Üstadın, bu kadar kolay bir isteği olduğunu gören Hilmi Bey daha da şaşırmıştı. Bu kudsî dualar mecmuasını alır almaz hemen o gece yazmaya başlamıştı. Saatlerce Tahmidiyeyi yazan Hilmi Bey, duayı yazıp bitirdiği zaman değil adam öldürmek, bir karıncaya bile ayak basamaz bir hale gelmişti. Artık Hilmi Bey melekler gibi şefkatli haliyle zalim valiyi öldürmekten vazgeçmişti. Üstadın dağıttığı Kur'ân hakikatlarının nuruna kendisi de bir pervane olmuştu. Kendisi gibi asil hanedan mensuplarını, bu arada Plevne Kahramanı Sadık Paşanın torunu Sadık Beyi de nur kervanına dahil etmişti. Kastamuno'nun bu bahtiyarlar kafilesi dokuz ay Denizli hapishanesinde, Nurlu Üstadın

çorbalarını kendi elleriyle pişirmek saadetine ermişlerdi. Üstad Bediüzzaman, Kastamonu'da bulunduğu zamanlarda bahar, yaz mevsimlerinde Karadağ'a ve Hacı İbrahim Dağlarına çıkardı. Hilmi Bey Karadağ yakınlarında bulunan Tepelice köyünden gelerek Üstada hizmet eder, talebelik yapardı. Bir gün Karadağ'da bir türlü buluşamazlar. Birbirlerini aradıkları halde mülakat gecikir. Karşılaştıkları zaman Üstad Hilmi Bey'e: "Kardaşım, insanın yemeğe, içmeye ihtiyacı olduğu gibi, konuşmaya da, sohbete de ihtiyacı vardır. Sen nerelerdesin?" demişti. Bu çalışma ve araştırmalarımı yaparken bana her zaman yardım edenlerden Kastomunu'dan vefalı Ağabeyim Ümit Gültekin 7 Temmuz 1982 tarihli mektubunda şunları ifade ediyordu: Ümit Gültekin'in mektubu Aziz mücahid kardeşim. Mektubunuzu aldım. Hizmetlerinizi tebrik ediyoruz. Bazı şeyler soruyorsunuz. Merhum Hilmi Efendi'nin büyük oğlu ile görüştüm. Hatalı ve noksan kısımlar şöyle: Evvelâ: Rahmetli Hilmi Efendinin baba ve dededen kalma lâkabları 'Seme', 'Semâ' imiş. Yani 'gök' mânâsında... 'Semâlar, veya Semâgiller' diye yâd edilirlermiş. Dolayısıyla, Hilmi Efendinin ismi Hilmi Semâ olarak kullanılırmış. Bilahare soyadı kanunu çıktıktan sonra,

ailece Erkal soyadını almışlar. Kendileri 1960'ın başlarında 69 yaşında iken vefat etmiş. Yazdığınız gibi kendisinin Tepelice köyünden olduğu, 'Küçük Şeyhlerin Hilmi' dendiği doğrudur. Ayrıca, kendisi Kastamonu'da bugün Halk Eğitim Merkezinin bulunduğu yerde bulunan, altı kıraathane, üstü otel olan bir binayı kiracı olarak işletmiş olması dünyevî meşguliyetleri arasındadır. Allah rahmet eylesin. Kardeşim, "Belki işine yarar diye bir iki şey daha yazıyorum. Şöyle ki: Üstad kastamonu'da iken İslâmiyet aleyhinde Avni Doğan isimli bir vali 28.9.1936-19.8.1940 tarihleri arasında 3 sene, 9 ay, 21 gün valilik yapmış. Üstad ve Nur Talebelerine çok zulmetmiş. Ondan sonra Mithat Altıok isimli ve kısmen mutedil ve Üstadımıza hürmetkâr davranın bir vali tayin edilmiş. Kendisi CHP müfettişliğinden Kastamonu Valiliğine getirilmiş. 27.8.1940-19.3.1947 tarihleri arasında 7 sene 22 gün Kastamonu Valiliği yapmış." Bu isimsiz, resimsiz nur kahramanı Hilmi Beyin mezar taşında ise şunları okumaktayız: Hüvel Baki Hilmi Erkal Ceddim Küçük Şeyh Yalvarıyor sana burada yatan.

Yarlığa beni ey Ulu Yaratan. Girmiştim ben de tam yetmiş yaşıma. Sen de Fatiha oku gel başıma. Ölümü 27 Ocak 1960." Hilmi Bey babası Ahmed Şükrü Efendi, babası Şeyh Mustafa Efendi de ölünce posta oturduğu için kendilerine Küçük Şeyhler denilmişti. Hilmi Bey böyle bir ailenin mensubu olarak çağımızın ulu sultanı Üstad Bediüzzaman'ın davetine koşanlardan olduğu için, Üstad bu zata çok dualar ediyor, bu isim hürmetine aynı isimdeki bazı zalimleri de affediyordu. Bunlardan Halk Partisinin dahiliye vekili ve daha sonraları genel sekreterlerden Hilmi Uran'a, Üstad Bediüzzaman şöyle hitap ediyordu. "Hilmi Bey! Tâliin var. Ben hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduaya niyet ettim, Hilmi Bey namında benim bir kardeşim ve Nurun has bir şakirdini her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden, sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi Bey ismi âdeta şefaatçi oldu, beni men etti; ben de, o niyetten vaz geçtim, senin beni tâzip eden memurlarından gelen eziyete tahammül edip, o bedduadan vazgeçtim." Hilmi Uran kimdir? Bodrum'un Eskiçeşme mahallesinde 1886 senesinde

doğdu. 1908'de mülkiye mektebini bitirdi. Çeşitli kaymakamlıklarda bulundu. İsmet İnönü'nün üç defa, birincisi, Refik Saydam'ın 7 Temmuz 1942 günkü ölümü ile, ikincisi 1946 seçimlerinden sonra Şükrü Saraçoğlu'nun çekilmesiyle, üçüncüsü Hasan Saka'nın 21 Ocak 1949'da istifa ile boşalan başbakanlık makamı tekliflerini reddeden bir siyaset adamıydı. Üç defa başbakanlığı reddettikten, nafia, dahiliye, adliye vekilliğini ifâ ettiği CHP'nin 1950'de mağlubiyeti üzerine direnmedi, çok sevdiği ve divanının büyük bölümünü ezberden bildiği hakim Şeyhülislâm Yahya Efendi'nin, Hangi gündür ki, anın aharı akşam olmaz?" mısrâını düşünerek İstanbul-Pendik'deki evine çekildi ve hatıralarını yazmaya başladı. 1957 senesinde 71 yaşında Pendik'te öldü.

MEHMED FEYZİ PAMUKÇU 1912'de Kastamonu'da doğdu. İlim ve takva sahibi bir zattır. Bediüzzaman'a altı yıl hizmet etti. 1943 Denizli, 1948 Afyon'da Bediüzzaman'la birlikte tevkuf bulundu. 1990 yılında Hakkın rahmetine kavuştu.. Anadolu'yu aydınlatanlar Çok şükür bu mübarek topraklarda aziz insanlar hâlâ yaşamaktadırlar. Anadolu'nun her yanında bu maneviyat erlerini görmek ve onları ziyaret etmek, bunalan ruhlara hayat vermektedir. Vatan köşelerini, her gezişimde bu hakikatı kalbimin her zerresiyle duymaktayım. Anadolu'yu aydınlatanlar" dün olduğu gibi bugün de aydınlatmaktadırlar. Ümidimiz ve inancımız odur ki, bu maneviyat kandilleri kıyamete kadar nurunu bu şehit topraklarından eksiltmeyeceklerdir. Yüzyılların sinesine yerleşen bu nur çırağları, bu İslâm

milletinin karanlık yollarına ışık serpmektedirler. Bin yıl evvel Anadolu’yu İslâm’a vatan yapan onlardı. Ulu gazilere yol gösteren onlardı. Geçtikleri yerleri mamurelerle donatan onlardı. Kurşun kubbeleri merdiven yaparak Hakka kanat açanlar onlardı. Nurdan minarelerle Allah'ın şanını ilân edenler onlardı. Onlar, erenler, ermişler, kendilerini Hakka vermişler, bu ülkenin tapusu oldular, yapısı oldular. 1975 ilkbaharında bazı arkadaşlarla, şevk ve sevinç içerisinde memleketimizin zümrüt ormanlarından geçerek bu şehrimize gidiyorduk. Daha evvelki seneler de aynı gaye, aynı maksat için üç defa yine gitmiştik Kastamonu'ya... Her defasında Nasrullah Camiinin şadırvanlarında abdest alırken, aynı yerde abdest alıp, namaz kılan, sekiz senesini bu menfâda, bu gurbette, bu sürgünde, bu şehirde geçiren asrımızın Üstadını düşünürdüm. Yüksek kalesi, sakin cadde ve sokaklarıyla Kastamonu küçük bir Anadolu beldesidir. Üç Feyzi'den biri: Mehmed Feyzi Pamukçu Sizlere bu menzilden tanıtmak istediğim mübarek şahsiyet ise, Hacı Mehmed Feyzi Pamukçu Efendi'dir.

Uzun boylu, nuranî çehreli, ak sakalı ile Mehmed Feyzi Efendi Nur Risalelerine hizmet eden, Bediüzzaman'a gönül veren, ehl-i ilim ehl-i takva bir zattır. Nur manzumesinde Ahmedler vardır. Mehmetler vardır, Sabriler vardır, Tahiriler vardır, Feyziler vardır, Bu Feyzilerden birisi de Mehmed Feyzi'dir. Ahmet Feyzi Kul Hasan Feyzi Yüreğil. Mehmet Feyzi Pamukçu. 1912 yılında Kastamonu'da doğan Mehmed Feyzi Efendi, 1943'de Denizli, 1948'de Afyonkarahisar hapishanelerinde Üstad'ı ile birlikte bulunmuştu. Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında Türk Hakiminin Millet Adına Verdiği Kararlar-Ehl-i Vukuf Raporları ismi altında 1962 senesinde Avukat Bekir Berk'in neşrettiği kitabın 'Kaziye-i Muhakeme Denizli Ağır Ceza Mahkemesi' başlığı altında verilen bir beraat kararında kimliği şöyle takdim ediliyordu. "Kastamonu Müderris Atabey köyünden İzzet oğlu 1328 doğumlu 6.10.1943'den beri mevkuf, sabıkasız Mehmed Feyzi Pamukçu." Kendilerini muhtelif tarihlerdeki ziyaretlerimin sonuncusu 13 Nisan 1975 tarihinde olmuştu. Bediüzzaman'la olan beraberliğinin hatıralarını mezkûr

tarihin gecesinde geç saatlere kadar anlatmıştı. Bu notlara göre muhterem Mehmed Feyzi Pamukçu hatıralarını şöyle anlatmaya başlamıştı: Beni Nurlara celbeden 32. Söz olmuştu. İlk defa 1937 senesinde İstanbul'da Kastamonulu bir adam 'Kastamonu'ya bir hoca geldi' diye Üstaddan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu'ya geldikten bir sene kadar geçmişti ki, Üstadı tanımak şerefine erdim. Beni nurlara celbeden Otuz İkinci Söz olmuştu. Daha evvel Arapça bildiğim için Hizbü'n-Nurî'yi vermişti. Otuz İkinci Söz'ü okuduğum zaman yattığımda bir rüya görmüştüm. Büyük bir şose, hava ise sümbülî, alakaranlık. Kalabalık insanlar. Bu asrın vazifeli şahsiyeti geliyor. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyorum. Hışırtı devam ediyordu. Daha sonraki senelerde Üstad'la beraber tevkif edilip Denizli'ye gittiğimiz zaman aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi'deki Üstad'ın abası rüyadaki aynı aba idi... "Üstadın bir kerametini gözlerimle gördüm" Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım. İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad'la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad Fatiha diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan

gözümle Üstad'a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad'ın bir kerameti olarak bizzat müşahede ettim. "Üstad, herkesi kendi mertebesine hizmete sevk ve idare ederdi" Üstad kimini medh ü sena ile, kimini takdirle, kimini de takbihle idare etmişti. İşte bu idarecilik bir kemal alâmetidir. Herkesi kendi mertebesinde idare ederdi. İkinci Cihan Harbinde İstanbul'da yedi ay kadar ihtiyat askerliği yaptım. Fatih'te bulunmuştuk. Terhis olduktan sonra orada kalmak istiyordum. Kardeşiniz Tahsin (Aydın) bana mektup yazmıştı. Üstad mektubun altına şu notu kaydetmişti: Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said'i bilir. Yeni Said'in kardaşı Feyzi'yi aldatıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risale-i Nur razı değil!... " Bu notu kırmızı kalemle, yeni bir uçla yazmıştı, kendi hattıydı. "Üstad Fevzi'yi Feyzi yapmıştı" Üstad'la beraber hülasaten şöyledir:

bulunduğumuz

yılların

hatıraları

Eskiden ismim Mehmet Fevzi idi. Üstad, 'Mehmet Feyzi olsun' dedi ve öyle oldu. "Üstad, dağda hastalanmıştı"

Bir gün dışarıdan bir kadın, 'Hoca Efendi seni çağırıyor' diye bana bildiriyordu. Uykudan kalkarak kapıya baktığımda kimsecikler yoktu. Hemen kalkıp evine gittim. Fakat evde kimsecikler yoktu. Arkadaşlarla dağa gitmiş. Ben de dağa gittim. Üstad beni görünce, 'Nereden çıktın sen?' dedi. Ben de 'Siz çağırtmışsınız' dedim. 'Hayır ben çağırtmadım', dedi. Dağda hastalanmıştı. Ata binerek eve getirdik. "Yolda atın üzerinde bile Risale tashih ederdi" Mektupları ve risaleleri dağda veya evde tebyiz ederdim bazan da kendi ağzından yazardım. Atla dağa giderken yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı, hayvanın üzerinde eserler tashih edeceği zaman dizginini tutmadığımız halde at kendiliğinden dururdu. "Kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki camus geldi. İki-üç metre kadar yaklaştılar. Ben kortum ve telaşlandım. Namazdan sonra Üstad bana: 'Senin telaşın benim namazımı da teşviş etti' dedi." Üstad Bediüzzaman'la bulunduğu günleri hasretle anan Mehmed Feyzi Efendi, hatıralarını anlatırken dertleniyor: Demler o demler, zaman o zaman idi..." diyerek Bediüzzaman'la geçen mesut zamanlarını hasret hisleriyle anıyordu. "Arabî-Türkî kendi eserlerinin tamamını Üstad'a okudum"

Arabî ve Türkî kendi eserleri olan Risale-i Nurların tamamını kendisine baştan sona okudum. işte ben bununla iftihar ederim. Asiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Aşık'ın Mevlânâ Halid Hazretlerinden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm. Hayatta iftihar ettiğim bir husus da budur. Nurları köşe bucak saklardık. Beşinci Şua'yı kömürlerin içine saklamıştık. Tevhid Risalesinin ilk müsveddesini ise Vali Avni Doğan aldı. "Üstad'a en ziyade Avni Doğan eziyet ederdi" Üstad'a en ziyade sıkıntı veren Avni Doğan'dı. Vali Mithat onun kadar eziyet etmemişti. Mithat Altıok, İttihad ve Terakki fırkasında kâtipmiş. Üstad'ı o zamanlardan tanıyordu. Belediye Reisinin evinde Üstadla görüşmek istedi, fakat Üstad görüşmeyi kabul etmedi. "Fevzi, Kaza-i İlâhidir" Denizli hapsinden sonra, yeşille beyaz karışımı bir sarık sarmıştı. Pencereden bana şöyle seslenmişti : "Fevzi kaza-i İlâhidir..." Kastamonu'dan ayrılırken müddeiumumilikte (savcılıkta) ikindi namazını kılarak çıkmıştı. Giderken 'Allah’a ısmarladık' diye başlayan bir mektup yazmıştı. Polis müdürü, Şükrü Bey diye bir zattı. Mithat Altıok on

dokuz gün ifadem alınırken yanımda bulundu. İfadem alınırken Üstad'ı kastederek, 'Akşam evinde kırk baklava tepsisi vardı' diyorlardı. Ben de 'Yalan söylemeyin' diye cevap verdim. Bir yerde şöyle bir not bulmuşlardı: İstanbul'dan kitap geldi, kerameti gözüktü!' Bu kitapları kim getirdi diye çok sorup sıkıştırdılar. Bir akşam başkomiser gelip beni çağırdı. Ne yaptınız?' diye sordu. Ne yapacağız? Yatsı namazını kıldık...' Kim geldi?' Bilmiyorum, karanlıktı' diye cevap verdim. Ezanı kim okudu?' Ben okudum.' Bu ifadelerden sonra, rahmetli Emin Bey'e söyledim: 'Ben böyle dedim, şayet sana da sorarlarsa sen de böyle, söyle', dedim. Arapça mı okudun?' diye sordular. 'Evet' demiştim. 'Bunun suçu yoktur. Kendi evimde, kapalı yerde istediğim şekilde okurum.' Emin Bey ne sordularsa hepsini biliyorum, diye cevap vermiş.

Emin Bey'i, 'Yalan söylüyorsun' diye tokatlamışlar. "Çaycı Emin'in büyük bir ihlas ve sadakatı vardı" Çaycı Emin Bey, ümmî olduğu halde öyle bir sadakat gösterdi ki kemal-i ihlâs sahibiydi. Yüksek bir meziyeti vardı... Benden üstündü. İfadelerimiz alınırken kamış kalemle, demir uçlarla çeşitli yazılar yazdırdılar. Tâ ki ellerindeki kitapları kimin yazdığını tesbit edebilmek için... Vali Avni Doğan, alıp götürdüğü Risalenin aslını bir daha vermedi. Dosyamızın kalınlığı yerden bir sandalye yüksekliğinde olmuştu. "Üstad istidasını geri almıştı" Denizli'de Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey (Balaban) kademe kademe anfi gibi sıralar yaptırmıştı. Üstad hastalığını ileri sürerek 'mahkemeye gelemeyeceğim' diye istida vermişti. Sonra mahkemenin müsbet halini görünce 'İstidamı reddediyorum!' dedi. Reis: 'Ey Said Efendi, istidayı geri mi alıyorsun?' diye tebessümle mukabele etti. Bir celsede müddeiumumi Üstad'ın oturuşuna itiraz etti. 'Mahkemenin nizamını bozuyor' dedi. Ali rıza Efendi ise, 'Doğru oturunuz' deyince; Üstad 'hastayım' diye cevap verdi. Reis, müddeiumumiye dönerek: 'Hastaymış ne yapalım?

dedi. Sonra da 'Siz gidin istirahat edin' diye bir gardiyanla Üstad'ı gönderdiler. "Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi mektebe çevirdiler" Denizli'de, müddeiumuminin muavini adliye vekiline telgraf çekmiş: 'Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi bir mektebe çevirdiler!' diye. Üstad, 'Hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun' diyordu. Beylerbeyi Süleyman hapisten nasıl kaçmıştı? Hapishanede Beylerbeyli Süleyman Hünkar ve arkadaşları kaçmak istiyorlardı. Süleyman: 'Deve bile olsa ben yine buradan kaçırırım' diyordu. Üstada, 'hoca ammi' diye hitap ederdi. Daha sonraki senelerde (1948) biz Afyon hapsindeyken Süleyman hapisten kaçarak Kastamonu'ya Sadık Bey'in yanına gelmiş, bizleri aramış sormuş. Sadık Bey, 'Nasıl kaçtın' deyince: 'Üstadın Esmâ-yı Hüsnâ manzumesini Feyzi Efendi yazmıştı, onu muska yaparak kaçtım!' diye cevap vermiş. İdamlıklar nurlarla imanlarını kurtarmışlardı Hapishanede mahkûmlar bize dualar yazdırmak istiyorlardı. Delâil-i şerifi yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim bunu muska yaparak kaçmak istiyordu. Ben de 'Böyle şeylerle kaçılmaz. Eğer kaçılsaydı biz kendimiz kaçarız!" diye latife yollu cevap vermiştim. Daha sonra

İbrahim'i idam ettiler. Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Pislikten, kötü hayattan Kur'ân okuyarak, Nurları okuyarak kurtuldular. Bazılarını Kur'ân okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçarelerin hali? Üstad' yeni yazı ile Risaleleri yazın' deyince, bazıları itiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatle, 'Üstad ne derse o olsun' diyordu. "Nurcu ismini ilk defa Afyon'da duydum" Denizli'den sonra ise, 1948 senesinde Üstadla birlikte ilk defa bizi Afyon hapishanesine gönderdiler. Gece vakti tevkif ettiler. O zamana karşı Nurcu ismini duymamıştım. İlk defa Nurcu tabirini Afyon'da duydum. "Afyon'da hepimizi bir nezaret odasına koymuşlardı. Üstad bizleri, talebelerine göstererek: 'Bu on Said kadar hizmet etmiştir. Şu yüz Said kadar hizmet etmiştir!' diye iltifat ediyordu."

MEHMED MÜNİP YALAZ Kastamonu Belediyesinde uzun seneler hizmet etti. Bediüzzaman'ı 1937'de Kastamonu'da tanıdı. Belediye başkâtipliğinden encümen azalığına Yaşlı muhatabım, uzun seneler Kastamonu Belediyesinde çeşitli vazifelerde bulunmuş bir kimseydi. Belediye bakâtipliğinden, encümen azalığına kadar uzanan hizmet seneleri vardı. Bizim alâkadar olduğumuz, bu hizmet döneminin bilhassa 1936'dan 1943'e kadar uzanan zaman şeridi idi. Bu iki mezkûr tarihin arası, Bediüzzaman Said Nursî'nin Kastamonu'daki gurbet ve hicret yıllarıdır. İstanbul'un Bostancı semtinde sakin, emekli köşesinde hatıralarını şu şekilde anlatıyordu: "Belediye, Üstad'a yardıma karar vermişti" 1937 senesinde Bediüzzaman Efendiye kış mevsiminde

odun ve tahta parçaları gibi yakacaklar gönderiyordum. O senelerde belediye reisi olan Adil Yücebıyık, Bediüzzaman'a yardım için encümene teklif etti. Ben de encümenin tabii azasıydım. Encümen, ayda dokuz lira yardım yapılmasını karar altına aldı. Bu yardımın kendisine tebliğ vazifesini de bana verdiler. Bu vazifeyle Araba Pazarı'ndaki evine gittim. Karyolada oturuyordu. Mehmed Feyzi Efendi de kâtipliğini yapıyordu. Selamlaşmayı müteakip Bediüzzaman : Hoş geldin hemşerim!' dedi. Ben de : Hoş bulduk' diyerek hemen mevzuya girdim: Efendim Hazretleri, size belediyeden ayda dokuz lira maaş bağladılar. Bu durumu size bildirmem için beni memur ettiler.' Bediüzzaman bu teklifime aynen şu cevabı verdi : Hemşerim, ben Kastamonu'da ikamete memurum. Kastamonuluların misafiriyim. Belediye reisleri, beldenin reisleridir. Dışardan gelen misafirlere bakmak da belediyenin vazifeleri arasındadır. Bu paralarda tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı vardır. Be bu parayı alamam. Fakat kaldığım ev misafirhane kabul edilirse, ben de misafir olduğuma göre, bu paranın içinden sadece üç lirasını ödediğim kira bedeli olarak kabul edebilirim. Bahri Efendi'yi mutemet yapalım, o bu işi takip eder, ev sahibine

her ay üç lira kira bedelini götürüp verir. "Vedalaşmaya gittim" Münip Yalaz hatıralarını o günlerin ve o senelerin canlılığı içinde anlatıyordu: 1940 senesinde Ankara'ya memuriyetimi naklettirmek istiyordum. Vedalaşmaya gitmiştim. Bana dua etti. 'Hayırlısı ise olsun' demişti. On-on beş gün kadar ziyaretine gidememiştim. Bu vaziyetten de üzülüyordum. Evimiz Hisarardı semtindeydi. Köprüden geçince Bediüzzaman'la karşılaştım. Tam Keserci Osman'ın evinin önünde, at üzerinde dağdan geliyordu. Koşarak elini öptüm. Vallahi şu anlatacağım aynen vuku buldu: "Niçin üzülüyorsun, sen benim gönlümdesin, her zaman gelirsin. Niye üzülüyorsun, niçin hayıflanıyorsun?" Bediüzzaman böyle konuşunca şaşırdım kaldım. "Bediüzzaman'ın verdiği eserleri Vali muavinine vermiştim" Bana okumam için Eskişehir müdafaalarıyla, bir de kardeşinin oğlunun hazırladığı kendi tarihçesini vermişti. Vali muavini Bediüzzaman'ı çok merak ediyordu. Bu eserleri benden o istemişti. Verdim. Onda kaldı. Abidin Beyin, sonra vali olarak başka bir yere tayini çıktı. Kastamonu'dan ayrılıp gitti.

"Ona ilişenler hep cezasını gördü" Ona ilişenler hep musibetlere uğradılar. Bir polis vardı, Hâfız'dı. Bediüzzaman'ı takip eder, taciz ederdi. Sonunda hastalanarak öldü gitti. Elyakut köyünden olan bu Hâfız, Bediüzzaman'a yaptıklarının tokatını yedi. Onun en büyük meziyeti affetmek, bağışlamaktı. Onunla uğraşanlardan polis Safvet'i de, Vali Mithat Altıok kumar oynarken bastırdı. Safvet de rezil, kepaze oldu. Buna mukabil Bahri Çavuş isimli bir zat Bediüzzaman'a hizmet eder, iyilik ederdi. O da daha sonraki senelerde çok iyi günler gördü. Yine bu ibret hikâyelerinden birisi de, Bediüzzaman'ın mezarının nakil edildiği zaman Urfa valisi olan Necdet Yalçın, daha sonraki senelerde müfettiş iken Antalya'da içkiden öldü gitti. Bediüzzaman'ın dostları ise hep mesut oldular. İyi günler gördüler. "O kadar çağırdım, niye duymadın" Kastamonu yakınlarındaki Tepelice köyünden, Küçük şeyplerin Hilmi Bey(Erkal) Hacı İbrahim dağında bekçi idi. Bediüzzaman dağa çıktığı bir gün, 'Hilmi!... Hilmi!..' diye kendisini çağırıyor, fakat Hilmi Bey nedense duymuyor. O sırada ormanda çok şiddetli bir fırtına başlıyor. Hilmi Bey az sonra çıkageliyor. Fırtınanın şiddetinden Hilmi Bey telâş ve heyecanla Bediüzzaman'a sığınıyor. Bediüzzaman ise: 'O kadar çağırdım niçin duymadın?' diye Hilmi Beye

serzenişte bulunuyor. "Gönülden isteyerek göndermeyince" Bir kadın, bir çocukla Bediüzzaman'a at gönderiyordu. O da atla dağlara çıkıyordu. Bir gün kadın, içinden atı göndermek istemiyor. Çocukla atı gönderdiği zaman, Bediüzzaman atı kabul etmiyor. Bir daha da o atla dağa gitmiyor. "Belediye reisiyle ziyaretine gitmiştik" Belediye reisimiz Adil Bey'in babası vefat etmişti. Rüyasında babasını görmüştü. Bana Bediüzzaman'a yardım etmek istediğini söyledi. Beraberce gittik. Belediye Reisi Adil Bey, diye takdim ettim. Bediüzzaman: 'Rüyamda Kuddusî Beyi (Kuddusî Akay) Adil Bey'in hem eniştesi, hem de dayı çocuklarıdır zâbit elbiseleriyle gördüm' dedi. Adil Bey, yirmi beş lirayı Bediüzzaman'a hediye olarak vermek istedi. Bediüzzaman teşekkür ederek kabul etmedi. Adil Bey çok ısrar etti. Fakat Bediüzzaman teşekkür ederek kabul etmedi Çok fazla ısrarları üzerine Bediüzzaman yirmi beş liranın bir lirasını aldı. Kendisinin bezden ağzı büzmeli bir kesesi vardı. Kesesini açarak bir lira çıkardı ve Adil Bey'e hatıra olarak verdi. "Vali Muavini Feridun Çayır'ın Babası Üstad'ın dostu imiş" Kastamonu vali muavinlerinden Feridun Çayır'ın babası büyük bir âlimmiş. Babası ile Bediüzzaman eskiden

tanışırlarmış, dost ve ahbaplarmış. Feridun Bey'i arzusu üzerine Bediüzzaman'a götürmüştüm. Bediüzzaman ona: Evinize geldiğim zaman, bana kapıyı açan siz değil miydiniz?' dedi. "Aradan seneler geçmiş, belki rıkk-elli sene geçmiş. İzmir'de, çeşitli yerlerde memurluk yapmış, vali muavinliği yapmış, buna rağmen ilk girişte, tanışmazdan evvel Bediüzzaman hemen hatırladı."

ARAÇLI DELİ MÜMİN (MEYDANÎ) Efsaneler çok uzak zamanlara doğru uzayıp gitmektedir. Gas-Tumanna devrinden, Kastın nedir Moni'ye, oralardan Kastamoni, nihayet bu asırda Kastamonu... Bizim bahsini edeceğimiz efsane değil gerçektir, hikâye değil hakikattır. Bu kadim Anadolu beldesinin bir düzine ilçesi var. Bu ilçelerden birisi de Araç ismi ile söylenmektedir. Mümin... Deli Mümin... Mümin Meydanî.. Araçlı Deli Mümin... Mümin... ne güzel bir isim. İnanmış, iman etmiş, Müslüman bir kişi.. Fakat bizim Mümin, ismiyle pek müsemma değil..

Eşkiyalık, soygunculuk. Bunlar yetmiyormuş gibi bir kaç tane adam öldürmüş. iri yarı, çam yarması gibi, heybetli bir eşkiya... Kumar, içki Araçlı Deli Mümin'in günlük hayatının gayet normal işleri... Korkusuz, cesur bir insan. Bütün kötülüklerine, şerli işlerine rağmen, mert bir yüreğe sahip Araçlı Deli Mümin. Yiğit ve cesur bir insan. Kastamonu efelerinden bir namlı efedir Deli Mümin... Kastamonu ve civarı halkı Araçlı Deli Mümin'in şerrinden bizar olmuşlardı. Herkes ondan şikâyetçi, herkes ondan rahatsızdı. Araçlı Deli Mümin'in esamesinin okunduğu yıllarda Kastamonu'da bir Ulu Sultan yaşıyordu. Bu gönüller Sultanı, kalplerde yaşıyordu. Vicdan ve gönüllere hakim olmuştu. Mektebini, medresesini gönüller üzerine kurmuştu. Çamurdakileri tutup, temiz iklimlere götürüyordu. Vicdanların, imanların yangınında masumları kurtarmak için kendisini feda ediyordu, ateşlerin içine atıyordu. Vazifesi bu idi. Dünyaya gözlerini açtığı anda bu yüceler yücesi vazifenin şuuru ile doğmuştu sanki.

Kastamun'daki gurbet günlerinde de, nice düşkünleri, düşmüşleri kurtarıyordu. Şefkatli eli herkese uzatıyordu. Bu yangından, bu kızıl alevlerden kimleri kurtarmamıştı ki? Elbette günün birinde bu şefkatli el, Araçlı Deli Mümin'in de imdadına ulaşacaktı. imanların kurtarıcısı, Sultan'ın ulu himmeti Araçlı Deli Mümin'in de gönlünü sarmıştı. Isınıyordu Mümin günden güne, İsminin gerçek müsemmasını bulacaktı Mümin. Çünkü Bedi Sultan, Deli Mümin'e nazar etmişti. Deli Mümin artık Veli Mümin olacaktı. Kastamonu'da Gönüller Sultanının hizmetine bakan Van yaylasının Yemen Bey'i de, bu hizmetin şerefi ile Emin Bey olmuştu. Seher vakitleri kalkar. Üstad'ının mütevazı evine gider, sobasını yakar, evini süpürür, hizmetlerini görürdü Emin Bey.. Yine böyle bir yüce hizmetin zevkiyle, bir seher vakti kalkmış gelmişti. Kapıyı açacaktı. Fakat karanlıkta kapı önünde bir karartı gördü. Az daha yaklaşınca bu karartının bir insan olduğunu farketti. Biraz daha yaklaşıp, baktı Emin Bey. Hayret hayret içindeydi Emin Bey... Kapıda yatan, iki büklüm olmuş vaziyette, kıvranmış, uyuyanın Araçlı Deli Mümin olduğunu anlamıştı. Yine gözleri şimşek şimşek Emin Bey hayretler içinde

kolundan tutup ayağa kaldırdığı Mümin'e soruyordu: Sen ne arıyorsun burada? Niçin geldin buraya? Yine mi çok içtin? "Kimin kapısında kimin eşiğinde olduğunu biliyor musun?" Araçlı Deli Mümin nerede, hangi makam ve mevkide olduğunun şuurunu taşıyordu. Hangi eşiğe yüz sürdüğünü biliyordu. Ulu dergâhın idraki içindeydi. Araçlı Deli konuşuyordu:

Mümin

inleyen,

yalvaran

bir

sesle

Ben tevbe ettim! Bana dua edin! "Beni de talebeliğe kabul edin!..." Emin Bey eski tabirimizle, umurdîde bir kimseydi. Çok görmüş ve geçirmişti. Bu sebepten hâdiseyi hemen Üstad'ının katına ulaştırdı. Gönüller Sultanı : Beni kardaşım" diyerek Araçlı Mümin'i de almıştı yüce katına. Kabul etmişti. Mümin'i ulu kapıya.. Kurtulmuştu Araçlı Deli Mümin. İçkiden, kumardan, cinayetlerden elini eteğini çekmişti artık o. Çünkü

Mümin'di artık. mübarek el..

Kurtarmıştı

Mümin'i

yangınlardan,

Gönüllerin Fatihi, milyonlarca Mümin'i kurtardığı gibi Araçlı Deli Mümin'i de kurtarmıştı. Kendisine talebe olarak kabul etmişti: Nur Talebesi....

İBRAHİM MIRMIR 1905'de İnebolu'da doğdu. Bediüzzaman'ı Kastamonu'da tanıdı. 1943'de Denizli'de Bediüzzaman'la birlikte hapis yattı. 1977'de Mekke'de vefat etti. "İnebolu'nun gül bahçelerinde dolaşıyorduk" Ak saçları gibi palabıyıkları da ağarmıştı. Yetmiş yaşlarında olmasına rağmen, yaşını pek göstermiyordu. Doğum tarihini sorduğumuzda 1905 yılını söyledi. Sorduğumuz meseleleri pek Sadece gözlerinin içi gülüyordu.

cevaplandırmıyordu.

Şu İnebolu, ne mübarek bir vatan parçasıydı. Bahar çiçeklerinin vatan sathını sardığı bir mevsimde, genç üniversiteli arkadaşlarımla İnebolu'nun gül bahçelerinde dolaşıyorduk. Bu seyahat ve ziyarette İnebolu'nun ak saçlı, genç ruhlu Nur Talebeleri ile beraber olmanın mutluluğuna ermiştik. Nur Risalelerinin o ebedî kuruluş reçetelerini tatbik edip, Anadolu'nun sinesine kök salan, o bahtiyar Nur Talebeleriyle dostluk ve arkadaşlık ettin mi, işte o zaman

mutlusun, mesut ve bahtiyarsın! Bu mutluluk ile kanatlanmıştık arkadaşlarımızla.. Bu bahtiyarlıkla Ilgaz dağlarını bir turna gibi aşmıştık. Bu mesut iklimlerin insanlarıyla sarmaş dolaş olmuştuk. İnebolu Nur Talebeleri bizi kırk yıllık ahbap gibi karşılayıp ağırlamışlardı. Denizli hapsinde Bediüzzaman'a yâr olan, İnebolu, yâranı, yıllarca sonra bizleri bağrına basmışlardı. Bunlardan Çelebiler, Fakazlılar, Gülcüler, Ziya Dilek Beyler, Burgazlar, Salih Efendiler ve Büyük İbrahim gibi nur simalı, aydınlık çehreler.. "Büyük İbrahim ismini nasıl almıştı?" Büyük İbrahim Mırmır Efendiye niçin "Büyük İbrahim" dendiğini sorduk. Sade ve sakin şunları söyledi: "Denizli hapsinde Üstad Hazretleriyle birlikte yatmıştık. Bir mahkeme dönüşü Üstad bana, 'Sen Büyük İbrahimsin' dedi. Fakazlı İbrahim Efendiye de Küçük İbrahim isimlerini verdi." O günlerden bugünlere bir çok şeyler anlatmak istiyordu. Ama anlatamıyordu. Gönülden konuşuyordu, kalpten anlatmak istiyordu. Gülen gözlerinden neredeyse yaşlar boşanacaktı. Bu

esnada tatlı dille, hoş sohbet Ziya Dilek Bey söze karışıyordu. Büyük İbrahim'e: "Sus, sen anlatma, şimdi ben konuşacağım, sen benim anlattıklarımı tasdik edeceksin. Sen sadece dinle, anlattıklarımın doğru olup olmadığını söyle, tasdik veya tekzip et.." dedi. Büyük İbrahim, gülen gözlerle, "Peki.... peki..." diye kabul etti, kendisine yapılan teklifi. Kalın ak bıyıklarının altından gülüyor, yetmiş yaşındaki o mübarek gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Güldükçe gençleşiyordu o temiz ve saf kalpli Nur Talebesi. Biz ise bu saf insanın konuşmasını istiyorduk. Ne olursa olsun birazcık da kendisinin anlatmasını istiyorduk. Israrımızı cevapsız bırakmadı. Nur'un mübarek talebesi... Üstad'la ilk tanışması 1937 yıllarındaydı zannediyorum. Kastamonu'da bir hayvan alma işimiz vardı. Onu mesele yaparak gittim. İlk gittiğim gece bir otelde yattım. Sabahleyin Nasrullah Camii şadırvanında kahvecilik yapan Emin Efendi'nin yanına gittim. Beni Üstad'ın yanına götürmesini söyledim. Cevaben, 'Seydi Hafız var, onunla beraber gidersiniz' dedi. Onun olmadığını söyleyerek, 'hemen gideceğim' dedim. Üstad'ın yanına gittiğimde kitaplarıyla meşgul oluyordu. Risale tashih ediyordu. Yanına varınca Nazif Çelebi'yi sordu. 'Nazif ne yapıyor? Kitap vereceğim sana götürür

müsün?' dedi. Ben de götürebileceğimi söyledim. Kalktı, kitapları aldı, bir çimento torbasına koydu. 'Bunları Nazif Efendiye götür' dedi. "Denizli hapsine gittiğimizde de bana Büyük İbrahim ismini verdi." Bunları anlattıktan sonra yine gülen gözlerle bakıyor ve susuyordu. Üstad'a hakaret eden bakkalın başına gelenler O susarken bizim tatlı sohbetli Ziya Dilek bey hiç susar mıydı? Bakın size bunun işini anlatayım" diye başladı yine söze... Denizli Hapishanesinde bakkaldan bir alış-veriş yapmış. Bakkal kendisine kızmış 'Siz zaten doğru dürüst bir kimse olsaydınız buraya düşmezdiniz' diye hakaret âmiz konuşmalarda bulunmuş. Koğuşa üzgün ve mahzun bir şekilde gelen İbrahim Efendi başından geçeni anlattı. Şimdi ben dua yapacağım, siz de âmin deyin, diye bizim de duaya iştirak etmemizi söyledi. Ellerini açtı, başladı yalvarmaya: Yarabbi, sen bu adamı da bizim yanımıza getir!' Yaptığı duaya biz de can u gönülden âmin diyorduk. Bir gün sonra bakal bir olaydan sonra, tevkif edilerek hapishaneye yanımıza gönderildi. Biz henüz bir şey

demeye, bize yaptığı hakaretlerden dolayı buraya düştüğünü söylemeye fırsat bile kalmadan emir gelmişti Üstad'dan: "Sakın, o adama bir şey demeyin, karışmayın!" Büyük İbrahim, bu anlatılanlara gülen gözlerle iştirak ediyor, baştaki anlaşma üzerine evet diye başını sallayarak kabul ediyor, teyit ve tasdik ediyor. Büyük İbrahim (Mırmır) hacca gitmişti. 17 Kasım 1977 günü Mekke'de, Nur şehrinde mübarek ruhunu sahibine teslim etmişti.

DADAYLI HALİT BEY (Halit Akmansü) Atâ Kulaksızoğlu'nun anlattıkları: Mustafa Runyun Hoca, 1952'de İstanbul'da bulunan Bediüzzaman'ı Kastamonulu tüccarlardan Atâ Kulaksızoğlu ile ziyarete gittiklerini anlatmıştı. Bu bilgiler üzerine Atâ Kulaksızoğlu'nu Göztepe'deki evinde ziyaret edip, görüşüp hatıralarını dinlemiştim. Atâ Kulaksızoğlu bize şu bilgileri vermişti: Babam Kastamonu'nun kazası Devrekârani'de müderristi. Rahmetli babam H. Osman Kulaksızoğlu 1974 yılında 92 yaşında vefat etti. Üstad kendisine 'Seni medrese nâmına kabul ediyorum' demişti. 1937 yılında askerlik yaptıktan sonra dükkân açtım. Harput'a pamuk almak için gitmiştim. 1938 idi. Elazığ'da, Kastamonulu olduğumu öğrenince bana hürmet ediyorlar, 'Efendi Hazretleri sizin memleketinizde' diye sevgi ve alâka gösteriyorlardı. Elazığ dönüşü Çaycı Emin Bey vasıtasıyla Üstadı ziyaret edip ellerini öptük.

Kastamonu Müftüsü Hazım Efendi, hoca Tevfik Efendi ve babam, Hüsnü Ballı'nın evine davete gitmişlerdi. Araba Pazarı semtinde karakolun önünden geçerken müftü, Üstad için "Zavallı âlim, adamcağız bir mumla karanlıkta burada oturuyor' diye bahsedince babam 'Bediüzzaman burada mı? Yarın ben ziyaretine giderim' diyor, 'Bediüzzaman altı aydır burada, yanına gidip de başına iş açma' diyorlar. Hacı Tahir'in Hafızı nâmında dindar bir zat vardı. Ona müracaat ettik. 'Delâlet buyur, babamı Üstada götür' dedik. Arkadan, kale kapısı tarafından gittik. Üstad, babamı sarıklı görünce çok sevindi. 'Sen benim kardaşımsın, bütün dualarımda seni hissedar edeceğim' diye buyurdu. Sonra babam bir kilim aldı, odasına serdik. Kat'iyyen kabul etmedi. Sonra, emanettir, deyince sesini çıkartmadı. Daha sonraki senelerde Ramazan ayında evi bastılar. Aradılar, taradılar, 'İrticaya âit bir şey bulunamadı' diye rapor tuttular. Bizim Devrekâni'deki evi de aradılar. Bizde sadece İslâm yazısı ile yazılmış eserler vardı. Onlara da dokunmadılar. Babam zaptı imzalamak istemişti. Denizli'ye giderken kilimi Üstad iâde etmişti. Babam yemek götürmüştü, sahura kadar Üstadla sohbet etmişlerdi. Daha sonraki senelerde Üstad İstanbul'da iken, 1952'de Mithat Çallı ile Fatih'teki Reşadiye Otelinde Üstadın ziyaretine gittik. Arabamızı Üstada verdik, şoförle İstanbul'un muhtelif semtlerini gezdiler... Bir ara babam Emirdağ'a Üstadın ziyaretine gitmişti. Üstad babamla İstanbul'a kayısı reçeli göndermiş,

'Ahbaplarınızla taksim edersiniz' diye söylemiş. Fatih Başimamı Hafız Ömer Efendi, Ömer Nasuhî Efendi, Seyyid Şefik Efendi, Mithat Çallı ve Dadaylı Halit Beyi (Akmansü) babam dâvet etti. Babam Üstadın selâmlarını bildirdi. Reçeli taksim ederek dağıttı. Birer parça teberrüken yediler. Üstad babama çok alâka ve iltifat ediyor: 'Altı aydır bir hoca gelip beni ziyaret etmedi. Seni kardeş kabul ettim' diyor. Bir Kadir Gecesi, teberrüken Hazretlerinin cübbesini giydiriyor.

Mevlâna

Halid

"Kastamonu'da Dadaylı Halit Bey (Akmansü), Araba pazarı semtinde Üstada yakın bir evde oturuyordu." Dadaylı Halit Beyin Dr. Ziya Göğem'e mektubu Daha sonraki zamanda Atâ Kulaksızoğlu'nun verdiği bilgi ve tarif üzerine Dadaylı Halit Beyin yeğeni Dr. Ziya Göğem'in hanımını ve çocuklarını ziyaret ettim. İstiklâl harbimizin muzaffer kumandanlarından olan Kurmay Albay Halit Akmansü hakkında kıymetli hâtıralar alarak tesbit ettik. Halit Bey, Ankara'daki Dr. Ziya Göğem'e yazdığı 24 Aralık 1948 tarihli mektubunda şunları ifade ediyordu: Emekli öğretmen Hasan Beyi tanırsın. Onun büyük oğlu Dr. Hakkı Beyi de bilirsiniz. Hakkı Bey Sivas'ta doktordu.

Bu tanışma sebebiyle Faik Bey mektubunda Hakkı Beyin mevkufen Ankara'ya sevk edildiğini bildiriyor. Babasının siyasî bir hadisesi buna sebep olmuş diyor. Aldığım malûmata göre, hadise şudur: Bediüzzaman Said Nursi Kastamonu'da dört seneden fazla ikamete memuren bulundu. O zamandan beri Emirdağ'da oturmaktaydı. Son zamanlarda serbest geziyordu. Aldığım malûmata göre, dinî propaganda yapması yüzünden yine hükümetçe tevkif edilmiş. Afyon'da muhakeme altına alınmış. Bazı taraftarları da tevkif olunmuş. Evinde araştırma yapmışlar. Bazı evrak ve mektuplar almışlar. Bunun neticesi olarak. Bediüzzaman Bitlislidir. Birinci Cihan Harbinde bir Milis alayına kumanda ederek Ruslara muharebe etmiş, yaralanmış, esir düşmüş, fıtraten gayet zekî, eski medrese tahsilini on iki sene yerine üç senede ikmal etmiştir. Dinî malûmatı gayet geniştir. Londra'daki Anglikan Kilisesinin suallerine cevap vermiştir. Gayet müttaki, zâhid, âbid, mücahit, fevkalâde cesaret-i medeniye sahibi bir zâttır. Riyazet-i bedeniye ile, ibadetle, dinî risaleler yazmakla, irşadatla ömrünü geçirir. Türklerin Gandi'si denebilir. Şâfiü'l-mezheptir.. "Hasan ve Hakkı Beyler de kurtulurlar. Fakat biraz üzüntü çekerler. Tolstoy demiş ki: 'Bir üniversiteli hapishanede yatmadıkça üniversiteyi ikmal etmiş olmaz. ' Biz orasına makam-ı Yusuf deriz. Karabekir Paşa yüzünden ben de burada bir gece mevkuf kalmış, siyasî birinci şubede isticvap edilmiştim... Bu izahatı verdikten sonra sizden ricam, Dr. Hakkı bey hakkında göz kulak olmanızdır.

Hakkı, elmas gibi bir çocuktur. Babasının saflığı yüzünden bir kahra uğraması onu ye'se düşürür..... Kendinize sûizan davet etmemek üzere, elden geldiği kadar Hakkı Beyin halâsına himmet sarf etmenizi yüksek vicdanınızdan beklerim. Meclis açık olsaydı, bazı tanıdık mebuslara..." İstiklâl Harbinin muzaffer kumandanı Halit Akmansü, yeğeni Dr. Ziya Göğem'e yazdığı l Nisan 1948 tarihini taşıyan mektubunda ise şunları ifade ediyordu. Bediüzzaman şeyhlik iddiasında değildir. Nur risalelerinin birinde, 'Şimdi iman tehlikededir, tarikatla iştigal etme zamanı değildir. İmanı kurtarmaya çalışalım' der. Bütün risalelerinde buna göre yazı yazar. Bu da ispat eder ki, Hasan Beyin tarikatçılıktan maznun olmasına ihtimal verilemez. Oğulları neden tevkif edildi. bilemiyorum. Gerek Hakkı, gerek Hüsnü vatanperver, halûk âkıl gençlerdir. Babalarına çok mütîdirler.... O gençlerin bu hasletine binaen, babalarına imtisâlen onunla muhabereye tevessül etmiş olmaları da hatıra gelir. "Bediüzzaman yetmiş altı yaşlarında, ihtiyar, riyazet-i bedeniye ile yaşar bir zâttır. On parası, silâhlı bir aşireti yoktur. Ondan bir darbe-i hükümet beklenemez. Fakat ne diyelim. Bizde devlet idaresinde vehim ve vesvese hükümran, İnkilâplar da bu vehim, zulmü davet eder. Bunun için âkılâne hareket etmeli, şu ve bu propagandaya, hissiyata kapılmamalı. En sâlimi, siyasetle iştigal etmemeli.... Yalnız, tahsiline sekte vereceğinden Hüsnü'ye, istikbaline bir sû-i zan tehlikesi sürüleceğinden Hakkıya

acıyorum. Sizce de başka bir teşebbüse, alâkaya lüzum yoktur. Ankara'da siyasî cereyan çoktur. Siyasî temaslardan çekininiz. Kendi vazifeniz ve güzel mesleğinizle meşgul olunuz..." Dadaylı Halit kimdir? Yunan Başkumandanı General Trikopis ve ikinci Kolordu Kumandanı General Dijennis ile On Üçüncü Tümen Kumandanı Albay Vandelis'le 391 subay, 4385 eri esir alan Beşinci Kafkas Tümenimizin komutanı, Erkân-ı Harp Miralayı (Kurmay Albay) rahmetli Halit Akmansü. Halit Bey 1884'de Kastamonu'nun Daday ilçesinin Kelebek köyünde doğdu. Halit Bey, baba soyu olarak Hatip İsâ oğullarındandı. Annesi, Daday merkez kazasında Evniye medresesinin sahibi, devrinin tanınmış din ve ilim üstadlarından müderris Hüseyin Vehbi Efendinin kızı Necibe Hanımdı. Kastamonu Askerî Rüştiyesi ve Bursa İdadîsinden sonra 1903-1906' Mühendishane-i Berr-i Hümâyunu başarı ile bitirdi. 1906'da sınıfının ikincisi olarak, mülâzım olarak orduya katıldı. 1909'da kurmaylık ihtisasını başarı ile yaptı. 25 yaşında Kurma Yüzbaşı rütbesi ile Havran isyanı, Kerek ayaklanması gibi o tarihlerde imparatorluğumuzun başlıca dertli bölgelerinde hizmet gördü. Birinci Dünya Harbinde, Kanal seferinde, Irak cephesinde, Selmânıpak muharebelerinde, Altıncı Ordu Harekât Şubesi Müdürü olarak vazifesini başarı ile yaptı. 1918 Temmuz'unda

Almanya'ya gitti. Dönüşünde Altıncı Ordu Kurmay Başkanı olmuştu. Müterakede On Üçüncü Kolordu Erkân-ı Harbiye Reisi olarak, millî mücadelenin en buhranlı ve tehlikeli hadiselerinden Ali Galip ihâneti ile, İntellijans Servisinin ünlü kişisi Binbaşı Noıell'in tahriklerini tasfiye eden cesareti, himmetli Halit Bey gösterdi. İstiklâl Savaşımızın ilk senelerinde hayatî değeri olan ve teknisyen kadrosu tamamen yabancılardan ibaret şömendöferleri 'Demiryolları Umum Müdürü' olarak başarı ile idare etti. Daha sonra bu vazifeye ve Nafia Vekâletine gelen rahmetli Behiç Erkin, hâtıralarında Halit Bey için 'Hiçbirimiz onun yaptığını yapamazdık' diyor. Sakarya'da üçüncü, Büyük Taarruzda Beşinci Kafkas Tümenleri komutanı olarak, cephenin en tehlikeli mihraklarında dövüştü. Zaferden sonra Halit Bey, memleketi olan Kastamonu'dan milletvekili seçilerek siyâsi hayata girdi. Halit Beyin politika faaliyeti, müstakil, hür fikirli, temel meselelerde kanaat sahibi bir insanın mert, cesur, pervâsız tecellîleriyle doludur. Demokrasiyi, cumhuriyetle beraber kurmak fikrinin tatbik arzusu olan ve çatısında millî mücadele öncülerinin büyük kısmını toplayan Terakkîperver Cumhuriyet Fırkasına Halit Bey de katıldı. Fırkanın mahkeme kararıyla kapatılma hadisesinin de etkisi ile olacak, benimsediği yoldan gayrısında o günlerini politikasını bulamama idraki içinde 16 Ocak 1929'da isteği ile askerden ayrıldı. Kadıköy'deki evine çekildi. Henüz 45

yaşındaydı. "10 Şubat 1854'e 69 yaşında hayata gözlerini kapadı." Dr. Bnb. Hakkı Güranlı Bey İstiklâl harbinde Yunan Başkumandanı Trikopis'i esir eden Dadaylı Halit Akmansü ve Devrekânili Atâ Kulaksızoğlu'nun Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarında ismi ve bahsi geçen, 1948'de Afyon hapsinde bulunan Dr. Bnb. Hakkı Güranlı Beyefendi ile ilgili olarak Rahmi Erdem bize şu mektubu yazmış bulunmaktadır: Muhterem Necmettin Bey, 28 Aralık 1981 tarihli Yeni Nesil'de yayınlanan,'Röportaj-Araştırma ve İnceleme' yazısında, Türk ordusunun kahraman subaylardan Dadaylı Halit Akmansü'nün mektuplarında bahsi geçen Dr. Hakkı Güranlı ismini görünce hayalim 1960 yıllarını ister istemez gitti. Yirmi iki senedir aramızda olmayan isimsiz bir Nur talebesine vesile-i rahmet olması ümidiyle bu mektubu size yazmayı vazife telâkki ettim. Dr. Bnb. operatör Hakkı Güranlı beyle 1960 senesinde Çorlu'da Kolordu Askerî Hastahanesinde tanışmak nasip oldu. Ben o sene V.Kolordu da vatanî vazifemi ifa ediyordum. ankara'dan Salih Özcan haber göndermiş. 'Dr. Hakkı Bey Çorlu'ya tayin oldu, onunla tanışın' diye. Bir gün mesai saatinin bitiminde servis arabasıyla şehre avdetimizde, muayenehanesine giderken yolda karşılayıp

tanıştık. Fevkalade mütevazi, halim selim, kibar bir zâttı. Büyük bir yakınlık ve muhabbetle bizi karşıladı. Hemen geçmişten, hatıralardan bahsettik. Babasının emekli bir öğretmen olduğunu, Hazret-i Üstadın Kastamonu'daki ikameti esnasında ona intisabı ve Nur'lara hizmeti olduğunu, kendisinin askerî Tıbbıyide son sınıfta okurken, Mülkiye mektebinde okuyan kardeşi ile birlikte Hazret-i Üstada bir sevgi ve bağlılık mektubu yazdıklarını, bu mektup üzerine Afyon Mahkemesine sevk edildiklerini, ilk sorgularından sonra Allah'ın lütfu üzerine serbest bırakıldıklarını ifade eden Dr. Bnb. Hakkı Beyle, mukayyed askerlik şeraiti içinde, hastalık münasebetiyle iki-üç defa görüşebildim. "Yalnız hastanede hastalarıyla harika bir şefkat-i İslâmiye ile ilgilendiğini müşahede ettiğim ve hattâ geceleri âcil hallerde kendisine müracaat eden sivil hastalarına dahi askerî hastanenin ameliyathanesini açıp gerekli tıbbî müdahâle ile onların hayatlarının kurtulmalarına büyük bir nezaketle vesile olan Dr. Hakkı Güranlı Beyin, terhisimizden tahminen bir ay sonra 1960 yılının Haziran veya Temmuz aylarında Çorlu'dan bana postalanan bir mahallî gazetede Çorlu-İstanbul yolunda çocukları ile birlikte bir trafik kazasında Allah'ın rahmetine kavuştuğunu ve Çorlu'luların büyük bir alâkası ile son vazifelerini ifa ettiklerini büyük bir teessürle okumuştum. Ruhuna binler Fatiha'lar."

TAHSİN AYDIN (1917-1981) 1917'de Siirt'in Tillo nahiyesinde doğdu. Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen Fakirullah'ın torunudur. Sultan Memduh'un oğlu Nur Hamza dedesidir. Babası eski Siirt meb'usu Şeyh Nasreddin'in oğlu Şeyh Tevfik'tir. Şark sürgünlerinden olarak Kastamonu'da bulunurken, Bediüzzaman'ı tanıyıp hizmetinde bulunmuştu. Kastamonu Lâhikası'nın 18. sayfasında ismi geçmektedir. 1981'de Urfa'da vefat etmiştir. Görüşmemiz mülakat tarzında oldu. Marifetnâme'nin yazarı İbrahim Hakkı'nın müridi. Tillo'da medfun Fakirullah lHazretlerinin evlâtlarından oluyorsunuz. Tillo'dan Kastamonu'ya niçin gitmiştiniz? Aile ve akrabalarımızla bizi 1938 yılında Kastamonu'ya sürgün olarak göndermişlerdi. Kastamonu'nun

hangi

mahalle

ve

semtinde

kalıyordunuz? Kastamonu'nun Hepkebirler Mahallesinde oturduk. Üstad Bediüzzaman'la nerede tanıştınız? Evine ziyaretine gitmiştim. Elini öpmek şerefine erdikten sonra, her gün yanına hizmetine koştum. Üstad Bediüzzaman oturuyordu?

nerede

ve

nasıl

bir

yerde

Kira ile, karakolun karşısındaki bir evde oturuyordu. Bizim gibi o da göz altında bulunduruluyordu. Hemen her gün ikindi namazından evvel gider, beraber namaz kılardık. Akşama kadar kalırdım. Bazan yemek yediğim de olurdu. Bir kere ikindi namazından sonra kalkmıştım. Feyzi ve Emin de vardı. Oturmamızı söyledi. Bize ikramlarda bulundu. Bize tereyağı çıkarttı. Kastamonu'nun kabağı meşhurdur. Kabak çıkarttı. Somun ekmeği getirdi. Yemeği üçe böldü, bir tahta masanın üzerinde Kur'a çekti. 'Haydi başlayın' dedi. Birlikte yedik. Baktık, kapı çalındı. Emin'e 'Git kapıyı aç dedi.birisi, elinde iki ekmek, biraz kabak,birazda tereyağı ile geldi. Üstad bize, Bakın, işte sizin burada rızkınız var. Bunlar size geliyor" dedi. "Siz Nur hizmetinde bulunduğunuz için buradan istihkak geldi" diye buyurdu. Hizmetinde bulunan talebelerden isimler verir misiniz? Mehmed Feyzi, Emin, Hilmi ve Taşköprülü Sadık. Ayrıca civardan gelenler de olurdu. İnebolu'dan bir çok

kimseler, bu arada baba-oğul Çelebi'ler vardı: Selâhaddin ve Nazif Çelebi. Üstadın hizmetinde bulunurken risale de yazdınız mı? Çok yazı yazdık. Bazan tashih işlerinde çalışırdım. Bazan kendi söyler, biz de yazardık. Çalışırken bize çay ikram ederdi. Üstadın evi tahtaydı. Bazan evindeki bir deliğin ağzına fare gelirdi. "Bak, yemek istiyor" diye, ne yiyorsa, ondan bir parça da farenin deliğinin yanına kordu, fare onları yerdi. Ne yerse fareye de illâ ikram ederdi, "Bu bana ders veriyor" derdi. Üstada gittiğiniz zaman bir şeyler görüyor muydunuz? İkramda bulunuyor muydunuz? Üstad hiç hediye kabul etmiyordu. Bir defasında biraz rahatsız olmuştu. Evde memleketimizin meşhur yemeklerinden perdeli pilav yaptırdım. Gördüğünde "Bu nedir? Sen benim hiç hediye kabul etmediğimi bilmiyor musun?" deyince, "Efendim, bu Fakirullah Hazretlerinin hediyesidir" diye cevap verdim. O zaman "Keçeli, keçeli" diyerek yemeği kabul etmişti. "Fakirullah olunca ben geri çeviremem" demişti. Bu yemekten bir hafta sonra bana: "Yahu, bu yemek çok hoştur, bir hafta kadar bana yetti" demişti. Kastamonu Belediye Reisi sık sık Üstadı ziyaret ediyordu. Vali Mithat Altıok da Üstadla görüşmek istemişti. Fakat Üstad onu kabul etmedi, 'Ben validen bir şey istemiyorum' diyordu.

Belediye Reisiyle sık sık görüşürdü. Belediye Reisi Nur talebelerini de severdi. Üstadın yanına gelen, şapkayla içeri girmezdi. Biz de usûlen külâhla giderdik. Bir gün külâhımı evde unutmuştum. Yanına başı açık girmiştim. Yedek bir sarığı vardı, onu başıma koydu ve öylece birlikte namazı kıldık. Bir kere de Mevlânâ Halid Hazretlerinin cübbesini bana giydirdi. "Bunu bana hapishane müdürünün hanımı Asiye hediye etti" diyordu. Kastamonu hapishanesinin müdürü Tahir Bey, Mevlâna Halid'in talebelerinden Küçük Âşık Mehmed'in torunlarından Asiye Hanım'ın kocasıydı. Kastamonu'da Üstad Bediüzzaman'ın kaldığı evin az ilerisinde, İstiklâl Harbi kahramanlarından, Yunan kumandanını esir alan, Kurmay Albay Dadaylı Halid Beyin (Akmansü) evi vardı. Halid Beyin kızı ise fabrikatör Hamdi Beyin hanımıydı. Bu hanım yanında bir başka hanımla birlikte Üstadın ziyaretine gelmişlerdi. Halid Beyin kızı da Üstada bir tabak muhallebi getirmişti. Ayrıca bir zarfın içinde babasının gönderdiği bir miktar para vardı. Paranın miktarını bilmiyorum. Üstad bana hitaben, "Benim dişlerim düşmüş, iyice anlatamıyorum, sen arada vasıta ol ve anlat" demişti. Halid Beyin kızı, "Talebelerine vermek üzere bir miktar para ayırmışım" dedi. Üstad ise, "Hanım kızım, evet, Halid Bey benim ahiret kardeşimdir, kahraman askerlerdendir. Fakat para almak bizim âdetimiz değildir. Bizim bu âdetimiz bozulmasın, buna sen sebep olma!" diyerek,

paraları almadı ve kabul etmedi. Halid Beyin kızı çok ısrar etti. Bunun üzerine Üstad, "Bak hanım kızım, Halid Beyin hatırı için bu tatlıyı kabul ediyorum. Fakat parayı kabul edemem. Bu âdetim değildir. Bu âdetimizi bozmaya sen sebep olma" diyerek Halid Beye tekrar tekrar selâm gönderdi. Şevket Bey ve Ahmed Hamdi Akseki Kastamonu'da Üstadın komşusu Şevket isminde bir zat vardı. Bu zat Üstadın komşusu olmakla beraber, hiç Üstadın ziyaretine gelmemişti. Kendisi tüccardı. Görüşmemizde şunları anlattı: "İstanbul'a iş için gittiğim zaman, tatil için Yalova'ya da gitmiştim. Yalova'daki bir otelde çok kalabalık ziyaretçilerin gelip gittikleri bir oda dikkatimi çekmişti. Sorduğumda bana Aksekili Ahmed Hamdi Efendi olduğunu söylemişlerdi. Ben de ziyaretine gittim. Elini öptüğümde nereli olduğumu sordu. Ben de 'Kastamonuluyum' dedim. Bana hemen yer göstererek oturttu. Ziyaretçiler azalınca bana, 'Kastamonu'da bir zat vardır, seni onunla hiç görüştün mü?' deyince hiç görüşmediğimi söyledim. Komşumuz olduğunu, fakat hiç görüşmediğimi söyledim. Hamdi Efendi bana 'Hata etmişsin, hata etmişsin' diye sitemler etti. Benim, Bediüzzaman'ın komşusu olduğum halde hiç ziyaretine gitmediğime teessüfler ederek, Üstadı çok medh ü sena etmişti. Ben Aksekili'den bu dersi alınca, Kastamonu'da doğru Tahsin Aydın'a gittim ve beni Bediüzzaman'a hemen

götürmesini rica etmiştim." *** Tahsin Aydın, tüccar Şevket Beyi alıp Üstadın evine götürmüş, ziyaret etmişler, ellerini öpmüşler. Tahsin Aydın, Üstadın ziyaretine gelenler arasında Ayasofya Camiinde Üstadın vaazını dinlemiş olan Nusret isimli bir zâtın da bulunduğunu anlatıyordu. Bu zat da Ayasofya Camiinde Bediüzzaman'ın yaptığı konuşmanın çok muhteşem olduğunu söylemişti.

NADİR BAYSAL 1926' da Bitlis'in Mutki kazasında doğdu. Buban aşiretine mensuptu. Eskiden Medrese usûlü yapılan Arapça tahsil gördü. Cumhuriyetin ilk senelerinde şapkaya muhalefet gerekçesiyle, aşiretçe, Bediüzzaman'ın da gözaltında bulunduğu Kastamonu'ya sürgün edildi. Bediüzzaman'ın eskiden oturduğu eve ailece yerleştirildi. O zaman on iki-on üç yaşlarında bir çocuk olduğundan, şüphelenilmediği için Bediüzzaman'a sık sık uğruyordu. Günlük ihtiyaçlarına yardım ediyordu. Nadir Baysal hatıralarını şöyle anlatıyor: "Üstadın hizmetine çocuk olarak başladım" Kastamonu'ya 1939 senesinde nefyedildik. Gittiğimizde Üstad Kastamonu'da idi. Mayıs ve Haziran ayı sonları idi. Ben o zaman 12 yaşlarında idim. Oraya ilk vardığımızda Çaycı Emin ile tanıştık. Kastamonu'ya muhacir olarak gittiğimiz için, başta Üstad olmak üzere, Çaycı Emin ve diğer Ağabeyler bize sahip çıktılar ve hâmimiz oldular. Bir-iki ay çarşı içinde kirada kaldık. Üstad Kastamonu'ya geldiğinde ilk ikamet ettiği ev münhal idi. Çaycı Emin, evin boş olduğunu hatırlatmasıyla ve Üstadın tavsiyesi üzerine

bu eve yerleştik.Dokuz sene kirasız olarak Üstadın bu ilk evinde mukim olma şerefine nail olduk. Bu ev mahalle kenarında sakin bir yerde kaldığı için uygun görülmeyerek, Üstadı karakolun karşısında kolayca gözlenebilmesi için başka bir yere ikamete mecbur etmişlerdi. Babam Üstadın yanına sık sık giderdi. Babam ona 'şeyh' diye hitap ederdi. Fakat Üstad 'Ben şeyh değilim, hocayım' diyerek hitabı tashih ederdi. Babam bize 'Bu Molla-i Meşhurdur. Çok değerli bir zattır' diyordu. Babam bunu daha evvelden mi, Kastamonu'ya geldikten sonra mı öğrendi bilemiyorum. Çaycı Emin'in yanında çırak olarak çalışıyordum. Çocuk olduğum için şüphe çekmediğimden, Üstadın yanına sık sık gider, mektup atma, çamaşır yıkama, ekmek götürme gibi hizmetleri görürdüm, mektupları gayet rahatlıkla postalardım. Dışardan gelen Üstadın bazı ziyaretçilerini, dikkati çekmeyecek şekilde mahalle arasından, Topçu Camiinin yolundan dolaştırarak, Üstadla görüşmelerine zemin hazırlardık. Mezkûr yoldan gittiğimizde karakola görünmek mevzubahis olmazdı. Çaycı Emin ile Mehmet Feyzi Ağabeyler devamlı Üstadla görüştükleri için ünsiyet peyda ettiklerinden, pek müdahale edilmiyordu. Fakat bunların ve benim gibi çocukların haricinde Üstadın yanına gitmek kat'iyyen mümkün değildi. Bir defasında Üstadın yanına uğradığımda ikindi namazını bitirip duada bulunurken ben de iştirak ettim ve birlikte dua ettik. Kapıyı açma usûlünü bildiğim için

Üstadın içeri girdiğimden haberi yoktu. Yine o tarihlerde Fahri Enis adında bir muhacir Kastamonu'ya nefyedilmişti. Bu muhacire ücret karşılığında su taşırdım. Suyu getirdiğim çeşme, Üstadın evinden 100-150 metre, Fahri Beyin evinden de 2-3 km'lik uzaklıkta idi. Bir ağacın iki ucuna takılmış iki tenekeyi su ile doldurup omzumda götürürken, Üstadın evinin önünden geçiyordum. Ben Belediyenin önüne çıktığımda Üstadın evi görünürdü. Gözüm daima pencerede kalırdı. Tam pencerenin önünden geçerken Üstad başını çıkarır, hal-hatır sorardı. Üstad bu halime çok acırdı. Ben de Üstadı görme hevesiyle yorgunluğumu kaybolmuş hissediyordum. Bir-iki defa da çeşme başında bizzat kendisini ibrikle su doldururken gördüm. Ağabeyim Bişar da daima Üstadın yanına gider, gelirdi. Tabii ki o benden büyük olduğu için idrak seviyesi daha yüksek idi. Ağabeyim askere giderken tekrar yanına uğradı. Üstad kendisine 'Namazını devamlı kıl. Ben sana dua ederim. İnşaallah sıkıntı çekmezsin' diye teminatta bulundu. 1941 senesine isabet ediyordu. O sıralarda kıtlığı andıracak bir vaziyet vardı. Ağabeyim Zonguldak'ta askerlik yaptı. Bu kıtlığa rağmen, ağabeyim hiç sıkıntı çekmemiş ve alayda nişancı olarak sevilmişti. Ağabeyim terhis olup geldiğinde Üstadın ziyaretine gitti. Üstad kendisini salonda karşıladı ve kucakladı. O an için üç tane misafiri vardı Üstadın. Misafirlere 'Bu benim hemşehrimdir, askerden geliyor' dedi. Üstad misafirlerle

sohbet ediyordu. Mevzuun ne üzere olduğunu bilmiyorum. Üstad birden bire karşısındaki rafta Kur'ân'ı göstererek 'Benim yanıma bunun için gelen baş ve göz üzerine; başka maksatlarla kimse gelmesin. Ben muskacı ve şu-bu değilim' dedi. Adamlar da kalkıp gitti. "Boynu büküklerin hâmisi idi" Ağabeyimin ifadesine göre, bir gün komşumuz komiser emeklisi Süleyman 'Evimize su sızıyor' diye resmî şikâyette bulunmuş, Güya sızma bizim oturduğumuz evden oluyormuş. Ben bunun üzerine meseleyi Üstada anlatmak için gittim. Gittiğimde Üstad beni kapı önünde karşıladı. Ben meseleyi kendisine anlatınca 'Zaten senin telâşlı olarak geldiğini anladım. Sen git, mahalle muhtarı Çarıkçı İhsan Efendiye söyle, yanıma gelsin' dedi. Ben de İhsan Efendiye söyledim. 'Başüstüne' diyerek Üstadın yanına gitti. üstad kendisine tenbihde bulundu. 'Söyle Süleyman'a, bunlara karışmasın.' İhsan Efendi de Süleyman'ın yanına giderek, 'Sen bu adamlara karışma' diyerek tenbihte bulundu. Oradan bize gelerek 'Siz rahatınıza bakın. Kimse size dokunamaz. Ne müşkilâtınız olursa ben buradayım' deyip bize tesellî verdi. Neticede keşif de geldi. Haksız da Süleyman oldu. Bunu şimdi anlıyorum ki, Üstadın duasına mazhar olduk. Ve anladım ki, Üstadın şefkati muazzam bir derecede idi. Daima düşkün ve boynu büküklerin hâmisi idi. Üstadın sîret ve sureti Üstad Kastamonu'da olduğu müddetçe daima evde

kalırdı. Yalnız Cuma veya Pazar günleri Kastamonu'nun kuzeybatısına düşen Karaçamlığa doğru gezmeye giderdi. Bu âdetini hemen hemen her hafta tekrar ederdi. Giyinişi pek sade idi. Bezden bir gömlek, şaldan bir pantolon. Pantolonun yünden olma ihtimali kuvvetli idi. O zamanki tahminime göre, boyu l.70 civarında idi. Bakışı gayet mütevaziydi. Nuranî, buğday rengi bir simaya sahipti. Bakarken insanın iç âlemine huzur doldururdu. Şefkat ve merhamet menbaıydı. İkamet ettiği ev Araba Pazarı civarında, karakolun karşısına düşüyordu. İki katlı olan evin alt katı odunluktu. Tahta merdivenle salona çıkılırdı. Salonun merdiven tarafı açıktı. Salon kapısının arkasından mandalla ip takılıydı. Kapı açma usûlünü bilmeyenler kapıyı çaldıklarından, Üstad isterse kapıyı açardı. Ama biz açma usûlünü bildiğimiz için, çalmadan içeri girerdik. Oda tahminen 3x3 büyüklüğünde idi. Hatırladığım kadarıyla, bir kilim seriliydi. Herhalde bir de sedir vardı. Gördüğüm tarihlerde tahminimce 60-65 yaşları civarında idi. Saçları tamamen beyaz, yüzü sakalsız ve daima traşlıydı. Başında sarı renkte olduğuna kuvvetle ihtimal verdiğim bir sarığı hayal-meyal hatırlıyorum. Ekseriya haşlanmış yumurta ile geçinir, et gıdasının yumurtada mevcut olduğunu söylerdi. "Üstada hizmetimin bereketi" Benim akranlarımın kötü yollarda olduğu ve bu çeşit

hareketlerin meziyet sayıldığı o zamanki Kastamonu'da, benim, bu sû-i ahlâka girmediğimin tek sebebinin Üstad Hazretlerinin duası olduğunu derk ettim. Bu duanın feyziyle idi ki, askerlik döneminde oruç yasak edilmesine rağmen, bir gün dahi orucumu yemedim. Üstadın duasına mazhar olduğumdan, Cenab-ı Hhak bölük yüzbaşıma beni sevdirmişti. Bana müsamahakâr davranırdı. Dikkat çekmeyecek şekilde yapılması gereken bir iş bana verilirdi. Ben de seve seve yapardım. Bir gün kahvede Mehmet Feyzi, Çaycı Emin ve hatırlayamadığım bir kişi oturuyorlardı. Beni çağırdılar, 'Git, hanın yanında bir dükkân var. Eskiden kalma sarı kâğıtlar bulunur. Al, gel' dedi. Ben de ne için istediklerini bilmediğim o kağıtları alarak getirdim. Denizli hâdisesi 1943 senesi Ramazan ayı idi. Üstadın evine doğru gidiyordum. Kunduracılar çarşısında onu fayton içerisinde, yine başında sarık, Adliyeye doğru götürdüklerini gördüm. Çaycı Emin, Mehmet Feyzi ve toplam 22 kişi olmak üzere cezaevinde 15 gün kaldılar. Üstad içeride kalmadı. Polis nezaretinde eve döndü. On beş gün sonra hepsini Denizli Mahkemesine naklettiler. O zaman öyle bir korku havası ortalığı istilâ etmişti ki, Üstadla görüşenlere sanki bir suç işlemişler gibi bakılır olmuştu. Bazıları evinden çıkamaz hale gelmişti. O zaman Ramazan ayı, hatırladığım kadarıyla, Eylül

ayında idi. Ertesi sene Mart veya Nisan aylarında ben Nasrullah Camii karşısındaki Çaycı Emin'in yazlık kahvesinde çalışıyordum. Hava serin olduğu için ocağı yakmıştım. Müşteri seyrekti. Baktım birisi camiin karşısındaki levhalara dikkatle bakıyor, elinde de birşeyler yazıyordu. Sonra geldi, oturdu. 'Bu Çaycı Emin'in kahvesi midir?' sorusuna 'Evet' diye cevap verdim. 'Emingili bırakacaklar. Duydunuz mu?' dedi. Ben de inanmamış gibi, 'Bunlar şimdiye kadar idamlık idiler' dedim. O da 'Ben ve üç arkadaşımla birlikte hükûmet tarafından bunların kitaplarını üç ay zarfında geceli-gündüzlü eh-i vukuf olarak tetkik ettik. Eserlerinde hiçbir suç unsuru olmadığına rapor verdik. Yakında beraat olacaklar. İnşaallah' dedi. Hatırladığım kadarıyla, adı Yusuf idi. Bir hafta sonra gelen mektupta hakikaten müzakereye kaldıklarını ve yakında beraat edeceklerini bildiriyorlardı. Aynen öyle de oldu. O zaman Mehmed Feyzi'den hatırımda kaldığına göre, altı çuval eser götürdüler. Yine hatırımda kaldığına göre, o zaman Denizli maznunları altmış üç kişiydi. Kastamonu ve civarından 23 kişiydi. Bunlar 63 kişiye dahil idiler. Beraatten sonra Kastamonulular Üstadın tekrar Kastamonu'ya gelmesini istediler. "Komiser Üstadı takipten vazgeçti" Kastamonuda-Üstadın kaldığı zaman-iki valinin devresine rastladım. ilki Avni Doğan olacak herhalde. Üstadla aralarında bazı haller olmuşsa da, ben onları hatırlayıp ifade edemiyorum. İkincisi de, Mithat Altıok

devresiydi. O zaman taharrî memuru Saffet Bey, Üstadı en çok takip edenlerdendi. Bir gün Valinin siyasi komiseri Avni Bey kahveye geldi, oturdu. Kahve içerken Çaycı Emin'e dönerek gülümser bir tavırla başından geçenleri anlatmaya başladı. 'Bu gece başıma bir hal geldi. Ben Hocanın kitaplarını veyahut herhangi bir halini suç üzere yakalama plânını yatağımda düşünüyordum. O anda farkına vardım ki, karnım acaip şişti, nerede ise patlayacaktım. Bunun neticesi hareketimin yanlış olduğunu anladım ve dönüş yaptım. Hemen karnımın şişliği indi. 'Bunları Valinin siyasi Komiseri Avni Bey bizzat anlatırken, ben de bizzat dinledim. Bundan sonra samimiyetini ifade etti. Yine iki polis Üstadı çok rahatsız ediyorlardı. Bunların ikisi de meçhul bir hastalığa yakanarak Ankara'ya tedavi için gönderildiler. Dönüşlerinde Kastamonu hudutlarında Ilgaz Dağı mıntıkasına yaklaşınca tekrar o hastalık kendilerinde belirmeye başlamış. Bu polislerin âkibetinin ne olduğunu bilemiyorum. "Kastamonu hiddete geldi" Üstad Kastamonu'dan ayrılırken takvim yaprakları 1943 senesini gösteriyordu. Üstadın gidişinden bir müddet sonra zelzele olayları başladı. Kaleden taş yuvarlanarak düşen bir evin içinde yedi kişi öldü. Tosya kazasında 600-700 kişi hayatını kaybetti. Üstadın yeğeni Fuat

Üstadın kardeşi Abdülmecid'in oğlu Fuat'ı Üstad çağırarak Kastamonu'ya getirtti. 15 gün kadar yanında alıkoydu. Bu on beş gün müddetinde ben Üstadın yeğeniyle mütemadiyen görüşür ve kendisini alarak kahveye getirirdim. Kastamonu'yu gezdirirdim. Yeğeni o zaman lisede okuyordu. Fuat, 'Amcam okumama razı değil' diyordu. Sebebini ise açıklamadı. On beş gün kaldıktan sonra Üstad izin verdi, ikamet ettiği yer olan Ürgüp'e gitti. "Hatırladıklarım bunlardır. Mübalağa ve fazla söz söylemekten Allah'a sığınırım."

ABDULLAH YEĞİN Abdullah Yeğin, henüz bir ortaokul talebesi iken Bediüzzaman Said Nursî'yi ziyaret edip elini öpmüş ve talebesi olmuştu. Bediüzzaman ona "Nurcuların Abisi" diye iltifat ederdi. Bediüzzaman'ı sevketmişlerdi.

Kastamonu'ya

1936

senesinde

Onun bütün hayatı boyunca kaderin sevki ile gezdirildiğini görüyoruz. O, sıla ile gurbeti kendi gönlünde birleştirmişti. Bu sebepten dolayı nereye sürülmüşse, orayı da bir vatan parçası olması dolayısıyla hoş karşılıyordu. Kastamonu'da 1943 yılına kadar kaldı. Bu yıllarda İnebolu, Taşköprü, Daday ve Araç gibi kazalardan İslâmiyeti öğrenmek isteyenler, ecdadına, an'anelerine bağlı insanlar Bediüzzaman'ın etrafında halkalandılar. İşte o tarihlerde Abdullah Yeğin de, henüz küçük bir talebe iken, bu fedakârlar kadrosuna dahil oldu. Bediüzzaman'ın mektuplarında "Araçlı Abdullah" diye

ismi geçer. Nur Risalelerini okumaktan dolayı başından geçen hâdiseler roman çapındadır. Bu hatıralar belki bizim yapamadığımız böyle bir çalışmayı da kapı açar ümidindeyim. Onun kadar mahkeme huzuruna çıkmış çok az kimse vardır. Nur davaları sebebiyle Urfa, Gaziantep, Ankara ve Adana hapishanelerinde aylarca yatmış, davaların hepsi de beraat ile neticelenmiştir. Uzun yılların çalışma ve araştırmalarının neticesi olarak "Yeni Lügat" isimli kıymetli bir de eseri vardır. İlk görüşme Abdullah Yeğin hatıralarını kendisi kaleme aldı. Şöyle anlattı: Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıftayım. (1940-1941), Üstad'ın kiraladığı evin sahibinin ve bize gelen zatların sitayişle bahsetmeleri üzerine bende onu görmek ve ziyaret etmek arzusuuyandı. Onun hakkında duyduklarım, büyük bir zat olduğu, hediye kabul etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklinde idi. Bir gün okulda teneffüs esnasında sıra arkadaşım Rıfat'a bu konuyu açtım. 'Burada çok kıymetli bir hoca varmış' deyince arkadaşım, 'Ben onu tanırım, evi bizim evin karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazan ona gidiyorum' dedi. Münasip bir vakitte birlikte gittik.

Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıkarak sağdaki ilk kapıdan odasına girdik. Evvelâ Rıfat, sonra ben elini öpüp oturduk. Karyola gibi yüksek bir divanın üstüne oturmuş, dizlerine yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulaklarının hizasına kadar gelmişti. İnce gözlüğünün üzerinden bize bakarak, 'Sefâ geldiniz' dedi. Arkadaşımdan beni sordu. O da 'Benim mektep arkadaşımdır' diye beni tanıttı. İsmimi sordu. Çok iltifat etti. İslâmiyetten, imanın güzelliğinden, ölümden, âhiretten bahsetti. Bir müddet sonra yanından ayrıldık "Çok mütevazi idi" Başka bir gün yine ziyaretine gitmiştim. Çok mütevazi, çok engin gönüllü bir insandı. Tevazuundan dolayı bana öyle geliyordu ki, çok şey bilmiyor. Çünkü hep bizim bildiğimiz şeyleri anlatıyordu. Allah'ın birliğinden, insanın serbest, olmadığından, zamanın tehlikelerinden anlatırdı.

başıboş

Onun tevazuu, mahviyeti, alçakgönüllü oluşu, sevgi ve alakası bizi kendisine bağlamıştı. Zaman zaman diğer bazı arkadaşları da alıp ona götürürdüm. Çeşitli suallerimize güzel güzel cevaplar verirdi. Mektepte bir kısım muallimlerden edindiğim din aleyhindeki menfi fikirler, ancak Üstad'ın yanına gidince zail olurdu. Ümit ve şevkle ayrılırdık yanından.

"Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor" Yine bir ziyaretimde şöyle bir sual sormuştum: "Muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor. Bize Hâlıkımızı tanıttır." Bu mevzuda uzun uzun izahlarda bulundu. Bu sualimizin cevabı ne zaman yazıldı, iyice hatırlamıyorum. Yanına gittiğimde Ayetü'l-Kübrâ'dan, Küçük Sözler'den Mehmed Feyzi Pamukçu okur, biz de defterlerimize yeni yazıyla yazardık. Ekseriyetle kâtipliğini Mehmed Feyzi Efendi yapardı. Kastamonu civarında Karadağ ve Hacı İbrahimdağı denilen yerlere bazan pazar ve tatil günlerinde müteaddit defalar Üstad'la birlikte giderdik. Üç dört kişi kırda, ayet'ülKübrâ'dan ve Sözler'den okurduk. Bazan iki Risaleyi karşılaştırır, tashih ederdi. İmanî, İslâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler olurdu. "Bediüzzaman Hoca'nın yanına kimler gitti?" Bir gün mektepte coğrafya dersinde idik. Coğrafya hocası, 'O mürteci Bediüzzaman denilen Hoca'nın yanına kimler gitti?" diye sınıfta sordu. Altı kişi parmak kaldırdık. Neden, niçin gittiğimizi sordu. Üstad'ın inkılâp düşmanı olduğunu, Atatürk'ü sevmediğini söyledi. Bizi inzibat meclisi denilen disiplin kuruluna sevketti. Disiplin kurulunda çeşitli sualler soruldu. Yazılı-cevaplı

ifadelerimiz alındı. Neticede Suat isimli arkadaşımıza ve bana altı gün mektepten tard cezası, diğer arkadaşlara da ihtar, tekdir gibi cezalar verdiler. Verdiğimiz ifadelerde dinimizi öğrenmek için gittiğimizi, kimse aleyhinde bir konuşma olmadığını, dindar olduğumuzu, ibadet etmeyi sevdiğimizi söyledik. Bu hâdiseden birkaç gün sonra kaldığım evi polisler bastılar. İnceden inceye arama yaptılar. Bir şey bulumadılar. Üstad'ın evinde bana ait bir defter ve ismim bulunduğu için Denizli savcısı telgrafla evimizin aranmasını istemiş. Emniyette ifadem alındı. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Savcı: 'Müftü var, birçok hocalar var. Niçin onların yanına gitmiyorsunuz?' dedi. Ben de müftüyü tanımadığımı söyledim. Urfa yılları Askerlik yıllarımız hariç Urfa'da sekiz sene kaldım. Üstad, hayatının son yıllarında gezmeye başlamıştı.Biz, mutlaka Urfa'ya da gelir diye bekliyorduk. Hattâ davet etmiştik. Gazetelerden seyahatlarını takip ediyorduk. Vefatından bir iki ay önce Isparta'ya gitmiştim. Ziyaretimde: Üstadım! 'Urfa'ya geleceğim dediniz' gelemediniz. Oradaki yatak vesair eşyalarınız ne olacak?' demiştim. Sen ne yaparsan yap, seni vekil ediyorum' dedi.

Ben de 'Satarım' dedim. 'Sen bilirsin' gibi cevaplar vermişti. Artık ben Urfa'ya geleceğinin ümidini kaybediyordum. Belki de gelemeyecek diye düşünüyordum. "Üstad geldi" O sırada Üstadımız çok seyahat ediyordu. Lehinde, aleyhinde yazılar gazetelerde çıktığı gün, gazeteleri takip ediyorduk. Kadıoğlu Camii hücresinde kalıyordum. Hüsnü kardeşim ve Zübeyir Ağabey Üstadımızın yanında idi. Abdülkadir Badıllı da askere gitmişti. Onun için yalnızdım. Gelen giden ziyaretçiler, Risale-i Nur isteyenler oluyordu. Bir Pazartesi günü, öğle yakındı. Abdest alırken hararetle birisi geldi. 'Üstad geldi, Üstad geldi' diye acele söyledi. Ben ayaklarımı yıkarken Zübeyir Ağabey acele ile dış kapıdan içeri girdi. Telaşla Üstad geldi. 'Acele gel' diye beni çağırdı. Acele ile ayaklarımı yıkadım. Hemen beraber koştuk. Sabri Küçük, 'En iyi otel, İpek Palas otelidir' demişti. Taksiye bindik, o tarafa gittik. Takside Üstadımızın halini, zafiyet ve halsizliğini görünce, çok perişan olmuştum. Âdeta ağlamak istiyordum. Daha evvelki görüşmelerimizde sık sık bize diyordu: 'Bana bağlanmayanız. Risale-i Nur'a bağlanınız. Ben aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur'ân'ın malıdır, ona bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur'da konuşan delil ve bürhan, hakikattır.' İşte bu sözlerin mânâsını düşünüyorum. Şaşkın bir halde idim. Üstad'la

konuşmadığımız için üzgün olduğum gibi hastalığının şiddetini de görüyor, müteessir oluyordum. 'Bana bağlanmayınız' sözlerini düşünüyordum. Hemen Üstadımız geldi, diye seviniyor, hem de hastalığının şiddetinden çok müteessir oluyordum. Üstad çok rahatsızdı. Ayakta duramayacak bir halde idi. iki koluna girerek İpek Palas Oteline çıktık. Bu esnada gelen polisler Üstad'ın kim olduğunu soruyordu. Biz de cevap veriyorduk. "Küfür ölmüştür" Salı sabahı, yani gelişinden bir gün sonra rahatlar ve iyileşir gibi olmuştu. Yanına girdiğimde bana hitaben, 'Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra bir şeyler yapamazlar!' diyordu. Elimi bırakmak istemiyor, Urfa'nın ehemmiyetinden bahisle Urfa'lıların İslâmiyete olan hizmetlerinden anlatıyordu. Urfa'nın Türk, Arap, Kürd gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahsediyordu. Gelen ziyaretçilere de çok alâka ve iltifat ediyordu. Yüzlerce Urfa'lı otele gelip, ziyaret edip elini öpüyorlardı. Polisler, zabıta müdürleri, çeşitli memurlar, gruplar halinde ziyaretine geliyorlardı. Otelin etrafı mahşerî bir kalabalıkla kuşatılmıştı. Üstad polislere hitaben: 'Biz sizlerin yardımcısıyız. Biz de emniyet ve asayişe hizmet ediyoruz' diyordu. "Hastayım, Urfa'dan ayrılamam"

Gelen memurlar, Üstad'ın Urfa'yı terketmesini istiyorlardı. Yukarıdan gelen emri tebliğ ediyorlardı. Üstad, onlara cevaben: Siz görüyorsunuz, ben hastayım. Belki de buraya ölmek için geldim. Bu vaziyette ben yola gidemem. Biz birbirimizin yardımcısıyız. Risale-i Nur ve talebeleri daima emniyet ve asayişe hizmet etmişlerdir. Biz ehl-i dünyanın işlerine karışmıyoruz. Benim halimi şimdi görüyorsunuz. Siz benim namıma gidin, çalışın, ben buradan gidemem' diyordu. Polisler gittikten sonra halkın eşrafı ve Demokrat Parti ileri gelenleri otele girerek üstad'ın durumu ile çok yakından ilgilendiler. 'Biz Üstad'ı hiç bir yere vermeyiz' diyerek vermemek için çalışacaklarını söyleyip ayrıldılar. Başvekil Adnan Merderes'e telgraflar çekildi. Senelerden beri imana hizmet eden, bütün ömrünü İslâmiyete vakfeden, daima milletimizin selâmetine çalışan ve dua eden, doksanlık bir İslâm mücahidinin Urfa'dan gitmesini istemek, neden icap etsin?Müfsitlerin, memleket ve din düşmanlarının iğfaline hükümetin, iktidarın vesile olmaması, âhir ömründe bu zatın serbest nefes almasına mani olunmaması için telgraflar çekilmesini, civar vilâyetlerdeki kardeşlerimize telefon ve telgrafla bildiriyorduk. Urfa'lıların müracaatlarıyla hükümet doktoru ve sıhhat müdürü gibi zatlar Üstad'ı muayeneye geldiler ve hastalığını gördüler. Katiyyen ve asla bu zat böyle yola çıkamaz, diye kararlarını verdiler. Salı günü halk ve hükümet arasında adeta bir hâdise çıkacak gibi idi. Urfa'lılar: 'Biz Üstadımızı bırakmayacağız' diyorlar ve

hükümet ise Üstadımızın gitmesinin tekrar tekrar Ankara'dan Dahiliye Vekâletinden bildirildiğini söylüyorlardı. Urfa Demokrat Parti Başkanı merhum Mehmed Hatipoğlu celâlet ve şecaatla 'Üstadımızı vermeyeceğiz' diye çalışması binlerce tebriklere şayestedir. Nihayet o gün mücadele ile geçti. Hattâ Üstadımızın geldiği arabayı Hüsnü Bayram kardeşimizden polisler teslim aldılar. Anahtarlarını alıp, 'Yarın sizi yola çıkaracağız' diye hazırlıkta bulunmalarını söylediler. "Üstad vefat etmişti" Üstadımızın başında sıra ile nöbet bekliyorduk. Otelci bize çok yardımda bulunuyordu. Kolaylık gösteriyordu. 'Benim misafirime polisler nasıl karışır, misafir olan böyle bir zatı nasıl rahatsız edebilir? Bunu kanun da kabul etmez, insanlık da' diyerek İslâmî şecaat ve cesaretini gösteriyordu. Gece geç vakte kadar Urfa'lı çok kimseler Üstadımızı ziyaret ettiler. Üstadımız hararetle onları okşuyor, vedalaşıyordu. Üstadımızın vefat edeceği hatırımıza geliyor ve fakat hizmetinin bitmediğini düşünerek aklımız kabul etmiyordu. Fakat bir kaç ay önce Isparta'daki ziyaretimde, 'Ben Risale-i Nur neşroluncaya kadar bir ömür istiyorum. Ondan sonra bana lüzum kalmamıştır. Benim vazifemi Risale-i Nur yapar' şeklinde konuşmuş idi. Fakat biz bunları düşünecek halde değildik. Gece saat üç sıralarında ben postahaneye merhum Adnan Menderes'e yıldırım telgrafı çekmeye gittim. Telgarafta 'Doksan senelik ömrünü dinine, milletine hizmet için

vakfeden kahraman-ı İslâm, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin bunca sene çektiği zulüm ve işkence yetmiyormuş gibi, bir de kendi memleketinde misafirliğine dahi müsaade edilmiyor. Bu zulmün müsebbipleri hesap vermeyecekler mi?' gibi ifadeler vardı. Merhum Adnan Menderes, o zaman İstanbul Pera Palas Otelinde misafir idi. Ben postahaneden otele geldim. Bazı kardeşlerimiz Üstadımızın yanındaki başka bir odada idiler. Üstadımızın yanında Bayram Yüksel kardeşimiz bekliyordu. Ben de bir bakayım diye gittim. Bayram kardeşimiz bir kenarda, Üstadımızın odasında dua ediyordu. Bana gürültü etmeyelim, diye işaret etti. Fısıltı ile bana dedi ki: 'Üstadımız uyudu, Şimdi çok rahat, gürültü etmeyelim, uyanmasın. 'Ben yaklaştım. Nabızlarına baktım, atmıyordu. Nefes alışına dikkat ettim. 'Kardeşim! Nefes aldığını hissetmiyorum.' Bayram kardeş de, 'Üstadımız bayıldı. Eskiden de bir defa böyle olmuştu' dedi. Sonra Zübeyr Ağabey geldi. O da Üstadımızın bayıldığına ve uyuduğuna inanıyordu. Vefatını kabul etmiyorduk. Halbuki Üstadımız (Allah ondan ebediyen razı olsun) saat 03:00 sıralarında derin derin nefes alarak yatarken, Bayram kardeşimiz onun başucunda bekliyormuş. Üstadımız hafif doğrularak Bayram kardeşimize sarılır gibi yaparak uzanmış ve sakin bir hale geldiğinden Bayram kardeş, Üstadımız bayıldı zannederek etrafını örtmüş. 'Rahat etsin inşaallah iyi olur' diye bekliyormuş Biz hepimiz üzüntü ve ızdırap içinde sabahı bekledik. Namazdan sonra Urfa'lı Kurrâ Hafız Mehmed Efendi geldi.

Üstadımızı ziyaret etmek istiyordu. Bir gün evvel ziyaret etmek için, zannedersem Mahmud Hasırcı ile beraber göndermiştim. 'Gelsin diye haber verilmişti. Üstadımızın kapısını açtık. Üstadımızın yüzünü açarak gösterdik. Mehmed Efendi 'İnnâ Lillah ve innâ İleyhi Râciûn' diyerek mağfiret duasında bulundu. 'Niye haber vermiyorsunuz?' dedi ve gitti. "Her tarafa haber saldık" Biz her tarafa, kardeşlerimize telefon veya telgrafla Üstadımızın vefat haberini bildirmeye başladık. Sabahleyin saat sekiz sıralarında bir Albayla, Emniyet Müdürü otele geldiler. Bize sert sert: 'Ne duruyorsunuz? Gitmeyecek misiniz?' diye çıkıştılar. Hemen bizden evvel otelci: 'Gitmeyecekler, boşuna uğraşmayın. Üstad vefat etmiştir' diye onlara cevap verdi. Onlar da süratle dönüp gittiler. Ağlamak istiyorduk. Gözyaşları, hıçkırıklar boğazımızda düğümleniyordu. Fakat gelen telefon, sorulan şeylere cevap vermek zorunda idik. Üstadımızın kabrinin Dergâhta olmasına karar verildi. Çarşamba ve Perşembe günleri Üstadımızın naaşı yıkanarak bekletildi. Urfa Valisi Urfa'da bulunmuyordu. Perşembe günü akşam üzeri Vali Bey, bizlerle görüşerek, fazla bekletilemeyeceğini ve imkân kalmadığını söyledi. 'Bu mübarek Cuma gecesi onu kabre koyalım' diyordu. "Herkes Urfa'daydı" Nihayet biz de o gece Kadir Gecesi olması ihtimali,

Ramazan'ın yirmi beşinci Cuma gecesi olması ve Urfa'ya çok Nur Talebesinin gelmesi gibi sebeplerle ister istemez, kabre konulmasına taraftar olduk. Diğer vilâyetlerden 'Üstadımızın namazına biz de yetişelim' diyerek, telefon ve telgraflar geliyordu. Dergâhta Üstadımızın gasli için tedbirler alındı. Otelden Dergâha kadar kalabalık ve sokaklar almayacak derecede izdiham içerisinde Üstadımızın tabutu eller üzerinde götürüldü. Sanki bütün dünya Urfa'ya toplanmış gibi bir hal vardı. Urfa'nın eski hocalarından ve Üstadımıza çok hürmet ve sevgisi bulunan Molla Hamid Efendi ve daha birkaç hoca ve imamlar da Üstadımızın yıkanmasında hazır bulundular. Nihayet oradan alıp Ulu Cami'ye namaz kılınması için on binlerin elleri ve başı üstünde götürülmüştü. Caminin içindeki sol taraftaki bir odada akşama kadar bekletildi. Perşembe gecesi tabutu caminin içine alınarak hatimler indirildi. Sabahlara kadar dualar edildi. Muhteşem bir cenaze namazı Perşembe günü ikindi namazını müteakib Ulu Camiin avlusunda cenaze namazı kılındı. Her taraf, meydanlar ve binaların üzerleri dahi insanlarla dolu idi. Ekseri Nur Talebeleri, Urfa'lılar ve hariçten gelenler, Vali, Belediye Reisi, hep namaz da hazır idiler. Mübarek tabutu tekrar eller üzerinde, askerler, polisler yardımıyla ve iştirakiyle Halil-ür-Rahman Dergâhına götürdük. Gerek Üstadımızı Halil İbrahim Dergâhına götürürken, gerekse çıkartırken senelerce Üstadımızın hizmetinde bulunmuş Zübeyr,

Bayram, Hüsnü birbirlerine kolkola vermişler, adeta kendilerini kaybetmişler, ağlıyorlar, 'Ah Üstadımız' diye feryad ediyorlardı. Ben bir zaman onlara demiştim: 'Kardeşim, kendinize gelin, biz Üstadımızın fani şahsına bağlı değiliz.' Merhum Ceylân kardeşimiz de buna cevaben dedi ki: 'Sen ne konuşuyorsun, Üstadımız her şeyiyle Kur'ân'ındır, İslâmındır' diye cevap verdiler... O gün adeta kıyamet kopmuş gibi bir hal vardı. Yağmur yağıyordu. Sema ağlıyordu... Etraftan bütün bizi tanıyan kardeşlerimiz, 'Nur Talebeleri başınız sağ olsun' diyorlardı. Senelerce evvel Üstadımızın bana hitaben: 'Sana başın sağ olsun diyecekler, keçeli keçeli' dediğinin mânâsını o acı günde anlamıştım. Hayatımda böyle bir manzara ve bir hal ile karşılaşmamıştım. Böyle bir vefat hâdisesini görmemiştim. Üstadımızın senelerce evvel 'Ben de Urfa'ya geleceğim' demesi bu şekilde hiç beklemediğimiz bir tarzda tecelli etmişti. Bütün Urfa'lılar bizimle alâkadar oluyorlar, acılarımızı paylaşıyorlar ve bizleri teselli etmeye çalışıyorlardı. Bütün gelen misafirleri kurbanlar keserek memnun ediyorlardı. Ziyafetlerle, İslâmî kardeşliği yaşayışlarıyla temsil ediyorlardı. Ulu Camiin önünde müteaddit kazanlar konulmuş, yemekler pişirilmişti. Hükümetin evhamı Üstadımızın Urfa'ya gelişi hükümeti ve bilhassa muarızları evhama düşürmüştü. Üstadımızın kabrinin çok mübarek bir yerde bulunması, ziyaretçilerin her taraftan

gelmesi, hususan etraf köylerden ahalinin kabri ziyaret edip,yüzlerini kabre sürmeleri gibi halleri ve aynı zamanda Şafii Mezhebinde cenaze namazının kabre karşı durarak da, mevta kabirde iken de kılınabildiğinden, Üstadımızın cenaze namazına yetişemeyen Şafiîlerin kabre namaz kılmaları zulmetli münevverler arasında su-i zanna sebep oluyordu. Gelenlerden bazıları şişelere Dergâhın suyundan dolduruyorlar, kabrin üzerine koyup dua ettikten sonra hastalarına şifa olsundiye içiriyorlardı. Yine bir kısmı Üstadımızın kabrinin üzerine şeker koyuyor ve onu hastasına götürüyordu. Bazıları da hatıra olarak, kabrin toprağını ceplerine koyup götürüyorlardı. Baktık ki kabirde toprak kalmıyor, beton ile üzerini sıvamak mecburiyeti hasıl oldu. Üstad sağlığında müdemadiyen mezarının gizli kalması için Cenab-ı Hak'tan niyazda bulunurdu. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda, 'Bu insanlar mezar ziyaretinin usulünü bilmiyorlar, mezarda yatan makbul kulları vesile ederek Cenab-ı Hakkın dergâhına el açacaklarken, tehlikeli bir şekilde mezarda yatanlardan dilekte bulunuyorlar. Hayatta rahat yüzü göremedim, mezarımda rahatsız edilmemek için Rabbimden mezarımın gizli kalmasını niyaz ediyorum' derdi. Gerçekten de mezarının bir kaç ay Urfa'da kalması esnasında bu arzunun ne kadar isabetli olduğu açıkça anlaşılmıştı. 27 Mayıs'çıların tutumu

Ziyarete gelenlerin ekserisi 'Talebelerini göreceğiz' diye bizlerle görüşmeden gitmiyorlardı. Bu hal ehl-i dünyanın işine gelmezdi. Çünkü o havalide kuvvetli bir dinî cereyan daima ilerleyerek Risale-i Nur daha çok inkişaf edecek, dinsizlerin plânları târ ü mar olacaktı. 27 Mayıs'tan sonra da kaç gün ziyaretçiler devam etti. Türkiye'nin her tarafında bulunan talebeleri yer yer bazı vilâyetlerde, kazalarda ve köylerde sırf Allah rızası için halka Risale-i Nur'u okuyarak ders dinlettiriyorlardı. İmandan gelen bir fedakârlıkla Kur'ân-ı Kerim'in hakikatlarının öğretilmesine, tahkiki imana vesile olmaya çalışıyorlardı. 27 Mayıs'tan bir kaç gün sonra dinsizlerin ifsadı neticesinde Urfa'daki tanınmış Risale-i Nur Talebelerine karşı hükümet harekete geçti. Zaten ordu idareyi ele almıştı. On beş-yirmi kadar, Urfa ve civarındaki Nur Talebelerinden bir kısmımızı topladılar ve jandarma merkez kumandanlığına götürdüler. İhtilâl olalı bir-iki gün olmuştu. Bir kaç gün orada beklettikten sonra, sıra ile ifademizi almaya çağırdılar. İki binbaşı, bir kaç asker bizi tekrar tekrar çağırarak, muhtelif sualler sordular. Jandarma karakolunda ilk ifademde çok şüphelendiklerini binbaşı soruyor, ben de cevap veriyordum. Binbaşının hakaret ve tehditlerini unutmuş vaziyetteyim. En çok üzerinde durduğu nokta, 'Niçin Urfa'da duruyorsun? İaşeni nasıl temin ediyorsun? Neden izinsiz camilerde ders okuyorsun?' sualleriydi. Sonra Zübeyr Ağabeyin de ifadesi alındı. Ondan sonra sıra ile hepimiz hakim üsteğmenin yanına esas ifademiz için

gönderdiler. Hakim üsteğmen insaflı ve adaletliydi. Sandalye verdi, oturduk ve bir arkadaş gibi ifademizi aldı. Biraz konuştuktan sonra, 'Sizi yanlış anlatıyorlar, bizim bildiğimiz gibi değilmişsiniz. Sizin suçunuz yoktur. Siyasiler işi karıştırıyor. Hükümete, askeriye hakim olduğu için böyle oluyor' diye konuşmuştu. O gün ifadelerimizi aldıktan sonra hepimizi serbest bıraktılar. "Her haliyle müstesna idi" Üstadımız lisan-ı hali gibi lisan-ı kali de bedi olduğundan onu gören hayretle ona bakardı. Çünkü kıyafeti, hali, hareketi kimseye benzemiyordu. Onun için onun şemâili hiç hatırımdan çıkmaz. İlk gördüğüm zaman ortaokulda olduğum halde kıyafeti bende öyle bir tesir bırakmıştı ki, ecnebi kılığını bir şiar-ı medeniyet telâkki eden Avrupa mukallitlerine karşı içimde bir nefret hasıl olmuştu. Hattâ önceleri Kürtlere karşı bir soğukluk vardı. Bizde Kürtlere hakaret ederler, elekçilere, çingenelere de Kürt derlerdi. Üstad'ı gördükten ve onun samimî, şefkatli, âlicenap, îmanlı, merhametli tavır ve sözlerini dinledikten sonra, fakirlere, Kürt denilen kimselere, îman, cihad ve din kardeşlerimize bir muhabbet, bir hürmet hasıl oldu. Eskiden konuşmak istemediğim, o kılık kıyafeti bize benzemeyen kimselere karşı içimden bir sevgi hasıl olmuştu. Zulmün şiddetli devrinde (1940 senelerinde), polisten, jandarmadan halkın çok çekindiği zamanlarda aynı eski kılık kıyafetiyle sert ve dik adımlarla polis

nezaretinden vali konağına doğru gidişini ve etraftan halkın ona hayretle bakışını, ürpererek seyredişini hiç unutmam. O zaman ben ve bir kaç arkadaşım Kastamonu Lisesi bahçesinde idik. İmanı, inancı, yüzünden, her halinden okunan bu vatan evlâdı, haliyle, tavrıyla müstevlilerin medeniyet namına telkin ettikleri sahtekâr zihniyete azimle karşı duruyordu. Bu hali ben o zaman düşünemiyordum, fakat içimden dinsizlere, din aleyhindekilere karşı bir nefret hasıl olmuştu. Üstad'ımın lisân-ı hâli bana bu dersi verdiği gibi, onun daima Allah'a iman, âhirete iman, Kur'ân'ın kudsiyeti, dinsizleri sevmemek, onlara taraftar olmamak halini telkin etmesi de unutamadığım hallerindendi. Onun lisan-ı hali dindarlığın şerafetini ilân ediyor, zihinlere nakşediyordu. "Yazdıklarını yaşıyordu" Ben Üstad'ımın yanına şunun için gitmiştim: Kimseden hediye almazmış. Yaşayışını gördüm, hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Gerisi ise tam takır, boştu. Halkın eşrafı ve zengin kimseleri ona bir şey getirseler, o çok lâtif bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bir karşılık vermeden bir eşya almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur'du. O derslerin tekrarı gibiydi. Onun için ben dikkatsizlik eder ve bazen da sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum ve biliyorum

zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de unutmuyordum.. Kastamonu'da iken işim olmadığından ziyaretine giderdim. Ve bazen odun kırmak, suyunu getirmek gibi hizmetlerini yapmak isterdim. Onun kimsesiz haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum. Emirdağ'da bana: 'Ben şimdi eski Abdullah'ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok' derdi. Çünkü ben o zaman Üstad büyük bir zattır. Âhirzamanda gelen bir ıslahatçıdır, diyerek, ona daha başka hürmetle hizmet etmek isterdim. O bunları hissetmişti ve bana böyle derdi. 'Ben kendime hürmet istemiyorum, bana bağlanmayınız. Risale-i Nur'a bağlanınız. O Kur'ân'ın dersidir.' "Allah rızası için çalışmayı ders verirdi" Bir gün bir iş için iki elim önde birbirini tutar durumda, farkında olmadan hürmetkârâne bir tavırda Üstad'ın önünde durmuştum. O beni şiddetle azarladı, 'Ben hürmet istemiyorum' diye hiddet etmişti.. Bununla beraber sırf rıza-ı İlâhiyi hedef ittihaz etmemizi daima telkin ederdi. Bir kaç üniversiteli arkadaşla Emirdağ'a ziyarete gittiğimizde, bize şu şekilde tenbihatta bulunmuştu: Kardeşim dünyada benden bir menfaat ümit ederseniz veya âhirette bir şey bekliyorsanız, benim yanımda duramazsınız. Benden hiçbir şey beklemeyiniz. Ben de âciz

kusurlu bir insanım. Sırf Allah rızası için düşünüyorsanız sizi kabul ederim...' "Hediye kabul etmiyorduk" Yanında, hizmetinde kaldığımız müddetçe otuz kuruş tayinat parasından başka da bir şey vermiyordu. Kimseden hediye kabul edemiyorduk. Bazan otuz kuruşa bir kilo un alır ve un çorbası yapardık. Bir Kurban Bayramı'nda komşumuz Cafer Ağa kurban kesmişti. Israr etti, "Et getireceğim, kabul edin' diye.... Ben içimden Üstad gücenir diye kabul etmek istemedim. Fakat kalben kabul etsem ne olur, bu bayramdır, diye düşünüyordum. Bir müddet sonra Cafer Ağa, Üstad'ı gördü ve beni şikâyet etti. Kurban payı veriyorum, almıyor diye. Daha evvel Üstad, benim kalbimi okumuş ki, 'Sana bayramda et kabul etmene müsaade ediyorum' demişti. Bu durum beni hem çok mahçup etmiş, hem de sevindirmişti. "Ben Muallim Mustafa Sungur" Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde üçüncü sınıfa derste iken birisinin beni aradığını haber verdiler. Hemen çıkarak kapıya gittim. Köylü kıyafetinde genç bir arkadaştı. O kendisini 'Ben Muallim Mustafa Sungur' diye tanıttı. 'Üstadımızın yanından geliyorum' dedi ve beni kucakladı. Ben mahcup oldum, âdeta, ona sarılmak istemiyordum. Âlemin gözü önünde öyle köylü kıyafetli birisi ile sarılmak onuruma dokunuyordu. Fakat onun samimî anlatışları,

fedailik durumu, Risale-i Nur'a olan sevgisi, bağlılığı bana çok tesir etmişti. Bunu nakletmekteki maksadım şudur: Risale-i Nur ve Üstad, insana samimî bir halet kazandırıyor. Mütevazi, enaniyetsiz, gurur ve kibirden âzade, kendini beğenmeyen, samimî, açık kalbiyle Cenab-ı Hakka mütevvecih olmuş, dünyanın en hayırlı vechesine dönmüş bir halet kazandırıyordu. Bu hal Üstad'da daha ulvî bir tevazu halinde görünüyordu. Hangi Nur Talebesiyle karşılaşsam, bu halet az çok belliydi. Hakiki ve ciddi bir samimiyet insanı sarıyordu. Onun için Üstadımızı ilk gördüğümde, onun tevazuu bana çok tesir etmişti. Hattâ 'Kitap yazabilir mi, Arapça bilir mi?' diye Feyzi Efendiden sormuştum. "Risale-i Nur kimdir?' Üstadımız kendisinden bahsetmezdi. Risale-i Nur'u methederdi. Ben de çocukluktan olacak, bu Hocanın bahsettiği Risale-i Nur kimdir? diye düşünürdüm. Bir gün Feyzi Efendi'ye sormuştum: 'Bu Risale-i Nur kimdir?' O da bana aynı odada kitap mütalaası ile meşgul olan Üstad'ımızı göstererek, 'Efendi, Efendi' demişti. Ben de taaccüple bakmıştım. O zaman demiştim; 'Peki Efendim, kitap yazabilir mi? Arapça bilirmi?' ilâ ahir... Üstad'ımızın, insanın en yakın dostu, en fedakâr kardeşi, en samimî arkadaşı gibi hareketleri ister istemez insanı kendisine bağlıyormuş. Fakat o kendisine değil, Kur'ân hakikatlarına, Risale-i Nur'a bağlanmamızı temine çalışıyordu. Ankara'da iken, her şeyi bırakıp Üstad'ımızın yanına

gitmek istiyordum. Fakat düşünüyordum. Babam harçlık göndermezse, bir menfaat beklemeden, kimseden bir şey almadan nasıl yaşarım diye cesaretim kırılıyor. Üstadın kalbimizden geçenleri bildiğine, çok zaman cevap verdiğine veya tevafukla bu gibi şeylerin nasıl halledildiğine misal olarak şu hâdiseyi zikrediyorum: Emirdağ'a geldiğimde bir kitap açtı, bir sahifeyi gösterdi ve 'Okuyabilir misin?' dedi. Kitap, Kur'ân yazısı ile yazılmıştı. 'Yavaş yavaş okurum' dedim. Zora zora kitabı okudum. Orada talebe-i ulûm'un rızkına bereket düşer meâlinde mühim bir ders vardı. Okuyup bitirdikten sonra, 'Dersini aldın mı?' dedi. Ben de Ankara'da o fikrimi hatırladım 'Aldım Üstad'ım' dedim. "Şimdiki talebelerim daha fedakârdır" Bir gün fedakârlıktan bahsederken demişti: Benim şimdiki talebelerim, Ruslarla harbederken benimle Şark'ta kendini ateşe atan fedâilerden daha fedakârdırlar. Çünkü, bütün ömrünü feda etmek kolay değildir. Bir anda insan kendini ateşe atsa, şehit olur gider. Devamlı surette sadakatla, fedakârlık ise, öyle kolay değildir. Onun için benim bu zamandaki talebelerim Eski Said'in talebelerinden daha fedakârdırlar. Ne vakit Şark'ta bu sır inkişaf etse, benim hemşehrilerim dine büyük hizmet ederler' demişti. İslâm olanlardan kimsenin aleyhinde konuşmamızı istemezdi. Hattâ iyi biliyorum. Müslümanların reisidir diye,

Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır'ın aleyhinde konuşturmazdı. ingilizlere karşı sertçe ve cesurca karşı geldi diye onu da takdir ederdi. "Çok muktesitti" Üstad'ımız muktesit olduğu gibi, bizi de iktisatlı harekete alıştırıyordu. Bir defa soğukta kömür yak diye mangalı gösterdi. Ben her zaman yaktığımız kömürlerden bir-iki avuç fazla kömür koyarak yakmıştım. Şiddetle azarladı ve 'Bu fazla, israftır; ahmaklık etme' diye fazla kömürü aldırmıştı. Her gün veya gün aşırı bir çanak yoğurt aldırırdı. Topraktan bir çanak 25 kuruşaydı. Ağzı örtülü gelmezse ondan yemiyordu. Hem ekmekten bir avucu ile ne kadar koparabilirse o kadar yerdi. Bazan onu da yiyemiyordu. Ekmek fırından ve kapalı yerden alınırdı. Açıktaki ekmekten aldırmaz ve ondan yemezdi. Bir bez torba içerisinde çarşıdan gelir ve daima kapalı kalırdı. Yemeği yalnız başına yemek isterdi. Yemek yerken görsek, yemeğinin belki yarısını bize veriyordu. Farkında olmadan yemek yerken içeri girsek, hemen 'Midenin kerameti var' der ve biraz olsun yemeğinden verirdi. 1953 seneleri zannederim, Çamlıca'da köşkü bulunan Barla'lı eski talebelerinden bir zat Üstad'ı oraya davet etti. Üstad o gün benimle gitmişti. Yanımızda bir de şoför vardı. Çamlıca'ya vardık. Bir kaç zat da oraya gelmişlerdi.

Öğle vakti yemek geldi. Fevkalâde bir ziyafet vardı. Üstad'ımız hane sahibine fevkalâde memnuniyetini söyledi ve sofraya oturmadı. 'Ben rahatsızım, midem rahatsız oluyor, bana bir parça ayırın, verin' diyerek bizden ayrı bir ağacın altına giderek sadece bir kap yemekten bir parça yemişti. 'Bunu padişah ziyafeti olarak kabul ediyorum' diye ev sahibi zata iltifat etti. Sonra arabada gelirken bana iktisattan ve böyle ziyafetlerin zararlarından ve su-i istimal edildiğinden, din hizmeti mukabilinde karşılık almanın zararlarından, bu gibi zevkli, dünyevî ahvalin faniliğinden bahsederek tenbihatta bulunmuştu. Zaten Üstad'ımız daima iki vakit yemek yerdi. Bir kuşluk vakti, bir de ikindiden sonra. Bir kap yemekten fazla yediğini pek bilemiyorum. "Vefakârdı, kimseyi incitmezdi" Üstad'ımız hiç kimseyi incitmek, istemediği gibi, eski sadık dostlarını da hiç unutmaz, onları hatırlarsa göz yaşı dökerdi. Onun şefkatini ve dostlarına sadakatını bilmeyen azdır. Üstad'ımız, yanına gelen meşhur kimselerden kim olsa onlara iltifat eder, onları kendi haliyle kabul ederek, iyi cihetlerinden bahsederek kendine müteveccih hizmetlere az çok teşvike çalışırdı. Emirdağ'da Samsun Mahkemesi için rapor almak icap etmişti. Oranın hükümet tabibini halk mason biliyordu. Hem de bu doktor Üstad'ın aleyhinde idi. Rapor vermesi,

de ihtimalden değildi. Öyle iken, Üstad onun müracaatını kabul etti ve doktoru eve davet ettik. Üstad'ımız yatıyordu. Doktor geldi. Onunla bir müddet yalnız görüştü. Sonradan duyduğumuza göre ona Üstad'ımız başına neler geldiğini, esas gayesinin ne olduğunu anlatmış. Hakikaten hasta olduğundan, rapor alması lâzım geldiğini söylüyor ve diyor ki, 'Sen bana rapor verme, Eskişehir'e havale et, sana bir zarar gelmesin' diyor. Ve Hüccetü'z-Zehrâ kitabını vererek namaz kılmasını tavsiye ediyor. Doktor evden çıkarken, 'Biz Hoca Efendi'yi bilememişiz, hakikaten tanıyamamışız, şimdi namaz kılmak ile de borçlandım' diyerek gitmişti. Hülâsa Hülâsa, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî kendisi için değil, dünyada rahat etmek için değil, hırka, fırka için de değil, imanı kurtarmak, imana musallat olan mikropları, vesveseleri tasfiye için çalışıyor, birlik beraberlik istiyor, ittihadı bozacak hallerden, ihtilaf çıkaracak mevzulardan çekiniyordu. Onun için sırf mü'minler arasındaki müşterek düsturları ele alarak onları vuzuha kavuşturuyor, teferruatla meşgul olmuyordu. 'Elbette her şeyden evvel, imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz' diyerek, âhirzaman fitnesinden mü'minlerin salimen kurtulmasını niyaz ediyor, ona çalışıyordu. Onun için hep aynı mevzuları başka başka cepheden ders veriyordu. Talebelerini mümkün mertebe başka mevzulardan şahsî çekişmelerden men edip, Kur'ân'a dair her hizmeti alkışlıyordu. Risale-i Nur'a hizmeti her hizmetten üstün

tutması bunun içindi. Şahsî kusurlara bakmıyordu. Bir şahsı, İslâmî cereyana ve Nurculuğa dost yapmaya kıymet veriyordu. Üstad'ımızın son günlerinde, vefatından bir iki ay önce idi. Tenezzülen beni Urfa'ya yolcu etmek için Afyon Çay nahiyesine doğru arabada gidiyorduk. Ben Üstad'ımıza Diyarbakır'dan ve orada hizmet eden ağabeyden bahsettim, onu ziyaret edeceğimi söyledim. Üstad, 'Yok,Urfa oradan ileridir. Gitmeye lüzum yok!' diye bana iltifatla mukabele etti. Sonra da Hüsrev Ağabeyden bahsederek onu ziyaret etmeyi istemiştim. Yine Üstad'ımız ona da lüzum olmadığını, Risale-i Nur var, size kâfidir, diyerek reddediyordu. "Başka bir şey, bir fikir sormak istiyorsan, işte Zübeyir' diye yanındaki Zübeyr Ağabeyi gösteriyordu. Fakat o anda başka birisi de olsa idi Sungur, Ceylân gibi onları da gösterir ve onlara da havale edebilirdi." Abdullah Yeğin'in bu hatıraları, görüp işittikleri sadece bir kısmıdır. Elbette otuz beş yıllık hatıralar bu kadar olamaz. Bir bahr-ı ummân küçücük su testisine sığar mı?

HATİCE YILDIZ Hatice Yıldız (1904-1982) Urfalı polis memuru Şükrü Yıldız'ın hanımıydı. Kastamonu'da polis karakolunun karşısında oturan Bediüzzaman'a talebe olarak hizmet etmişti. Üstad'ın çamaşırlarını yıkamak, yemek pişirmek gibi hizmetlerde bulunmuştu. Zaman zaman yanındaki kızı Emine (Bozbayındır) ve oğlu Bekir Yıldız'la birlikte Üstad'ı ziyaretine giderdi. "Seni ihbar eden kendisi zarar eder" Şükrü Yıldız Kastamonu'da komiser olarak karakolda vazifeliydi. Hanımının Üstad'a yaptığı bu hizmetleri hoş karşılar ve kabul derdi. Hanımı Bediüzzaman'ın talebesi olduğu için, bu komiserin de defalarca evi aranmış ve kendisine çok zarar vermişlerdi. Nizip'teki evinde annesinin yıkayıp, yamadığı eşyaları bugünlere kadar saklayan kızı Emine Hanım bunları muhafaza etmemiz için bize teslim etmişti. Bekir Yıldız ise Üstad'ın kendisinin gözlerine iltifat ve alâka gösterdiğini, gözlerinde çok mânâların bulunduğunu ifade ettiğini anlatıyordu.

Komiser Şükrü Yıldız'a Bediüzzaman Hazretlerinin "Vazifeni yap, Allah'a tevekkül et, seni ihbar eden, kendisi zarara uğrar" dediğini kızları anlatmaktadırlar.

İBRAHİM FAKAZLI Risale-i Nur'da "Küçük İbrahim" şeklinde bahsedilen İbrahim Fakazlı 1328 (1912) tarihinde İnebolu'da dünyaya geldi. Hz. Üstadı ilk defa 1940'da Kastamonu'da ziyaret etti. İbrahim Fakazlı Ağabeyin hâtıralarını mülakat tarzında kaydetmiştik. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa nerede, nasıl ve kiminle beraber ziyaret ettiniz? İkinci Cihan Savaşında ihtiyat askeri iken bir gece rüyamda karargâh çadırında oturuyorduk. O sırada askerler bana dediler ki: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) karargâhımıza geldi." Bu haberi duyar duymaz "Neden şimdiye kadar haberim olmadı?" diye çadırların arasından koşarak, hem hüngür hüngür ağlıyor, hemde arıyordum. Birden karşımdan geldiklerini gördüm. Boyu uzuna yakında 30-40 yaşlarında yiğit bir kahraman görüntüsündeydi. Belinde yerlere değen bir kılıç, başında o zamana kadar hiç görmediğim uzun bir sarık, ayağında normal bir şalvar, üzerinde göğsü açık bir gömlek, çok

nuranî, sakalsız, bıyıklı bir zat. Ağlayarak kendimi ayaklarına attım. Bir taraftan ellerini ve ayaklarını öpüyor, bir taraftan da, "Haberinizi ancak şimdi aldım, bizi af buyurun" diyerek yalvarırken uyandım. Yanımda yatan arkadaşım Selahaddin Çelebi ağladığımı anlamıştı. Bu rüyayı arkadaşlara anlattım. Onlarda o günkü şartlar içinde rüyamı terhis müjdesi olarak tabir ettiler. Terhis olduktan sonra İnebolu'da Ahmed Nazif merhumun vermiş olduğu Onuncu Söz'ü yazarak Gülcü Hüseyin Efendi ile beraber Kastamonu'ya Üstadımızın ziyaretine gittik. Çaycı Emin Efendi bizi Hz. Üstadın evine götürdü. Fakat eve varmadan evi ve kapısını uzaktan göstererek kendisi geriye döndü. Sağı solu iyice kontrolden geçirdik. Çünkü evin tam karşısında polis karakolu bulunuyordu. Kapıya yaklaştık, dışarı sarkan ipi çektik ve kapı açıldı. Ev eski bir yapıydı, yukarıya tahta merdivenle çıkılıyordu. Yukarı çıktık, birkaç adım atarak bir odanın kapısına geldik.Kapı açıktı. Gülcü Hüseyin Usta önden girdi, ben de arkadan girdim. Üstad Hazretleri bizi görür görmez, birkaç tahtadan yapılmış ve üzerine ince bir şilte gibi basit bir yatak konmuş olan divanın üzerinde bir yay gibi fırlayarak ayağa kalktı. Hüseyin Efendinin, Üstadın ellerini ve ayaklarını öptüğünü fark etmedim. Zira ben Üstadımızı görür görmez, askerde gördüğüm rüya gözümün önüne geldi. Rüyada Peygamber Efendimizi aynı sarık, aynı kıyafet ve aynı endam ve

nuraniyet içinde görmüştüm. Bunun için şaşkın ve perişan bir halde ağlayarak Üstadın mübarek ayaklarına kapanmışım, "Ancak gelebildim" diyemiyordum. Mübarek elleriyle başımı kaldırdı ve bizi karşısına, yerdeki bir mindere oturttu. Rahmetli Mehmet Feyzi Efendi de bir dizini dikmiş bir risaleyi tebyiz ediyormuş, Bize hitaben kapının her zaman ipi içeride çekili olduğu halde, bir tevafuk olarak o anda ipi dışarıya bıraktığını, bizim gelmemizin de bir tevafuk eseri olduğunu, Risale-i Nurun imanları kurtaran bir Nur olduğunu ve Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinin on iki tarikatın temsilcisi olduğunu anlattı. Üstadı ziyaret etmek için İnebolu'dan Kastamonu'ya tahminen kaç defa gittiniz? Denizli hâdisesi 1943'te meydana geldi. O tarihe kadar, o zamanki vasıta ve imkânlar içinde hiçbir fırsatı kaçırmadan Üstadın ziyaretine gidiyorduk. Fakat sayısını bilmiyorum. Denizli hapsine nasıl gönderildiniz? Denizli hadisesinden evvel Hz. Üstad, hemen her mektubunda veya ziyaretlerimiz esnasında durumun çok sıkı olduğunu, devamlı bir kontrol ve baskı altında tutulduğunu, her an bir hadisenin çıkabileceğini, bunun içinde ihtiyata riayet edilmesinin gerektiğini söylüyordu. Bir tedbir olarak, lâzım olmayan risalelerin ortadan kaldırılıp parça parça saklanmasını tavsiye ediyordu.

Dersleri, geceleri evlerde yapıyorduk. Ayrı ayrı sokaklardan teker teker giderek biraraya geliyorduk. Gazyağı karaborsa olduğundan zorlukla ele geçirebiliyorduk. Bunun için geceleyin hizmetleri çok zahmetle götürüyorduk. Maddi durumlarımız ise zayıftı. Ramazan-ı Şerifin 19'uncu günü bir Pazar sabahı saat 7-8 sıralarında kapının önüne birkaç jandarma, iki polisle birlikte mahalle muhtarı geldiler ve "Evi arayacağız" dediler. Biz o zaman yeni ve tamamen acemi olduğumuzdan hiçbir şey sormadan hemen kapıyı açtık. Hep beraber içeri daldılar. Jandarmalar evin etrafını sarmıştı. Ben birkaç aydır dikkatli ve ihtiyatlı hareket ediyordum. Külliyatı takım halinde Isparta'dan getirmiştik. Kendi yazdıklarımızla beraber kitapların çoğunu gizliyorduk. Evin her tarafını didik didik aradılar, dört-beş adetten fazla kitap bulamadılar. Kitapların hepsi bir teneke içinde idi, üzerine de bir hamur tenekesi konmuştu. Kitaplar önlerinde olduğu halde Cenab-ı Hak onlara el sürdürmedi, göstermedi. "Evden bir şeyler kaçırılıyor" Birkaç aylık bir çocuğum vardı. Bu arama sırasında evin altı üstüne getirildiğinden annesinin sinirleri bozulmuştu. Bir pencere kenarına kapanmış duruyordu. Çocuk ise altını kirletmiş ağlıyordu. Kadıncağız şaşkınlık içinde pencereyi açarak çocuğun kirli bezlerini bahçeye atmıştı. Tetikte

bekleyen jandarmalar koşuşmuşlar, "Evden bir şeyler kaçırılıyor" diye atılan şeyi kapıvermişler. Fakat üstleri başları pislik içinde kalmıştı. Bu hali daha sonra komşular anlattılar. Evi aradıktan sonra "Dükkâna gideceğiz" dediler. Giyindim, beni aralarına aldılar, çarşıya geldik. Baktım ki, çarşının her köşesinde bir silâhlı jandarma duruyor. Dükkânı açtım, içeriye doluştular. Her tarafı aradılar. Yazdığım risaleleri, mektupları ve saireyi basit bir şekilde gizlemiş olduğum halde hiçbir şey bulamadılar. Birkaç isim tesbit ettiler, çekmecedeki parayı saydılar. O zaman bin kuruş çok paraydı. Çekmeceyi kırmızı mumla mühürlediler. Bu baskının yalnız bana yapıldığını sanıyordum. Sonradan öğrendiğime göre, bütün kardeşlerin evlerini basmışlar. Baskını aynı anda icra edebilmek için Kastamonu'dan polis takviyesi istemişler. Akşama yakın bütün kardeşler polis karakolunda toplanmış olduk. O gece sabaha kadar soruşturma devam etti. Kâh dayak, kâh tehdit, kâh hakaret... Haysiyet kırıcı her türlü metodu kullandılar. Meselâ, savcı ve komiser beni ayrı ayrı odalarda sorguya çekmişlerdi. Savcı ağzımdan çıkan herkelimenin altından bizi perişan edecek ince ince mânâlar çıkararak bizden pişmanlık bekliyordu. "Kürt hükümeti kuracakmışız, halifeyi getirecekmişiz" gibi suçlamalar.... Ayrıca çoluk çocuğumuzun sürünerek ayaklar altında kalacağını söyleyerek tehditler ediyordu.

Oradan komiserin odasına getiriliyor, orada falaka ve sopa ziyafetine çekiliyorduk. O kadar tazyiklere rağmen ne söylesek para etmiyordu: "Yaptığımız bir şey varsa, o da şu kitapları okumak ve yazmaktır. Bütün faaliyetimiz bundan ibaret" deyip susuyoruz. Ogece sahur topları atılırken karakola yemekler, gazozlar, çaylar kahveler gelip gidiyordu. Birara komiser elindeki kalın jopu masaya vurarak, "Sizin gizli âletleriniz varmış; telsizleriniz, şifreleriniz nerede?" diyor, üzerime geliyordu. Şöyle bir doğruldum, "Biz dün gece sahurdan beri bir şey yiyip içmedik. Şimdi yine sahurluk yemeden yarınki oruca niyet edeceğiz, milletinize ve vatandaşınıza bu kadar yabancı mısınız?" demiştim. Hücumat-ı Sitte ve altıok O gece merhum Dursun ismindeki kardeşimizden Hücümat-ı Sitteyi sormuşlar. Onlar bu kitabı âltıok"a hücum anlamışlar ve sabaha kadar zavallıyı "sitte" diye falakadan geçirmişler. 20 gün, belki bir ay kadar ayağının üzerine basamadı. Koltuk değnekleri ile hükümet doktoruna çıktığı halde, doktor bir bahane bularak muayene yapmadı ve rapor vermedi. Karakolda 24 saat ayrı ayrı oda ve hücrelerde sorguya çekildik. Sonra 15'imizi tevkif ederek bir odaya doldurdular. Ayrıca devamlı sûrette göz altında tuttular. Ne konuşsak, ne yapsak hepsini Ankara'ya bildiriyorlarmış. Ramazan-ı Şerif ayı içinde olduğumuzdan nasıl namaz kılmamızdan, nasıl oruç tutmamıza ve nasıl tesbihat

yapışımıza varıncaya kadar hepsi rapor ediliyormuş. Üç ay kadar İnebolu Cezaevinde kaldık. Sonra Dahiliye Vekili Hilmi Uran İnebolu'ya geldi. Bu kadar "vatan hâini" inebolu'dan nasıl çıkar diye merak etmiş. Dosyalarımızı incelemiş, bize de uzaktan bakmıştı. Yeni baştan bir komisyon kurdular, azılı bir masonu başkan yaptılar. Yeniden ifadelerimiz aldılar. Kitap yazanları ve kitaplarda ismi geçenleri ayırarak 13 kişi tesbit ettiler. Diğer dosyaları muameleden kaldırdılar. Bu arada özel olarak hazırladıkları adamlar ve kadınlar vasıtasıyla kahvelerde, sokaklarda ve evlerde bizim "vatan haini, Kürtçü ve Hû'cu" olduğumuzu, sürgüne gönderileceğimizi, sınırdışı edileceğimizi veya idam olacağımızı halka duyurarak bizimle alâkaları kesmeye çalışmışlar. Çoluk çocuğumuz sokağa çıkamaz olmuş, birçoğu da hastalıklara yakalanmıştı. Bir gece geldiler, ellerimizi urganla birbirimize bağlayarak jandarma süngüleri altında bir vapura bindirdiler. İki gün sonra İstanbul'a vardık. Vapurda serbest bırakmışlardı. Bir gece de İstanbul'da rıhtımda yattık. Fakat serbest idik. Camiye ve tanıdıklarımızın yanına kadar gitmemize müsaade ettiler. "İbrahim kardeşim korkma" Ertesi gün İzmir'e hareket eden vapurla İzmir'e vardık. Bir gece otelde yine serbest yattık. Bir gün sonra trenle Denizli'ye gittik. Orada savcılık kanalıyla Denizli

Hapishanesine vardık. Hapishane kapısında jandarma ve gardiyanlar bizi tekrar sıkı bir aramadan geçirdiler. Koridor kapısından birer birer içeriye yürümemizi söylediler. Benim önümde giden bir kardeş sağ tarafta biraz bekledi. Ben de arkasındaydım. Demir parmaklıklı bir kapı gözüme ilişti. Etraf zifiri karanlık, bir de ne göreyim: Üstad. Hemen demirlerin arasından mübarek ellerine sarıldım ve öpmeye koyuldum: "İbrahim, kardeşim korkma! Hiç merak etme, korkma!" diye teselli ediyordu. Ağlayarak ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Zira kapı tarafından çalışan düdükle yürümemi istiyorlardı. 20 metre kadar ilerledim, karanlık koridorun sol tarafında önümde giden arkadaş bir kapının önünde durmuştu. Demir parmaklıklı kapının arkasında benzi sararmış bir zat duruyordu. Uzun boylu, başı açık, üzerinde pamuklu, dikişli, açık rengi solmuş uzun bir hırka. Veysel Karani'yi andıran bu zat, o arkadaşa, "Kardaşım, karşımızda küfr-ü mutlak var" diyordu. Bir ara bu zat benim karşımda da aynı cümleyi tekrar etmişti. Tüylerim diken diken oldu. "Karşımızda küfr-ü mutlak var." Birden bana canlılık geldi. O anda kendimi küfr-ü mutlak karşısında lâkayd bir şahıs olarak değil; küfre razı olmamış, ona karşı cephe almış bir mücahid gibi gördüm. Çok sevindim. Parmaklık içinde bize bakan bir kardeşimize "Bu zat kimdir" diye sordum. "Hafız Ali" cevabını verince, senelerden beri gıyabında son derece hüsn-ü zan beslediğimiz, sevip saydığımız müsbarek Hafız Ali Ağabeyimiz olduğunu öğrenip yolumuza devam ettim. Daha ileride duran bir gardiyan beni yüksek duvarlarla

çevrilmiş bir arsaya, oradan da harabe bir banyo dairesine koydu. Daha sonra gelen kardeşlerle orada bekledik. Akşamleyin o ufacık banyolukta İstanbul ekibi Seyyid Şefik, Gönenli Mehmed Efendi, Şemseddin Yeşil vesaire... Mehmet Migenli, Hilmi, Sadık Beyler, Mehmet Tevfik Yakamercan, Kastamonu mangası da 20 kişiden fazla idik. Üzerimize kapıyı dışarıdan kilitlediler. Üst üste ancak ayakta duruyor bir halde orada kaldık. Sabah olunca her türlü ihtiyacımızı temin ediyorlardı. Gecede bir kaç kere def-i hacet icap eden yaşlı arkadaşlar için boş bir teneke vermişlerdi. Onunla idare ediyorlardı. Böylece bir hafta kadar orada kaldık. Sonra bizi daha büyükçe bir barakaya aldılar. Orada da su ve hela yoktu. Bir gün başsavcı ve yardımcısı gelerek bizim barakaya girmişlerdi."Şemseddin Yeşil kim?" diye seslendiler. O da, "Benim" dedi veayağa kalktı. Şemseddin Hoca o sırada bir yemek hazırlıyordu. Savcı onun önüne vardı, fakat her nedense yemek kabının içine bastı ve yemek devrildi. "Sen misin Şemseddin Yeşil?" dedi. O da "Evet benim" dedi. O akşam Şemseddin Hocayı gayr-ı mevkuf çıkardılar. Meğerse Yeşil soy isimli Reisi cumhur başkâtibi bir akrabası varmış. Onun iltimasıyla gayr-ı mevkuf yapmışlar. Daha sonra mahkemelere dışarıdan iştirak etti. "Yardım yapamamaktan üzülüyordu" Denizli Hapsinden tahliye olduktan sonra nerede kaldınız? Denizli'den tahliye olduğumuz gün ikindi namazını Hz.

Üstad ile beraber Ahmed Çavuşun hanında kıldık. Üstad bize, "Beklemeyin, hemen gidin" demişti. Benim de fakir ve garip bir köylümüz olan İzzet Turgut Efendiyi memlekete götürmem lâzımdı. Bu kardeşimizin mutlaka benimle gitmesi lâzımdı. Zira ne paradan anlardı, ne kimseden beş kuruş isterdi. O akşam trene binip gitmemiz gerekiyordu. Fakat İzzet Efendi için bilet parası bulmam gerekiyordu. Bunun için bazı kardeşlere müracaat ettim. Oraya buraya koşarken bir arkadaş bana, "Seni Âtıf Ağabey arıyor, Ahmed Çavuşun kahvesinde" dedi. Ben de Âtıf Ağabeye "Allah'a ısmarladık" diyecektim. Bizler içeride iken kendisine emanet edilen bazı maddi yardımlardan gönderir, ben de bizim koğuştaki fakirlere dağıtırdım. Gittim, kahvede bir zat ile oturuyor; selâmdan sonra bana, "Bak, bu ağabey fakir Nur şakirdlerine yardım ediyor. Senin de tanıdığın böyle kimse varsa söyle" "Ben de bizim İzzet Efendi için koşuyorum çok iyi oldu" deyince, bu zat masanın üzerinde kocaman bir mendilin bağlı olan uçlarını çözdü, açtı. Mendilin içi demet demet parayla doluydu. Bir demet aldı, bana uzattı. İçinde kaç lira olduğunu sordum. Yüz adet bir liralık banknot olduğunu söyledi. O zaman bu yüz kuruşla 15 tane somun ekmeği alınıyordu. Demeti saydım, içinden 36 lira aldım, gerisini kendisine uzattım. Fakat almadı. Benim almam için rica etti, yalvardı. Ben de dedim: "Bu parayı ben de emaneten alıyorum. Bakın, benim cebimde 36 liram var, bana İnebolu'ya kadar yol parası ve harçlık olarak kâfidir. Sizden ancak İzzet kardeşimiz için 36 lira alabilirim, yoksa hiçbirisini almam."

Çok üzüldü, fakat sonunda razı oldu, "Daha başka fakirler varsa gönder" dedi. Ben artık kimseye bakamadım, ancak trene yetişebildik. Tren akşam namazı vakti hareket edecekti. Baktım ki o zat elinde para bohçası, istasyonda dolaşıyor ve istediği gibi bağış yapamadığı için ağlıyordu. Kardeşlerim, bu bir evliya menakibi değil; benim bizzat içinde bulunduğum ve Nur şakirtleri içinde cereyan eden bir gınay-ı kalbî hadisesi ve onların ihlâslarının son derece dikkate değer bir nümûnesidir. Zira herbiri fakr-ı hal içindeydi, tren parası olmayanlar o uzak yerlere yürüyerek gittiler. *** İslâmköylü Hafız Ali Efendi merhumla koğuşlarımız ayrı olduğundan fazla bir bilgim yok. Son derece muttaki bir zattı. Denizli meyvesi olan Meyve Risalesini yirmiye yakın yazmış ve hasta olup hastaneye kaldırılmış ve orada şehid olmuştu. Allah şefaatlarından ayırmasın. Âmin! Hasan Feyzi ile beraber Hasan Feyzi efendi ile nasıl tanıştınız? Denizli hapsinde iken bir gün, ambalaj kâğıdı şeklindeki bir mektubu bizim koğuşa dışarıdan getirdiler; Arapça bir mektuptu. Arapça bilen hocalarımızdan Seyyid Şefik Efendiye "Okuyun" diye verdik. Mektubu okumaya başladı: Esselâmü Aleyküm yâ müdriken lizâlikel'z-zamân"

ibaresiyle başlamış olması bizim dikkatimizi çekti. Mektubun altında Hasan Feyzi imzası vardı. Bu ismi hiç duymamıştık. Bu saygı ve sevgi ve temennilerle dolu mektubun Üstad Hazretlerine yazıldığına hükmettik. Mektubu Üstad Hazretlerine ulaştırmak için gönderdik. Bu zat mahkeme günlerinde yolda, cadde üzerinde bir kenarda durur ve bize selâm verirdi. Her zaman aynı zatı geçerken orada görürdük. Tahliyeden bir sene sonra, temyiz mahkemesi beraat kararını tasdik edip kitaplarımızın iadesine karar verince, İnebolu namına kitapları mahkemeden geri almak için kardeşler beni gönderdiler. Denizli'ye geldiğim gün çok şiddetli bir yağmur vardı. Delikli Çınar semtinde bir meydanlığın ortasında şemsiye elinde Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyi görerek elini öptüm ve kendisine, "Hz. Üstada gideceğim, bir emriniz var mı?" dedim. Çok selâmlarımı söyleyiniz, bize dua etsin" derken gözlerinden yaşlar akıyordu. O akşam bir arkadaşa rastladım ve beni Hasan Feyzi Ağabeyin evine götürdü. O gece, Üstad Hazretleri için yazmış olduğu "Boyun bâla gözün şehlâ" diye başlayan manzumeyi bir yığın kâğıtlar arasından bulup çıkardığı bir lise defterinden okudu, bana yazdırdı. O gece sabaha kadar onları tesbit ettik ve mahkemeden kitapları alarak postahane vasıtasıyla İnebolu'ya gönderdim. Ben de

Hasan Feyzi

Ağabeyin mektuplarını ve

manzumesini alarak Emirdağı'na müteveccihen hareket ettim. Üstad Hazretlerinin huzuruna vardım, emanetleri, Hasan Feyzi Ağabeyin ve Hâkim Ali Rıza Beyin selâmlarıyla beraber teslim ettim. Bizim mahkememiz devam ederken, zabıt kâtiplerinden birisi mahkeme riyasetinde bulunan kitapları birer birer Hasan Feyzi Efendi'ye götürerek okuttururmuş. Bu suretle mahrem ve gayr-ı mahrem bütün mahkemedeki eserleri Hasan Feyzi Ağabeyimiz okumuş. O Arapça mektubu da o suretle yazıp hapishaneye sokmuşlar. "Bir Ermeni Üstadı zehirlemişti" Üstad Hazretlerini Emirdağ, Isparta ve İstanbul'da ziyaret etmiş miydiniz? Ben Hz. Üstadı müteaddit defalar Emirdağ'ında ziyaret ettiğim gibi, bir defasında Üstad, bendenizi lütfederek bir gece evinde misafir etmişti. O gece Zübeyir kardeşimle beraberdik. Üstad dolabından ekmek çıkardı, kesti, kavanozdan da bir miktar bal çıkardı. Balı ekmeğe sürerek ağzıma koydu. O geceyi ve o ziyafeti hayatımın en büyük ve unutulmaz mes'ud bir ânı olarak biliyorum. Üstad, bendenizi bir gün Isparta'daki evinde de misafir etmişti. Orada Ceylan ve Zübeyir ve diğer iki kardeşimle beraber bulunmuştuk. İstanbul'da Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinin en üst katında Üstadın odasının karşısında bir hafta kadar kalmış

ve hizmetinde bulunmuştum. Hatta bir gece yarısı Zübeyir, Muhsin, Ziya kardeşleri Süleymaniye'ye istirahat etmeleri için göndermiş, nöbeti devralmıştım. O gece saat l veya 2 raddelerinde kapım açıldı. Baktım ki Üstad Hazretleri, Çok şiddetli bir halde, "Çabuk, otel müdürünü bana çağır" dedi. Ben hemen aşağıya koştum, nöbetçiyi uyandırdım. Birkaç sandalyeyi birleştirip üstünde uyuyan Ziya kardeşi gördüm, o da uyandı ve yukarı çıktık. Hz. Üstadın yemek kapı pencerenin dışında imiş, içine zehir atmışlar. Üstad yemekten yemiş, zehirli olduğunu anlamıştı. Komşu odalarda yatanların tahkikatını yaptırıyordu. Otelci işin içinden çıkamamıştı. Fakat Hz. Üstad, iki yan odalarda yatan yolcuların ifadelerini alarak içlerinden Ermeni Taşnak militanını bizzat tesbit etmişti. Bu adamın su-i kasdı yapmak üzere Edirne'den geldiğini, gece yarısı otele gelip yandaki odanın penceresinden Üstadın tabağına zehir attığını, Hz. Üstada itiraf edip af dilediğini gözümüzle gördük. "Üstad beni yolcu etti" Üstadı en son nerede ziyaret ettiniz? En son ziyaretim Emirdağ'ında olmuştu. Bizim bu ziyaretlerimiz mutlaka bir hizmet ve bir vazife vesilesi ile olurdu. Kitap alır, kitap verirdik. Ondan sonra bir daha yüzyüze gelemedik. Bu sefer Üstad beni yanından ayırmadan "Seni Eskişehir'e kadar ben götüreceğim, selâmetleyeceğim" dedi ve Eskişehir'e giden arabadan

Ceylan'a yer ayırttırdı. Üstad, zübeyir ve Ceylan beraberce Eskişehir'e gittik. Yıldız Otelinin üst katında bir odaya çıktık. Orada Üstada pek çok misafir geldi. Üstad, benimle musafaha ederek ve pek çok müjde ve dualarda bulunarak salavatladı. Ben ise ellerini, ayaklarını öperek ve nasıl ayrılacağımın perişanlığı içinde hıçkırıklarla ağlıyordum. Şimdi anlıyorum ki, elveda için beni Eskişehir'e kadar götürmüş ve bir daha görüşmeye muvaffak olamamıştım. Risale-i Nuru tanıdıktan sonra kaç adet Risaleyi el yazısı ile yazarak çoğalttınız? Benim yazım o kadar güzel değildi. Birçok Risale yazmıştım. Meselâ Birinci Söz'den Dokuzuncu Söz'e kadar olan kısmı beş yüz nüsha yazmışımdır. Fakat bu yazdıklarımın adedini ve neler olduğunu bilmiyorum, yanımda da yoklar. Zira biz o sıralarda yazdıklarımızı Üstad Hazretlerine gönderiyor yahut götürüyorduk. Meselâ, Asâ-yı Musa ve Zülfikar'ı yazdık, Üstad Hazretlerine verdik. Üstaddan mektuplar, lâhika ve zeyiller geliyordu. Biz de yazıp çoğaltarak halka dağıtıyorduk. Şimdi elimde ancak Denizli ve Afyon hapsinin Nurlarından bir kısmı mevcud ve Yirmiyedinci Mektup ve lâhika ve zeyilleri.. Üstad Hazretleri İnebolu'ya niçin, ne zaman, nasıl "Küçük Isparta" demişti? Üstad Hazretleri neşriyata çok ehemmiyet verirdi. İnebolu'da el ile risalelerin yazılması ve pekçok neşriyata vesile olması ve hiçbir yerde yokken ilk defa teksir

makinesinin inebolu'da olması Üstadı çok memnun etmişti. Isparta kelimesi Risale-i Nurun neşriyatında bir alem, yani Risale-i Nur neşriyatının özü ve çekirdeği olduğundan bu faaliyeti "Küçük Isparta" diye mübarek Üstad taltif etmiştir telakki ediyorum. Kastamonu kazaları içinde Risale-i Nur neden en çok İnebolu'da yayıldı? Bu sualin zahir cevabını Ahmet Nazif Ağabeyimizin İnebolulu olması ve İnebolu'da bulunması olarak söyleyebilirm. Mânen de-Allahu âlem-İnebolu Risale-i Nura her yerden daha çok muhtaç olduğundan lütf-ü Hakla buna mazhar olmuş. Ahmet Nazif Ağabeyimizde kitabet, bağlılık tarif edilecek gibi değildi. Cenab-ı Erhamürrahimin ona âlem-i saadette ecir ve hasenatını ihsan buyursun. Sevgili Üstadımızın şefaatine nail eylesin. "Zalimler için yaşasın cehennem!" Afyon hâdisesi nasıl meydana geldi? 1950'den evvel uzun seneler süregelen buhranlı bir devirde Risale-i Nur neşriyatı gerek el yazması ve gerekse teksir makinası ile son derece sür'atli devam ediyordu. Bu arada memlekette bir de yeni yeni dalgalanmaya başlayan Demokrat Parti hâdisesi vardı. İktidar bu muhalefeti önleme bahanesi altında türlü türlü baskılar icat ediyordu. O günkü idarecilerin evhamlarını tahrik ederek anarşiyi teşvik ile ortalığı bulandırmak isteyen gizli din düşmanları, Nur talebeleri ve muhterem Üstadımızın aleyhine jurnaller

tertipliyor ve zulümler sahneliyorlardı. Bu korkunç yaşantılar içinde meselâ, bir Başvekil 163'üncü maddenin daha şümûllü ve daha çok cezalı şekle sokulması müzakerelerinde bu kanun ve maddelerin şiddetlendirilmesini muhalefet aleyhine değil, doğrudan doğruya Said Nursî ve talebelerinin hakkında tatbik edilmesini Millet Meclisi kürsüsünde söylüyordu. İşte böyle karanlık, boğucu ve maddî-manevî ıztıraplı günlerde bir haber aldık ki, Haz. Üstad ve Nur talebelerini tevkif etmişler ve Afyon hapsine koymuşlar. Ve yine haber aldık ki, Kastamonu'dan Mehmed Feyzi Efendiyi de tevkif edip hapse koymuşlar. Bu acı haberleri aldıkça son derece müteessir oluyorduk; İnebolu'da aynı baskı ve kâbuslu hava her gün dozunu arttırıyor, baskılar yapılıyor, işleri ve evlerimiz aranıyor ve olanca şiddetiyle tedhişler sürdürülüyordu. Asıl hedef, İslâmiyet ve hizmet-i Kur'âniyenin durdurulması ve söndürülmesiydi. Neden ezân-ı Muhammedî okutulmuyordu, neden Kur'ân yasaktı, neden hac yasaktı? O günlerde Afyon'dan aldığımız bir haberde yüze yakın din kardeşimizin nâhak yere birtakım bahanelerle hapse atıldığını, evlad u iyallerinin perişan olduğunu, ocaklarının söndürüldüğünü ve çeşitli işkencelere maruz bırakıldıklarını düşünerek yemekten, içmekten ve uyumaktan kesilmiştim. O heyecan içinde 5-10 sayfalık mektuplar yazarak hapisteki kardeşlerimize ve ağabeylerimize teselliler yazıyor ve onların kırılmış

kalblerini tamir ve bu zulümlere uğramalarına sebep olan Risale-i Nur neşriyatının kudsiyetini, buasırda yapılan cihadın en makbul bir cihat olduğunu; mademki siyasî bir faaliyetimiz yoktur, Risale-i Nur lâik idareye ilişmiyor ve Risale-i Nur Kur'ân'ın mânevî tefsiridir. Binaenaleyh idareciler de Risale-i Nur talebelerine ilişmemelidir; eğer ilişirlerse bu bir zulümdür. Öyleyse "Zalimler için yaşasın Cehennem deriz" meâlinde yazıp gönderdiğim mektupların tamamı hapishane kapısında ele geçmiş. Ayrıca İnebolu'dan Afyon'a giderek hapishane kapı ve pencerelerinden görüşüp oradakilere yardıma çalışırken beni tesbit etmişler. Dinleyici olarak bulunduğum bir mahkeme, gizli celsede tevkifime karar vermiş ve bu kararı telgrafla İnebolu'ya bildirmişti. İşte bu mahkeme celsesi 17 Ağustos 1948 Perşembe günü olmuştu. Yeni Camide esrarlı görüşme İlk defa nerede ve nasıl tevkif edilmiştiniz? 1948 senesinin Eylül ayının ilk haftalarında idi. Afyon'da, o günlerdeki Risale-i Nur mahkemelerinin bir celsesinde dinleyici olarak bulunup bir hafta kadarda Afyon'da kardeşlerin hizmetlerini ifadan sonra İnebolu'ya avdet etmek üzere İstanbul'a gelmiştim. Merhum Hüseyin Gülcü kardeşimizle karşılaştım ve tevkif edildiğimi öğrendim. Derhal yatmış olduğum otelden ayrıldım. Zira eşkâlimi bildirerek veya inebolu'dan beni tanıyan taharriler

İstanbul'a gelebilir düşüncesiyle oteli terk ettim. Ve Afyon'a gelip teslim olmaya karar verdim. O sırada İstanbul'da bulunan İnebolu'lu Salih Uğurtan ve Gülcü Hüseyin kardeşimizle son bir defa daha görüşmek üzere Eminönü'nde Yeni Cami'de ikindi namazını müezzin mahfilinin altında kılarak oradan ayrılacağız diye randevulaşmıştık. İkindi namazında orada buluştuk. Bir de İstanbul'lu Emin isminde bir kardeşimiz vardı. Dört kişi olmuştuk. Cemaat dağıldı, biz dört kişi müezzin mahfilinin altında oturup sohbet ediyorduk. Durumu değerlendiriyorduk. Salih Efendiİstanbul'da kalıyordu. Rahmetli Hüseyin Efendi inebolu'ya dönecekti. inebolu'da en büyüğü 6-7 yaşlarında 4 çocuğum ve hastalıklı ailem ve ihtiyar babam vardı. Onların durumlarını konuşuyorduk. Zaten Gülcü Hüseyin Efendinin evinde kiracı idim. Ailem, çocuklarım ve babam üzülmesinler diye tevkifimin duyurulmamasını konuşuyorduk. Camide kimse yoktu. Bazen bir-iki kişi gelerek arkada vakit namazını kılıp gidiyorlardı. Bu sırada camiin Eminönü kapı perdesi ses çıkararak açılıp kapandı. Benim yüzüm biraz o tarafa dönüktü. O günlerde yanımdan geçen herkese bir şüpheyle bakıyordum. Sivil polislerden çok şeyler çekmiştim. Sair zamanlarda dahi bizi takip ederler, gittiğimiz yerlere giderler, yoktan bahanelerle arama yaparlar, karakola kaldırırlardı. Onun için bende böyle bir alışkanlık olmuştu. Bu kapı perdesinin sesi camide yankı yapınca biz

hepimiz kapıya doğru baktık. İçeriye, elinde pabucu, bir kolunun altında siyah bir çanta, başı açık, 35-40 yaşlarında esmerce, uzun boylu, sakalsız, bıyıklı, hâki renkli elbiseli, nuranî bir zat girdi. Üç adım kadar yaklaştı ve durdu. Hatırımda kaldığına göre şöyle selâm verdi: "Esselâmü aleyküm ey bu kâinatın tedbirinde irade sahibi olan ve benim o zatın kapısında köpeği olduğum üç büyük kutbundan ferdiyet makamı kendisine verilen o zat-ı akdesin mensupları" diyerek yüksek sesle bizlere hitâp etti. Biz gayr-ı ihtiyarî bir halde, "Ve aleykümüsselâm ve rahmetüllahi ve berekatühü" dedik ve birbirimize bakıştık. Gözlerimizle bu "Kim acaba?" der gibiydik, fakat kimsede bir yakınlık alâmeti yoktu. Bu zat bir adım daha yaklaştı, daha beliğ ve uzunca bir tarifle tekrar selâm verdi. Biz yine aynen cevapladık. Fakat benim kafam karışıktı. Evvela, "Bir taharri olabir" dedim. Çünkü o sıralar her gittiğimiz yerde emniyet mensupları bizi tanırdı. Zaman zaman bu çeşit tartışmalar da olurdu. Ama bu ikinci selâmda değişik bir hava esti, kafam da karıştı. Bu defa geldi, müezzin mahfilinin mermerlerine dayandı. Üçüncü defa aynı selâmın daha beliğini ifade etti. Bizim hayret bakışlarımız altında kemâl-i edep ve ciddiyetle şöyle söyledi: Suriye, Arabistan ve Mısır'ı gezdim. Mısır'ın Kölemenleri dahi o benim kapısında köpeği olduğum ve kâinatın tedbirinde kendilerine kudret ve vazife verilen üç büyük kutb-u âzamdan me'muriyet-i kübra ve ferdiyet makamının sahibi olan o zat-ı akdesin adı anılırken ayağa kalkıp

feryad ediyorlar" diyerek yüksek sesle bir hatip gibi konuştu, sonra "Hepimiz benim gözüme bakınız" dedi. Tabii biz susuyor ve neticenin nereye varacağını bekliyorduk; donmuş kalmıştık, kımıldamıyorduk. Dördümüz de bu zatın gözüne bakmaya başladık. Hatırımda kaldığı kadarıyla baş tarafta Gülcü Hüseyin, onun yanında Salih Efendi ben vardım, en sonda da Emin kardeş vardı. Bu zat başta Hüseyin Efendiye doğru parmağıyla işaret ederek "Sen değil" dedi. Üçüncü şahıs bendim. Sonra bana parmağıyla işaret ederek "sen" dedi, "o benim kapısında köpeği olduğum... Sen, o zatın yanına gideceksin" diyerek çantasını açtı ve içinde bir gazoz şişesi kadar büyüklükte beyaz ve içi dolu bir şişeyi çıkararak bana uzattı, "Bunu iç" dedi. "Bu adam bizi nasıl teşhis etti?" Bu hâdise karşısında hepimiz hayrete düştük. "Bu adam kimdi ve bizi nasıl teşhis etti, beni nereden bildi? Bu şişede ne vardı?" Bu meçhuller benim kafamdan yıldırım hızıyla geçerken, "Bu zatı teşhis hususunda bu anda ne yapabiliriz?" diye bir çare arıyorduk. Bu arada kendisine teslim olmaktan başka da yapılabilecek bir şey kalmadığını anlamıştım. Ama yine de bir fikre sahip olmak için onu konuşturmak maksadıyla şöyle konuşmaya başladım: "Efendim, mesele

anlaşılmıştır. Biz her hal ü kârda

ihtiyat içindeyiz. Ama şimdi bu ihtiyatın hiçbir lüzumu kalmadı. Ve biz size tamamen teslim olduk. Lütfen buyurun aramıza gelin, sohbet edelim, oturalım." Şimdi hemen gitmeliyim. Çok mühim vazifelerim var. Siz hemen bu suyu için" diyerek şişeyi bana verdi. Ben şişeyi aldım. Ama yine de onun bir ifadesini anlamak için, "Kabul hepimiz içeceğiz" dedim. Olmaz, sen içeceksin. Zira sen o benim kapısında köpeği bulunduğum zatı göreceksin ve yanına gideceksin" diye ısrar etti. Peki, ama bir meseleyi öğrenmek istiyorum. Siz bizi teşhis ettiniz; tamam. Ancak, biliyorsunuz, bizim derslerimizde ve hayatımızda uhuvvet esastır. Madem ki makam ve mertebe yoktur, öyle ise bana verdiğiniz bu hediye, o zat-ı mübarekin huzuruna gideceğim ve onu göreceğim için bana bahşedilen bir mübarek ikramdır. Ben ise bu ikrama onun sebebiyle mazhar oluyorum. Öyle ise bu mübarek zat bizleri kardeş eylemiş. o uhuvvetin hukukuna riayet ederek bu ikramı hepimiz paylaşmalıyız" dedim. Peki, öyle ise olsun" diye müsaade etti. Ben de "Bismillah" dedim, şişenin mantar kapağını açarak bir kısmını içtim. Yanımdahepimiz bu sudan içtik. Bu bir zemzem-i şerifdi. Teşekkür ettik. Sonunda şişeyi iade ettim. Bu defa bana hitaben, "Sen beni yarın öğle namazını

müteakip şu ilerideki direğin dibinde bekle. Sana otuz senedir kendisine verilmek üzere yanımda emanet olarak duran o kapısında köpeği olduğum zata göndereceğim" dedi. Ben de "Efendim, ben halen mevkuf bulunuyorum. Beni arıyorlar, ben bu akşam derhal 8.00 treniyle hareket edeceğim" dedim. Bu defa bir Besmele-i Şerif çekerek bir âyet-i kerime okudu ve şöyle dedi: "Kâinatta hiçbir hadise yoktur ki, Onun izin ve iradesiyle olmasın. Sen Kur'ân-ı Hakimin himayesi altındasın, korkma, sana hiçbir şey yapamazlar"deyince, "Peki" dedim. Derhal geldiği yerden çıktı, gitti. Sonra kardeşlerle birbirimize sarıldık. Hayretler içinde kalarak biraz daha oturduk ve akşam hareket etmekten vazgeçip rahmetli Hüseyin Efendinin Üsküdar'daki fakir ve ihtiyar ablasının evine gidip geceyi orada geçirmeyi ihtiyata muvafık bulduk. Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin komşusu olan o fakirhanede sabaha kadar misafir olduk. Okuduk, sohbet ettik. Sabah herkes işine gitti, Hüseyin Efendi de İnebolu'ya dönmek üzere hep beraber oradan ayrıldık. Ben öğle namazında Eminönü Yeni Cami'ye gittim. Namazdan sonra o zatın tarif ettiği sütunun dibine oturdum. Biraz sonra tekrar çıkageldi. Bana bir Hicaz tesbihi ile bir misvak verdi. Bir de o anda kaydedemediğim Arapça isimli bir şey söyledi "Onu vereceğim, zira elinden alacaklar" dedi ve bana çok dualar etti. Aynı kelâmları

söyleyerek Hz. Üstada selâmlar gönderdi, sonra da ayrıldı gitti. Ben de o gün akşam treniyle Afyon'a hareket ettim. Bir kuş gibiydim, nereye bastığımı, nasıl gittiğimi bilmiyorum. "Savcı ile yüz yüze gelince" Ne İnebolu, ne çoluk çocuk, ne para hiçbir şey hatırıma gelmiyordu. Ayağımda yamalı bir pantolon, sırtımda eski bir ceket, başım açık, sepet elimde, lal ve hayran gidiyorum. Trende yer bulmak, oturmak şöyle dursun, ayakta duracak yer bile yok. Fakat Afyon'a nasıl vardığımı bilmiyorum. Acaip hâdiseler ve rüyalar peşpeşe, ayazlı bir şafak vakti Afyon'a vardım. Atlı arabayla sabah namazına erişirim diye şehirdeki ber-mutad bir hana indim. Namazdan sonra hemen hapishaneye gittim. Kardeşlere bir pusula yazarak "Bir şey istiyorsanız kapıda bekliyorum" dedim. Böylece üç gün Afyon'da dışarıda yapılacak hizmetleri gördüm. 10 Eylül Cuma günü sabahı sepetimi elime alarak savcının kapısına vardım, kapıyı vurdum. İçeriden daktilo sesleri geliyordu. Bir ses "Gir!" dedi ve girdim. "Efendim benim ismim İbrahim Fakazlı." Neee!" dedi. "İbrahim Fakazlı." Hani evrak, hani jandarma" diye çıkıştı.

"Efendim, kapınızda jandarma ve polis yok." "Be adam," dedi. "Ben sana kapıdaki polisi, jandarmayı sormuyorum: seni İnebolu'dan getiren zabıtayı soruyorum" Zile bastı, bir jandarma ile kapıcı geldi. Onlara bağırıp çağırdı: "Nereye gitmişler, bu sanığı bırakıp da" diye. Baktım zavallılar fena oluyor. O sırada yere atılmış vaziyette duran Risale-i Nurları göstererek, "Âlim ve hâfızmışsın, bu Kur'ân tefsirleri olan Risale-i Nurları böyle nasıl yerlere attın, Allah'tan korkmadın mı?" dedim. Birden "Sus!" diye bağırdı: "Arayın şu herifi!" dedi. "Bir kasketin başına gelenler" Oradakiler üzerimi aramaya koyuldular, ceketimin düğmesini açtılar, koltuğumun altında bir kasket vardı, hemen yere düştü. Memur yerden aldı, gösterdi: "Efendim, bu hiç giyilmemiş bir kasket" dedi. Ben bu kasketi savcılığa gelmeden önce 100 kuruş vererek çarşıdan yeni almıştım. Zira mevkuf kardeşlerimizden dinlemiştim. Bazı kardeşleri, "Siz neden şapka giymiyorsunuz? Bunlar şapka düşmanı, falanın düşmanı" diye çok dövmüşler, zulmetmişler. Ben de Denizli'de Hz. Üstadın elinde böyle bir kasketi görüyordum. Mahkemeye giderken eline alır ve mahkemede tahta sıranın üzerine koyarak üzerine

otururdu. Ben de onu hatırladım ve lüzumsuz zulme uğramayayım diye alıp koltuğumun altına koyarak ceketimi iliklemiştim. "Bak, bu da kurnaz, hem kasketi var, hem de giymiyor" dedi ve beni bir perdenin arkasına çekerek "Gel buraya" dedi. Baktım ki, yüzlerce havlu, beyaz bez, âbani, sarık yığın halinde duruyor. Bunlar, Isparta, Barla ve civarlarından gelen o mübarek ihtiyar kardeşlerimizin başlarını soğuktan korumak için taktıkları çeşitli atkı ve sargılardı. Bu bana çok dokundu: "Mustantık Bey" dedim, "Siz, hem âlim, hem de hâfız olduğunuzu söylediniz. Bu Kur'ân tefsirlerini ve bu kaşkolları vesile yaparak zavallılara zulmettiniz." O esnada jandarmayı kelepçeye göndermişti. O da geldi, kelepçe elinde, bekliyordu. "Gerek devletime, gerekse kıymetli Mehmetçiğime eziyet olmasın ve lüzumsuz masraflar olmasın diye o kadar uzak mesafeden buraya kendi kendime geldim. Şurada yüz yüz elli metre mesafedeki hapishaneye kadar iki jandarma nezaretinde ve kelepçe takarak göndermeniz ayrıca çok büyük bir zulümdür. Bunu bildiğiniz halde yapıyorsunuz. Elbette sizden Mahkeme-i Kübrâda bunlar sorulacak" dememle birlikte, "Kâtib, yaz. Bütün dediklerini zapta geçir" dedi. Kâtip hepsini yazdı. Bana da "Şurayı, şurayı imza et" dedi. Ben de gülerek imzamı attım. Akabinde ellerimi arkama kelepçelediler. Sepeti de aradılar: "Bir parça ekmek, peynir, üzüm, bir tane çorap, bir

de tesbih ve misvak, Bunlarda bir şey yok" dediler. Sepeti jandarma aldı ve beni hapishaneye gönderdiler. "Ben zaten bekliyordum" Hapse girerken yine aradılar, küçük bir çakım vardı. "Bu adam öldürür, alın" dediler, aldılar ve beni misafirhane dediğimiz altıncı koğuşa koydular. 5-10 dakika sonra Ceylan'ların bulunduğu koğuş teneffüse çıktı. Kapının zincirli aralığından dışarıda gezenleri görüyordum. Ceylan benim geldiğimi haber almıştı. Geldi ve arkasını kapıya dayadı. O şekilde konuşmaya başladık. "Ben zaten bekliyordum" dedi. Ceylan, "Merhaba Ağabey, hoşgeldin" diye mukabele etti. Ceylan'ın yüzü bahçeye dönüktü. Benim en büyük arzum emanetleri Hz. Üstada ulaştırmaktı. İstanbul'da Yeni Cami'de geçen hâdiseyi bir kâğıda tamamen yazdım ve kapı aralığından Ceylan'ın arkadan bağladığı eline birer birer verdim. Arkasından hafifçe kulağına anlattım. O da bana yüzünü dönmeden içerideki durumu anlattı, emanetleri Hz. Üstada ulaştıracağını söyledi. Bizim koğuşta zavallı bir ihtiyar vardı. Çok fakirdi. Bir gece baktım, başına bir çul sarmış. Sebebini sordum. "Başım çok üşüyor" dedi. Savcılığa gelirken aldığım kasketi bu ihtiyar adama vermeyi düşündüm. Gece olunca kasketin önündeki siperi çıkardım. götürüp verdim. Adam sevindi, dua etti. Siperi de götürüp helanın deliğine tıktım. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda, elimde kalın bir

kitap var, kapağın üzerinde de sülüs bir hatla "küfr-ü mutlak" yazılmış. Önümde de bir soba var. O kitabı götürüp sobaya attım. sonra uyandım, "Allah hayırlara tebdil etsin" dedim. Bu rüyayı da unutamam. Hâlâ düşünüyorum. O ihtiyar adam, kasket, soba ve küfr-ü mutlak arasında nasıl bir irtibat var? Ben oradan gün ışığını beklerdim. Havanın sükünetli ve gecenin karanlığında Hz. Üstadın inleyen sesiyle evradını okuduğunu duyabiliyordum. Bu hazin sese öyle alışmıştım ki, duymazsam üzülürdüm. Üstad, bazan da pencerenin kenarındaki duvar çıkıntısı üzerine seccadesini serer, oraya otururdu. Ben de kimsenin dikkatini çekmeden onu seyretmeye çalışırdım. o mübarek de bizi bahçede teneffüste dolaşırken seyreder, bize iltifatlar ederdi. Bazan nöbetçinin gafletinden istifade ederek gizlice Üstadın bulunduğu koğuşa çıkar, elini öper, bazı hizmetlerini görürdüm. Fakat bazan da yakalanır, falakaya yatırılır, cezalandırılırdım. Üstadla en rahat görüşme mahkemeye giderken olurdu. Mahkeme salonunda etrafına halka olur, kendisini dinlerdik. "Üstad sırtıma basarak çıktı" Bir defasında öğleden sonra bir celse için bizi mahkemeye sevketmişlerdi. Nedense, "Hâkim henüz gelmemiş" diye bizi boş bir odaya kilitlediler. Oda büyüktü, fakat öyle pisti ki, yerlere basmak dahi mümkün değildi. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği genişlikte çok tozlu

bir pencere kenarı vardı. Kardeşler temizlediler. Tahirî Ağabey de boynundaki uzun ve geniş kaşkolunu oraya serdi. Böylece Hz. Üstada namaz kılacak kadar bir yer hazırlandı. Hz. Üstad pencerenin kenarına geldi, fakat pencere yerden 60-70 santim yükseklikteydi. Üstadın üzerine basıp oraya çıkabilmesi için sandalye ve sandık gibi bir şey arandı, fakat yoktu. Ben hemen sırtıma basarak oraya çıkması için Üstadın önüne yattım. Herkesin şaşkın bakışları arasında Hz. Üstad gülümseyerek enseme "keçeli, keçeli" diyerek vurdu ve sırtıma basarak çıktı. Namazını orada kıldı. Sonra da başkaları kılacaktı. Fakat mahkemeden çağırdılar. Sonra namazı kaza ettik. O günkü heyecanımı hâlâ hissediyorum ve unutamıyorum. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun diyorum. Orada tahminen 20 kişi vardık. Hatırımda kalan isimler: Tahirî Ağabey, Hüsrev Ağabey, Ceylan, Hıfzı, Bayram, Mehmed Feyzi, Ahmed Fevyzi, Zübeyir Gündüzalp, Nazif Çelebi ve Selâhaddin. Çok soğuk bir kış günüydü. Öyle ki, camlar 15-20 gün buzdan tül perde haline gelmişti. Hz. Üstadın koğuşuna gidip bir teneffüs miktarı orada kalmayı istemiştim. Bunun için şöyle bir çare düşün"Ya erhammerahimîn! Bu salavatı okuyanı Şefiül'l-Müznibîn-in şefaatine mazhar eyle. Âmin, âmin." "Ya erhammerahimin! Bahâî'deki hakaik-i kudsiyenin hürmetine bu nüshanın sahibi İbrahim'i ve Kâtibi Mustafa'yı Cennette mes'ut eyle. Âmin, âmin, âmin."

"Yâ erhamerrahimin! İsm-i Âzamın hürmetine ve bu defterdeki isimlerini ve hakikatların hakkına bunu yazan Mustafa'yı ve okuyan İbrahim'i Cennetü'l Firdevste saâdet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin." "Ya erhamerrâhimîn! İsm-i Âzamın hürmetine ve ism-i Hafîz hakkına bu nüshayı yazan İbrahim'i Zalimlerin ve Şeytanların Şerlerinden muhafaza eyle. Âmin, Âmin, Âmin..." Allah'ım! Ya erhamerrahimîn! Cevşen'deki isimlerin ve İsm-i Âzamın hürmetine bu mûnacatı yazanı ve yazdıranı ve okuyan ve İbrahim'i ve Mustafa'yı Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin." düm. Koğuşa teneffüse çıkıp saati doldurduktan sonra içeri girerken umumî helâya girecektim. Teneffüs sırası diğer koğuşa gelince Üstadın kapısı açılacak, oradaki mahpuslar teneffüse çıkacak, ben de helâdan çıkıp o koğuşa geçecektim. Böylece bir saat kadar Üstadın yanında durabilirdim. Tekrar bizim koğuş teneffüse çıkıncaya kadar yine helada kalıp bizim koğuşa geçecektim. Bunu ne pahasına olursa olsun bazan yapardık. Yine böyle yapmak istemiştim. Bizim koğuş içeri girerken ben helaya girdim. Bu esnada Üstadın koğuşu da açılmış, mahpuslar dışarı çıkıyordu. Ben helanın kapısına geldim. Fakat soğuktan her taraf dona kesmişti. Helanın kapısı kapanmıyordu. Ayak üzerinde durmak bile mümkün değildi. Kapının aralığından bir el gördüm. Kapıyı tutuyor ve dışarıya çıkmaya çalışıyordu. Bu el Hz. Üstadın eliydi.

Ben, "Efendim, efendim ben tutayım elinizi, ibriğinizi bana verin" diye seslendim. Üstad, "İbrahim sen misin?" dedi ve tebessüm ederek elimden tuttu, dışarı çıktık, beraber koğuşa gittik. O günkü heyecanımı da unutamıyorum. Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolsun Hapishanede Risale-i Nur yazdınız mı? Afyon hapsinde El-Hüccetü'z-Zehrâ'yı birkaç defa yazdım. Bir defasında da Kastamonu'ya giden birisiyle gönderdim. Bir tane de babama hatıra olmak üzere çok itina ile yazmıştım. Bunu Hz. Üstada tashih için gönderdim. Hz. Üstad tashih etmiş ve öyle muazzam bir dua yazmıştı ki, görenler hayran oldular. Ben de hapisten sonra babama takdim ettim. Babam çok memnun oldu, ağladı; fakat şimdi o kitap nerededir, bilmiyorum. Ayrıca Afyon hapishanesinde Cevşenü'l-Kebir ve diğer Evradı yazmıştım. Bir tane de Emirdağlı Mustafa Acet yeni öğrendiği o güzel hattı ile bir Cevşenü'l-Kebir, bir de Evrad-ı Kudsiye yazmış, bazı kısımların tashihini yaparak bana hediye etmişti. Daha sonra teberrüken Mehmed Feyzi ve Hasan Feyzi Ağabeylerin yazdıkları Hülâsatü'lHülâsa ve sair Evradları ilave ederek Hz. Üstada tashih ettirdim. Hz. Üstad mübarek bir dua yazarak bana iade etti. Ahmed Feyzi Ağabeyle 2 ay kadar bir koğuşta yattık. Bir

defasında Ahmet Feyzi, Hz. Üstada bir pusula yazarak, "Üstadım ben Gençlik Rehberini bugünkü gençliğin anlayabileceği şekilde lügatsız Türkçe olarak yazıp neşretmek istiyorum, müsaade eder misiniz?" diye sordu. Hz. Üstad da "Kardeşim Ahmed Feyzi, sen öyle bir risale yazarsan kendi imzanı at veya lügatlarını haşiyesinde kısaca Türkçeye çevir, yine imzanı at" demişti. Bu ifadeleriyle Üstad Hazretleri, Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolunmasını anlatmak istemişti. Hz. Üstadın kendi elyazması olan, El-Hüccetü'zZehrâ'da yer alan Fatiha'nın tefsir kısmını Hz. Üstad, Ceylan'a vermiş, Ceylan da, "Teberrüken sana getirdim" dedi ve bana verdi. Ben de alıp öptüm, başıma koydum ve itina ile muhafaza ettim. Tahliyeden sonra İstanbul'a gittiğimde o gün için en güzel bir cilt ile ciltlettim ve İnebolu'da onu canımdan kıymetli olarak sakladım. Sonra bir mahkeme sebebiyle İnebolu'ya gelip fakirhanemde misafir olan Bekir Berk kardeşimiz onu gördü ve kendi müzesinde muhafaza etme ve "Hizmet-i Nuriyede çok büyük hizmetlere vesile olacak" diye ısrarla benden istedi. Ben de "Hizmete medar olur" niyetiyle hiçbir şeyimi esirgemezdim ve verdim. Seneler geçti; baskınlar, musadereler ve imhalar.... Bekir Berk hapse girince kayboldu. Çok aradım, sordum; bilen olmadı. Yıllar sonra Mehmed Emin Birinci ve Mehmed Fırıncı kardeşlerin elinde hakikaten bir hizmete medar olmak için çıkarılmış iken gördüm. Dünyalar benim oldu. Çok

sevindim, kayıp olmamış. O kıymetli kardeşlerim onu muhafaza etmişler. Kalbim rahat etti. Afyon hapsindeki hapis müddeti ne kadardı? Tarihler, hapishanede yazdığım evrak defterinde yazılı. Afyon hapsine girmeden evvel İnebolu'dan ayrıldığım tarih: 17 Ağustos 1948 Perşembe. Hapishaneye girdiğim tarih: 10 Eylül 1948 Cuma, Afyon hapsinden çıktığım tarih: 9 Mart 1949. Bu hesaba göre hapiste 6 ay kalmışım. Avukat olarak kimlere vekâlet verdiniz? İlk defa Ahmed Bey isminde bir avukat fahri olarak vekâletimi almıştı. Sonra bir baro reisi-ismini Halil zannediyorum-almıştı. Başka hatırlamıyorum. Hapishanede günlük hayat Afyon hapishanesinde Üstad ve Nur talebeleri günlük zaruri ihtiyaçlarını nasıl karşılardı? Hapishaneye birkaç çamaşırdan başka bir eşya ile girmemiştim. Rahmetli Hüsrev Ağabey bana bir minder göndermişti. O minderin üzerinde yatardım. Bir de üstüme örtecek bir şey vardı. Daima elbisemle yatar kalkardım. Banyo için bir teneke suyu bulabilirsemonunla banyo yapardım. Bazen dışarıdan yardım yaparlardı. Kimler yapardı bilmiyorum, o yardımlar para, yiyecek gibi şeyler olurdu ve onları teberrük diyerek almamız için Üstad Hazretleri gönderirdi. Bizim koğuş, ikinci koğuş zemin kat idi, tabanı taş idi.

İçi 20-25 metre uzunluğunda ve 8-10/ metre genişlikte idi. Koğuşta, kapıları içeride 3 adet hela vardı. Banyomuzu da o helalarda yapardık. Bizim koğuşun mevcudu bazen 70-80 kadar kişi olurdu. Koğuş başkanı olan ağır cezalı mahkum Hasan Ağa, aynı zamanda berberlik yapardı ve Üstadı da o traş ederdi. Benden para almazdı. Akşamları birer tayın dağıtırlardı ve parasını alırlardı. Fakirlik mazbatası verenlerden almazlardı. Benim param yoktu. Bana "fakirlik mazbatası getir" dediler. Ben de İnebolu'ya yazdım, fakat gelmedi. Hapisten çıktıktan sonra inebolu'da benden tahsil ettiler. Mübarek Kandil Gecelerinde, bayramlarda ve Muharrem ayında hapishaneye aşure ve tatlı gibi yiyecekler gelirdi. Hz. Üstad onları teberrük diyerek alıp yememizi tavsiye ederdi. Dışarıdan nohut, börülce, fasulye ve bulgur gibi şeyler az gelirdi. Hapishane içinde boş gaz tenekelerinden ufak mangal yaparlar ve satarlardı. Beş kuruş verip bir tane de ben almıştım. Onda kömürle çorba pişirirdim. Bir defasında teneffüs esnasında mangalı bahçede unutmuştum. Beni kapı altı dedikleri başgardiyanın dairesine çağırdılar. O dairenin üstünde Hz. Üstadın bulunduğu koğuş vardı. Üstadı tek başına bıraktıkları 70 kişilik bu koğuşun 40 kadar camgöz penceresi vardı. Bunların ancak 15 tanesinde cam takılıydı, diğer pencerelerin camı hep kırıktı. "Projektör gibi iki göz bana bakıyor"

Orada bana mangalımı gösterdiler. Bu mangal "Senin mi?" dediler. Mangal benimdi. Zalim bir gardiyan vardı. Beni döğmek için elini kaldırdı. O gün bir şenlik günü idi. Kalbimden diyordum ki: "Bugün bunların şenlik günü, çalgılar çalıp horon tepip oynuyorlar, şarkılar söylüyorlar. Eğer bende zerre kadar bir iman varsa bugün benim de bu zalimlerin zulmüne uğramamam lâzımdır ve hakkımdır; bakalım bana nasıl azap edecekler?" diye düşünerek oraya gitmiştim. O gardiyan bana tokadını şiddetlice vuracak diye bekliyordum. Ve iyi vursun diyerek boynumu bir tarafa eğmiştim. O anda gözüm üst katın sarmaşıklı penceresine denk geldi. Birde ne göreyim, sarmaşıkların arkasından projektör gibi iki göz bana bakıyor, ben de ona bakıyordum. Ben tokadı unutmuştum. Zira bu göz Hz. Üstadın gözleriydi. Birden başgardiyanın sesi gürledi: "Vurma, bırak." Zalim gardiyanın uzun kolu aşağı indi. Ve bana "Al mangalı git" dediler. Bu hadise beni günlerce yatağımda ağlattı. Ve nurlu bakış o zalim gardiyanın kolunu döndürmüş hareketsiz bırakmıştı. "İbrahim, hasta mısın?" Hz. Üstad bizi teneffüste orta bahçe dedikleri yerde gezerken de seyrederdi. Bir defa ben Üstadın penceresi karşısında güneşleniyordum.Yakam açıktı, boynumdan da fanilamın yakası görünüyordu. Hz. Üstad pencereye geldi, bir pusula attı. Oradakiler pusulayı aldılar, bana verdiler. Üstad, pusulada şöyle diyordu: "İbrahim sen hasta mısın, boynunda ne var? Seni üzgün görüyorum."

Bir defasında yine bahçede Ceylan, Halil ve bir kardeşimizle beraberdik. Üstad üçümüze bir pusula attı. Pusulada şunlar yazılıydı: "Kardeşlerim, gezin dolaşın, neşeli olun. " Bana öyle gelirdi ki, sanki annemin yanındayım ve bana şefkatle sahip oluyor ve beni hiç gözünden ayırmıyor. "Üstadı zehirlediler" Biz Hz. Üstadı pencerede görmezsek, "Neden görmüyoruz?" diye çok üzülürdük. Ne pahasına olursa olsun, bir fırsatını bulun yanına çıkmayı gözlerdik. Kışın son derece soğuk bir gününde Üstadın yanına gizlice çıkmıştım. Hz. Üstad çok hasta idi. Bana elini uzattı, "Tut" dedi. Ben de tuttum ve öptüm. Ateşler içindeydi, elim sıcağına tahammül edemiyordu. "İbrahim çok hastayım. Artık öleceğim, siz varsınız diye teselli buluyorum" derken Ceylan da geldi. Aynı şeyleri ona da tekrarladı. Biz şaşkın bir halde ağlıyorduk. Üstad Hazretleri de ağlıyordu. "Ne yapalım?" diye çaresizlik içinde Ceylan'la birbirimize sarıldık, ağlaştık, helalleştik. Üstad bize çok dua etti ve sonra bizi gönderdi. Dönüşte kardeşlere meseleyi anlattık, çok dualar ettik. Cevşenler okuduk. Sonradan anladık ki, Üstadı zehirlemişler. Kış mevsimi.Her taraf donmuş Afyon'un çevreyle irtibatı kesilmiş demiryolu kapanmıştı. 15-20 gün şehre yiyecek, yakacak gelmemiş, sular akmıyordu. Hz. Üstadın pencereleri kırık dökük, döşeme tahtaları aralıklı, ısınmak mümkün değil. O gün Hz. Üstadı önünde bir gaz tanesi,.

içinde bir miktar mangal kömürü, bir çaydanlık, çift battaniye altında iki kat olmuş halde gördüm. Üstadın koğuşunun karşısında bir koğuş daha vardı ki, o koğuştaki pencerenin camları yeniden takılmış, kapıları tamir ettirilmişti. Koğuşun içinde dökme soba, sıcak hamam gibi banyo suları akıyor. Bu koğuşta komünizmden müebbet hapse mahkûm birgenç ve bir kadına tecavüz etmiş bir doktor, bir de siyasî mahkûm vardı. Bunlar imtiyazlı mahkûmlardı. Dışarıdan yardımları gelir; hatta komünist gecelerinde dışarıda gezdiklerini söylerlerdi. "Soğuktan donuyorduk" Altı kadar koğuş vardı. Her koğuşta Nur talebeleri bulunuyordu. İdareye, savcılığa "Soğuktan donuyoruz, Üstadımız artık dayanamıyor, kömür, yakacak, soba..." şeklinde yazılar yazıldı. Fakat hiçbir netice vermedi. Bu meseleden halk da haberdar olmuştu. Halk "mahpuslar donuyor" diye duymuşlar ve ileri gelenler zorlamışlar. Sonunda istasyonda kalmış olan bir kamyon kadar maden kömürü jandarmaların nezareti altında torbalarla ağır cezalı mahkûmlara taşıttırılıp hapishane bahçesine getirildi. Herkese birer teneke verdiler. Ama bu defa o kömürü yakacak ne soba vardı, ne de mangal. Bunun için kömür hiçbir işe yaramadı. Sonunda Mustafa Osman kardeş bir kağıt üzerine saçtan yapılmış ızgaralı bir kömür sobasının krokisini çizerek kendisi adına aldırttı. O sırada Üstadı o geniş ve camları kırık koğuştan aldılar, 5. koğuşa verdiler. Güya Üstada acıdılar. Halbuki bu koğuş

yankesicilik ve hırsızlık suçlarından mahkûm olan serserilerin bulunduğu kalabalık bir koğuştu. Ta ki, Hz. Üstad, alışık olmadığı bu gürültülü yerde daha çok inlesin. "Mahkûmların Üstada saygısı" Bizim koğuşla ikinci koğuşa aynı kapıdan girilirdi. Biz kendi hissemize düşen kömürleri Hz. Üstada hediye ediyorduk. Mustafa Osman da yaptırdığı sobayı Üstada hediye etmişti. Üstadı aldıkları 5. koğuşta Nadir Hoca diye bir mahkûm vardı. Oraya bakıyordu. Hemen koğuşun bir kısmını battaniyelerle bölerek Üstad Hazretleri için bir oda yapmış, içine de sobayı kurmuş. Üstadı oraya almış ve sobayı yakmışlar. Mahkûmlar Üstadı rahatsız etmemek için hiç ses seda çıkarmıyorlarmış. Diğer koğuşlar, gardiyan ve müdür odaları soğuktan donmuş bir halde iken, Üstadın bulunduğu koğuş hamam gibi sıcık olmuş bir cennete dönmüştü. Mahkûmlar Üstada hizmet için yarışa girmişler ve namaz kılmaya başlamışlardı. İşte el-Hüccetü'z-Zehrâ böyle bir hava içinde yazılmaya başlandı. Gaz tenekesinden mangal Yiyecek ve içeceğinizi nasıl temin ediyordunuz? Hapishanede Üstadımızın yemeğinin altıncı koğuştan geldiğini görürdüm. Bu hususta hatırımda kalan birşey yok. Bizim koğuştan Taşköprülü Sadık Bey bu hizmeti üzerine almıştı. 6. koğuşta Mehmed Feyzi, Ceylan, Halil ve Hüsrev

Beyler vardı. Onlar gönderirlerdi. Hz. Üstadın bu gibi hizmetlerini yapacak bir talebesini yanına müsaade etmiyorlardı. Bir gardiyan tayin etmişlerdi. Hz. Üstad ona pek itimat etmezdi. Ekmek her zaman idare tarafından dağıtılırdı. Bu ekmek askeriyenin tayını gibiydi. Fakat Hz. Üstad bu tayını yemezdi. Bu tedbire rağmen yine de Üstadı zehirlendiği çok olurdu. Bizler da gaz tenekesinden yapılmış mangallarla ısınırdık. Benim ufak bir tencerem vardı. Dışarıdan tarhana, bulgur geldiğinde o tencerede pişirirdim. Bir gazoz şişem vardı. Onunla da yağ getirtirdim. O yağı evvela tencerede yakar, dumanı çıkınca tarhanayı koyar, su ile karıştırır ve pişirirdim. Zira o yağ yanmadan yenmezdi. Afyon yağı imiş. Zeytinyağı yok derlerdi. Bu ameliye koğuş içinde olduğundan 70-80 kişinin yemeği hep böyle pişerdi. İlk defa o koğuşa beni koydular. ilk günü, hele ilk saatler boğuluyorum sandım. Buna helaların da kokusu karışınca dayanılmaz oluyordu. "Bu gece muhakkak ölürüm" demiştim. Bu pis havayı koklaya koklaya iki-üç gün içinde alıştım ve bir daha böyle koku ve bunaltı duymadım. Koğuşun bir tane penceresi vardı. Onu da açtırmazlardı. Zaten bu hapishane Ortaçağdan kalma bir zindandı. Bazen dışarıdan teberrük yufka ve kuru yiyecekler de gelirdi. Diğer mahkûmlar Afyon'lu olduklarından her zaman yiyecek ve temiz çamaşırları gelirdi. Lâkin bizim kardeşler uzak yerlerden geldiklerinden ayda bir ziyaretçileri ya olur, ya olmazdı. Onlar da hep fakir köylülerdi. Getirdikleri şeyler nohut, fasülye, bulgur, tarhana gibi kuru

yiyeceklerdi. "Tahiri Ağabey'in başına gelenler" Bir hâdiseyi de anlatayım: Bir kış günü sabahı 7.30'da bizi mahkemeye götürmek için kapı önüne çıkardılar. Tahiri Ağabeyin başı, yüzü sarılı idi. O sırada Hz. Üstadı da çıkardılar. Üstad, Tahiri Ağabeyle kelepçelenmek istedi. Tahiri Ağabeyi çağırdılar. Tahiri Ağabey Üstadın yanına gelince Üstad ona bir şey söyledi. O da başını yüzünü açtı. Hepimiz ona bakıyorduk. Bir de ne görelim: Tahiri Ağabeyin yüzüne felç gelmiş, ağız ve gözler bir tarafa kaymış. Gözlerinin içi kıp kırmızı kan. Korkunç bir hal almıştı. Ona Üstad "Geçmiş olsun" dedi ve eliyle Tahiri Ağabeyin yüzünü okşadı, "Geçecek" dedi. Tahiri Ağabey yine yüzünü sardı ve mahkemeye öyle gittik. Bir ara fırsatını bularak kendisi ile aynı koğuşta yatan Mustafa Osman'a Tahiri Ağabeyin bu hale nasıl geldiğini sordum. Şöyle anlattı: "Tahiri Ağabey kendisine verilen yeşil sebze ve saireyi yemiyor. Kendi mıntıkasından gelen teberrük kuru şeyleri yiyor ve her zaman da oruçludur. Vücudunda kan dolaşımı olmuyor. Bu hadise bu gece oldu" dedi. Lakin 15 gün sonra biz, mahkemeye giderken yine merakla Tahiri Ağabeyin halini hatırını sordum, bana yüzünü açtı; baktım ki tamamen iyi olmuş. Gözleri ve ağzı yerine gelerek normal bir hale gelmişti. Bu arada şunu da zikretmek lâzım ki, en ziyade yoğurt gibi taze şeyler

Çalışkanlara getirilirdi. Çalışkanlar kalabalıktı. Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan, Halil Çalışkanlar... Bu kardeşlerin yoğurt ve ayranını çok içmiştik. Ruhları şâd olsun. "Ben Nurcu değilim" Afyon Hapishanesinde kaç Nur talebesi vardı? Ben hapishaneye Eylül ayında girdim. Benden evvelki bir dönemde hapisten 15-20 kişi tahliye edilmişti. Benim bulunduğum zaman 30-35 kadar Nur talebesi olduğunu tahmin ediyorum. Ben hapiste iken bazı Nur talebeleri yine tahliye edildi. Bu arada yeni gelenler oldu. Mesela Ahmed Nazif, Selahattin Çelebi, Hüseyin Tabancalı geldiler. Bu arada şunu da söylemeliyim: Benim yanıma Ahmed Feyzi Efendi'yi verdiler. Bu sırada Fevzi Halıcı, Mustafa Ramazan ve isimlerini hatırlayamadığım 5-6 genç üniversiteliler de geldiler. Bunlar az kaldılar. Bu sırada aramıza öyle fikirler yaydılarki, kim "Ben Nurcu değilim" diye savcılığa bir dilekçe verse tahliyesi mümkündü. Bu üniversiteli kardeşlerin de o sene imtihanlarına az bir zaman kalmıştı. İmtihana giremezlerse tahsilleri yanacaktı. Bunlar böyle bir dilekçe yazarak tahliye oldular. Ben Nurcu değilim" diye dilekçe yazanları serbest bırakmalarının asıl sebebi, üstad tarafından onların kandırıldığını etrafa yaymaktı. Bunu yayıyorlardı ki, herkes böyle yapsın. "Üstadı son ziyaretim"

Üstadı son olarak nerede gördünüz? Ben Hz. Üstadı son olarak bir yaz günü Emirdağ'da gördüm. Yine bir hizmet vesilesiyle ziyaretine gitmiştim. Yanında rahmetli Zübeyir kardeş ve Ceylan vardı. Beni o akşam evine misafir ettiler ve sabah kahvaltısı ettirdi. Kendi mübarek eliyle ağzıma siyah ekmekle dolaptan kavanozdan çıkardığı bal yedirdi ve o gün sabah postası arabasından 3 kişilik yer ayırttı. Parasını kendi verdi ve "Seni uğurlayacağım" dedi. Ve posta minibüsünde beraber Eskişehir'e uğurlayacağım" dedi. Ve posta minibüsünde beraber Eskişehir'e kadar geldik. Yıldız Otelinde odasına çıktık. Beni oradan salavatladı. O gün sanki ruhum cesedimden ayrılmıştı. Nereye bastığımı, ne yaptığımı bilmiyordum. Annemden, babamdan görmediğim bir şefkat, bir samimiyet, bir arkadaşlık; tarifi mümkün olmayan bir zevk ve lezzet havası içinde idim. Gözlerim yaşlı, ruhum sevinçli idi. Ondan sonra ne kadar zaman geçtiğini hatırlayamıyorum. Hz. Üstadın Urfa'ya hareket ettiğini duyduk. Bir sabah 7.30 ajansında Menderes'in radyodan Hz. Üstad'ın vefat haberini verdiğini duyduk. İnebolu'da bir minibüs kiraladık. Başta Ahmet Nazif Ağabey olarak rahmetli Hacı Dursun Efendiyi de alarak Ankara üzerinden Urfa'ya Cuma gecesi ulaşabildik. Hz. Üstad defnedilmişti. Biz yolda Üstadın geçtiği yerlerde Üstaddan haberler soruyor ve son hızla devam ediyorduk. Urfa'ya yaklaşırken tank birliklerine rastladık. Bu tanklar herhangi bir hâdise

olur diye Urfa'yı kuşatmışlardı. Urfa'da bütün dükkânlar kapanmış, halk sokaklara dökülmüştü. Cenaze namazını 150 bin kişi kılmış. Yalnız o gece mezar başında masum 7-8 yaşlarında yavrular 500 hatim indirmiş. Bütün Urfalılar gelen misafirleri evlerine taşıyorlardı. Halilürrahman hınca hınç dolup taşıyordu. *** Hz. Üstad bir Chaırollet araba ile gidiyormuş. Arkasından ona en hızlı arabalar bile yetişemiyormuş. Urfa'da Mehmet Bey isminde bir otel sahibi Hz. Üstadı otelinin bir odasında misafir etmiş. Fakat zâbitler, Üstadı otelden almak istemişler, fakat otelci vermemiş. İçişleri Bakanlığı ise, "Ölüsünü veya dirisini geldiği yere götürün!" diye sıkı emir vermiş. Ancak binlerce Urfalı Başvekile telgraf çekerek, "Biz Hz. Üstadı vermeyiz" demişler ve sabaha kadar otelin etrafını doldurmuşlar. Ankara'dan emir bekliyorlarmış. Sabahleyin Adnan Menderes, Üstadın vefat haberini kendi ağzından duyurmuş. *** "İhlâs ve meşveretle bu hizmet yürüyecek" Cuma günü Abdullah Yeğin'in kaldığı medresede çeşitli vilayetlerden gelen Ağabeyler toplandılar, "Bir meşveret yapalım" dediler. "Vefat neticesi olarak ne yapmak lazım?" Bir kısmı "Bir başkan seçelim. Aynen Üstad gibi mektupları ile irşad etsin, yönetsin" dedi. Bir kısmı, "Vazife

taksimi yapılsın" teklifinde bulundu. Bu hal bir saat kadar devam etti. Başta Tahiri Ağabey, Ahmet Nazif, Mustafa Sungur, Mustafa Osman ve Zübeyir olmak üzere şu fikri ortaya koydular: "Risale-i Nur umum İslâmın malıdır. Hz. Üstad nasıl neşretmişse, aynen her Nur talebesi gayr-ı siyasî, ihlâsla ve meşveretle bu hizmeti yürütecektir. Risale-i Nur müvacehesinde, ihlâs, uhuvvet, meşveret dairesinde hareket edilecektir. Böyle dernek başkanı, aza yoktur. Bu iş bitti" denildi. Herkes bunu kabul etti. Civardaki büyük camide Mustafa Sungur, Risale-i Nurun ve Hz. Üstadın beyanlarını herkese mükemmel bir şekilde açıkladı ve mesele aydınlandı. Biz de o akşam oradan avdet için hareket ettik. Ankara üzerinden İnebolu'ya geldik.

MEHMED TEVFİK YAKAMERCAN 1896'da Kastamonu'nun Küre mahallesinde dünyaya geldi. 15 Şubat 1965'de İstanbul'da Ramazan Bayramından bir hafta sonra vefat etti ve Sahrayıcedit kabristanına defnedildi. Mehmed Tevfik Yakamercan, Bediüzzaman'ın Kastamonulu talebe, dost ve hizmetkârlarından bir zâttır. Güzel yazısıyla, kâtip olarak Üstada muhatap olmuş, 1943'de Denizli'de hapishanede yatmıştı. Mehmed Tevfik Yakamercan'ın dedesi Salih Efendi, Sultan Mahmud devrinde Yeniçeri ağalığına kadar yükselmiş. Sultan kendisine mükâfat ve taltif olarak elleriyle iki yakası mercanla kaplanmış bir hırka giydirmiş. Bu sebepten, Mehmed Tevfik Efendi kendisine Yakamercan'ı soy isim olarak almış. Böyle asil ve neslen Osmanlı mensubu bir zat, Kastamonu'da Halk Partisinin kara günlerinde zincirlerleelleri bağlanarak, bir arabanın koltuk aralarında

Denizli hapishanesine yollanmıştı. Kendisi Kastamonu'da Ağa İmareti veya Yakup Ağa Camiinde imamlık yapardı. Kurrâ hafızdı. 1943'de Denizli hapsinden beraat edip tahliye olduktan sonra İstanbul'a gelip yerleşmişti. İstanbul Müftülüğünde Mushafları Tetkik Heyeti reisliğinde bulunmuştu. Kısa boylu, sakallı ve âlim bir zat olan Yakamercan, neşeli bir halde tatlı sedasıyla Kur'ân okurdu. Kastamonu'da evleri Bediüzzaman'a yakındı. Hafız ve hattat olan hanımı ise Erenköy'de "Hoca Anne" diyerek anılırdı. Üstadın çamaşırlarını yıkardı. Hanımlarla birlikte ziyaretine de gittiklerini anlatan "Hoca Anne," çamaşırların çok temiz olduğunu, mis gibi koktuğunu ifade ediyordu. Yakamercan'ın iki buçuk yaşındaki oğlu Zekâi vefat ettiği zaman Üstad kendisine "Çocuk Taziyenamesi"ni göndermişti. Eski, kara ve karanlık günlerin dertli bir mensubu olan M. Tevfik Yakamercan'ın oğlu Ömer ise Üstadı son defa, 1952'de İstanbul'da Akşehir Palas otelinde ziyaret etmişti.

AHMED ÖZKAN (KUREYŞÎ) Kastamonu'nun Devrekâni kazasındandır. Lahika mektuplarında isminden ve hizmetlerinden bahisler bulunmaktadır. Mektuplarda Ahmet Kureyşî şeklinde bahsedilmektedir. Üstadımızın Kastamonu'da olduğu yıllarda, benim Kastamonu'da iki dükkânım vardı. Birini imal, diğerini satış yeri olmak üzere kullanıyorduk. Üstad Hazretlerini geriden geriye görmüştüm. Kendisini kalben ve ruhen çok sevmiştim. Bir gece rüyamda beni çağırmıştı. Uyandığımda bunun beni ikaz eden bir hakikat olduğunu anladım. Hemen imâlatını yaptığımız cevizli ezmeden bir miktar hazırladım, doğruca Üstadın bulunduğu haneye gittim. Vardığımda bana, "Sen hoş geldin kardeşim" diyerek hitap etti. "Bu hediyeyi başkasından olsaydı almazdım, ama senin bu hediyeni alacağım" dedi. Yanından ayrıldım. "Sen Arapsın ve Seyyidsin"

İçinde hayli mal sattığım dükkânda büyük bir asma saat vardı. Onu bir gece rüyamda bizim Devrekâni'de Çarşı Camiine elimle astığımı gördüm. Bunun üzerine o saati aynı camiye elimle astım. Halihazırda saat o camidedir. Ondan sonra tekrar Üstad Hazretlerinin yanına gittim. Bana 'Dükkânlar satıldı mı?' diye sordular. 'Ben senin için şöyle dua etmiştim; elindeki dükkânlar satılsın, ondan sonra Nurlara hizmet etsin' diyerek, hemen oradan Küçük Sözler'i verdiler.. 'Bunu yaz, hemen bana getir,' dediler. Yanından ayrılıp Devrekâni'ye gittim. Eseri yazıp babamla gönderdim. Tashihte şu işaretleri gördüm: 'Yedinci Söz'ün nihayetindeki dua kısmında 'Ahmed Kureyşî' demiş. Ben ilk defa Nur'ları yazdığımdan, 'Herhalde unutmuş' dedi. Nihayetindeki Onuncu Söz'ün dua kısmında da aynı şekle 'Ahmet Kureyşî' diyerek ilâve etmişlerdi. O zaman şüphelendim. 'Dokuzuncu Söz'ü göndermişlerdi. Onu da sür'atle yazıp, kendisine gittim. O zaman bana dediler ki: 'Sen Arapsın ve Seyyidsin!' O esnada Feyzi ve Emin Efendiler de vardı. Bizim evvelce soy ismimiz Tekkenişoğlu'ydu. Bir zamanlar merkez idare heyetinden 'Soyadınızı değiştirin' demişlerdi. Ben de Özkan'ı soyadı olarak almıştım. Sonra eski kitaplar arasında 'Seyyid' olduğumuzun vesikası elimize geçmişti. "Vazifen var"

Bir ziyaretimde Üstad bana şöyle buyurmuştu: 'Bize yakında bir hal olduğu zaman seni buraya bırakacağım. Vazifen var.' Aradan on beş gün geçti, sonra Denizli hâdisesi çıktı. Öyle oldu, herkesi aradılar ve topladılar, bana birşey olmadı. Bir zaman sonra her tarafa gidip kardeşleri teselli etmeye çalıştım. Neticede Üstadın dâvâsı beraatle neticelendi. Üstad da Emirdağ'ına verilmişti. Emirdağ'ındayken ziyaretlerine gitmeye niyet edip Kastamonu'ya gittim. Yanımda, sevdiklerimden Berber İsmail de vardı. O da dayısı Üsküdarlı Hacı Şükrü Efendiyi ziyarete gidiyordu. Beraberce İstanbul'a vardık. İsmail Efendi bana dedi: 'Dayım da seninle beraber gelecek. 'Sonra dayısını gördüm. Bana dedi: 'Üstadı rüyamda gördüm. 'Tarif etti. Baktım, aynen benim gördüğüm bir rüyayı o da görmüş. Birgün Haydarpaşa'dan trene binerek Eskişehir'e geldik. Emirdağ'ından gelen vasıtaları gözlemeye başladık. Bir ara küçük bir otobüs geldi. İçinden sakallı bir şahıs çıktı. Hemen ona yanaşıp, vasıtaların ne zaman gideceklerini sorduk. Bize 'Siz Hoca Efendi Hazretlerini mi ziyaret edeceksiniz?' dedi. 'Evet' diyerek, oradaki kâtibe yazıldık. O zat da Emirdağ'ında imammış. O gün bizimle beraber dolaştı. Sonra Emirdağ'ına bir kamyonla gittik. Emirdağ'ına vardığımızda Mehmed Çalışkan'ın dükkânını bulduk. Arkadaki Osman çalışkan'ın dükkânına geçtik. Hemen bir haberci Üstad Hazretlerine gitti. Oradan Ceylân Çalışkan geldi. 'Sizi Üstad Hazretleri çağırıyor'

dedi. Rüyamda aynen gördüğüm yerdi. Aynı gördüğüm haneye çıkıp içeri girerek, Üstad Hazretlerinin ellerini öptük, boynuna sarıldık. Sonra Ceylân'a dedi ki: 'Bak, ben sana dağda hemen geriye dönelim demiştim, bizim iki has kardeşimiz misafir geliyorlardı, işte gelmişler.' Bu ziyaretten sonra otelde misafir kaldık. Tam o esnada 'Emirdağ'ından hemen gitsinler' diye haber geldi. Hemen buğday boşaltılmış bir kamyona binerek Eskişehir'e geldik. Yatsı namazını orada kılıp, trenle Haydarpaşa'ya hareket ettik. Vaizlik yapan Sadeddin Efendi vardı. O da bizimle Devrekâni'ye hafız cemiyetine gelmişti. Orada onunla konuştuk. Dedim: "Hoca, bizde müftülük kadrosu boş, buraya gel." O da 'Beni buraya tayin ettirebilirsen gelirim' dedi. Hemen Ankara'ya gidip tayinini yaptırdım. Ankara'dan Emirdağ'ına hareket ettim. Üstadımızın ziyaretine varıp, mübarek ellerini öptüm, bu meseleyi anlattım. İnşaallah oraya hayırlı bir müftü olacak' dediler. O gece orada otelde kaldım. Havalar çok soğuktu. Otelin ortasında bir soba vardı. Sobaya yakın bir oda seçtim. Sabahleyin Ceylan Çalışkan geldi. Üstad, 'Hemen gelsin' demiş. Ceylan'la Üstadın yanına vardık. Hava soğuk, ama sen üşümedin değil mi?' dedi.

Himmet ve duanızla üşümedim efendim' dedim. Sonra dedi ki: 'Bu gece ben uyumadım ve şöyle âlemi bir gezdim, baktım ki, Ahmed Kureyşî de ayakta.' Hakikaten o gece ben de uyumamıştım. Tarihçe-i Hayattaki resimler Üstad Beziüzzaman Hazretleri İstanbul'a gelmiş ve Akşehir Palas Otelinde kalıyorlardı. Orada da Üstadı ziyaret ettim. Daha sonra Fatih Reşadiye Otelinde kaldı. Orada da büyük oğlum Zeki ile beraber ziyaretine gittim. Tekrar Reşadiye Oteline gittiğimde yanında bazı kardeşlerimiz vardı. O gün Cuma idi. Beraberce Fatih Camiine namaza gittik. Sağ mahfilde oturduk. Namazdan sonra Sultan Fatih'in türbesini ziyaret ederek Fatiha okuduk. Orada birisi Üstad'ın fotoğraflarını çekti. İşte Tarihçe-i Hayat'taki resimler onlardandır. Daha sonraki yıllarda Üstadı Isparta'da ziyarete gittim. Ellerini öpüp dualarını aldıktan sonra bize üç buçuk saat ders yaptılar. Bana dedi: 'Bunlar beni üzüyorlar, onları döveceğim, senin yanında döveceğim. Ben Kastamonu'da daha rahattım, orada Feyzi ve Emin iyi hizmet ettiler, beni hiç üzmediler" dedi. Sonra bana "Hemen hareket et" dedi. Ellerini öpüp ziyaretinden ayrıldım. Bu ziyaretten sonra sağlığında bir daha ziyaret etmek nasip olmadı. Sonra Urfa'ya gidip, oradan ebediyete intikal ettiler. Biz de İnebolu ve Kastamonu'dan Urfa'ya gittik,

kabrinde cenaze namazını kıldık. "Cenab-ı Hak Üstadımız rahmetler etsin. Amin."

Hazretlerine

gani

gani

SADIK DEMİRELLİ Nur Risalelerinin lahika mektuplarında "Sadık Bey" diye geçen Taşköprülü Sadık Bey, Plevne kahramanlarından Sadık Paşanın torunudur. 1902'de KastamonuTaşköprü'nün Kadıköy'ünde dünyaya geldi. 1971 Mart'ında vefat etti. Kabri Yazıköy'ün Kadıköy Mahallesindedir. Ilgaz dağları, Anadolu'nun şen ve yüce dağlarındandır. Bu dağlarda namlı bir yiğidin menkıbesi söylenir. Eteklerinden yükselen kaval sesleri, nazlı kuzuların melemesine karışır. Gür çam ormanlarından yükselen gümbürtüler arasındaki bu menkıbe, Sadık Beyadındaki bir kahraman sergüzeştini terennüm eder. Taşköprülü Sadık Bey, Sinop, tosya, Kastamonu, Çankırı, Düzce ve Adapazarı havalisinin ün yapmış efesi idi. Plevne'nin şanlı gazisi Osman Paşanın silah arkadaşı Sadık Paşanın torunlarından olan Sadık Bey zulme, ednaya baş eğmeyen bir insandı. Kastamonu ve civarının hakimi idi. Ayağında bir çizme, altında ak bir küheylan, belindeki silahlariyle "Taşköprülü Sadık Bey" deyince dost ve düşman temennaya dururdu. Onun yanında rastgele

konuşmak, herhangi bir masrafa iştirak etmek, kimsenin kârı değildi. Eski Anadolu Beyleri gibi bir Bey... Nerede bir düğün var, nerede bir âlem var; Sadık Bey adamlarıyla birlikte oradadır. Arap atına atladığı gibi, yel misali, sabâ-reftâr olarak giderdi. Taşköprülü Sadık, ağa adamdır. Onun bulunduğu yerde haksızlık, zulüm, işret katiyyen yasaktır. Sırtında mavzeri, zümrüt renkli Ilgaz dağlarının reisi. Kimse onun yanında ayağını uzatamaz, ziyafetler, davetler hep ondandır. Onun hayatta kimseye bir zulmü ve kötülüğü olmamıştır. Bediüzzaman'ın Nuruna pervane olmuştu. 1935 baharında, polis nezaretinde, Sadık Beyin beldesi Kastamonu'ya bir zat gelir. Çarşı polis karakoluna yerleştirdiler... Kastamonu'da karakolda misafir ediliyordu. İman hizmetinin fedakâr ve çilekeş mensubunun resmî kayıtlardaki namı: "Şark menfilerinden" diye geçiyordu. Her yerde olduğu gibi, saf ve temiz mü'minler hâlesi burada da etrafını sarmıştı. Onun etrafında ve hizmetinde kimleryoktu ki... Gariplere misafirlere, ihtiyarlara hizmeti ve hürmeti mukaddes bir emanet halinde dedesinden devralan Anadolu insanı, hemen bu ihtiyar zatın yardımına koşmuştu. Bunların içinde ve başında Taşköprülü Sadık Beyi görüyoruz. Onunla görüşüp konuştuktan sonra bu kutbun cazibesine artık o da takılmıştı. Pervaneler gibi atmıştı kendini ışığa ve nura. Ağalığı, beyliği, reisliği, sultanlığı bir kenara atan Taşköprülü Sadık, gönüller sultanı bir Üstada talebe olmuş; ona "belî" demişti.

"Kapında kul var sultandan içerû" diyen Yunus misâli Sadık Bey; "Senin kapındaki kullar, sultandan da değerli" diye hizmetine koşmuş, Nurları altın suyuyla yazmıştı. Zaten Sadık Bey, başka türlü de yapamazdı. Sadık Bey Denizli Hapishanesinde Yıllar birbirini kovalamış, Kastamonu çilesi bitmiş, sıra Denizli hayat ve hapishanesine gelmişti. Namlı yiğit Taşköprülü Sadık, Denizli Hapishanesinde Üstad'ının hizmetine devam etmişti. Kimsenin minneti altına girmeyen, birşey kabul etmeyen o sultan, Sadık Beyin çorbasını memnuniyetle içiyordu. Bir Cuma günüydü. Hapishanenin meydancısı Arnavut Âdem Ağa: "Hafız Mustafa! Hafız Mustafa!" diye bağırıp duruyordu. Isparta maznunlarından Hafız Mustafa hemen koştu. Âdem Ağa elindeki kibrit kutusunu Hafız Mustafa'ya gizlice teslim etti. Kutuyu alan Hafız, doğru arkadaşlarının yanına.... Kutuyu orada açtılar. İçinden çıkan kâğıt parçasını merak ve heyecanla okumaya başladılar: "Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir. Ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur." Gelen kâğıt ayrı koğuşta, tek başına tecride mahkûm edilen asrın büyük mütefekkirinden geliyordu. Sûratle çoğaltmaya başladılar. Neticede iki Cuma gününde Denizli Yusufiye medresesinin bir hatıra ve dersi

olarak Meyve Risalesi meydana geldi. Sadık Bey Taşköprü'ye dönüyor Dokuz ay süren bir fasıl da Denizli'nin âdil hakimlerinin beraat kararıyla neticelendi. Mazlumlar evinin, köyünün yolunu tuttu. Meyve Risalesi'nin mâsum müellifini bu defa da Emirdağ'a yolladılar. Aradan yine dört veya beş yıl gibi bir zaman geçti. Sadık Bey, Taşköprü'de Nurları okuyor ve yazıyordu. İmana muhtaç gönülleri Kur'an nurlariyle aydınlatıyordu. Üstad'ından ayrılalı çok olmuştu. Gerçi yazdığı mektup ve şiirlerle bu firkatı, bu hasreti dindirmeye çalışıyordu. Fakat ayrılık ateşten bir ok halinde yiğit adamın ensesini yakıyordu. Nihayet kalkıp Emirdağ'ın yolunu tuttu. Eskişehir kaplıcalarında maddî temizliği yaparak, huzura huzur içinde girmek istiyordu. Sadık Bey'in Emirdağ'da Üstadı ziyareti Emirdağ'da mütevazi hanesindeki Üstad'ın gözleri o günlerde yolda idi. Bir misafir bekliyordu. Temiz şilteleri tekrar temizletip hazırlatmış, gelecek misafirini bekliyordu. Sadık Bey Emirdağ'a inince doğruca Üstad'ın evinin yolunu tuttu. Kapıyı yavaşça tıkırdattı. Az sonra uzun boylu, kalın ve gür bıyıklı bir genç çıktı kapıya. Kafkas çehreli Üstadın hizmetkârı "Buyurun" diye ciddiyetle karşıladı misafiri.. Sadık Bey merdivenleri heyecanla çıktı. Tahta kapıyı yavaşça iterek içeri girdi. "Esselâmü aleyküm Üstadım"

diye Sadık Bey, kendini olduğu gibi üstad'ın dizlerine attı. Hüngür hürgür ağlıyordu. Omuzlarından tutan Üstad da ağlıyordu. "Kalk kardaşım, Sadık Bey! Kalk kardaşım Sadık Bey!" diye koca sultan da gözyaşlarını tutamamış, mübarek gözlerinden rahmet gibi yaşlar boşanıyordu. "Hakkını helal et bana kardaşım" diyordu. Manzarayı görenler de gözyaşlarını zaptedememişti. Bu karşılama ve kucaklaşma yılların hasretini bir anda giderivermişti. Yakıcı ve yandırıcı bir levha idi. bu. Kalem tariften ve tasvirden acizdir. Ey gönüllerin sultanı! Senin yakıcı sözlerin nice sultanları kapı da hizmet kâretmiş; o yüce gözler, baş eğmez yiğitler senin önünde serfürü ettirmişti! Bir bahar günü sadık Beyin köyüne gidiyoruz Nisan başları, Anadolu yaylasında bir başka olur. Hele Ilgaz'ın zümrüt renkli ağaçlarının arasından parlayan renkli minarelerle donatılmış vatan toprağını Avusturya yeşillikleriyle mukayese bile etmem. Araç'tan ayrılmış, Kastamonu'yu ikiye ayıran dereyi geçerek, Taşköprü'ye doğru kanatlanmış uçuyorduk sanki.. Kastamonu-Taşköprü arası fazla uzun sürmedi. Fakat Taşköprü'de, Taşköprülü Sadık Beyin izine ve hatırasına rastlamayınca, Ilgaz dağlarının derinliğine uzanan ormanlarına dalmak icab ediyordu.

Çünkü Sadık Bey'in oğlu Said Demirelli köyde, Sarıkavak köyünde oturuyormuş. Köye ise arabayla değil, ancak bir jiple gidebilecektik. Bu problemi de halledince bir saat kadar dağ yollarını tırmandıktan sonra, ormanların yamacında Sarıkavak köyünün tahta evleri gözükmüştü. Bahar başlarında bu yüce tepelerde karla karışık yağmur çiselemeye başlamıştı. Sadık Bey'in oğlu Said Demirelli'yi buluyoruz Sadık Bey'in damadı sağa sola koşuşup dururken, dere gibi meyilli bir derinlikten, sırtında bir siyah pelerin bulunan yirmi beş yaşlarında bir genç çıkageldi. Sadık Bey'in oğlu Demirelli ve kucağındaki yavru ise, Sadık Demirelli... Çok uzun zamanın ahbapları gibi kucaklaşmıştık Said'le. Daha ilk anda sırtındaki siyah pelerin dikkatimi çekmişti. Sorduğumda, Said: "Babamdan hatıra, ona da Üstad'dan kalma. Denizli Hapishanesinde Üstad hediye etmiş babama" diye cevap verdi. Bu esnada fırtına şiddetlenmişti. Said bizleri ahşap köy evine almış, Anadolu misafirperverliğinin en asil ikramlarını yapmak istiyordu. Onun bize anlattığı ve emanet ettiği hatıralar ise, bizim için paha biçilmez vedialardı. Bu ölümsüz yadigârlarla Sadık Bey'in asaletini, titizliğini, vesikalara verdiği ehemmiyeti ve nihayet Üstad

Bediüzzaman'la birlikte geçen günlerini adım adım takip etme imkanlarını elde ettik. Taşköprülü Sadık Bey 1902-1971 tarihleri arasında ömür sürmüştü. Babası Binbaşı Mehmet Ali Bey (1873-1930) annesi Necmiye Hanım, büyük babası ise Plevne kahramanlarından Sadık Paşa'dır (11813-1893) Plevne kahramanı Sadık Paşa Sadık Paşa Plevne'de Gazi Osman Paşa'nın silah arkadaşlarındandır. Onunla birlikte Ruslara karşı kahramanca çarpışmış ve esir düşmüştü. Doksan Üç Harbinin günlerinde, Sadık Paşa kahramanca çarpışmıştı. Esaretinden sonra Romen harb gazetesi "Türk Esirleri" başlıklı bir yazıda şunları yazıyordu : "Plevne Müdafaasında kahramanlıkları ile Prens Hazretlerininbüyük takdirine mazhar olan Sadık ve Ethem Paşalar majesteleri tarafından kral sarayında kılıçlarının iade sahnesini halkımıza sunuyoruz. Bu münasebetle Prens Hazretleri bahtiyarlığının ve takdirlerinin bir nişanesi olarak bu iki kahraman askerin serbest olduklarını ve diğer Türk esirlerinin hiç bir rütbe tefrik edilmeksizin serbest olacaklarını bizatihi ifade eylemişlerdi. Bu merasimin diğer bir hususiyeti de kabulde yalnız Prens ve Prenses ile Sadık ve Ethem paşalar ve mütercimleri Melik hazır bulunmuşlardır. Bu iki mümtaz kahraman esirle Prensin konuşmaları çok samimî bir hava içinde uzun bir müddet

devam etmiş, bu ise bu kabule ayrı bir mana vermiştir." İşte "Taşköprülü Sadık Bey" böyle köklü ve soydu bir paşa ailesine mensuptu. Bir Padişaha kul ol kim Sadık Bey'in hayatı ve hatıralarını andığım zamanlarda, mazinin büyük velileri, Yunusları, Aziz Mahmud'ları hatırlarım. Adım adım onları takip ederim hayalen. Aziz Mahmud Hüdaî'nin şu satırlarında Sadık Bey'i görürüm: Bir padişaha kul ol kim Mülkü zail olmaz ola Bir gülşende bülbül ol kim Hiç sararıp solmaz ola..." Sadık Beyimiz, asker aileden asker olarak doğmuştu. Ilgazın bu yiğit adamı, ancak Bediüzzaman gibi bir ulu sultana boyun eğerdi ve eğdi. Kastamonu'nun vefakâr insanlarından olarak asrımızın garip misafirine kucak açıp, sahip çıkanlardan olmuştu. Harbiyede tahsil görmüş, çok güzel bir yazıya sahipti. Bu güzel hattıyla Nur Risaleleri'nin neşrinde vazife almıştı. Bu mukaddes vazifenin mükâfatı olarak dokuz ay ana rahminde kalır gibi, Denizli zindanlarında kalmıştı. Dokuz aylık bir mevkufiyet devresinde ve müteakip günlerde annesi ve dostlarıyla muhtelif muhabereleri olmuştur.

"Denizli Tüccarı"nın Sadık Bey'e mektubu Denizli Tüccarı" Hafız Mustafa Kocayaka'nın 31 Temmuz 1944 tarihinde Sadık Bey'e yazdığı mektubun satırlarından, bir yeni firkatin, bir yeni hicranın safhalarını öğrenmekteyiz. Şöyle diyor Hafız Mustafa: Sevgili ve Muhterem Sadık Bey Kardeşimize, "25 Temmuz 1044 tarihli iltifatkâr mektubunuzu aldım. Üstadımız Efendimiz Hazretlerine ait olan kısmını takdim ettim. Pirinci de aldım. Merak etmeyiniz. Sıhhati ve afiyeti yerindedir. Yapılması lâzım gelen hürmeti halk yaptı. Çok memnun ve mesrur olarak bugün Afyon vilayetine ikamete memur olarak gönderildi. Kendileri memnundur. Hükümet büyük iltifat gösterdi. 400 lira harcırah gönderdi. Bir komiserin refakatinde hareket etti. İki defa hapishanede, bir defa da kabristanda Hafız Ali Efendi merhumun kabrini ziyarete gitti..." Kardeşiniz Hâfız Mustafa" imzasiyle sona eren bu mektupta "Denizli Tüccarı Hafız Mustafa Kocayaka" Sadık Bey'in Üstadına gönderdiği Kastamonu pirincinin, üstadın eşyaları arasına yerleştirdiğini, mahkeme evrakını savcılığın usülden olarak temyize gönderdiği, yüzde yüz tasdik edileceğini yazdıktan sonra, Kastamonu'da olan zelzelelerden dolayı Sadık Bey'e geçmiş olsun diye teselli etmektedir: "Zelzele felâketinde mutazarrır olduğunuza müteessirim. Cenab-ı Hak başka yönden zararınızı telafi

buyursun. Felaketiniz geçmiş olsun, Mü'minler, Müslamanlar yekdiğerinin kardeşi olduğunu Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde sarahatle haber veriyor. Sizlere zaman icabı bir şey yapamadık. Af buyurunuz. Mukabil duanızı bekler, ihvanın arz ü hürmet eylediğini tebliğ ederek, sana selâm ve saygılarımı sunar, efrad-ı ailenizin ve bütün âlem-i islâm'ın refah ve saadetini Cenab-ı Kibriya'dan dilerim, iki gözüm sevgili kardeşim" Üstad'ın Sadık Bey'e mektubu Hafız Mustafa'nın mektubuyla birlikte Taşköprü'ye Denizli'den bir mektup daha geliyordu. Bu mektup ise "Sin, Ayn, Nun" diye imzalanmıştı. Bu imza büyük mazlum, nurlu Üstad'ındı. Denizli hapsinde dokuz ay kendine çorba pişiren Sadık Bey'e ayrılış anını yazıyordu kendi "dest-i hattiyle" kendi mübarek kalemiyle: Aziz Sıddık, Hakikatli Kardaşım Sadık, Yarın Afyon'a beni gönderiyorlar. Merak etmeyiniz. İnayet-i İlâhiyenin himayeti devamdadır. Senin ettiğin hizmet makbul olmasına ve her günü bir ay kadar kıymetli olduğuna benim şüphem kalmadı. Sen yüzümüzü ak ve kalbimizi mesrur eyleyen halisane hizmetler Gavs'ın (r.a.) (Taîşü saiden sâdıkan bi mehabbeti) fırkasında, seni de Said'e Sadık bir kardaş olduğuna kerametkârane işaret ediyor diye kanaatım geldi.

"Başta muhterem hemşirem valideniz olarak, kardaşım olan kardaşınıza ve hanenizdekilere çok selâm ve dua ederek bu mübarek aylarda dualarını istiyorum. Benim yanımda kıymettar ve isimlerini söylemek münasip görmediğim zatlara çok selâm ederim" Sin Ayn Nun Denizli hapsi mâcerası da beraat ve tahliye ile son bulmuştu. Kastamonu, İnebolu, Isparta ve İstanbul'dan toplanan Nur Talebeleri memleketlerine dönmüşlerdi. Sadık Bey ise Taşköprü'ye dönmüş, üstad'ına olan yakın alâkasını yazdığı mektuplarla devam ettiriyordu. Nur Talebeleri Denizli hapsine 73 kişi olarak girmişlerdi Nur talebelerinin Denizli hapsi, bazıları için az eksik, bazıları için az fazlasıyla dokuz ay sürmüştü. Hapishaneye yetmiş üç kişi olarak giren Nur talebeleri buradan yetmiş bir kişi olarak çıkmışlardı. Çünkü iki kişi Yusufiye medresesinden ebediyete intikal etmişti. Bu hapiste Sultanahmet İmamı Seyyid Mehmet Şefik Efendi (Eryuvası) ve Gönenli Mehmet Efendi (Öğütçü) gibi maneviyat ehli zatlar da Bediüzzaman'la beraber bulunmanın şerefine ermişlerdi. Hasan Atıf'ın rüyası Hapis hâdisesinin başlangıç günlerinde Sinoplu Hasan Atıf Egemen, gördüğü bir rüyayı arkadaşlarına şöyle

müjdeliyordu: Hapiste dokuz ay on gün yatacağız. Anamızın karnında durduğumuz müddet kadar da burada kalacağız. Sonra hapisten günahsız olarak çıkacaksınız" diye arkadaşlarını teselli ediyordu. Üstad'ın parasını çalan casus Denizli maznunlarından Ziya Dilek seyahatlerimizden birinde anlatmıştı :

Bey, İnebolu

Üstad Hazretlerinin cebinde yüz elli lirası varmış, bu parayı bir casus çalmış. Üstad bunu bize bildiriyordu. 'Benim cinsimden olan bir casus, cebimdeki hacca gitmek için, telifattan kalan paramı çalmış. (Ziya Dilek Bey, benim cinsimden dediği, Şarklı bir hemşerisini Üstadın yanına casus olarak koymuşlardı, diye açıklama yapıyordu.) Şimdi param kalmadı. Bana bir evliyaullah'ın hediye olarak bıraktığı bir keçeyi size gönderiyorum. Ufak bir odayı döşer. Bunu satın! diye mektup yazmıştı. Üstad'ın keçesini Ahmed Köroğlu nasıl aldı? Hapishanedeki bütün arkadaşlar keçeyi almak istiyorlardı. Zengin arkadaşlar vardı. Seyyid Şefik Efendi almak istiyor, Nazif Çelebi almak istiyor, zorba Beylerbeyli Süleyman da almak istiyordu. Bizim İnebolulu Ahmet Köroğlu da 'keçeyi ben alacağım' diye tutturmuştu. Herkes keçeye talip çıkınca, keçenin fiyatı arttı. Keçenin maddî fiyatından ziyade önemli olan manevî tarafı idi. sonra

Seyyid Şefik Efendi Üstada sordu. 'Keçeye talip olanlar çoktur. Nasıl yapayım?' diye.. Üstad şöyle bir pusula yazmıştı: "Keçenin piyasaya değerini sorun, öğrenin. Ondan sonra aranızda kur'a çekin, kimde kalırsa onun olsun." Keçeye kaç kişi talip olduysa, o kadar kâğıt hazırladık. Hepsi boş, birisine 'keçe' yazdık. Çekilişte 'keçe' yazılı kâğıt kime isabet ederse, o parasını ödeyip keçeyi alacaktı. Çarşıdan sorulduğunda keçenin rayiç bedeli otuz lira olarak tesbit edildi. Herkes keçeye sahip olmanın heyecanı içerisindeydi. Bu esnada Nur Postacısı Ahmet Köroğlu keçenin üzerine çıkıp oturdu. Nazif Çelebi, 'Olmaz öyle şey, yağma yok, in oradan' diyordu. Ahmet Köroğlu ise gayet sâfiyane şöyle diyordu: "Yarabbi ben sana güvenerek bu keçenin üzerine oturdum. Eğer senin şanına lâyık düşerse, bu keçeyi benim altımdan al!" Nazif Çelebi merhum itiraz ediyordu. Eûzü Besmele, çekerek kur'ayı çekti, netice boş... Peşinden Süleyman elini torbaya attı, netice yine boş. Bütün arkadaşlar çekti hepsi boş çıktı. Son olarak sıra Ahmed Köroğlu'na gelmişti. zaten birtane kalmıştı, onda da 'keçe' yazılı olduğu belli olmuştu. Ahmed Köroğlu: 'Şimdi bir tane kaldı, çekmeme lüzum var mı?' dedi. Bunun üzerine kendisine arkadaşlar, 'Çek de

kazan, belki kayboldu' dediler. O da Eûzü Besmele çekerek torbaya elini soktu, çıkardı, kâğıtta 'keçe' yazıyordu. "Köroğlu'nun duasının müstecap olmasına hepimiz şaşırmıştık." Nur hizmetinde ağır cezalı mahkûmların kurduğu ekip Denizli hapsi unutulmaz hatıraların ve ebedî hayat levhalarının cereyanlarıyla sürüp gidiyordu. Sadık Bey, hapishanenin ağır cezalı mahkûmlarından bir ekip kurmuştu. Hapishane meydancısı Arnavut Âdem Ağa, Üstad Bediüzzaman'dan aldığı mektupları, pusulaları ve Meyve Risalesi'nin parçalarını Nur Talebelerine, Sadık Bey'e ulaştırıyordu. Sadık Bey ve ekibi sabahlara kadar uyumayarak bunları daktilo ettiriyor, çoğaltıyordu. Bunlardan otuz sekiz seneye mahkûm Dursun Atmaca, yirmi küsur seneye mahkûm Süleyman Hünkâr, Mümtaz Acar, Sadık Bey'in gönüllü hizmet ekibindendi. Nurlar yazılırken Süleyman Hünkâr diğer gönüllü mahkûmların gürültü etmemelerini temin ederdi, asayiş memuru idi. *** Sadık Bey, Üstad'ımızın kendisine gönderdiği en küçük pusulaları, bir arşivci ve kütüphaneci titizliğinde zarflayıp saklamıştı. Bunlardan bir zarfın üzerinde Üstad Bediüzzaman'ın şu yazısı okunuyordu :

"Taşköprü'de Muhammed Ali Beyzade Sadık Bey Kardeşime..." Resmî makamlara dilekçeler

gönderilen

mektup

ve

Hapishanede Sadık Bey'e gelen Risaleler ve mektuplar, dışarıdan Mümtaz Acar vasıtasıyla temin edilen daktilo ile çoğaltılıyor ve Ankara'ya gönderiliyordu. Cumhurbaşkanına, Adliye Bakanına, TBMM Başkanlığına, Diyanet İşlerine postalanıyordu. Sadık Bey bu mektupların posta makbuzlarını bile zarflayıp saklamıştı. Hapishanede Beylerbeyli Süleyman gibi sadakatla hizmet edenler olduğu gibi, meydancı Âdem Ağa gibi, Nur Talebeleriyle hapishane idaresi arasında iki taraflı çalışanlar da vardı. Bu durumu tesbit eden Bediüzzaman Sadık Bey'e şu pusulayı yazmıştı: Aziz, Sıddık Kardeşlerim. "Elimizde itimat ettiğimiz Âdem Ağa, bir hâdisede bana şüphe verdi. Siz sakın ona ihsas etmeyiniz. Eskisi gibi dostluk gösteriniz. Fakat ihtiyat ediniz." Denizli hapsinin gerek neşredilen 12. ve 13. Şualarında, gerekse Sadık Bey'den intikal eden hususî mektuplarda Bediüzzaman'ın dirayeti, tedbiri, eşsiz idareciliği ve dehası

görünür. Sadık Bey'in annesine yazdığı mektuplar O musibetli günlerde Nur Talebeleri hiç bir zaman fütur ve endişeye düşmediler. Kendileri hapishanedeyken dışarıdaki yakınlarını teselli ediyorlardı. Bu metaneti Sadık Bey'in annesi Necmiye Hanıma hapishaneden yazdığı mektuplarında görmek mümkündür. Denizli'den önce kaldığı Kastamonu hapishanesinden Sadık Bey annesine şunları yazıyordu: Çok şefkatli anneciğim, Şu satırları size bir teselli olarak yazıyorum. Çok ciddi bir hakikatten bahsediyorum. Cenab-ı Hakkın celali tecelli ediyor. Rububiyette abesiyet olmadığı içindir ki, rahmet-i İlâhiye celâl sıfatına müsaade ediyor. O Kadir-i Mutlak en büyük nimetlerini felâket ve musibet perdesi altında veriyor. Ne mutlu o insanlara ki, imanın en büyük rüknü olan (Ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâla) sırrını yalnız lisanıyla değil, teslim ve rızasıyla göstersin. Yine ne mutlu o insana ki, böyle büyük bir imtihana müyesser oluyor. Ve bir velinin yetmiş senede kazanabileceği 'Rıza' makamını, bir günde, hattâ bir saatte, hattâ bir dakikada kazanmak fırsatına nail oluyor. Mal, mülk, evlâd ü iyal vazife-i zahiriye değil midir? Hayatın en büyük gayesi, en faydalı meyvesi, ebedi kazancı rıza-ı hakiki değil midir? "Maddî zararlarımızın telâfisi bir ömre mütevakkıf.

Halbuki, o ömrü getirmek muhal. Mazinin âlâmı, istikbâlin endeşesiyle muzdarip olarak, telafisi mümkün olmayan zarar-ı maddînin yanına manevî fırsatı katmak ne büyük bir kayıptır. Cenab-ı Hak cümlemizi böyle bir kayıptan rahmetiyle muhafaza buyursun. Ve o dakikadan istifadeye müyesser kılsın. Âmin." Bediüzzaman ve Nur Talebeleri Denizli Hapishanesine sevk edildikleri zaman yurdun muhtelif köşelerinde hassaten Kastamonu ve civarında devamlı zelzeler oluyordu. Sadık Bey annesine yazdığı mektupta zelzele felâketinden dolayı teselli ediyordu: Anneciğim, "Cenab-ı Risaletpenah (a.s.m.) Rabbinin huzuruna dünya malıyla gitmemek için son saatlerinde gelen yedi altını tasadduk buyurmadılar mı? Â'lâ-yı illiyyine çıkan beşeriyetin bir hülasası olan öyle ekmel bir zatı taklit etmek, bizim gibi zayıf insanların kârı değil iken, musibet perdesiyle örtülü ve kısa zamanda taklit imkânının bizlere verilmesi lütuf ve nimet-i İlâhiye değil de nedir? Böyle bir fırsatı kaçırmak maddî zararımızdan milyarlar büyük zarar-ı manevî değil midir? "Demek yekdiğerimizi taziye ve geçmiş olsun değil; tebrik etmeliyiz. Kaza habersiz ve tehaffuz imkânı olmadığı için ölenler şehid-i manevî ve zayi olan mal bir sadaka-i azimdir. Keffareti ve ecr-i manevisi çok büyüktür. Bu hususta müteaddit hadîs-i kudsîler vardır. Cenab-ı Hak

cümlemize rıza-ı hakiki ile karşılamak nasip buyursun. Âmin." Sadık Bey mektubunun devamında hususî, ailevi meselelere temas ederek, annesinin ellerinden öpüyor ve hayır dualarını talep ediyor. Annesinin Sadık Bey'e mektubu Plevne kahramanı Sadık Paşa'nın gelini Necmiye Hanım, 19 Kanunsani 1943 tarihinde oğlu Sadık Bey'e bir anne şefkatiyle hitap edyor. Oğlunun sıhhatte olmasından dolayı memnuniyetini belirtiyor. Bu musibetin geçici olduğunu beyan ediyor. Kastamonu havalisinde devamlı zelzele olduğunu söylüyor: Burada her gün hareket-i arz devam ediyor. Hasretle gözlerinden öperim. Gece gündüz duacınım oğlum. Annen: Necmiye Kastamonulu İhsan'ın Sadık Bey'e mektubu Sadık Bey'in Denizli Hapishanesinden yazdığı mektuplardan ve yine bu mektuplara gelen çeşitli cevaplardan Bediüzzaman'ın Denizli hayatiyle ilgili aydınlatıcı bilgiler elde etmekteyiz. Denizli cezaevinde Kastamonulu ihsan" diye 17 Temmuz 1944 tarihli mektubu sahibi, yazdığı mektupta Denizli'den Taşköprü'ye şu bilgileri veriyordu: Aziz Kardeşim Sadık Bey...

Efendi buradadır. Şehir Otelinde ikamet ediyorlar. Siz gittikten sonra üç defa ziyaretime gelmek büyüklük ve tevazuunu izhar buyurdular. İki defa da adam göndermek suretiyle hatırlarımızı tatyibeylediler. Rahat ve sıhhatleri mükemmeldir.. "Bizim arkadaşlardan mektup alıyorum. Bilhassa Milaslı Halil İbrahim ve Ahmet Feyzi Efendiler muntazaman gönderiyorlar." Sadık Bey, gerçekten ismi gibi sadakat ve doğruluk örneği bir zat olarak ahirete intikal etti. Nur Risalelerine olan candan bağlılığını ve unutulmaz hizmetlerini minnetle ve şükranla anıyoruz. Bediüzzaman'dan Sadık Bey'e "Aziz kardeşim Sadık Bey! "Bir günde iki defa yemek gönderme. Hem her gün gönderme, Çünkü Ispartalılar da gönderiyorlar. Hem tatlı lazım değil. Yalnız üç-dört günde bir defa az incir pişir. Tâ benim çok ehemmiyetli iktisat kaidem bozulmasın." *** Aziz kardeşim, Sıddık Sadık Bey, Hakikaten ben sizde ve Hilmi Feyzi ve Emin'de kardeşte ve evlatta ve valideynde bulunan halis ve minnetsiz bir şefkat gördüğümden hem ruh rahat ediyor,

hem sizin bu ehemmiyetli hizmetinizi mukabelesiz kabul ediyorum. En evvel Hilmi Bey seni bize getirdiği için ona minnettarım. Zaten ben sizin beşinizi bir ruhta telakki ediyorum. Feyzi, Emin, Hilmi çoktan beri benim akrabam içinde de kazançlarıma hissedar idiler. Şimdi Gavs-ı Azamın bize işaretinde has kardeşlerin bir kısmını bu fıkrada (ve kün kadiriyyel vakti lillahi muhlisen taiyşü saiden sadıken bi muhabbeti) gösteriyor. (Sadıklar dahi sarih görünüyorlar) Eğer darılmazsanız yemek masrafında ben de iştirak edeceğim. Zaten tam vaktinde bana muvafık hediyeleriniz manevî kıymeti ondur. Dokuzu ihsanınız olsun, birisi de daimî ve eski kaidem için ben versem ne olur? Ben Isparta'da bazı eşyamı satmıştım. Çok şükür iktisat bereketiyle o az para bana kâfi geliyor. "Husrev kalemiyle yazılan defterler zayi olmasın. Hem Hizbün-Nûriye'yi size göndermiştim. Hocalar okusunlar ve okutsunlar, muattal kalmasın." *** Aziz Sıddık Kardeşlerim, "Kastamonu'nun yüzünü ak eden sizin gibi hakikatlı ve emektar kardeşlerimin hatırı için hediyelerinizi kabul ettim. Fakat bilirsiniz ki az yiyorum, siz çok gönderiyorsunuz. Beş altı günde bir defa Kastamonu'daki sizinle beraber bir yemekten yemek benim için hem teberrüktür, hem tatlı ve geçmiş hayatımı tazelemektir.

Ben sizi çok merak ederdim. İnşaallah rahatsınız, yeriniz geniş midir? Feyzi size Meyve'yi okuyor mu? Kastamonu'da ona söylemiştim. Oradaki umum kardeşlere çok selâm..." DAMLA Taşköprülü Sadık Bey (Demirelli) Üstad'ı Afyon Hapishanesindeyken Risale-i Nur'dan aldığı ilhamla çoşkun manzumeler yazıyordu. Bunlardan birisi de DAMLA ismini taşıyan manzum divanıdır. Elif, Be sırasıyla devam eden bir divanın Dal ve Lam bölümlerini takdim ediyoruz: -DHer ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad Hak yolunda uy ona eyle cihâd İsmi Sâid, kendi sâid, hali sâid İnsan; bunun sultânına biatla olur muvahhid Hem etmektir murâdı din ve imanı âbâd Baş üzre deyüp eyler her emrine inkıyâd -LRisâletü'n-Nuru okuyan görmez aslâ melâl Tahrîrine sa'y eyle ki etsin sana hakkını helâl Açıkla söyle hem neşreyle vebali büyüktür kurtul Nûr-ı aynin Üstâdının teveccüh ve yakînini bul

Sen çek yerine çekmesin mihen ü elem ol Üstadına hem köle ol Sadık, hem kurban ol"

AHMET KÖROĞLU (Nur postacısı) (1903-1965) Mesleği şoförlük olduğu için, Nur Postacılığını rahatlıkla yapıyordu. İnebolulu Ahmed Köroğlu, Kastamonu ile İnebolu arasında Nur Postacılığı yapıyordu. Kastamonu'da yazılan Nur Risalelerinin kıymetli parçalarını, Âyetü'l-Kübra, Âyet-i Hasbiye gibi Nur şualarını İnebolu'daki Nur yazıcılarına ulaştırıyordu. 1943'te Üstad Bediüzzaman'la birlikte Denizli hapsinde yatıp, bütün maznunlarla birlikte o da beraat etmişti.

AHMET ATAKLI "Üstad evini bize verdi" Şarktaki Sason isyanlarından sonra Batı Anadoluya sürgün edilenler arasında biz de vardık. Mutkili Bişar ile bizi ailece Kastamonu'ya nefyettiler. Köyümüz ateşe verildiği için maddi yönden ağır sıkıntı çekiyorduk. Kastamonu'ya geldiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu, açıkta kalmıştık. Hiç kimseyi de tanımıyoruz. Sonra işittik ki, Molla Said-i Meşhur da buradaymış. Bişar ile ikimiz perişan bir vaziyette yanına gittik. Hoca Efendi bizi o vaziyette görünce çok üzüldü. Hükümetin ona tahsis ettiği evi bize vererek kendisi karakolun karşısında kiralık bir ev tutarak oraya taşındı. Neden böyle yaptığını soranlara: 'Hemşehrilerimi böyle zillet ve eziyet içinde bırakmamak için' diyordu. Köyümüzün ateşe verildiğini, mallarımızın, hayvanlarımızın elimizden gittiğini, bu yüzden perişan olduğumuzu Hoca Efendiye anlatırken, o da, 'Üzülmeyin evlatlarım, bütün onlar sizin için sadaka hükmüne geçti' deyip teselli ediyordu.

Bir bayram ziyareti Bir Kurban Bayramı günüydü. Bayram namazını Bediüzzaman kıldıracaktı. Her nasılsa Üstad gelemedi. Biz namazı kıldıktan sonra evine giderek kapısını çaldık. Israrla çaldığımız halde kapı açılmadı. Onun evde olmadığına kanaat ettik. Fakat, neredeyse gelecek diye kapının önünde bekliyorduk. Çok geçmedi ki, kapıyı açtı ve 'Buyurun evladım, sizi çok mu beklettim?' deyip bizi içeri davet etti. Üzerinde müthiş bir yorgunluk vardı. Sanki uzun bir yolculuktan gelmiş gibi bir hali vardı. Bediüzzaman'ın üzerindeki ter ve yorgunluğu görünce kat'i kanaat ettik ki, bu zat, bayram namazını mukaddes beldede kılıp öyle gelmiştir. Evinde bayramlaştıktan sonra ayrıldık. Kastamonu'ya gelen sürgünler arasında Kurtalan'da zengin aileye mensup Yusuf Efendi de vardı. Onun malî durumu iyiydi. Ben ise hamallık yapıyordum. Buna rağmen bir gün gelip benden para istedi. Yusuf Efendinin parama ihtiyacı olmadığını biliyordum. Sebebini sorduğumda şunları söyledi. Ben Bediüzzaman Hazretlerine iki adet karpuz almak istiyorum. Adana karpuzları, yeni çıkmış. Bizde âdettir, büyük zatlara mevsimin ilk sebze ve meyvalarından hediye götürürüz. Fakat sen hamal olduğun için paran helâldir.

Benim parama haram karışmış olabilir. Hoca Efendi muhakkak anlar ve kabul etmeyebilir.' Yusuf Efendiye cüzdanımı uzattım ve 'Al' dedim. Parayı alan Yusuf (Toprak) Efendi gitti, iki karpuzla çıkageldi. Doğruca Bediüzzaman'ın Polis karakolu karşısında kaldığı eve gittik. Yusuf Efendinin elindeki karpuzları gören Bediüzzaman birden hiddetlendi. Yusuf Efendiye hitaben: "Nedir onlar?" Affedersiniz. Bizim tarafta âdettir. Âlimlere, şeyhlere mevsimin ilk karpuzlarından hediye götürürüz. Kabul buyurursanız bunları size getirdim' dedi. Bediüzzaman: Yusuf Efendi! Yusuf Efendi! Ben yetmiş yaşıma geldim, kimseden hediye kabul etmedim. Sen bu âdetimi nasıl bozarsın?' Yusuf Efendi ile ikimiz mahcup ve üzgün bir vaziyette beklerken Bediüzzaman da elini kaşlarının arasına götürerek derin bir düşünceye daldı. Bir müddet sonra elini çekti, başını kaldırdı ve tebessüm ederek bize döndü. Yusuf Efendiye hitaben: Ben sizi karpuzlarla birlikte geri gönderecektim. Fakat karpuzları kendi paranla almamışsın. Ahmet muhaciri üzmemek ve kalbini kırmamak için karpuzları geri çevirmiyorum. Çünkü bunları onun parasıyla almışsın' dedi.

Kurduğumuz plânı hemen anlayan Üstadın huzurunda daha fazla takat getiremeyerek müsaade isteyip ayrıldık. Aradan zaman geçtiği halde Bediüzzaman o karpuzları yemedi. Bir ip ile tavana asmıştı. Uzun zaman orada durdu. Bir gün Yusuf Efendi bir-iki Bediüzzaman'ın ziyaretine gittiler.

yakınıyla

birlikte

Üstad da onları misafireten kabul ederek, Yusuf Efendinin daha evvel hediye olarak getirdiği karpuzları tekrar Yusuf Efendiye ve beraberindekilere yedirdi. Aradan aylar geçtiği halde karpuzlar dalından yeni koparılmış gibiydi. Böylece Bediüzzaman o hediyelerden yemeyerek âdetini muhafaza etmişti. Yine bir gün eskimiş iki adet testiyi bana vererek, 'Bunları yüksek bir dağa götür. Orada kır, gel. Öyle bir yerde kır ki, ne insan, ne de hayvan oraya ayak basmış olmasın' dedi. Ben de götürdüm aynısını yapıp geldim. Kastamonu başkomiserlerinden Elyakutlu Hafız, Bediüzzaman'a muarız idi. Üstada büyük bir kin ve garazı vardı. Her fırsatta Üstadı rahatsız ediyor, ona ilişiyordu. Bir gün Üstada hiddetle bağırarak: Kur'ân'ı hiç elinden düşürmüyorsun. Seni her gördüğümde böylesin. Latini de okumuyorsun. Sarığını boynuna asıp çarşıda dolaştıra, dolaştıra seni rezil edeceğim Molla Said-i Kürdî!' dedi. Üstad:

Bana karışma, benden vazgeç' deyince, Komiser: Bize, kanuna muhalefet ediyorsun. Bütün hocalar şapka giydiler, sen hâlâ sarık bağlıyorsun. Senden vaz geçmem, gözüne bile ilişirim' diye bağırıyordu. Üstad ise, tarif etmekten âciz kaldığım bir tavır takındı ve o mânâlı gözlerle Komisere şöyle bir baktı, 'Münafık!' diye seslendi ve 'Sen, bana ve Kur'ân'a hiçbir şey yapamazsın' dedi. "Etraftakileri ürperten Üstadın o halinden ve sözlerinden sonra Komiser Hafız âniden karnını tuttu ve sancısı giderek şiddetlendi. Hemen doktora götürdüler. Fakat müdahale ve tedbirlere rağmen kurtulamadı."

HASAN ATIF EGEMEN "Yâ Rab! Güldür Said'i" Bediüzzaman Kastamonu Lâhikası'nda Hasan Atıf Egemen'i merak ederek kim olduğunu soruyordu: "Aydınlı Hasan'ın hakikaten gayet müstesna bir kalemi var ve yazılarında bir ihlâs görünür. Bu zat ne vakitten beri Risale-i Nura girdiğini ve ne halde olduğunu merak ediyorum." Yine Hasan Atıf Egemen'in, İslâmköylü Hafız Ali'nin mektubunun kenarına yazdığı lâtif bir cümle Kastamonu mektuplarında şöyle geçmektedir: "Yâ Rab! Güldür Said'i, tâ gülmelerinden güller açılsın." Bu duanın bir tecellisi olarak, otuz günde bir defa gülmeyen Üstad bir günde otuz defa güldüğünü ifade buyurmaktadır. Hasan Âtıf Egemen anlatıyor: 1933'den evvel hastalanmış, kırk beş kiloya düşmüş. kendime sıcak bir yer arıyordum. Sandıklı'ya, daha sonra ise Nazilli'ye gelmiştim. Sandıklı'nın Kızılören

köyündeydim. Çivril kaymakamı bizimle alakadar olmuş, Ankara'ya aleyhimizde telgraf çekmiş, bu telgrafta 'Bir Kürt varken, başımıza bir kürt daha çıktı' diye benden 'Kürt' diye bahsetmişti. Bu sebepten Kastamonu Lâhikasında 'Kürt Atıf' diye geçmektedir. Maksadı bizim vesilemizle terfi etmek. Nazilli'de Mehmed isimli bir arkadaş bana Nurlardan bahsetmiş ve ilk defa Nurları bu arkadaş vasıtasıyla tanımıştım. Ayrıca bana, 'Isparta'da Zühtü Bedevi diye bir arkadaş var, eğer onu bulursan, sana Nurlar hakkında tam malumat verir' dedi. Bu arkadaş cesur birisiydi. Seydişehirli Hacı Şeyh Abdullah Efendinin halifesi Mustafa Efendinin oğluydu. Ailece Nur talebesi olmuşlardı. 1941 senesinde Çankırı yoluyla Kastamonu'ya, Üstadın ziyaretine gidiyordum. Yolda İbrahim Fakazlı ile karşılaştım. Fakazlı beni Üstada götürdü. Üstadı ilk ziyaretim böyle olmuştu. Üstadın yanında Mehmed Feyzi vardı. Sonra başka gelenler de olmuştu. Üstad kendisine Arapça ders veriyordu. Biz girince ders kesildi. Üstad beni bir sandalyeye oturttu. Sohbet esnasında Üstad, 'Atıf evli misin, bekâr mısın?' diye sordu. Benim de ağzım alışmış olduğundan 'Çok şükür bekârım' diye cevap verince, Üstad bu cevabıma çok güldü. Mehmed Feyzi'ye, 'Bak görüyor musun, Atıf ne diyor?' dedi. O da utancından ve mahcubiyetinden yere bakıyordu. Meğer o günlerde annesi kendisini evlendirmek istiyormuş. Sonra Üstad müsaade

etmiş, yüz lira da para göndermiş, Emirdağ'dan kendisine. Üstadın yanında üç buçuk saat kadar kalmıştım. Hangi şeyden haberi olmazdı ki? 'Sinop'a gidecek misin?' diye sordu. 'Döneceksin, gitmeyeceksin, seni kimseye göstermeyeceğim' diye buyurdu. 'Yarın yola çıkarsın' dedi. Bir gece bir evde misafir olarak yattım. Daha sonraki yıllarda 'Atıf vazgeçsin, evlenmesin, sonra müteessir olacak' diye haber göndermişti. Bugün Üstadın 'müteessir olacaksın' sözünü tasdik ettim. Çok şükür çocuğum yok, çünkü büyüyünce nasıl olacakları belli değil; bunun yerine milyonlarca kardeşim ve evladım var. *** Aslen Sinoplu olduğum için oraya gitmek istiyordum. Benim pederim ilk mektep hocasıydı. Meşhur rıza Nur pederin talebesiydi. sonra Sav'a gitmiştim. Sav'da Sinop mahallesi varmış, ben de orada misafir olarak kaldım. Oraya Sinop'tan bir evliya gelmiş. Mahallenin ismi oradan geliyormuş. davraz dağının dibinde bu evliya medfun. Duası ile su çıkartmış, 'Bu suda yıkananlara kudur tesir etmez' demiş. Sinop'a gitme isteğim de böyle tahakkuk etmişti. "Merak etme" Denizli hadisesi sırasında Sandıklı'da on yedi gün hapiste kaldım. Sonra Dazkırı, Çivril, Isparta, oradan da Denizli'ye getirdiler. Birgün sonra da Üstadı getirmişlerdi.

Üstad, 'Merak etme, merak etme' diye bizi teselli ediyordu. Isparta hapishanesinde de birgün kalmıştık. Üstadla, hapishaneden mahkemeye beraber gidip gelirdik. O zaman Sandıklı'da nurlara muarız birisi vardı. Bunlarla mevzu ile alakalı olarak sohbetlerimiz oluyordu. Seydişehirli Abdullah Efendinin talebeleri daha sonra Nur talebesi olmuşlardı. Bu zat Üstad için 'Benim yanımda meşayihlerin başında gelir' diyordu. Hasan amca vardı, onunla mektup gönderirdim. Bazan Üstada yazdığım mektuplarda da 'Aydınlı Hasan' imzasını kullanırdım. Kastamonu'da Üstadı ziyaretimde bana Mecmuatü'lAhzap'tan alınma bazı duaları vermişti. Birinci Cihan Harbi sırasında Sinop'ta tahrirat kâtipliğinde mübeyyizdim. Sonra telgrafçılığa girmiştim. Harb-i Umumi telgrafçılıkla geçti, telgrafçılıkla askerlik bir arada olmuştu. Üstadı Isparta'da ziyaretlerim oldu. Fakat Emirdağ'ına çok gittim, belki otuz defadan fazla. Üç defa Hülâsa'yı gönderdim. Üstad Hazretleri tashih edip tekrar gönderiyordu. Üçüncüde beğendi. 'Hadsiz bârekallah, hadsiz maşaallah, hadsiz es'adakümullah' diye ortasından çıkararak yazmış, ayrıca ismime dua da yazmıştı. Üstad Hazretleri o kadar mütevazi ve büyük bir insandı ki, başkaları elini öperken bakardım, sanki utanırdı bu halden. Bir defasında Atabeyli Abdullah Çavuş elini öpmek

istemişti, "El öpmek yasak" diye elini vermemişti, o zaman bende elini öpememiştim. "Âtıf sen de diyebilirsin" Yirmi Sekizinci Söz, Nur Risalelerinden Cennetle alakalı bir derstir. Bu ders Sıddık Süleyman Kervancı'nın bahçesinde bir iki saatte yazılmıştır. Bu yüzden bu bahçenin ismi o gün bugün cennet bahçesidir. Nurların ilk menzili ve ilk dersanesinin olduğu Barla'nın bu dere bahçesinde 'cennet risalesini' okumak, âdeta tatbiki laboratuar dersi gibi canlı olmaktadır. 1970 yıllarımız hep bu tatbikatın mesut anlarıyla geçti. M.Tahiri Mutlu'nun hatıralarında şöyle bir cümle bulunmaktadır: "Tahiri, işte sen böyle diyebilirsin?" Birgün Bediüzzaman'ın huzurunda Tahiri Mutlu'nun da olduğu derste 28. Sözden, cennet bahsinden şu parça okunmuş: İnsan olan bir insan diyebilir ki: 'Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş benim bin lambamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir, yer yüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir' der, Allah'a şükreder. Dersin tam bu kısmı okununca Üstad Bediüzzaman hemen müdahale ederek: "Tahiri, işte sen böyle

diyebilirsin!" diye buyurmuş. İşte dersin bu kısmında Hasan Atıf Egemen içeri girmiş. Üstadımızın arkasından girdiği ve onu görmediği halde, dönüp ona da, aynı şekilde "Âtıf sen de diyebilirsin" diyor. Gerçekten Albay Hulusi Yahyagil, Mehmed Feyzi Pamukçu gibi Hasan Atıf, Egemen' de asrımızı şereflendiren yıldızların güneşlerin sahiplerinden bir bahtiyardır. Hasan Âtıf Egemen Ağabey, Üstadla alakalı yazılmış mısralarından iki mısrayı yazıp verdi bize hatıra olarak. "Üstadın şiirimi duyduğunu hissediyorum" diyordu. Üstada hep Hoca Efendi diye hitap ediyordu. Bunu kendisine sorduğumuz zaman, "Êskiden beri Hoca Efendi demeye alışmışım, bu sebepten Hoca Efendi diyorum" demişti. Üstad yazılarını çok takdir eder ve beğenirmiş. Bir Isparta ziyaretimde kendisini çok müteessir bulmuştum. Bana üzüntüsünü şöyle bildirmişti. Sebebi de şu idi: Bir seferinde Üstad kendisine şöyle demiş: "Atıf kardaşım, kardaşlar kalemi bıraktılar, bence teksirin kıymeti yoktur, kaleme sarılsınlar, yazıyı bıraktıkları için çok canım sıkılıyor." Aydın'ın Sultanhisar beldesinde Nurların bu kadim mensubu Sinoplu Hasan Atıf Egemen'le tatlı sohbetimiz, tatlı bir şekilde noktalanmıştı. Denizden bir damla şeklinde de olsa hiç olmamaktan bu kadarcık da olsa bir teselli şeklinde noktalamak istiyorum bu hatırayı..

EMRULLAH DEMİRKAYA Hicrî 1310 (1894)'de Kastamonu'da doğdu. 1985'te Ramazan'ın 4. günü vefat etti. Asrımızın sultanı Üstad Bediüzzaman'dan izler, eserler ve hatıralar görebilmek için yine bir zemheri günü yollara düşmüştük. Bu defa menzilimiz canlı bir tarih sayfası olan Kastamonu'ydu Kastamonu'nun evlerini, dağlarını ve kalesini dolaşırken, yolumuz tarih yadigârı bir muhterem hattatın hanesine de düştü. Ahşap evin duvarları müzeydi Bu asırlık zat, doksan yaşlarında hattat Emrullah Demirkaya idi. Tarih dolu köşesinde, samimi bir edâ ile "Hoş geldiniz!" dedikten sonra, baktım az sonra elinde kahve getirip, tutuyordu. Hürmeten ayağa kalkmak istediysek de, razı olmadı, kahveyi elleriyle takdim etti. Ahşap evinin duvarları bir müzeyi andırıyordu. Renkli

boyalar ve fırçalarla kendisini yine çalışırken bulmuştuk. Odanın bütün duvarlarını, dolap kapaklarını rengâ renk boyamış ve üzerine o güzelim İslâm yazısıyla çeşitli âyet, hadis, vecize ve şiirler yazmıştı. İstediğimiz levhaları fazlasıyla getirirken; "Nasıl olsa durmadan damlıyor, yine damlar, yine yazarım" diyerek tabloları hediye ediyordu. O esnâda mübarek Anadolu'nun sînesindeki böyle bilinmeyen mâneviyat erlerini düşünüyordum. Demek ki, yüz yıllardır Müslüman Türkiye'nin bağrında böyle bilinmeyen mâneviyat yıldızları ışıldayıp duruyormuş. Kim bilir, belki de bu sahipler hürmetine topraklarımız ebediyen "Allah Allah" sesleriyle çınlamaya devam edecektir. Emrullah Demirkaya 1915 senesinde asker olduğunu anlatırken, asker ocağında, Enver Paşa'nın Müzika Bölüğünde müzikacı olarak bulunduğunu söylüyordu. Şimdi uğraştığı ve binlerce esere imzasını attığı hat sanatına alâka ve muhabbeti ise askerlik yıllarında başlamış. Birgün Müzika Bölüğü, Medresetü'l-Hattatin önünden geçerken, orada gördüğü yazılar ve yakın tarihimizin meşhur hattatları dikkatini çekmiş. Bu sanatkârlardan Hattat Hâmid, İsmail Hakkı Altınbezen ve Halim Hoca saydığı başlıca hat ustaları arasındadır. Kendileri de boş zamanlarında hat çalışmalarına başlayarak sanatını böylece ilerletmişti. Kastamonu'daki köşesinde çalışan bu hat ustası evlâd-ı

fatihandandır. Baba ve dedeleri Kırım Türklerindenmiş. Oradan Batı Trakya'ya, oradan da Gümülcine ve Selânik'ten sonra Kastamonu'ya gelip yerleşmişler. Babasının ismi Timurkaya imiş. Soyadı kanunu çıktığı zaman soyadı olarak babasının adını Demirkaya olarak almış. Zaman nehrindeki takvim dalgaları 1936-1942 sayfalarını gösterirken, Kastamonu'ya sürgün olarak gönderilen Üstad Bediüzzaman'ı, her vatanperver ve misafirperver, Müslüman-Türk insanı gibi hattat Emrullah Demirkaya da polis karakolu karşısındaki ufacık bir evde oturan, bu aziz misafiri ziyaret edip, ellerini öpmüştü. "Bu yadigârını koynumda taşıyacağım" Sohbet sırasında hattat olduğunu söyleyince, Bediüzzaman bu güzel mesleği nerede ve ne zaman öğrendiğini sorduğu zaman, anlatmış. Üstad: "Maşâallah" diyerek iltifatlar edip, kendisine de bir levha yazmasını söylemiş. Emrullah Demirkaya, "Nasıl bir levha olsun?" deyince, Üstad, "Nasıl olursa olsun" demiş. Daha sonraki günlerde Hattat Emrullah Demirkaya şu mısraları bir levha yapıp, Üstad Bediüzzaman'a armağan olarak götürmüş: Ağlatırsa gam yeme, bendesini Cebbar-ı Hakîm, Lûtfuna mazhar düşüp nâgâh bir gün güldürür, Bu meseldir 'Tu'ref'ü-l Eşyâü min Ezdâdihâ'

"Pes anun içün, kahrın evvel, lûtfun sonra bildirir." Bu levhayı ellerine alarak okuyan Üstad Bediüzzaman tebessüm ederek: Fesübhanallah kardaşım, sen benim aynen tercüme-i halimi yazmışsın, sen benim tarihçe-i hayatımı bir rübâi ile ifâde etmişsin. Ben artık, senin bu yâdigârını koynumda taşıyacağım" diyerek hattat Emrullah Efendiye iltifatlar ve dualar etmişti. Dokuz yıl askerlik vazifesi yapan Hattat Emrullah Efendi, Üstad Bediüzzaman'ı son görüşünü ise şöyle anlatmaktadır: 1942 senesinde Kastamonu'da ne kadar dindar Nur talebesi varsa toplayıp, karakollarda eziyet ve zulüm ediyorlardı. Bunlarla birlikte Üstad Bediüzzaman'ı da alıp otobüse bindirerek Denizli hapishanesine yolluyorlardı. "Bu esnada, Kastamonu'nun her tarafına, 'bu masum insanları idama götürüyorlar' diye şayia çıkarılmıştı. Etrafa bir korku havası yaymışlardı. Bu korku uzun seneler Kastamonu'da devam etmişti." Muhtelif zaman aralıkları içinde, çalışmalarımızı devam ettirirken uğradığımız Kastamonu'da; Nura karşı, islâmın nurlarına karşı, geçmiş günlerde yapılan zulüm ve korkunun belirtilerini görüyorduk.

HÜSEYİN REMZİ SÖNMEZGİL 1909'da Kastamonu'da dünyaya geldi. Emekli bir esnaf olan bu zatın Bediüzzaman gibi bir Üstadı ziyaret edip elini öpen bahtiyarlardandır. "Ben seni mânen tanıyorum" Hüseyin Remzi Sönmezgil hatırasını şöyle anlatmıştı: Kastamonu'nun kazası İnebolu'da çok Nur talebesi vardı. Bu arkadaşlarla birlikte Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete gidiyorduk. Ben Nasrullah Camiinin şadırvanından abdest almıştım. Abdest alırken biraz zaman kaybetmiştim. Ama hızlı hareket ederek, Üstadın kapısındaki arkadaşlara yetişebildim. Benim ilk ziyaretimdi. Üstad Hazretleri bana çok iltifatlarda bulundu: "Kardeşim, mânen ben seni tanıyorum. Sen dürüst ve iyi bir insansın. Hattâ bu temizliğinden dolayı biraz evvel Nasrullah şadırvanından abdest alarak geldin." Üstad Bediüzzaman'ın bana olan bu iltifatından hem

ben, hem de arkadaşlar hayretler içerisinde kalmıştık. *** Yine birgün İnebolu'lu bir kardeş gelerek bana şu haberi vermişti: 'Remzi kardeş, sen Üstad Hazretleri için 'Ben daha önceden tanımam' diyorsun. Ama Üstad seni tanıyor ve 'Remzi kardeş hareketlerine dikkat etsin' diyor.' Hakikaten ben o günlerde bir köy düğününde Allah affetsin fena hareketlerde bulunmuştum. Bu fena vaziyetim, Üstada malum olmuş ve beni ikaz ediyordu. *** Köylünün birisi Üstada yoğurt getirmek istiyor. Hanımı ise istemeyerek ve kocasının zoruyla hazırladığı yoğurdu Üstada götürünce, o mübarek Üstad yoğurdu kabul etmedi ve köyüne geri gönderdi. *** Birkaç hakim Üstadı ziyarete gidiyorlar. Üstad birisinin ismini söyleyerek onu ziyaretine almıyor. Sonradan arkadaşları o hakimden bunun sebebini sorunca hâkim şöyle diyor: "Ben gerektiği zaman gusül abdesti almazdım. Onun için olsa gerek, üstad beni huzuruna kabul etmedi." *** Kastamonu lisesi talebelerinden bir grup devamlı Üstadı ziyarete gider ve ondan ders alırlarmış. Onlara ders

kitaplarının olduğunu, muallimlerinin kendilerine derslerini anlatıp öğrettiklerini, neden bunlarla yetinmeyip de Üstadın dersine gittikleri sorulduğunda şu cevabı vermişler: "Bizler Üstad Bediüzzaman'dan iman hakikatlarını ders alıyoruz. Ayrıca fenlere ait dersleri de kitaplardan okuyor veya muallimlerimizden dinleyerek öğrenmeye çalışıyoruz. Sonra Üstadın bir dersini bir defacık da olsa hiç unutmuyoruz. Onun dersi öğretmenlerimizin derslerinden çok farklı, öğretmeninkini unuttuğumuz oluyor, ama Üstad Bediüzzaman'ın dersleri hiç akıldan çıkmıyor. Üstad Bediüzzaman, verdiği İslâmî ve imanî dersleri zihnimize öyle sokuyor ki, bu dersleri hiçbir zaman unutamıyoruz."

İSMAİL İLGAZİ "Kitaplara dokunmayın, tokat yersiniz" 1942 Ramazan'ının 21. gecesi teravihi kılıp camiden eve gittim. Erkenden yattım. Uyudum uyumadım kapı çalındı. Kapıya vardım. Erzincanlı Hamal İsmail Efendi, 'İstanbul'ldan dört beş sandık kibritlerin geldi, Posta arabacısı 'Gelsin teslim edeceğim' diyor' dedi. Üstümü giydim. Başımda yün takke ile koştum. Bir de baktım, durakta bir kalabalıktan Üstadın sedası kulağıma geldi. Çayhanede bir karpuz kesip Üstada ikram ediyorlardı. Jandarma başçavuşu, sivil polisler de varmış, bilmiyoruz. Üstadın elini öptük. Hepimizin ismini yazıp karakola vermişler. Üstad, elektrik direğini sütre yaparak namazı eda etti. Müftü Efendiyi sordu. Evinde hasta yattığı söylendi. Posta arabasından kibritlerimizi indirip teslim aldık. Üstada kendimizi tanıttık. İbriği elinden aldık, su doldrurup verdik. Mübarek elleriyle başımı meshetti ve 'Elgazi' dedi. Sonra Çankırı'ya azimet eyledi. Sabah oldu. Jandarmalar evlerimizi bastı. Risale-i Nur'u

dolaptan alıp verdim. Baktım, adam öldürmüşüz gibi orayı burayı arayacaklar. 'Bu kitaplar her Müslümanın evinde bulunur. Mahkemelerin iade kararları var' dedik. Kurşunlulu bir telgraf çavuşunu yolda yakalamışlar, Muhammediye kitabını müsadere etmişler. iyice bilemiyorum. Üstad Isparta'da yahut Denizli'de mahkeme oluyor. Oradan bize mahkeme harcırahı olarak 75 lira geldi. Aldıkları kitapları İstanbul'a bilirkişiye göndermişler. Biz Ilgaz mahpushanesinde iken büyük bir deprem oldu. Evler yıkıldı, birçok insan öldü. Bizim hanım hâkime müracaat ederek çıkarılmamızı istiyor. 'Ancak gece çıkabilir' diyorlar. Çıktım, evimi, dükkânımı yokladım. Evde çatlaklar meydana gelmiş, dükkânımın da tavanı yıkılmıştı. Hapishaneye tekrar döndüm. Böylece, Üstadın dediği 'Ilgaz', 'elgazi' olmuştu. Üstad, öteden beri ikazda bulunurdu ve 'Kitaplaradokunmayın, tokat yersiniz. Sizin şerrinizden masum insanlar da zarar görür' derdi. Mahkememizin Ilgaz'da görülmesine dair emir geldi, böylece harcırah da geri gitti. Sonunda mahkeme beraatimize karar verdi. Daha sonra ikinci bir mahkeme cereyan etti. Sinoplu hâkim yine beraat kararımızı verdi. Kitapları da iade etti. "Üçüncü mahkeme Çankırı Ağır Cezada idi. Mahkeme reisi netice-i mahkemeyi uzattı ise de temyize başvurmadan hükümet değişti. Af kararıyla çıktık. Kitapları da iade ettiler."

FEYZİ ERTEM Feyzi Ertem, 1932 Kastamonu doğumlu. İlkokulu çeşitli yerlerde okudu. Kastamonu Meslek Lisesinden mezun olduktan sonra Ankara Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdi. 31 yıl 9 ay Türkiye'nin çeşitli yerlerinde vazife yaptı. Evli ve 4 çocuk babasıdır. "Bediüzzaman veli ise kocamı salıverir" Bediüzzaman'ın ilk Kastamonu'ya gelişi, halk arasında, 'Buraya sürgün bir hoca geldi' diye yayılmıştı. Bu sırada babam İnebolu'da öğretmenlik yapıyordu. Bunu duyunca birkaç arkadaşı ile birlikte ziyaretine gitmişti. 1943 senesinde babam beni ve ağabeyimi Üstadın Ziyaretine götürdü. O sırada Üstad Araba Pazarında oturuyordu. Odada pek birşey yoktu. Yalnız ibrik ve yatağı vardı. Çocukluk halimle en çok dikkatimi çeken, fareler olmuştu. Hiç insanlardan çekinmiyorlardı. Denizli'ye götürürlerken babamı da götürmüşlerdi. Babam Denizli'de hapiste birkaç ay yattı. Tahliye olduktan sonra da öğretmenlikten 3 yıl 7 ay uzaklaştırıldı. Bu durumdan dolayı annem çok üzüldü ve hastalandı.

Birgün dua ederken, 'Eğer Bediüzzaman gerçekten veli ise kocamı salıverirler' demişti. Gerçekten hapishanede o gün isim benzerliğinden babam bir başkasının yerine tahliye olmuştu. Bir ay sonra tekrar istediler. Ancak o sırada beraat kararı da çıktığından bir daha geri götürmediler.Babam hapisten çıkarken, dışarı çıkarılmaması gereken Meyve Risalesini sepetin içine koyarak çıkarmış, her yerini aradıkları halde sepeti aramamışlardı. İkinci görüşmemiz Barla'da olmuştu. Bu ziyaretimde Üstad bana bizzat okudu. Onun tesiri üzerimde uzun müddet devam etti. O zaman risaleler elle yazılırdı. Babam yüzlerce risale yazdı. Ancak ben çok az yazdım. Bizde mevcut olan el yazma risalelerini 1959 yılında bir arama sırasında götürmüşlerdi. Bir daha da geri vermediler. Barla'da Üstadın ziyaretine gittiğimde vakit akşamdı. Bu sırada polisler tarafından sorguya çekildim. Ancak yine de ziyaret etmeye muvaffak oldum. Üçüncü ve son ziyaretim Isparta'da 1958 yılında olmuştu. Üstad öğretmenlere çok ehemmiyet verirdi. Bu ziyaretimde Üstad bana, 'Ben seni yanımda alıkoymak istiyorum, fakat mesleğin öğretmenlik olduğu için vazifene devam et' demişti.

SALİH UĞURTAN 1905'de İnebolu'da dünyaya gelen Salih Uğurtan 17 Kasım 1989 tarihinde vefat etti. "İnebolu'da estirilen tedhiş" 1930 sıralarında Salih Ağabey 25 yaşlarındaydı. Daha önce vefat eden fedakâr Nur talebelerinden Gülcü Hüseyin, Ziya Dilek 3-4 kişi bazı eski kitapları dikkatle incelemiş ve okumuşlar; o kitaplardan kıyâmet alâmetleriyle ilgili bazı manaları yakalamışlardı. O devreler ezan okumanın, Kur'ân öğrenmenin, Allah demenin yasak olduğu devrelerdi ve Müslümanlar bu korkunç zorluklar içerisinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ayrıca Şapka inkılabının da ilk temellerinin İnebolu'da yapılan bir konuşmayla atıldığını biliyorsunuz. O zamanlar İnebolu'ya gelen mülki erkânın hizmetindeki askerlerin esef verici bir icraatlarından bahsetmişti Salih Ağabey, İnebolu'da o gün pazar kurulmuş ve köylü kadınlar sebze-meyve satmaktadırlar. Şehre giren askerler kadınların örtülerine saldırmışlar ve üzerlerinden çekip çıkarmaya çalışmışlar. Korku ve şaşkınlıkla direnen

kadınlar sebze ve meyvelerini terk ederek, "Yunanlı tekrar Anadoluyu istila etti" zannıyla köylere kaçışmaya başlamışlardı. Bunlar arasında Salih Ağabeyin valide-i merhumesi de vardır. Bütün bu hadiseler ışığında, Salih Uğurtan ve kendisinden önce vefat eden diğer mü'minler okudukları bazı eski kitaplardan, Sevgili Peygamberimizin şerrinden şiddetle Allah'a sığındığı ve ümmetini sakındırdığı en dehşetli fitnenin tam ortasında oldukları, yani, Deccal'ın geldiği kanaatine vardılar. Yalnız bu kitaplardan deccalla aynı devrede en büyük ve son Mehdi'nin geleceği, müslümanların onun ordusunda asker olup Deccalı ve onun ordusunu kılıçtan geçirecekleri manasına gelen ifadeler bulunuyordu. Hadiselerin en sıkışık olduğu sıralarda: "Hazırlanın! Birşey çıkacak..." diye bir araya gelmeye, harp âletleri toplamaya başladılar. Yaptırdıkları kocaman kılıçları haftada 3-4 defa biraraya gelip biletiyorlar, Hz. Mehdinin gelmesini bekliyorlardı. Salih Ağabey, "O anda zaptiye bizi tespit edip yakalasaydı sorgusuz sualsiz ipe çekerlerdi" diyordu bir sohbetimizde. Günler geçiyor, sık sık bilinen kılıçların ağızları gittikçe ufalıyordu. Bu sıralar henüz Bediüzzaman'ı tanımayan Salih Ağabey bir rüya görüyor. Şöyle anlatıyor rüyasını: Rüya ile gelen müjde "Odamda yatıyorum. Baktım birisi pencereden bana bir

mektup uzatıyor. Hayret ettim. Yahu pencere epeyce yüksek, ikinci katta, bu adam buraya kadar nasıl uzanıyor dedim. Bana uzattığı mektubu göstererek 'Bu mektubu oku' dedi. Aldım, baktım. 'Esselâmü aleyküm. Bismihi Sübhânehu' geri Arapça dedim: 'Ben Arapça bilmem.' 'Oku' diye ısrar etti. 'Cidden Arapça bilmiyorum' dedim, baktım bir parça ciddileşti. Kesin bir şekilde okumamı emrediyor. Heyecanlanmaya, telaşlanmaya başladım. O halimle yataktan fırladım." Salih Ağabey bu rüyayı gördüğü sıralarda İnebolu'da meşhur bir Şeyh vardı. Rüya tabiri konusundaki isabetliliği o bölgede her tarafa yayılmıştı. Sabahleyin namazdan sonra ona giderek rüyasının tabirini sorar. rüyayı hayretler içerisinde dinleyen büyük zat Kur'ân-ı Kerimden bazı âyetleri okur ve Salih Ağabeye aynen şunu söyler: Sana müjde! Müjdeler olsun sana! Sen yakında bütün dünyayı manen idare eden birisinin elini öpeceksin. Bizden de çok selâm ve hürmet götürmeyi unutma. Daha sonra çok geçmeden bu veli zat vefat eder. Salih Ağabey şaşkındır. Ve hâlâ kılıç bilemeye, Hz. Mehdiye asker olmak için kendisini zinde tutmaya çalışmaktadır. O sıralarda İnebolu'da bir şâyia yayılır: "Kastamonu'ya bir Hoca Efendi gelmiş, onu merdiven altı gibi bir yere hapsetmişler, çeşitli işkencelere maruz bırakmaktadırlar... " İnebolu'dan öncelikle Ziya Dilek Ağabey merhum ve diğerleri gider elini öperler. Bu arada deccal konusunda her ne kadar bazı kanaatlere varmışlarsa da yine de müteşabih bazı hadislerin manalarını karıştırmaktadırlar.

Hadiste deccalın eşeğinin kulaklarının fil kulağı gibi kocaman olacağı, ayaklarının yumuşak olacağı, yürürken de arkasından şiddetli bir ses ve pis bir koku bırakacağı rivayetini okumuşlar. Bu konuyu Bediüzzaman'a sorduklarında şu cevabı veriyor: "Kardaşım, şu bildiğiniz otomobil bir parça o tarife benzemiyor mu? Bunun da kapıları fil kulağı gibi, ayakları (lastikleri) yumuşak ve giderken arkasından hem pis bir koku, hem de ses çıkarıyor." "Bu zamanın cihadı mânevî kılıçladır" Bu cevaptan sonra kanaatleri daha da kesinleşmiş. Üstad kendilerine muhtelif konularda ders verip asrın cihad tarzının kılıçla, topla, tüfekle değil, kitap yazmakla, okumakla, fikirle ve ikna ile olduğunu izah ettikten sonra ayrılmak üzere kalkarlar. Mealen söyleyebileceğiz, Bediüzzaman: "Kardaşım, maddi kılıçlar kınına girsin. Artık zamanın mücahedesi manevi kılıçlarladır" diyerek ellerine birer kitap tutuşturur. Hz. Üstadın yüksek şahsiyeti ve veciz sohbeti karşısında kendilerinden geçen bu zatlar dışarıda kendilerine geldiklerinde birbirlerine sorarlar: "Yahu Hoca Efendi bizim kılıç bilediğimizi nereden biliyordu?" Çok geçmeden Salih Ağabey elini öptüğü zatın "Dünyayı manen idare eden zat olduğunu keşfetmiş, bugün-yarın geleceğini umdukları zatın bilerek veya bilmeyerek belki de lisan-ı halleriyle yaptıkları halis duaların neticesi olarak, manevi ordusunun safları arasında

buluvermişti kendisini. "Kilitli kapı nasıl açıldı?" Bu arada Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu'ya ilk sürgün olduğu sıralarda enteresan bir hadise cereyan eder. Salih Ağabey hadiseyi bizzat yaşayan Sinoplu bir polisten naklen anlatıyor. "Üstadı karakolda merdiven altı gibi dehşetli soğuğun bulunduğu bir yere kapatıp Alman kilidi vuruyorlar. Sinoplu polise de 'Bunu zehirle, öldür ne yaparsan yap' diye emir veriyorlar. Hadiselerin birinci şahidi Sinoplu polis o an kalbine tarifinde güçlük çektiği bir hürmet ve hizmet etme arzusu olduğunu beyan ediyor. İlk hafta içerisinde bir gece sabaha karşı kontrole geliyor. Fakat kocaman Alman kilidi sökülmüş, demir parmaklıklı dış kapı açık. İçeriye yatağın olduğu yere koşuyor, yatak sıcak. Ama kimse yok. Kendi tabiriyle 'Can korkusuyla kan beynime sıçradı' diyor. Birazdan Hz. Üstad elinde su ibriği içeriye giriyor. Elini Sinoplu polisin göğsüne dokundurarak: 'Korkma Mehmed! Bu zalimler ne sana, ne bana dokunamayacaklar' diyor. Ve hemen ardından kapıların kendi kendine şangır şangır kapandıklarına şahid oluyor." Bediüzzaman bu ilk ikamete mecbur bırakıldığı yerde üç ay tutuluyor. Bu üç ay süresince Kastamonu'nun bütün askeri ve mülki amirleri hastalanıyorlar. Daha sonra başlarına gelen bu musibetin O Hocayı sıkı işkence ve zulüm altında tutmalarından kaynaklandığına hükmederek

Bediüzzaman'ın ev kiralamasına izin veriyorlar. Bediüzzaman yeni evinde bütün gayretiyle hizmetine devam ediyor. Her türlü korkuyu göz önüne alarak bir kısım talebeler ve özellikle isimleri yukarıda mezkûr şahıslar sık sık ziyaretine geliyor, kendisinden aldıkları kitapları harıl harıl çoğaltıp dağıtıyorlar. "Beşinci Şua'yı kuşlar müjdeliyor" Üstad İnebolu'yu ve İnebolu'daki talebelerini çok methediyor. Bazı köylerinde bin kalemin risale çoğalttığını bildiğimiz Isparta'ya benzeterek şu şirin ilçeye, İnebolu'ya "Küçük Isparta" namını takmıştır. Bilindiği gibi Risale-i Nurları çoğaltmakta ilk teksir makinesi de bu talebeler tarafından kullanılmıştı. Harıl harıl risaleleri çoğaltmaya devam ediyorlar. Başkalarından yine hayretengiz hadiseler geçiyor. Jandarmalar, karakol komutanı ve CHP'lilerden bir türlü kurtulamıyorlar. Ama Nurları yazarken şahid oldukları inayetler şevk ve gayretlerini bütün şiddetiyle arttırıyor. Salih Ağabeyin evinde bir ders ve sohbet esnasında şöyle birşey anlattı: O sıralar Beşinci Şua yazılıyor. Ve bu çok mühim risaleyi çoğalttıkları sırada tanımadıkları garip kuşlar geliyor. Hemen her Nur talebesi bu hadiselere şahid oluyor. Ne zaman Beşinci Şuayı yazmaya dursalar gelip camlara vuruyor, ısrarla içeri girmek istiyor. Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseleri "Kuşların yapılan hizmetleri ve

özellikle asrımız mü'minleri için çok mühim olan Beşinci Şuanın neşrini müjdelemek ve tebrik etmek için geldikleri" mânâsında yorumluyordu. Bu hatıraları kaleme alan Muhammed Boz'a teşekkür ediyoruz.

Doç. Dr. NUREDDİN TOPÇU Felsefe doçenti olan Nureddin Topçu 1909'da Erzurum'da dünyaya gelmişti. 1975'de İstanbul'da vefat etti. Yarınki Türkiye, Maarif Davası ve Büyük Fetih gibi eserleri vardır. Nur Risaleleri'nin hizmet ve neşriyat kahramanlarından Tola'lar Hanedanı'yla yakın alakası olmuştu. Vefatından iki ay önce ziyaret ettiğimiz Doç. Dr. Nureddin Topçu, bize Denizli ve orada görüştüğü Bediüzzaman ile ilgili hatıralarını anlatmıştı. İkinci bir ziyaretimde çok hasta idi. "Geçmiş olsun hocam, bugün Cumaya gelemediniz?" dediğimde, "Ben bu hafta namazı Kâbe'de kıldım" diye lâtife yapmıştı. Sultan Ahmed'teki evinde ziyaret ettiğimiz merhum Topçu, 1909'da Erzurum'da doğduğunu, 1934'de de ilk defa öğretmen olarak vazifeye başladığını söylemişti. Merhum Üstad Said Nursi ile olan hatıralarını ise şöyle anlattı:

Bediüzzaman'ın büyüklüğü 1934'de ilk defa muallim oldum. Hareket mecmuasında yayınladığım bazı yazılar yüzünden şimşekleri üzerime çektim, takibata uğradım. Zamanın maarif vekil olan Hasan Ali Yücel'in sık sık başvurduğu sürgün cezasına mâruz kaldım. 1944'de İstanbul'dan Denizli'ye tayin oldum. İmtihan ayı olan Haziran'da Denizli'ye gittim. Şehir Oteline indim. Ödemiş'te savcı olan Muslihiddin Sönmez ve ablası Seher Sönmez vasıtasıyla Bediüzzaman Said Nursi'yi tanıdım. Üstad Otelin üst katında oturuyordu. Bütün şehirde onun ismi dolaşıyor, herkes ondan bahsediyordu. O günlerde Denizli'de devam eden mahkemesi neticelenmiş ve beraat etmişti. Beraatten sonra Şehir Otelinin üst katında bir odaya yerleşmişti, orada kalıyordu. Sıkı bir kontrol altındaydı. Yanına gidip gelen ziyaretçiler de aynı şekilde takip ediliyor ve tesbit ediliyordu. Ziyaretçiler yanında çok az kalabiliyor, hemen çıkıyorlardı. Akşam yemeklerinde herkes çekilip gidiyor, otelde kimse kalmıyordu. Hatta otelin katibi de yemeğe çıkıyordu. Ben de o sıralarda yanına çıkıyordum. Yarım saat kadar kalıp ziyaret edip, görüşüyordum. Din, iman, ahlâk, gençlik ve cemiyet meseleleri ile alâkalı konuşuyordu. Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, eserlerini bilirkişiye havale etmiş, liseden iki kişiyi bilirkişi tayin etmişler.

Zannediyorum bunlardan biri edebiyat, bir diğeri de tarih hocasıydı. Bunlar dinsiz adamlardı. Hele biri büs bütün yılandı; sonradan fecî şekilde ölüp gitti. Ben Bediüzzaman'ı ziyaret ettiğimde kendisi bana: 'Onları bana gönder de ben onları dine davet edeyim' dedi. Ben de: 'Efendim onlar çok fena adamlar, vazgeçin' dedim. Bunun üzerine: 'Peki öyleyse ehvenini getir, az fena olanı çağır, ben onları dine davet edeceğim, ben onları affettim' diyordu. Bediüzzaman'daki büyüklüğe bak, biz olsak başını ezmeli deriz, 'Ben onları affettim' diyor. İşte büyüklük budur. Ruhî bir ışıktır bu.. Hakikaten onlardan birisi biraz daha (diğerine kıyasla) mutedildi. Fakat Tahir ismindeki çok fena bir adamdı. Mehmet Akif'in: 'Acırım tükrüğe billah tükürsem yüzüne' dediği gibi birisiydi. Rahatsız ederler, kimbilir ne söylerler, canını sıkarlar, diyen ben onları çağırmadım. Bediüzzaman çok büyük bir insandı: 'Ben onları affettim,' diyordu. İnsanın, idamına sebep olacak şekilde aleyhinde olanları affedebilmesi büyük bir fazilettir. "Herkese dâvâsını anlatırdı" Hareket adamı idi, girişkendi, herkesle konuşurdu. Davasını anlatırdı. Pısırıklığa ve miskinliğe taraftar değildi. Otelin kaldığı odadaki penceresi genişti. Bir gün ziyaretine gittiğimde oraya oturmuştu, dışarıya bakarak Denizli'de bir zamanlar 62 medresenin bulunduğunu, bunların hepsinin kapatıldığını üzülerek anlattı: 'Bu sebepten ben

muallimlere dargınım' dedi. Akşam yemeğini getirdiler, mükellef bir sofraydı. Getiren garsona yemeği iade etti: 'Bunu fukaralara götür' dedi. Yanında zeytini vardı, yemeği kabul etmedi, ekmeğini zeytin taneleriyle yedi: 'Bir ekmeği 15 gün bitirebiliyorum' dedi. Semaveri vardı, çay kaynatıp çay içiyordu, bize de ikram etti. Hapishaneden yeni çıkmıştı. Odada eşya olarak hiçbirşey yoktu. Eserleri yazma ve formalar halindeydi. Binlerce yazma kitap ellerde dolaşıyordu. Her tarafta yazılıyordu, köylerde, kazalarda hep Nur Risaleleri çoğaltılıyordu. O devir gönül alıcı bir devirdi. Güneşin doğuşu gibi bir zamandı. O tarihlerde Denizli'nin Güvençli köyüne gitmiştim. Bir akşam beni bir eve misafireten çağırdılar. Gittim. Gece dama çıktık, lüküsü yaktılar. Bediüzzaman'ın yeni bir risalesi çıkmıştı. Köylülere onu okuyacaktım. Tam ben okuyacağım esnada, onlar benden evvel davranıp başka bir risalesini çıkarıp okumasınlar mı? Hayret içerisinde kaldım. "Her evde onun eseri yazılıyordu" Her evde, her köyde onun eserleri yazılırdı.... Onbinler sahife çoğaltılırdı... Böyle bir şevk vardı. O akşam da şevkle okudular, biz de tatlı bir sevinç ve haz içinde dinledik. Kerametler, fevkalâdelikler, hep Allah'tan gelir. Veli

insanlara Allah'tan ne gelirse, kalblerine ne doğansa onu bilirler. Bu haller Allah'tan gelir onlara, Allah'a teslimiyetin meyvesidir bu haller, veliler için. Güveçli'de bir ay kadar kaldım. Döndüğümde Bediüzzaman da Denizli'den ayrılmıştı. O zaman da talebelerinden Hasan Feyzi ile tanıştım ve görüştük. Âşıktı o, muallimdi. Ona da Muslihiddin Bey götürdü beni. Sevimli bir insandı. Temiz ruhlu bir insan. Sevgi ile yaşayan bir adamdı. Bediüzzaman'ın aşk ve muhabbetinden vefat etti. Ondan ayrılığa dayanamadı. Bilmiyorum, insan böyle vefat eder mi? Bediüzzaman Denizli'de iken yanına gelen polis müdürüne hiddet etmiş: 'Git, temizlen de gel' demiş. Adam hakikaten temiz değilmiş. "Çok mert ve cesurdu" Çok mert ve cesur bir hali vardı. Cesareti, kerameti pek çoktur, saymakla bitmez. Sonra zekâsının buluşları fevkalâdedir. Musibetlere sabırla razı olmuştu... Kendini vermişti Allah'a... Zaten o eserler hep o hallerin mahsulüdür. Bütün Denizli'de onun zevki ve şevki vardı. Dost-düşman ona hayrandı. Denizli'nin gecesi, gündüz olmuştu... Fethetmişti o Denizli'yi, Onun ruh ve aşk tarafına ulaşılamaz. Onun Allah'a yakınlığı bambaşkadır. O yakınlık bir lütf-u İlâhidir. Sabrı, inzivası, şükrü bam başkadır. para nedir bilmez, dünyagözüne görünmezdi. Böyle zatlara pratik bir maksat

gözeterek gitmek, onları rahatsız eder. Ruh ve gönül sultanlarına dünyevî basit çıkarlar için müracaat etmek cinayettir, müthiş bir haksızlık ve anlayışsızlıktır. Bana dua etti. İnşaallah duası kabul olur. Kelimeler tam hatırımda değil. Ruhî feyzim için dua etti. Zaten umumiyetle hep böyle mânevî şeyler için dua ederdi. 1952'de İstanbul'a Akşehir Palas Otelinde de ziyaret ettim. Sonra bugünkü Büyük Postahanenin üstündeki ağır cezadaki son mahkemesine gittim. İkindi namazının vakti girmişti, kalktı: 'Siz kararınızı verin, ben namaza gidiyorum' dedi ve yürüdü. Hiç umurunda değil. Belki mahkûmiyet kararı verecekler, idam bile verecek olsalar hiç aldırdığı yok. "Allah'ın lütfuna mazhar olmuştu, herkese vermez Allah bunu..." Nurlarda tezahür eden bazı inayetkârâne hallere itiraz eden bir kısım zatlara Nureddin Bey, "Bediüzzaman keramet gösterir ve onunla birçok mü'minlerin imanını takviye eder ve kuvvetlendirir" diyerek Üstadımızı her zaman savunmuştur. İlim, fikir, ahlâk ve felsefe dalında pek çok eser veren merhum Topçu'ya Allah'tan rahmet dileriz.

Risale-i NUR Mahkemelerinin Adil Hâkimlerinden Senirkent'li HESNA ŞENER (1903-1975) Senirkent, yetiştirdiği imanlı ve münevver evlatlarıyla, bu vatan ve millete büyük hizmetleri olan mübarek bir beldedir. Ne zaman bu mübarek beldenin bahsi olsa, hemen Semerkant, Taşkent ve Buhara'yı düşünürüm. "Tola Hanedanı"ndan, Senirkent'in "Kara Melek"i Dr. Tahsin Tola'nın hanesinde misafir oluşumu hatırlarım. Tola ailesi ve bu ailenin akrabalarından olan Hesna Şener, bu münevver vatanperverlerden biridir. 1903 yılında Senirkent'te dünyaya gelen Hesna Şener, eski alay müftülerinden yarbay Nuri Beyin kızıdır. Annesi ise Akile Şener'di.

İlk, orta ve lise tahsilinden sonra Hukuk Fakültesini başarıyla bitirmişti. bazı yerlerde geçen kısa memuriyet ve hizmetinden sonra Denizli'ye hakim olarak tayin edilmişti. 1942 senesinden itibaren tam otuz üç yıl bu vazifede kaldı. 1943 senesinde Bediüzzaman Said Nursî'nin talebeleriyle birlikte verildiği Denizli mahkemesinin âdil hakimlerinden olarak ebedî fazilet ve adalet levhalarına geçen bahtiyarlardandı. Risale-i Nur'un hizmet tarihinde mühim bir dönüm noktası olan Denizli mahkemesinin ilk beraat kararını veren merhum Muğlalı Ali Rıza Balaban Bey'in bu kararına iştirak eden bir Senirkent hanımefendisiydi. Risale-i Nur müellifi: "Hâkim-i âdil ile beraber, hakiki adalete çalışan zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu'yu ve âlem-i İslâmı manen minnettar eylemişler" diye bu mutlu hakimleri senalarla alkışlamıştı. İşte Senirkentli Hesna Şener Hanımefendi "Anadolu'yu ve İslâm âlemini" minnettar eden kahraman kadınlardan bir âdil bahtiyardı. Mekânı ve makamı nurlarla dolsun. 1974 kışında Almanya'da Denizli'li bir dosttan Hesna Şener'in hayatta ve hâlen hakimlik vazifesine devam ettiğini öğrendiğim zaman ne kadar sevindiğimi tarif edemem. Baharda onu görmek ve hatıralarını dinlemek için Denizli'ye kadar gittiğimiz halde, kendileriyle görüşmek ve anlatacaklarını dinlemek kısmet olmamıştı. Sonraya tehir ettiğimiz bu tarihten sonra, evlerine kadar gitmiştim. Merhum hanımefendi bizi çok âlicenab bir şekilde karşılamıştı. Bizlere anlatırken, üniversiteyi

bitirmemizi ve sevgili vatanımızın bir köşesinde genç nesillere hizmet ederek, onların da bizler gibi olmasını tavsiye etmişti. Bu ziyaretimden az bir zaman sonra 22 Temmuz 1975 tarihinde Hesna Şener Hanımefendi'nin vefat haberini duymuştum. Denizli'ye tayin edilişinden itibaren otuz üç yıl, tıpkı namazdaki tesbihin mübarek sayısı kadar, orada yer değiştirmeden dirayetle vazifesine devam etmiş ve ancak vefat edişiyle görevinden ayrılmıştır. Bazı haller ve şartlar var ki, zerre kadar bir hizmet o hallerde dağ gibi bir ehemmiyeti haiz olur. Vatan muhafazası için nöbet tutarken soğuktan donan bir erin, şehitlik gibi yüksek bir makamı kazanması halinde, makamındaki yücelik ne ise, Denizli'nin âdil hakimlerinden Hesna Şener'in: "Dinden ima ve telmih yoluyla dahi bahsetmek yasaktır" denildiği ve bunun bir emir halinde bütün vatana bildirdiği Halk Partisi'nin o kara ve karanlık günlerinde, Said Nursî gibi bir İslâm fedâisi ve kahramanının ve talebelerinin beraatini resmen ilân etmeleri, hem de "Beşinci Şua" davasının, beraati kararı merhum hakimleri her türlü takdir ve tebcile şâyân kılmıştır. Bizler, halkçıların o zulmetli günlerini yaşayanlardan dinlemekteyiz. Bir tek dinî eserin dahi yazılmasına ve neşrine müsaade etmeyen bir kara zihniyetin hakimiyetinde, âdil hakimlerin şerefli kararları bu vatan ve millet için hassaten Denizli ve Senirkent'liler için bir şeref

levhası halinde, bir yüz akı olmuştur. 15 Haziran 1944 tarihli beraat kararıyla, din ve fazilet ehli insanları tahliye eden Hesna Şener ve arkadaşları istikbâl nesilleri tarafından ve bugün bizlerce şükranla anılmaktadırlar. Vefatından sonra Senirkent'lilerin bütün ısrarlarına rağmen Denizli'nin imanlı ve kadirbilir insanları Hesna Şener Hanımefendi'nin naaşını vermemişlerdi. Yapılan büyük bir merasimle, Denizli'nin asrî mezarlığına defnedilmişti. Bekâr olarak mücerret bir ömür ve hayat geçiren Hesna Şener Hanımefendi'ye, Allah'tan rahmet ve mağfiret niyaz ediyoruz. 9 Ağustos 1975 Senirkent postası gazetesi'nde Hesna Hanım Efendi'nin vefat haberi: "İlk kadın hukukçumuz ilk kadın hakimimiz Hesna Şener'i kaybettik" İlk üniversite mezunu, İlk hukukçu ve ilk hakim hanımlarımızdan Hesna Şener'i 22 Temmuz 1975 tarihinde kaybettik. 1903 yılında Senirkent'te doğan, merhum emekli Yarbay Nuri Şener ve merhume Akile Şener'in kızları ilk, orta, lise ve üniversite tahsillerini başarılı bir şekilde bitirdikten sonra bazı yerlerde geçen kısa hizmetinden sonra en son Denizli hakimliğine tayin edilmiş ve 33 yıl yer değiştirmeden bu şerefli vazifesine

devam etmiştir. Vefatını haber alan akrabaları cenazesini Senirkent'e getirmek istemişlerse de Denizli'nin kadirbilir ve Vefakâr halkı memleketlerine 33 sene hizmet eden hakimlik gibi güç bir hizmeti hakkıyla başaran, hiç bir şeyin karşısında zayıf davranmayan hayırsever, insancıl halleriyle ve ideal bir ahlâk örneğiyle herkese nümune olan bu mümtaz hemşehrimizin cenazesini bütün ısrarlara rağmen Denizli halkı ve meslektaşları vermemişler, gönüllerindeki sevgi gibi kendi topraklarına gömmek istemişlerdir." Cenaze merasimine pek çok halk katılmış, derin bir tazim saygı ve huşu içinde ve arkadaşlarının omuzları üzerinde değerli kızımız Denizli asrî mezarlığına defnedilmiştir. Hesna Şener hanıma Allah'tan gani gani rahmet niyaz ederken yakınları mühendis Galip Şener'e, Dr. Faik Şener'e, Dr. Tarık Şener'e, Dr. Ali İhsan Şener'e ve Hakim Altan Şener'e, diğer akraba, dost ve meslek arkadaşlarına başsağlığı dileriz.

HÜSEYİN BEŞLİ 1908'de Sav'da dünyaya gelmiştir. Bediüzzaman'la birlikte 1943'de Denizli'de hapis yatmıştır. "Dokuz ayda 12 defa mahkemeye çıktık" Nur medresesi olan Sav köyünde, Denizli hapsi maznunlarından Hüseyin Beşli o günleri bize şöyle anlatıyordu: Oğlum Mustafa Beşli'ye Kur'ân-ı Kerim okumayı öğretiyordum. O sırada Sav'da arama tarama yapıyorlardı. Bu sebepten, başka hiçbir şeyle iştirakim olmadığı halde, beni de alıp, tevkif edip, Isparta hapishanesine attılar. Isparta'da bir ay kadar kaldık. Sonra alıp, Denizli hapishanesine götürdüler. Dokuz ay zarfında tam on iki defa mahkemeye çıktık. Hakim neticede hepimizin beraatına karar verdi. Sonra bizi salıverdi. On altı kişi kadar Isparta'dan idik. Ben cahil biriyim. Hamd olsun Üstada hizmet ettim. Tayınını, suyunu getirirdim. Bizim Sav'dan altı kişi idik. Aramalarda ellerine iki yaprak Risaleden yazı geçmiş

'Bunu sen de yazıyorsun' diye beni de aldılar ve götürdüler. Halbuki ben yazmayı filân bilmezdim. Savlı çok ihtiyar bir Hasan Dayı vardı. Beni onunla birlikte kelepçelediler. Hasan Dayı, risale yazan Atıf'ı evinde misafir ettiği için onu da suç ortağı gördüler ve onu da tevkif ettiler.

HASAN FEYZİ YÜREĞİL 1895'de Denizli'de doğdu. Şâir, edib, mutassavıf ve muallimdi. Bediüzzaman'ı 1943'de Denizli'd tanıdı. 1946'da vefat etti. Bediüzzaman'a âşık bir zat Nur irfan mektebinin unutulmaz simalarından birisi de Hasan Feyzi Yüreğil ismindeki bir hakikat kahramanıdır. İlk intiba, ilk tesir, ilk ziyaret, ilk hatıra, insan hafıza ve gönlünden kolay kolay silinmiyor. Risale-i Nur'un müstesna talebelerinden Hasan Feyzi Hazretlerinin Denizli kabristanındaki mezarını ilk ziyaret hatırasını da unutmak mümkün müdür?Bu ziyaret hatırası ter ü taze zihnimde her zaman yaşamaktadır. Hasan Feyzi Yüreğil, Denizli'nin Çivril kazasının Güveçli köyünde muallim olarak imana ve Kur'an'a hizmet eden bir hakikat adamı idi. Melami tarikatı şeyhlerinden olan zat, Nur manzumesine dahil olmazdan evvel de etrafını

ışıldatan bir kandildi. "Canım sana kurban olacak" Hasan Feyzi Nur'un ateşine pervaneler gibi atmıştı kendini. Eski zamanlarda birbirinin yerine hastalanan ve vefat eden yüksek fedakârlar gibi, o da Rabbinden, Üstadına bedel ölmeyi diliyor. Bir şiirinde bu niyazını şöyle dile getiriyordu: Bam-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem Dahi nezrin bu ki canım sana kurban olacak." (Ey gönüllerin sultanı Bediüzzaman, senin feyizli, bereketli kapından, dergâhından, eşiğinden uzak olmaya, ayrı kalmaya asla dayanamam. Benim adağım, dileğim ve arzum, canımın sana kurban olmasıdır. Ben senin uğrunda kendimi feda ediyorum. Sana gelecek belalar bana gelsin. Sana hayatımı adak olarak takdim ediyorum.) Gerçekten Hasan Feyzi Efendinin bu niyazını, bu samimi ve kalbî arzusunu Cenab-ı Hak kabul etmişti. Bu manzumeyi yazdıktan kısa bir zaman sonra 13 Kasım 1946 senesinin Çarşamba günü Cenab-ı Hakkın rahmetine intikal etti. "Üstadına bedel şehit oldu" Nur Risalelerinde bir çok mektupları, şiirleri ve

takrizleri bulunmaktadır. Bu vefat hâdisesiyle alâkalı olarak Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bir mektubunda şunları ifade etmektedir: Nur hakkında parlak fıkralarında, bu biçare kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti. "Merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi 'Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!' dediğini tasdiken Üstad'ına bedel, şehid kardeşi büyük Hafız Alinin yanına gitmiş. Bu zat-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nuru elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur'un yüksek hikmetlerini ve kemâlatını çekinmeyerek ruh-u caniyle herkese ilan etmiştir." "Bir asır evvelki müjde" Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin dünyaya geldiği senelerde, yani bir asır kadar evvel, Denizli'de büyük evliyadan Hacı Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine: Bugün Kürdistanda bir büyük evliya dünyaya geldi. Bu zat, zamanımızın sahibi, asrımızın vekilidir" diyerek müjdeler veriyordu. İşte bu Hacı Hasan Feyzi'den sonra sıra ile yerine iki zat

geçiyor. Aradan seneler geçtikten sonra, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Denizli hapishanesine gelince, aynı ismi taşıyan muallim Hasan Feyzi Efendi, birinci Hacı Hasan Feyzi'ye imtisalen Nur Risalelerine sahip çıkıyor. Nura pervane olarak, sahip olduğu şeyhliği dahi bir tarafa bırakarak şunları terennüm ediyordu: Yollarda bıraktık geçtik dervişi Artık gönüllerden öyle teşvişi Kâfi parlayan nur'un güneşi Ey makes-i rahmet-i âlem Risale-i Nur..." Bugün Denizli mezarlığında medfun olan Hasan Feyzi Efendi'nin beyaz mezar kitabesinde şu satırlar okunmaktadır: Ömrünü ilm ü irfana vakfedip mektep ve kürsülerde feryad edip, kalbleri feyz ile her an, ölmüş tenlerde hep buldular can. Bilmediler söz attılar ol ere, o da tasa rahmet olur mu diye, yaşı basarken elli bire, boyun kesip verdi canını dilbere... "Aziz şehid Hasan Feyzi, 13 Kasım 1946 Çarşamba günü irtihal eyledi." Bu aziz İslâm kahramanının şiir, mektup, takriz ve mersiyeleri, Nur Risalelerinin şu eserlerinde yer almıştır: Emirdağ Lâhikası, Tarihçe-i Hayat, Konferans, İman Hakikatları, Siracinnur. Kabri nur, mekânı ebedî Cennet olsun...

Ayrılık şiiri Bediüzzaman Said Nursî, Denizli hapsinden beraat ve tahliyeden sonra bir buçuk ay Şehir Palas Otelinde kalmıştı. 31 Temmuz 1944 Perşembe günü bir komiser refakatinde Denizli'den Afyon'a hareket etmişti. Bu hareket esnasında Hasan Feyzi Efendi, Üstad'ına: "Hazretinize buradan ayrılırken söylemiştim" başlığını taşıyan şu ayrılık şiirini takdım etmişti: Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak Yine fırkat, yine hasret, yine hüsran olacak Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm Çünkü hicran dolu kalbim yerine hicran olacak Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın Yine matem, yine zari, yine efgan olacak Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak Haber aldım ki, yarın yâd olacakmış bize yar Ne büyük yâre ki kimler buna derman olacak Bu büyük derd ü elemden kime şekva edeyim? İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak. O şifa bahş olan envarını sen çeksen eğer Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak! O temiz pâk nefesin, âb-ı hayatı bu çölün Onu dûr etme ki her fert ona reyyan olacak

Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer, Küçücük zerre de olsa, meh-i tâban olacak. O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim Bu küçük kalbi hazinim yine handan olacak. Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak. Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüda Bugün artık bu hakir bende de umman olacak. Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicap; Yine haksın, buna şahid yine Kur'an olacak Kab-ı Kavseynden alıp dersimi bildim ki ayân, O güzel nur-u bedi, âleme sultan olacak. Sakınıp Feyz-i bîçareye bahs açma bugün Yeni baştan, yine şeydâ, yine giryan olacak." Ayrılık şiirinin açıklaması Hidayetin nuru çekilince, yine her taraf karanlık olacak, yine ayrılık, yine hasret, yine hüsran olacak. Ey ağlayan gözlerim, yaş yerine kan akıtarak ağla, çünkü, ayrılıklarla dolu olan kalbim yine ayrılıklarla dolacak Yine göç ve ayrılık var diye mecnuna haber verme sakın. Çünkü yine matem, yine feryat, yine inleyiş ve yine figanlar olacak. Açılan

tevhid

gülü

bu

ayrılıktan

dolayı

sararıp,

solacaktır. İrfan burcu, iman ocağı yine bu ayrılıktan dolayı viraneye dönecektir. Ben işittim ki yarın sevgili bize yabancı olacakmış, bizden ayrılacakmış. Bu öyle büyük bir yara ki, bu yaraya kimler derman olabilecek? Bu büyük dert ve elemden ben kime şikâyet edeyim, çünkü benim dert ve elemimi işitenler de benim bu inleyişim karşısında inlemeye başlayacaklar. O şifa veren nurlarını eğer sen benden çekersen, bana kim nur verecek, beni kim aydınlatacak? Benim dertlerime kim Lokman olup, tedavi edebilecek? Ey sevgili Üstadım, senin o temiz pâk nefesin bu çölün, bu kurak talebenizin hayat suyudur, can kaynağıdır, ne olur bu hayat menbaını benden uzaklaştırma, çünkü benim gibi her fert, her şahıs bu kaynaktan bana kana kana içip doyacaktır. O şerefli nurun kime değmişse, o nurla şereflenenler küçücük bir zerre deolsalar, o nur sayesinde ışık saçan bir ay parçası olacaklardır. O ulu sultanın lütuf ve kerem dolu mübarek elini öptükçe benim küçücük kalbim seinç sürûrla dolacak. Ey büyük Üstad, senin feyizli kapından uzakta kalmaya asla dayanamam, bu ıraklığı çekemem. Benim adağım, arzum ve dileğim şu ki, canım sana kurban olsun, hayatım sana feda olsun.

Senin bakışın benim garip başıma bir değse, sen bana bir nazar etsen ey Allah'ın nuru! O zaman bu küçük kul, o vakit, o nur sayesinde bir umman olacaktır. Bu mevcudat yüzüne her ne kadar perde çekse, seni görmemezlikten gelse, sen yine haksın, buna şahid ise Kur'an'dır. Ben dersimi Kab-ı Kavseynden aldım ve gayet açık bildim ki, bu güzel ve eşsiz nur bütün dünyaya sultan olacaktır. Sakın! Bu bîçare Hasan Feyzi'ye herhangi bir bahis açma, çünkü bu Hasan Feyzi yeni baştan âşık olacak, yeniden ağlamaya başlayacaktır

GÖNENLİ MEHMED EFENDİ (MEHMED ÖĞÜTÇÜ) Aradan yıllar geçti. İstanbul'a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim. 'Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim' demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah'a şükür, arkasında namaz kılmak da nasip oldu. "Üstad bendeki kısmetini almaya geldi" Bir husus daha vardı. 'Yâ Rabbi! Bu zâtın bende hiç kısmeti yok mu? diye düşünürdüm. Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak 'Söyleyin Hafız Mehmed'e, Sakın sakın yanıma gelmesin' diye hocalarla haber gönderiyordu. Bir Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. 'Muhammed kardaşım! Muhammed

kardaşım!' diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım. Baktım ki Üstad. Boynuma sarıldı ve 'Sen Kur'ân'a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok tâciz ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye haber gönderdim' dedi. Yanında talebeleri de vardı. 'İstanbul'da hiçbir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim' dedi. Yanındaki talebeye işaret etti. 'Ver kabımı, kısmetimi versin' dedi. Keramete bakınız. Daha önce 'Bu zatın kısmeti yok mu?' demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta tatlısı vardı. Ondan verdim. Orada dedi ki: 'Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i Kur'ân'a hizmet için ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul ederek ziyarete geldim' dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar. Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım. "Biz Kur'an'ın mânâsına çalışıyoruz, Gönenli Mehmet Efendi ise lâfzına çalışıyor. Onun talebelerini kendi talebelerim gibi Nur talebesi kabul ediyorum' diyordu." Hatta Üstad bunu söylediği vakit bir tanesi içinden, "Üstadım onlar Risale-i Nur okumuyor" deyince. "Cidden talebem olarak kabul ediyorum" diyor. Gönenli Hoca anlatmaya devam ediyordu: "Bizim eskiden edebiyat, Arabiye hocamız İhsan Bey

vardı. O zata 'Nasıl bir zattır?' diye Üstadı sormuştum. 'Vallahi kardeşim, benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat İbnü'l-vakittir' dedi. Allah şefaatine nail eylesin. Hayatımın kıymetli yâdigârı olarak saklıyorum onunla görüşebildiğim zamanları..." Mübarek, maneviyât ehli Gönenli Hocaya, Denizli hapsine nasıl bir irtibat kurularak götürüldüğünü sordum. Hadise sırasında, bir beldede benim ismimi de bulmuşlar, bunun üzerine bizi de alıp hapsettiler" diye cevap verdi. Hapishanede Üstada nasıl Kur'an okuduğunu ise şöyle anlattı: "Ben içerdeydim, Üstad ise avludan beni dinlerdi. 'Muhammed Efendi Kur'ân okusun' der, benim Kur'ân okumamı arzu ederdi." Denizli hapsinden tahliye sonrası ile alâkalı olarak ise Gönenli Hocamaz şöyle diyor: "Ben başka bir otelde kalıyordum. Ama Üstadın kaldığı otele gidip geliyordum. Orada bir vak'aya şâhit oldum. Oranın dinden uzak bir doktoru, Üstadın karşısında diz çökmüş, kuzu gibi nasihatlarını dinliyordu. Ben orada iken Belediye reisinden selâm getirdiler.'isterse para verelim. İsterse lokantadan ne istersen gönderelim' diye Üstada haber gönderdi. Üstad, 'Yirmi kuruşluk bir ekmek bana dört gün yeter' diye cevap verdi." Bu mevzular böyle konuşmakla bitmez" diyen Gönenli

Mehmed Efendinin hürmetle ellerini öpmek istedik, "Estağfirullah, Estağfirullah!" diyerek ellerini çekti. Müsaade isteyip, ulvî bir vecd içinde yanından, Süleymaniye mihrabından ayrıldık. Allah mekânını cennet etsin.

HİLMİ ARICI 1904 (1320) Kadınhanı doğumludur. Kösele ve kavafiye işleri ile meşgul olmaktaydı. "Duyarak namaz kılıyordu" Bediüzzaman'la ilk görüşmesini şöyle anlatıyor: 1943 senesinde kösele, kıl çuval almak için Denizli'ye gitmiştim. Orada küçük bir otele yerleştim. Otel hükümet binasının karşısındayım. Bazan balkona çıkıyordum. Bitişikteki balkonda eski tip giyinmiş birisini gördüm. İstanbul'da bazı kimselerden, bütün ısrarlara rağmen kıyafetini değiştirmeyen Bediüzzaman diye bir zat olduğunu duymuştum. Bu zat da mutlaka odur diye düşündüm, kapısını tıkırdattım. Gir!' deyince içeri girdim ve elini öptüm. Elim elinde iken 'Said Efendi Hazretleriyle görüşüyorum değil mi?' dedim. Başını salladı. Ufak bir çorba tasından çorba içiyordu. 'Beraber içelim' dedi. Ben de yemek yediğimi söyledim. Ne âyettir ne de hadistir, fakat eskiden beri söylenen

kelâm-ı kibar olan bir söz vardır, 'Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar.' 'Beni namaza kadar yalnız bırak, ben akşam namazına sizi çağırırım' dedi. Akşam namazı olunca beni çağırdı. Akşam namazını beraber kıldık. Namaza başlamasını tarif etmek zordur. Duyarak, yaşayarak namaz kılıyordu. Ben cemaat oldum, sonra dua etti. Sakal meselesi Duadan sonra bana dönerek dedi ki: Belki hatırınıza benim sakalsız olduğum gelir. Bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi: Benim bir milyondan fazla talebelerim vardır. Ben sakal bıraksam, bunlar da genç-ihtiyar hep sakal bırakacaklar. Gençlerdeki sakalise akranları arasında istihza mevzuu olacaktır. Bu sebeble ben bu sünneti tehir ettim.' Yatsı namazında tekrar buluşmak üzere yanından ayrıldım. Odama gitmiştim. Bir müddet sonra otel kâtibi koşarak heyecanlı bir şekilde geldi: Aşağıya polis müdürü ve dahiliye müfettişi geldi, şu odadaki zatla görüşmeye çıkacaklar, bu odaya sakın girme' dedi. İki memur, az sonra Bediüzzaman'ın odasına girdiler,

yarım saat kadar içerde kaldılar. Sonra çıkıp gittiler. Onlar gittikten sonra ben yine yanına girdim. Bazı sorularını cevaplandırdığını söyledi bana... Yatsıyı yine arkasında kıldım. Sabah namazına yine çağırdı, bu namazlarda da bambaşka bir heyecan duyuyordum. Namaza başlarken sanki kemikleri çatırdıyordu. Yine bu mübarek zatta, çok güzel bir koku duyuyordum. "Muska yapmayız" Gerek otelci, gerekse civarda vazifeli kimseler, hakkında hep keramet anlatıyorlardı. Bediüzzaman'ın menkıbeleri halkın arasına da çok yayılmıştı. Bir çokları çamaşırlarını yıkamak istiyorlar. Çeşitli yemekler getiriyorlardı. Fakat o pek az yiyordu. Kadınhan'dan bazıları yine ziyaret için Denizli'ye gitmişlerdi. Bunlardan Haydar Özarslan ismindeki adam saralı idi. Otuz senedir hastaydı. Her gün sokakta düşer, bayılır ve çırpınırdı. Hep saralı gezerdi. Halini Bediüzzaman'a anlatarak dua ve muska istemiş. Bediüzzaman: Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua ederim. Sen de bu duaya âmin de! Belki Allah şifa verir.' Sonra Bediüzzaman elini kaldırarak duaya başlamış: Yarabbi!..

Bu

kulun

zayıf,

dayanamıyor.

Bunun

hastalığını bana ver. Bu adama şifa ver Yarabbi!...' Bizim memleketli olan bu adam ondan sonra sara hastalığı görmedi. İyileşip şifa buldu. Denizli'de Bediüzzaman'ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir koyuncu 150'şer lira para çıkarıp vermek istemişler. Biz para almıyoruz!' diyerek vermek istedikleri 150' şer lirayı reddetmiş. "Daha sonraki yıllarda ben Konya'da meclis daimi encümen azası idim. Valinin yanındaydım. Dahiliye Vekili valiye telefon ederek, Bediüzzaman'ın Konya'ya sokulmamasını söyledi. Bilâhare Bediüzzaman'ın Konya'da durmadığını öğrendim. Aradan birkaç ay geçmişti ki, Urfa'da vefat ettiğini duydum."

SÜLEYMAN HÜNKÂR Süleyman Hünkar'la görüşmemiz mülakat şeklinde oldu. Kendinizi tanıtır mısınız? İsmim Süleyman Hünkâr'dır. 1335 (1919) tarihinde Denizli'nin Sarayköy ilçesinin Beylerbeyi köyünde doğdum. Denizli hapsine hangi tarihte ve ne sebeple girdiniz? 13 Ocak 1938 tarihinde ağabeyimin nişanlısını kaçırmak isteyen birisini yaraladım. İsmi Osman Özkaya idi. Mahkeme devam ederken çeşitli mahkûmlar yüzünden kavga çıktı. Hapishanede iki kişi birbiriyle kavga yapıyorlardı. Ben onları ayırd etmek için vicdanen aralarına girdim. 'Sana ne oluyor?' diye bana saldırdılar. 'Sen ona yardım ediyorsun' diye bana yıkıldılar. Ben de üzerimde bir bıçak taşıyordum. Bacaklarından yaraladım. Yaralama suçundan yedi ay aldım, öteki suçla beraber üç sene sekiz aya çıkardılar. Ondan sonra yine beni öldürmek için gruplaştılar. Sürgünden arkadaşlarım gelmişti. Birisi Abbas Türkyılmaz'dı. Kendisi Kürt ismi ile anılırdı.

İstanbul'lu idi. Diğeri Laz Osman, Rize'lidir. Onları misafire almıştılar. Onların yardımıyla beni öldüremediler. Bu arada onların elinde 5-6 bıçak, bizim elimizde 3 bıçak ile yaralamaya girildi. Birisi orada bıçaktan öldü. Üçümüze 18'er sene ceza verildi. Benim cezam 21 sene 8 ay 8 güne çıktı. Ötekiler de 30'ar seneden aşağıya olmamak üzere ceza yediler. Birisi Kars'a, diğeri Sinop'a sürüldü. Beni de Denizli'de bıraktılar. Sonra Çorum'a sürgün ettiler. Bediüzzaman Said Nursî, Denizli hapsine geldiğinde nerede idiniz? Denizli'de idim. Çorum'a gittim.

Üstad

Hazretleri

gittikten

sonra

Nasıl duydunuz? Kimden duydunuz? Gelmeden önce Savcı Muavini (Cemil Söylemez) Hapishane Müdürü (Şevki Bey) daha evvel geldiler. Tabip, arkalarından başgardiyan, başçavuş da dahil olmak üzere: 'Şarktan bir bektaşi geliyor. Bununla kimse konuşmayacak. Konuşanlara dayak attıracağız. İşkence yapacağız' dediler. Daha sonra Üstad geldi. Böyle bir kimse ile karşılaşacağınızı tahmin ediyor muydunuz? Hayır bilmiyorduk. Geldi, evvelâ Ferani Meydanında karşılaştık. Biz üç bölümün arasına Ferani Meydanı diyoruz. Orada Hazret-i Üstad bir iskemle üzerine oturdu. "Hoş geldin Hoca Efendi dedik. Ben hemen çay-kahve ne içer misiniz?" diye sordum.

Kahve içmem" dedi. Hemen çay temin ettik. Ondan sonra umumî tuvaletin olduğu yerde iki üç gün yatırdılar, oraya bir yatak ayırdılar, sonra münferit yere geçti. Bizim konuşmamıza engel olacaklardı. Bizi Üstad ile görüştürmeyeceklerdi. Size Bediüzzaman'la konuşmayın, eğer konuşursanız işkence yapacağız dedikleri halde nasıl yakınlık gösterdiniz? "Biz sehpaya gideceğimizi bilsek Üstad Hazretleri ile görüşeceğiz" dedik. "Sizin sözlerinizi dinleye dinleye ömrümüz hapishanelerde çürüdü. Onun için biz sizden nefret okuduk. Biz öyle birisini arıyorduk. Allah Hazret-i Üstad'ı bize yolladı." Münferid kısmına kattılar. Orası tek kişilik bir yerdi. Ufak suç işleyenleri birer kişilik yerlere katıyorlardı. Üstad'ı oraya kattılar. Tabii kapılar kapanınca idareden gören olmuyordu. Biz birbirimizin yardımıyla pencerenin önüne çıktık. Elini öptük, halini hatırını sorduk. O zaman Hazret-i Üstad: "Kardeşlerim, benim yüzümden zarar görmeyin, lâf duyarsınız, işkence çekersiniz, benim yüzümden" dedi. Hayır hocam siz hiç üzülmeyin, biz korkmayız. Herşeye razıyız" dedik. (Bu olay Üstad'ın içeri girmesinden iki-üç gün sonra olmuştu.) Kardeşlerim, sağ olun, hoş bulduk" dedi. Pencereye bir kişi çıkamazdı, birbirimizin üstüne basarak çıktık. Daha sonra Isparta'dan, İstanbul'a gelen

hocaları da karşıladık. Üstad'la aynı zamanda mı geldiler? Üstad Hazretlerini hapse attıkları zaman Kastamonu civarında zelzele başladı. Felâketler oluyordu. Taşköprülü Sadık Bey, Mehmed Feyzi Efendi, Çaycı emin Efendi, Hafız Tevfik beraber geliyorlardı. Geldiler, hep karşıladık. Üstad Hazretleri talebelerine emir veriyor: "Ne emriniz varsa, Süleyman Hünkâr'dan isteyin" diye. Siz onu yapabilecek bir kimse miydiniz? Halbuki ben yarım yamalak bir kimseydim. Halbuki beş vakit namaz kılanlar, hacılar, âlimler vardı. Onlara demedi. "Siz Süleyman'a bakın" dedi. Bütün Isparta'dakilerle beraber 65-70 talebesine beni tavsiye etti. 'Ne ihtiyacınız varsa Süleyman temin eder' dedi. Siz hakikaten böyle bir ihtiyacı temin edebilir miydiniz? Bilmiyordum, ben kendimde böyle bir kuvvet olduğunu. Biz üç Süleyman'dık. Denizli'li Hafızdı, diğeri Tire'li beş vakit namazını kılıyordu. Yani üç Süleyman vardı. Üstad yalnız "Beylerbeyli Süleyman" derdi. Meğer ki öbür Süleymanlar hem hoca ile konuşuyorlar, hem de idare ile konuşuyorlarmış. Biz de öyle bir durum yoktu. Olduğu gibi Üstad'a bağlandık. Hapisler için koğuşun birini hazırlattım. temizlettim. Diğer mahkûmlar nasıl dışarıya çıkardınız? Onların kendi rızasıyla. Arkadaşlara, "Misafirler rahatsız

olmasınlar, ayrı bir yere koyalım" dedim. Temizlettik, onları oraya kattık. Hapishanede hasımlarınız ne oldular? Hasımlarım var ama, ne kadar baş kaldırmak isteseler bile barınamıyorlardı. Halbuki icabında hiç bir şeysiz geziyordum. Bir bıçak bile bulundurmuyordum. Üstad size mektup yazdı mı? Gusledin, namaza başlayın diye haber gönderdi mi? Bu hâdise nasıl oldu? Geldi. mektubu meydancı getirmişti. Üstad'ı çocuk koğuşuna göndermişlerdi. Oradan birkaç mektup daha gönderdi. O zaman namaz kılmıyordum. Kumarda, onu bunu dövme yolundaydım. Üstad gelince doğru yoldan ayrılmıyorduk. Amma ne de olsa sapıtıyorduk. Sonra namaza başlayınca kumar gibi yolları kapattık. O zamanlarda, 1943'de kumardan günde bin lira kazanıyordum." Paraları nereye veriyordunuz? O paraları olduğu gibi, ne kadar fakir varsa içeride dağıtıyorduk. Onları idare ediyorduk. Kastamonu ve İstanbul'lular geldiği tanıştınız?

zaman nasıl

Hepsine hoş geldiniz, dedim. Âlim, cahil neyse... Bunların arasında Feyzi Efendi yatağını kapı eşiğine yaptırdı. Ötekiler de sıra ile benim yanıma geldiler. "Hoş geldiniz hocam" dedim. Daha sonra Sadık Bey, arkasından

da Hilmi Bey geldiler. Beraate kadar ayrılmadılar. Yataklarımız hep bir aradaydı. Diğer hocaların koğuşları ayrıydı. Sadık Beyle iyi tanışırdınız demek? Sadık Bey de vaktiyle aynı bizim gibi kötü yoldan dönmüşlerden. Dedesi Plevne Kahramanı Sadık Paşa imiş. Sadık Bey, evine darılıp evden kaçmış. Kumar oynayıp, oynatmış. Ondan sonra Üstad Kastamonu'ya geldiği vakit onun talebesi olmuş. Nasıl olduğunu bana anlatmıştı. Onlar gelmeden, ben namaz kılmıyordum. Kılsam bile ara sıra. Onlar gelince artık bırakmadım. Abdestsiz gezmiyordum. Yatsı namazından sonra yatarken bile abdest alarak yatıyordum. Kur'ân okumayı Gönenli Mehmed Efendi öğretti. Fakat pişiremedim. O zaman meşguliyet fazla idi. Hapishanenin bir işini bırakıyorsun, öbürüne gidiyorsun. Namaz kılmayı da onlarla beraber öğrendim. Beraber cemaatle namaz kılardık." Üstad ile nasıl görüştünüz? Beni bazan savcı çağırırdı. Çağırdıkları zaman hemen Üstad karşıma çıkardı. Kapının ağzından, "Bir şey mi var?" diye sorardı. Zaten ben davrandım mı Üstad kapının ağzında bekleyedururdu. Nasıl biliyor? O bilir. Onda şüphe yok! Kapıda durur bir şey dediler mi, olduğu gibi, ne söylerlerse ben de Üstad hazretlerine söylerdim.

Üstad hakkında ne derlerdi? Bunların hakkında bir şey söylemezlerdi. Söyleyemezlerdi zaten. Benim bir sır vermeyeceğimi bildikleri için, onlar da bana bir şey sormazlardı. Bir ara gardiyanlar seni demir parmaklıkların arkasından görmüşler. "Biz sana gösteririz" demişler. Ben onlara fazla hakaret ettim. Niçin? İçeri girerseniz sizin kafanızı şişe ile kırarım" dedim. Korkularından giremediler. Risaleleri dışarıya çıkarışında, "Siz bana verin, ben deve de olsa kaçırırım" demişsiniz. Nasıl oldu bu hâdise? Siz korkmayın devam edin" dedim. Bütün Başvekile, Cumhurbaşkanına, Bakanlara giden dilekçeler, risaleler benim yanımda yazıldı. Kim yazıyordu? Sadık Bey, Mümtaz Bey ve ben. Sadık Bey söylüyor, Mümtaz Bey daktilo ile yazıyor, ben de kolaçan ediyordum. Vaziyeti kontrol ediyordum. Bazı eksik yanı olursa Feyzi Efendi zaten yanımızda idi. Bizi kontrol ediyordu. Daktiloyu nereden getirdiniz? Arkadaşım, başkâtip Şevket Bey vasıtasıyla. Şevket Bey, Muharrem Beye veriyor, o da bize getiriyor. Onunla gece

gündüz yazıyoruz. Yasak yok, idare ve mahkûmlar tarafından engel olan olmadı. Zaten bütün tenbihledim. Kısımlarda "Arkadaşlar, hocalar kalktığı zaman, herkes hazırol vaziyetinde duracak" dedim. Yani hepsi mum gibi olacaklar. Evet, bu kadar. Sizi dinliyorlar mıydı? Evet dinliyorlardı. Zopturuveriyordum. Yani sözden dinlemeyenler varsa, onlara zabutu (dayak) var diyorum. Sözüme hiç itiraz eden olmazdı. Meyve Risalesi Üstad hapishaneye Cuma günü ayak bastığı için, Denizli'nin bir Cuma gününün meyvesidir. Ondan Meyve Risalesi adını koydu. Koğuşa nasıl gelir bu yazılar? Yazıları meydancı Arnavut Âdem Ağa alır, gelir bize teslim eder. Hangisi olursa olsun, dost olmasa bile getirmeye mecburdur, o zaman için. Açıktan mı gelirdi? Evet. Bazan yasak zamanlar olduğunda kibrit kutularının içinde gelirdi. Sadık Bey etrafta cigara içiyordu. Tabi cigara içmesek bu işi yapamayacağız. Üstad bize cigara içmeye müsaade etti. Ne dedi? Onların cigara içmesi serbesttir" dedi. Çünkü cigara

içmesek yazamayacağız. Sadık Bey nasıl bir adamdı? Sadık Bey, tecrübeli, oturaklı bir adamdı. Efendim, bu işlerde tecrübe lâzım. Öyle oluyor ki, tecrübesiz arkadaşlarla ne kadar samimi olursan ol, birisi gelir aranı bozar gider. Sizi birbirinize düşman yapar. Fakat tecrübeli, güngörmüş bir adamı, kimse ayıramaz. Bu durumlarda Sadık Bey bambaşka bir insandı. Üstad "Tahliye olacaksınız' dedi mi? Kardeşlerim kurtulursunuz" dedi. Üstad'ın tahliye günü idareden dışarı çıkıyordum, yanına gittim. Gardiyanlar beni çevirdiler. "Haydi kardeşim, siz de yakında kurtulursunuz" dedi. "Kapıları Risale-i Nur Talebeleri açacaklar" dedi. "Halk Partisi af yapmak isteyecek, onlara nasip olmayacak" dedi. O zaman daha benim senem dolmamıştı. Hapishanede Nur Talebelerine karışmak isteyenlere ne yapardınız? Hayır, benim zamanımda Nur Talebelerine engel olan kimse yoktu, dinlemeye mecburdular. Dinlemeyen kalkar giderdi. Sus deyince dururlardı. Gece, gündüz Risale-i Nur bağırsan, konuşsan hiç kimse engel olamazdı. Kimsenin haddine düşmemişti. Zaten ufak bir gürültü oldu mu kulaklarından asılırdım. Sessiz konuşurlardı. Kimse ses çıkaramazdı. Sadık Bey, diğer ağır cezalılarla nasıl anlaştı?

Benim adamlarım olduğu için o da anlaştı. Dursun Atmaca 38 sene yedi. Mümtaz 18 sene, idamlık, müebbetlikler de vardı. Risale-i Nur'u dinliyorlar, namaz kılıyorlardı. Üstad bir defasında bahçeye çıktı. Gönenli Mehmed Efendi Kur'ân okuyordu. Üstad Hazretlerine iskemle atıverdiler. Bahçe kısmından bizim kapılar kilitli idi. Ben de pencereye çıktım. Üstad: Süleyman bizim ziyaretimize gelmedi, biz onun ayağına geldik" dedi. "Bizi buraya çeken Süleyman'dır" dedi. Üstad'ın yüzü nasıldı? Yok efendim, dünya yüzünde böyle bir yüz yok. Kıyafeti de öyle. Onun kıyafeti gibi gezdiğim yerlerde görmedim. Onunki ayrı bir kıyafetti. Üstad'ı Denizli hapsinden sonra da gördünüz mü? Isparta'da ziyaret ettim. Demokrat Parti zamanında, 1953-54 yılları arasında. Yalnız gittim. Kapıyı çaldım. Etrafdaki komşular, kadınlar "Çalın kapıyı, çalın" diyorlardı. Mahalle alışkındı. İki talebesi geldi. "Kim diyelim" dediler. Beylerbeyli Süleyman geldi deyin" dedim. "Gelsin" demiş. Kapılar açıldı. Hemen sarmaşladık. Gözlerimden öptü. Oturduk, çay içtik. Kardeşim ben rahatsızım" dedi. "Bana üç defa zehir verdiler. Zehir bana tesir etmedi" dedi. "Bunlar mason" dedi. Efendim ben dalâlette (tereddüt) kaldım" dedim. "Halk

Partili mi olam, yoksa Demokrat Partili mi olam?" dedim. (Elini kenara silkeleyerek) "Halk Partisini şöyle bırak, onlar geberdi" dedi. "Domokratlar eğer sözümü tutarlarsa birşey olmayacak" Bir âyet okudu. "Bunu tatbik ederlerse aydınlığa gidecekler" dedi. "Sözümü tutmazlarsa, inadın üstüne ölüp giderler" dedi. "Hiç korkma kardeşim siz dindar kişisiniz, size kimse bir şey yapamaz, siz benim tasarrufum altındasınız, siz bin efesiniz" dedi. "Yani senin gibi bin tane, sözüne sadık kalan anlamında. Yoksa kılıçlı, silâhlı efe gibi değil. Üç gün misafir kalmanı isterim. Fakat rahatsızım" dedi.

ZİYA SÖNMEZ Bediüzzaman Said Nursî'nin ilk avukatlarından Ziya Sönmez bey, cumhuriyetten sonra hakimlik yapmıştır. Ziya Sönmez 1876'da doğmuş. 1949'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Kabri İzmir Karşıyaka mezarlığındadır. Nur'un ilk avukatı 1943 senesinde Bediüzzaman ve Nur talebeleri Denizli Hapishanesine düştükleri zaman bütün Denizli halkı, yediden yetmişe Bediüzzaman'a sahip çıkmıştı. Bu sahip çıkanlar arasında eski hukukçulardan Muslihiddin Sönmez'in babası Ziya Sönmez de Bediüzzaman'ın avukatlığını deruhte etmişti. Elimizdeki vesikaların nurlu yolunda yürürken, Ziya Sönmez'in Risale-i Nur'un ilk avukatlarından olduğunu söyleyebiliriz Denizli hapsi ve hâdisesi, daha sonraki senelerde Ziya Sönmez'in oğlu ve kızının yaptığı hizmetlerin çok evvelinden Bediüzzaman tarafından haber verilişinin ifadesi olmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî'nin Emirdağ Lâhikası'nda yer

alan bir mektubunda şu satırları okumaktayız: Aziz Kardeşim, "Risale-i Nur'un avukatı Ziya'yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür, hem tebrik ediniz. Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki; Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösderdi ki; o Ziya, bu Ziyadır. Bizlere ebede kadar minnettar eyledi." Risale-i Nur'un ekser eczalarını Denizli'de Nurlarla alâkalı zatlara hediye edilmek üzere hazırlatan Bediüzzaman, Risale-i Nur'un ilk avukatlarından Ziya Sönmez'e ise, mektubunun devamında eserlerden mühim bir kısmını yazdırarak göndereceğini ifade etmektedir: "Ve Risale-i Nur'un fahrî avukatı Ziya'ya; kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye etmek niyetindeyim." "Âlem-i İslâmı minnettar eyledim" Emirdağ Mektupları'nın bir başka kısmında ise Nurun ilk avukatı sayılabilen Ziya Sönmez'in yaptığı hizmetler şu ifadelerle sena edilmektedir: "Avukat Ziya gibi bütün zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu'yu ve âlem-i İslâm'ı manen minnettar eylemişler. Onlar, bizim gibi Risale-i Nura sahiptirler."

EMİN TEKİNALP Emin Tekinalp hatıralarını şöyle anlatıyordu: Risale-i Nuru nasıl buldunuz? Mustafa Sungur'la kardeş torunlarıyız. Risale-i Nuru ilk defa bana o tavsiye etti. Çok izahlardan sonra, "Sen İktisat Risalesini yaz ve oku. Asa-yı Musa'yı ben sana vereyim" dedi. Onu yazıp okurken burada Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram kardeşlerimizin hapse girdiğini duyduk. Ben onlara bir mektup gönderdim. Cevabı geldi. Tekrar ben cevab yazdım. Hüsnü Bayram, "mektubunu okuyabilir miyim" dedi. O eski yazı okuyor. "Oku dedim. Dedi: "Emin Amca, bu mektubu sen biraz hafif yaz" dedi. Nihayet ona itimaden, istinaden ben tekrar bir mektup yazdım. O mektubu da gösterdim. Tabii, değiştirdim diye "Bu da ağır" dedi. Dedim: "Ben bunu gönderirim" Mektupta neler yazmıştınız? Mektupta şöyle yazmıştım: "Bin senedir Kur'ân'a hizmet

eden Türk milletinin torunlarını Kur'ân okumaktan mahkum eden kahraman Türk milletinin torunları mıdır? Yoksa mahkemelerimiz yabancı ellere mi geçmiştir? Müslüman, ya şehid, ya gazi, mahpus, işkence herşeye dayanır. İmanından bir zerre vazgeçmez" Bu meyanda uzun uzadıya yazdım. Tabii bu tâ 1948'deki mesele. Hepsi aklımda yok, özeti böyle. Sungur Ağabey eserleri size yaşlarındaydınız ve hangi seneydi?

verdiğinden

kaç

Aşağı yukarı 1948'in başlarında veya 1947'de oluyor. O zaman 32 veya 33 yaşlarındaydım. Nihayet mektuptan Afyon savcısı, oranın idare amirleri bizim aranmamızı, evimizin basılmasın emretmişler. Bir gün sabah namazını kıldım, yattım. Kapıda bir ses. Baktım muhtar, karakol kumandanı "Kapıyı aç" dediler. Açtık, aradılar. Benim el yazısıyla yazdığım bazı şeyleri ve Asa-yı Musa'yı aldılar. Ben de beraber evde ne kadar dini kitap varsa (3 cilt Taberi tarihi de vardı.) O zaman omuzuma ne verdilerse 3 saat aşağıya Toprak Cuma'ya yürüyerek gittik. Oradan da hadi bakalım Safranbolu'ya, 4 saat 4.5 saat gelir. Burada ifademi aldılar, bıraktılar. Afyon hapishanesinde Aradan çok geçmedi. Bir gün Cuma namazını kıldık. Aşağıdan iki jandarma geldi Toprak Cuma tarafından. Muhtarı istediler. Muhtar köy odasına götürdü. Beni çağırdı. dedi ki: "Bunlar seni götürmek istiyorlar. İstersen

git bir haber et, aile efradına filan" dedi. Ben lüzum görmedim. Zaten cebimde 10 kuruş var. Onlara versem bana yok. Bana kalsa onlara yok. Birisinden de 25 kuruş alacağım varmış o da onu verdi. Biz 35 kuruşla Safranbolu hapsini boyladık. Aradan 3-5 gün geçti. Bir öğle namazı kıldıktan sonra, oranın hükümet binası hapishanedeydi. Namazı ben kıldırıyordum. Pat, odanın kapısından Sungur içeri girdi. Gülmekten ağzımı tutuyordum. Dedim, "Sen nasıl girdin, kimden müsaade aldın, kim sana müsaade etti. Herkesi koymazlar, nasıl girdin?" Yahu ben de seninle hapse geldim" deyince ben dona kaldım. Hülâsa orada bir aydan fazla kaldık. Biz istiyoruz gidelim. Onlar "harcırah gelsin öyle gönderelim" diyor. Kendi paramızla gideceğimizi söyledik. Müsaade ettiler. O günlerde paranın geldiğini hissettik. Bize parayı vermediler. Buradan verilen muhafız bizi jandarma karargâhına götürdüler. Orada bize mükemmel hürmet ettiler. Kar gibi yataklarında yatırdılar. Onlar bizi Nur talebesi olduğumuz biliyorlar. Babasına, kardeşine yapılacak muameleyi yaptılar. Allah razı olsun jandarmalardan. Afyon hapsine gece 2'de vardık. Orada ağlar gibi bir inilti vardı, Bekçiye, "Bu ses ne oluyor? "Burada 75'lik Bediüzzaman diye bir hoca var. O her gece sabaha kadar böyle devam eder. Ne yapar bilmiyoruz?" dediler. Eşyaları oranın bekçisine teslim ettik. Biz sabahçı

kahvesine gittik. Baktık ki, orada Mehmet feyzi Efendi, Hüsrev Bey ve Rüştü Çakın vardı. Ben Mehmed Feyzi'yle orada bir saate yakın sohbet ettim. Sungur ve Hüsrev Beyle çay içtik, konuştuk. Bize izahat verdiler. Nasihat ettiler. Hüsnü Bayaram ve Mustafa Osman Ağabeylerle görüşemedik. Muamele açılınca bize eşyaları verdiler. Muamele yaptırıp hapse sokmak için bir daireye aldılar. Derken birisi içeri girdi. Savcı olduğunu sonra öğrendik. Sungur'la elimiz kelepçeli, iki jandarma yanımızda. Üstadı hapishanede ziyaretim Orada ifademizi verdik. Benim başımda bir örme, bir tane de atkı vardı. Kış tabii. koltuk altında, ceketin altına kıstırmıştım. "O ne? Çıkart!" dedi. Dedim: "örme ve atkı." Çıkardım. "Yaz!" dedi. Nihayet zabtı öyle tuttu. Biz hapse girdik. Hapse girerken, koğuşa girmeden Sungur Üstad'ın yanına çıktı, Ben de girdim, bekçiler bırakmadılar. Sungur gitti. Bizi Beşinci Tecrit Koğuşuna götürdüler. Bize oradaki mahpuslar "Siz de mi Nurcusunuz?" diyorlardı. Beş gün orada yattıktan sonra bizi altıncı koğuşa aldılar. Üstad tek başına 70 kişilik bir koğuşta üst katta bulunuyordu. Onun koğuşu ayrı. Benimle alakadar olanlar "Orada bir Haşim Hoca var. 32 senelik, seni o koyar, merak etme" dediler. Benim sakalım kesilmediği için müdür ve başgardiyan beraberce emir vermişler. Berberin birisi geldi beni tıraş etmedi. "Ben yapamam" dedi. Haşim Hoca beni tıraş etti. Ben dedim: "Hoca Efendi, ben Üstadı görmek istiyorum, bize yardım et" "Az bekle" dedi. Biraz durduktan sonra

Üstadımızın kapısı açıldı. İçerde ona hizmet edenin kahverengi bir de cübbesi var. Ben de dedim "Herhalde Üstadın yanında başka birisi de var." Kapı örtüldü. Haşim Hoca, "Kapıyı çal" dedi. Kapıyı çaldım. İçeriden "Gel" sesi geldi. Kapıyı açtım. İçeriye geçerken o gördüğüm heybetli şahıs beni kucakladı. "Kardeşim hoşgeldiniz, safa geldiniz, Kardeşim, üşüyor musunuz, paranız var mı_ Zındıklar size karışıyor mu_ Bir noksanınız var mı?" diye biraz iltifat etti. Ben o arada Üstadı arıyordum. Hayalimde ak sakallı, sarıklı, yatağının üzerinde oturan birini arıyordum. İki tarafa bakıyordum, kimseyi göremiyordum. Sonunda beni kucaklayan Zat-ı Muhtereme baktım ki, Üstad, ondan başka odada kimse yok. Düşünce hayalim alt üst oldu. O arada abdeste sıvandı. Dedim: "Müsaade ederseniz, abdest suyunuzu dökeyim." "Dök" dedi. Abdest suyunu döktüm. Elhamdülillah. Abdest aldıktan sonra dışarıya nasıl çıktım bilmiyorum. Geldim, baktım, Üstad hapishanenin penceresinde oturuyor. Ayağının biri iç tarafa doğru çıkık gibi. Hava soğuk, soba filan da yok. Dedim: "Üstadım, ayağınızdaki çorap çok ince, hava çok soğuk, bu çoraplarla üşürsünüz. Benim ayağımda yeni çorap var. Bir tane de bavulda var. Hiç giyilmemiş, bunları size vereyim. Bu soğukta onları giyin, bunları sonra giyersiniz." Almamak için ısrar etti. Ben de ısrar ettim vermeye. Artık beni kırmadı. "Değişelim mi?" dedi. Ben de "Olur" dedim. "Git, getir" dedi. Gittim, getirdim. Giderken,

gelirken, "Sen nereye gidiyorsun, geliyorsun?" diye hiç kimse bir şey sormadı. Üstad'ın tasarrufunda olduğuma o zaman kanaat getirdim. Çorapları getirdim, o da banakendi çoraplarını verdi. Çoraplar hâlâ yanımda. Bazı mübarek günlerde giyerim. Hakimin kabir suali Hülâsa, aradan bir kaç gün geçti, bizi mahkemeye çıkardılar. Hakim Bey dedi ki: "Sen buraya niye geldiğini biliyor musun? Hıfzı Bayram'a, Mustafa Osman'a mektup yazdın mı?" Yazdım" dedim. Senin mektubunu okuyoruz, dikkat et!" dedi. Okudular, dinledim. "Bu mektubu sen mi yazdın, kime yazdırdın?" dediler. Ben yazdım" dedim. Tahsilin ne? dedi. Dedim "3'e kadar okudum, 4'de de iki ay okudum arada lağvedildi." Bizi hırpalayan savcıymış. "Yalan efendim. Bak yalana bak" dedi, "Üç sene okumuş da bu mektubu yazmış." Öyle deyince hakim: "Doğru söyle, hangi avukata, hangi akrabana yazdırdın bunu?" "Beyefendi ben yazdım, kimseye yazdırmadım."

Hülasa orada yine "Kim yazdı?" "Ben yazdım" şeklinde konuşmalar devam etti. Nihayet karar almışlar, bana, "Seni bir odaya koyacağız, sana kâğıt kalem vereceğiz. Orada duracaksın, böyle bu tipten bir mektup daha yazar mısın?" dediler. Kızdım, "İki tane daha yazarım" dedim. Efendim bunlar utanmıyorlar, altı ay okuyup avukat oluyorlar. Bunlar işte şöyledir" 5 ay ceza verdiler. İkinci mahkemede ben müdafaamı yazdım. Müdafaayı Üstada gönderdim. Bakmış, bazı yerlerini düzeltmiş, altına da, "İnşaallah kurtulur" demiş ve imzasını atmış. İkinci mahkemede: "Bir daha yaparsan ikinci cezayı yersin" dediler. Beraat ettim. Buraya geldikten sonra üç arkadaş Emirdağ'da Üstadı ziyaret ettik. Orada bize ders yaptı. Üçümüze üç kitap verdi. Bize Cevşen düştü. Bir defa da İstanbul Çarşamba'da ziyaret ettik. O zaman Sungur, Samsun'da hapisteydi: Emirdağ'a giderken Eskişehir'de kardeşler dediler: "Üstad gelecek" orada otelde görüştük. Sungur'la Bayram vardı yanlarında. Orada Sungur'a bizi sordu. Sungur: "Bu, benimle Afyon'a gelen Emin Amca" dedi. Üstad, "Tamam" dedi. Kucakladı, beni alnımdan öptü. Elhamdülillah ondan bu yana devam ediyoruz. Allah Teala hatalarımızı affetsin, seyyiatımızı, hasenata tebdil

etsin. Bu iman, Kur'ân nimetinden sonra Risale-i Nur ile Kur'an hakikatlarına hizmet nimeti de bulunmaz bir nimet. Allah bu nimeti elimizden almasın. Afyon Müdafaam. Afyon'da üstadın tetkik edip altını imzaladığı "inşaallah kurtulur" dediği savunma: Afyon Ağır Ceza Yüksek katına! Sayın Hakimler! Dinî ve ilmî kitaplar okumam, sırf dini bilgimi artırmak gayesine matuftur. Bunlardan evimde bulunan ve müsadere edilen kitaplardan yalnız Said Nursî'ye ait olanlar, müsadere edilip, diğerleri iade olunmuştur. Ona nazaran ben yalnız Risale-i Nura ait eserleri değil, şimdiye kadar neşredilmiş bütün dini kitapları okumaktayım. Hoca Efendiye ait olan kitaplarda ise ne birtek cemiyet kelimesi ve ne de siyasete ait bir tek kelime görmedim. Cemiyet ismini de hükümet dairesine gelmeyince duymadım. Hem ben fakir bir köylüyüm. Cemiyet ve siyasetle ne alakam olur? Köyümüz ihtiyar heyetinden sorabilirsiniz. Hükümet aleyhinde halka bir tek kelime söylemedim. Vatanı tehlikeye düşürecek bir tek harekette bulunmadım. İcap ederse tehlike zamanında rıza-ı ilahi için dövüşmeye hazırım ve dövüşmüş bir vatan evladıyım. Hıfzı Efendiye yazdığım mektup hususidir. Mahkeme reislerinden birini

hedef yapmadım. Kendi hususi fikirlerimi bir ahbabıma yazmamda bir kastım mevcut değildir. Gerek zekânızın gereği (Burayı Üstad tashih etti) gerek zekânızın yüksek görüşleriyle adaletinizi dilerim. Okuduğum dini kitaplardan aldığım dini dersler de, biz insanlar bu fanide iyi ve kötü yaptığımız amellerimizden âlem-i bakide, Mahkeme-i Kübrada, huzur-u İlahide mahkeme olup hayır ise mükâfat, şer ise ceza göreceğiz. Bunu bir kardeşime hususi yazmamda bir tehdit değil, hakikat olarak yazdım. Ben Hoca Efendinin tefsirlerinden okuduğumda Kur'ân'ın hakiki tefsirlerinden başka bir şey olmadığına inandım. Hususi olarak yazdığım mektupta Risale-i Nur'un yegâne düşmanlarının bolşevikler, bolşevik ruhlu ahmaklardır demem, asırlardan beri Türkleri ve Müslümanları ezmeye çalışan, din, kitap tanımayan bolşeviklere hitaben, bolşevik Ruslar demem, arasıra resmi gazetelerde işittiğimiz haberlerde: Hasan Ali Yücel bolşevikleşmiş, komünistmiş, bilmem ne mektep talebesi komünist suçu ile mahkemede, dolabında Stalin'in resmi bulunmuş gibi haberlerle memlekette tek tük bu fikirde olan şahıslara istinaden kendi fikirlerimi bir arkadaşıma yazdım, kanun ve adliyeye bir kasıd ve maksad ile yazmadım. Ben bu 18 milyon içinde hiç bir din adamının dinî âlet ederek derslerini dinliyen bir kısım ehl-i iman ile isyan edip hükümetle mücadele ettiğini tarihte ne okudum,

ne de işittim. Böyle bir şey aklıma gelmediği için elime geçen dini kitapları okur, imanın kuvvetlenmesine çalışırım. Hatta Hoca Efendiyi buraya gelinceye kadar da görmemiştim. Faraza (Üstad yazmış) ortada böyle bir cürüm var ise bile, bu cürme masum iştirak etmiş olduğumdan, elde bir delil mevcut olmadığına, yedimde bulunan kitapları, sırf din bilgimi artırmak gayesiyle okumuş olduğuma göre beratime karar verilerek, tecziyeme gidilecekse cezanın te'ciline karar verilmesini yüksek adaletinizden dilerim. Afyon Cezaevinde Mevkuf Safranbolulu Emin Tekinalp Üstadım da "münasiptir, inşaallah kurtulurlar" diye el yazısıyla yazdı. Baktım bazı yerlerini tashih etmiş. Son mahkemeye giderken elimize kelepçe değil de, öp bağlamışlardı. Mahkemeye girerken ip çözüldü. Kendiliğinden nasıl çözüldü, hâlâ düşünürüm. Sadece ikimizin eli çözüldü. Elimizi sallaya sallaya gittik. O zaman ağladım.

RASİM GÜNDEN 1927 yılında Kütahya'da doğdu. Afyon'da karakol jandarma kumandan vekiliydi. Vazifesi icabı Bediüzzaman'ı mahkemeye ve hapse getirip götürürdü. "Üstad hakime hukuk dersi verdi" Hatıralarını şöyle anlatıyordu: Emirdağ'dan Bediüzzaman ve talebeleri Afyon'a getirildikleri zaman, hapishanede nöbet bekleyen askerlerin nizamiye nöbetlerini ben yazardım. Onların vazifelisi bendim. Bediüzzaman'ı beş altı kez hapishaneye ve mahkemeye getirip götürdüm. Bunların birisinde şöyle bir olay oldu: Bediüzzaman başına şapka giymezdi. Mahkemeye girdi. Şapka hâlâ elinde idi. Hakim doğu taraflarından bir Kürttü. Bediüzzaman'a: "Şapkayı niçin giymeden geldin?' dedi. 'Kanunen şapka giymemenin yasak olduğunu bilmiyor musun?" Bediüzzaman ona: Sen

de

Anayasayı

bilmiyorsun,

hatta

böyle

bir

kanundan haberin bile yok' dedi. Hakim kızgın bir şekilde: Nedenmiş o?' dedi. "Çünkü kanunun-şimdi hatırlamıyorum-bilmem kaçıncı maddenin kaçıncı fıkrasına göre kapalı yerlerde şapka giyilmez." Hakim bunun karşısında kızardı bozardı: Sen onları bana öğretemezsin' dedi. Üstad: 'Öğretirim' dedi. 'Ben bunca yıldır hapishaneye girmiş çıkmış biriyim. Kanunları da senden iyi bilirim. İstersen sana bile öğretirim. O senin dediğin kanun yok' dedi bu sefer hakim. Sonra Türk Ceza Kanununu istetti. Öbür hakimlerle birlikte kafa kafa veripkitabı karıştırdılar. Bir saat sonra ancak bulabildiler. Hakim mağçup olmuştu, ama altta kalmak istemiyordu. Hoca Efendiye lüzumsuz sorular sormaya başladı. Tantana etti. Ortalığı velveleye verdi. Üstad bulunduğu yerden haykırdı: Sen beni fazla meşgul edemezsin. Fazla konuşturamazsın. Ne soracaksan sor. İşini bitir. Ben de gideyim.' Hakim bu sefer bana döndü: Jandarma vekili, al bu adamı kelepçe tak, götür. Emrediyorum!' dedi.

Ben Hoca Efendiyi çok severdim. Hakime kızdım. Bu sefer ben ona bağırdım: Sen bana karışamazsın. Ne zaman kelepçe takıp takmayacağımı senden daha iyi bilirim. Bana emir veremezsin. Bana emir veren amirim var. Sen karışma' dedim. Mahkemeden dışarıya Üstadı yanıma alarak çıktık. Hakime dediğim gibi kelepçe takmadım. Çünkü Said Nursi'yi çok seviyordum. Üstad bana: "Oğlum sen kelepçeni tak, görevini yap' dedi. 'Benim yüzümden başın derde girmesin." Yok hocam' dedim, 'Bana ilişemezler.' Hoca Efendi ne kadar istediyse de ben kelepçeyi takmadım. Ona karşı saygım ve hürmetim sonsuzdu. Ben kelepçeyi takmayınca Kürt hakim, beni Başsavcı Abdullah Büken'e şikâyet etmiş. Abdullah Büken beni yanına çağırttı. Meseleyi ona anlattım: Haydi, sen git' dedi. Çünkü beni çok severlerdi. Hiç görevimi aksatmamıştım. "Gusül abdesti al" Bir gün Üstadı hapishaneye götürüyordum. Adliyeye uğramamız gerekiyordu. Adliyeye geldik. Adliye üst kattaydı. Yukarıdan bir havacı asker merdivenden iniyordu. Biz de çıkıyorduk. Merdivende karşı karşıya geldik.

O aşağıya inip gideceği sırada Hocaefendi devam etti. Dur' dedi. Asker durdu. Hoca Efendi devam etti. Oğlum bu şekilde gezilemez. Yıkanman icap eder, gusül abdesti al' dedi. Asker kızardı bozardı. Etrafına, sağına soluna baktı. Sonra birşey söylemeden indi gitti. *** Adliyeden çıktığımızda, iki-üç defa Said Nursi'ye kelepçe takmadığım için beni yine şikâyet etmişler. Başsavcı Abdullah Büken'e gittim. Ona, Bu Hoca Efendinin kaçacak durumu yok. Sonra kötü bir maksadı da yok. Hoca Efendi bana 'Sen kelepçeyi tak' dediği halde 'Ben takmadım' dedim. O bana gene 'Sen git' dedi. Gençlik Rehberi'nin yazılış sebebi Yine bir gün mahkemede hakim Hoca Efendiye Gençlik Rehberi kitabı nedir?" diye sordu. O da Hakime şöyle cevap verdi: "Eskişehir hapishanesinde sabahleyin pencereden dışarıya baktığım zaman mektepe giden açık-saçık iki kızla, onların arkasına katılmış dört-beş ihtiraslı delikanlıyı gördüm. Bunlardan doğacak çocukların devlete, cemiyete ve İslâmiyete ne faydası olur diye düşünürdüm. Onların İslâmiyete zararlı olacakları için, gençliği uyarmak

maksadıyla Gençlik Rehberi'ni yazdım. Bu kitabın her satırını okusanız da kötü bir yanını bulamazsınız." Ertesi gün Ceylan (Çalışkan) ismindeki bir çocuk bana geldi, şöyle dedi: Üstad bize 'O jandarma kumandanı vekiline Gençlik Rehberi hediye edin diye vasiyet etti. İki-üç gün sonra o kitaptan gelecek' dedi. "Ama ben hemen ertesi gün Şarka tayin edildim. Suç olarak da bahanesi tuhaf: Bediüzzaman'a kelepçe takmamam..."

HASAN AKYOL 1921'de Afyon'un Şuhut kazasının Azlıgara köyünde doğdu. Afyon'da Bediüzzaman'la birlikte hapiste kaldı. Ona hizmet etti. "Üstad hapishanede devamlı yazıyordu" Ben Afyon hapishanesinde iken bir de duyduk ki, Bediüzzaman Said Nursi isminde bir âlim zat, bizim hapishaneye düşmüş. İlk önce yerlerimiz ayrıydı. Duyduğumuz ve gördüğümüze göre onun yanına kimseyi sokmazlardı. O kendisi zaten yanına kimseyi sokmazdı, kimseyi kabul etmez, kimseyle konuşmazdı. Ancak talebeleri yanına girip çıkabilirdi. Bir gün bana 'Sen o adama hizmet edeceksin' dediler. 'Emir emirdir' dedik. Onun yanına girdik. iş dediysek öyle iş değil. onun abdest ibriğini doldurmak, yerleri silmek, etrafı temizlemekti benim vazifem. Üstad ibriğe soy koyduğu zaman dört-beş defa çalkalardı. Yeni suyu doldurup boşaltırdı. Ondan sonra suyu koyar abdest almaya başlardı. O, akşamdan sabaha kadar kâğıtlara, defterlere, boş

yapraklara, küçük cep defterlerine, kese kâğıtlarına devamlı yazı yazardı. Ama o yazarken biz okumuyoruz. O koğuşta tek başına duruyordu. Zaten herkesin kendine ait bir koğuşu vardı. O tek başına duruyordu. Yazdıklarını da burada yazıyordu. Sabah olduğu zaman koğuşu açarlar, yazdıkları yazıları, onun kırk beş kadar talebesine verirlerdi. Onlarda bu yazıları sabahtan akşama kadar kendi defterlerine yazarlardı. Bir türlü bitiremezlerdi. Bazen ben de onlarla birlik olur, onlar gibi yazılar yazardım. "Üstad hapishane müdürünü kovdu" Üstad Hazretlerinin saçları uzundu. Bir gün Müdür Vekili Salih, kafasından uydurmuş koğuşa geldi. Ona: "Hoca Efendi' dedi. 'İdarenin emri var, bu saçları kestireceksiniz!" Hoca Efendi, bu adama baktı baktı, sessiz sedasız durdu durdu sonra elinin tersiyle: Defol git, münafık adam, çık dışarı, elimi Haktan yana açtırma!' diye tekrar etti. O zaman Müdür Vekili Salih Bey çok bozuldu. Kapıdan koşarak çıktı. "Mahkumlar namaza başladı" Bir gün cezaevi karıştı, mahkûmlar birbirine düştü. Herkes birbirine öylesine düşmandı. Bediüzzaman bu duruma üzülüyordu. Ondan hiç 'Oğlum yavrum' hitabı yoktu. Küçüğe de, büyüğü de 'kardeş' diye hitap ederdi.

Onlara: "Kardeşler bir dakika müsaade ederseniz sizinle konuşacağım' dedi. Millet durdu. 'Niye böyle gücürgüne duruyorsunuz' dedi. 'Burası cezaevi değil Medrese-i Yusufiye. Alacaksınız abdestinizi, kılacaksınız namazınızı. Allah'a dua edeceksiniz. Burası medresedir. Yusuf Aleyhisselam'dan kalmadır." Millet o zaman namaza başladı. Birbirlerine düşman olanlar düşmanlıktan vazgeçtiler. Hoca Efendinin hatırına barıştılar. "Üstadın fareye şefkati" Bir gün talebelerinden Ceylan Çalışkan yanına geldi. Bir şey konuştular. Ertesi gün Üstad yatıyordu. Bir de baktım ki, koynuna fare girmiş. Bediüzzaman sakince uyandı. Ben de aval aval bakıyordum. Hiç fareye 'Kışt' diye kovmak aklıma gelmiyor. Üstad da bir şey demiyor. Fare bu sefer koynundan, elbiseyi bol bolduğu için koluna doğru yürümeye başladı, dirseğine kadar geldi. Üstad hayvana ne dedi biliyor musunuz? Hey, çık mübarek hayvan, hey çık?' dedi. Fare de sanki bir emir bekliyormuş gibi, kolunun geniş yeninden çıkıverdi. Orada dikildi, kaldı. Üstadın elinden aşağıya inmiyor. Bense şaşkın şaşkın bakıyorum. Üstad bana: Ya kardeş' dedi. 'Şu yere bir lokma ekmek koyuver,

mübarek hayvan ekmek istiyor' dedi. Ben de bunun üzerine yere bir ekmek koyuverdim. Fare yere indi, ekmeği yedi, sonra çekip gitti. "Üstad ezanı Türkçe okutmadı" Yanına kötü niyetle geleni bilirdi. Yani sıdkı bütün olanla, sıdkı bütün olmayanı bilirdi. Bizim hapishanede ezanı Kandil'cinin oğlu Ahmed okurdu. O zamanlar ezanlar "Tanrı uludur? Tanrı uludur?' diye okunurdu. Üstad bir gün pencereden Kandilci'nin oğlu Ahmet'e: Hükümet ne derse desin, bana ne ceza verecekse versin "Tanrı uludur" diye uluyup durma, bana 'Allahüekber! Allahüekber! diye ezan oku' dedi. Ondan sonra Kandilci'nin oğlu Ahmet ezanı 'Allahüekber! Allahüekber' diye okumaya başladı. Kimse de 'Niye böyle' diye karışamadı. *** Bediüzzaman mahkemeye çıktığı zaman hem polis, hem de jandarmalar yanında yer alırdı. Gören de on-onbeş kadar adamı boğazlayarak öldürmüş sanacak Üstadı. Millet sokaklarda çok kalabalık olurdu. Gerçi hükümet ona zulmederdi, ama halk onu çok seviyordu. Bu sevgiden ötürü halk oylarını hükümete değil, DP'ye verdi. Halk çok merak ederdi rahmetliyi... O mahkemeye giderken sokaklar, caddeler mahşer yeri gibi kalabalık olurdu. Herkes onu göreceğim diye işini güçünü bırakır sokağa dökülürdü.

"Duada elleri ters çevirmenin izahı" Bediüzzaman'ın sakalı yoktu. Saçları uzundu. keskin bakışlıydı. Şafii mezhebine bağlıydı. Bir gün namazdan sonra dua ediyordu. Elleri havaya doğru açıktı. Birden ellerini yere doğru eğdi, aşağıya çevirdi. Ona: 'Hocam' dedim. 'Avuçları yukarıya çevirmek hadi Allah'tan istemek. Peki ellerini yüzgeri edip, yere dikmek ne oluyor? Bilmiyorum. Bu, kazasız ver, ya Rabbi demektir' dedi. "Üstadın ayakkabısı neden tozlanıyordu?" Ben Bediüzzaman'ı ayakkabılarını silerdim. Akşamları elime alıp tozunu temizlerdim. Ama sabah olunca ayakkabıları yine tozlu bulurdum. Bu her zaman böyle olurdu. Akşama silerdim, velakin sabaha yine tozlu bulurdum. Her halde Üstad geceleri gezip geliyordu... "Üstadın parası hep aynı kalırdı" Üstad Hazretleri yemeği çok az yerdi. Yanında dört lira parası vardı. Ondan başka parası yoktu. Günde 10 kuruş yıldız çorbasına, 10 kuruş ekmeğe, 10 kuruş öte beriye, toplam 30 kuruş harcardı. Ama o dört lira hiç eksilmezdi. Günde ne kadar para harcarsa harcasın o dört lira hiç eksilmezdi, parası aynı kalırdı, bu durum her gün aynı olurdu. Üstad, atı çok severdi. Serbest olduğu zaman neresi

tenha ise oraya atıyla gidermiş. Bediüzzaman beni çok severdi. Bana, kendi yazdığı bir kitap hediye etti. Şimdi onu kaybettim. "Allah onun ruhuna gani gani rahmet eylesin..." (N. ŞAHİNER)

Gardiyan HASAN DEĞİRMENCİ "Gardiyan Hasan'ı nasıl bulduk?" Afyon'da konumuzla ilgili çalışma ve araştırmalarımızı sürdürürken, 1948 yılında Afyon hapishanesinde gardiyanlık yapan bir adamdan bahsettiler. Halen Afyon'da hayatta olduğunu duyunca görüşmek üzere hemen harekete geçtik. Araya bir çok vasıta koyduğumuz halde, bir türlü adam bizimle görüşmek istemiyor, köşe bucak kaçıyordu. Gündüz evine gidiyoruz, "İşten gelmedi" diyorlar. İşini sorduğumuzda, Belediyede çalıştığını, şehrin sularını açıp kapatmakla görevli olduğunu öğrendik. Akşam evine gidiyorduk, "Evde yok" diye cevap veriyorlardı. Böyle ısrarla üzerine yürüdükçe adam daha fazla çekiniyor, bizimle görüşmek istemiyordu. Daha fazla ısrar etmedik, işi zamana bıraktık. Afyon'a diğer bir gidişimizde evde olacağını tahmin

ettiğimiz akşam vakti, doğrudan gardiyan Hasan Ağanın (Değirmenci) evine vardık. Kapısına vurarak, Hasan Ağayı ziyarete geldiğimizi söyledik. Bir müddet bekledik, ama adam çıkmıyordu. Nihayet uzun boylu, sarışın, mavi cam gözlü, asabi tavırlı bir adam, 'Buyurun' dedi. Bizi içeri alacağını zannetmiştik: Nerede konuşalım" dedik. Az ileride bir kahvehane var, orada konuşalım" dedi. Kendisine kısa bir açıklama yaptım. Bediüzzaman'ın hayatı, eserleri, talebeleri konusunda çalışmalarım olduğundan bahsettim. Kendisinin de bir başgardiyan yardımcısı olarak, onunla ilgili bildiklerini bize anlatmasını istedim. Az sonra gelen çaylarımızı içmeye başlayınca, Hasan Ağa da sakinleşmiş normal bir havaya girmişti. Sorularımız üzerine anlatmaya başladı: "Üstadın himmeti bize yetti" Hapishanenin müdürü Mehmed Kayıhan'a 'Deli Müdür' derlerdi. Sert bir adamdı. Bediüzzaman'ın hiçbir kimseye zararı yoktu. Kendi halinde, kendi âleminde bir din adamıydı. Hapishanede olduğu halde, camide, çarşıda görülüyor, diye şâyialar çıkıyordu. Ben de o zaman bir cahillik yaptım. Ayakkabısını iyice sildim, temizledim. Acaba tozlanıp

kirlenecek mi diye... Eğer tozlanırsa, gerçekten gittiğini tesbit etmiş olacaktım. Efendim gençlik ve cahillik işte.. Yine bir gün ondan muska yazmasını istedim. 'Bizi okuyun" dedim. Bana cevap olarak: Allah her şeyi güzel ve iyi yapar' diye mukabelede bulundu. Sabahlara kadar kendi halinde, kendi vicdanıyla başbaşa dua eder, ibadet eder, Allah'ı zikrederdi. Geceleri bir saat ya uyur ya uyumazdı. Biz haliyle görevli olduğumuz için onun bütün yaşayışına dikkat ederdik. Her halini rapor ederdik. Bir gün mahkûmlara iğne yapılacaktı. Kendisini iğne bahanesiyle birkaç defa zehirlemişlerdi. Bu sebepten haklı olarak iğne yaptırmak istemedi. Ben ise, 'Hocam önce bana yapsınlar. Ondan sonra sana yapsınlar' dedim. Bunun üzerine kabul etti. Aynı ilâç ve aynı iğneyi önce kendim yaptırdım. Sonra da kendisine vurdular. Elinde güzel bir tesbihi vardı. Bu tesbihi arzu etmiştim. Kendisi de beni çağırarak 'Sana bir tesbih hediye edeceğim' dedi. İki eline iki tesbih alarak arkasında sakladı 'Hangi elimdekini istersin?' dedi. Ben sağ elindekini istedim. Baktım, tam da benim arzu ettiğim tesbih sağ elindeydi. Onu bana verdi. Bu defa öbür tesbihi de uzattı. 'Bunu da ailene ver' dedi. Zaman zaman, 'Hasan Ağa!... Hasan Ağa!...' diye çağırırdı. Talebelerine vereceği, göndereceği herhangi bir

şey olduğu zaman, bana verirdi, benimle gönderirdi."Biz o zatın hep iyiliğini, hep insaniyetini gördük. Biz ondan bir kötülük görmedik. Duası, himmeti yetti bize gayri... Çeşitli hâdiseler olmuştu hapishanede. Büyük kavgaların içine düşmüştük. onun himmetiyle hiç bir şey olmadı. Burnumuz bile kanamadı. Yüzümüzün akıyla kurtulduk o meslekten. "Zaman zaman gelip bazıları rahatsız etmek isterlerdi. Aylarca yattı. Tahliye edildikten sonra, iki defa hapishaneye geldi. İçerdeki mahkûmları ziyaret edip, görüşmek istedi. Fakat Deli Müdür razı olmadı, görüştürmedi." Bir Gardiyanın anlattıkları, hem de çekine çekine, tabiri caizse korka korka anlattıkları ancak bu kadar.. Yıllar sonra, geçmiş anlatamıyordu adamcağız.

bir

hâdiseyi

rahatlıkla

Ya bütün hayatları, zulümle, isyanla, haksızlıkla geçenler, yarın İlâhî mahkemenin huzurunda nasıl konuşacaklar? Ama Bediüzzaman gibi bir af ve bağış sultanı-imanları kurtarmak şartıyla-onlara haklarını helâl ediyordu.

Jandarma HASAN ERGEN Bedüzzaman'la ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor: Yunanistan doğumluyum. 1328 )1912)'de dünyaya gelmişim. Daha sonra Türkiye'ye geldik. Askerlik çağım gelince, jandarma olarak Afyon'a tayin edildim. Beni Emirdağ ilçesinin Davalga nahiyesine jandarma karakol komutanı olarak tayin ettiler. Bu görevde iken sakatlığım sebebiyle, jandarmadan ayrılmak için müracaat ettim. Daha hafif hizmet olarak, beni kalemde çalıştırmayı tercih ederek, jandarma birlik kalemine aldılar. Kalemde görev yaptığım sırada benim çalıştığım oda ile jandarma komutanının odası karşı karşıya idi. "Üstadın verilen hediyeyi iade etmesi" Afyon'da tanıştığım bir arkadaşımın kardeşi karakola geldi, Jandarma komutanının odasına girdi. İçerden yüksek sesler geliyordu. Jandarma komutanı bağırıyordu:

"Sen de mi Kürtsün?" "Ne görüşeceksin Said Nursî ile?" "Nereden tanıyorsun onu?" Neticede benim gayet iyi tanıdığım Bahri Beyin kardeşini odasından kovdu çıkarttı. Onu görünce, hemen adama çağırdım, yer gösterdim, alaka ve iltifat gösterdim. Niçin geldiğini ve ne istediğini sordum. Bana: 'Burada Said Nursî isimli büyük bir din âlimi vardır. Onunla görüşmeye geldim. Fakat kumandan izin vermedi' diye kısaca meseleyi anlattı. Ben kendisine biraz oturmasını söyleyerek jandarma komutanının yanına görüşmeye gittim. Komutana teminat verdim, arkadaşı tanıdığımı söyledim. Ben o zamana kadar, Said Nursî'nin Emirdağ'da oturduğunu hiç duymamıştım. ilk defa bu vesile ile öğrenmiştim. Komutan bana: Size karşı itimadım çoktur, buyur al, anahtarı veriyorum. Yalnız mesuliyet sana aittir. Kendisini görüştür' diye bir anahtar verdi. Teşekkür ederek anahtarı aldım. Arkadaşla karakoldan ayrılarak, komutanın tarif ettiği evi bulduk. Dışarıdan kapıyı açtık, ayrıca içeriden de kapıyı kendisi kilitliyormuş, kapıyı vurunca, az sonra kapı açıldı. O ilk karşılaştığım simayı hiç unutmam. rahmetli, bembeyaz, pamuk gibi, nuranî bir insandı. Hemen sarılıp

elini öptüm. Orada çok hayretimi mucip olan, bana ismimle hitap etmesi oldu. Hasan oğlum, bu yaptığın hizmet Allah indinde çok makbuldür, Allah senden razı olsun, çok büyük bir iyilik yaptın' diyerek teşekkür etti. Yanında biraz oturduk. Bana yine: Hasan oğlum, senin üzülecek hiç bir yanın yoktur. Allah'ın çok iyi bir kulusun. Yalnız senin iki kusurun var' deyince. 'Hocam çok affedersiniz, benim kusurlarımı söyler misiniz?' dedim. Senin iki kusurun; oruç tutmuyorsun, bir de namaz kılmıyorsun' diyerek beni ikaz etti. Ayrıca: 'Aslında bunların her ikisi de senin kalbinde mevcut, fakat sen tesir altında kalıyorsun' dedi. Ben, 'Hocamız biz Yunanistan'dan geldik, memleketimizde evimiz çarşı içinde mescidin yanında idi, yine yakınımızda cami de vardı. Ben o zaman namaz kılardım.. Şimdi kılamıyorum' dedim. Sonra getirdiğim misafirle ilgilendi. 'Beni görmek için, niçin bu kadar zahmet edip geldin' dedi. O arkadaş da: Ben küçüktüm, siz Kars'a babamla görüşmeye gelmiştiniz. Sizi tâ o zaman görmüştüm. Sizin Afyon'da olduğunuzu işitince, sizi görmek ve duanızı almak arzu ettim. Fakat jandarma komutanı çok zorluk gösterdi. Sizinle görüşmeme izin vermedi, beni kovdu. Allah razı olsun Afyon'dan tanıdığım Hasan Bey vesile oldu. ' Üstad:

"Başka bir arzun var mı?' diye sorunca arkadaş da: 'Size maddî olarak bir yardım yapmak istiyorum' diye cevap verdi. Allah rahmet eylesin mübarek insan: Oğlum benim dünya malına hiçbir ihtiyacım yoktur. Ben hiç birşey istemiyorum. Ama mutlaka niyet etmişsen, küçük bozuk para var mı?' O da küçük paralar çıkardı. İçinden bir beş kuruşluk aldı. 'Allah kabul etsin alıyorum' dedi. Tekrar parayı yere koyarak, 'Alıp sana tekrar iade ediyorum' dedi. "Hükûmetten korkarsın, Allah'tan korkmazsın" Bu mübarek Bediüzzaman Hoca görüşmem şöyle olmuştu:

ile

ikinci

defa

Erzurum'un eski milletvekillerinden, eski harflerle yazılmış bir mektup gelmişti. Mektup resmen hükümet vasıtasıyla geliyordu. Önce Afyon'a gelmiş, sonra oradan da Emirdağ Kaymakamlığına havale etmişler, kaymakamlık da jandarma komutanlığına göndermişti. Bölük komutanı beni çağırarak: Hasan sen eski harfleri okumasını biliyor musun?' dedi. Ben de bildiğimi söyleyince, mektubu bana okumam için verdi. Mektubu ben baştan sona okudum. Mektubu yazan eski milletvekili bir zat, Bediüzzaman'dan nerede, ne zaman doğduğunu, ilk tahsilini nerede yaptığını, yazdığı eserlerin ismini soruyordu.

Mektubu okuduktan sonra, jandarma komutanı, yine çekmeceyi açtı, o anahtarı çıkardı bana verdi. 'Al, git bu mektubu kendisine ver. Tekrar cevabını yazsın, onu getir' diye emretti. Mektubu alarak çıktım. Hasan Ergen bu hatıraları anlatırken, o mektupların niçin bir suretini almadığına üzülerek diyor ki: "Bu mektupların birer suretini almak lâzımmış, halbuki bizim için bunlar o zaman mümkündü. Gençlik saikasıyla bilemedik. Yine bir önceki seferdeki gibi kapıyı açtım, tekrar vurunca kapıyı açtı. Kendisine mektubu verdim. Bana aynen şunları söyledi: Oğlum Hasan, kaymakama ve komutana söyle, vazifeleri ne ise onu yapsınlar... Hapis, her neyse ben razıyım... Verileni tatbik etsinler. Ama benim için ağır konuşmasınlar. Aleyhimde gıybetimi yapmasınlar' dedi. Ben ilk görüşmedeki ikazları hatırlatarak, hiç hatırımdan çıkmadığını, çok üzüldüğümü söyledim. Bunun üzerine, 'Merak etme, benim da Allah'a karşı kusurlarım var' dedi. Sen jandarma görevinde bulunuyorsun, eğer vazifeni yapmazsan sana ne yaparlar' dedi. 'Hükümetten korkarsın. Allah'ın emirlerini yapmazsak, ne olur bizim halimiz. O bizi yoktan yarattı. Onun emirlerini yerine getir, korkma, vazifeden atarlar diye hatırına bir şey getirme. Sen hükümetten korkarsın da Allah'tan korkmaz mısın?' diye bana ikaz edici mahiyette dersler verdi.

"Bana hakaret etmesinler" Sonra ben yazdığım mektubu alıp getirdim. Jandarma komutanı, mektubu bana okuttu. Ayrıca Bediüzzaman'ın, 'Bana hakaret etmesinler, sövmesinler' dediğini de söyledim. Komutan çok bozuldu. 'Kim söylemiş bunları?' dedi. Ben, filân gitmiş, haber vermiş demiyorum. O söyledi. Bana söylediklerini söylüyorum' deyince yüzbaşı, 'Kaymakama da söyleyecek misin?' dedi. Ben de Kaymakama da 'Siz söyleyin' dedim. 'Biliyorsunuz, benim bu zattan hiç haberim yoktu, evin anahtarını bile siz verdiniz, evi siz tarif ettiniz. Kendisi sizin içinde, kaymakam için de söyledi, küfür ediyormuşsunuz. Vazifelerini yapsınlar, ama küfür ve hakaret etmesinler diye haber gönderdi' dedim. Bu zat muhterem bir insandı. Biraz söylemesi tuhaf, ama bir emir verse halk isyan ederdi. Emirdağ, afyon halkı ona çok bağlıydı. Ama onun öyle bir niyeti yoktu. Benim anladığım, iyi bir insandı. "Ben bunları başkasından naklen işitsem, 'Acaba?' diye içimden bir şüphe geçer. Ama bunları bizzat görmüşüm, bizatihî şahit olmuşum. Ben bizzat görüştüm, bizzat konuştum."

MEHMET KAYIHAN Afyon Hapishanesinde müdürlük yaptı. Bediüzzaman'ı 1947'de bu görevi esnasında tanıdı. "Yakında Bediüzzaman'ı getireceğiz" Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan, Bediüzzaman Said Nursî'nin hapishaneye getirilişini şöyle anlatıyor: Ben eskiden Uşak'ta Savcılık Başkâtibi idim. Daha sonra müracaat ederek, Çorum Cezaevi Müdürlüğüne tayinimi çıkarttım. Sonra Balıkesir ve 1947 senesinde de Afyon'a tayin edildim. Bu yıllarda Emirdağ'da oturan Bediüzzaman Sait Nursî isminde bir zat vardı. Bedüzzaman'ın din propagandası yaptığı hükûmetçe tesbit edildiği için, polis memuru Uşak'lı Sabri Banazlı'yı ve diğer arkadaşlarını sivil elbiselerle Emirdağ'a göndermişlerdi. Bir gün polis Sabri Banazlı cezaevine gelerek bana: Yakında sana, Bediüzzaman isminde birisini getireceğiz' diye haber verdi.

"Daha sonra da Said Nursî'yi hapishaneye getirdiler." Mehmet Kayıhan'ın hatıralarının bu kısmında, insanın hatırına şöyle bir soru geliyor: Henüz ifadeleri alınmadan, mahkemeye sevkedilmeden, basit bir polis memurunun Bediüzzaman'ın hemen hapishaneye gireceğini haber vermesi nasıl izah edilebilir? Tetkiklerimizin neticesinde vardığımız sonuç şudur: Artık son demlerini yaşayan Halk Partisi iktidarı can çekişmektedir. Giderayak, eziyet çektirecek bir masuma ihtiyacı vardır. Bu iş içinde gene yılların eskitemediği, zulümlerin yok edemediği Said Nursî seçilir.. Basit maşalar da hazırdır. Müdürün Üstadın koğuşuna bayrak astırması Araştırmalarımız da Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan'ın bir Cumhuriyet Bayramında, Said Nursî'nin koğuşuna astırdığı bayrak hâdisesi enteresandır. Güya Bediüzzaman koğuşuna asılan bu bayrağı istemeyecek, reddedecek, yırtacak ve yırttıracak. Bizim Müdür Bey'in arzuladığı olay da böylece meydana gelecek. O Bediüzzaman ki, o şanlı hilâl uğruna, Kafkas dağlarında, karlı Bitlis derelerinde, nice fedâi talebelerini fedâ etmişti. Rus kurşunlarına imanlı sinesini siper etmiş, o nazlı hilâl uğruna mübarek kanını seve seve akıtmıştı. Müdür Mehmet Kayıhan'ın koğuşuna bayrak astırması

karşısında Bediüzzamanın tavrını kendinden dinleyelim: Müdür Bey, Size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki 'Hutuvat-ı Sitte" eserimi tab' ve neşrile, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki; Mustafa Kemal şifre ile iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: Bu kahraman Hoca bize lâzımdır.' "Demek benim bu bayramda, bu bayrağı takmak hakkımdır." Medrese-i Yusufiye Said Nursî nice karanlık kalbleri aydınlatmıştı. iman ile, İslâm ile, ilâhî ferman Kur'ân ile... Girdiği, kapatıldığı zindanları da aydınlatmış, ışıl ışıl parlatmıştı.. Hapishaneye Medrese-i Yusufiye demişti... Yani, Yusuf (a.s.)'ın Medresesi.. Masum nebi, gül yüzlü Yusuf Aleyhisselâm, Mısır zindanlarında yedi yıl yatmıştı. Bu acı iftira hâdisesine telmih yapan Said Nursî, bundan dolayı girdiği zindanlara "Sicn-i Yusuf' diyordu. Buraya kendisiyle birlikte girenler cahil olarak giriyor,

âlim olarak çıkıyorlardı. Hapse girişle birlikte Yusufiye Medresesinde dersler başlardı. İman dersi, irfan dersi, Kur'ân dersi... Derslerin en yücesi, müfredatın en ulvîsi sürer giderdi... Tâ tahliye ile temize çıkana kadar, gönüller Nurlarla temizlenirdi. MEDRESE-İ YUSUFİYE MEKTUPLARI Elimizde iki defter bulunuyor. Defterler Afyon hapsi maznunlarından merhum Zübeyir Gündüzalp'e ait. Bediüzzaman'ın bu fedakâr ve sâdık talebesi, defterinin başına şu notu yazmış : Afyon Medrese-i Yusufiye'sinin Medrese-i Yusufiye'nin açılış tarihi.

mübarek

hatırası,

Ayrıca Bediüzzaman'ın tasdik ve tashih işareti, amblemi patenti de defterin başında: "Te" ve "sad" yâni "Tashihli" yazılı.. Bu mektuplardan konumuzla ilgili olanlardan sadece bir kaç tanesini okumak, sanırım Bediüzzaman'ın büyük şahsiyetini ve ulvî davasını, birazcık olsun anlamaya yardımcı olacaktır. O halde şu satırlardaki samimiyet dolu ifadelere geliniz birlikte göz atalım. Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine

ve ferah verecek veçhine bakmak lâzımdır ki: Mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celb edip, kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz'de bir bahçeye iki adam, biri çıkar, biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar. Safa ve istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde, çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder.Midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker. Çıkar, gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye Medresesi, bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kaderli hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkil odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez. Şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.' (Şualar, 429-430). "Benim kanatim gelmiş ki: Beni merhametsizce tazip edenlerin bir kısmı, Yahudi komitesiyle ve mürted ve komünist ve zındık ve anarşist komitesiyle bilerek veya bilmeyerek bir alâkaları var ve Türk milletinden değildirler. Çünkü Türkte ve islâmiyette, belki insaniyette fıtrî bir tarzda ihtiyarlara, hem gariblere, hem hastalara, hem zayıflara, hem münzevilere, hem ciddi âlimlere karşı şefkat, hürmet, acımak, dostane bakmak hasleti var olduğu halde; şimdi benim gibi bütün acınacak haller, birden üstünde var iken tam bir kin, bir adavet, bir gayz ile, ihanetlerle beni sıkıntıların içinde görüyorum. Fakat merak etmeyiniz. Onların hiç ehemmiyeti yok. Ben aldırmıyorum. Beş para kıymet vermiyorum." "Hayatım tehlikede ve mason bolşevizm hesabına bana

eşedd-i zulüm ve tazyikle işkence eden ve bana tahammül fevkinde, bütün bütün kanunsuz ve hapis usulüne muhalif tazibleri, bizi başka mahkemeye, davamızı nakil etmeye mecbur eder. Sen bütün kuvvetin ile, hem buradaki avukatlar ve İstanbul'daki dostlar, hem Ankara'daki Hulusi'ye telgraf ile, hayatımın tehlikede olduğunu bildirmek lâzımdır. Tahammül kalmadı. Su-i kastten gelen tesemmüm ve hastalık ve ihtiyarlık ve tecrid-i mutlak ve hattâ pencerede yemeği gitirene bakmak ve konuşmak ve üçüncü defa, bir su-i kasd yapsınlar diye dünkü hâdise oldu. Hem bu hakikatı ve acı halimi görüşme günü Ceylân, Zübeyir'e bildirsin. O da mümkün olduğu kadar çalışsın. Kanaatım budur, o iki adam mason hesabına beni karıştırmaya mecbur etmeye çalışıyorlar. Mahkeme-i Temyiz bizi, vatan ve millet namına bunların eşedd-i zulmünden kurtarmaya, kanun namına teşebbüs etmesi elzemdir." Hadise budur: "Altı ay bir cihette bana hizmet eden, şimdi altı ay tebdil-i hava alan Kerim, beni pencerede görmek ve veda etmek niyetiyle kapıya gelmiş. Bana haber verdiler. Ben baktım, 'Allah selâmet versin' dedim. Birden müdür geldi, büyük bir hâdise gibi gardiyanları ve nöbetçiyi tekdir etti." Aziz Sıddık Kardeşlerim, Bir ehemmiyetsiz mes'eleyi size beyan etmek için bir ihtar aldım. Şöyle ki: Gizli düşmanlarımızın telkinatıyla benim aleyhimde hatır ve hayale gelmeyen propaganda

yapılmış.Mahkameye ve makam-ı iddiayı şaşırtıyorlar. Meselâ, birisi şudur: Müslüman memurları aleyhime çevirmek desisesiyle derler 'Said bize dinsiz der' Hattâ savcının doksan hatasını gösteren cetvelde, otuz altıncı hatayı resmen mahkemeye okudu. Buna karşı bir iki yerde ve mahkemede bir defa kısaca cevap verildiği halde, yine o propaganda kimseyi kandırmadığı ve akim kalmakla beraber devam ediyor. Şimdi buna karşı derim: Evvelen: Ben fıtratında ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir. Saniyen: Mezheb-i Hanefîde çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde, o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire denilir. Eğersarih küfürü görse, o vakit hüküm eder. Ben Şafiî iken, yine te'vili mümkünolsa hüküm etmekten çekinirim. Çünkü, tekfir bana çok ağır geliyor. Salisen: Benim sarfettiğim zındık ve dinsiz kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri, bu millete, iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarımı bildiğim kökü Avrupa'da bir komite efradına diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazan hiddet ettiğim vakit, ehl-i dalâlet derim. Yâni harekâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer. Yoksa küfre düşer demek değildir. "Rabian: Gayr-i muayyen ve şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, fena sıfatlar için, 'Böyle

yapan münafıktır, veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur' denilse, hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur'ân-ı Hakimde böyle mübhem şahıslar hakkındaki şiddetli tabiratı gibi bir tabirolduğu halde, savcı o tabiratı kendine muayyen şahıslara alsa, kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur." Said Nursî

NİHAT BOZKURT 1927'de Bayburt'da doğdu. Devlet adamlarından Ömer Naci Bozkurt'un küçük kardeşidir. 1948'de Afyon'da asker iken hapishanede Bediüzzaman'ı ziyaret etmiş ve kâtip olarak Üstadın mahkeme müdafaalarını yazmıştı. "Üstadın müdafaasını kaleme aldım" 1948 yıllarında Afyon'da askerlik yapıyordum. Bizim takım bir ana caddedeydi. Hapishane ise bize çok yakındı. Bir asker arkadaşımız askerî bir suçtan mahkûm olmuş, hapse atılmıştı. Biz bu arkadaşın bazı ihtiyaçlarını karşılıyorduk. Bu sebepten, her hafta iki defa hapishaneye gidiyordum. Bir Cumartesi günü yine gitmiştim. Hapishane Salih Hoca denilen ve Altıparmak lakaplı birisi daha vardı. O yıllarda Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de hapishanede idi. Diğer Nur talebeleri koğuşlarda, Üstad ise revirde kalıyordu. Penceresi sokağa bakıyordu. Biraz yazıya da meraklı olduğum için, o zaman bir Afyon gazetesinde bir-iki yazı yazmıştım. Bunlardan dolayı beni tanıyorlardı. Hapishaneden ezan sesleri geliyordu. Kenan isimli bir

arkadaş 'Artık hepimiz namaza başladık' diyordu. Bir gün hapishanedeki o Altıparmak lakaplı şahıs yanıma geldi. 'Sizden bir ricam var. Üstadın daktilo ile müdafaalarını yazar mısınız?' dedi. Bu müdafaa mahkemeye ibraz edilecekti. Bunun gizlice yazılmasını istiyorlardı. Ben memnuniyetle kabul ettim. Müdafaayı getirdikleri zaman, bunların İslâm yazısıyla olduğunu gördüm. Okuyamadığımı söyleyince, Altıparmak okudu, ben de yeni yazıyla daktiloya çektim. Bu müdafaalardaki bir cümle zihnime öylesine işlemişti ki, hâlâ unutamadım. Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyleydi: 'Milyonların Peygamberi olan Hazret-i İsa'yı çarmıha germişlerdi. Bizi de suçsuz yere hapishaneye atmışlar.' "Nur âlemine girmiştim" Bu müdafaaları Altıparmak'a Pazar günü teslim ettim. Bana 'Biraz bekler misin?' diyerek yukarıya, pencereye bakmamı söyledi. Benim bu müdafaaları yazdığımı Üstada söylemiş. Az sonra pencerede sakalsız, nuranî yüzlü, heybetli bakışları olan, gür kaşlı muhteşem şahsiyet gözüktü. Mübarek Üstad iki eliyle ve tebessüm ederek bizi selâmlayarak teveccühte bulunuyordu. Ben, o lütuf esnasında huşu içinde kalmıştım. manevi bir nur âlemine girmiştim. Sonra yanıma sakat birisi gelerek, Üstadı ziyaret etmek istediğini söyledi. Adam tâ Konya'dan ziyaret için gelmişti. Yine Said Nursi Hazretleri pencereden gözüktüler. Yine

tebessüm eden, nurlu bir sima ile selâm verdiler. Sakat adamcağız daha sonra ağlaya ağlaya istasyonun yolunu tuttu. Artık Altıparmak'la samimi olmuştuk. Her ziyaretimde Risale-i Nur'dan anlatıyordu. Haftada iki defa sevinçle giderdim. Bu ziyaretlerim iki-üç ay devam etti. Nur'lardan yazmaya başladım. Önemli kısımları kırmızı, diğerleri normal kalemle yazıyordum. Önemli kısımları Altıparmak işaret ederdi, ben de ona göre yazardım. 1949 yılında İstanbul'a izne geldiğim zaman, bu yazdığım defterlerin ehemmiyetini anlatarak, Cerrahpaşa'daki evimizde anama teslim etmiştim. "1950 yılında terhis oldum. O yıllarda Büyük Doğu mecmuası hadiseleri olmuştu. Bazı evleri polisler aramışlar. Bizim evi de ararlar diye korkan anam, o güzelim 'Nur Risaleleri' yazılı defterleri günah olur düşüncesiyle, hepsini denize atarak, erir gider diye düşünmüş."

ALİ SAVRAN Nur talebeleri Ona Çilingir Ali Abi derlerdi. Bugün o da, aramızda yoktur. Ebediyet âlemine intikal etmiştir. Hepimizin gideceği son durak, ebediyetler ülkesi... Ama oraya İlâhî mahkemeden geçirilerek gidilecektir. Ali Savran'ı "Gizli cemiyet kurmaktan" muhakeme edenlerin de çıkacağı en büyük mahkeme vardır. Bu mahkeme, İslâm istilahatında "Mahkeme-i Kübra" denmektedir. *** Yıl: 1948... İsmet inönü Reisicumhur. Üstteki mahkeme davetiyesinde İsmet Paşa'nın hakimiyet alâmetleri olarak pullar görülmektedir. Davet edilen: "Eğirdir'in Poyraz mahallesinden Muslihiddin oğlu Çilingir Ali Savran, Eğridir." 7 Temmuz 1948 Çarşamba günü sanık olarak Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'ne çağrılıyor.

Suç hanesine ise, şunlar yazılı: "Gizli cemiyet kurmak.."

AHMET HANCIOĞLU "Yaptığın yardımlar yirmi yıllık hizmet yerine geçti" O zamanlar, benim halde bir dükkanım vardı. Hapishaneye gidip Üstadın ihtiyaçlarını yerine getirirdik, dışarıdan yardım ederdik. İçeride liste gelirdi. Ona göre ihtiyaçları karşılardık. Daha önceleri Bediüzzaman Hazretlerini duymamıştım, Mütereddit idim. Eğer bu zat ise bana görünmesi lazım idi, diye gönlümden geçiriyordum. Hazrete yardım ettiğim ilk günlerde bile daha kendilerini görmüşlüğüm olmadı. Bu düşünce ile hapishaneye gittim. Revirde kalıyordu. Pencereden birisi peydah oldu. 'Olsa olsa bu Üstaddır' dedim. Sarık ve cübbesi vardı. Geriden elimi göğsüme götürerek selâm verdim. O da başıyla selâmımı aldı. Bir zaman sonra hapishaneden çıktılar. Evimde onlara oda hazırlamıştım. Bir sabah dükkânımı açtığımda, tanımadığım, 60-65 yaşlarında tahmin ettiğim birisi selâm vererek içeri girdi. Üstad çıkmış' dedi. Kastamonu Küre'den imiş. Üstadın

hapishaneden çıkıp da kaldığı Ahmed Hoca'nın evini bu zata tarif ettim. Arkasından ben de gittim. Tam köşeye vardığımda adama yetiştim. Zübeyir Ağabey kapıda karşıladı. Buyur etti. Yukarı çıktık. İki oda vardı. Üç kişiydik. Üstad o adama sordu: Sen kimsin? "Efendim, ben Hafız Emin'im" Hoş geldin kardaşım' dedi. Konuşmaların arasında Zübeyir Ağabey, Efendim, işte hancı Ahmed budur' diyerek beni gösterdi. "Haa, sen hancılık mı yapıyorsun?" "Hayır." "Kardaşım, hoş geldin. Senin yaptığın yardımlar bana yirmi senelik hizmet yerine geçti." Sonra ayrılıp dükkâna geldim. Polis takip etmiş. Bir gün kırk yaşlarında birisi geldi. İnebolulu İbrahim imiş. 'Bu mektup içeri verilecek, verebilir misiniz? dedi. Emirdağ'daki Kantarların Mehmet isminde bir kayınpederi vardı. Onlar Üstadın çamaşırlarını yıkarlardı. Mektubu ona verdim. O da annesine vermiş. Mektubu alan kadın hapishaneye gitmiş. Gardiyanlar şüphelenip aramışlar. Mektup, müdürün, savcının ve yukarının eline

geçmiş. Mahkemeye çıktık. Mektubu nereden aldığımı sordular. Ben de olanların hepsini anlattım. Ben halde esnafım. Bana her taraftan mektup gelir. Gelen mektupları sahiplerine vermek suç olmasa gerek' gibilerinden müdafaa yaptım. Savcı beni içeri atmakla tehdit etti. Şükür, birşey yapamadılar. Üstadı, Ahmed Hocanın evinden Mustafa Hocanın evine taşıdılar. Her adamı da hocanın yanına koymuyorlardı. Bir gün yine tanımadığım bir adam geldi. Gittik. Üstad karyolanın başına oturmuştu. "Efendim' dedim. 'bu meydan dinsizlerin elinde ne zamana kadar kalacak?" Hazret gülerek, Oğlum' dedi, 'bu sualin cevabı verilmez.' "Yanında fazla kalamıyorduk. Gelenlere hep nasihat eder, eserleri okumalarını tavsiye ederdi."

KEMAL BAYRAKLI Bir günde Kur'ân okumayı nasıl öğrendi? Şâhitler'in Dilinden" birçok yerde olmakla birlikte, Bediüzzaman'ın yaşadığı yerlerde, sürgün olarak bulunduğu beldelerde daha çoktur. İşte bu yerlerden, bu menzillerden bir şehir de Afyon'dur. Burada belediyede sular idaresinde çalışan "Kitapçı Kemal" isimli zat, hatıralarını şöyle anlatıyor: Hoca Efendiden, Üstaddan mı bahsediyorsunuz? Yine yaramı deştiniz, hem de beni o mesut günlere götürdünüz. Yaramı deştiniz, çünkü Üstadın kıymetini bilemedim. Beni mes'ut ettiniz. Çünkü hayatımın en tatlı safhalarına bir kere daha götürdünüz. Allah razı olsun. Biz bir cinayete sebebiyetten dolayı hapse düşmüştük. Duyduk. Hoca Efendi de hapismiş. İlk fırsatta ziyaretine gittim. Beni görünce yüzüme karşı tebessüm etti ve 'Behey Çilin oğlu, namazın farzını terk edersin, işte ondan sonra da cinayet suçuyla hapse düşersin, değil mi?' diye beni taltif etti. Ben hicap ettim ve kalbimde Hocaya karşı müthiş, beni yakan bir muhabbetle ayrıldım. Üstad beni

adeta mestetmişti. Derken, bir gün Üstada giderek, 'Hocam, ben namaz kılacağım, lâkin Kur'ân okumayı bilmiyorum' dedim. 'Peki' dedi, 'Haydi abdest al ve gel,' Hemen abdest aldım ve geldim. 'Haydi git, Halil İbrahim (Milâslı H.İ.Çöllüoğlu) sana Kur'ân'ı öğretsin' dedi. Ben gidip durumu Halil İbrahim'e anlattım, o da hemen öğretmeye başladı. ikindiye kadar harfleri, başta, ortada ve sonda yazılı şekillerini izah etti. Sabahleyin kalkınca gayr-i ihtiyari Kur'ân-ı Kerimi elime alıp başladım okumaya: "Elif lâm mim, Zâlike'l-kitabü lâ raybe fîhi...' Bana birşeyler oluyordu. 'Acaba kafayı mı oynatıyorum?' diye doğruca Halil İbrahim Hocayı gidip uyandırdım. 'Hocam, hocam kalkar mısınız? Bana birşeyler oluyor' 'Ne var?' dedi ve evvel okuduğum yeri başladım tekrar etmeye. Hayret ederek 'Yahu, sen Kur'ân okumayı öğrenmişsin. Haydi sen devam et okumaya' dedi. İşte böylece Hoca Efendinin himmetiyle bir günde Allah bana Kur'ân okumayı ihsan etti. "Üstada eziyetin cezasını bütün şehir gördü" Üstad Hazretleri kalabalıktan sıkıldığı ve ibadetini de istediği gibi yapamadığı için, onu tek kişilik bir odaya almışlardı. Onların maksadı belki de Üstadla mahpusların görüşmemesini temindi. Her ne ise, Kim bilir ne düşündüler, Üstadı odasından diğer mahpusların içine aldılar. Güya müddeiumumî diyesiymiş: 'Said Nursi'nin

diğer mahpuslardan ne farkı var? O neden tek kişilik bir odada kalsın?' Üstad müteessir olarak 'Bunlar görecekler. Öyle şiddetli bir soğuk olacak ki, bunlar lağımlar içinde kalacaklar.' Aradan çok geçmedi. Bir gece çok şiddetli bir soğuk, ortalığı kastı kavurdu. Bütün çeşmeler gibi, yer altındaki lağım menfezleri de tamamen dondu. Afyon etrafındaki yakın köylerde böyle bir hal yok. Sadece Afyon vilâyeti dahilinde imiş bu hal. Biz hapistik, haliyde çıkıp göremedik. Halkın kanaati şu: 'Yine mutlaka Hocaya birşeyler yaptılar.' Bunun hapishane alâkalıları da hissetmiş olacaklar ki, Üstadı eski odasına almak istediler. Üstad evvelâ razı olmadı. 'Kardaşlarımla beraber kalmak istiyorum' dedi. Ama biz doğruca giderek Üstadın odasına bir divan çaktık. Soba kurduk ve Üstad bu odaya tekrar teşrif ettiler. Hapiste çakı bile bulundurulmazken bizim divan yapacak aletleri bulabilmemiz hapisteki durumumuz hakkında size bir bilgi verir zannederim. Aradan ne kadar geçti bilmiyorum, tatlı bir rüzgâr buzlar altında kalan Afyon'u eritti. Ama onun peşinden Afyon lağımlar altında kaldı. Donda patlayan lâğım borularından, eriyen pis sular fışkırmaya başladı. Bizim hapishanenin alt katı zeminden aşağı da olduğundan, lağım suları ile tamamen doldu. Yatakları tahliye ettikse de su seviyesi gittikçe artıyordu. Halil İbrahim Hocaların yataklarına doğru ilerleyen pis sulara, eski yatak ve yorganları set yaparak mâni olduk. Hem şehir, hem de hapishane fena koku ve lağım sularından bir haftada zor temizlendi.

Hoca Efendi beni severdi. Şimdi teberrüken mescit olarak kullanılan odasına gittimiz zaman, Üstadın yazmış olduğu parçalarıalır. Hüsrev Hocaya ulaştırırdık. O hemen yazardı. Yazılanlar kısa zamanda diğer talebeler tarafından çoğaltılıp son olarak bana gelirdi. Ben de ciltlerdim ve oradan sevk ederdik. Ben hapisten evvel kitap ve cilt işleri ile meşgul olduğum için, âletlerimi içeri sokmaya müsaade ettiler Elhamdülillah, böylece, Risale-i Nur'lara cüz'i de olsa hizmet etmiş oldum. "Biz Üstad Hazretleri ile çoğu zaman görüşsek de, diğer talebeleri gibi çoğu hallerine muttali olmamız mümkün değildi. Şiddetli soğuklarda sobasız odada bulundurmak, öldürücü zehirler vermek gibi durumlara zaman zaman vâkıf olurduk. Üstadı ızdırap içinde gördüm. Kim bilir, hangi eza ve cefanın hemen peşi sıra idi? Acip bir gün ve acip bir kış. Semâda bir homurdanma vardı sanki. Herkes bu hali hissetmişti. Sabah olunca bahçede dalga dalga lekeler. Adeta kan rengi. Karı enine doğru incelediğimizde sabaha kadar hep böyle yağdığını, lekelerin üzerini kaplayıp; daha sonra tekrar tekrar lekeler meydana gelmiş olduğunu hepimiz müşahade ettik."

NURETTİN CAN 1930'da Afyon'da doğdu. Afyon'da bulunduğu yıllarda muhtelif defalar Bediüzzaman'ı ziyaret etti. "Akşamla söylerdi"

yatsı

arasını

ibadetle

geçirmemizi

O zamanlar terzilikle meşguldüm. Mesleğimle gerek Üstada ve gerekse talebelerine yardımcı olmaya çalışıyordum. Yardımım Mehmed Çalışkan Amca vasıtasıyla olurdu. 1955'de askerden döndüm. askerde iken risalelere karşı sevgim artmıştı. Avrupa fört şapkayı giymiş, eski adliyenin önünden geçiyordum. Bir tanıdık bana seslendi: 'Nureddin! Nureddin! Taksinin içindekini gördün mü?' 'Görmedim' dedim. 'Git de bak' dedi. Gittim,baktım. Bediüzzaman Hazretleri arabada idi. Şapkayı saklayarak ellerini öptüm. Risaleleri okuyup okumadığımı sordu. Okuduğumu söyledim. Bir müddet sonra Emirdağ'a ziyaretlerine gittim. İçeriye kimseyi almadığını söylediler. Ceylân ve Zübeyr Ağabeylerle görüştüğümüzü söyledim. Bu arada içerden

haber geldi: "Biz onu kardeşliğe ve talebeliğe kabul ettik, eserleri okusun." Ağabeyler gelip gittikçe bizim dükkâna uğrarlardı. Üstad devamlı olarak bizden eserleri okumamızı isterdi. Konuşmaları gayet kısa olurdu. Vefatından önce Afyon'da üç gün misafir ettik. Bedriye Eskicuma Anneden çorba gelirdi. Onun çorbasını çok severdi. O sırada kendileri çok rahatsızdı. Üstadın bize sık sık yaptığı bir tavsiyesi vardı ki, onu hiç unutamam. Akşam ile yatsı arasında kat'iyyen boş durmamamızı, ibadetle ve eserleri okuyarak geçirmemizi söylerdi. Üstad Hazretleri burada iken, polisle veya adliye ile bir münasebetim olmadı. Ancak Üstad buradan ayrıldıktan sonra bir ihbar üzerine polisler evi ve dükkânı aradılar. Kitapları aldılar ve beni desiyasî suçlu olarak içeriye attılar. Afyon'da hiçbir avukat benim dâvâyı almaya cesaret edemedi. Allah ebeden razı olsun. Bekir Berk Ağabey, Hızır gibi imdada yetişti ve on yedi günlük bir mevkufiyetten sonra beraat ettik. "Bu arada, Üstad Hazretlerinin gözlerinin de çok muhteşem olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Ben şahsen gözlerine bakmaz, baktığımda ise müthiş bir

şekilde heyecanlanırdım."

RİFAT FİLİZER 1923 Konya'da dünyaya geldi, 1948'de Afyon Hapishanesinde Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte yatmıştır. 1993 Ağustos'unda rahmet-i Rahmana erdi. Hatıra ve intibalarını kendi ifadeleriyle takdim ediyoruz. Anne tarafından Peygamberimizin (a.s.m) sülâlesine mensubum, Âl-i beytten bir grup Horasan'a gitmiş. Orada da ayrılan bir grup Irak'ın Kerkük vilâyetine yerleşmiş. Bunlardan bir kısmı da o zaman Rum diyarı tâbir edilen Anadoluya gelerek, Anadolunun İslâmlaşmasında büyük hizmetler ifâ etmiş. İşte benim neslim, Kerkük'ten gelip Konya'nın Bozkır ilçesine yerleşenlere dayanır. Halen Kerkük'te de akrabalarımız vardır. Dedem Muhammed Kudsî Efendi Konya'dan kalkıp, 60 gün kadar yol yürüdükten sonra Şam'a vâsıl olmuş ve Hicrî 12. asrın müceddidi Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî ile görüşerek, Anadolu halifeliğini almış. Tekrar memleketine dönerek irşad hizmetine devam etmiş. Muhammed Kudsî Hazretlerinin en büyük oğlu ve birinci halifesi Muhammed Bahaeddin'dir. Baheddin'in üç

oğlu olmuştur. l. Zeynelâbidin (Medîne'de medfundur.) 2. Rifat (Konya'da medfundur) 3. Ahmed Ziya (Mekke-i Mükerremede medfundur.) Rifat Efendinin en büyük kızı olan Ayşe Sıddıka'nın en büyük oğluyum. Babam Mahmud Efendi ve amcam Ziya Efendi Islah-ı Medârisde tahsil görmüştür. 1924'den 1942 yılına kadar hayatım çok çalkantılı geçti. Babam küçük yaşta vefat ettiği için, tahsil ve terbiyemle babamın arkadaşlarından Veyiszade Mustafa Kurucu Efendi alâkadar oldu. İmam şuurunu Pîrî Mehmed Paşa Camiinde bu hocadan aldığım feyizlerle kazandım. 1942 senesine kadar, cemiyetin içinde bulunan birtakım menfi cereyanlara hocam merhumun ikazları sayesinde kapılmadım. Daha önceleri Bediüzzaman Said Nursî ismini işitiyordum. Ancak yakînen alâka duymam lise çağlarında iken oldu. Bu alâkamın inkişafında Ziya Arun ile Mehdî Halıcı'nın mühim tesirleri oldu. 1942 yılında Sabri Halıcı vasıtasıyla Üstada bir mektup göndermiştim. Üstad mektubu alınca beni talebeliğe kabul ettiğini söylemiş. Bu esnada Gençlik Rehberi ile birlikte bazı risaleleri okumuş, çevreme de tanıtmaya çalışıyordum. Risaleleri

okudukça içimdeki îman çekirdeğinin inkişaf ettiğini hissediyordum. Üstad ve Risale-i Nur ile karşılaştığımda bir ön tetkik ihtiyacı hissetmedim. Çünkü bu eserlerle karşılaşır karşılaşmaz, aradığım İslâm ruhu taşıdığını gördüm. Çevreme Risale-i Nur'u ve Üstadı tanıtmak için devamlı bir gayret içinde idim. Mesaimi daha ziyade gençler üzerinde teksif etmiştim. Bu arada Pîrî Mehmed Paşa Camiine devam eden ve PTT nin telgraf bölümünde çalışın Ermenekli Zübeyir Gündüzalp ile karşılaştım. Kendisi ile altı aya yakın meşgul oldum. Çevrede her sahadaki bilgisi ve kültürü ile temayüz etmiş olan Zübeyir Gündüzalp Risale-i Nur'u tanımış oldu. Bu hizmete vesile olmaktan dolayı kendimi gerçekten bahtiyar hissederim. Üstadı ilk görüşüm. 1947 yılına kadar bu nevi hizmetlerim devam etti. 1947 yılında asker olarak Ankara'ya gittim. 1948 yılında, askerlik vazifem devam ettiği sırada, bir mektupta ismimin yeralması üzerine, görevli olduğum birliğe gelinerek, çantam ve karyolam aranmış, Risaleler ve Kur'ân-ı Kerîm bulunmuştu. Gece saat 3 civarında polisler beni alarak l. Şubeye getirdiler. İfadeden sonra bana 'Nurcu olmadığını söyle, serbest bırakalım' dediler. Nurculuğu reddedemeyeceğimi söyleyince beni kıt'ama iade ettiler. Dokuz gün kıt'ada mahpus kaldım. Sonra Ayaş'ta bir alaya götürdüler. Orada iki ay kaldım. İki ay sonra alay

karargâhına çağırtılarak, iki jandarma nezaretinde önce Ayaş'tan Ankara'ya, sonra da Ankara'dan Afyon'a götürüldüm. 23 Nisan 1948 'de Afyon'a indik. Doğruca Afyon hapishanesine götürüldüm ve 2. koğuşa yerleştirildim. Orada A. Feyzi Kul ile birlikte altı ay kaldım. A. Feyzi Kul bana Üstadın yerini tarif etti. Bir teneffüs esnasında, bahçeden, eserlerini tanıyışımdan altı sene sonra Üstadı görmek nasip oldu. Karşılıklı selâmlaştık. Afyon hapishanesinde Nur talebeleri benimle birlikte 19 kişi olmuştu. Üstad bu rakam üzerine 'Fesübhânallah! Afyon hapsinde bu 19 rakamı İsm-i Âzama tevafuk etti' buyurdular. Üstadın bulunduğu koğuşun karşısında bir koğuş daha vardı. Orada da İstanbul ve Çanakkale boğazlarının haritalarını Ruslara veren komünist bir mahkûm bulunuyordu. Gariptir ki, Üstada onca zulmü yapan hapishane idaresi bu mahkûma karşı gayet müsamahakâr davranıyordu. Bir refakatçi nezaretinde, istediği zaman şehre çıkıp gezebiliyordu. Diğer taraftan da, yaşlı ve hasta Bediüzzaman'a her türlü merhametsizce muamele lâyık görülüyor, hava almak için pencere kenarına bile yaklaştırılmıyordu. Hapishanenin suyu alt katta olduğu için çoğu zaman Üstadı susuz bırakıyorlardı. Bütün bu muamelelere karşı, Üstad sabırlı mukabele ediyor, beddua dahi etmiyordu. "Üstada hizmetle vazifelendiriliyorum"

Hapishane idarecileri, defalarca müracaattan sonra, benim, Üstadın hizmetlerini görmeme müsaade ettiler. Her gün ikindiden sonra yanına çıkar, hizmetini yapar ve sularını getirirdim. Bu hizmetlerim esnasında sayısız iltifatlarına mazhar oldum. İki mühim sözünü hiç unutamam. Birincisi şudur; 'Rifat, seni yirmi ferik, üç miralay olarak kabul ediyorum. ' İkinci de şu idi: 'Rifat, üstadlarım devamlı olarak (şehadet parmağını uzatarak) 'Bu çocukla meşgul ol' diye üzerinde durdular. Bunun sırrını anlayamadım. Şimdi senden soruyorum, sen kimlerdensin?' demesi üzerine ben de, 'Üstadım, Konya Ayân azasi Zeynelâbidin'in kardeşinin torunuyum' deyince, 'Fesübhânallah, demek üstadlarımın beni ikaz etmelerindeki sebep buymuş. Demek ki onlar seni bana teslim etmişler' buyurmuşlardı. Bu altı ay zarfında müteaddit defalar mahkemeye çıktık. Hapishanede çok azılı katiller vardı. Nur'lardan aldıkları dersler sayesinde çoğu ıslah-ı hal etti. "O büyük bir mücahittir ve tektir" Üstadı, Emirdağ ve Isparta'da kaldığı zamanlar sık sık ziyaret ettim. 1957 senesinde Aziziye Camiinde Said Gecegezen'le tanıştım. O da küçük bir Zübeyir oldu. Ahmed Gümüş'ün de yetişmesine vesile oldum. Bu meyanda birçok kimselere Üstadı ve Risale-i Nur'u tanıttım. Konya'da Üstadı çok iyi bilenlerden birisi de Ali Ulvi

Kurucu'nun amcası, Hoca Veyiszade Mustafa Kurucu'dur. Üstadımızhakkında şöyle derdi: 'O büyük bir mücahittir ve tektir, bizler post adaylarıyız. Post üzerinde oturur, tesbih çekeriz. Ben yarım saat hapishane hayatına dayanamıyorum. O vazife yalnız ona münhasırdır.' Üstadımız da Hoca Veyiszade hakkında, 'Ben o muhteremi tanıyorum. Mânen benim yardımcılarımdandır. Bana çok dua etsin. Ona çok çok selâmımı götürün' demişti. "Abdülmecid Ünlükul'la münasebetim" Üstadımızın kardeşi Abdülmecid Ünlükul'la da münasebetlerim olmuştur.. Risale-i Nur Külliyatından Mesnevi-i Nuriye'nin Arapçadan Türkçeye çevrilmesi benim ricam ve Üstadımızın emir buyurmaları neticesi, yine hocamız Abdülmecit tarafından icrâ edildi. 1959 yılı sonlarında, Üstad Konya'ya teşrif etti ve Mevlâna Meydanına indi. Öğle namazını Selimiye Camiinde eda ettiler. O gün Konya tarihî bir gün yaşıyordu. Öğle namazından sonra Üstad Mevlânâ'yı ziyaret etmek istedi. İç kapıdan girip, bir iki adım attıktan sonra durdu ve ellerini açarak dua etti. Daha sonra kardeşi abdülmecid Efendiyi ziyaret etmek istedi. Ancak polislerin mâni olması üzerine, kardeşi ile ancak kapıda ayak üstü görüşebildiler. Daha sonra Konya'dan ayrıldı. "Allah gani gani rahmet eylesin."

AHMET HİKMET GÖNEN 1912'de Afyon'da doğdu. 1937'de Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi, Isparta ve Mardin'de hakimlik yaptı. 1946'da avukatlığa başladı. 1948'de Afyon'da Bediüzzaman'ın avukatlığını yaptı. Çeşitli dâvâlarıyla meşgul oldu. Yıl, 1948. Afyon'da bir mahalle vardı, adı: "Nurcu Mahallesi." İşte böyle bir beldede Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri "Nurculuk" suçundan tevkif edilip Ağır Ceza Mahkemesine verilmişti. Çeşitli avukatlar, bu arada Afyon avukatlarından Ahmet Hikmet Gönen, Bediüzzaman'ın ve Nur talebelerinin avukatlığını üstlendi. A.H. Gönen Bediüzzaman'la alâkalı tesbit ve hatıralarını şöyle anlatmaktadır: "Ben Allah rızası için çalışıyorum" Bediüzzaman Emirdağ'dan Afyon'a getirildi. Kendisini

daha evvelinden ziyaret edip görmek istediğim halde, maalesef imkân bulamamıştım. Afyon'a geldiğinin haberini amcazâdem Mehmet Erkoşar'dan öğrenince Adliyeye gittim. Saat on ikide umumî kapıdan içeri girerken, Bediüzzaman sorgu hakimliğinden çıkıyordu. Beni gördü, bana doğru yöneldi. Ben de ona doğru gidiyordum: Hoş geldiniz" dedim. Sen kimsin" dedi "Ben avukat Ahmet Hikmet Gönen." Oooo, çok güzel, isabet oldu. Benim vekâletimi sen deruhte et" dedi. "Hay hay efendim." "Tamam," dedi. "Benim hakkımda açtıkları dâvâ yersizdir. Bu dâvâyı açtıkları için haksızlık yaptılar. Ama biz muvaffak olacağız. Teşekkür ederim. Otele gel, görüşürüz." Hay hay efendim." deyip kısaca ayak üstü görüştük. Otele gittim. Ankara Palas Oteliydi. Orada, Ben Allah rızası için çalışıyorum. Benim zikrim, fikrim Allah'tır. Benim talebelerim de Allah yolunda, din, iman yolundadır. Başka bir maksadımız yoktur. Binaenaleyh, bu dâvâ yersizdir. Siz benim vekâletimi yapın" dedi. Pekâlâ efendim" dedim. Tam 24 kişinin vekâletini aldık. Sonra dâvâ açıldı.

Tevfik ettiler. 24 kişiyi içeri aldılar. Kendisi de mevkuf idi. "Ne kadar talebeniz var?" Bilâhare muhakeme sırasında bazı olaylar cereyan etti. Mübarek Ramazan ayındaydık. Millet dinlemeye gelmişti. Bediüzzaman'a soruyorlardı: "Ne kadar talebeniz var?" "Bilmiyor musunuz?" "Bir de siz söyleyiniz?" "Çok," dedi, "binlerce." Mahkeme seyri sırasında boğazına birşey takılmış olacak ki, hemen soluna, pencereye doğru "Tuh' diye tükürdü. Müdde-i umumî (savcı), Hakaret ediyorsun" dedi. Niye hakaret edeyim? Ben boğazıma birşey takıldı' dedi.

size

cevap verirken

Bediüzzaman'ı tekrar tekrar mahkemeye verilmesinin sebebi, 'Cumhuriyete aykırı hareket ediyor' demeleridir. Bu bahane ile mahkemelerde süründürdüler. Halbuki Bediüzzaman ömrü boyunca cumhuriyet düşüncesine ters düşmemiştir. Nur talebelerinin müdafaaları Maznunları her birisi şifahî olarak birer müdafaada

bulundular. Ayrıca istida da yazmışlar Onların müdafaalarını bir dinlemenizi isterdim. İnanır mısınız, en hafif müdafaa yapacak beklediklerimizin müdafaası şâhane oluyordu. Tam sekiz buçuk saat müdafaa oldu. Hele Ahmet Feyzi Kul'un müdafaası bir başka idi. Onun için Bediüzzaman 'Nur'un avukatı Ahmed Feyzi Kul' derdi. Demek ki, Nur'un avukatı Ahmet Feyzi imiş. Biz usul bakımından ise vekil idik. Ama asıl vekil, ilmî ve meslekî bakımdan vekili olan talebeleriydi. "Nur'un asıl avukatı" 1952'de amcazadem Mehmed Erkoşar'ın bir yakını vefat etmişti. Üzgün bir halde yanıma geldi. Dedim: Gel seni Hoca Efendiye götüreyim.' O zaman İstanbul Fatih'deydi. Reşadiye Otelinde kalıyordu. Ahmet Feyzi ile karşılaştık. Beraberce ziyarete gittik. İçeriye girince, Ooo, ben bir tane Ahmet beklerken Allah iki tane verdi' dedi. O zaman bana Ahmet Feyzi'yi göstererek, Nur'un asıl avukatı budur' dedi. Ahmet Feyzi'nin müdafaası bir başka oluyordu. Uzun uzun müdafaa ediyordu. Mahkemede savcı baş ağrısı geçirmiş, bir-iki defa aspirin almıştı. Mahkeme başkanı çok halim-selim adamdı. Sağ elini çenesinin altına koyarak konuşulanları dinliyordu. Sağ eli yorulunca sol elini çenesinin altına koyarak bütün müdafaaları dinledi. Sabah onda başladık, öğle bıraktık.

Öğleden sonra l:30'dan akşama kadar müdafaa devam etti. Benim müdafaam bir saat on dakika kadar sürdü. Nur talebeleri doğrudan doğruya bir cemiyet değil, sadece bir cemaat idi. Bu cemaat arasında o kadar muhabbet vardı ki, bir kardeş gibi geçiniyorlardı. Demek oluyor ki, Nur talebeleri İslâmın kardeşlik esasını da hakkıyla paylaşıyorlardı. Ahmet Feyzi'nin müdafaası Ahmet Feyzi müdafaasına devam ediyordu. Bir ara, müdafaası bitti zannettik. Sonra birkaç saat daha müdafaada bulundu. Hep müdafaasını yapıyordu. Elindeki kâğıtlar bitince, biz müdafaası bitti zannediyorduk. Bir de baktık ki, öteki cebinden başka bir kâğıt çıkarttı. Hem de defter kâğıdına yazmıştı. Ahmet Feyzi o gün öyle bir ders verdi ki, çok ibret almıştık. Ertesi gün ise, çıktığımız zaman hava kararmıştı. Avukat arkadaşlar Dün ne oldu? izah et" dediler. Ben fazla izah etmeyeceğim. Kısa söylüyorum. Biz dün iman deryasına girdik ve çıktık, anladınız mı?" dedim. Bizim çok hatıralarımız var. Fakat meslekî ve adlî hayatımda unutamadığım tek hatıram budur.

Sonra arkadaşlar dâvâyı kaç liraya aldığımı sordular. Çok paraya' dedim. Halbuki para falan yoktu, Allah rızası için almıştık. Tehditler O zamanlar bize çok gözdağı verdiler. Dâvâyı bırakmamı söylediler. Ayrıca hususî olarak tehdit ettiler. Birkaç kişiyle beraber gelip, tehdit ettiler. Hattâ onlardan birisi bizim büroya hiç gelmezdi. Bir kış günü, bir de baktık ki, bu adam odamıza geldi. 'Bu adam hiç gelmezdi odamıza' dedim. Ben hemen 'Hoş geldin' deyip yer gösterdim. Bediüzzaman ve arkadaşlarının müdafaasına, galiba bir hafta kaldı' diye sordu. Evet' dedim. Benim eğer yetkim olsa, onu müdafaa eden avukatları keserdim' dedi. Biz iki kişiydik. Diğer arkadaş da Halil Hilmi Bozcalı idi. Bu arkadaş Afyon'un en ünlü avukatlarındandı. O 'Keserim' diyen adam, sözünü tekrarladı: "Evvelâ müdafaa yapan avukatları asmalı." Biz bir-iki cevap verdikten sonra, Bu kadar niye duruyorsunuz bu mesele üzerinde?" dedik.

Efendim,' dedi 'Sen de mi mürtecisin?' "Ne mürtecisi? Ne irticası?" "Görmedin mi Bayramda? Hem bu sene Arapça serbest bırakıldı diye, iyice azıttılar. Nasıl da içten içe tekbir alıyorlardı. Ramazan Bayramında görmedin mi içten tekbir almalarını? Yoksa sen yok muydun?" "Evet, ben de vardım." "Bu.' dedi. 'İrtica yoludur." Sabrım taşmıştı: Yooooo, din yolunda, dinin senede iki defa gelen Bayramında müsaade edilmiş tekbirleri, özellikle içten tekbir almayı, siz irtica mı sayıyorsunuz? Eğer irticaysa, ben mürtecilerin de mürtecisiyim. Şimdi sen beni tehdit ediyorsun. Ben vazife almışım.Biz canilerin vekâletini de alıyoruz hepimiz aynı durumdayız. Bu dâvânın mânevî tarafı da var. Şimdi ben doğrudan doğruya vazifemi ifa ediyorum. Ya emr-i Hak vâki olur, müdafaaya giremem. Yahut da bu dâvâyı mümkün olduğu kadarıyla müdafaa edeceğim. Ondan sonra isterseniz beni asın. Hem ipimi kendim boğazıma koyarım. Var mı başka diyeceğiniz' deyip, kapıyı çarpıp, dışarı çıktım. Hamdolsun, hiç kimse birşey diyemedi. Mahkemeden sonra onlara şunu dedim: "Nasıl, nasıl? İşte böyle olur mahkeme? Dinî cemiyet kurmak, cumhuriyet rejimine muhalefet, derken netice ne

oldu? Bunların ne gizli teşkilâtları var, ne de toplantı ve kararları, Bunlar Allah'ın yolunda yürüyenleri irşad etmek arzusuna mâtuf hareketlerde bulunmuşlardı." "Ben bu kitapları okuyarak din, iman yolunu öğrendim" Hoca Efendinin kitaplarını okuyorsun, onu müdafaa ediyorsun' diye birisini içeri atmışlar. O zât da müdafaada, Şimdi benim suçum bu kitapları okumaktan ibaret. Ben gencim, bekârım. Yalnız başıma oturuyorum. Afyon'da içkiye düşkün olabilirdim veya başka bir felâkete gidebilirdim. Ama bu zâtın kitaplarını okuduktan sonra, artık o yollara gitmenin imkânı kalmadı. Ben bu kitaplarda din, iman yolunu öğrendim. Bu kitaplara devam ederek bu kötü yollardan ayrıldım. Ben bu zata nasıl bağlanmayayım? Hayatımı borçluyum' diyerek müdafaada bulundu. Buna mukabil mahkeme ona ne verdi? Ne diyebildi? Birşey diyemedi. "Eserlerde suç unsuru bulunamıyordu." Ben o zamanlarda dâvâ ile ilgili evrakları Bekir Berk Beye vermiştim. Kırk beş sahifelik bir rapor vardı. Diyanet İşlerinin raporu vardı. Külliyatın hemen her eseri için bilirkişilerin tetkik neticesinde kanaatlarını ihtiva eden bir kaç satırlık notları vardı. Ama dikkatinizi çekerim, hiçbirisinde suç vasfını haiz eden en küçük bir ize

rastlanmamıştı. 'Bu eserin )95'i dinî, ilmî, ahlâkî, içtimaî ve insanî mevzulardır ) 5'i u ise şahsı fikirlerden ibarettir' deniyordu. Zaman zaman hapishaneye gider, Üstadı ziyarette bulunurdum. Bir sefer ki, ziyaretimde harareti 40 dereceye kadar çıkmıştı. Böylesi bir halde bile, yine telif, tashih işiyle meşguldü. Talebeleri yanında idi. Zaten kendileri de çok hastalık çekmişti. "Müdafaayı hazırlarken Ali eserlerinden istifade ediyordum"

Fuat

Başgil'in

Temyiz Mahkemesindeki müdafaayı Ali Fuat Başgil'in eserlerinden de istifade ederek hazırladım. Karar, altı noktadan bozuldu. Müdafaa esnasında hazırladığım eserlere bu meseleleri havale ediyordum. Reis havale ihtiyacı bırakmamak için, eserleri getirtti. Gelen evrakları inceledi. Sonra müdafaaya devam ettik. "Halkın arasında sıkılıyorum" Bediüzzaman Hazretlerine bir götürdüğümde bana şunları demişti:

defasında

hediye

"Halkın bana gösterdiği alâkadan sıkılıyorum. Ben de bu milletin bir vatandaşıyım. Hem ben sıkılıyorum. Hem de idarenin gözünde başka manalar aranıyor. Ben de üzülüyorum." "Savcı namaza mani olmak istemişti Namaz vakti girdiğinde müsaade isteyen Bediüzzaman'a

savcı hemen, Olmaz efendim, usule aykırı' diyerek homurdandı. Ben yerimde duramadım: Ne usulü?' dedim, 'Sizden usül hakkında birşey istenmiyor. Sizden Allah'ın yolundan ayrılmama gayretinde olan bir şahıs, bu yoldan ayrılacağından endişe edip, beş dakika müsaade istedi." Hakim izin verdi. Bediüzzaman Hazretleri dışarı çıkıp namazını kıldı. Mahkemede ceza hakimi bana şöyle demişti. "Ben, bundan yirmi beş sene evvel İstanbul'da talebe iken Bediüzzaman'ı duymuştum. 'Doğudan bir âlim geldi' dediler. Her sorulan soruya cevap veriyormuş. Bir gün bir kalabalık gördüm. 'Ne oluyor?' diye sorduğumda, 'Bediüzzaman gidiyor' dediler. Ben de yaklaştım. Tam bir şarklı kıyafetinde idi. Belinde hançeri vardı. Genç idi. İlmine o kadar güveniyordu ki, kapısının üstüne 'Her soruya cevap verilir' levhası astırmıştı." Afyon Ağır Ceza Reisi Tevfik Önem izne ayrılmıştı. Kendisi muhterem bir adamdı. Onun yerine bir hakim vekâlet ediyordu. Mahkemede kalan kitapların alınması için müdafaada bulunmuştum. Hakim Ali Bayram kızdı. Bütün Nur talebelerinin tevkifi için emir verdi. Çok heyecanlanmıştım. Yerimden fırlayıp,"Durun, Allah aşkına,

durun, durun. Bu karda, kışta, Bayramdan etmeyin bu kadar insanı. Bir de bunların muhafazası için o kadar asker gerekecek, yazıktır. Mahkemenin iptalini rica ediyorum' dedim. Bu çok heyecanlı konuşmanın ardından arkadaşlar gidip yüzümü yıkamamı söylediler. Aynada rengimin bembeyaz olduğunu gördüm. Netice olarak şunu ifade edeyim ki: Bediüzzaman denilince aklıma, Bediüzzaman için açılan mahkemelerin yersizliği gelir. Ne kadar çektirmişlerdi? Allah yolunda ilim yapmış bir şahıs bu yolun mensuplarını yetiştirmek için gayret sarfetmiştir. Gençliğin perişaniyetini görmüş ve gençliğe hitap etmiş; insanlığa hitap etmiş; vatan için, din için çalışıp ömrünü bu ulvî gayelerle geçirmiştir. Bediüzzaman tamamen mânevî yolda çalışmış bir şahsiyettir. 'Sen bu yolda çalışıyorsun' diye rahatsız etmişlerdi. Halbuki Anayasamızda 'Kimse dinî duygularından dolayı kınanamaz' denmektedir. Bediüzzamana bunca yapılan tahdit, tehdit eziyetlerden sonra, ona açılan dâvâların yersiz olduğunu anladım. Büyük adamdı. Din için çekti. Allah için çekti. Allah gani gani rahmet eylesin. "Bir kabristanın yanından geçerken, Fatiha okursam, muhakkak Bediüzzaman için de okurum."

Bir not On Dördüncü Şua"da geçen "Başbakanlığa, Adliye Başkanlığına, Dahiliye Bakanlığına" diye başlayan dilekçeyi ve sonundaki "Bir tek gayem vardır" şeklindeki parçayı 1948 senesinde Bediüzzaman'ın avukatı Ahmet Hikmet Gönen kaleme almıştır. Bediüzzaman bu parçayı beğenip takdir etmiş, altına kendi imzasının atılmasını memnuniyetle kabul etmiştir.

OSMAN TOPRAK 1914'de Eskişehir'de doğdu, Yalaman Camiinde uzun yıllar imamlık yaptı. 1948'de Afyon hapsinde Bediüzzaman'la birlitte iki ay hapis yattı. Eskişehir Yalaman Camii yanında, emekli imam, nur gibi, ruh gibi, melek gibi, Osman Toprak'ı dinlemekteyiz. O kadar rahat, tatlı ve içten, tekellüfsüz anlatıyor ki, insanı bir anda kara ve karanlık dünyadan alıp, ötelere, ebedlerin nurlu âlemlerini götürüyor. Kendileri aslen evlâd-ı fatihandan. Anne ve babası Silistreli. Şahidi olduğu aziz günleri şöyle dillendiriyor: Camide Nurları arıyorlardı 1948'de Ankara'dan yazılan bir mektupta 'Yalaman Camii imamında Nur'lar var' şeklinde olan cümleyi Kalabak Camii şeklinde okumuşlar. Devamlı Kalabak Camiini arıyorlar. Daha sonra bir kâtip 'Bu kelime Kalabak değil. Yalaman'dır' diye mektubu doğru dürüst okumuş. Çeşitli kıyafette ve şekilde polisler gelerek camiin etrafında

dolaşmaya başladılar. İki kişi camiye ayakkabı ile girdi. Orada bulunan Nur'larla alâkalı mektubu beş-altı memur görmedi. Sözler'i ve Mektubat'ı görerek hemen aldılar. O gün beni öğlen on ikiden akşam dokuza kadar karakolda ayakta beklettiler. Sonra kelepçelenerek iki jandarma nezaretinde Afyon hapsine doğru yola çıktık. Eskişehir'de Abdullah Efendi isminde âlim bir zâtın 'Bediüzzaman kimdir?' sualine cevap veren fevkalâde bir yazısı vardı. Bu yazı Hasan Çalışkan'da kalmıştı. Afyon hapsinde Üstad bize şöyle buyurdu: * 'Eskişehir'den Abdullah Efendiyi( ) ve diğerlerini tevkif edip getireceklerdi. Fakat Eskişehir namına sen geldin.' "Tahiri Mutlu'nun mânevi makamı" Afyon hapsinde tam altmış dört gün mevkuf kaldım. Bu mevkufiyetim merhum Tahirî Mutlu'nun koğuşunda geçti. Hapiste Üstadla devamlı görüşmelerimiz olurdu. Üstad bana bir gün şöyle buyurdu: 'Onlar seni başka bir koğuşa koyacaklardı. Ben seni Tahirî'nin yanına verdim. Beni altı koğuş gezdirmişlerdi, sonunda Tahirî'nin koğuşunda kaldım.' Üstad, merhum Tahirî Mutlu için şöyle diyordu: 'Tahiri'nin öyle bir derecesi var ki, manevî sahadaki derecelerinden birisini görse dünyayı terk eder. Bunu kendisine söyleme. Tahirî dolu testidir, artık su almaz. Eğer bu durumu kendisi bilseydi dünyada harcardı. Bu mânevi

varlığı âhirette ümmet-i Muhammede faydası olacak' diye anlatmıştı. Emirdağ'ına Hacı Şükrü ile birlikte Üstadın ziyaretine çok giderdik. Bir gün Emirdağ'ında bir bahçede idi, 'Fesübhanallah, niye geldiniz?' deyince 'Biz de sizi görmek istedik' dedik. 'Sıkıntılı bir zamanda niye geldiniz? Bu gelişiniz onların gözünü korkutmuştur' diye tebessüm ederek bize üzüm ikram etti, sonra ayrıldık. Afyon mahkemesinden sonra Üstadla beraber çıktık. Sivil bir polis beni sıkıştırdı. Bunu Üstada söyledim. Üstad 'Bunların hepsi benim kardaşımdır, hakkımı helâl ediyorum' dedi. Üstadın abdest alışı Eskişehir Yıldız Otelinde bir gün abdest suyunu ben döktüm, üç seferinde de avucunu iyice dolduruyordu. afyon'da ikindi namazı için bir yere gitmiştik. Çalışkanlar da vardı. 'Üst tarafta ben namaz kılacağım, bizim meşrebimize böyle uygundur, siz aşağıda kalın' demişti. 1951'de Üstad Eskişehir'in Yıldız Otelinde ziyaretçisi olan bir mühendise ders veriyordu. Daha sonra mühendis, 'Hayatımda böyle bir mühendis görmedim' diye hislerini dile getirdi. "Bir gün Üstada börek yapıp götürmüştüm. 'Kimse görmesin, yoksa göz hakkı kalır' dedi. Abdullah Çalışkan'la bana on kuruş göndererek, 'Bunu almazsa boğazımdan

geçmez' dedi."

İBRAHİM ARMAN Afyonlu İbrahim Arman 1944 yılında Ankara Hukuk Fakültesinde okurken hocasını öldürdüğü için hapse girdi. 1950 Menderes döneminde çıkarılan afla idamdan kurtuldu. 60 ihtilâlinin akabinde çıkarılan bir afla da serbest bırakılan Arman, yaklaşık 17 sene hapiste yattı. 1948 senesinde Afyon hapsinde Bediüzzaman hazretleriyle görüşme şerefine nail oldu. Üstadı Afyon hapishanesine göndermişlerdi. Ben de orada idim. Savcı, beni seviyordu. Üstad için, 'Bunu bir kişilik bir odaya kapayacağız' dedi. Ben de 'Peki' dedim. Hocayı bir kişilik bir odaya kapattılar, anahtarlarını da bana verdiler. Hocanın yemeğini ben veriyordum. 'Bunun odasına kitap, kalem, kâğıt ve ziyaretçi sokmayacaksın' dediler. 'Olur' dedim. Kendisine götürdüğüm ekmekleri belki yetmiş parçaya bölüyor, birazını kendine alıyor, geri kalanını da 'İbrahim kardeşim bunları talebelerime götür' diyordu. Ben bu duruma çok hayret ediyordum. Mahkeme zamanı geldiğinden bir gün önce beni yanına

çağırarak, 'Bugün avluda dolaşırken duvar diplerinde gezinme' dedi. Ben merak etmiştim. Fakat kendisine nedenini sormadım. Said Nursi ve talebeleri mahkeme saati geldiğinde mahkemeye gittiler. Onlar hapishaneden ayrıldıktan sonra bir zelzele oldu. Avluda gezinen birkaç kişinin saçaklardan düşen kiremitlerle yaralandığını gördüm. "Burası mescid mi?" Öğle vakti geldiğinde-bunu mahkemeye gidenler anlatıyor-Hüsrev Altınbaşak mahkeme koridorunda ezan okuyor. Hâkim ve savcı 'Burası mescit mi yahu?' diyerek kızgınlıklarını belirtiyorlar. Bediüzzaman bu sözlere aldırmadan talebelerinin önüne geçerek onlara namaz kıldırıyor. Aradan birkaç gün geçtiğinde Afyon'un zenginlerinden Tuzcu Avni isminde bir arkadaş Bediüzzaman'a bir yün yatak, bir yün yorgan ve bir tane de halı gönderdi. Ben kendisine bunu söylediğimde, Bediüzzaman, 'Sağolsun, ben hediye kabul etmediğim için bu hediyelerini kabul edemeyeceğim' dedi. "Savcı Üstadın elini öptü" Said Nursi'nin sırtında beyaz bir cübbesi vardı. Yorganı da, yatağı da o idi. Koğuşta tek başına kalıyordu. Savcının tenbihi üzerine kâğıt, kalem veremiyordum.

Günlerden Ramazan Bayramıydı. Savcıyla Müdür Otpazar Camiine bayram namazı kılmak için gitmişlerdi. Camiye vardıklarında bakıyorlar ki, Bediüzzaman en ön safta oturuyor. Namazdan sonra kapının iki tarafına durarak Hocayı beklemeye başlıyorlar. Nihayet herkes çıkıyor, fakat bir türlü Bediüzzaman'ı kapıdan çıkarken göremiyorlar. en son camiin imamı çıkarken soruyorlar, içeride başka kimse var mı diye. İmam, içeride hiç kimsenin olmadığını söylüyor. Bu şaşkınlık üzerine ikisi de cezaevine geliyorlar. O sıra ben yatıyordum. Gardiyan, 'Koş İbrahim seni Savcıyla Müdür çağırıyor' dedi. Ben koşa koşa gittim, Hocanın kapısı önünde beni bekliyorlarmış. Bana kızgın kızgın 'Aç şu kapıyı' dediler. Kapıyı açtım, Bediüzzaman, elinde tesbih cübbesini önüne almış oturuyordu. Bana kızan Savcı önce gitti elini öptü, arkasından da müdür elini öptü. Ondan sonra müdür bana 'Hocaya herşey serbest, ziyaretine gelenleri yanına al' dedi. "Ben şaşırmıştım, fakat bunun nedenini müdüre bir türlü soramadım. Çünkü herşeyi yasak ettikleri bir adama, birden herşeyi serbest etmeleri beni bir hayli düşündürdü. Aradan birkaç gün geçmişti, ben müdüre bunun hikmetini sordum. Müdür bana, 'Kardeşim, biz onu bayram namazında camide gördük. Fakat buraya geldiğimizde onu koğuşunda bulduk. İşte bu yüzden ona hürmet etmeye başladık' dedi. (Müdürün adı, Uşaklı Mehmet Bey)"

*** Bisküvi bereketi Said Nursi'nin odasında devamlı yanında taşıdığı bir sepeti vardı. Sepetinde bir kiloya yakın bisküvi vardı. Bayramda gelenlere sepetin içine bakmadan herkese bisküvi ikram ederdi. Aylarca o sepetteki bisküvi bitmedi. Yiyeceği ekmeğin bir kısmını yer, geri kalanını da yanına gelen kuşlara ve farelere verirdi. Çok az ekmek ve birkaç tane zeytinle iktifa ederdi. Dışarıdan çok güzel yemekler gönderirlerdi, ama o bunların hiçbirini kabul etmezdi. Kesinlikle hediye namına hiç birşey kabul etmezdi. Kıyafeti düzgün ve sade idi. Sakalı yoktu. Saçları uzun ve bakımlı idi. Bir usturası vardı, onunla tıraşını olurdu. Hapishanede ustura gibi kesici âletler yasak olduğu halde, ona serbest edilmişti. Çözülen kelepçeler Bir gün yine mahkemeye giderken jandarma onbaşısı ellerine kelepçe vurduruyor. Birkaç adım gittikten sonra kelepçeler çözülerek yere düşüyor. Başçavuş, 'Kelepçeleri neden sağlam bağlamadın?' diye onbaşıyı dövüyor. Bu sefer başçavu, Said Nursi'nin eline kelepçeleri kendisi takıyor. Fakat aynı hadise cereyan ediyor. Ondan sonra da kelepçe vurmaktan vazgeçiyorlar. Diğer talebeleri kelepçeli, o kelepçesiz bir vaziyette mahkemeye gidiyorlar. Yine birgün ceza evinde bıçak araması yapılacaktı. Ben

Bediüzzaman'a haber vermeye gittim. Baktım ki, kitap okuyor. Yanında da bir sürü kitap var. 'Eyvah!' dedim, savcı gelirse 'İbrahim sana itimat ettik de anahtarını verdik bunun yanında bu kitaplar ne?' derse diye düşünmeye başladım. "Arama sırası Bediüzzaman'ın odasına gelince çekine çekine odasını açtım. Gerçi savcıdan korkmuyordum, ama mahcup olmaktan çekiniyordum. Açtıktan sonra birde ne göreyim, yanında hiçbir kitap yok."

HASAN ZAİMOĞLU Üstad ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor: "Bediüzzaman bizim çarşıdaki bir evde, altı ya da sekiz ay kadar göz hapsinde kalmıştı. 1951-53 seneleri arasındaydı. Bu müddet zarfında Bediüzzaman'ı iki defa Afyon, bir defa da Bolvadin-Emirdağ arasındaki Kapaklı Jandarma Karakolunda ikindi namazında görmüştüm. "Üstad kalabalıkdan şiddetle rahatsız olurdu" Kapaklı Karakolu kırdaydı. arabalar karakolun önünde durmuştu. Beş-altı kişi de çimenlerin üstünde namaz kılıyordu. Burası şehirlerarası bir yol olmasına rağmen, şimdiki gibi arabalar sık olmadığından tenhaydı. Saatte ancak üç-dört araba geçiyordu. Bediüzzaman, Kapaklı Köy çeşmesinin önündeki soğütlükte namaz kılmak için durmuştu. O esnada birkaç araba daha durmuştu. Biz de görünce, 'Bedüzzaman var' diye indik. Ellerini öpmeye koştuk. Karakol Bolvadin'e 25-30 kilometre uzaktaydı. en yakınında, yani beş kilometre ötede bir dağ köyü vardı. Bedüzzaman

Emirdağ'ından

Isparta'ya

gidiyormuş.

Ziyaret için duran arabalar çoğalınca, Bediüzzaman Hazretleri jandarma karakolu olması dolayısıyla dikkati çekti ki, bizlere askerlerin evham edeceklerini söyleyerek, oradan hemen hareket ettiler. Bu arada yine bazı arabalar yine durdu. Bir anda on onbeş araba oldu. Kırda büyük bir kalabalık olmuştu. Üstadı görüp de bırakıp geçen hiç olmuyordu. Talebelerine, 'Hemen gidelim' dedi. Ve hareket ettiler. Bizlere arkasında namaz kılmak nasip olmadı. Zaten Üstad kalabalıklardan şiddetle rahatsız oluyordu. Üstad Hazretlerini en yakından görmem böyle olmuştu. Bir de Emirdağ'ında kapısında uzun bir kuyruk ve kalabalık vardı. Tabiî ben de onu ziyaret edebilmek için bu kuyruğa girmiştim. Araba geldi ve tam evin önünde durdu. Bediüzzaman içinden indi. Sıra bana gelince, mübarek ellerine kapanarak öptüm. Bu arada benim dikkatimi çeken bir hadise oldu: Üstad bazılarına elini vermemişti. Daha sonra öğrendim ki, bunlar kötü niyetli kişilermiş. "Ayyaş adam nasıl talebe oldu?" Ayrıca, üstadın büyüklüğüyle ilgili şu hadiseyi anlatmak isterim: Babamın akrabası Rüstemoğlu Hüseyin isminde bir adam vardı. Bu adam gece gündüz içen birisiydi. Bu adam Üstad Bediüzzaman'ın adını duyunca hemen kalkıp ziyaretine gidiyor. Üstadın kapısına varıp, kapıyı çalıyor. Talebeleri kapıya çıkınca, içeriden Üstad Hazretleri, 'Bırakın misafiri, gelsin' diyor, Hüseyin'i içeri aldırıyor.

Hüseyin içeriye girince, Üstad, 'Gel bakalım Hüseyin, senin işin tamam, artık sana öyle şeyler yasak' diyor. Hüseyin şaşırıyor. Ondan sonra daima üstadın yanına uğrayıp, ziyaret ederek, dualarını alıyor. Birgün Üstad ona, 'Hüseyin, bana beş kuruşluk domates al' diyor. Hüseyin domatesi alıp getiriyor, 'Buyurun hocam' diyor. Üstad Hazretleri kendisine beş kuruş daha uzatarak, 'Hüseyin, ya bu beş kuruşu daha alırsın yahut domatesin yarısını alırsın. Ben sana beş kuruş verdim. Sen gittin on kuruşluk domates aldın' diyor. Yok hocam' demeye çalışıyor. Üstad Hazretleri Hüseyin'e her zaman doğru söylemesi gerektiğini anlatıyor. Artık tevbe ettiğini bildiriyor, onun için bir daha günahlı işlere girmemesini söylüyor. *** Amcam Afyon cezaevinde yatmıştı. Onun ifadesine göre, hapiste ne kadar vahşi, câni, belâlı kişiler varsa, hepsi de Üstad Hazretlerinin ders ve irşadıyla ıslâh olmuşlar. O, nur dersleriyle hapishaneleri ıslahhanelere çevirmişti. "Üstad Hazretlerinin mahkemesi olduğu gün çok büyük kalabalıklar olurdu. Kapıda Üstad gözükünce milletin yüzü gülerdi." (N. ŞAHİNER)

HİLMİ PANCAROĞLU 1921'de doğdu. Afyon'da Arasta Camii civarında hallaçlık yapıyordu. Bediüzzaman'ı Afyon'da iki yıl kadar dükkânımın yanındaki evde tanıyıp ziyaret ettim.

kaldığı,

Zübeyir Gündüzalp ve Hüsrev Altınbaşak onun yakın talebe ve hizmetkârlarındandı. Büyük bir din âlimi olmasına rağmen, sabahtan akşama kadar polisler kapısında bekler, eve girip çıkanları tesbit ederlerdi. Bir gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Üstadın kapısındaki görevli polis, yağmurdan korunmak için benim dükkânımın karşısındaki başka bir dükkâna doğru koşuyordu. Ben de bu durumu bir fırsat bilip, Üstadın evine doğru, yıldırım hızıyla koşarak, evden içeri girdim. Kapıyı açan Zübeyir Gündüzalp'ti. 'Eğer müsaade ederseniz Hocaefendi'yi ziyaret etmek istiyorum' dedim. Zübeyir 'Kendilerine bildireyim' diye yukarı çıktı. Az sonra geldi ve 'Buyurun, Üstadın elini öpebilirsiniz' dedi. Merdivenleri büyük bir heyecanla çıktım. Bediüzzaman Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm okuyordu. Halen Üstadı aynı

manzara ile rüyalarımda görmekteyim. Yanına yaklaşıp, elini öptüm Bana 'Mesleğin nedir?' dedi. Hallaç olduğumu söyledim. 'Babam hocadır, size selâm ve hürmetleri var. Kendileri korkusundan gelemiyor' dedim. Üstadın hapiste iken Cuma'ya gitmesi Bediüzzaman hapiste iken Cuma namazına gitmek için izin istemiş, ancak vermemişler. Bir ara gardiyanlar, koğuşuna baktıklarında kendisini görememişler. Telâş içerisinde camileri araştırmaya başlamışlar. Muhtelif camilere giden polisler, kendisini aynı anda İmarat, Otpazarı ve Mısırlı camilerinde namaz kılarken görmüşler. Ancak namazdan bulamamışlar.

çıkışta

da

kendisini

bir

türlü

Hapishaneye döndüklerinde bir de ne görsünler, Üstad koğuşunda duruyor. Bu hadise çoğu Afyonlu tarafından bilinmektedir. Bir gün Bediüzzaman'ı ziyaret için, Kastamonu'dan beş-altı kişi gelmişti. Bir saat kadar ziyaretinde bulunduktan sonra, dışarı çıktılar. Bediüzzaman Hazretleri de teşyi için kapıya gelmişti. Kapıda görevli polis memuru ziyaretçilere eziyet etmek istedi. Üstad bu duruma çok hiddetlendi ve celâllendi. "İdamlık ayakkabıcı Tahir Ayakkabıcı Tahir adındaki bir şahıs bana bizzat Bediüzzaman'la ilgili hatırasını şöyle anlatmıştı:

"Ben işlemiş olduğum suçundan dolayı idam kararını bekliyordum. Bediüzzaman Hazretleri de hapishanede idi. Bana 'Sen idam olmayacaksın, benimle birlikte tahliye olacaksın' dedi. Bu mümkün olamazdı. Hem benim duruşma günümle onunki arasında birkaç ay fark vardı. Ama netice onun dediği gibi oldu. tahliye olduk. O bam başka bir zat idi. Hapishanede çoğu kerametlerine şahit olmuşuzdur."

DR. TAHİR BARÇIN 1906'da Ermenek'te doğdu. Uzun seneler Anadolu'nun muhtelif yerlerinde hükümet tabibi olarak hizmet etti. Emirdağ'da Bediüzzaman'ın doktorluğunu yaptı. ll Mayıs 1978'de İstanbul'da Allah'ın rahmetine kavuştu. Tahir Barçın, Âkif'in Sarıgüzel'deki doğduğu evde oturuyordu İstiklâl Marşi Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un Safahat'ını okuyanlar, şairimizin Sarıgüzel semtindeki bir evde dünyaya geldiğini bilirler. Bu evin yerinde yükselmektedir.

bugün

Barçın

Apartmanı

Doktor Tahir Barçın'ı ilk defa bu hanede tanıyıp, ziyaret edip, çok tatlı sohbetlerinde bulunmuştuk. Seneler öncesinin o sohbetleri ve nuranî dersleri ebedî levhalara inkılap etti. Her hafta devam eden bu nurlu gecelerde Dr. Tahir Ağabeyin anlattığı hatıraları zevkle dinlerdik. Daha sonraki yıllarda, Fatih'ten Feneryolu'na taşınmıştı. Zaman zaman kendisini özlerdik, ziyaretine

giderdik. Bu ziyareti seyrekleştirdiğimiz günlerde, rüyama girmişti. Başında kar gibi beyaz bir takke, Eyüpsultan'da küçük, mini mini masum yavruları Kur'ân-ı Kerim öğretip, okutuyordu. Feneryolu'ndaki evinde ziyaret edip, bu rüyayı anlattıktan kısa bir zaman sonra, kan zafiyetinden rahatsızlanıp hastahaneye kaldırılmıştı. İki ay gibi bir zaman içinde eriyip, aktı gitti ebediyete... Dr. Tahir Barçın, Ermenek yaylasının bir mübarek evladı idi. 1322 (1906) senesinde Ermenek'in Sarıveliler köyünde dünyaya gelmişti. Babası Başdereli Mahmud Hoca Efendidir. Annesi Fatma Hanımdır. Bir ara Mısır'a gitmiş ve orada da tahsil yapmıştır. 1935 senesinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Viranşehir ve Emirdağ'da uzun seneler hükûmet tabibliği yaptı. "Şarkın kapısını açtın" Daha sonra Bitlis ve kazalarına sağlık müdürü olarak gitti. Orada vatan ve millete fedakârane hizmetler yaptı. Emirdağ'ın meyvesi olan Nur Risalelerini Bitlis'in kaza ve köylerine götürüp, dağıtmıştı. Üstad: "Şarkın kapısını açtın! Büyük hizmetlere medar oldun!" diye iltifat ve takdir etmişti Dr. Tahir Beyin hizmetlerini... Daha sonra yine Emirdağ'a dönen Dr. Tahir Barçın,

burada vazifesine devam etmişti.. "Bahtiyar doktor" Emirdağ Hükûmet Tabibi ve İskân Müdürü olan Dr. Barçın, Üstad Bediüzzaman'ın "Bahtiyar Doktor" iltifatına erenlerdendi. Emirdağ'da Üstad'ına doktorluk yapmıştı. Bu vatanın aziz bir evladı olan doktorumuz aynı zamanda hıfzını da ikmal etmişti, hafızdı. 27 Mayıs İhtilalinde, diğer Emirdağlı Nur arkadaşlarıyla birlikte, Nur kitaplarını okudukları için tevkif edilmişti. Bir müddet Bolvadin Hapishanesinde yatmış, sonra tahliye ve beraat etmişti. Daha sonraki senelerde İstanbul'un Zeytinburnu semtinde açtığı muayenehanede doktorluk yapıyordu. Binlerce fakir fukarayı, çok ucuz ve parasız olarak tedavi ediyordu. Bazı fakirlerin ilaç paralarını da kendisi veriyordu. Ani bir hastalıkla iki ay zarfında irfan ufkumuzdan çekilip kayboldu; tıpkı "gökteki yıldızlar" gibi... Cennete doğru kayan yıldızlar Nur dâvalarının kahraman avukatı Bekir Berk'in "Yıldız yağmuru veya Cennetten gelen ses" başlıklı makalesinde pek sevdiğim bir ifadesi vardı. Bu ifadeyle başlamak istiyorum. Dr. Tahir Barçın ağabeyle alâkalı hatıralara.

Şöyle diyordu Nur'un avukatı: ".... Dostluk dünyamızın semasından yıldızlar göçüyor ahirete doğru.... Yıldızlar kayıyor Cennete doğru..." Kur'ân semasının berrak ve parlak bir yıldızı, belki de kutup yıldızı idi doktor ağabeyimiz. Ehl-i kemal idi, ehl-i ilimdi, ehl-i takva idi. İstiklal Marşı Şairimizin evi, işte böyle bir zata nasip olmuştu. Evi bir dershaneydi, iman dershanesi, Nur dershanesi... Nurlu Üstad, kadim dostu Âkif Beyin evini Tahir Beyin aldığını duyunca sevinmişti. On seneyi aşan bir zaman içinde Tahir Barçın Beyden Üstadla alâkalı hatıralarını dinlerdik. Bu hatıralardan tesbit ettiklerimizi burada kaydedeceğiz. Tahir Barçın'ın Bediüzzaman'ı ilk görüşü Dr. Tahir Barçın, Bediüzzaman Said Nursî'yi ilk defa Birinci Cihan Harbinin sonlarında, İstanbul'da gördüğünü şu şekilde anlatmıştı bize: İlk mektebi köyümüz olan Sarıveliler'de bitirdim. Altı yaşında Ermenek'e geldim. Daha sonra iki sene Konya'da okudum. İstanbul'a geldiğimizde şehir işgal altındaydı. Ağustos ayında İstanbul'a geldiğimizden iki ay sonra Ekim'in 6'sında kurtuluş oldu. O zamanki mekteplere kayıt olmuştum. İbtidai hariç üçte idim. (Şimdiki İmam-Hatip'in üçüncü sınıfına muadil olmaktadır.) Fatih Camiinin güney tarafında güreş kulübü bulunmaktadır. O zamanlar ağabeyim Mustafa Barçın ve

Sedat Çumralı (İhtilâl sonrası koalisyonlarının adliye vekillerinden) ile medresede talebe olarak okuyorlardı. o zamanki ifade ile sahın iki'de idi ağabeyim. Sedat Çumralı ile oradaki medreselerde bir odada kalıyorlardı. Ben Sultanahmet'teki medreselerde kalıyordum. Bu medrese Sultanahmet türbesinin hemen bitişiğindeydi. Bazı günler ağabeyimin yanına gelirdim. Yine böyle bir gelişte ağabeyimle birlikte Fatih Camiine ikindi namazına gitmiştik. Sene 1922. "Camiden çıkarken büyük bir kalabalık vardı. Önde heybetli bir zat vardı, benim dikkatimi çekti, yanındaki ve arkasındaki kalabalık hep elpençe divan vaziyetindeydi. Mahallî kıyafetli, bellerinde kamalar vardı. Camiden çıkarak merdivenle çıkılan, Fatih'in odası olduğu söylenen kısma çıktılar. Ben on altı yaşlarındaydım. O zaman hatırımda kaldığına göre 'Bediüzzaman denilen bir âlimmiş' diyorlardı. O tarihlerde Eşref Edip Bey de oraya gelip gidiyordu. Sonra ağabeyimden öğrendiğime göre, Üstad Bediüzzaman orada kalıyormuş. Ağabeyim ziyaretine gitmiş, onda iki Mekteb-i Musibet'in Şehadetnamesi isimli eseri vardı. Onu, okuyorlardı. Sonra İstanbul'dan ayrıldı, Ankara'ya gitti." Dr. Tahir Barçın'ın Bediüzzaman'ın ilk görüp, tanımasını kendi lisanından böyle tesbit ettik. "Üstad'ı Emirdağ nüfusuna kaydettik..." Bu tarihten tam yirmi iki sene sonra, lâtif bir tevafuk,

yine bir yaz günü, Ağustos (Şaban) ayı, Afyon'un Emirdağ kazasının büyük meydanlığında bir kahvehanede Dr. Tahir Barçın bir mesai bitiminde oturmuş çay içip, sohbet etmekte... Yine rahmetli Doktorumuzun kendinden dinleyelim: Emirdağ'da hükümet doktoru ve iskân işleri müdürüydüm. Bize bir yazı geldi. Bu yazıda şöyle deniyordu. 'Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ'a gönderilmiştir. Oraya iskân edilmesi...' Biz bu yazı üzerine Üstad'ı Emirdağ nüfusuna kaydettik. Sonra Üstad beni çağırtmıştı. Gittim, görüştük. Bana Denizli Hapishanesinin bir meyvesi olan eseri verdi. O zaman maalesef bu kıymetli eseri okuyamadım. Çok işlerimiz vardı. Bütün günlerimiz doluydu. Gece gündüz çalışıyordum. 16 saat mesai yapıyordum. Kazada benden başka doktor yoktu. 110 parça köy ve 150 bin nüfus hep bana bakıyordu. O zaman vasıtalar da yoktu. Emirdağ'dan Eskişehir'e altı saatte gidiliyordu. Daha sonra yine çağırtmıştı, yine gidip görüştüm. "Halk Partililer Üstad'la uğraşıyorlardı" Emirdağ'a ilk geldiği zamanlar onu sevenler daha çoktu. Fakat sonra Halk Partililer Üstad'la uğraşmaya başladılar. Birtakım asılsız şeyler uyduruyorlardı. Milleti korkutup, Üstad'ın yanına yaklaştırmak istemiyorlardı. Biz Üstad'ı kalben sevdiğimiz için, bu iftiralara aldırış etmiyorduk, çekinmeden yanına gidip geliyorduk.

"Bitlis'e gitmemi tavsiye etmişti." Daha sonra aradan bir sene kadar geçti... 1945'te beni Bitlis'e sağlık müdürü olarak tayin ettiler, ben gitmek istemiyordum. Yanımızda sağlık memuru olarak bulunan Hayri Dinçer (Daha sonraki senelerde adliye vekilliği yapan Hasan Dinçer'in teyze çocuğu) Üstad'a hizmet ediyordu. O, Üstad'a benim tayinimi haber vermiş, gitmek istemediğimi de söylemiş. Üstad 'Gelsin de bir görüşelim' diye beni yine çağırtmıştı. O arada Risalelerden bazılarını okumuştum. Üstad'a karşı kalbimdeki sevgi daha da artmıştı. Eserleri Hayri Dinçer getirip veriyordu... Görüştüğümde Üstad ise:

gitmek

istemediğimden

bahsettim.

Git... git... yine gelirsin sonra...' diye Bitlis'e gitmemizi tavsiye etmişti. Bir ara hemşiremin hastalığı dolayısiyle İstanbul'a gelmiştim. Fatih'te hemşiremin ziyaretine geldiğim zaman bir gece hâlâ tesirinden kurtulamadığım bir rüya gördüm. "Gördüğüm rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştım" Benim daha önceleri Mısır'da biraz tahsilim vardı. Bir buçuk sene kadar orada tahsil yapmıştım. Rüyamda Mısır'dayım... Kendimi Seyyide Zeynep Camiinde gördüm. Camide namaz kılıyordum. Namazdan sonra, bir zat kalktı

mihrapta, ayakta konuşmaya başladrı. Bende Şemail-i Şerif vardı. Ben onu okudum. Tatbik ettim, o konuşan zat Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselamdı. Camiin son cemaat yerinde de başka bir zat konuşuyordu. O da Bediüzzaman Hazretleriydi. Kendi kendime, herhalde bu zat Peygamberimizin vekilidir diye düşünmeye başlamıştım ki, uyandım... Bu rüyadan sonra Nur Risaleleriyle daha yakından alâkadar olmaya başladım. Eserleri okuyordum. Bitlis ve kazalarını dolaştım. "Şark, Üstad'ı ölmüş biliyordu" Şarkta on ay kadar kaldım. Hizan'ın köylerini dolaştım. Hemşehrileri Üstad'ı ölmüş biliyorlarmış. Onlara üstad'ı anlattım, eserlerden dağıttım. Bitlis'ten Üstad'a optalidon habı gönderiyordum, kendileri de bana optalidona mukabil olarak Asâ-yı Musa ve diğer eserlerden gönderiyordu. Bu eserler Şarkta çok hizmetlere vesile oldu. Şarkta dokuz on ay kaldıktan sonra tekrar Emirdağ'a döndüm. Dönüşümde bana çok iltifat etti: Şarkın kapısını açtın' diyordu. Halbuki orada bir iş yapmamıştım, fakat Üstad yine iltifat ediyordu. "Kendi kendine izin vermiş" Eskişehir'in Poyra köyü vardır. Oralı bir Nuri Efendi vardı, onunla birlikte sık sık Üstad'ın ziyaretine giderdik. Kendisi hafızdı. Emirdağ'da imamlık yapıyor ve Kur'ân

kursunu da idare ediyordu. Bu vazifeyi terk etmek istiyordu, besicilik yapacaktı. Üstad razı olmadı, sonra; 'Peki sen bilirsin, gidebilirsin, git...' dedi. Daha sonra Üstad bana; 'O hazırlanmış gelmiş, ben izin vermesem yine gidecek. Kendi kendine izin vermiş...' dedi. Yine bunun gibi ayrı bir hatıram daha var. Halil Çalışkan'ın evlenmesini de istemiyordu. Sonra Halil Çalışkan vefat edince beş çocuğu yetim kaldı. "Sabah kahvaltısını Üstad'ın evinde yapardık" "Üstad'ı ziyaretimizin arası açılınca akşamdan karar verirdik, Üstad'a gidelim diye. Sabah erkenden Mustafa Acet gelir, 'Üstad sizi çağırıyor' diye bizi haberdar ederdi. Bu ziyaretlerin ekserisi Pazar günleri olurdu. Bizi tebessümle karşılardı, çay ikram ederdi. Simit verirdi, sabah kahvaltısını orada Üstad'ın evinde yapardık." Hatıralarının bu kısmını anlatırken duygulanan doktor Tahir Bey: Allah rahmet eylesin.... Allah yüz bin defa razı olsun, bizi kurtardı" diyordu. Şu anda bu satırları yazarken Doktor ağabeyimize biz de Cenab-ı Hak'ltan rahmet ve mağfiret niyaz ediyoruz. "Bir Hıdırellez günü, kerametli tepeye gitmiştik" Bir Hıdırellez günü Bediüzzaman, Emirdağlı talebeleri ve Doktor Tahir Beyle beraber kıra gidiyorlar.

Emirdağ yakınlarındaki bir yüksek tepeye çıkıyorlar. Meğer o gün kazada Doktoru çekemeyenler bazı tertiplere girişmişler. Fakat Doktorun Üstad Bediüzzaman'ın himayesi altında olduğunu idrak edemeyenler, içki içip, sarhoş olup birbirlerine girmişler. Çeşitli hâdiseler oluyor, o gün Emirdağ'da Kazada çeşitli hâdiseler, bıçaklamalar vs. olurken, Nur Üstadla, Nur talebeleri âsude ve yemyeşil bir tepede tatlı sohbetler, unutulmaz hatıralar yaşıyorlardı. Yine burada sözü Doktorumuza bırakalım: Tepeye gittiğimizde, kendileri yüksek ve dik bir yamaca oturmuşlardı. Biz ise kayıyorduk, tam oturamıyorduk, bizim bu halimize tebessüm ediyordu. Daha önceleri de o tepeye gelmişler. 'Bu tepe, kerametli tepe' diyordu. Beraber geldiği talebelerini göstererek: 'Buraya bu keçelilerle beraber gelmiştik,ekmeği düşürdüler, koştular ekmeğin peşinden, fakat bulamadılar, dereden illeri boş döndüler. Sonra ben kendilerini çağırdım. Ekmek kendilerinden evvel gelmişti. Bu dağın sahibi vardır, ekmeğimizi sizlerden evvel geri getirdi, dedim.' Üstad gülerek bu hatırayı anlattı. 'Bu tepe bundan dolayı kerametli tepedir' dedi.' "Ben öldükten istiyorum"

sonra

yerimin

bilinmemesini

Yine o tepede, vefatından bahsetti. 'Ben ölürsem ne

yaparsınız?' deyince?' Mehmet Çalışkan: Burada Hacı Yusuf Dede vardır, sizi oraya, o zatın yanına defnederiz!' dedi. Üstad cevaben: Yok, beni Ispartalılar isterlerse onlara verin. Hem ben öldükten sonra yerimin belli olmamasını istiyorum. Çünkü türbeye gelenler kimi ekmek asacak, kimi ip bağlayacak, kimisi de benden dilekte bulunacak. Beni kabrimde rahatsız edecekler. Şimdi birisi gelip de elimi öpmek istese bana tokat vurmak gibi oluyor. Hiç böyle şeyleri istemiyorum. Mezarımın bilinmemesini istiyorum...' Daha sonraki cereyan eden hâdiseler malum.. "Zulmettiler ona, onlar zulmetti, fakat Cenab-ı Hak Üstad'ın duasını kabul etti..." Üstad'a zulmeden Emirdağ kaymakamı.. Dr. Tahir Barçın Emirdağ hükûmet tabibi olduğu senelerde başından geçmiş bir çok hatıra ve hâdiseler bulunmaktadır. Bunlardan birisi de, Emirdağ kaymakamı, Abdülkadir Uraz isimli bir kişi ile arasında geçen vak'adır.. Rahmetli Tahir Barçın ağabey şunları anlatmıştı bize: Gaziantepli Abdülkadir Uraz, mülkiyeden mezundu, sosyalistti. Emirdağ'a geldikten sonra Hazret-i Üstad'ın aleyhinde birtakım tertiplere girişmiş. Bizim hiç haberimiz yoktu, halbuki kendisiyle komşuyduk, aramızda sadece bir

yol vardı. Emirdağ'a geldiğinde çok perişandı, zaten o zamanlar bütün memurlar perişandı. 60-70 lira kadar bir maaş alıyordu. Bu para katiyyen yetişmiyordu. Demek ki buna müstahaklarmış onlar. Biz acıyorduk, yardım ediyorduk. Bir ayakkabı alacak parası yoktu, pardesü değiştirecek imkânları yoktu... Memlekete çalışır vaziyetinde görüyorduk, bu sebeple bir kaç arkadaş yardım ediyorduk. Meğer adam Üstadla uğraşmaya başlamış. Üstad bazan namaz için bir camiye gidiyordu. Nur talebeleri de ihtiyar halinde üşümemesi için, caminin son cemaat mahfiline bir küçük yer yapmışlar, oraya mangal koymuşlar. Bizim kaymakam bir gün gizlice camiye girmiş, sanki Üstad orada gizli kapaklı bir şey yapıyormuş gibi... Arkasından bir de iftira çıkarttı. Geceleri yanına tepsilerle baklava geliyormuş, filanlar fişmekanlar gidiyorlarmış... Üstad'a hizmet edenleri çağırtmış, 'artık hiçbiriniz yanına gitmeyeceksiniz' diye tehdit etmiş. Bekçileri Üstad'ın yanına göndermiş, 'ne isterse siz götürün' diye emir vermiş. "Bu zattan ne zarar gelecek?" Benim bu durumlardan hiç haberim yoktu, bana Mehmed Çalışkan gelip haber verdi. 'Bu adam Üstad'ın yanına talebeleri sokmuyor, yabancılara Üstad'ı zehirletecek' dedi... Bu durumu müddeiumumiye haber vermeyi kararlaştırdık. Savcı, gerçi ayyaştı ama, imanlı bir

adamdı, Üstad'ın evinin karşısında oturuyordu. Geceleri eve on ikide, birde geldiği zamanlar, Üstad'ın cehrî zikir sedalarını duyarak ürperirmiş. Biz gidip konuştuğumuz zaman: Yahu bu zattan ne zarar gelecek, sabahlara kadar ibadet edip, dua ediyor. Bu zattan ne fenalık gelecek. Burada ikamete memur edilmiş, yoksa kimseyle konuşmayacak gibi bir karar yoktur. Hürriyetini tahdit etmek olur mu? Olmaz böyle bir şey...' Bize bunları söyledi. Sonra savcı, bekçileri çağırmış, onlara çıkışmış. 'Bundan sonra kapısına yaklaşırsanız sizi hapsederim' diye korkutmuş. Bekçiler kaymakama gelip durumu bildirmişler, 'bize böyle böyle yaptı, delidir bu adam, dediklerini yapar', diye Abdülkadir Uraz'a aynen söylemişler. Kaymakamın başına gelenler Kaymakam bu işleri yaparken âniden askerliği geldi. Askerlikten te'cil muamelesi unutulmuş, dahiliye vekaletinden millî müdafaaya gönderilmemiş, derhal askere alınması için emir verilmiş. Kışortası, karısı hamile, perişan bir durumda. Kışı geçirmek için, Afyon'dan rapor aldı. Kendisini apandisit ameliyatına yatırdık, ameliyat ederek iki ay askerliğini geciktirdik. Sonra doğru Doğubeyazıt'a gitti. O gittikten sonra Emirdağ'a bir kaymakam vekili geldi. Abdülkadir Uraz, Afyon'a giderken beraber gittiği arkadaşa, Emirdağ'a Üstad'ı imha için

dahiliye vekili tarafından gönderildiğini söylemiş, bana da o arkadaş bildirmişti. Sonra Doğubeyazıt'tan Ankara'ya gelmiş, Emirdağ Belediye Reisine, 'yakında geliyorum' diye telgraf çekmişti. Tekrar Emirdağ'a gelmek için çok uğraştığı halde bir daha gelemedi. "Üstad ehl-i ilme hep dostane bakardı" Üstad'ın ehl-i ilme karşı vaziyeti çok dostaneydi. Hatta bir defasında Mustafa Acet, Pilibeyli köyünün yaşlı hocası olan Hüseyin Efendi ile münakaşa etmişti. Sonra bu münakaşayı Üstad'a anlatınca, Üstad çok kızdı, 'Sen benim kardeşimle aramızı mı açacaksın, o benim kardeşimdir' diye tekdir edip, kulunç değneği ile Acet'i dövmüştü. Üstad dedikoduyu, gıybeti katiyyen sevmezdi ve yaptırmazdı. "Biz icazet vermeyi bıraktık" Bolvadin'de Nakşi Şeyhi Yörükzade Ahmet Efendi vardı, mübarek bir zattı. Ben onun doktoruydum. Bu zat talebelerine, diğer ziyaretçilerine ve hocalara: Biz icazetleri bıraktık, bizden icazet vermek selahiyeti kalktı. Bediüzzaman buraya geldikten sonra, bizden o vazifeyi aldı! Biz onun emrindeyiz...' diyordu. Bu zat Gümüşhaneli Ziyaeddin Efendi merhumun halifelerindendi. Hem hoca, hem dersiâmdı, Fatih dersiâmlarındandı. Vefat ettiği zaman Üstad talebelerini cenazeye gönderdi, sonra da kendisi ziyarete gidip, tâziye etti.

Lâdikli Ahmet Ağa Konya'nın Sarayönü kazasının Lâdik köyü'nde Lâdikli Ahmet Ağa diye mübarek bir zat vardı. Birinci Cihan Harbinde, Gazze Cephesinde çarpışmış, yaralanmış, bir mağaraya sığınmış, orada Hızır Aleyhisselamla görüşmüş, kerametleri zahir olan bir mübarek insandı. Üstad'ın sık sık Eskişehir taraflarına gittiği bir zamandı. Eskişehir'de hep zelzele oluyordu. Lâdikli Ahmet Ağa, Üstad'ın Eskişehir'e devamlı gitmesini şu şekilde değerlendiriyordu: Bediüzzaman her gün Eskişehir'e gidiyor, siz niçin bu kadar sık gittiğini biliyor musunuz?' Hakikaten Üstad her gün sabah gidip, akşam dönüyordu, şehre girmiyordu. Şehrin dışında namaz kılıyor, dua edip geliyordu. Ona vazife verdiler. Sen dua et, çünkü Eskişehir yıkılacak, taş taş üstünde kalmayacak, dua et, Cenab-ı Hakka yalvar dediler. Hastayım diye özür beyan ettiyse de özrünü kabul etmediler. Onun için gidiyor her gün Eskişehir'e...' Lâdikli Ahmed Efendi bu hâdiseyi böyle ifade edip, böyle değerlendiriyordu. "Bunlar bizim muhafızlarımız.." Biz niçin gittiğini bilmiyorduk. Arkasından da polisler

gidiyorlar. Polisler için Üstad: "Bunlar bizim muhafızlarımız, bize zarar gelmemesi için bizi takip ediyorlar!' diyordu." Üstad'la vedalaşmam... Dr. Tahir Barçın merhum, Üstad'ıyla vedalaşması gün ve anını da şöyle ifade etmişti: Nur talebeleri Üstad'ın şiddetli hasta olduğunu haber vermişlerdi. Hemen gittim, muayene ettim. Üstad'ın ateşi 38 dereceydi. Yaşlı insanlarda derece çok yükselmiyor. Çünkü vücut mukavemeti olmuyor. Ateş yükselmesi demek, vücudun mikroba karşı silah kullanması demektir. Üstad'ın hastalığı çok ciddî idi. Ağır bir zatürreye yakalanmıştı. Ben bir iğne yapmak istedim. Zübeyir (Gündüzalp), 'yapalım abi', diye iğne yapmamı istedi. Altı yüzlük veya sekiz yüzlük bir penisilin iğnesi yaptım. Ertesi sabah Üstad biraz açılmış ve rahatlamıştı. Yine harareti vardı, bu yüzden kar yedi. Hazırlık yaptılar. Isparta'ya gidecekti. Daha önceki de Isparta'ya, Ankara veya İstanbul'a giderken, vedalaşıp, helâlleşmezdi. Bu sefer Üstad'ın ayrılması acıklı olmuştu. Biz o zaman için Üstad'ın vefat edeceğini hiç hatırımızdan bile geçirmiyorduk, içimizden katiyyen böyle birşey geçmiyordu. Fakat son ayrılışımız çok hazin

olmuştu. Helâlleşti, Allahaısmarladık diye vedâ etti. "Daha sonraki günlerde Isparta'ya, oradan da Urfa'ya gidip vefat ettiğini öğrendiğimiz zaman, çok çok üzülüp, sarsılmıştık. Son ayrılıştaki vedâlaşmasını ancak o zaman idrak ettim. Meğer Üstad artık ebedî âleme doğru yolculuğa çıkıyormuş, bu sebepten bizlerle, Emirdağ'daki Nur talebeleriyle teker teker vedâlaşmıştı."

HAMZA EMEK 1922'de Emirdağ'da doğdu, 1991'de vefat etti. "Üstadı ilk ziyaretim" 1944'de İstanbul Vefa Lisesinde talebeydim. O zaman lise son sınıftaydım. Üstad Bediüzzaman'ı sadece ismen işitmiştim. 'Emirdağ'a büyük bir İslâm âlimi gelmiş' diye işitiyordum. Henüz daha ziyaretine gidememiştim. İlk görüşmemize Ömer isimli ihtiyar bir zat vesile oldu. Okulu bitirme imtihanları için İstanbul'a gitmiş ve Reşadiye Otelinde kalıyordum. Otelde bir zatla tanıştım. Benim nereli olduğumu öğrenince, Emirdağ'ında büyük bir İslâm âlimi olduğunu, tanışıp tanışmadığımı sordu. Ben ise Üstadımızı duyduğumu, ama henüz ziyaretine gidemediğimi söyledim. O zat ne zaman gideceğimi sordu ve bana şöyle söyledi: 'Emirdağ'ındaki o büyük zata, Bediüzzaman derler. Çok büyük bir âlimdir. Gittiğinde onunla tanış, ellerini öp, benim selâmımı söyle, ismimin Ömer olduğunu ve kendileriyle Şam'da beraber olduğumuzu hatırlat.' Emirdağ'ına geldiğim gün ikindi namazı için Çarşı

Camiine gitmiştim. Üstad camiin mahfilinde namaz kılıyordu. Namaz kıldığı yer tahta bez gibi örtülerle çevriliydi. Namazdan sonra çekine çekine merdivenlerden çıkınca Üstad beni gördü ve yanına çağırdı. Varıp ellerini öptüm ve Reşadiye Otelindeki Ömer Efendinin selâmını söyledim. Üstad selâmı aldıktan sonra bana Emirdağ'ında kimlerden olduğumu sordu ve Demirci Hasan'ın yeğeni olduğumu söyledim. Bu ziyaretten sonra Üstad bana 'Sen safa gelmişsin' diye müsaade etti ve ayrıldım. İşte Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa ziyaret edip, görüşmem böyle olmuştu. Üstadın hiddeti Üstadı tanımamın daha ilk günleriydi. Üstadı yine ziyaret etmeyi arzu ettim. Ceylân Çalışkan'la karşılaştım. Ceylân merhum ısrarla, 'Üstad izin vermiyor' dedi. Ben yine Ceylân'ı dinlemeyerek içeri girip merdivenleri çıkıyordum. Bir anda Üstadla karşılaştık. Üstad gür bir sesle, 'Senin ne işin var bu saatte?' diye bana bağırdı. Ben bu celâl ve hiddet karşısında, mahcubiyet içinde neye uğradığımı şaşırmıştım. Üstadın beni huzurundan kovmasıyla öylesine sarsıldım ki, hışkıra hışkıra ağlayarak orayı terk ettim. Ertesi gün Ceylân gelip beni çağırdı. Üstad bana, 'Kardaşım, ben o vakitlerde kimseyi kabul edemiyorum' diyerek gönlümü aldı. Üstadın hiddetine dayanabilmek çok zor birşeydi. Ben daha ilk günlerde iki defa hatalarımla buna şahit olmuştum. Yine bir gün Eskişehir'e gidecektim. İşim ticaretle

alâkalıydı. Üstada haber vereyim, belki bir işi olur da hallederim diye düşündüm. Üstada vardım. Eskişehir müftüsü Hafız Abdullah Efendiye mektup gönderecekmiş. Bu tevafuk üzerine Üstad 'Sonra uğra' diye bildirdi. Fakat sonra iş tersine döndü, ben işimi başka bir vesile ile hallettiğimi bildirmek üzere Üstada gittim. Durumu bildirince Üstad çok hiddetlendi, elini tersiyle havadan yere doğru savurarak, 'Ben böyle talebe istemiyorum' dedi. "Her Pazar Üstadın hizmetindeydim" Tabii bu hadiseler, Üstada ve Risale-i Nur'a hizmetimiz için fevkalâde ibretli derslerle doluydu. Sonraki vazife ve hizmetlerimizi buna göre ayarladık. Zaten ilk zamanlarda meseleleri tam bilmiyordum. Üstada da misafir diyerek hizmet etmeye çalışıyordum. Zaman geçtikçe Üstada olan sadakatimiz arttı. Üstada hizmetimizi nöbete koyduk. Ben hep Pazar günleri hizmetine gidiyordum. Bu durum Üstad ebediyete intikâl edinceye kadar devam etti. Üstadın çayı Üstad çok çay içerdi. Çaya bol bol limon sıkar, öyle içerdi. Bazan çayı biraz içer, sonra bardağı bize verip içmemizi söylerdi. İlâveten 'Kardaşım, ben bu çayı padişah gelse yine vermem' derdi. Biz de alıp içerdik. *** Bir gün Üstadı zehirlemişlerdi. Ben ve rahmetli Zübeyir,

Üstadın yanındaydık. Zübeyir Ağabeyin isteği ile Doktor Tahir Barçın'ı çağırmıştık. Doktor mutlaka serum yapmak istiyordu. Ben Üstada söyledim, hiç ses çıkmıyordu. Serum yapıldı ve doktor gitti. Sonra Üstad kendisine gelince sopasını istedi ve rahmetli Zübeyir Gündüzalp'e hitaben, 'Keçeli, bugün beni şişlettiniz' diye sopayla vurdu. Zübeyir Ağabey başını ayak tarafından yorganın altına gizledi. Üstadımızın hastalığı sırasında Dr. Tahir Bey 'Mutlaka ateş dürücü alması lâzım' dedi. Depo sulfamid tavsiye etti. Bunun 12 saatte bir verilecek dozunu verdi. Ben de 'Bunu Üstadın çayına koyar içiririm' dedim. İlacı yanıma aldım. Üstadı ziyarete gittim. Üstad beni görünce, 'Kardeşim Hamza, bunlar bana ilaç içirmek istiyorlar, sen bana yardımcı ol!' deyince, içim bir hoş oldu. İlacı çayına atmaya gönlüm varmadı, vazgeçtim. İlacı Tahir Bey'e iade ettim. Üstadın son zamanları Üstad Ankara tarafından Emirdağ'da yeniden ikamete mecbur tutulmuştu. Bu defa müracaatla Isparta'ya gitti. Tekrar hasta olarak Emirdağ'ına gelirken Çay kazâsından çevrilip, Afyon'a gönderildi. Afyon'daki iki gün kaldı. Bizler merakla beklerken Emirdağ'ına geldik. Dışarılarda çok kalabalık vardı. Üstad çok hastaydı. Bunu sezdirmemek için ben ve Zübeyir, Üstadın koluna girip bahçeye aldık. Sonra da ben Üstadı kucaklayıp yatağına yatırdım. Şiddetli hastaydı. Biz de başucunda bekliyorduk. Daha sonra aniden iki defa uyandı. Tebessüm ediyordu. Gülerek

buyurdu ki: 'Kardaşlarım, korkmayınız, Risale-i Nur bu memlekete hakimdir. Masonların, zındıkların ve komünistlerin belini kırmıştır. Biraz zahmet çekeceksiniz, fakat sonu çok iyi olacak' diye sevinçlerle anlattı. Bilâhare yeniden uyandı. Hiçbirşey olmamış gibi namaz kıldı. Kardaşları çağırttı ve hepsiyle ayrı ayrı vedalaştı. Isparta'ya gitmek üzere Emirdağ'ından ayrıldı. "Üstadın kız çocuklarıma olan şefkati" Ayşe, Nurcan, Nuray ve Şirin isimli kızlarımdan Şirin'in ismini Üstad vermişti. Ayşe beş-altı yaşındayken, gidip Üstada olan sevgisinden cübbesinin altına girmişti. Üstad 'Bu kimin kızı?' diye sorunca, Zübeyir Ağabey 'Hamza'nın kızı' diye cevap vermiş. sonradan Üstad banalâtifeyle 'Hamza, pek acip bir kızın var' diye lâtifede bulundu. Hazret-i Üstad Emirdağ'da birkaç defa çok şiddetli hastalanmıştı. Bir defasında Pakistan'ın kurtuluş yıldönümüydü. Üstad 'Alâküllihal, biz de burada Pakistanlıların bayramına iştirak edeceğiz' diyerek bizi toplayıp bir ziyafet verdi. Ne kadar çeşitli yemek varsa getirtti. Kendileri de başımızda bulunuyordu. Tabii sofrada neler varsa yiyip bitirmiştik. Yemekten sonra Üstad bizimle. 'Oburlar, beni mahvettiniz' diye şaka yapıyordu. O gün akşam üzeri Üstad çok hastalandı. Ateşi kırk dereceyi bulmuştu. Bizler

Üstadın ateşini nasıl düşürebiliriz diye çalışıyorduk. Dr. Tahir Barçın sık sık muayene etmeye geliyordu ve iğne yapmıştı. Biz Üstada hitaben 'Efendim Tahir Beyin selâmı var, bir bardak çay içiniz, mide boş kalmasın' diyor ve limonlu bir bardak çay içiriyorduk. O hasta halinde, namaz vakti gelince namazını hiç geçirmiyordu. Sonra karar vererek Eskişehir'e gittik. Gece giderek, havacı arkadaşlar vasıtasıyla dahiliye mütehassısı Dr. Cemal Duman'ı alıp getirdik. Üstadı muayene etti, ama kati bir teşhis koyamadı. 'Belki bağırsaklarda bir üşütme olabilir' dedi. Üstad son günlerinde Ankara'ya gitti, ama şehre sokmadılar. Tekrar Emirdağ'a geldi. Isparta ile Emirdağ'da ikamete mecbur edilmişti. Üstad ise istediği yere gitmek istiyordu. Emirdağ'da bir kaymakamımız vardı. Mehmet Us ismindeki bu zat Konyalıydı. Üstada fevkâlade hürmetkar bir zattı. Polislere 'Siz arkasından çıkın, sonra bırakın, nereye gittiğine karışmayın' diyordu. Bu zattan Allah razı olsun, çok faydası ve hizmeti oldu. "Müştaklar Nuru arar, bulur" Bir gün Üstad bize şu haberi gönderdi: Hamza ile Hacı Osman'a selâm söyleyin. Risale-i Nur'u ona buna vermesinler. Müştaklar Nur'ları arar ve bulur.' Üstadımız Emirdağ'dayken uzak dağlardan soğuk su

getirtir, onu içerdi. Yedikapı boğazından su getirirdik. Kıra gittiği zamanlarda daima en yüksek tepeye çıkardı. "Bu dağın sahibi ekmeği bana getirdi" Bir gün Nureddin ile İsmail isimli iki çocukla Emirdağ yakınlarındaki bir dağa giderler. Dağın başında sepet yuvarlanır. Sepetin içindeki ekmek de dereye yuvarlanır, gider. İki çocuk peşinden koşarlar. Fakat bir türlü ekmeğe ulaşamazlar. Az sonra 'Gelin' diye Üstad kendilerini çağırır. Tepeye çıkan çocuklar bakarlar ki, az önce yuvarlanan ekmek, Hazret-i Üstadın yanında duruyormuş, Hazret-i Üstad onlara 'Bu dağın sahibi ekmeği bana getirdi. Bu dağ kerametli bir dağdır' demiş. Amcam Hasan Efendi, Üstadımız Emirdağ'a gelmeden on iki sene evvel bir rüya görmüştü. Rüyasında Hazret-i Ali kendisine bir sandık veriyor. 'Bu sandığın içinde Hazret-i Mehdi var, bu sana emanettir' diyor. On iki sene sonra, Hazret-i Üstad Emirdağ'ına geldiği zaman, ona diyor: 'Sende bir emanet var. İşte o emanet benim!' Hamza Emek, bu aziz hatıralarını anlatırken bir ara "Ah Üstad, ah Üstad! Onun hayatında cennet hayatı geçirdik. Onun yanında kediler bile farelere ilişmezdi. O kurt ile kuzuyu biraraya getirmişti" diyerek içini çekiyor, o aziz Üstaddan ayrı olmanın, onsuz yaşamanın ızdırabını ve elemini çekiyordu. Emirdağ'dan Üstadın son ayrılışından sonra Urfa'da olduğu haberini almıştık. Gelen telgraflarda geri dönmesi

için çok tazyikat yapıldığı bildiriliyor, bizim bu tazyikleri Ankara'dan durdurmak için çalışmamız isteniyordu. Bizler hazırlık içindeyken ikinci telgraf Üstadın Urfa'da vefat ettiği haberini verdi. Biz arkadaşlarla Urfa'ya gidene kadar cenazeyi kaldırmamaları için Abdülmecid Nursi adına telgraf çektik. Uzun bir yolculuktan sonra Urfa'ya ulaştık. "27 Mayıs ihtilâlinden sonra Emirdağ'da Nur talebelerini ve beni tevkif ettiler. Bir müddet Emirdağ ve Bolvadin hapishanelerinde yattık. Evlerimize girip kitaplarımızı aradılar. Hadiselerin nihayetinde beraat edip rahat bırakıldık."

İHSAN ÇALIŞKAN 1933'te Emirdağ'da dünyaya geldi. hânedanından Osman Çalışkan'ın oğludur.

Çalışkan

"Ben Hazret-i Ali'nin neslinden geliyorum" Babam bir gece Risale-i Nurları elle çoğaltırken aklına şöyle bir husus geliyor: 'Üstadın Ehl-i Beytten olması gerekir. Halbuki Üstad Şarktan geldi. Bu nasıl olur acaba?' Sabahleyin dükkâna giderken Üstadın kapısında üç-beş kişiyi görüyor. Gidiyor, hemen ilgileniyor. Üstad, babamı görünce, mangalı veriyor, 'karşı fırından ateş al, buraya getir' diyor. Babam ateşi götürdükten sonra Üstad diyor ki: 'Kardeşim Osman, ben de seni çağırtacaktım. Çünkü ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) neslinden geliyorum.' Böylece babamın aklına gelen suali Üstad cevaplamış oluyor. "Sen her zaman mecburiyetindesin"

ziyaretime

gelmek

Üstad bayramlardan önce kapıya, 'Rahatsızım, kabul edemiyorum. Ben sizlere dua ediyorum, sizler de bana dua

edin, bayramınızı tebrik ederim' şeklinde bir yazı astırırdı. Bundan dolayı babam, dedi-kodu olmaması için ilk bayram günü Üstadı ziyarete gitmemiş. İkinci gün Üstad babamı çağırtarak, 'Kardeşim Osman, bayram ziyaretime dün neden gelmedin? Sen beni her zaman ziyaret etmek mecburiyetindesin. Seni hânenin büyüğü olarak kabul ediyorum. Kapımın önüne bir tabur asker koysalar, istediğimi istediğim an içeri alır, istediğim an çıkarırım: hiç kimse hissetmez.' Bundan sonra babam her bayram, mübarek günlerde ve Üstadın rahatsız olduğu zamanlarda ilk ziyareti yapardı. "Ceylan ve Halil'in mânevî kazançlarına ortaksın" Ağabeyim Halil ile Mehmed Amcamın oğlu Ceylan Çalışkan devamlı Üstadın hizmetinde bulunuyorlardı. Ben ise babamın yanında çalışıyordum. Üstad bir gün bana şöyle buyurdu: Kardeşim İhsan, seni dünyaya veriyorum. Eğer seni dünyaya vermeseydim, Halil ile Ceylan'ı alamazdım, o zaman da onlar Nurun hizmetini yapamazlardı. Bunun için sen Ceylan ve Halil'in mânevî kazançlarına ortak oluyorsun.' "Üstadın teberrükü" Yıl 1950. Gıda maddesi üzerine bir dükkân açmıştım. 10-15 gün sonra Üstad Hazretleri faytonla kırdan gelirken dükkânın önünde durdu. Ben hemen Üstadın yanına

koştum. Üstad on lira çıkararak bana uzattı ve şöyle buyurdu: 'Bu para ticarethanene benim teberrükümdür.' "Sen benim damadımsın" Askere gitmeden önceydi. Bir gün babam anneme, 'İhsan'ı evlendireceğim' diyor. Annem, 'Çocuk askere gidecek, askerden geldikten sonra olsun' diye ertelenmesini istiyor. Daha sonra babam gidip meseleyi Üstada arz ediyor, gelin adayını da söylüyor. Gelin adayı amcamın kızı Şükran'dı. Üstadın yemeğini yapma, çamaşırını yıkama ve evini temizleme gibi hizmetlerini çok görmüştü. Üstadın yanında ayrı bir yeri vardı. Bunun üzerine Hazret-i Üstad da, 'Çorba ile pilavı hazırlayın' diyor. Daha sonra Üstadın ziyaretine gittiğimde, bana 'Şükran benim kerimem, sen de benim damadımsın' diye iltifatta bulundu. "Beni Hz. Hasan gibi şehit etmek istiyorlar" 1945 Ramazan'ı. Akşamdan sonra Üstadın zehirlendiğini haber aldık. Mustafa Acet, Ceylan Çalışkan, Halil Çalışkan, Hamza Emek'le beraber Üstadın yanına gittik. Üstad çok rahatsızdı. Yatsı namazını da kılamamıştı. Sonra abdest almasına yardım ettik. Ceylan Ağabey koluna girdi. Ve Üstad oturarak yatsıyı kıldı. Gece saat yarıma doğru Üstad, 'Elhamdülillah çok şükür bu ıztıraptan kurtuldum. Kardeşlere selâm söyleyin, bana dua etsinler' buyurdu. Bu zehirlenmenin akabinden sonradan öğrendiğimize göre, Üstadın bedeline Hasan Feyzi Ağabey

âhirete irtihal etmişti. Sabahleyin babam, geçmiş olsun ziyaretine gitti. Babam daha önce Üstadın zehirleneceği haberini bir vesile ile öğrenmişti. Ama ne zaman olacağını bilemiyordu. Üstada soruyor: 'Üstadım, ihtar edilmedi mi, zehiri yemeseydiniz olmaz mıydı?' Üstad, 'Kardeşim Osman, yemem lâzımdı. Çünkü ben Hasan ve Hüseyin Radıyallahü anhüma'nın neslinden geliyorum. Beni onlar gibi şehit etmek istiyorlar, fakat muvaffak olamıyorlar' diyor. "Emirdağ'da Üstadın ikinci zehirlenmesi" 1946 sonlarıydı. Üstadı tekrar zehirlediler. İlk gördüğüm zehirlenmeden daha şiddetliydi. Üstad çok ıztıraplı bir durumdaydı. Büyüklerimiz toplandı. Bir doktor getirilmesine karar verdiler. Eskişehir'den bir doktor getirdik. Muayene etti. 'tifo, falan' dedi ve tekrar dönüp gitti. Bundan sonra Üstad, 'Elhamdülillah, çok şükür bu ıztırabı atlattım' dedi. Daha sonra öğrendiğimize göre, Tahirî Ağabeyin kızı Üstadın yerine vefat etmiş. "Duvarı delerek Üstadın hizmetine koştuk" 1950 öncesiyde. Babamı ve amcalarımı karakoldan çağırdılar. Üstadın yanına girip çıkmamaları, bizleri de göndermemeleri hususunda baskı yapıyorlardı. Babam ve amcamlar ise ne pahasına olursa olsun Üstadın

hizmetinden geri durmayacaklarını söylüyorlardı. Bunun üzerine Üstadın kapısına polis ve bekçi dikerek içeriye kimsenin girmesine müsaade etmiyorlardı. Bunun üzerine Üstada ulaşma yolunu arıyorduk. Sonunda Üstadın evinin bitişiğinde bulunan Sabri ustanın dükkânının arkasındaki duvarı deldik. Hazret-i Üstadın ihtiyacı olan hizmetleri bir müddet buradan girip çıkarak yapmaya devam ettik. "Ispartalılara cenazemi teslim edersiniz" Bir gece babamın hatırına geliyor: 'Üstada emr-i Hak vâki olursa ne yaparız?' Bir kaç gün sonra üstadı ziyaretinde Üstad kendisine şöyle diyor: 'Kardeşim Osman, emr-i Hak vâki olduğunda Karacalar köyüne veya Tez köyüne defnedersiniz. Fakat, Barla ve Isparta'yı çok severim. Barla ve Isparta'dan gelen olursa hiç itirazsız cenazemi teslim edersiniz.' *** Üstadımız bir ziyaretimizde şöyle buyurmuştu: 'Biz burada tarassut altındayız. Bütün gözleri Emirdağ'ın üzerinde, fakat hizmetler Türkiye'nin her tarafında devam ediyor.' "Gazeteler reklâmımızı yapıyorlar" Gazeteler, Üstad ve Nur talebelerinin aleyhinde haberleri, tutuklamaları, hapishaneye sevk edilmeleri yazıyordu. Bu durumu Üstad şöyle değerlendiriyordu:

'Bunlar, bilmeden Risale-i Nuru reklâm ediyorlar, gazete lisanıyla duymayanlara da duyuruyorlar.' "Ben de dersimi Risale-i Nurdan alıyorum" Hazret-i Üstad, ziyarete gelenlere şöyle derdi: 'Zahmet etmeyin, beni görmeye değil, Nurları okuyun, tekrar tekrar okuyun. Çünkü ben de dersimi Kur'ân'dan ve Risale-i Nurdan alıyorum.' *** Üstad kimseden hediye kabul etmezdi. Bazı hediyeleri, 'Aldım, kabul ettim' der, iade eder, 'Bunu benim namıma oradaki kardeşlerimi verin' derdi. Annemden ve yengemden gelen hediyeleri kabul eder, ama bedelini de verirdi. *** Üstad, babamla amcalarıma birgün, 'Sizler kime hizmet ettiğinizi bilmiyorsunuz. Bilseniz...' *** Ankara'dan bir misafir gelmişti. Üstadımız ona, 'Hükümet ve Maarif Risale-i Nuru mekteplerde okutmaya mecburdurlar' demişti. "İhsan kardeş gelir, her hafta bizim ihtiyacımızı temin eder" Birgün Üstadımızın hizmetinde iken, Ceylan Ağabey,

Mustafa Acet Ağabey, Halil Ağabey de bulunuyorlardı. Üstadımız lâtife ediyordu. Üç ağabeye dönerek, 'Biz gittiğimizde İhsan kardeş her hafta gelir,bizim ihtiyacımızı temin eder; değil mi kardeşim İhsan?' dedi. Ben de 'Evet, Üstadım' dedim. Fakat o gün için nereye gideceklerihususunda bir bilgim yoktu. On sekiz gün sonra Üstadı ve bütün Nur talebelerini toplayarak Afyon hapishanesine sevk ettiler. Emirdağ'da sadece ben kalmıştım. Hapishanede bulundukları müddetçe ihtiyaçlarını temin ediyordum. "Sizler buraya niçin geldiniz? Biliyor musunuz?" Birgün Üstad ve Nur talebeleri Afyon hapishanesinden mahkemeye getiriliyorlar. Oturum başlamadan önce Mahkeme salonunda Üstad Nur talebelerine şöyle diyor: "Sizler buraya niçin geldiniz? Biliyor musunuz?" Kimseden bir ses çıkmıyor. Üstad devam ediyor: 'Ruz-u Mahşerde imanla küfrün dâvâsının canlı şahitlerisiniz.' "Sizleri tahliye ediyorum" Üstad ve Nur talebelerinin Afyon hapsine girmelerinden 6,5 ay sonra bir mahkemede oturumdan önce, Üstad eliyle bazı Nur talebelerinden 6-7 kişiye işaret ederek 'Seni seni dışarı çıkaracağım; siz içeride sıkıldınız' diyor. Mahkeme sonunda içlerinde babam, amcam Hasan Çalışkan, Burhan Çakın'ın da bulunduğu altı yedi kişi tahliye edildiler.

"Dairemiz bırakmayız"

içine

aldığımızı

kolay

kolay

Kur'ân ve Risale-i Nurla ilgili bir mesele olunca, Üstad 25 yaşında bir delikanlı zindeliğinde olurdu. Bir gün Üstadın hizmetinde bulunuyorduk. Bir misafir gelmişti. Üstad dua eder şekilde elini açarak şöyle buyurdu: 'Biz dairemizin içine aldığımızı kolay kolay bırakmayız. ' Sonra ellerini ileri doğru iterek, 'Bıraktığımız zaman da-Allah muhafaza buyursun-ruz-u mahşerde yüzüne bakmayız' dediler. "Bir âfet gelecek, fakat zarar görmeyeceksiniz" 1956 Eskişehir zelzelesinden önce Hazret-i Üstad, hergün kuşluk vakti Emirdağ'dan Eskişehir'in Kanlıpınar semtine giderek l-l,5 saat kadar kalıyor tekrar Emirdağ'a dönüyordu. Son gidişi olan 28. günü amcam Mehmet Çalışkan da beraber bulunuyor. Üstad amcamı Eskişehir'e gönderiyor. 'Kardeşlerime selâm söyle, dua etsinler, bir âfet olacak, fakat inşaallah zarar görmeyecekler.' Gariptir ki, zelzele, Üstadın Eskişehir'e gelip gittiği gün kadar devam etti. Mühim bir zarar olmadan felâketi atlattılar. "Üstadın evini bekledik" 1959 sonları Hazret-i Üstad İstanbul, Ankara ve Konya gibi şehirleri içine alan bir seyahate çıkmıştı. Mustafa Acet, Ahmed Urfalı ve beni çağırdı: 'Ben gittikten sonra her akşam gelirsiniz, akşam namazından sabah namazına kadar evimde kalırsınız, beklersiniz. Evi boş bırakmayın'

dedi. Bu kalmalarımız aralıklarla olurdu. El-vedâ Son defa Üstad Isparta'dan geldiğinde Pazartesi günüydü. Çok rahatsızdı, sesi çok zor çıkıyordu. Yatağına yatırdık. Grundik marka bir teybi vardı. Üstad bu teybten Risale-i Nuru dinliyordu. Bu seferki gelişi her seferinden çok farklıydı. Hepimizle teker teker kucaklaştı, bizlere sarıldı, helalleşti, alnımızdan öptü. Yine diğer zamanlardan farklı olarak o gün alnımızdan üç sefer öptü. Çarşamba günü Isparta'ya gitmek üzere ayrıldı. Oradan Urfa'ya gitti. Birkaç gün sonra bizleri acıya boğan haberi alacaktık. Allah gani gani rahmet etsin.

Ceylân Çalışkan'ın kızı İlk röportajımı merhum Mustafa Polat Ağabeyimle birlikte Ceylân Çalışkan'ın minicik kızı Nuran Çalışkan'la yaptıştım. Aradan on beş yıl geçmişti. Bu defa Nuran Çalışkan'a babasını sormuştum. Annesinden dinlediği babasını anlatmasını istemiştim. Nurlu Nuran bana hislerini şöyle ifade etmişti: Muhterem Ağabey, Evvelâ selâm ve hürmetlerimi sunarım. Benden babam hakkında yazı yazmamı istiyorsunuz. Onu hiç görmedim. Fakat görmeyi çok arzuluyorum ve onu özlüyorum. Ama cennette buluşacağımızı düşünerek, tesellî buluyorum. Her çocuk gibi babamı çok seviyorum ve önce Allah'ın, sonra onun koruyuculuğunu daima üzerimde hissediyorum. Arkadaşları babam için şakacı, şefkatli ve sert mizaçlı tabirler kullanıyorlar. Bunları annem de doğruluyor. Ben bu tabirlere misal olacak hatıralardan söz etmeyeceğim, çünkü siz bunları benden iyi biliyorsunuz. Babam için birşeyler yapmak isterdim. Benden ne

beklediğini biliyorum, elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Ama onun için bunlar yeterli değil. O daha fazlasına lâyık. Babamı Üstad Hazretleri kendine vekil ve manevi evlât tayin etmiş. Ben de elimden geldiğince Üstad Hazretlerine lâyık torun ve babama lâyık evlât olmaya çalışıyorum. İnşaallah sizlerin de dualarıyla himmetim artar da, benden bekleneni beklenilen biçimde yerine getiririm. "Dualarınızı bekler, hizmet-i imaniye ve Kur'âniye ve muvaffakiyetinizin devamını Cenab-ı Haktan niyaz ederim." Nuran Çalışkan Sinekten kısas Kafası pek çalışmayan, sâfi kalb, hemen aldatılabilen kimselere zeki ve nükteli buluşuyla "Kardeşimiz fazla mübarek" diye takılan Ceylân Çalışkan, çok konuşan, çenesi kuvvetli kimseleri de "Kardeşimiz az konuşmanın faziletine dair beş saat konuşabilir" diye şakayla hicvedermiş. Çalışkanlar hanedanının asil bir mensubu olan Ceylân Çalışkan bahsini rahmetlere ve dualara vesile olması dileğiyle lâtifeli hatıraları ile bağlıyalım: Barla'nın Çam dağlarında yabani ve iri bir sivrisinek Ceylân'ın eline konmuş emerken, Çalışkan elindeki makasla sineğin ayağını kesmek istemiş, Üstad ise "Keçeli

ne yapıyorsun?" deyince Ceylân Çalışkan, "Kısas yapıyorum Üstadım" demiş. Üstad ise "O seni hacamat yapıyor" diye mukabele etmiş. "Top ne işe yarar?" Yine bir gün, Ceylân Çalışkan'ın amcası oğlu Zeki Çalışkan, Ceylân çalışkan'ın üvey kardeşi Sadık Çalışkan ile reyahin çiçekleritoplamış, Keçili köyü civarında üstada götürmek, hem de orada top oynamak için, yol kenarından giderken Üstan faytonda, Ceylân Çalışkan ise arabanın atını sürmekte iken, yol kenarında giden kardeşini ve amca oğlunu görmüş. Arabayı durdurarak, iki çocuğu da arabaya almışlar. Utanarak topu arkalarına saklamak istemişler. Bu esnada Üstad "Bu nedir?" diye topu sormuş. Zeki Çalışkan utanç içinde cevap verememiş, sadece ve sessizce, suçluluk psikolojisi içinde "Top!" diyebilmiş. Üstad ise "Bu ne işe yarar?" deyince Zeki Çalışkan daha da utanmış, ama yine Ceylân Çalışkan imdada yetişerek, topu tarif etmeye başlamıştı: "Üstadım, bu topu atarlar, tekrar yakalamak için peşinden koşarlar" deyince Üstad "Fesübhanallah" diye tebessümle karşılamış. "Talebe-i ulûmun ölümü şehadettir" Sabahleyin bir seher vakti, Barla dağlarında giderken, üstad önden giden Zübeyir Gündüzalp ile Ceylân Çalışkan'ı göstererek, "Bu ikisi şehittir" demişti. Mustafa Sungur, "Üstadım, dua et de ben de şehit olayım," deyince, Üstad "Talebe-i ulûmun ölümü şehadettir" diye

buyurmuştu. Mustafa Türkmenoğlu anlatıyor Mustafa Türkmenoğlu, merhum Ceylân Çalışkan'la olan hatıralarından bahisle şunları anlatmıştı: 1958 senesinde Risale-i Nur neşriyatıyla uğraşırken, gazeteler büyük başlıklarla 'Nazilli'de Nur ayini yaparken Nurcular yakalandılar!' başlıkları atarak Nur talebelerini bir tarikat gibi gösteriyorlardı. O sırada Mektubat'ın baskısını yeni bitirmiştik. O ara Isparta'dan bir mektup gelmişti. Nazilli hadisesi münasebetiyle kaleme alınan bu mektupta 'Nurculuğun tarikat olmadığı ve bir ekol olduğu' ve mektubun başlığında 'Bazı gazetelere cevap' diye yazılıydı. İçindeki pusula Isparta'dan gönderilen bu mektubunu çoğaltılarak münasip kişilere verilmesi ve bir kısmının Isparta'ya gönderilmesi yazılıydı. Biz o sıralarda M. Emin Birinci kardeşimle matbaada tab işiyle meşguldük. Mektubu bastırmaya karar verdik ve beş bin adet bastırdık. Isparta'ya gönderilen mektubun altında beş isim ve bir imza vardı. Bunlar Tahirî, Zübeyir, Ceylân, Bayram ve Sungur'un isimleriydi. Birinci sütunda üç kişinin ismi, ikinci sütunda ise iki kişinin ismi vardı. Ben ikinci sütunu da üçe tamamlamak için Rüştü Ağabeyin ismini kendiliğimden ilâve etmiştim. Bundan hiçbir kimsenin haberi yoktu. Bu bastırdığımız mektupların yarısını Cemaleddin Günel'e verdik ve onunla Üstada gönderdik. Diğer yarısını

da eş ve dosta dağıttık. O sırada mektup emniyetin eline geçmiş. Biz mektupları dağıtırken. M. Emin Birinci ile beraber kitapları ciltletmek için İstanbul'a geldik. İstanbul'a kitapları bıraktıktan sonra dört senedir gitmediğim Pendik'teki evime gittim. Bir gece kalınca sabahleyin M. Emin Birinci geldi ve 'Haydi giyin, gideceğiz' dedi. Yanında da birkaç tane tanımadığım sivil şahıslar vardı. Meğerse bunlar emniyet mensuplarıymış. Dışarı çıktıktan sonra, tevkif edildiğimizi söylemişlerdi. İstanbul emniyet nezaretine getirildik. Oradan da Ankara'ya götürüldük. Hapishaneye gittiğimizde Tahirî, Zübeyir, Rüştü, Sungur, Bayram ve Ceylân ağabeylerle karşılaşmıştık. Onlarla kucaklaştık. Bizleri daha sonra birer ikişer koğuşlara taksim etmişlerdi. Gündüzleri bahçede hep beraber bulunurduk. İçimizde en yaşlımız Süleyman Rüştü Çakın Ağabeydi. Yaşlılık itibariyle biraz üzülürdü. Kendisi tevkife itiraz etmişti. İtirazında 'Benim ismim Süleyman Rüştü Çakın'dır. Mektubun zîrinde (altında) bir Rüştü ibaresiyle buraya getirildim. Halbuki Türkiye'de bir yığın Rüştü vardır' diyeyazmıştı. Fakat itirazı kabul edilmedi. Hapishanede rahmetli Ceylân Çalışkan herkes hakkında şiirimsi şakalarda bulunurdu. Hattâ bunlardan birisinde Mustafa Sungur'a, Bardak bardak çay içersin şekerin çok mu? Hiç durmadan gülüyorsun kederin yok mu?" diyerek yazmıştı. Ayrıca bahçede volta atarken, bizlere deniz görmemiş

bir çoban çocuğunun haline nazire olarak, Hürriyet başımızdan yıldızlar kadar uzak Başımızda bir takke, sırtımızda bir kazak Dolaştırıp dururuz aynı avlu sılayı Her adım uyandırır yani bir hatırayı' gibi mısralar yazarak lâtifelerde bulunurdu, bizleri güldürürdü. "Daha sonra bir kısmımız da altmış beş günü müteakip tahliye olduk. Avukatlığımızı ise ilk defa Bekir Berk yaptı. Bekir Berk bu dâvâdan sonra, Risale-i Nur hakikatlarını tanımış, Nur dâvâlarıyla meşgul olmaya başlamıştı." *** İslâm fedaisi Ceylân Çalışkan acı bir trafik kazasından sonra ebediyete intikal edince, 31 Ağustos 1963 tarihinde Emirdağ'da Osman Aydın "Şehit kardeşimiz Ceylân Çalışkan'ın ruhuna ithaf" ettiği "Çok selâm söyle" başlıklı manzumesinde hislerini şu mısralarla ifade ediyordu: Acı haberlerin kalbimi yaktı. Kardeşim, üstada çok selâm söyle Nurculara derin acı bıraktı Kardeşim, Üstada çok selâm söyle

Yüreğim yanıyor, gözlerimde yaş, Nur'un hizmetinde her zaman bir baş Kederli günlerde vefalı kardaş, Kardeşim, üstada çok selâm söyle. Üstad daim sana şefkatle baktı, Firakın kalbimi nasıl da yaktı Büyük Ceylân diye ismini taktı Kardeşim, Üstada çok selâm söyle. Yürür Nur kervanı her an ileri, Hizmet-i Kur'ân'da kalır mı geri, Bir gül bahçesi mi yattığın yeri Orada Üstada çok selâm söyle.. Nur akan kalemin yıllarca yazdı, Davete gittiğin sıcak bir yazdı, Levh-i Kalem sana şehitlik yazdı, Kardeşim, üstada çok selâm söyle. Çalışkan'a baktım. Gül benzi solmuş, Yüreği yaralı, gözleri dolmuş, Dostlarım ah! Aman Ceylân'ın 'olmuş Kardeşim, Üstada çok selâm söyle. Vefalı Hakkı Bey ah! Çekip ağlar, Acı haberlerin kalbimi dağlar, Doktorlar sızlayan yaranı bağlar Kardeşim Üstada çok selâm söyle. Mü'minlere dünya sanki yel demiş,

Ölümün önünde akan sel demiş, Üstadım ma'nen de sana gel demiş, Oraya varınca çok selâm söyle. Saadet yurdunun yolcusu aktı, Aydın'ı firakın yaktı da yaktı, Yaşlı gözler ile arkandan baktı Kardeşim, Üstada çok selâm söyle.

CEYLAN ÇALIŞKAN Abdülkadir Ceylân Çalışkan 1929 yılında Emirdağ'da dünyaya gelmişti. Babası Mehmed Çalışkan, annesi ise Ayşe Çalışkan'dı. Küçük yaşta annesini kaybeden Ceylân Çalışkan annesiz, öksüz olarak büyüyordu. 1944'ün yaz sonlarında Emirdağ'a gelen Üstada bütün Çalışkan ailesi yardıma ve hizmete koşmuştu. Mehmed Çalışkan, oğlu Ceylân'la birlikte Üstada nasıl gittiğini şöyle anlatmaktadır: Bir gün Ceylân'la beraber Üstadı ziyarete gitmiştim. Üstad: Oğlun mu?' Evet.' Fırsat düşmüşken çocuğun mektep işini danışayım dedim:

"Efendim, çocuk çalışkan ve zeki, onu mekteplere vermek istiyorum, ne buyurursunuz?"

yüksek

İyi! Zeki ve çalışkan olduğu için evvelâ benden iman dersi alsın, sonra yüksek mektebe devam etsin' diye buyurdu. Böyle bir cevap beklememekle beraber, hemen razı oldum. Zaten Üstadın her emrini yerine getirmeye çalışırdık. Ev işlerimizi olduğu gibi, hususî meselelerimizi dahi hep kendisine danışırdık. Ceylân'a verdiği ilk ders: Sıdk! Buyurdu ki: Daima doğru olacaksın. Hiç yalan söylemeyeceksin. Sana bir milyon lira verirler, sen bana ihanet edebilirsin, fakat ismin ebediyyen kötü anılır.' Ceylân'ın vazifesi, Üstadın söyleyip kendisinin yazdığı mektupları, sonra eve gelerek daktilo etmektir. Üstad, 'Bu usûl zor' demişti. 'Sana on beş günde İslâm yazısını öğreteceğim.' Ve hakikaten öğretti. Nasıl öğretti, hangi usûlü takip etti, bilmiyorum. 1948 senesinde tevkif edildiğimiz zaman sadece bizim Çalışkan ailesinden altı kişi vardı. Ceylân o zaman 19 yaşlarındaydı. Yani Ceylân genç ve körpe yaşında zindanlara atılmıştı. Ceylân'ın askerlik çağı geldiğinde, Üstad onun biraz geç

asker olmasını istemişti. Müracaatlarımızı yapamadık ve Ceylân asker oldu. Üstadına 'Allaha ısmarladık' diye veda ederken, hakikaten maddi-manevî hastalıklarımızın derin ilmiyle ve derya gibi olan şefkatiyle tedavi eden Nur'ların Müellifi yavruma şu nasihatı vermişti: 'Sen Risale-i Nur'un esaslarını hareketlerinle yaşa!" Sonra bir not verdi. Bu notlarda, 'Benim şarktaki dostlarıma ve talebelerime selâm olsun!' diye yazmıştı. Ceylân Urfa'ya gidince bunu bir Nakşî şeyhine verince, şeyh kağıdı cebine koymuş. 'Bunu benim için yazmış' demiş. Aradan epeyce zaman geçti. Ceylân, usta asker oldu. izin sırası gelince iznini almış, fakat zekâ ve çalışkanlığından dolayı, mükâfat izniyle beraber iki ay! Durumu bana bildirdi, 'Baba, ne yapayım?' diye soruyordu. Tabiî, biz de Üstada sorduk. Tamam tamam kardaşım, Ceylân Urfa medresesinde kalsın' diyerek cevap vermişti. Biz biraz üzüldük. Aylar sonra çocuğu görecektik, o da olmadı. Tabiî emir Üstadımızındı. Ceylân Urfa medresesinde kalmıştı. Bir ara o medreseye polisler gelip Ceylân'ın ifadesini almışlarsa da neticede birşey çıkmadı. Nihayet askerliğini bitirdi ve geldi. Bir gece evde

kaldıktan sonra ertesi gün, Üstad. Bak kardaşım, senin çok evlâdın var; bunu da bana ver' dedi. Üstadım, biz Ceylân'ı daha evvel size vermiştik' dedim. "Böylece, Ceylân yatağını evden toplayıp, Üstadın yanına gitti." İşte bundan sonra, Ceylân Çalışkan, zekâsıyla, dehasıyla, eşsiz kabiliyetleriyle, asrın sultanına, dâhi-i âzam Üstada talebe, hizmetkâr ve manevî bir evlât olmuştu-tıpkı kardeşlerinin evlâtları Abdurrahman ve Fuad gibi.. Ceylân'ın Üstadla alâkası pek bulunmaktadır.. Bunlardan tesbit anlatayım:

çok hatıraları edebildiklerimi

Kavunun başına gelenler Üstad bir gün kavunun başını kesmiş, içinin yumuşağını kaşıkla yemiş, kalan sert kısmı da "Bunu götürün, teberrüken yiyin" demiş. Bakraç gibi olan bu kavunu Ceylân bir rafa koymuş, bir-iki gün sonra bu kavunu almış, ipten kulp takmış ve iki katlı evin üst penceresinden, kuyuya sarkıtır gibi aşağıya sarkıtmış, çekmiş, böylece oynamış. Üstad kavunu ne yaptıklarını Ceylân'a sorduğu zaman, olduğu gibi anlatınca, "Peki," demiş, "Doğru söylediğin için

bu sefer sizi affettim." "Ceylân'ı dünyaya vermeyeceğim Üstad, Ceylân'dan çok memnundu. "Ceylân kabiliyetli bir genç. Dünya işini de yapar, ahiret işini de. Fakat onu dünyaya vermeyeceğim" derdi. Bir gün "Ceylân, senin hayatın uhrevîdir. Eğer dünyevî olsa pek azdır!" diyen Üstad, babası Mehmed Çalışkan'a ise, "Bu oğlunun iyiliği, babanın sana ettiği dualarının neticesidir" demişti. Lâtifeler... Küçük yaşta Üstada manevî bir evlat olan Ceylân Çalışkan, hiçbir kimsenin yapmadığı ve yapamadığı lâtifeleri, şakaları yapmıştı. Yine bunlardan tesbit edebildiklerimi, lâtif lâtifelerini anlatayım: Üstad bir gün arabada giderken Ceylân Çalışkan'a radyoyu açtırmış. Mustafa Sungur bu durumu bilmediği için, Ceylân hem radyoyu kapamıyor, hem de gülüyormuş. Mustafa Sungur'un ısrarıyla Ceylân radyoyu kapatınca, Üstad, "Ceylân, radyoyu aç, Sungur da dinlesin!" demiş ve "Kardaşlarım, ben sizin dinlediğiniz gibi dinlemiyorum" diyerek radyodaki hava zerrelerinin vazifeleriyle alâkalı dersler vermiş. *** Bir meseleden dolayı Ceylân'ın canı sıkılınca, Üstad

gönlünü almak için iltifat ederek, "Ceylân, size malta eriği alacağım" deyince, Ceylân, "Üstadım, gönlümüzü mü alıyorsun, yoksa yeni dünya mı alıyorsun?" diyerek mukabele etmiş. "Ben oklava yedim" üstad bir yanlışlıktan dolayı hiddet edip, küçük kulunç değneği ile vurduktan sonra, "Size baklava alacağım yemeniz için" deyince, "Ben oklava yedim Üstadım" diye, yine üstadı tebessüm ettirmiş. "Nine ihtiyardır" Bahar günü arabayla kır gezintisi yaparken otlayan koyunların, kuzuların yanından geçerken. Üstad, "Ceylân, sana bir koyun alacağım, bir de nine alacağım. Nine koyunu sağar, sen de sütünü içersin" deyince, Ceylân "Nine ihtiyardır, bu işleri yapamaz Üstadım" diye cevap vermiş. "Zekeriya'nın dolmuşu "Bir gün babasının yazdığı hasret ve şikâyet mektupları üzerine Zekeriya Kitapçı, Abdullah Yeğin'e hitaben Emirdağ'a, Üstada gelmesi için mektup yazmış. Bunun üzerine Yeğin Urfa'dan kalkıp, Emirdağ'a, Üstadın yanına gelmiş. Üstad hiddet edip, böyle durup dururken niçin geldiğini sorarak hiddet etmiş. Zekeriya Kitapçı'nın mektubu üzerine bu işin olduğunu anlayan Ceylân Çalışkan, zekâsından fışkıran cevabını biraz da argoya sararak, hemen cevap vermiş: "Zekeriya'nın dolmuşuna

binmiş. Üstadım." "Bir huri bana yeter" Üstad iman ve Kur'ân hizmetini ehemmiyetini, bu zamandaki fedakârlığı anlatarak, "Size yirmi huri de verilse, yine bu hizmeti terk etmemeniz lâzım deyince, Ceylân Çalışkan yine lâtifesini yapmış: "Üstadım, bir tanesi yeter bana." 1961 yazında Nur talebeleriyle birlikte Ceylân Çalışkan'ı birinci şubede nezarete koymuşlardı. Hadisede mühim bir unsur olan Said Özdemir, elinde, içinde Nur'un matbaa klişeleri, formaları da çantasıyla birlikte, fırsatını bulup firar etmişti. Yirmi üç gün kadar Nur talebeleri nezarette kalınca Ceylân Çalışkan şu mısraları yazmıştı: Ağustos'un dördüncü haftası Said ve çantası Birinci şubeden bırakıp kaçtı "Başımıza sevaplı belâlar açtı." Bu şiiri eline alıp okuyan Birinci Şube Müdürü, "Bunu kim yazdı?" diye sormuştu. "İçinizden en eski kimse onunla konuşalım" diyen Birinci Şube Müdürü Muzaffer Yılmaz'a Ceylân Çalışkan, "Eskilere itibar olsa, bit pazarına nur yağardı" diye şaka yapmıştı. *** Harbiyede sabahleyin kapılar geç açılınca, içerde sıkışıp

kalan Ceylân Çalışkan şu lâtifeleri satırları yazmıştı: Saat on bire geldi Yemeğe hâcet kalmadı Halimize demeye hacet kalmadı Herkes hacetini içerde görür Hacetim var demeye hacet kalmadı Burası bir sivri adadır Yassıada'ya gitmeye hacet kalmadı." "Hizmet eyle imana" Yüksek zekası yanında şiire ve şairliğe de merakı, kabiliyeti olan Ceylân Çalışkan, Hanımlar Rehberi'nin sonundaki "Nurcuların Kasidesi" isimli şiirde askerlerin "Annem, beni yetiştirdi, bu vatana yolladı" marşına bir nazire olarak yazmıştı. Annem beni yetiştirdi, bu hizmete yolladı. Teslim etti risaleyi, Allah'a ısmarladı Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle imana. Sütüm sana helâl etmem, çalışmazsan Kur'ân'a." şeklinde yazarak, iki makamda okunan bu marşı, zaman zaman arabaya aldığı çocuklarla birlikte okurdu. Üstadla kırlara çıktığı günlerde yine bu marşı Nur talebeleri okurlardı. Bir şaka ve lâtife tarzında yazılan bu şiiri ise "Emirdağ Nurcularını Medhiye ve Mathiyeleridir" ismini

taşımaktadır. Kış gelince hepsi sözü verdiler Yaz gelince çabuk geri döndüler Parlayan bir mum gibi söndüler Ne sebatkârdır bu Emirdağlılar Risale-i Nur içinde adları çıktı Talebelik yapa yapa canları çıktı İçlerinde zaten hiç arslan yoktu Ne kahramandır bu Emirdağlılar Bir vak'a olunca hepsi kaçarlar Mübarek gecelerde hepsi uçarlar Talebelik köprüsünde önde geçerler Ne ileri yönlüdür bu Emirdağlılar Mirac gecesinde kırklar toplandı Karnı aç olanlar manen yoklandı Maşaallah gündüz gibi günahları paklandı Ne günahsızdır bu Emirdağlılar Yazı yazmak bizde birinci gaye Yapamıyoruz ama ne çare Nefsimize veriyoruz büyük bir paye Ne mütevazidir bu Emirdağlılar

Önümüzdeki gece Leyle-i Berat Çok çalışalım ele geçmez bu fırsat Şimdi gelse de sarsmaz bu memat Rabıta-ı mevtlidir bu Emirdağlılar Kimi Üstadın hep halini sorar Kimi ziyaret eder, Üstadı yorar Kimi gece gündüz üç gece arar Ne lopçu bu Emirdağlılar Vaktaki kalem yazdı, olduk biz de talebe Zındıkaya, küfre karşı çaldık galebe Zülfikar gitti Mısır'a, Şam'a, Haleb'e Nef fütuhatçıdır bu Emirdağlılar İhlâslıdır, birbirine küserler Bid'adları, riyaları köklerinden keserler Âlem-i ervahda rüzgâr gibi uçarlar Ne maneviyatçıdır bu Emirdağlılar Menfaati hiç âlet etmeyen Rızadan başka gaye gütmeyen İhlas hilâfına, yola gitmeyen Ne ihlâslıdır bu Emirdağlılar Nur uğuruna kesseler bizim kelleyi Elimizde tutarız ateş gülleyi Korkarız karanlıkta görsek gölgeyi Ne metanetlidir bu Emirdağlılar Söyle söyle sende mi ulvî himmet?

Esrar-ı atom, irşad-ı devlet Sende mi hep umumî gayret? Ne keşfiyatçıdır bu Emirdağlılar." Ceylân'dan annesine mektup 1929'a doğup 1963'de cennet yaşında şehit olan Ceylân Çalışkan, amcası Abdullah Çalışkan'ın hanımının vefatı dolayısıyla kendi üvey anasına, ahiretten ve ebediyetten bahseden şu mektubu yazmıştı: Çok sevgili, çok müşfik valideciğim, Senin ellerinden, hem mübarek ayaklarından hasretle, hürmetle, iştiyakla öperim. Hem son musibetinizden başınız sağolsun. Sevgili valideciğim, dünyadaki herşey ve her ölüm bize diyor ki; siz de fanisiniz, siz de öleceksiniz. Cenab-ı Hakkın bahtiyar kulları bütün bu hadiselerden hisselerine düşen dersi alırlar. Yani kendi nefislerine derler ki: "Ey nefis, sen lâyemut değilsin, fânisin, ibret al, sırat-ı müstakimden ayrılma. Ve her işinde âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı olan Kadîr-i Zülcelâl-i Velikramın rızasını esas maksat yap' der. Bunu böyle söyleyen ve böyle yapan bir abd Biiznillahi Teâla saadet-i ebediyeye vâsıl olur. Ey müşfik anneciğim! Cenab-ı Hak sana musibet perdeleri arkasından öyle nimetler ihsan etmiş ve öyle lütuflar vermiş ki, eğer şükür ile mukabele etsen, pek cüz'î olan amelin seni her iki cihanda mesut etmeye kâfi ve vâfidir. Birincisi: Bu zamanda en büyük hizmet-i imaniyenin

kahramanı ve sertacı olan Üstadımızın şahsî hizmetinde az da olsa sadakatla istihdam edilişin ve o kudsî rehberin yemeğini pişirmen, bazı çamaşırlarını yıkamak suretiyle onun o kudsî hizmetine iştirak edip dualarına pek yakınları arasında dahil olman acaba kaç kadına nasib oldu ki? Bu doğrudan doğruya alâka ve hizmetinizi bir taraf etsek de bilvasıta olan hizmetinize dahi nazar etsek göreceğiz ki, yine en bahtiyar sensin. Sen Risale-i Nur'a hizmet edenlere hizmet etmek şerefine nail oldun. Bu mazhariyete, eğer kadınlar taifesinin aklı başına gelse ve kalb gözleri açılsa idi, canlarını feda edecekler ve seninle adeta yarışa gireceklerdi. Hem sana bütün hayatları boyunca gıbta edeceklerdi. Cenab-ı Hak ve Teâla Hazretleri seni ağuş-u rahmetine almış olacak ki, bütün bu saadetler üzerine bir yenisini daha yetim terbiyesi suretinde ihsan etmiş bulunuyor. Merhum ve mağfur Abdullah amcadan kalan üç yetime Cenab-ı Hakkın masum emanetleri ve vedîaları olarak bakmanız ve onları kendi öz evlâtlarınızdan ayırd etmeyerek şefkatinizle onlarla alâkadarlığınız hem maddî hayatımıza, hem manevî hayatımıza öyle bir nur serper ki rıza-ı İlahî için olmak şartıyla o nur bütün hayatımızı saadete ve nura kalb edip aydınlatabilir ve saadet çiçekleri açarlar. Ey muhterem anne, sen bu hizmetlerinde benim bu biçare nazarımda öyle ulvîleşiyorsun ki, adeta Peygamberimizin 'Cennet anne ve babanın ayağı

altındadır.' Cenab-ı Hakkın 'Onlara üf bile demek caiz değil' mealindeki kudsî emirlere mâsadak olmaya ehil olacak bir vaziyet kesb ediyorsun Ey müşfik anne, sen aynı zamanda yetimler annesisin. Birinci yetim benim. Fakat ben nankör çıktım. Belki herkes benim kadar nankör olamaz, Kadir kıymet bilirler. Velev ki, benim gibi bilmeseler dahi, mademki herşeye nâzır ve her yerde hazır bir zerre kadar bir şeyi zayi etmez. Bütün hayır ve şer onun elindedir. Bütün ücretleri o verecektir ve ondan beklemelisin. Şu kararsız fâni dünyada sen bizzat yetimlerle ve kendi masunların meşguliyeti yüzünden, belki ehl-i dünya zevkperest kadınlar gibi boş vakit bulup, dünyevî işlerle lüzumsuz şeylerle meşgul olamazsın ve belki ehl-i dünya kadınlar tarafından 'Dünyanın en hayır sever kadını sen misin? Kendi çocukların varken başkaları ile uğraşmak neden?' denilebilir. Ve belki bizzat kendilerine iyilik ve şefkat edip baktığın, yedirip, kuşatıp, terbiye ettiğin çocuklar akılları ermeye başlayınca küfran-ı nimet ederek, senin kıymetini bilmemezlik badbahtlığına-Şimdi senden afv isteyen biçare Ceylân gibi düşeceklerdir. Ve bizzat senin nefsin, kalbinin, ruhunun rağmına olarak, bu kudsî, sevapdar, Allah'ın, Peygamberin, Üstadımızın ve bütün ehl-i hakkın razı olup istedikleri hizmeti arzulamayacaklardır. Fakat düşün ki, Cenab-ı Hakkın rızası için yapılan en küçük amel dahi en büyüktür. Cenab-ı Hak

kabul etse, bütün halk reddetse kıymeti yok. Cenab-ı Hak razı olsa, bütün dünya küsse tesiri yok. Eğer O razı olsa, kabul ederse ve hikmeti iktiza ederse, halklara da kabul ettirir. Onları da razı eder. Hatta bir darb-ı mesel var: 'İyilik et denize at, balık bilmezse de, Hâlık bilir.' Varsın, bütün bu hizmetlerinin kıymetini elinde duadan başka hiçbirşey bulunmayan biçare insanlar bilmesin. Herşeyin anahtarı Onun elinde olan Hâlık-ı Zülcelâlin bilmesi senin ve bütün beşeriyet için kâfi ve vâfidir. "Anneciğim, senin dünyevî ve uhrevî saadetin hiç her zaman dua etmekteyim. Senden de dua beklemekteyim. Bilhassa masum yavrulardan. Onların cümlesinin gözlerinden hasretle öperim. Bütün akraba-yı taallûkata, ninelerime, yengelerime, dayılarıma selâm eder, ellerinden öperim. Dualarına el açarım." El Bakî Hüvel Bâki Biçare, duanıza muhtaç evlâdınız: Ceylan Ceylân'ın Bayram'a mektubu Ceylân Çalışkan, asker olduğu günlerde kendisi gibi Üstadın talebesi ve arkadaşı Bayram Yüksel'e şu satırları yazıyordu: Çok sevgili mübarek kardeşim, Senin güzel mektubunu aldım. Fakat ancak izinli

günlerde mektup yazabildiğimiz için cevabı geç kaldı. Kardeşim, kusura bakma. Hem senin ihlâslı faaliyetini tebrik ediyorum. Esaslı askerlik odur. Ve Nurcuların yaptığı askerlik de öyle askerlik olmalıdır. Maalesef biz hiç de öyle bir faaliyet gösteremedik. İhlâsımız kırık olduğu için o cihetten zaifiz. Aziz Bayram, Bizim yüzümüzü güldüren ve sürur eden, senin gibi sâfi ve ihlâslı kimselerdir. Ve bizde aranan birinci vasıf ihlâs, sadakat ve sâfiyet-i kalbiyedir. Bu da sizde hakkıyla mevcuttur. Aziz kardaşım biz sizinle iftihar ediyoruz. Bunları sizin şükür etmeniz için tahdis-i nimet olur diye söylüyorum. Yoksa sizin bu hükümlerden gurura kapılmanıza imkân yoktur. Hâzâ min fadlı Rabbî. Ben geldiğim vakit on beş gün 3. taburun 10. bölüğünde kaldım. Sonra da alay karargâh bölüğünün istihkâm takımına geçtik. Yani istihkâm askeriyiz. "Buralarda pahalılık, susuzluk ve soğuk var. Fakat sizde yoktur. Portakal boldur. Mahsulden başka herşey oradan daha önce yetişir. Arapça da konuşular, siz de öğrenirsiniz. Beraber Bağdat'a, Şam'a gideriz, inşaallah, Isparta'dan lâhika geliyor, siz de isteyiniz, gelsin. Mektubuma son verir, gözlerinden öper, ihlâslı, makbul dualarınızı beklerim, aziz, kıymetli kardaşım."

El-Bâkî Hüve'l-Bâkî Kardeşiniz Ceylân Üstad Ceylân'a ikazları Ceylân Çalışkan küçük yaşta Üstadın hizmetine girdiği zaman bilemediği bazı noktalarda Üstad yazdığı pusulalarla kendisini ikaz ediyordu: Ceylan! Zaman naziktir. Nur'ların faaliyeti vaktin çok dikkat lâzımdır. Nur'un ve bizim Nurcuların selâmeti ve münafıkların şerrinden kurtulması için sen bu üç maddeyi bil: Birincisi: iktisada tam riayet etmek lâzımdır. Tâ validen ve baban senden gücenip hizmet-i Nuriyeye zarar gelmesin. Dükkâncılık eden mertlik etmez. On paraya dikkat eder. Mal senin değil. İkram etsen caiz değil. İkincisi: Şimdilik nazar-ı dikkati kendine celb etme ve gösteriş yapmaya çalışma. Tâ senin elindeki Nur emanetlerine zarar gelmesin. Hevesatını, faidesiz eğlencelerini bırak. Hizmet-i Nuriyenin sana verdiği zevkler yeter. Üçüncüsü: Bize gelmek için buraya gelenlerden herkese açılma. Lüzumsuz onlara esrarımızı bildirme. Çünkü içlerinden ya safdil veya kurnaz veya aptal bulunabilir, ifşa eder, habbeyi kubbe yapar. Ondan da münafıklar ve casuslar istifade eder. Hususan bu kasabada daha çok

dikkat ve ihtiyat lâzımdır." Ceylan! Dün posta için sabahtan akşama kadar seni bekledim, görünmedin. Kalben dedim, 'Eğer Risale-i Nur'un hizmetiyle ve okunmasıyla meşgul olmuş ise aff edilir. Yoksa onun hayatı Risale-i Nur'a aittir. Hevesatına sarf etse şiddetli tokat yiyecek. Acaba o mânâsız gezmeyi bu soğukta sen mi yaptın? Yoksa başkası mı hatıra getirdi? Hem yanınızda daha kim vardı? Risale-i Nur hesabına merak ediyorum. Dikkat et, çocukluk yapma, tokat yiyenler pek çok. Ceylân! Sen bahtiyardın ki, bu acib zamanda Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir hizmeti ve onun manevî hazinesinin bir anahtarını aldın. Benim de anahtarımı aldın. Ve küçük bir Abdurrahman ve küçücük bir Husrev namını aldın. Bu kudsî ve ehemmiyetli vazifeye lâyık olacağını gayet kuvvetli bir sadakat ve metanet ve ihtiyat ile isbat edersin. Gerçi çocuksun, fakat sende kuvvetli bir sadakat hissettiğimizden küçülmüş kuvvetli bir ihtiyar nazarıyla bakıyoruz. "Sen de dikkat et! Çocukluk hevesatına aldanma, kapılma! On adamın şimdiki benim hizmetimde vazifeleri mecburiyetle sana yüklenmiş. Az bir yanlışın büyük bir zarar verir. Bunu kat'iyyen bil ki, senin hizmet ettiğin hakikatın sana vereceği hem dünyada, hem âhirette menfaate mukabil dünyada hiçbir şey gelemez. Tâ ki, bir elmas hazinesini şişe gibi çabucak kırılacak fâni dünya lezzetleriyle kaçırma. Çocukluk kulağıyla cin, ins

şeytanlarının vesveselerine kapılma." Ceylân Çalışkan, Üstadın kendisini ikaz mektuplarını şöyle takdim etmektedir. Üç ikazın birisi Üstadın kendi el yazısıyla, diğer ikisi ise Ceylân Çalışkan'ın el yazısıyladır: Mübarek Üstadım Efendimin, Risale-i Nur'un faaliyetine zarar gelmemek için, bana yazdığı bir-iki ehemmiyetli ihtarı burada derc ettim. Bir numaralı ihtar: Zülfikar 'Mucizat'ın tab'ı edildiği sıralarda yazılmıştır. 1946 Eylül başlarındadır. İki numaralı ihtar: Hizmet-i Üstaddan-gerek ehemmiyetli kusurlardan dolayı ve gerekse başka manevi sebepten dolayı-çekildikten bir hafta sonra süflî hevesat-ı nefsaniyeye tabî olduğumdan yazılmıştır. 946 Kanunusâni yirmi yedinci gün. "Üç numaralı ihtar: Hizmette iken Risale-i Nur'un hizmetinin ne kadar kıymetli olduğunu ve bu elmas hazinesinin kaybedilmesini ikrar ediyor." Ceylân'ın babasına mektubu Ceylân Çalışkan, babası Mehmed mektubunda da şunları yazıyordu:

Çalışkan'a

bir

Çok kıymettar ve müşfik pederim, Evvelen senin, kahraman kardaşımız Halil ile gönderdiğin hem uzun ve sevinçli mektubu, hem mürekkepleri, hem fanila ve paraları aldım. Cenab-ı Hak

ebeden razı olsun. O güne kadar evvel istemiş olduğunuz evrakları yazıp göndermiştim. Size ehemmiyetli bir müjde arz edeyim ki, kitaplarımızın iadesine dair olan büyük müjdedir. Birkaç gün evvel Nur'un çok değerli bir kahramanı olan Sungur kardaşımız tahliye edilerek Samsun'dan ayrılmış. Herhalde o aziz ve mübarek kahraman, bugünlerde muhabbetiyle yanıp tutuştuğu sevgili Üstadımıza gelecek ümidindeyim. Saniyen: Hem evimizin küçük bir dershane-i Nuriye şeklinde çalışmasını, hem bir vasıta-i seyyiat olan radyonun satılmasını ruh-u canımla tebrik ediyorum. Terbiyesi sizlere verilen çocuklara ehl-i sefahetin ağızları meyhane kokan levhiyatlarını değil de nur-u mübarekiyetin tecellîsine vesile olan kelâm-ı İlahî okutmanız ve dinlemeniz bütün ehl-i imanı ruhen memnun eden bir hâlettir. Ne kadar sevinsek azdır. Salisen: Buradaki kardaşlarımız, hususan Husrev ve Tahirî Ağabeylerimiz, Zübeyir, Muhsin, Bayram ve diğer kardaşlar sizlere pek çok selâm ve dua ediyorlar. Rabian: Zülfikar, bir giden olursa gönderilecek. Hamisen: Kore kahramanı bayram kardaşımızın yirmi beş lirasını mektubunuzu alır almaz vermiştim. O zaman yazamadığımdan affınızı dilerim. Umum hısım, akraba ve komşulara, hususan terzi Mustafa'ya, camcı Mehmed amcalara pek çok selâm ve hürmetler, dualar ederim. Amcalarıma, hususan Osman, Hasan, Ahmed, Mahmud

amcalarıma pek çok selâm ve hürmetler eder, ellerinden öperek dualarını beklerim... dayılarımın da keza. Köyden Suna ninem geliyor mu? Bir gelen olursa ellerinden öptüğümü yazarsınız. Ahmed amcam bu işi görse daha iyi olur. Umuma, ev halkına yaş sırasıyla gözlerinden öperim, dualarını beklerim, hususan mübarek Sevim'in gözlerinden öperim, duasını beklerim, rüyası inşaallah mübarektir. Sadisen: Mübarek Mustafa kardaşımızın istediği Mektubat'tan herhalde bir cildi fazla olarak gitti. Şayet öyle ise siz bir takımını alıp, hediyesi olan beş lirayı gönderirsiniz. "Sabian: Valideme yazdığım biraz hissî ve fakat gayet samimî ve hakikî arîzayı okursunuz. İnşaallah okursunuz. İnşaallah duasına ve dualarınıza ve hayırla yâd etmenize bir vesiledir." El-Bâkî Hüve'l-Bâkî Evladınız Ceylân Ceylân'ın iki amcasına yazdığı mektup Ceylân Çalışkan en genç iki amcasına da şunları yazmıştı: Mübarek amcalarım Ahmet ve Mahmud; Pek çok selâm ve dualar ederek ellerinizden öperim. Hususan nineme selâm eder, ellerinden öperim.

Hem iman ve Kur'ân hizmet ve muvaffakiyetler dilerim.

muhabbetinde

Size fazlaca yazacak birşey yok. Fakat kalbler dolusu selâm, sevgi, muhabbet ve hasret her an. Size Niyaz-i Mısrî Hazretlerinin Risale-i Nur'a geçmiş iki beytini yazayım, mânâsını anlamaya çalışınız: Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere Can yatar gafil binası oldu viran bîhaber Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber." El-Bâkî, Hüve'l-Bâkî Duanıza muhtaç yeğeniniz Ceylân "Ziya Nurun erkânlarıyla meşveret etsin" Asiye Mülâzımoğlu, yakınlarından bir kızı Yusuf Ziya Arun'a vermek istemiş, bu maksatla Üstada bir mektup yazmıştı. Üstad da Ceylân Çalışkan'a şunları yazmıştı: Ceylân! "Bu mektup, kimindir bilemedim. Ziya'yı aynen Zübeyir gibi bütün hayatını Nur'lara, iman hizmetine fedakârane verecek bir mahiyette bilirim. Dünya ile, hususen kadınlarla, evlenmekle alâkadar olup bağlanmaz zannederim. Selâhaddin, Nur'un bir kahramanı iken,

tezevvücü onu dünyaya esir eyledi. Ona ve Nur'lara çok zarar oldu. Eğer Ziya dünya ile, evlenmekle alâkadar olmaya niyeti kat'î var ise, Nur'un erkânları ile meşveret etmek ona lâzımdır. Ben bu meselede fikir beyan edemem. Ziya gibi Nur kahramanı dünya ile zincirlerle bağlanmasına, hizmet-i Nuriye fetva vermesiyle olur." Üstadın kendi el yazılı notlarının bulunduğu bir başka pusulada ise Ceylân Çalışkan'ın şu cevabını okumaktayız: Çok muhterem, sevgili Üstadım Efendim, Emir buyurduğunuz yazı acele ve yalnız yazdığımdan matluba muvafık olamadı. Af buyurun. Saniyen: Asiye Hanım hatm-i Kur'ân etmiş. Sûre-i Fil'den itibaren okunarak Efendimizden hatim duası rica ediyor. Salisen: Ziya teklif edilen iş hakkında kat'î red kararı vermiş. Gücendirmeden Asiye'ye bildireceğiz. Ellerinizden öperim. Ceylân. Üstadın Ceylân Çalışkan'a notları Üstad Bediüzzaman'ın kendi el yazısıyla Ceylân Çalışkan'a hitaben birkaç pusula ve notları bulunmaktadır. Bunların bir kısmını takdim ediyorum: Bunlar "Üçüncü medrese-i Yusufiye hatıratından vecize ve lâtif mektuplar" başlığı altında takdim edilmektedir. Bunlardan Ceylân'a hitaben yazılanlar:

Ceylân! "Bir sene çamaşırlarımı yıkayan Rabia bana bir gömlek, bir parça kömür göndermiş. Ben bir senede ona çok minnettar olduğumdan, onun hediyesini geri çevirmem. Fakat faidem bulunmak için bana Mekke'den gelen zemzemi ve hurmaları ona mukabil çok selâmla beraber gönderiniz." Ceylân! Bana ve Nur'lara ait kırk küsur sahife kararnameden benim için yazılan ve tashih ettiğim iki parça zayi olmasın. Ve size lüzumu kalmadığı vakit bana gönderiniz. Hem son yazdığım pusulayı benim defterime göre küçük yapraklarda yazınız. Belki bana lâzım olur. Bana gönderiniz. "Mehmed Ali dilimi anlamıyor. Ben demiştim ki; Zübeyir ile Sungur Nur'un kahramanlarıdır. Her biri yirmi-otuz yeni talebelerden ziyade ehemmiyetleri vardır. Ben bir sebepten telâş ettim. Acaba hiç sarsılmayan bu iki Abdurrahman'larım bunlardan aldanabilir mi? Tam Ceylân gibi çalışmadılar." Ceylân Ağustos 1963'te Bakırköy istikametinde meydana gelen trafik kazasında, bindiği minibüste vefat ettiğinde nüfus cüzdanının arasından şu vesika çıkmıştı: Ceylân benim vekilimdir. Nur'a ait işleri benim hesabıma yapar." Said Nursî

Vefatına kadar bundan kimsenin haberi yoktu. Kendisine itibar artıp, nefsine pay çıkmasın diye bunu gizlemişti. Ceylân! "Son yazdığım ve bu dehşetli ve zehirli hastalık tekmiline mâni olmuş parçayı Hüsrev'e gönder. O benim bedelime 'Hülâsatü'l-Hülâsa'daki ilim, irade ve kudret kısmının bir nevi tercümesini yazsın. Eğer isterse yazdığını bana tashih için göndersin. Hem bana çok dua etsinler" Ceylan! "Bu gönderdiğin temyiz lâyihasını Emirdağ'da baban ve amcaların yazdıysa, elbette onlardan birisi Ankara'ya gidecek ve orada dostların tensibiyle mahkemeye verebilirler. Fakat bize karşı muameleleri ne kanunîdir, ne de hakikattır. Onun için bizim kanunî ve hakikatlı müdafaalarımızı nazara almıyorlar. Bir kısmını aksülamel ile aleyhimize çeviriyorlar. Şimdi merak ettim. Acaba bizim bütün evrak ve müdafaalarımızı mahkeme-yi temyize göndermişler mi? Yoksa bunda da bizi aldatmışlar mı?" Ceylân! Eğer münasip ise, Asiye ve Raia peynirimi salamur yapsınlar. Tâ yumuşak kalsın. Hem bu tuzsuz parçayı bu şekerle beraber Asiye'ye ver. Tâ tatlı yapsınlar. "Yanımda Hüsrev'in hattıyla bir Meyve var idi. Çabuk suretini almak için Ahmet Feyzi'ye gönderdim. O koğuşta

güzel yazılar var. Nöbetle yazsınlar. Ormancı güzel yazısıyla yardım etsin. Her biri bir kısmını yazsın." Üstadın Ceylân'ın yazdığı duaların sonuna kendi el yazısıyla kaydettiği duası: "Yâ Erhamerrahimîn, ism-i azam ve Cevşen'deki isimlerini hürmetine, bu nüshayı yazan Ceylân'ı ve babası Mehmed Çalışkan'ı cennetü'l Firdevsde saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniyede daima muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin." Ceylân! "Hakikaten Nur kahramanı çok güzel yazmış. Hem o tarz lâzımdı. Ben çok sevindim. Kararnameye mukabil büyük müdafaatım meydana çıkması gerektir. Ve Hüccet dahi Meyve gibi resmî bir ilmî müdafaa olur. Nur'ların teksirine ve bir nümune ve vesiledir." Ceylân! "Senin yazı faaliyetinde bir noksan, bir tevakkuf hissediyorum. Senin gibilerin az bir sarsıntıları şimdilik beni meraklandırıyor. Sakın sakın, yoksa bir kederin mi var?" 4 Haziran 1949, Cumartesi Ceylân! "Sen hem Hüsrev, hem bir Abdurrahman, hem de Fuad'sın. Ve vazifeni tam yapmışsın. Ve manen daima yanımdasın. Her nereye gitsen benim ve Nur'un hizmetindesin. Yanımda aynen Hüsrev gibi hazırsın,

müfarakat yok. Hemen müracaatla o dördüncü medreseye gitmeye çalış," Ceylân! "Isparta'dan Diyanet Riyasetine verilmek üzere bana gönderilen ve tevkifimizden sonra, Emirdağ'a gelen kitaplardan Darü'l-Fünûn parasına mukabil Ziya'ya verilsin. Hem Hacı Nazif'in ve Âtıf'ın hediyeleri Zübeyir ve Ziya ve Ceylân ve hissesine mukabil bir nevi fiyat verecek Said ortasında taksim edeceksiniz. Emirdağ'daki Hatice çoktan beridir Sultan, Fethiye ve Şadiye, vesair hemşirelerimin isimlerini beraber söylerken bu Hatice daima beraberdir." Ceylân! "Ben onu unutmuştum. Emirdağ'daki Isparta'dan gelen kitaplar benim tashihimden geçmemişler. Tahliyemden sonra veya ona bir çare bulunsa tashih edilecek, inşaallah." Ceylân! Şiddetli bir ihtar ile bildim ki; sen ve Ahmed Feyzi Nur'un mesleği olan mübareze etmemek ve ehl-i dünya ile uğraşmamak ve siyasete ve yalnız lüzum-u kat'i olduğu zaman kısaca müdafaa etmek haricinde pek ziyade zararlı, mübarezekârane ve siyasetvari mahkemedeki okuduğunuz parçalar Nur'lara çok zarar vermiş. Hattâ bizim cezamıza ve benim sıkıntılarıma sebebiyet vermiş. Ben senden ve Ahmed Feyzi'den gücendim. Fakat bana evvelce göstermek lâzımdır. Feyzi dahi bütün kuvvetiyle siyasî

müdafaatı bırakıp Nur'larla ve Tahirî gibi yeni talebelerle meşgul olmak elzemdir. Ceylân! "Sana hizmeti sebebiyle burada Nur'lara ehemmiyetli bir faidesi bulunan Süleyman'ı bir parça mahzun, perişan gördüğümde merak ettim. O da senin gibi bir evlâdımdır. Hem bugün bir saat evvel hafif bir zelzele oldu. Siz de hissettiniz mi?" Ceylân! Yağımı gönderdim. Ta tuzlansın, bozulmasın. Bir kısmı tenekeye konulsun. Ve bana mahsus üç kitabı gönderdim. Okusunlar, muattal kalmasın. Bir Ayetül'l-Kübra'yı ben okuyorum. Sonra onu da sana göndereceğim. Benim destilerimi su doldurmaya geldiği vakit dikkat ediniz. Hem kapılarım, hem yemeğe ait şeylerime dikkat. Bana suikast ihtimali kavîdir. Düşmanlar parmaklarını buraya sokmuşlar. "Abdülkadir merak etmesin. Mahkemeye vermesini işittim. Şahidsiz, emaresiz, dâvâsız mütecaviz adamın cüzî yaralanmasından size iftira edilmesinin ehemmiyeti yok. Eğer faraza bütün bütün haksız bir surette zulmen bir senelik ceza verilse dahi zararı yok. Başka hapse nakil ile Nur'lara hizmet edebilirsin." Ceylân! Bir

işaret

gördüm,

telâş

ettim.

Altıncıdaki

kardaşlarımızın tam muhabbet ve tesanütleri devam eder mi? Ve başka kardaşlarımızın hapislerinde soğukluk var mı, yok mu? Merak ediyorum. Çünkü hariçten bir parmak aleyhimizde hapse sokulmuş. Usanç ve sıkıntıdan sarsıntı vermek ister. "Saniyen: Matara kırıldı. Onun misli Emirdağ'daki menzilimde vardı. Yaz, onu bize göndersinler!" Kardaşlarım, masumlara gelecek mahkememizdeki vaziyete göre iki eski avukatımızın meşveretiyle birkarar vereceğiz. Şimdiden mahremce müdafaatımızın tam tetkik etsin. Benim bazı meselelerde tevilli ve kapalı söylediğimin sebebi siyasete girmemek, hem masum arkadaşlarımı çabuk kurtarmak için. Yoksa ben çok şiddetli konuşacaktım. Ceylân! "Emirdağ'da karyolamdaki yorgan köylü Hayrı'nın idi. Ve büyük minder babanın idi. Ve karyolayı Hasan getirmişti. Bunlarsahiplerine iade edilmiş midir?" Ceylân Çalışkan Üstada şu notu yazmış: "Mübarek Üstadım! istemiş olduğunuz parçalarıı gönderiyorum. Yalnız yeni olarak Sebilü'r-Reşad ve Sünnet gazeteleri gelmemişler. Geldiğinde güzel parçalarını yazıp, sevgili Üstadımıza takdim edeceğimizi ellerinden öperek arz ediyoruz." Ceylân Çalışkan'ın bu notunun arkasına Üstad kendi el

yazısıyla şunu yazıvermiş: "Yeni Posta gazetesine cevap yazdığım parça bende yok." Yine bir notta Ceylân Çalışkan, Üstadına şunları ifade ediyordu: Çok mübarek sevgili Üstadım, "Talebelerin bütün müdafaatı Zübeyr'e verildiği için ancak bu kadarını yazabildim. Emir buyurursanız tekrar yazarım. Ellerinizden hürmetle öper, validemin, pederimin en derin hürmetlerini arz ederim. Ceylân." Üstad ise aynı notun kenarına şunu ifade etmişti: Ceylân! "Sen avukatlara buradaki temyiz müdafaatlarını yazdın mı? Bu dört gün bunu bekledim." Zübeyir Gündüzalp'in bir notunda ise Ceylân Çalışkan'a hitaben şunları okumaktayız: Aziz, kahraman Ceylân! Bugün ne halde olduğunuzu bilemiyoruz. Yalnız hadsiz şükür diyebiliyoruz. Hazret-i Üstadımız eve yerleşti. Size ve umuma selâm getirmek için gönderdi. Sizde Meyve varmış, onu verin, göndereceğim. Binler selâm ellerinizden öperim. Bütün ruhumuzla beraber sizinle beraberiz.

Zübeyir" Ceylân Çalışkan'ın yazdığı Nur'lara Üstadın yaptığı ve yazdığı dualardan iki misal: "Yâ Erhamerrahimîn, ism-i âzamın hürmetine, bu nüshayı yazan Ceylân'ı cennetü'l Firdevste mesud eyle ve belâlardan muhafaza eyle. Âmin...âmin..âmin." Ceylân Çalışkan'ın okumaktayız.

evrakları

arasında

şunları

da

Ağır ceza mahkemesi Afyon yüksek katına. Elli bir sahife kararnamenin bana ve Nur'lara ait kırk küsur sahifesinin gayet ehemmiyetli bir mübarek eser olarak göndüm. Ve heyet-i hâkimenin kıymet-i âliyelerini ve adaletlerini ve geniş tahikatlarını gayet parlak gösterdiğinden, benim aleyhimde de olsa ruh-u canımla o kıymettar eserin neşrine taraftarım. Ve size minnettarım. Çok rica ederim ki, o eserin teksiri için bize izin veriniz. Cezaevinde mevkuf Said Nursî Mübarek Üstadım Efendim, "Bizler ellerinizden öperek sıhhat ve afiyetinize dualar ediyoruz. Kararnâme hakkındaki istidanızı münasip gördük. Yukarıdaki tarzımızı siz de münasip görürseniz aynen yarın vereceğiz. Ve kararnâmeyi de yazmaya

başlıyoruz. C." Güzel münasiptir. (Üstadın kendi el yazısı) Münasip görmediğiniz sahife ve satırları kaldırırsanız, münasip bulduğunuz kısmı bana ve Nur'lara ait makbulüm. Kırk küsur diğer sahife ilâve edip teksirine avukatlarla beraber çalışmak lazımdır. Bu çok büyük ve çok ehemmiyetli meselenin hakikatı anlaşılsın. Said Nursî Ceylân! Evvelâ size yazdığım ihtarı teyid eden bir haberi aldım ki, demişler, 'Hani ya Said diyor, Risale-i Nur siyasetle hiç alâkası yok, siyasete âlet olmaz. Halbuki onun hizmetçisi aynen Sebilü'r-Reşad gazetesi gibi siyaset-i diniye ile lüzumsuz itiraznamesinde hükûmetin icraatını tenkit etti ve bir şakirdi dahi (Mealen: Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir) âyetini mahkemeye karşı sarf etti. Şimdi gayet ihtiyat ve dikkat ve teyakkuz ve temkin ve sukûnet elzemdir. gösteriş ve hodfüruşluk ve benim müdafaanâmedeki dâvâlarımı tekzip etmemek lâzımdır. Saniyen: Yollar ve posta ücreti ne kadar olsa sen kesenden verme. Ben vermeye mecburum. Salisen: Bana yazdığın cüzî ve âdi işlere dair mektupları yakmaya mecbur olduğumdan, başlarında Esma bulunmasın. Yalnız 'Üstadım' de ve ahirinde 'C'. yaz.

Rabian: Ben her birinizden o derece ziyade zahmet, sıkıntı, soğuk muamele çektiğim halde sizlerin kemal-i sadakatlerinizi ve mahviyetkârane ihlasınızı düşündükçe bin samimî şükür ve inşirah hissedip, o zahmetler hiçe iner. "Hamisen: Karşımızda bir-iki mason var. Onlar haklı müdafaatınızı aksülamel yapıp aleyhimize çevirerek mahkemeyi aldatırlar. Bunun için bunlara karşı çok konuşmak zararlıdır. Siz de gördünüz. Ne kadar yanlış mânâlar verip aleyhimize çevirdiler. Benim müdafaatımı okumaya meydan vermediler ki, foyaları ve desiseleri meydana çıkmasın. Tâ efkâr-ı âmmeyi ve mahkemeyi aldatabilsinler." *** Aziz sıddık, hakikatlı kardaşım, Evvelâ ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmualarımızdan en ziyade Rehber'e ehemmiyet veriyorlar. Hattâ iki Rehber'i birleştirip Ceylân'a vererek dâvâsını kubbe yapıp, o yaralanan adamı bir sene sükûttan sonra o iftiralara sevk ettiler. Ben zannederim ki, 'Hüve Nüktesi' gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinatgâhı olan tabiat tağutunu dağıtmış. Kesif toprakta Hüve bir derece saklanabilirdi ki, şeffaf havada 'Hüve Nüktesi'nden sonra hiçbir cihetle o tağutu saklamak imkânı kalmamış ki, küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi

aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşaallah Nur'lar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akîm bırakacaklar. "Saniyen: Bu sıra hem Sünnet gazetesinin Nur'larla iştigalleri güzel sanat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim hoşuma giden, bize dair bahislerine bakınız, bana bildiriniz." Ceylân Çalışkan 1947 senesinde Eskişehir'de Gençlik Rehberi'ni bastırmıştı. Emirdağlı bozuk bir adam Ceylân Çalışkan'a hakaretler edip, hadise çıkarmak istemişti. Çok mecbur ve muztar kalan Ceylân Çalışkan adamı ağzından vurmuştu. Adam bir müddet konuşamamış ve kendisini kimin vurduğunu söyleyememişti. Ancak hadiseden bir sene sonra kendisi Ceylân Çalışkan'la uğraşmaya başlayarak, onun ceza almasını sağlamıştı. *** Ceylân Çalışkan'dan anne ve babasına: Çok kıymettar müşfik peder ve valideciğim, Evvelen: İstifsar-ı hatırla mübarek ellerinizden öper, hem dualar eder, hem de makbul ve müstecap dualarınızı beklerim. Cenab-ı Hak 'Kul mâya'beû biküm Rabbî levlâ duaüküm' diye ferman-ı zîşanında buyurmuş. Hazret-i Üstadımızın Yirmi Üçüncü Söz'de bu âyet-i kerimenin kısaca mealinde 'Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?'

diye mânâlandırıyor. İnşallah hep dualarınız Cenab-ı Hakkın rızası yolunda ve dahilindedir. Sizin şefkatinize ancak dualarla ve iki cihanda saadetiniz için Hakka yalvarmakla mukabele edebiliyoruz. Sizler de bizi dualarınızla unutmayın. Saniyen: Sizlere geçen hafta uzun bir mektup yazmıştım. Hem içerisinde Zübeyir kardaşımızın itimatnâme istidası vardı. Rüştü'ye gönderdiğiniz posta Hizbü'n-Nuriye'yi sevgili Üstadımıza verdik. 'Bârekallah, maşaallah' buyurdu. 'Mektup yok mu?' dedi. (Yani Mustafa'dan). Biz de 'Haberin yok mu efendim?' dedik. Kıymettar, mübarek kardeşimizin yazdığı çok gizli mektubunu, şahıslarımıza hitap ettiği için Üstadımıza vermemiştik. Selâmlarınızı söyledik. Salisen: Geçen mektubumda zikrini unuttuğum, istemiş olduğunuz evradlarla birlikte gönderiyorum. Hatt-ı Arabîde en çok şakirdi olabileceğimiz kahraman ve faal Mustafa kardaşımızın orada bulunduğu halde bu vazifenin bizlere verilmesini, hem o kardaşımızın masumlara Kur'ân dersi vermek gibi ulvî megalesinin çokluğuna, hem de sizin şefkatinizin muktezası olduğuna kanaat getirdik. Rabian: Bu evradları kimin okuyacağını bilemediğimiz için Üstadımıza dua yazdırmadık. Hamisen: İktisadî vaziyetinizi sarsmamak için bir ay kadar daha iktisatla inşaallah şimdilik idare edebileceğim. Benim için fazla sıkmayın. Hakikatta sizlerin bana değil, benim sizlere her türlü maddî ve manevî yardım yapmaklığım iktiza ederken, bu asırda zuhur eden şiddetli

imanî ihtiyaçlarımızdan, sizlerin namınıza ve bedelinize olarak, Cenab-ı Hak kabul etsin, bu günde en muazzam hakikata hizmete çalışıyoruz. Umum maddî ve manevî kardaşlarımıza, hususan Osman, Hasan, Ahmed, Mahmud amcalarıma, Urfa'lı Ahmed, Mustafa, Halil, İhsan kardaşlarımıza, yengelerime, ninelerime, dayılarıma pek çok selam ve hürmetler ediyor, dualarını bekliyoruz. Kemal, Şükran, Sadık, Gönül, Sevim, Nuriye, Ayşe, Fatıma'nın gözlerinden öperiz. Burada bulunan kardaşlarımızı sizlere pek çok selâm ve dualar ediyorlar. El-Bakî Hüve'l-Bakî Duanıza muhtaç evlâdınız: Ceylân Yine Ceylân Çalışkan'dan babası Mehmed Çalışkan'a hitaben yazılan bir mektup: Ey ruhumdan çok sevdiğim ve beni ruhundan fazla seven babacığım, Size şu mübarek ve aklı sönmemiş ve kalbi ölmemiş her insanın etrafına bakıp gıpta ile müşahede ettiği medrese-i Nuriyedeki nefsimin lâyıkıyla idrak edemediği ve fakat siz aziz pederimin manevî bir hasretle beklediği fıtratında mücmelen münderiç olan ve belki nereden geldiğini bilemediği ulvî hasletlerin hakikatlarına dair olan intibalarımı yazmayı çoktan beri düşünüyordum ve kalben

istiyordum ki, güya Ceylân Çalışkan, Eşref Edib'in Sebilü'r-Reşad dergisinde Üstadla alâkalı yazıyı Üstada şöyle takdim etmişti: Mübarek Üstadımız, Sebilü'r-Reşad gazetesindeki hakkımızdaki havadis kısmını aynen takdim eder, mübarek ellerinizden öperiz. Sebilü'r-Reşad'daki yazıyı ise Ceylân Çalışkan şöyle yazmıştı. Bediüzzaman Said Nursî "Efâdıl ve eâzım-ı ulema-i İslâmiyeden Bediüzzaman Said Nursî'nin ve arkadaşlarının Afyon ceza mahkemesinde mahkûmiyetinin mahiyeti hakkında izahat istenilmektedir. Bir maznun hakkında ceza mahkemesi tarafından verilen hüküm kat'iyyet kesb edinceye kadar gazetelerde hükmün gerek leh ve gerek aleyhinde neşriyatta bulunmak Matbuat kanuniyle memnu olduğu için şimdilik bu hususta birşey yazmamız mümkün değildir. Mazur görülmemiz rica olunur. Eşref Edib" Aynı pusulanın arkasında ise Üstad kendi el yazısıyla şunları ifade ediyordu: Sebilü'r-Reşad bu sırada bizim lehimizde yazıları bize zararlıydı. Çünkü Risale-i Nur'a dahi dinî ve siyasî bir mecmua nazarıyla bakmaya sebep olup, kabinenin dikkatini celb edecekti. Hem bu fırtınalı sırada evrakımız temyize gitmediği

hayırlıdır. Dünkü beyanname hangi gazete ve kimin?" ben şu mübarek dershanede benden her cihetle yüksek kardaşlar içine nefsim hesabına değil, âdeta pederimin gönderdiği canlı bir diktafon makinesi gibi, buradaki hâlâtı mümkün olduğu kadar pederime arz edeceğim ve mübarek pederim, o arz ettiğim ve kendimin idrakinden âciz olduğu birçok hakaik-i Kur'âniyeden, hem kendisi, hem Cenab-ı Hakkın yed-i emanetine tevdî ettiği masum kardaşlarıma istifade ettirsin diye, âciz, şu günlerde sizin mecburiyetle derd-i maişetle iştigalinizi ve zahiren bir parça yorulmanızı ve sıkılmanızı düşündüm. Bu zahirî ve dünyevî üzüntünüze ve sıkıntınıza iştirakle beraber zail oldu. Cenab-ı Hakkın üzerimize maddi, hususan manevi, nimetleri pek ziyadedir. Bugün âlem-i İslâmda halaskârımız diye baktıkları en meşhur insan ve en mütekâmil zata, yani iktidaya seza olan Bediüzzaman Hazretlerine sekiz sene gibi bir zaman-ki, 'Bir defa elini öpsem, sonra ölsem' diyenler pek çok-bedeniyle, kalbiyle, ruhuyla, malıyla hizmet etmek Cenab-ı Hak sana nasip etmiş. Bunda bizim hissemiz yalnız şükürdür. Hattâ bu kadarla da kalmayıp, Cenab-ı Hak in'amını tezyid ederek bu manevî hazineye daimî bekçi ve o sefineye daimî bir hadîm olarak, senin ihlâsının bir kerameti olarak âciz evladını Risale-i Nur'a vermiş. Bütün bu hasra gelmez nimetler ülfet ve alışkanlık perdesiyle muvakkaten görünmüyor. Güneş gibi bir nimet-i uzmâya-bizi ısıtan, aydınlatan, nimetlerin neşv-ü nemâsına yarayan ve daha birçok hasseleri bulunan güneş-gafil

beşer, her gün muayyen vakitte doğduğu ve gözler alıştığı için ülfet perdesiyle şükür etmediği gibi, bizler de içinde bulunduğumuz bu nimet-i uzmâya, bize saadet-i netice veren bu tarîk-ı müstakime şükürde kusur ederek göremiyoruz. O nuru gönder İlâhi, asırlar oldu yeter Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister' diyen Hak şairlerinin acı feryatlarına Risale-i Nur'la cevap verilmiş. işte böyle bir nura 'Rabbü's-Semâvati ve'l-arz'ın rızası yolunda sekiz sene herşeyiyle ve fakat ind-i ilâhide ihbarat-ı sadıka ile inşaallah yüz senelik hizmet gören Çalışkan hanedanının en nasiplisi sen olman itibarıyla, seni bir Nur talebesi olarak bütün ruh-u canımla tebrik edip alkışlıyorum. Evlâdın olarak da kemal-i hürmet ve muhabbetle el ve ayaklarından öpüyorum. Senin emsaline koskoca Nur dairesinde pek az, belki bir-iki tane ancak tesadüf ediliyor. Bu kanaat sırf benim kanaatım değil, nura ömrünü vakfeden fedakârlar hep böyle söylüyorlar ve bana, 'Böyle bir pederin olduğuna daima iftihar etsen hakkındır,' diyorlar. İşte böyle bir pedere, manevî hazineler kazandıran Nur'lardan, her mektupta birer parça yazmak arzu ediyorum. Hem istiyorum ki, kalb ve ruhunun bütün hayatıyla müştak olduğu bu hakikatlara lisanın ve aklın da ihtiyacını hissettim. Sonra bende yalnız bir nakliyeci ve aksettiren bir ayna ki, o elmas hakikatları yalnız nakledeyim. Benim hissim zarf ve kâğıdın, mektubun mânâsındaki hissesi ne kadar cüz'i ise ondan

daha az olsun, yani şuursuz elektrik ve telefon telinin elektriği ve sesleri nakletmesi gibi.. İşte bu neviden olarak size kısaca arz ediyorum ki: Üstadımız Hazretlerinin kırk sene evvel yazdığı bir risalede bu meâlde ezcümle: Kırk senelik ömrüm ve otuz senelik ilim seyrinde dört kelime ve dört cümle tahsil ettim. Bu dört kelimenin birincisi niyettir. Evet, muhakkak niyet, toprak gibi âdetleri ve kum gibi hareketleri ibadet cevherine kalb eden acîb bir iksirdir. Ve keza niyet seyyiatı hasenata kalb eden bir hassaya maliktir. Niyet bir ruhtur. Onun ruhu da ihlâstır. İhlâs olmayınca halâs mümkün değildir.' Üstadımızın işte cevher-misal bu sözlerini en küçük hareketlerimizde tatbik edersek o adi hareketlerimiz büyük ibadetler hükmüne geçer. Şimdi bir sebebe binaen kısa oldu. Cümlenizin, başta ellerinizden öperim.

sevgili

müşfik

validem

olarak

Hususan validemin hatırlarını sual ederim. Bütün akrabalara selâm ve hürmetler ediyorum. Küçük kardaşlarıma binler selâm, gözlerinden öperim. Üstadımız sizlere, yani hem valideme, hem size her zaman dua ediyor. Ve her buraya gelenle selâm gönderiyor. Üstadımıza şayet birşey yazacak olursanız, ayrı bir pusulada olursa daha münasiptir. Çünkü diğer umur-u

âdiyeye Üstadımızın nazarlarını çekmek münasip değil. Eskişehir tarîkiyle on adet Cevşen ve bir gömlek göndermiştim. Emirdağ'ın buraya olan risale hesabı 66,50 kuruştur. "Buradaki kardaşlarımız, hususan Zübeyir, Bayram selâm ediyorlar. Geçenlerde Konyalı Sabri Bey gelmişti. Ömer için gönderdiğiniz taziyeyi aldığını ve size çok selâmı olduğunu söyledi." El-Bâki Hüve'l-Baki Dualarınıza muhtaç evlâdınız Ceylân

M.ZEKİ ÇALIŞKAN 1940'ta Emirdağ'da doğdu. Hasan Çalışkan'ın oğludur. 1990'da rahmet-i Rahman'a erdi. Üstad Hazretlerini ilk defa nasıl gördüğümü hatırlamıyorum. Nasıl ki insan babasını veya dedesini ilk gördüğünü hatırlamaz. Çünkü o bizim aileden birisiydi. Üstad, 1944'lerde vefat eden Şeyh Ali Dedemin yerini alan, âlim fâzıl celâlli, vakur ve biz çocuklara karşı da müşfik bir zat-ı muhteremdi. Hele bizimle konuşurken 'Kardeşim' diye hitap etmesi çok hoşuma giderdi. Keçili köyünde bahçenin içindeki çardak da çok hoşumuza giderdi. Taş duvarla çevrili meyve bahçesinde her türlü meyveler bulunurdu. Biraz da meyve yemek için olacak herhalde, oraya çok giderdik. Üstadın yatağı ağacın üzerindeydi. Oraya merdivenle çıkardık. Baş ucunda salkım üzümleri, kızarmış elmaları yan yana görür ve çocuk aklı ile neden yemediğini düşünürdük. Zannediyorum, Risale-i Nur'ların bir kısım mektupları da orada yazılmıştı. Fesleğen kokulu saksı çiçeğini severdi. Muhtelif çiçeklerden demetler götürdüğümüzde Zübeyir

Ağabey, 'Kardaşım, Üstad fesleğeni sevdi. Ötekilerden koparmayın!' demişti. Üstadı namaz kılarken Çarşı Camiinin mahfilinde çok görürdüm. Beyaz işlemeli, pamuklu, zarif bir seccadesi vardı. Cuma'ya bir saat kala evden çıkar, yakın köylerden gelen ahali ve dükkân sahiplerinin arasından selâm vere vere camiye giderdi. Sonraları halkın alâkasından çekindiklerinden dolayı resmî zatlar mâni olmuşlardı. Hele bir namaza duruşu vardı ki, insan onu seyretmekten zevk alırdı. Huşû ile dua eder, zarif, ince, uzun parmaklı elleri tekbir alır, namaza dururdu. Namazın mânâ ve mahiyeti onun şahsında görünürdü. Tâdil-i erkanı onda görmek lâzımdı. Bizim dükkânla Üstadın evi karşı karşıyaydı. Pencereye oturur, çarşıyı temâşâ ederdi. Bir gün ağabeyimle dükkânda esaslı bir muharebeye tutuşmuştuk. O zamanlar ilkokula gidiyordum. 949-950 senelerindeydi. Üstad pencereden kavga ve gürültümüzü duymuştu. Hemen dükkâna Zübeyir Gündüzalp Ağabey geldi. 'Kardaşım sizi Üstad çağırıyor' dedi. Bu arada rahmetli babam da gelmişti. Tabiî, bizden renk-menk gitmişti. Babam, 'Haydi, şimdi ne haliniz varsa görün' dedi. Hemen çabucak abdest aldık ve odasına çıktık. Kendisini; yerde diz çökmüş, başımız önde, yirmi-otuz dakika kadar dinledik. Bizim yaptığımız işin kötülüğünü ve ondan ötürü de kendisinin mahcup olduğunu, birbirimizi sevmemiz lâzım geldiğini, kendi kardeş ve akrabalarından ayrı

düştüğümüzü söyledi. Biz de utanç ve mahcubiyet içinde bir daha böyle bir şey yapmayacağımıza söz vererek yanından ayrıldık. "Çayı çok severdi" Üstad, çayı çok severdi. Bir tarihte şeker, çay vesikaya düşmüştü. Hele şeker tamamen yok olmuştu. Üstadın şekerini dükkândan biz verirdik. Hep ben götürürdüm. Ağabeyim dükkânda otururdu. Her seferinde para vererek fiyatını öderdi. Ayrıca bana ayak kirası olarak, hurma, elma, bisküvi verirdi. Bunlar baş ucundan hiç eksik olmazdı. Bize teberrüken verirdi. Mehmed Çalışkan Amcamın hanımı olan yengemin çorbasını alırdı. Birkaç sefer ben götürmüştüm. Parasını bana vermişti. "Çamaşırları mis gibi kokuyordu" Çok acı yıllar geçirmişti. Bizim ilçede en yakın talebeleri olan Sungur ve Zübeyir Ağabeyler bile yanına giremediler. Onlara ayrı ev tutulmuştu. O günlerde Üstadın çamaşırlarını, yıkanması için sepetle, Osman Çalışkan Amcamlara götürüyordum. Yolda burnuma gül kokusu gelmişti. Sepeti yere dökerek içine baktım. Kirli diye götürdüğüm çamaşırlar mis gibi gül kokuyordu. Bu husus çok hayretimi mûcip olmuştu. Yine o günlerde dükkânın tezgâhındaydım. Zübeyir Ağabey telâşla, gülerek babama birşeyler anlatıyordu. Onlarda hayretle gülerek dinliyorlardı. Üstadın baş ucunda bir krem kutusu vardı. Nevaleyi ondan görürdü.

Akşamleyin son meteliği de harcamışlar. Sabahleyin yine Üstad sipariş vermiş. Zübeyir Ağabey 'Üstadım, paramız kalmadı. Akşam hepsini harcadık' demiş. Celâllenen Üstad, 'Keçeli, Keçeli, baktın mı kasaya?' demiş. Kutuya bakan Zübeyir Ağabey, içinde paraların olduğunu ilk defa bize anlatmıştı. Bizler de buna benzer harika keramet hallerine çok şahit olmuştuk. Üstadın karşı komşusu Bolvadinli Cafer Ağa kurban kesmiş, Zübeyir Ağabeylere de bir parça et vermiş, o da kabul etmemişti. Kızan Cafer Ağa Üstada şikâyete gitmişti. 'Hiç kurban eti alınmaz mı?' diye şikâyet etmiş ve Üstad, 'Söyle onlara, alsınlar' demişti. Tabiî, Cafar Ağa sevinç içindeydi. Üstad ve Nur talebeleri zekât, iftar daveti gibi şeylere asla kabul etmezlerdi. Evde odun taşınıyor, badana yapılıyor, tahtalar siliniyordu. Üstad, Mustafa Acet Ağabeye, teberrüken kendi evine götürmesi için bir bardak dut şurubu vermiş, o da aşağıya inip bir bardak şurubu içmişti. Tabiî, eve gitmek çok vakit alacak. Üstad şüphelenerek 'Ne yaptın?' demiş. Acet ise 'Boşalttım efendim' demiş, Üstad 'Nereye boşalttın?' deyince de foyası meydana çıkmıştı. Üstad 'Bir bardak şurubun hepsi içilir mi?' diye tebessümle gelenlere anlatıyor ve 'Senin midenden Allah'a sığınırım' diyordu. Bir gün ilhan köyü yolunda Bağlar mevkiinde bayram ziyaretinde iken baktık, tek gözlü bir atın koşulu olduğu faytonla Üstad geliyordu. Sürücü ağabey yavaşladı ve biz Üstadın elini öperek bayramlaştık. Zaten biz veya herhangi

bir çocuk kafilesi önünü kesti mi, onlarla muhakkak görüşür ve 'Bana dua edin, ben çok hastayım' derdi. Bu arada araba yürüdü. Aşağıdaki tarladan bir zat da koşarak yola çıkmaya çalışıyordu. Hava çok rüzgârlıydı. Rüzgâr adamın meşin şapkasını başından uçurdu ve aksi istikamette sürüklemeye başladı. Adam şapkayı tercih etti ve Üstadla görüşemedi. Zaten içkici olduğu için eve almıyorlardı. Kazaya gelen taharrî memurlarının en iyi dostu bu adamdı. Bir gün fırsatını bulmuş, içeriye girmişti. Babasının millî mücadeledeki kahramanlıklarını anlatıyordu. Bu ziyaretten sonra adam Üstada karşı müsbetleşmişti. "Keramet peşinde değiliz" İlk zamanlar da Şuhut'ta memurluk yapan komşumuz Şükrü Amca, Osman Amcamın aklını çelmişti. 'Siz bu adamın peşinden gidiyorsunuz. Medhediyorsunuz. Ama hiçbir kerametini göremiyoruz' diyerek amcamın hizmetteki ihlâsını kırmak istemişti. Amcam düşünürken âniden Zübeyir Ağabey gelmiş, 'Sizi Üstad çağırıyor' demişti. Üstad amcama, 'Kardaşım Osman, biz keşfin, kerametin, makamatın peşinde değiliz. Kapı dururken pencereden girmek akla aykırıdır' diye bir ders vermişti ki, hayret! Zaman zaman Üstadın bindiği âmâ atın boyu belki iki metreydi. Halbuki Beytullah Ustanın ahırında nadide yarış atları vardı. Ama Üstad, hep o atı severdi. Nasıl da çıkardı atın üstüne, bir elinde dizgin ve şemsiye, diğerinde

tashihatı yapılacak kitap. O azametli cins at üstündeki varlığın kıymetini idraki içinde sakin sakin giderdi. Üstad en çok bahar aylarında, kasabanın yüksek tepesi olan Harami tepesine, Keçili köyüne, İlhan köyü yolunda Bağlar mevkiine gezmeye çıkardı. Üstad, Çarşı camiinde ikindi üzeri kapanır, çok zaman geceyi camide geçirirdi. Caminin üst katında mahfelde yeri vardı. Bilhassa Cuma'ları namazını orada kılardı. O zamanlarda Emirdağ'da elektrik yoktu. Camide gaz lambası ve mum yanardı. Bir de muzip ve şakacı bir müezzinimiz vardı. Ekmekçi Kocanın pederi müezzin Budoğlu diye anılırdı. Budoğlu bir sabah namazı camiyi açıyor, lambayı yakacak. Kibriti olmadığı için Üstadın kibritini almış, birkaç gün hep Üstadın kibritini kullanmıştı. Güya habersiz alıyor. Aklı sıra Üstad inzivaya dalmış ve dalgın, bilmez diye düşünmüş, üstad habersiz vaziyette bulunan kibritleri almasına celâlleniyor ve çağırarak, 'Kardaşım, al şu beş kuruşu da camiye bir kibrit al' diyor. Şaşıran ve korkan Budoğlu, bu hadiseden sonra Üstada çok daha hürmetkâr davranıyordu. "Namazda kalbine birşey getirme" Bir gün öğle namazı kılarken, müezzine on lira lâzım olduğundan, kalbinden on lira geçmiş. Bu esnada cebine el gibi birşey girmiş. Namazdan sonra Üstad kendisine 'Kalbine namazda birşey getirme' diye tenbihatta bulunmuştu. Bu müezzinin öyle bir gür sesi vardı ki, verdiği selâları,

ezanları beş-on kilometre uzaklıktaki köylerden dinleyen köylüler vakti bilir, kazada ölenlerin haberini alırlardı. Budoğlu Hoca, Üstadın çok duasını almıştı. Üstad mecliste olan konuşmaları da takip ederdi. İsmail Önen Beyden gazeteleri alır, götürürdüm. Zübeyir Ağabey, Üstadın gösterdiği yerleri okurdu. Baş ucunda da radyosu bulunurdu. Yedi-sekiz yaşlarındaydım. Akraba-i taallûkattan yaşı tutanları, hepsini Afyon hapishanesinin kalın parmaklıklarının içine hapsetmişlerdi. Sarı, zalim bir gardiyan vardı. Bizi ne kadar azarlar ve korkuturdu. Uzaktan pencereden Üstada bakıp selâm vermeyi bile yasaklamışlardı. Hayatta en çok sevindiğim gün, tahliyeler ve 1950'de çıkan umumî af idi. Üstad bir Cuma günü gusül abdesti almak istiyordu. Vakit hayli yaklaşmıştı. Ateş de az kalmıştı. Mustafa Acet Ağabeye, 'Kardeşim, sen ibriği koy mangala, herhalde bu ateş bu suyu ısıtır' demişti. Çok kısa bir müddet içinde bu az ateşte su ısınmıştı. Emirdağ'da dâvâ vekili olan amcam Abdullah'ın hanımı vefat etmişti. Üç kız, bir oğlan yetim kalmıştı. Bütün yük büyük kızdaydı. Güngör her işe yetişemiyor ve daraldıkça, ölen annesine sitem ediyordu. 'Bunları başıma yıktın, gittin' diyerek, annesine küsüyordu. Bir müddet sonra Güngör ablam da vefat etti. Bütün ev Şükran'a kalmıştı.

Şükran ablam da büyük sıkıntı içindeydi. Üstad ise bu durumdan haberdardı. Şükran içine kapanmış, derdini kimseye söyleyemiyordu. Üstad gözyaşını içine akıtan Şükran'ı çağırtmış ve 'Her gün çorbamı sen getir' demişti. O tarihte Üstad tecritte ve sıkı takip altındaydı. Anahtar evin dışından kilitleniyordu. Anahtar bir nevi yed-i emin olan kapı komşusu Boyacı Sabri'de kalıyordu. Şükran Abla her gün çorba getiriyor ve her zaman kapının arkasında Üstadı beklerken buluyordu. Şükran Ablamın gelme zamanı mechul. Üstad Şükran Ablama para, badem ezmeleri ve hurmalar veriyordu. Bu vaziyet Şükran Ablamın morali düzelinceye kadar devam etmişti. Üstad Şükran Ablama şu müjdeyi vermişti: 'Sen onları merak etme. Onların hepsini de ben barıştırdım.' Üstad, dedem Şıh Ali için de şöyle diyordu: 'Ne kendini bildi, ne de emirdağlılar onu bildi.' Koca Üstadı tanıyanlar tanıdı. Ama elli milyonluk Türkiye'de hâlâ tanımayanlar var. Helâket ve felâket asrının temsilcisini cümlesine tanıtıp, onun halkasına dahil etmesini Cenab-ı Mevlâ'dan niyaz ederim.

HÜSEYİN ÇALIŞKAN Çalışkanlar hanedanından Hüseyin Çalışkan, Hasan Çalışkan'ın oğludur. Üstad Bediüzzaman Emirdağ'a geldiği 1944 Ağustos'unda henüz altı yaşlarında bulunuyordu. İşte o günlerden, gençlik zamanlarına kadar şahit olduğu hatıraları bize anlatmaktadır. Bu şâhitler'in dilinden, şahid olduğu aziz hatıraları şöyle sıralayabiliriz: Küçüklük zamanlarımda bir gün, babam Hasan Çalışkan'ı arıyordum. Bulabileceğimi ümit ettiğim komşusu dükkânlara bakmıştım, ama bulamamıştım. Sonra aklıma babamı bulabileceğim bir yer daha gelmişti. Doğruca oraya gitmiştim. Yarı açık duran büyük bir kapı. Kapı aralığından, kıyafeti bizim kıyafetimize benzemeyen, büyük bir insan; ben küçük ve bacak kadar boyumla, selâmsız-saygısız hemen sormuştum: 'Babam burada mı?' Büyük zat, 'Hayır, baban burada yok!' diye cevap vermişti. Ben o küçük halimle ve yüksek miyop gözümle, yine içeriye dikkatli dikkatli bakarak babamı arıyordum. Babamın olup olmadığını kendim tahkik ediyordum. "Ehl-i tahkik" Bu hatıradan sonra, Üstad Bediüzzaman'ı ne zaman

ziyaret etsem, bana 'Bu keçeli çok ehl-i tahkiktir!' diye tebessüm ederek, lâtife yapardı. Bizlere Küçük Sözler'i okumamazı sık sık söylerdi. Üstad Bediüzzaman'la birlikte, Emirdağ Çarşı Camiinde aynı safta sayısız Cuma namazı kılmıştık. Bir gün ikindi namazını müteakib camide mevlid okunuyordu. Az bir cemaat vardı. Cemaate gül suyunu dökme işini de bana vermişlerdi. Cemaate gül suyunu döktükten sonra, yukarıda, müezzin mahfilinde yalnız oturan Üstad Hazretlerine de vermek için yanına varmıştım. Elini açsın diye biraz beklemiştim, hiç kıpırdamıyordu. Sol gerisine oturdum. O zaman bana sol elini uzattı, ben de biraz gül suyu döktüm. Emirdağ'daki iki cenaze namazına gittiğini biliyorum. Bu hatırayı bana hocam Hafız Nuri Güven söylemişti. Birisi, Emirdağ Çarşı Camiinde kırk seneden fazla müezzinlik yapan Budakoğlu Murad Hocanın ve diğeri de Emirdağ civarında düşen askerî uçakta şehit olan havacıların cenaze namazıydı. *** Bir Pazar günü babam ve arkadaşlarıyla Keçili köyüne gitmiştik. Üstad Hazretleri de oradaydı. Öğle vakti ise camiye gelmiştik. Camiye köyden kimse gelmemişti. On-on beş kişi hep Emirdağlıydık. Vakit gelince cemaatin arasında ihtilâf oldu. Vakit hususundaki ihtilâf için herkes kendi saatine

bakıyordu. Üstad Hazretleri de saatine bakmıştı. Babamın saati alafrangaydı, ama o söylemiyordu. Epey müzakereden sonra ezan okundu, Üstad Hazretlerinin imametinde namaz kıldık. Böylece ben Üstad Bediüzzaman'ın arkasında ilk defa namaz kılmış oldum. Zaten bir daha kısmet olup da arkasında namaz kılamadım. *** Emirdağ'da İsmail Ata'nın dükkânında yangın çıkıp, çarşıda büyük zarar olmuştu. Üstad Hazretleri Zübeyir Ağabeyi gönderip, geçmiş olsun dileklerini, zarar olan mallarını sadaka olabileceğini bildirmişti. "Traşa fazla zaman ayırıyor" Saçı, sakalı gür olan Zübeyir Ağabey normal zamanlarda traş olurken, Üstad Hazretleri 'Bu traşa ne kadar çok zaman ayırıyorsun?' diye kızmıştı. Sonraları Zübeyir Ağabey çok geç traş oluyor, bu yüzden saçları çok uzuyordu. "Kitapların üzerine oturmayın" Emirdağ pazarında okul kitapları satan bir pazarcı fazla kitapları balya yapmış ve üzerinde oturuyordu. Bunu gören Üstad Hazretleri Zübeyir Ağabeyi gönderip adamı ikaz etmişti. Üstad kitabın muhteviyatı ne olursa olsun, içinde mukaddes isimler bulunabileceği için, üzerinde oturulamayacağını bildirmişti.

KÂMİL ÇALIŞKAN Ailece Nur cemaatinin içinde olduğumuz için, Üstada gidip gelirdik. Küçük de olsa ufak tefek vazifeler oluyordu. Üstadı görüp ziyaret etmemiz birkaç defa değildi. Emirdağ'a geldiği zaman hizmetine koşardık. Amcalarım ve amca çocukları, hep ilgilenirdik. Üstadı ilk görmem çocukluğumda olmuştu. 1948'de ilkokul dördüncü sınıftaydım. Su taşımak temizlik yapmak ve gazete almak gibi vazifeler yapardım. Bir defasında bana hususî bir vazife vermişti. O yıllarda Eskişehir'de deprem olmuştu. Üstad beni çağırttı. Ben hemen Üstada koştum. Asıl adım Kemal olduğu halde bana hep Kâmil derdi. Bana dedi, 'Kâmil, Eskişehir'e git, oradaki kardeşlerin durumunu öğren, eğer kalacakları yer yoksa, onlara söyle buraya gelsinler.' Ben gidip, Nur talebelerini gördüm. Durumları iyi idi. Üstadın selâm ve davetini bildirdim. Onlar 'Durumumuz iyidir. Üstada çok selâm söyleyiniz' dediler. Ben de görüp Emirdağ'a geldim. Biraz geç kalmıştım. Üstad beni merakla beklemişti. Gelince Üstada durumlarının iyi olduğunu ve selâmlarını , hürmetlerini söyledim.

Ben daha ziyade Üstad Emirdağ'dayken görüşüyordum. Isparta'ya Üstadı görmek için iki-üç defe gitmiştim. "Ceylân Ağabey Üstadın resmini çekti" Bir defasında Üstadla birlikle Kapaklı semtine, su getirmek için gitmiştik. Mahmud Amcam, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler de vardı. Çok zamanlar oraya gider, biraz dinlenir, sonra da su alır getirirdik. Ceylân Ağabeyin elinde bir fotoğraf makinası vardı. Ceylân Ağabey Üstadın resmini çekmek istemişti. Üstad 'Keçeli' diyerek eğilip yerden bir taş kaldırdı. 'Keçeli, ne yapıyorsun?' diyerek, tebessüm etti ve kolunu indirdi. O zaman yarı şaka ve yarı kızma hali vardı. Tabiî, Ceylân Ağabey fotoğrafı çekti. Üstad sık sık arabayla kıra çıkardı. Tabiî, devamlı takip ve tarassut altında bulunuyordu. Kırlara çıktığı zaman da takip ediyorlardı, ama zahiren, fiilî birşey yapmıyorlardı. Adnan Menderes Emirdağ'a geldiği zaman Mahmud Amcam, Ceylân Ağabey ve ben karşılamaya gitmiştik. Bizim arabamız Menderes'in arabasının hemen arkasındaydı. Yanımıza bayrak da almıştık. Menderes Üstadın evinin önünden geçerken, arabayı durdu. Üstad da pencereden dua ediyordu. Üstadla karşılıklı selâmlaştılar. Selâmdan sonra da okula doğru gittiler. Milletvekilleri ve subaylar O

zamanlar

Üstad

hasta

olduğundan,

gelenlerle

görüşemiyordu. Zaten görüşen olursa da karakola götürüp, sorguya çekiliyorlardı. Hattâ bir defasında Avukat Abdurrahman Şeref Laç gelmişti. Onu da götürüp ifadesini almışlardı. Devlet ricali ve memurlarından da gelenler çok olurdu. Meselâ Demokrat Partinin Gümüşhane milletvekili Ekrem Bey ve yine milletvekili olan Gıyaseddin Bey gelmişlerdi. Subaylardan gelenler olurdu. Bir albay gelmişti. Havacılardan çok gelen olurdu. *** Üstadın dersinde bir kaç defa bulunmuştum. Şivesini pek anlayamazdım. Zaten Şark şivesiyle konuşurdu. Zübeyir Gündüzalp ile Ceylân Çalışkan Ağabeyler çok iyi anlarlardı. Zübeyir Ağabeyin hususiyeti de, verilen işi çok iyi takip etmesiydi. Bize bazan postaya verilmek üzere mektup verirdi, mektubu atıp geldikten sonra tam tekmil verirdik. Üstada bazan yemek götürürdük. Bize teberrüken beş-on kuruş para, yahut lokum ezme gibi yiyecekler vererek bizi mükâfatlandırırdı. Sabahları da dersten sonra siyah üzüm verirdi. Üstadın arabası Isparta plakalıydı. Arabayı önce Mahmud Amcam kullanıyordu. O askere gidince Ceylân Ağabey öğrenerek kullanmaya başladı. Sonraları ise Hüsnü Bayram kullandı. Menderes Hükûmetinden kâğıt Ben o zamanlar Küçük Sözler'den yazmıştım. Üstad

ders sırasında bazen Ceylân ve Zübeyir Ağabeylere izah ettirirdi. Nur talebelerine sıkıntı verildiği zaman, Üstad o gün rahatsız olurdu. Dr. Tahsin Tola Ağabey milletvekiliyken, Menderes hükûmetinden risalelerin basılması için kâğıt almıştı. Allah razı olsun, çok hizmetleri olmuştu. *** Mustafa Acet de Emirdağlıdır. Kendisi Emirdağ'da imamlık yapmaktaydı. Çok risale yazmıştı. Yazısı da çok güzeldi. *** Üstadın her gelenle görüşmesi mümkün değildi. Hem Üstad, 'Kardaşım, ziyaretçi kabul edersem, herkes yatağını bile satıp, ziyaretime gelmek isteyecek. Onun için buna meydan vermemek lâzımdır' derdi. *** İstanbul'dan, Ankara'dan risalelerin tab'ı için gelen ağabeyler, Zübeyir Ağabey vasıtasıyla hemen Üstadla görüşürlerdi. Üstad kırlarda da tashih yapar ve dualar okurdu. Maalesef, arkasında namaz kılma şerefine nail olamadım. Üstadla alâkalı muhaberatı Ceylân Ağabey, hizmetini de Zübeyir Ağabey yapardı. Sabahları yaptığı derslerini de dinlerdik. Üstad yiyeceklerini itimat etmediği kimselerden almaz ve

aldırmazdı. Zaten bakkal bizdik. Yoğurdu amcamın hanımı yapardı. Çamaşırlarını da yine amcamın hanımı yıkardı. *** Üstada ilk nüfus kaydını Dr. Tahir Barçın Ağabey yapmıştı. Emirdağlılar Üstadı yaşlı bir hoca olarak bilirlerdi. O şekilde hürmet ederlerdi. Hattâ Üstad Emirdağ'dan ayrılıp başka bir yere gitse, 'Kuraklık olur, yağmur yağmıyor,' eğer Emirdağ'da olursa, 'Bereket geldi' derlerdi.

MAHMUD ÇALIŞKAN 1838'de Emirdağ'da dünyaya geldi. Şeyh Ali Efendinin en küçük oğludur. Bediüzzaman'a hizmet etme bahtiyarlığına erenlerden.. Hatıralarını şöyle anlatıyor: Üstad Emirdağ'a 1944 yazında gelmişti. Ben ise o zamanlar henüz altı yaşındaydım. Emirdağ'a ilk yerleştiği yer Gücenmez'in oteli olmuştu. Burada beş-on gün kalmıştı. Bu durum halk arasında kısa zamanda 'Emirdağ'a çok büyük bir hoca gelmiş, fakat kimseyle görüşmüyormuş!' tarzında yayılmıştı. Bizim Çalışkan'lardan Üstadı ilk gören ve ziyaret eden Hasan Ağabeyim olmuştu. Ağabeyim, 'Acaba kimmiş?' diye durumu öğrenmek için merakla otele gitmiş, üstaddan yakın alâka görmüştü. Kendisi, 'Hocam her ne ihtiyacınız varsa biz görelim' demiş ve o günden sonra da Üstadın hizmetlerini görmeye başlamıştı. Daha sonraları Mehmet Çalışkan ve diğer ağabeylerim gidip görüşmüşlerdi. Üstad otelde rahat edemiyordu. Hasan ağabeyim otelin karşısındaki boş bir evi tutup, Üstadı oraya yerleştirmişti.

Bu günlerde babam Şeyh Ali vefat etmişti. Babam Nakşibendi tarikatına mensup olduğu için, halk arasında 'Şıh Ali' diye anılırdı. Hastalığı sebebiyle Üstadla görüşemeden vefat etmişti. Vefatını Mehmed ağabeyim Üstada söylemişti. Üstad rahmet dileyip dua ederek tesellî ettikten sonra, 'Derviş Ali'yle ben manen görüştüm. O büyük bir veli imiş. Büyüklüğünü ne kendisi, ne de siz bilmişsiniz. Onunla âlem-i berzahta her zaman beraberiz' diye buyurmuştu. Üstadımız babama, 'Derviş Ali' derdi. Kendisinin Emirdağ'a teşrifinden on beş gün sonra vefat etmişti. Afyon hapsine giriş Üstad havalar iyi olduğu zamanlarda kırlara giderdi. Yol bizim evin önünden geçerdi. Üstadın giyinişi, yürüyüşü hep dikkatimizi çekerdi. Bizim mahallede görünür görünmez, mahallelinin bütün çocukları koşar, elini öperdik. O da bizim başımızı okşar, 'Maşaallah, maşaallah!' diye tebessüm ederek, dualar ederdi. 1948 senesinde Üstadı ve ona hizmet eden Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan, Halil Çalışkan; Mustafa Acet ve diğer Nur talebelerini Afyon hapishanesine götürmüşlerdi. Bir seneye yakın hapishanede kaldılar. Ağır cezadaki mahkeme günlerinde bizler de gider gelirdik. Afyon mahkemesinden sonra, Üstad tekrar Emirdağ'a dönmüşlerdi. Üstadımız hasta ve ihtiyar olduğundan, kıra yaya olarak

çıksa, çok zorluk çekiyordu. Ağabeylerim ve diğer talebeleri bir fayton almışlardı. Bir müddet Halil ve Ceylân ile Mustafa Acet sürücülük yapmışlardı. Hakikatlı bir rüya 1953 yılında çok acaip bir rüya görmüştüm. Rüyamda Stalin, Üstadın oturduğu evin dış kapısından içeri girmek istiyordu. Ben, Ceylân ve Zübeyir Ağabeyler, üçümüz kapının arkasında, bu herifi içeri sokmamak için uğraşıyorduk. Sonra nasıl olduysa, gücümüz kâfi gelmemişti. Stalin bizi iterek, dış kapıdan içeri girdi. Bu sırada Üstad elinde bir keserle merdivenden aşağıya iniyordu. Biz endişe içindeydik. Stalin'le Üstad aşağı merdiven sahanlığında karşılaşmışlardı. Stalin, yukarıya Üstadın oturduğu mevkiye gitmek istiyor, Üstad onu bırakmıyordu. Tam bu sırada Üstad elindeki keserle Stalin'in kafasına vurmaya başlamıştı. Stalin içeriye giremeden, orada düşüp geberdi. Ben heyecanla rüyadan uyandım. Ertesi günü bu rüyayı Zübeyir Ağabeye anlattım. O da Üstada anlatmış, Üstadımız beni çağırtmıştı. Zübeyir Ağabey gelerek, 'Kardaşım, gel, Üstad seni istiyor' dedi. Beraber Üstada gittik. Üstad, 'Gel Mahmud kardaşım, gel, nasıl gördün rüyayı, anlat!' dedi. Ben gördüğüm gibi anlattım. Üstad hayretle 'Fesubhanallah!' dedi. Sonra rüyayı yorumladı: 'Bu, Risale-i Nur'un ve İslâmiyetin komünizme galip gelmesidir. İnşaallah muvaffak olacağız.' Üstad, Zübeyir Ağabeye, 'Bu rüyayı kaleme alın. Bütün

kardeşlere dağıtın' dedi. Sonra bu rüya lâhika olarak dağıtıldı. Rüyayı gördüğüm gece Stalin beyin kanamasından gebermişti. Ölümünü on-on beş gün kadar gizlemişlerdi. Gazetelerden okuduğum kadarıyla, herifin ölüm günü ile rüyam aynı gün cereyan etmişti. O zaman kaleme alıp dağıtılan lâhika şöyleydi. Bundan yedi sene evvel, Üstadımız Efendimiz Emirdağ'a teşrif buyurup, ikamete memur olduklarından üç-dört ay sonra, mübarek Üstadımıza hizmet eden Çalışkanlar hanedanına mensup olan kahraman kardaşımız Ceylân, rüyalarında merhum kardaşımız mübarek Hafız Ali'nin Emirdağ'a teşrif ettiklerini görüyor. Ve sevgili Üstadımıza, gördüğü sevgili ve beşaretli rüyalarını anlatıyor. Sevgili Üstadımız tabirlerinde, 'Hüsrev gibi Nurun kahramanlarından birisi gelecek' buyuruyorlar. Aynı günde Hafız Mustafa kardaşımız Emirdağ'a Hüsrev ve Hafız Ali'nin bir mümessili olarak, Denizli hapishanesinden beraat eden Risale-i Nur Külliyatını getirerek, hem Ceylân kardaşımızın rüyasının sadıkiyetine, hem mübarek Üstadımızın tabirlerinin tam doğruluğuna imza bastığı gibi, yanında getirmiş olduğu hakikat-ı Kur'âniyenin hakikî tefsir olarak risalelerle hem sevgili Üstadımızı ve hem bütün Risale-i Nur talebelerini mesrur ediyor. Yedi sene evvelki bu lâtif rüyaya şimdi tevafuk eden ve Çalışkanlar hanedanına mensup bulunan kahraman Ceylân'ın en küçük amcası Nurun küçük

kahramanlarından Mahmud Ceylân'dan yedi yaş küçük olduğuna göre, o zamanki küçük Ceylân'ın yaşına şimdi giren ve bu Nur'un küçük kahramanı Mahmud rüyalarında şu müjdeli hakikatı görüyor ki: Yirmi beş Şubat Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece, rüyasında Hazret-i Üstadın dış kapısının iç tarafından başlayan merdiven yukarı doğru kurulmuş bir şekilde ve bu merdivenin sağ ve solunda yeşil güzel ağaçlar var. Ve dışarıda da bazı kimseler bulunuyor. Bu ağaçların arasından her nasılsa gür bıyıklı, iri bir adam, elinde keser, merdivenden yukarı doğru gidiyormuş ve 'Bu kimdir?' diye sormuş. O etraftaki adamlar 'Stalin' demişler. Üstadımız tam merdivenlerin ortasına varınca, o kâfir herifin tam arkasından, yani boynundan tutup, aşağı indiriyor. Ve elindeki keseri alıp, kafasına vura vura beynini deliyor. Küçük Mahmud da kendi üstünü başını arıyor ki, birşey bulup Üstada yardım etsin. Etraftakiler Mahmud'a 'Sen müdahale etme, onu Üstad öldürecek, onun vazifesidir' diyorlar. Çarşamba Sabahı Mehmed Çalışkan vasıtasıyla bir rüya Üstadımıza anlatılıyor. On gün sonra işittik ki: Stalin felç olup, beyin kanaması neticesinde geberip gidiyor. Ve radyolar vasıtasıyla herkes işitiyor. Rüyanın tabiri şudur:Komünistliğin şahs-ı manevîsini Stalin suretinde görmüş. Risale-i Nur'un Zülfikar ve Asâ-yı Musa'sı Üstad şeklinde görülmüş ki; yarı dünyayı istilâ ettiği halde Anadolu'ya girmemesi için, Asâ-yı Musa ve Zülfikar'la beynini delmiştir. Tabirin bu olduğuna kat'î delili de bu rüyanın aynı hadiseye ve aynı günde tam

tevafuk ettiği gibi, otuz yedi sene evvel, Üstadımız Efendimiz Rus başkumandanının idam kararına karşı 'Bir Müslüman ve ehl-i iman kâfire kıyam etmez ve başını ona eğmez' demesine de manen tevafuk eder. "Elbaki Hüvelbaki, rüya sahibi Mahmud ve kardaşları: Mehmed, Ahmed, v.s." "Karakola çağırılıyorum" Bizim rüyayı yazan lâhika mektubu çeşitli yerlere gidince emniyetin eline geçmişti. Beni jandarma karakoluna çağırdılar. Gidince, 'Gel bakalım, senin ifadeni alacağız. Sen bir rüya görmüşsün. Anlat bakalım' dediler. Soruyu soran başçavuşa aynen anlattım. Daha sonra beni serbest bıraktılar. Üstada hizmetim olduğu yıllarda on dört-on beş yaşlarındaydım. Bu genç dönemimde Üstada hizmet edenlerin en genci sayılırdım. Üstadın evine vardığımda Zübeyir Gündüzalp Ağabeye yardımcı olmaya gayret ederdim. Bazan Üstad beni yanına çağırır, 'Kardaşım Mahmud, senin anneni, babanı ve bütün aileni duama dahil ettim' diye buyururdu. O esnada kendi yediği veya yanında olan yiyeceklerden bana ikram ederdi. Ben de çok memnun olur ve sevinçler içinde yanından ayrılırdım Üstadın kır gezileri çok zahmetli oluyordu. Kıra bir vasıtayla gitmek icap ediyordu. Vasıta ise her zaman

bulunmuyordu. Bulunsa bile araba Üstadı bırakıp dönüyordu. O zaman Üstad çok zahmetler içinde yaya olarak geri dönüyordu. 1955-56 yıllarında bir jip almak için Üstaddan habersiz karar verilmişti. Fakat bu sefer de şoför meselesi ortaya çıktığı için, Zübeyir Gündüzalp Ağabey bana gelerek, Kardaşım Mahmud, durum böyle. Ne yapacağız? Arabayı kim sürecek? Üstad çok zahmetler çekiyor' deyince ben de, Şoförlüğü ben öğrenirim, arabayı ben kullanırım, Üstadın şoförü de ben olayım' demiştim. Durum Çalışkanlar kardeşler arasında istişare edildi. Ben Eskişehir'e giderek kırk beş gün kursa katılarak, ehliyet alıp Üstadın şoförlüğüne başladım. Taksi alınıyor Artık Üstadı istediği zaman her yere götürebiliyorduk. Üstad arabaya kat'iyen parasız binmiyordu. Herhangi bir yere gidip gelince bana elli kuruş veya bir lira verirdi. Mahmud, evlâdım, bunu sana benzin parası olarak veriyorum. Esasında sana daha çok vermem lâzım' diyerek beni taltif ederdi. Isparta'ya gelir giderdik, Isparta-Emirdağ arası dört-beş saat sürerdi. Bu kadar yolculuğa Üstadın sıhhati müsaade etmediğinden, çok yorulurdu. Yolların bozuk olması ve jipin sarsılması Üstada pek fena tesir ederdi. Nihayet

ağabeylerle bir taksiyle değiştirilmesine karar verildi. Jipi sattık, üzerine biraz para da ilâve ederek Ankara'dan bir taksi aldık. Bundan sonra Isparta'ya daha sık gidip gelmeye başlamıştık. Bazan Emirdağ'a gelip, birkaç gün kalıp tekrar dönüyorduk. "Az kalsın araba devriliyordu" Mevsim kıştı, kar yağmıştı. Isparta'daydık. üstad, 'Sabaha hazırlanın, Emirdağ'a gideceğiz' demişti. Ben arabanın bakımını yaptım. Hazır vaziyete gelmiştik. Arabanın arkasına yorgan ve yastık koyarak yatıp oturacak bir hale getirdim. Karlı yollardan zorlukla Dinar ve Sandıklı'ya geçtik. Afyon'a yaklaşırken yokuşlu ve virajlı bir kısma geldik. Araba birden kaydı. Ben direksiyonu sağa-sola kırarken Üstad enseme vurdu: Keçeli, keçeli ne yapıyorsun? Bizi çukura mı düşüreceksin?' dedi. Bu arada araba da yola girmişti. Ben Üstada cevaben, Üstadım, yol kaygan, tekerler de kayıyor!' dedim. Üstad Afyon-Bolvadin'den geçerken, araba tanındığından Üstadın elini öpmek için genç, ihtiyar ve çocuklar arabaya hücum ederlerdi. Üstad çocukları çok severdi. Elini öpmek için gelen çocuklara, 'Mâşaallah, mâşaallah' diyerek başlarını okşar, dualar eder, masumlardan dualar isterdi. Kimin çocukları olduklarını

sorardı. 'Ben anneni, babanı duama dahil ettim' diyerek onlara iltifat ederdi. *** Isparta'daydık, üstadla Eğirdir'e, oradan da Barla'ya geçecektik. Barla yolu çok kötü ve ancak bir-iki hayvan geçecek kadar dardı. Buraya taksinin girmesi imkânsızdı. 'Ne yapacağız?' diye düşünürken, Tahirî Mutlu Ağabey, Ali Demirel'lerin arazili pikabını hatırladı. 'Onlar köylere onunla gidiyorlar, pikaplarını istersek herhalde verirler' dedi. Tahirî Ağabey, Ali Demirel'lere gidip durumu anlatmış onlar da 'Peki, olur' diyerek arazili pikabı vermişlerdi. Bu esnada Kovada elektrik santralı inşaatı vardı. "Isparta emniyet jipi bize yetişemezdi" Emniyet Üstadı çok sıkı bir biçimde takip ediyordu. Üstadı devamlı gezdirdiğimden, gelip benden soruyorlardı. Hocayı nereye götürüyorsun?' Kırlara hava almaya götürüyorum' derdim. Bu cevaptan tatmin olmazlar ve tekrar kendi şoförlerini gönderir, sordururlardı. 'Ne olur, gittiği yerleri söyleyin, bizim yukarıya rapor etmemiz lâzım. Onun için muhakkak öğrenmemiz gereklidir' diye tembih ederek, bana tekrar tekrar gönderirlerdi. Jipleri devamlı Üstadın evinin önünde dolaşırdı. Biz hareket ettiğimizde peşimize takılırlardı. Biz hızlı olarak arayı açınca, onlar da artık takipten vazgeçer

ve geri dönerlerdi. Üstad Isparta'dan Barla'ya gelirken Eğridir'de talebesi Çilingir Ali'nin göle nâzır yüksekteki evinde bir gün kalır, bazan da aynı gün evin üst katında biraz kalıp Barla'ya dönerdi. Bir gün Barla'nın Çam Dağına Üstadla beraber çıkmıştık. Çok dik, uzak ve yıpratıcı olan bu yolda biz yorulurken, Üstad arayı açar, bizden önce ve önde giderdi. Bir gün Çam Dağına vardığımızda pınardan abdest alıp, katran ağacının altında namaza durmuştuk. Namazdan sonra da yemek yemiştik, Üstad yemeği mutlaka risale okuyup ders yapıldıktan sonra verirdi. Kura çıkan ağabeyimizden başlamak üzere herkes sırayla kendi payına düşen yiyeceği alır ve yerdik. "Ceylân ağabeyim çok zekiydi" Ceylân Ağabeyim hem zeki, hem de şakacıydı,. Üstad onun hareketlerini ve lâtifelerini hoş karşılardı. Onu hem çok sever, hem de onunla lâtife yapardı. Bir sabah namazdan sonra bizi derse çağırdı. Dersler birkaç sayfa okunmak suretiyle sırayla yapılırdı. Dersten sonra Üstad yiyecek verirdi. Fakat bu yiyecekleri kat'iyen rastgele vermezdi. Herkes bir numara söyler, sonra bu rakamlar toplanır ve mevcutlar üzerinde daire şeklinde sayılırdı. Toplam sayı kimde kalırsa, taksim olan yemekten istediğini seçer payını alırdı. Ceylân Ağabeyim her defasında rakamı en son sırayı seçerek söylerdi. Bu hesabı öylesine çabuk ve doğru

yapardı ki., hep kendisinden başlatacak rakamı söyler, yiyeceği de ilk defa kendisine isabet ettirirdi. Yine böyle yapmak için yerini değiştirince Üstad, 'Keçeli keçeli, kalk, yerine geç otur, sen hep hile yapıyorsun' derdi. Ceylân ağabeyim ise 'Üstadım, hile yapmıyorum, buraya oturmakla sırayı kendime çıkarıyorum' diyerek lâtife yaptı. "Uykuya çalışıyorlar" Bir gün sabah namazından sonra, Zübeyir Ağabeyle Tahirî Ağabey hem çok yorgun, hem de uykusuz oldukları için odalarına çekilmiş, uyuyorlardı. Birden bizim odadaki Üstadın zili çaldı. Diğer ağabeyler uykuda oldukları için, Ceylân Ağabey hemen Üstada koştu. Üstad ağabeyleri sorduğu zaman, Ceylân Ağabey 'Çalışıyorlar' demişti. az sonra Üstad yine zili çalarak çağırdı. Ceylân Ağabey tekrar gittiğinde Üstad, 'Keçeli, sizi çağırmadım mı?' diye sorunca, Ceylân 'Üstadım arkadaşlar çalışıyorlar, meşguller' dedi. Üstad ise, 'Fesübhanallah, neye çalışıyorlar?' diye merakla sordu. Ceylân Ağabey ise, lâtifeli olarak şunu söyledi: "Üstadım arkadaşlar uykuya çalışıyorlar!" "Üstad bu lâtifeye güldü. 'Çabuk onları çağır gel, ders yapacağız' demişti. Bunun üzerine Ceylân Ağabey diğer ağabeyleri de çağırdı ve ders yapıldı."

HALİL ÇALIŞKAN Osman Çalışkan'ın oğludur. Babasının vefatından bir gün sonra kendisi de ebediyete kanat açarak, babasına ve Üstadına kavuşmuştu. Bağırsak kanseri gibi acı bir hastalıkla vefat eden Halil Çalışkan otuz beş yaşlarındaydı ve Eskişehir kabristanına defnedilmişti. Üstad kendi el yazısıyla iki mektubunda şunları ifade ediyordu:

amca

oğluna

bir

Biraderzadelerim ve talebelerim; Ceylân ve Halil! Etraftan Nur'un şakirdlerinin yangın münasebetiyle Çalışkanlar hanedanına karşı geçmiş olsunları ve tebrikleri karşısında isterdik ki, Çalışkan'lardan birisi bir mukabele etsin. Bu mukabele hakkı, haslardan olan pederlerinizin vazifesi idi. Nasıl Ceylân çocukluk edip, babası amcası varken, haddinden tecavüz ederek, Çalışkan'lar namına bir kısacık parça yazdı. Hem Risale-i Nur hakkında konuşmak için hiç olmazsa otuz kırk risaleleri yazıp iki-üç sene Nur'ları okumak lâzımdır. Halil daha yeni başladı. Fakat haslardan olan mübarek pederi ve ahiret hemşirem olan muhterem validesi namına

kabul edilir. Fakat şimdi değil. "Şakirdlerin ve Risale-i Nur'un mesleği halisane çalışmak ve tam sadakatle hizmettir. Ve tam ihtiyat etmektir. Riyakârlık, gösterişlik, çocukluk, heveskarane hodfuruşluk vaziyetlerini kabul etmez. Zaten bunu beklerdim ki, hanedanımızdan bir-iki genç Ceylân'ın yardımına koşsun. İnşaallah birisi Halil olur."

MEHMED ÇALIŞKAN Mehmet Çalışkan 1905 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. 1984'te Eskişehir'de vefat etti. Hatıralarını şöyle anlatıyordu: 1944'ten önce, Denizli'ye ticaret için seyahatlerim esnasında Üstad Bediüzzaman'ın ismini duymuştum. 'Çok büyük âlimmiş. çok derin bir hocaymış' derlerdi. Ama o günlerde kendileriyle görüşme imkânım olmamıştı. '1944'ün Eylül'ünde Denizli'ye gidip, ziyaret eder, görüşürüm' diyordum. Ağustos ayının sonlarıydı. Bediüzzaman'ın Emirdağ'a geldiğini kardeşim Hasan Çalışkan'dan duymuştum. O, bir gün önce Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete gittiğini söylemişti. Ben de hemen ziyaret etmek istemiştim. Sabah namazından sonra otele ziyaretine gittim. Kimseyi almamalarını tembih etmişti. Emirdağ'da Üstadı ilk ziyaret eden, bizim birader Hasan olmuştu. Üstad ona, 'Emirdağ'da beni ilk ziyaret eden sensin. Burada ilk talebem sensin' demiş. Sonradan biradere, henüz yeni vefat eden babamız için de, 'Pederin çok büyük bir adammış. Ne kendisi, kendini bilmiş, ne halk onu bilmiş. Pederiniz âlem-i berzahta Hafız Ali ile

beraber oldular. Onu Hafız Ali'ye eş ve arkadaş yaptım' diye buyurmuş. Bana şöyle demişti: 'Babanız sağ olsaydı, bana asıl hizmeti o ederdi.' İlk ziyaretine gittiğimde, odasında yalnızdı. Zannedersem, ezberinden Cevşen okuyordu. Bana baktığında, 'Efendim hoş geldiniz, safâ geldiniz' dedim. Bana 'Senin ismin ne?' dedi. 'Benim ismim Mehmed, akşam sizi ziyaret eden Hasan'ın ağabeyiyim, Derviş Ali'nin oğluyum' dedim. "İnşallah, Muhammed kardaşım, sizinle görüşeceğiz. Benim şimdi işim var, sonra görüşürüz."

çok

O günden sonra, biz alâkayı kesmedik. On beş gün kadar otelde kalmıştı. Otel olmuyor, size bir ev bulalım' dedik. Hemen bir ev bulduk. Hasan Gücenmez'in otelinde kalıyordu. Yeme içme rahat olmuyordu. Evin ihtiyaçlarını temin edip, Üstadı eve yerleştirdik. Evi otelin karşısındaydı. O zamanlar biz Üstadın kıymetini iyice bilemiyor, derin bir hoca olarak görüyorduk. Üstada tuttuğumuz evde Karadenizli Yaşar isminde birisi vardı. Evin üç odası vardı. Kalaycı Yaşar bir odada kalıyordu. Üstadı tanıdıktan sonra, 'Ben sizi rahatsız etmeyeyim' diyerek başka bir eve geçti. Üstad Emirdağ'a Şaban ayında gelmişti. Kendilerine yemek bizim evden giderdi, Hanım pişirir, ben de

götürürdüm. Otelde ve evde kaldığı zamanlarda çamaşırını biz yıkardık. Ramazan ayında önceleri camiye devam etti. Sonraları 'Fatiha'yı yetiştiremiyorum. İmamlar çok sür'atli okuyorlar. Ben Şafiîyim, okumam lâzım' diyerek, teravihlerde camiye devam edemedi. Bizler bazan evde, arkasında cemaat olurduk. Bir gün akşamdan sonra bizim birader Hasan, 'Haydi Üstada gidelim, Hoca Efendiyi ziyaret edelim' dedi. Dışarısı karanlıktı, lâmbası yanmıyordu. Fakat içeriden sesi geliyordu. Galiba okuyordu. Ezkârını bitirdikten sonra girecektik. Dışarı çıkarak 'Niye geldiniz?' dedi. Ziyaretinize geldik efendim' diye cevap verdik. Vakit oldu mu?' deyince 'Evet, oldu' dedik. İyi, haydi teravihe gidelim' dedi ve beraberce teravihe gittik. Aşağıya inip de yolda camiye giderken, bana hitaben, Bu biraderin, işâ (yatsı) ile mağrib (akşam) arasında konuşmanın yasak olduğunu bilmemiş de seni getirmiş' demişti. Cami yakındı, Üstadın yürümesi hızlıydı. Kırlarda ise daha da hızlı yürürdü. Dağlara çok hızlı tırmanırdı. Bir gün kırda kendisini takip ediyorduk. Ama çok hızlı gidiyordu. Döndü, birden bire 'Hasan niye gelmiyorsun?' dedi. 'Üstadım. size yetişemiyoruz ki,' dedik.

Biz Üstadın yanına gayet rahat girip çıkardık. Bana, "Kardeşim, sen serbestsin. İstediğin zaman girip çıkarsın. Ceylân'ı bana vermekle sen büyük hizmet ettin. Onun yapmış olduğu hizmet senin hasenat defterine geçer. Senin şahsının hizmetine bir ihtiyacım yok. Yalnız sen Üstadını görmek istediğin zaman gelebilirsin' demişti. Bana daha çok dış işlerdeki hizmetler düşerdi. Meb'uslara, bakanlara mektup götürürdüm. Bazı eşyalarını bana sattırırdı. Çok eşyasını sattım. Hep de Nur talebelerine satardım. Parasını kendisine verdiğim zaman sekizde bir kâr payı verirdi. Bu parayla kendisine pirinç, bulgur gibi yiyecekler alırdık. "Ceylân'ı kandırın" Üstad Emirdağ'a 1944 Ağustos sonlarında gelmişti. Bir sene sonra oğlum Ceylan'ı Üstadın hizmetine verdim. Biz her zaman kendilerini takip ederdik. Dışarıya çıktığı zaman hemen yanına koşar, hizmetlerini görürdük. Gelen ziyaretçilerin ekseriyeti bizim vasıtamızla Üstadla görüşürlerdi. Arabadan inen dükkâna gelirdi. Üstada haber gönderir, kabul ederse görüştürürdük. Üstadın ziyaretine gelenlere çok baskı yapılıyordu. Sık sık evimizi arıyorlar, Ceylân'ı çağırıyorlardı. 'Hizmetinde bulunma!' gibilerden çocuğu sıkıştırıp, korkutmak isterlerdi. Hattâ zamanın Afyon valisi bir mektup yazarak, 'Orada Ceylân isminde bir çocuk varmış, onu elde edin, kandırın, kendi tarafınıza çekin, kendi tarafınıza çalıştırın' diyerek gizli bir mektup yazıp göndermişti. Mektup dolaşıp, Jandarma komutanının

eline geçmişti. Saf birisi olan komutan beni çağırdı: 'Valinin emri var. Hoca Efendinin yanında Ceylân ne iş yapıyorsa bize haber edilecek, tamam mı?' diyerek konuşmuştu. Ben de, 'Olur' dedim. 'Ceylân, sen orada ne iş yapıyorsan gel, kumandana haber ver!' dedim. Güya iş mahremdi. Bu durumu Üstada söyleyince, Üstad tebessüm buyurarak, 'Ahmaklar' dedi. Hattâ bir gün altı ay öncesinden verdiği bir dilekçeyi, Ceylân'a vererek, 'Git, kumandana, Said kaymakama dilekçe verdi diye söyle' demişti. "Ceylân'ı bana ver" Evlâdım Ceylân'da mâşaallah öyle bir zekâ vardı ki, öylesine... Okulunu çok iyi okumuştu. ilk ve ortayı bitirmişti. Üniversiteye niyetim vardı. Üstad Emirdağ'a geldiği zaman, elinden tutup 'Gel buraya, bir Üstad geldi, elini öpüp duasını alalım,' dedim. Gidip selâm vererek oturduk. O esnada ya Mecmuatu'l-Ahzab'ı veya Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin bir eserini okuyordu. Bize 'İşte bakın, Abdülkadir Geylânî bizden bahsediyor' demişti. Ceylân'ı göstererek, 'Neyin oluyor bu senin?' diyerek sordu. Ben de cevaben 'Oğlum oluyor efendim' demiştim. Ne yapacaksın, bu çocuğu?' diye sorunca da, Bunun zekâsı kuvvetli, okutmak istiyorum, üniversiteye göndereceğim' diye, kalbimden geçen düşüncelerimi söylemiştim. Üstad mukabeleten şöyle buyurmuştu:

"Bak kardeşim, benim evlâdım yok. Bu oğlunu bana ver. Benden hem iman dersi alsın, hem de bana hizmet etsin, üniversiteye sonra gönderirsin." Olur efendim' diyerek o andan itibaren Ceylân'ı Üstadın hizmetine vermiştim. Ceylân'da en ufak menfi bir hareket olmadı. 'Gitmem, etmem, yapmam' demedi. O da memnuniyetle kabul ederek, Üstadın hizmetine girdi. Üstadın mektuplarını Ceylân yazardı. Önceleri eliyle yazan Ceylân'a, 'Sen bu mektubu burada elle, sonra dükkânda daktilo ile yazıyorsun. Oradan buraya getirip, tashihi için bana yeniden okuyorsun. Bu çok vaktini alıyor, Sana on beş gün müsaade. On beş gün içerisinde İslâm yazısını öğreneceksin. Hemen burada yazıp, doğruca postaya atacaksın' demişti. Hakikaten ceylân on beş gün zarfında İslâm yazısını öğrenmiş, Üstadın mektuplarını vakit harcamadan postalamaya başlamıştı. Ceylân'ın kendi yaşındaki arkadaşları-terzi çırakları filân- vardı. Onları hep Üstadın yanına getirirdi. O çocuklar Ceylân'la beraber Üstadın hizmetini görürlerdi. Zamanla hizmetler çok büyüyordu. Üstadın kırlara yaya çıkmasına çok üzülüyor ve çok düşünüyorduk. 'Böylesi uzun yolculuğu Üstad yapıp da yorulmasın' diye konuşuyorduk. Bir at arabası temin ettik. Üzerine minder yerleştirip, düzelttik Üstad onunla bir kaç gün gezmişti. Sonra terakkî ve tekâmül olacak ya, araba çok ses çıkarıp

rahatsız ediyor diye beğenmedik. Bu hadise 945 ve 946 yıllarında olmuştu. Daha sonra bir at bulduk. Birkaç gün de at ile gezmişti. Ata bindiği, kırlara çıkacağı zaman, etrafta bir nümayiş başlardı. "Hattâ yukarıdakiler o zamanlar Üstad hakkında 'Beziüzzaman at ile ayaklanmaya hazırlanıyor' gibilerinden lüzumsuz ve asılsız dedikodularla daha yukarıdakileri iğfal ediyorlardı. Biz yine, 'Belki at ürküp Üstadı düşürür, bir tarafına birşey olur' düşüncesiyle araba almıştık. Bu işler hep teennî ile oluyordu. Önceleri tek atlı basit bir araba almıştık. Sonra at, derken bir fayton şeklinde oluyordu." Eskişehir'de mukim Mehmet Merçioğlu bu faytonla alâkalı olarak şunları ifade ediyordu: "Ben o arabayı yapmak için, hususî olarak ölçüler verip, Romanya'dan getirtmiştim. Hocanın talebeleri geldiği zaman vermek istememiştim. 'Siz de istiyorsanız, gidip sipariş yapın' demiştim. Sonra Nur talebeleri gidip, Üstada söylemişler. Üstad ise dua etmiş, ertesi gün gidip arabayı almalarını söylemiş. Arabayı almaya gelen talebelerine "İşte araba orada, alın ve Hoca Efendiye götürün' demiştim. Önceleri çok sıkı olan elim, sonradan açılmıştı." "Hoca dede, hoca dede" Emirdağ'da o zamanlar Üstadın faytonundan başka bir fayton yoktu. 'Fayton geliyor!' diyerek çocuklar yollara düşerdi. üstadın arkasından koşarlar, karşılarlardı. 'Hoca dede, hoca dede' deyip! Üstadın ellerini öperlerdi. Üstad

da çocukları görünce arabayı durdurup, 'Çocuklar bana dua edin' diyerek onları severdi. 1946 senesiydi. Bir gün kırlarda gezerken Üstad Ceylân'a, 'Param olsaydı küçük bir taksi alır, medreseleri gezerdim' demiş. Üstadın bu sözünü Ceylân, Hüsrev Ağabeye söylemiş. Hüsrev Ağabey de 'Bu bir emirdir, derhal taksi alınsın' demişti. 946'larda para topladık. Emirdağ, Konya, İnebolu gibi yerlerden alınan biner liradan toplam altı bin lira olmuştu. Tahirî Mutlu Ağabeyin de olduğu bir heyet halinde İstanbul'a gittik. Taksim'den Austin tipi siyah bir taksiyi 6800 liraya aldık. Acenteye parayı yatırdık. Araba orada olmadığı için, Bursa acentesinden alacaktık. Emirdağlı terzi Mustafa Tahirî Mutlu Ağabey, Ahmed isminde bir de şoför bulup, dört kişi olarak taksiyle Eskişehir'e kadar gelmiştik. Bende büyük bir endişe başlamıştı. Acaba münafıklar taksiyi görünce neler diyeceklerdi? Ben faturayı kendi üzerime yaptırmıştım. "Ticaret için aldım' diyecektim. Biz bütün bu işlerden Üstada en ufak bir haber bile vermemiştik. Kendisi de birşey dememişti. Arabayı gece bahçeye çektik. Tahirî Mutlu Ağabeyin 'Kardeşim, artık Üstadın haberi olması lâzım,' sözü üzerine, kendisini Üstada gönderdik. Üstad güleryüzle karşılamamış, 'Kısmetse' diye cevap vermiş. Sabah erkenden, 'Ceylân'ı bana çağırın' diye haber göndermiş, iki satır da yazı yazdırmıştı: "Bu araba derhal geldiği yere gitmeli. Aksi takdirde hem

benim, hem de sizin tokat yeme ihtimali var." Ceylân bu haberi getirince korktuk. Tahirî Ağabeye 'Sen bilirsin' dedik. Arabayı Konya'ya, Halıcı Sabri'ye gönderdik. Onlar da az bir farkla başkasına satmışlardı. Araba meselesi böylece kapanmakla kalmamıştı. Dedikoducular arabayı iyice görmedikleri halde yine de ortalığı karıştırmışlardı. Sorgu hakimi bana, Araba gelmiş Hoca Efendiye. Hangi devletten ve daha neler geldi? Söyle bakalım' demişti. Ne kadar anlattık, nafile, Tabiî ki, tahkikatın neticesi boş çıktı, neticede beraat ettik. Üstad o gece ihtar almış, bunu kendisi Ceylân'a söylemişti. Manevî bir canipten Hazret-i Ali Efendimiz ile Abdülkadir Geylânî Hazretleri gelip 'Şimdi bu arabaya binmenin zamanı değil' diye söylemişler. Binalar ahşap olduğu için, bir gün çarşıda yangın çıkmıştı. Köşedeki özel idare binası alevlenmişti. O gün Emirdağ'ın pazarıydı. Toptan şeker satıyorduk. Dükkânda çok para vardı. Gece yarısı kayınbirader kapıyı çaldı. Bizi korkutmamak için, 'Çarşıda yangın var, çarşıya gidelim' dedi. Pencereyi açıp baktım ki, gökyüzü alevlerle dolmuştu. Dumanlar ve alevler her tarafı kaplamıştı. Hemen elbiselerimi giydim. Aceleyle yeleğimi giymeyi unutmuştum. Cebimde çekmecenin anahtarı vardı. Sonra Ceylân'ı gönderip getirttim. Ardından Ceylân'ı Üstada

gönderdik. Çarşıda yangın var, bizim dükkân yanmasın, dua etsin, diye Ceylân heyecanından, 'Efendim, yanıyoruz' demiş. Üstad Hazretleri kalkmış, dua etmiş, 'Yâ Rabbî kurtar' demiş, Sonraları Üstad Ceylân'a takılırdı: 'Senin kalbinde hâlâ dünya tamahı var' diye. Yangın hadisesini çok şükür risalelerde anlatıldığı gibi, ucuz atlatmıştık. İmha plânı Kaymakam Üstada çok eziyet ederdi. Dr. Tahir Barçın'ın kaymakamla araları iyiydi. Üstad için, 'Elimizde imha plânı var' demiş. Camiye, 'Üstad üşümesin' diye mangal koyardık. Kaymakam yangın çıkar diye mangalı koydurtmadı. Mangalı götürmekten men ederdi. Maksat halkla görüşmesin,' mangal ise bahaneydi. Mehmed Çalışkan'ın Üstadının hizmetleriyle alakalı bulunduğu yıllarda yurdun çeşitli yerleriyle olan haberleşmelerinden, Cizre'deki Nur talebelerinden Abdurrahman Şahin'e Üstadın sağlık durumu ile ilgili çektiği bir telgraf. Bizler devamlı tarassut altındaydık. Sık sık zabıta gelir, ifadelerimizi alırdı. 1965 yılında Eskişehir'e yerleştik. Son seneler bile yine polisin takibinden kurtulamamıştık. Abdülvahid Tabakçı'nın oteline iki sivil polis gelip sormuşlar: 'Bu Mehmed Çalışkan Eskişehir'e niye ve ne maksatla geldi?' O da şöyle cevap vermiş:

"Tanımıyorum ben onu. Bizim ikimizin de elimiz boş olsa, paramız da olsa, Risale-i Nur'ları bastırıp, dünyaya dağıtacağız. Adamcağız Eskişehir'de oturmaya, geçimini sağlamaya gelmiş. Niye gelecek ki?" Bizim suç dosyasına 'Muannit Nurcu' diye yazmışlar. Daha yakınlara kadar dükkânı takip ederlerdi. Üstadın küçük bir sobası vardı. Bir gün baktım, soba gürül gürül yanıyor, hava gelsin diye pencereyi de açmıştı. Böyle çok yapardı. "Ne yapayım da içeri gireyim?" Afyon mahkemesinden sonra Zübeyir Gündüzalp Üstadın hizmetine girmişti. Mahkeme esnasında Zübeyr, Ceylân'a sormuştu; 'Ben böyle dışarıda, sizlerden ayrı sıkılıyorum. Nasıl yapayım da ben de içeri gireyim?' Ceylân, 'Sert bir müdafaa yap' demişti. O zamanlar Zübeyir gayr-ı mevkuf muhakeme altındaydı. Neticede o da içeriye alındı. 948 Afyon mahkemesi müdafaasında bulunan Üstadın avukatı Ahmed Hikmet Gönen, Zübeyir Gündüzalp'ten ve müdafaasından hararetle bahsederdi. Hakikaten Zübeyir'in müdafaası çok kahramancaydı. Üstadın yemeklerini bizim hanım yapardı. Afyon hapsine kadar, dört sene bizim evden giderdi. Hapisten sonra talebeleri yapmıştı. Üstad umumiyetle mevsim yiyeceklerini tercih ederdi. Bazı mevsimler patlıcan,

karnıyarık, dolma, bamya, tatlı gibi, bizim evde pişen normal yemekleri yerdi. Bana tembih ederdi: Hemşirem yemek yaparken yanında sen bulun.Dükkânâ getir. Dükandan ben alırım. "Ben de evde yapılan yemeği bir sepete koyup, dükkâna getirirdim. Zehirleme olmasın diye, yemeğin bizim evde yapıldığını bildirmemeye çalışıyor ve titizlik gösteriyordu. Kendisi kızartma yemezdi. Az yerdi. Çorba gibi diş getirmeyecek yemekleri tercih ederdi. Yemek tabağı dükkâna geldiği zaman içerisinden bir yirmi beş kuruş çıkardı. Önceleri verdiği paraları hep biriktirirdim. Sonralara talebelere vere vere dağıldı, gitti. Günde bir defa yemek götürürdük. Ceylân veya Zübeyir dükkândan alıp götürürdü. "Çamaşırları mis gibi kokardı" Üstada başkaları da yemek götürürlerse, kabul etmiyor; 'Kusura bakmayın, Ceylân'ın validesinin yemeği, benim validemin yemeği gibi geliyor bana. Sizinkileri yiyemiyorum' derdi. Mutlaka her yemeğin mukabilinde para verirdi. Hanım yemek yaparken çok kolaylık bulurdu. Biz de kendi iaşemizde bir bereket bulurduk. Hanım, Üstadın çok hizmetinde bulunmuştu. Çamaşırlarını hep yıkardı. Sonraları talebeler yıkardı. Temizliğe çok dikkat ederdi. Yıkamak için gelen çamaşırların kirli olduğu hiç belli olmazdı. Bütün çamaşırları mis gibi kokardı.

Çamaşırın yıkanması için şöyle diyordu. "Yıkama işi bittikten sonra su döksünler. döküldükten sonra, ellerini değdirmesinler."

Su

Mehmed Çalışkan'a Üstadın duası: "Yâ Erhamerrahimîn! İsm-i âzam hürmetine, bu evradları okuyan Mehmed Çalışkan'ın cennetü'l firdevse saadet-i ebediyeye mazhar ve hizmet-i Nuriyede muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin.." Öldümoğlu Emirdağ'da o zamanlar Öldümoğlu adında sarhoş bir adam vardı. Bir memur, kağıda yazmış: 'Said'in talebesi buradan Said'e rakı aldı.' Rakıcı dükkânında Öldümoğlu'na bu kağıdı imzalamasını söylemiş. Öldümoğlu ise şiddetle, 'Ben bu yalana imza atmam, tövbeler olsun' diye reddetmiş. Bunu yapan memur aynı gece beraber rakı içtiği arkadaşlarıyla gezerken aralarında kavga çıkmış. O müfteri adama orada dayak atmışlar ve tabancasını almışlar. Üstad kırlara çıktığı zamanlarda arabada Ceylân ve arkadaşları bulunurdu. Çok kere yalnız giderdi. Üstad daima kalabalıktan çekinirdi. Ali Ekber Şah'ın ziyareti 1950'lerde Pakistan'dan gelen Maarif Nâzır Vekili Ali

Ekber Şah Emirdağ'a Üstadı ziyarete gelmişti. Beraberlerinde tercüman olarak da Salih Özcan bulunuyordu. Ziyaret sırasında Üstad 'Ben çoktan beri Arapça konuşmadım. Siz tercüme edin,' diye Salih Özcan'ın tercüme etmesini istemişti. Salih Özcan bir müddet tercüme etti. Sohbetler derinleşince işin içinden çıkılmaz oldu. Hemen Arapça olarak konuşmaya başlayan Üstad bir saat kadar Ali Ekber Şaha ders verdi. Ali Ekber Şah Konya'ya Mevlânâ'yı ziyarete gidecekti. Bir defa daha Üstadı ziyaret edip görüşmek istiyordu. Sonra Üstad kendilerini yolcu etmek için gelmişti. Ali Ekber Şahı yolcu edince, Zübeyir geldi. Islahiye'ye tayini çıkmıştı. Üstadı son bir defa daha görmeye geliyordu. Üstad Zübeyir'e, 'Bazan lisan-ı halinle hizmet yaparsın. Hareket ve halinle hizmet yap. Hem gittiğin yerde âzamî dikkat, âzamî ihlâs, sebat, âzamî tesanüt ile hizmet edersin' demişti. Bayram Yüksel başka bir sebeple hapishaneye girmişti. Hapishanede Ceylân, Bayram'la ilgilenmişti. Tabiî, ikisi de o zamanlar çocuktu. Bayram hapishaneden çıktıktan sonra, Üstad onu takip etti. Hattâ köyüne kadar gitti. İtiraz edecek olan Bayram'a Zübeyir, 'Herkes Üstadın ayağına giderken, Üstad senin köyüne geldi. Daha fazla itiraz etme de gel' diyerek Bayram'ı Üstadın yanına getirmişti. Ceylân âhiretliktir Üstadımız sık sık 'Ceylân'ı dünyaya vermeyeceğim. O

dünyalık değil, ahiretliktir' diye söylerdi. Ceylân 1962 yılında evlendi ve 1963'de de trafik kazasında vefat etti. Ceylân'ın hanımı Tâlia, vefatından on-onbeş gün önce onu rüyasında bir kalabalık içerisinden çağırdıklarını görmüş, o da çıkıp gitmiş. Sonradan Ceylân Küçükçekmece taraflarında bir trafik kazasında, minibüste yolcu olarak vefat etti. "Üstadın zehirlenmesi Bir gün bizim biraderin merdivenini alan bir bekçi, Üstadın penceresine dayayarak, sürahisinin içine zehir atıp, su-i kaste teşebbüs etmiş. Bu hadise Pakistan'ın kurtuluş gününe tesadüf etmişti. Üstad o gece çok ateşlendi. Hararetle beraber ishali de vardı. Sabaha kadar çok ızdırap çekip, çok şiddetli hastalandı. Bizler çok korkmuştuk. Tırnak kesme hadisesi İki hoca aralarında tartışmışlardı. Birisi tırnağın gömülmesini, diğeri ise yakılmasını söylemişti. Münakaşa neticesinde durumu gelip Üstada söylemeye karar vermişlerdi. Onlar geldikleri zaman Üstad da tırnaklarını kesiyormuş. Kestiği tırnağın bir kısmını gömmüş, bir kısmını da sobanın içine atmış. Böylece her ikisinin de müdafaa ettiği meseleye fiilen cevap vermiş oluyordu. Üstadımız Zübeyir'e kendi te'lifi olan 'On Beşinci

Mektub'u on-on beş defa okuyup, ezberlemek istediğini, fakat ezberleyemediğini söylemişti. Zübeyir'e, 'Sen kaç defa okudun?' dediği zaman, Zübeyir 'İki-üç defa' diye cevap vermişti. O günlerde Emirdağ'da şu zatlar Üstadın yanına gidip gelirlerdi: Nalbant Ahmet Urfalı, Sıhhiyeci Hayri, Mustafa Acet, Berber Mustafa Çakın gibi zatlar. Yine bir gün, Ceylân Üstada küfreden Martuşun Oğlu Muzaffer Başaran'ın ağzına tabancayı sıkmış. Adamın dişleri düşmüş, fakat ölmemişti. Adam ölmediği gibi, kat'iyyen kendisine kurşunları kimin sıktığını hatırlayıp söyleyememişti. Ben heyecan ve telâşla gidip, durumu Üstada söylemiştim. Üstad eliyle işaret ederek, 'Biz bu meseleyi kapattık' demişti. Tek partinin istibdadı zamanında şapka giymek bir nevi mecburiyetti. Ben de giyerdim. Bir gün kırda Üstadın hizmetinde iken fötrümü taşlar arasına gizlemiş, takkemi giymiştim. Üstadla sohbet ediyorduk. O sırada posta dağıtıcısı Ahmet Efendi oradan geçti. Bu zat şapka giymezdi. Üstad onu gösterdi ve şöyle buyurdu: 'Bu zat şapka giymediği için ona dua ediyorum." Ben de bu dersi Ahmed Efendiye değil, Mehmed'e (kendime) söyledim. Başımdan şapkayı çıkartıp, taşların arasına fırlatıp attım. Ondan sonra bir daha giymedim. "Yakında büyük bir Tarihçe-i Hayat yazılacak" Üstad neşredilen Tarihçe-i Hayat'tan sonra 'İnşaallah

yakında büyük Tarihçe-i Hayat yazılacak' demişti. Yine bir defasında 'Siz kimin talebesi olduğunuzu, kime hizmet ettiğinizi, nasıl bir şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz. Ayrıca yakında bu Risale-i Nur mekteplerde okunacak' cümlesini tekrar tekrar söylemişti. Bir gün Ahmed Feyzi Kul ziyaret için gelmişti. Üstad Ahmet Feyzi'ye, 'Çabuk bir vasıta bul ve git' demişti. Akşamleyin bir sohbet yapmak için bırakmadım. O gece münevver bir cemaatle güzel bir sohbet oldu. O gece geç saatlere kadar sohbet devam etmişti. Sabahleyin Üstad Ahmed Feyzi'yi çağırttı. Halbuki Üstadın onun kaldığından haberi yoktu. Ahmet Feyzi çok korktu, beraberce Üstadın yanına gittik. Üstad, 'Sen akşam ne konuştuysan ben aynen kabul ediyorum' diyerek iltifat etti. Afyon hapishanesinde bayramdan sonra bizlere üzücü mektuplar gelmişti. Hanım, küçük kızla ziyaretime gelmişti. Acıklı manzaralar olmuştu. O gün Üstad, 'On tane huriden karım olsa, yüz tane çocuk olsa, hizmet-i imaniyeye zarar gelmemek için hepsini terk ederim' diye ders vermişti. Üstadın Emirdağ'da geçirdiği son günlerdi. Isparta'ya doğru yola çıkmak için hazırlık içindeydiler. 'Benim gidişime hiç merak etmeyin!' deyince bende müthiş bir hüzün başlamıştı. Meğer bu ayrılık son ayrılıkmış! İçim hüzünlendi, gözlerim nemlendi. Ayrılırken bu şekilde 'Merak etmeyin' demezdi. Sanki bir daha dönmeyecekmiş

gibi bir hali vardı. Ayrıldıktan sonra arkadaşlarıma sıkıntımı açtım. Birkaç gün sonra Zübeyir'den bir telgraf aldım. Telgraf Urfa'dan çekilmişti. Daha da şaştım. zübeyir şunu yazmıştı tele: 'Salimen Urfa'ya vardık. Binler selâm.' Üstad iyileşmiş, Urfa'ya gezmeye gitmiş, diye sevinmiştik. Ertesi gün bir tel daha almıştık. 'Urfa valisi bizi burada durdurmuyor. Acele Başbakana müracaat edin. Burada kalmamız için emir versin.' Bu haber üzerine hemen sağa sola telefon ettik. Arkasından bir üçüncü telgraf daha gelmişti. Bu tel ise son ve acı haberi bildiren bir telgraftı. Kara ve acı tel dünyayı, gökleri simsiyah etmişti. Günlerce Türkiye'ye gökten çamur yağmıştı. 'Üstad vefat etti. Namazı cemaatle kılınacaktır!' Gözler ağladı, gönüller ağladı. Ulu Sultan uçmuştu.

OSMAN ÇALIŞKAN Çalışkanlar hanedanının en büyüklerindendi. Üstad, Osman Abdullah, Mehmed ve Hasan Çalışkan kardeşleri kastederek, "Siz de dört kardeşsiniz, ben de dört kardeşim; Çalışkanlar hanedanı benim akrabamdır" diye buyurmuştu. Elimizdeki hatıralara göre, Osman Çalışkan tok sözlü, hak sözlü, babacan ve hakperest bir insanmış. 1945'te Üstadın penceresine merdivan dayayarak, yemeğine zehir atıp suikast tertiplemişlerdi. Osman Çalışkan, Üstada, "Size bu pencereden bir zarar geleceği ihtar edilmedi mi" diye sorduğunda, "Bir zarar geleceğini hissettim, ama bu bir kader-i İlâhidîr" diyen Üstad zehirlenmeden sonra beş-altı gün hasta yatmıştı. Osman Çalışkan'ın dedesi Hacı Osman, Yemen'de askerlik yapmış olan kahraman bir adammış. Bu Yemen kahramanının dedesi, Gayretoğlu Mustafa bir Türkmen aşireti ile Musul'dan iki asır evvel gelip, bugünkü Emirdağ'a yerleşmişti. Üstad, Osman Çalışkan'ın hanımı Sultan Hanımın

yazdığı Risale-i Nur'un sonuna şu duayı yazmıştı: "Yâ Erhamerrahimîn, ism-i âzamın hürmetine bu nüshanın sahibesi, hemşiremiz sultan Hanımı cennetü'l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin..." Osman Çalışkan'ın yazdığı bir Nur Risalesine Üstad şöyle yazmıştı: "Yâ Erhamerrahimîn, ism-i âzamın hürmtine bu nüshayı yazan Osman'ı cennette saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniye ve nuriyede muvaffak eyle, Âmin, âmin, âmin...' Osman Çalışkan'ın yazdığı cevşen'e Üstad şu duayı yazmıştı. Yâ Erhamerrahimîn, Cevşen'deki isimler hürmetine bu nüshayı yazan ve okuyan Osman'ı cennetü'l Firdevste ebedî mesud eyle ve hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede daima muvaffak eyle. Âmin, âmin, âmin.." Afyon Yusufiye medresesinin bahtiyar mensubu Osman Çalışkan'a Üstad bir mektubunda şunları ifade buyuruyordu: "Aziz Sıddık Kardeşim Hacı Osman, "Manevî bir ihtar ile size buradaki kardeşlerime bir hakikatı beyan etmek lâzım geldi. O hakikat şudur: Risale-i Nur'un hizmetinde ve şakirdlerinin selâmetinde tam sadakat ve ihlâs bir esaslı şart olduğu gibi, belki şimdilik daha ziyade elzem ve hem ikinci esaslı şart, tam ihtiyat etmek ve münafıkların zahirce dostane hulûllerine meydan

vermemek ve tam dikkat etmektir. "En evvel sana söylüyorum. Senin sadakatinde, haslardan olduğu gibi bana akraba olan Çalışkan hanedanının ehemmiyetli bir rüknüsün. Benim hakikî bir kardeşim hükmündesin. Sen ticaret mesleği itibariyle herkese dostane muamele ettiğinden, Nur'lar aleyhindeki bir kısım bedbahtlar senin mertliğinden ve doğruluğundan ve temiz kalbliliğinden ve safvetinden istifade edip, Nur'ların intişarına zarar verdiklerini hem maddi, hem manevî haber aldım. Şahsıma gelen sıkıntıya hiç ehemmiyet vermem. Şahsî bin zararım olsa, Nur'un intişarlarına dokunmazsa, beş para kıymeti yok. Fakat dessas ve zındık bir komite, zahiri benim şahsıma bir bahane ile sıkıntı verir. Tâ Nur'lara perde çekilsin. Şakirdlerin şevki kırılsın. "Bir haşiyecik: "Buraya Eşref gelmiş ve kitaplar Konya'ya gönderilmiş. O münafıklar hissetmişler. Gerçi kanun hiçbir cihetle bize ilişemez. Fakat münafıklar bahane arıyorlar." Osman Çalışkan 1965 yılında Eskişehir'de vefat ettiği zaman, polis memurları, "Hakikaten öldü mü?" diyerek kabristanda tahkikat yapmışlardı; çünkü bu mert adamın ismi zihinlerde daima şimşek gibi çakıyordu.

ÇALIŞKANLAR HANEDANI Bediüzzaman, Denizli hapishanesinde dokuz ay mevkuf kalmıştı. Burada iman ve Kur'ân hakikatlarının nuru olan "Onbirinci Şua"yı, Meyve Risalesi'ni yazmıştı. Bu dersi şöyle takdim etmektedir: Denizli hapsinin bir meyvesi: Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur'un bir müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakikî müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü, yalnız buna çalışıyoruz. "Bu risale, Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür." Şairlerin, ediplerin ve diğer insanların "hapishane, maphushane, kodes, zindan" dedikleri bu menzile Bediüzzaman "Medrese-i Yusufiye" ismini vermiştir. Zeliha'nın iftirası üzerine atıldığı hapishane, Yusuf Aleyhisselâmın şeref vermesiyle bir dershane, bir medrese olmuştu, Bu tesbiti ve keşfi yapan Bediüzzaman buraya

Yusuf'un(a.s.) medresesi, dershanesi ismini vermişti. 15 Haziran 1944 tarihinde tahliye edilen Bedüzzaman, Halil Bektaş'ın o zaman Denizli'deki meşhur Şehir Otelinde bir buçuk ay kadar, aziz bir misafir olarak kalmıştı. Nihayet Ankara'nın verdiği karar üzerine, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazasında oturması emredilmişti! 31 Temmuz 1944 Perşembe günü Denizli'den alınarak Afyon vilâyetine getirilip, Ankara Oteline yerleştirildi. Burada da yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Ağustos ayının sonlarına doğru, Şarklı Tahir isimli bir polis memurunun nezaretinde, ikindiden sonra, akşama yakın, Şaban ayı içinde Emirdağ'a getirildi. Emirdağ, artık Bediüzzaman'ın bir asra yaklaşan ömrünün son menzili sayılırdı. Burada 1950 yılına kadar devamlı, 50'den sonra zaman zaman uğradığı, kaldığı bir belde olmuştu. Edipler Emirdağ'la alâkalı olarak çeşitli eserler vermişlerdir. Denizlili şair, mutasavvıf, veli ve edip bir zat olan Hasan Feyzi Yüregil, Üstadının Emirdağ'da zehirlenmesinden dolayı vefat haberini almış gibi kaleme aldığı çok içli ve dertli mersiyesinde acıklı bir tablo çizmekte, bu tablonun Emirdağ'la alâkalı kısmında şunları ifade etmektedir: "Ah, o emirdağ! Biz onun nasıl bir dağ olduğunu hâlâ anlayamadık. Ondaki esrarı hâlâ çözemedik. O dağ hakikaten Emir dağı mı; yoksa esir dağı mı? O daĞ bize bir dağ oldu. O dağın vurduğu dağ yine bizi dağladı. Onun dağı bizi yaktı kavurdu. O dağ bizim dağımız üzerine

binlerle dağ olup hepimizi dağladı, hüzün ve elem verdi. Ah, o dağ yüz binlerle kardeşin yetim kalmasını kasdetti. Hepimizi diri diri ateşlere yaktı. Hâsılı, o dağ seni harap, bizi kebap etti, Üstadım. Ona emir dağı değil, emer dağı ve ecel dağı demeli. Seni aramızdan alıp kendine ve içine çeken o dağa emir dağı değil, emen dağı demeli, ey 'Evemen kâne meyten fe ahyeynâhu nefsi' himayesiyle dirilen Üstadımız, 'Said de öldü' desek inanırlar mı? Hem Said ölür mü? Ölen şaki ve hayvan değil midir?Buyurduğun gibi, bu ancak bir yer değiştirme ve muvakkat bir ayrılmadır, fakat bizim için çok acı, çok." Hekimoğlu İsmail Yokuş isimli kitabında "Emirdağ'da Sabah" başlığı altında Bediüzzaman'ın Emirdağ'a girişini, aydınlık, güneş, nur ve sabah olarak anlatır, tavsif eder. Mehmed Önder de Aldı Sözü Anadolu isimli eserinde Emirdağ bahsine "Emirdağ'larından öteye yol gider" ile başlar. Hakikaten müellif bilmeden, bilemeden Emirdağ'dan öteye, çok ötelere giden nur yolunun, Nurs yolunun izahını yapmakta, Emirdağ efsanesini anlatmaktadır. Emirdağ, adını, yanı başında yükselen Emirdağ dağlarından alır. Aslında emirdağ şehrinin ilk adı Muslucalı'dır. Bu adın Selçuklular devrinde bölgeye yerleştirilen Oğuz oymaklarından birisinin beyi olan Musluca'dan geldiği söylenir. Sultan Abdülaziz devrinde Muslucalı'ya çok sayıda göçmen yerleştirilmiş ve adı Aziziye olmuş, cumhuriyetten sonra Emirdağ adı

verilmiştir. Bolvadin'de Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin torununa ait olduğu söylenen bir türbe bulunmaktadır. Merhum Arif Nihad Asya bir dörtlüğünde şunu ifade etmektedir: Bolvadin'de Şeyh Abdülkadir-i Geylâni ve adaşları, Çevrende muhafız sekiz on arkadaşın Ceylânîler, Kadirîler, Kadriyeler, Abdiller olmak istemişler adaşın!" Haliyle Bolvadin ve Emirdağ'da Geylâni ismi Ceylân olarak dolaşmaktadır insanlar arasında.. Emirdağ'a Kerkük'ten Musul'dan gelen Türkmen aşiretleri içinde "Gayretli" lâkaplı bir zat da vardı. Bu zatın neslini sıralayabiliriz:

babadan

oğula

doğru

şöyle

Gayretli Mustafa, Süleyman Ali, Hacı Osman Dede, Derviş Ali. Derviş Ali'nin altı evladı vardı. Bu evlâtlar Nur Külliyatının mektuplarında "Çalışkanlar Hanedanı" diye geçmektedir.

Musul'un "Gayretli oğulları, " Türkiye'de, Emirdağ'da ve Nur'larda "Çalışkanlar Hanedanı" olmuştu. Bu altı bahtiyar biraderler şunlardır: Osman Çalışkan(1899-1965) Abdullah Çalışkan (1902-1952) Hasan Çalışkan (1908-1979) Mehmed Çalışkan (1905-1984) Ahmed Çalışkan (

)

Mahmud Çalışkan (1936-

)

Çalışkanlar hanedanından Mehmed Çalışkan'ın oğlu olan Ceylân Çalışkan dehâ derecesinde bir zekâya sahipti. Çok küçük yaşta Bediüzzaman'ın hizmetine girmiş, mânevî bir evlât olmuştu.

ABDULBAKİ ARVASİ Abdülbaki Arvasi, Van ilimizin Arvas köyündendir. Evliyalar beldesi bu mübarek köyde dünyaya gelmiştir. Babası eski Van müftülerinden Şeyh Masum Efendidir. ( 1875 - 1938 ) Dedesi ise Seyyid Fehim Efendidir. Kendisi 1899'da dünyaya gelmiş, 1979' da vefat etmiştir. "Hep seçme talebeleri vardı" Abdülbaki Arvasi, bize anlattığı hatıralarında diyor ki: Birinci Cihan Savaşından önce Van'da idadi (lise) mektebinde okuyordum. Okula sık-sık gitmez, hep Bediüzzaman'ın Horhor'daki medresesine giderdim. 'Niçin mektebe gitmedin, yine mi kaçtın?' derdi. Ben de kendisinin yanında okumak istediğimi söylerdim. Horhor'daki medresesinde yeşil kaplı bir masası vardı. Bu masanın üzerine raptiyelerle, 'Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz' meâlindeki hadisi yazmıştı. Tahsilin sonunda olan talebelere bizzat kendisi ders verirdi. Hep seçme talebeleri vardı. Yirmi beş kadar talebeye ders veriyordu. Beni çok severdi, hiç ismimle hitap etmezdi. 'Birazi' (yeğen) derdi.

Savaştan önce Nurşin ve Hüsrev Paşa camilerinde kalırdı. Bir gün babamla Adilcevaz'dan Van'a geldik. Babam beni mektebe getiriyordu. Gemi de tehirli olduğu için geç kaldık. Amcamın evi de uzaktı. Şabaniye mahallesindeydi. Babam Masum Efendi, 'Molla Said'e gidelim. Onunla sabaha kadar sohbet eder, takıştırırız' (Lâtife ve sohbet ederiz) dedi. Üstad'ın yanına vardığımızda vakit gece yarısıydı. Mevsim sonbahardı. Baktık Üstad caminin kapısında yorgana sarılmış oturuyor. Biz başkası sandık. Meğer yıkanması icab edince camiden çıkmış, dışarıda bekliyormuş. Babam: 'Vay ez gulâm, yahu Seyda burada ne arıyorsun? Donacaksın' dedi. Sonra Üstad banyo yaptı ve geldi orada sabaha kadar babamla sohbet ettiler. Sabahleyin namazı kıldıktan sonra ayrıldık". "Üzülmeyin, İslâmiyet incelir, ama kopmaz" Cumhuriyetin ilk yıllarındaydı. Kör Hüseyin Paşa babama gelerek, 'Ben Seyda'nın yanına gidiyorum, beraber gidelim' deyince, babam 'Biraz işim var, sen istersen Abdülbaki'yle git. Ayrıca valiyle fırka kumandanı Süleyman Sabri Paşaya haber ver de öyle git' dedi. Sonra Vali Tahsin Beye gittik. Tahsin Bey, 'Benim de selâm ve hürmetlerimi söyleyin, ellerinden öperim' dedi. Sonra Süleyman Sabri Paşaya gittik, o da aynı şeyleri söyledi. Atlara binerek Erek Dağına gittik. Üstad'ın yanında eskiden polislik yapmış Cevdet isminde bir

talebesi vardı. Ziyaret sırasında Üstad gelecek günlerden bahisle, 'Üzülmeyin, başınıza çok işler gelecek. Sizi çok rahatsız edecekler. Üzülmeyin, hak yerini bulur. Onlar şeriatı kaldırmak istiyorlar. Şeriat-ı garra (parlak Şeriat, İslâmiyet) incelir, ama yine de kopmaz. Onun sahibi Allah'tır. Bir koruyucusunu gönderir, yeniden İslâmiyeti ihya eder' dedi. Daha sonra biz bunu babama anlattığımızda, peder 'Herhalde Mehdi'yi kastetmiş' diye kanaatini bildirdi. Dağda toprak bir manastır harabesinde oturuyordu. Çok basit bir yaşayışı vardı. Bir hasır, bir keçi postu vardı. Biz Şark lisanıyla mitil deriz, yüzsüz bir de yorgan vardı. Ufak tefek bazı zaruri eşyalar da etrafta gözüküyordu. Vakit geçince talebesine 'öğle oldu, misafirler var, bir şeyler yap da getir' dedi. Bir parça bulgurla, biraz yağları kalmıştı. Talebesi bu kalan son yağla pilav yaptı getirdi. Çok azdı. Ben bunun kâfi geleceğini zannetmiyordum (Abdülbaki Efendi burayı anlatırken yemin ederek "Ben hayatımda öyle lezzetli yemek yemedim. Orada, Erek Dağında, Üstad'ın yanında yediğimiz o öğle yemeğini unutamıyorum" demekten kendini alamıyordu.) Yemekten sonra Üstad talebesine hitaben, 'Sen bu yemek yetmeyecek diye üzüldün. Bak Allah hepimizi doyurdu, hepimize kâfi geldi' dedi. Az sonra abdest almak için müsaade istedi. Üstad dışarı çıkınca, Hüseyin Paşa para vermek istedi, fakat talebesi

almadı. Paşa da parayı postun altına koydu. Az sonra Seyda gelince, henüz kollarını da indirmemişti. İki elini kapıya dayayarak güldü ve Hüseyin Paşaya, 'Paşa siz bana misafir oldunuz, aç mı kaldınız? Bizim bir şeye ihtiyacımız yoktur. Onu bizden daha fakir olanlara verin' deyince, Hüseyin Paşa çok üzüldü ve gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Kurban Seyda bir şey yok!' dedi. Üstad ise: "Onu başkalarına ver. Benden daha çok muhtaç ve müstahak olanlar var, onlara verin' derken, Hüseyin Paşa: 'Seyda bir şey yok!' diyordu. Üstad yine: 'Yok yok onu alın başkalarına verin' deyince ben, postun altındaki parayı alıp cebime koydum." Abdülbaki Arvasi, bunları gözyaşları içinde anlatıyordu. Çok hislenmiş, çok duygulanmıştı. Anlatmaya devam etti: "Artık kalkacaktık. Vedalaştılar, ayrılıyorduk. Üstad Hüseyin Paşa'ya, 'Bak Paşa, şimdi vereceğin yer hatırıma geldi. Bu Cevdet'in gömleği çok eski, buna bir mecid ver' dedi. Paşa da çıkartıp bir altın verdi. Fakat talebesi bir altını almadı, sadece bir mecid aldı." Sürgünler başladı Bu ziyaretimizden sonra sürgünler başladı. Masum Efendiyi, Üstad'ı, Kör Hüseyin Paşayı, Gevaş Müftüsü Hasan Efendiyi, Küfencizade Şeyh Abdülbaki Efendiyi, Şeyh Hami Paşanın oğlu Abdullah Efendiyi

beraber sürgün ettiler. 1928 yılında herkes, tekrar memleketine döndü. Fakat Üstad'ı, babamı, Abdülbaki'yi ve Hüseyin Paşayı bırakmadılar. Bunlar dönemedi. Babam 1938 yılında Arvas'ta vefat etti. Hüseyin Paşa, Üstad'ı dinlediği için isyanlara katılmamıştı. Damadı, isyana katıldı, sonra da kaçtı, Musul'a gitti. Babam Masum Efendi ile Seyda çok samimi konuşurlardı. Babam, Seyda'yı çok severdi, hürmet ederdi. Harpten sonra, Seyda ile konuşurken, Üstad'ın kahramanca çarpışmalarından konu açılmıştı. Babam: 'Molla Said, dünyanın en cesuru sen miydin? Hükümet kaçtı, Bitlis halkı çekildi. Siz elli altmış kişiyle düşmana karşı dayandınız. Bu yüzden başına bu kadar felâket geldi.' Üstad tebessüm ederek: “Masumların hatırı için, onların kurtulması için, vatanı düşmanlardan temizlemek için kendimizi feda ettik” diye cevap verdi. Kendi çektiklerinin, zulüm ve eziyetlerin hiçbir ehemmiyeti olmadığını söyleyerek, 'Müslümanların saadeti için kendimizi feda etsek ne olacak?' dedi. Yine babam bir sohbet sırasında Seyda'ya, 'Ez gulam!... Doğru söyle, peki Rusya'dan nasıl kaçtın Sibirya'dan nasıl kurtuldun?' dedi. Üstad yine derinden derine tebessüm

etti: "Allah'ın inayetiyle kurtuldum. Artık gerisini karıştırma” diyerek güldü. *** "Seyda çok heybetliydi. İnsan kıyamazdı ona bakmaya. Seyda'nın köyüyle bizim Arvas birbirine çok yakındı. Seyda'nın küçük kardeşi Mehmet bizim köyde müderrislik yapardı. Amcam Mehmet Sıddık kendisini getirmişti. Daha sonra amcam harpte şehit oldu. Harpten sonra da Mehmed Efendi yine Arvas'ta ders okuttu. Kısa boylu, sakallıydı. Büyük kardeşi de âlim bir zattı. Uzun boylu bir insandı. Harpten önce vefat etti." Son görüşme Abdülbaki Arvasi, Bediüzzaman Said Nursî ile son olarak aradan yıllar geçtikten sonra, 1960 yılı başında Konya'da görüşmüştü. Bu görüşmeyi ise şöyle anlatıyor: Mevlâna türbesini tatil günü olmasına rağmen açtırdık. Üstad türbeyi ziyaret etti. Mevlâna'nın ruhuna dua ve Fatiha okudu. Kardeşi Abdülmecid Efendiyle görüştü. Konya'ya gelmesi de çok hâdiseli geçmişti. Gazeteler, polisler yaygara yapmış ve sıkı emniyet tedbirleri alınmıştı. Üstad'ın elini öptüm. Bana: Olur böyle şeyler... Demek seninle yine görüşecektik.

Nasıl, daha Arvas'a gitmedin mi?' dedi. Ben de, 'Hayır, daha gitmedim' dedim. Gitmemi söyledi. "Ben de Üstad'ın sözü üzerine çoluk çocuk o sene Arvas'a gittik. Üstad bizimle vedalaşırken göz yaşları akıyordu. 'Bu sizinle son görüşmem, hakkınızı helâl edin' dedi. Hep ağladık, göz yaşları içinde Üstad'dan ayrıldık."

SEYYİD MEHMET ŞEFİK ARVASÎ İlk talebelikten Denizli hapsine 1884'de dünyaya gelen Seyyid Şefik Arvasî, Bediüzzaman'ın eski dost ve talebelerinden bir zattı. Kendisi Bitlis'in Hizan kazasının Arvas köyünde doğmuştu. Nur'lardan ilk eser olan İşaratü'l-İcaz'ın muhatabı ve kâtiplerindendir. Van'da Horhor Medresesinde de Bediüzzaman'a talebelik yapmıştır. 1943'teki Denizli hapsinde o da Üstad'ıyla birlikte dokuz ay mevkuf bulunmuş ve sonunda beraat etmiştir. Denizli'ye götürülmeden evvel 41 gün İstanbul Emniyet Müdürlüğünde bulunmuş, sonra da Denizli'ye sevk edilmiştir. Denizli'den verilen beraat kararında ismi Mehmed Şerif Eryuvası diye geçmektedir. Burada iki yanlış bir aradadır. Soy ismi alırken cahil memur, Arvasî'yi Eryuvası diye yazmış, mahkemeciler ise Şefik'i Şerif diye yazmışlardır. Eyüp Sultan'da Bostan iskelesindeki tekke meşrutasında

ikamet etmekteydi. 1970 senesinin 13 Mart'ında ebediyete intikal etmiş ve Edirnekapı Şehitliğindeki makberine tevdî edilmiştir. Vefatından altı ay evvel, doktor olan oğlu Isparta yolunda bir trafik kazasında can vermiştir. Şeyh Sami Efendi kendisine bu acı hâdiseyi münasip bir lisanla anlatmak için geldiği zaman, merhum kerametle Sami Efendiye Yakup Aleyhisselâm’ın kıssasını anlatmış, Yusuf Aleyhisselâmdan ayrılışını bildirmiş. Seyyid Şefik Efendi eskiden Osmanlılar zamanında İstanbul'a gelip yerleşmişti. Fatih Medresesindeki Sahn kısmında yapılan bir imtihana sekiz yüz kişi katılmış, bunlardan sadece sekiz kişi imtihanı kazanmıştı. Bu sekiz kişiden birisi de Seyyid Şefik Efendi idi. Uzun seneler İstanbul Müftülüğünde Mushafları Tedkik Heyeti reisi olarak bulunmuştu. Yine kendisi gibi Bediüzzaman'ın dostu ve talebesi olan Gönenli Mehmed Efendiden evvel Sultan Ahmed Camiinde imamdı. Bu baş imamlık vazifesini on yedi sene yaptı. Eyüp Camiinde tam kırk sene vaizlik vazifesinde bulundu. Bir eseri Peygamber Efendimizden Hutbeler ve Sohbetler ismiyle neşredildi. Bu kıymetli eserini "İnşaallah bana vesile-i Rahmet ve mağfiret, sebeb-i şefaat olacaktır" niyazı ile takdim etmektedir. Nurlardaki Seyyid Şefik Nur'ların muhtelif kısımlarında isim ve imzası bulunan bu mübarek zat, bir iftar vakti alınıp Denizli hapishanesine

götürülmüştü. Barla mektuplarında ise Nur'lardan "Otuz Üçüncü Söz" hakkında hemşehrisi ve Üstad'ına hitaben şunları ifade ediyordu: "Şifahane-i kalbinizden tulû eden 'Otuz Üçüncü Söz'ünüzle otuz üç cihetten marîz olan kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim." İşaratü'l-İ'caz'dan Barla mektuplarına kadar imzasını atan Mehmed Şefik Arvasî Efendinin mekânı ve makamı Cennet olsun.

Şeyh Nizamettin Arvasî Bediüzzaman'ın Hocası Şeyh Muhammed Celali’nin Oğlu: Şeyh Nizamettin Arvasî... Doğubeyazıt'ta üç ay Bediüzzaman'a ders veren zat, Şeyh Muhammed Celâlî idi. Aslen Arvaslıydı. Uzun müddet Celâlî kabilesi arasında kaldığı için kendisine "Celâlî" denilmekteydi. 1851 yılında dünyaya gelmişti. On biri erkek, dokuzu kız olmak üzere yirmi evlâdı vardı. Birinci Cihan Harbinin başlarında, yani 1914'te Siirt'in Şirvan kazasındayken vefat etmişti. Oğlu Nizameddin Arvasî, Üstad Bediüzzaman ve babası Şeyh Muhammed Celâlî ile alâkalı olarak bizlere şu

bilgileri verdi: Bediüzzaman'ın ilk tahsil hayatı "Ben 1912 yılında dünyaya gelmişim. Arvasî sülâlesindenim. Arvasîler dayım olurlar. Ben kendim Üstad Bediüzzaman'ı görmedim. Annem Sekine (Şeker kadın), ağabeyim Molla Muhammed Sıddık, Halife Yusuf ve Molla Şerif'ten Üstad hakkında birçok mâlûmatlar almıştım. "Bediüzzaman doğuda birçok medrese ve ulemânın yanına gidip, kendi ilim ve zekâ seviyesine uygun ders verecek âlim bulamayınca, 1887'lerde on dört yaşındayken babamın medresesine gelmiş. Babama meşhur ve maruf Hacı Seyyid Muhammed Celâlî derler. Üstad babamın medresesinde üç ay tahsil görmüş. Sonraki üç ayda ise ders almayıp, babamla ilmî münazaralarda bulunmuş. "Babamın doksan civarında talebesi vardı. Talebelerin en küçüğü Bediüzzaman idi. Ama o zaman kendisine Molla Said denmekteymiş. Talebelerin en küçüğü olmasına rağmen, bütün talebeler tarafından çok hürmet görürmüş. Diğer talebelerin hepsine müderris ve müftü Sadullah Efendi tarafından dersler verilirken, tek başına yalnız Bediüzzaman babamdan ders alırmış. Ders esnasında kimseyi de yanlarına almazlarmış. Bediüzzaman

babama, 'Bu kitaplar okuyup öğrenmekle baş olmaz, bu ilmin hazinesinin anahtarı sizdedir,' diyerek her ilimden sadece birer ders almış. İlimde ve zekâda bütün talebelerin fevkinde imiş. Gündüzleri babamdan ders alırken, Perşembe geceleri de Ahmed Hanî'nin türbesine gidermiş. Şüphelenen babam, küçük Said'in arkasına Halife Yusuf ve Molla Şerif'i takipçi koymuş, Türbeye varan takipçiler, küçük Said'i göremezler, fakat içeriden; 'Belî Seydâ, belî Seydâ (evet hocam, tamam hocam)' diye sesler duymuşlar. Durumu gelip babama bildirmişler. Babam talebelerine 'Bundan sonra Said'e kesinlikle kimse karışmayacak' diye emir vererek, yaşça büyük olan Molla Şerif'i de Bediüzzaman'ın hizmetine vermiş. Molla Şerif'in anlattığına göre, ders esnasında bazen babam, bazen da Bediüzzaman sinirlenirmiş. Bediüzzaman sinirlendiği zaman dışarı çıkarak medreseden uzaklaşırmış. Talebeler Bediüzzaman'ın medreseyi terk ettiğini söyleyince, babam, 'Bırakın Said'i, bırakın Said'i, ona sizler karışmayın, o biraz sonra yine gelir' diyerek cevap verirmiş. Gerçekten de Üstad sinirleri yatışınca tekrar medreseye dönermiş.

Üç aylık tahsil "Üç aylık bu tahsilden sonra babam, Küçük Said'e 'Artık sen ilmi tekemmül eyledin. Bizim sana verecek bir şeyimiz kalmadı' diyerek icazetini vermiş. Üstad babamın elini öperek medreseden ayrılmış. Daha sonraları, Birinci Cihan Harbine kadar, her yıl evimize gelerek, babamı ziyaret edermiş. Bazı yıllar, Van'da açtığı medresedeki talebelerini de yanına alır, öyle gelirmiş, Babam Bediüzzaman'a, 'Yetiştirdiğim talebelerin hepsinin de üstadı sensin' dermiş. Üstad bir defasında babama hediye olarak bir çift yün çorap getirmiş. Babam sadece talebelerden Halife Yusuf'la Üstad Bediüzzaman'ın bize gelmelerine müsaade edermiş. "Daha sonraları Üstada annem de hediye olarak çorap vermişti. 1953 yılında babamın doksan dokuzluk yüsr tesbihini Üstada gönderdim.. Üstad da bana kehribar doksan dokuzlu bir tesbih, bir mektup, ayrıca Nur Risalelerinden Tılsımlar, Mektubat ve Zülfikar eserlerini göndermişti. Not : Burada bahsedilen, Nizameddin Arvasi'nin babası Şeyh Muhammet Celalinin "Yüsr tesbihi" Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden bu âciz M. Said Özdemir 'e intikal etmiştir. En kıymetli bir hatıra olarak saklanmaktadır. Bediüzzaman’ın talebesi M. Said Özdemir:

"Ağabeyim Molla Muhammed Sıddık da medresede Üstadla birlikte okuduğundan, Üstadın büyüklüğünü çok iyi biliyordu. 'Bediüzzaman'ın ilmi Allah vergisidir, onun ilmi vehbîdir' derdi. Üstad Emirdağ'ındayken ağabeyimle birlikte ziyaretine gidecektik. Üstad 'Onlar gelmesinler, ben oraya geleceğim' diye haber göndermişti."

MEVLÂNA HALİD-İ BAĞDADİ Bundan önceki asrın müceddidi olan Mevlâna Halid Ziyaeddin, aslen Süleymaniyeli Ahmed Ağa isminde bir zatın oğludur. Nakşibendî mürşidi olan Mevlâna Halid'in hayatı, Nakşî tarikatının tarihinde pek ehemmiyetli bir safha teşkil etmektedir. 1776'da Süleymaniye'ye bağlı Karadağ'da dünyaya gelen Mevlâna Halid, Mikaili aşiretindendi. Çok küçük yaşında ilim tahsil etmek için, Erbil'e bağlı Köysancak ve Harir taraflarına gitmişti. Devrin şöhretli âlimlerinden ders alıyordu. Yine ilim tahsili için Bağdat'a gitti, bir müddet sonra da Süleymaniye'ye döndü. Daha sonra Sinence'ye giderek, oranın meşhur âlimi Muhammed Kasım'dan riyaziyat, hendese, hesap ve astronomi dersleri aldı. 1798'de tekrar Süleymaniye'ye döndüğü zaman müderrisliğe tayin edildi. Zühdü ve takvâsıyla bilinen Mevlâna Halid, aklî ve naklî ilimlerle de meşgul olmuştu.

1805'de Diyarbakır, Halep ve Şam üzerinden Hicaz'a gitti. Bu sıralarda Azim Abatlı Muhammed Zahid adında bir dervişle karşılaştı.Bu derviş kendi mürşidi olan Delhli Şeyh Abdullah Şahın bazı menkıbelerini anlattı. Bunun üzerine Mevlâna Halid gıyabî olarak büyük bir iştiyak ve muhabbetle Şeyh Abdullah'a bağlandı. Onunla müşerref olmak için Hindistan yolunu tuttu. Divan'ında Şeyh Abdullah'a olan bağlılığı yer yer görülmektedir. 1809'da Hindistan'a giderken yolda birçok âlim ve fâzıl zatla tanıştı, Lahor üzerinden Şeyh Abdullah'ın oturduğu Cihanabad'a vardı. Daha o beldeye yaklaşırken, şeyhinden manevi feyizler almaya başlamıştı. Bir yıl şeyhinin hizmetinde kaldı. Orada Kadirî, Nakşî, Sühreverdi ve Kübrevi tarikatlarından icazet alarak, 1811'de Süleymaniye'ye döndü. Karadağlı olan Mevlâna Halid aslen Hazret-i Osman'ın (r.a.) nesline dayanıyordu. Bağdat Valisi Said Paşa Mevlâna Halid'e alâka ve hürmet gösteriyordu. İhsaniye Medresesini tamir ettirmiş, Mevlâna Halid'e tekke olarak tahsis etmişti. Bu tekke bugün Bağdat'ta Tekke-i Halidiye olarak anılmakta ve bilinmektedir. Daha sonraki yıllarda Davut Paşa Bağdat Valisi oldu. 1822'de Mevlâna Halid'in manevî hizmeti ve hakimiyeti siyasilerin dikkatini çekiyordu. Osmanlı devleti, Mevlâna'nın durumunu öğrenmek için Bağdat Valisi

Davud Paşanın bilgisine müracaat etti. Mevlâna Halid, Vali Paşanın tahkikatından ve icraatlarından huzursuz olarak, Bağdat'ı terk edip Şam'a yerleşti. İnsaflı bir zat olan Bağdat Valisi Davut Paşa, İstanbul'a şöyle bir rapor gönderdi: "Mevlâna Halid'in gayesi Sünnet-i Seniyeyi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve hizmetlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya kat'iyyen temayülü yoktur. Mevlâna siyasetten itina ile kaçınmaktadır. Hattâ, Mevlâna Halid'in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüd ederim." Mevlâna Halid 1825'te tekrar hacca giderek oradan Şam'a döndü. Mevlâna Halid'in Bahaeddin, Abdurrahman, Şehabeddin, Necmeddin ve Fatma adında çocukları vardı. Şehabeddin Efendi Urfa'da medfundur. Birçok talebe ve halifeleri oldu. Bunlardan Muhammed Firakî adındaki halifesi İstanbul'da vefat ederek Emin Nureddin Camiine defnedilmiştir. Mevlâna Halid 1826 yılında kolera hastalığına yakalandı. Bir akşam namazından sonra, Cuma gecesi, yüzünü kıbleye çevirerek şu âyet-i kerimeyi (meâlen) okumuştu: "Ey itmi'nana ermiş ruh! Dön Rabbine, sen ondan razı, O senden razı olarak haydi gir kullarımın içine ve cennetime dahil ol!" Sonra da ruhunu teslim etti. Şam'ın

Salihiye

Mahallesindeki

Kasyon

tepesinin

eteğine defnedildi. Mevlâna Halid Hindistan'a gitmeden evvel hep ilmî eserler yazmıştı. Ondan sonra ise tasavvuf ve tarikata dair eserleri oldu. Dokuz adet ilmî eseri bulunmaktadır. Altı tane de Farsça tasavvufi eseri vardır. Tarikatı hakkında ise başkalarınca yazılmış eserler bulunmaktadır. Şarklı âlim Sadreddin Yüksel Mevlâna Halid-i Bağdadî'nin Divan ve Şerhi isminde hazırladığı, eserin 1200. mısrasındaki şu ifadeler dikkati çekmektedir: "İmam-ı Rabbanî'nin her iki gözü mesabesinde olan Said ile Urvetü'l-Vüska Masum hürmetine." Mevlana Halid'in Bediüzzaman

cübbesi,

Küçük

Aşık

ve

Küçük Âşık Küçük Âşık veya Hacı Âşık diye bilinen zatın asıl adı Mehmed'di. Babası leblebicilik yapardı. Çok küçük yaşta kendisini ilim ve iman yoluna adadığı için, lâkabı Küçük Âşık olarak söylenmektedir. Küçük Âşık Mehmed Efendinin, eşi Fatma Hanımdan altı tane kızı olmuştu. Küçük Âşık ilim yolunda, ana ocağı Afyon'u terk ederek İstanbul'a gelmiş, Bir müddet burada ilim tahsil ettikten sonra, bu defa da bundan önceki asrın müceddidi Mevlâna Halid Hazretlerini ziyaret etmek, onun irfan meclisinde diz çökerek ilim ve irfan feyzine ermek için, Mısır'a giden bir gemiye binerek Şam'a doğru yola çıkmış. Kendisi gibi

Şam'a, Mevlâna Halid'e gitmek isteyen diğer ilim talipleri, "Hey molla, sen nereye gidiyorsun?" diye sorduklarında Küçük Âşık, "Şam'a, okumaya" diye cevap vermiş. Gemi Beyrut'a gelince Şam yolcuları inip kara yoluyla Şam'a gelmişler. Şam'ın Ümmiye Camiinde namazdan sonra "Mevlâna Halid'i ziyarete varalım" demişler. Küçük Âşık'a ise; "Delikanlı, biz ehl-i tarikatız, sen okumak için kendine bir medrese bul" demişler. Küçük Âşık Mehmed ise, bütün zahiri ilimleri okuduğunu, kendisinin de maksadının Mevlâna Halid Hazretlerini ziyaret etmek olduğunu söylemiş. Onlarda, "Daha sen çok küçüksün, Şeyh Halid Hazretleri seni kabul etmez!" demelerine rağmen Küçük Âşık Mehmed azminden vazgeçmemiş ve mollalarla münakaşa ederek tekkeye varmışlar. Mevlâna Halid Hazretleri bir keramet haliyle Küçük Âşık Mehmed'in geleceğini biliyormuş. Hizmetkârlarından birisi, kapıda İstanbul'dan bir grup ziyaretçi olduğunu söylemiş. Sonra bu ziyaretçiler Mevlâna Halid Hazretlerinin dergâhına girmişler. Şeyhin elini öperken, sıra Küçük Âşık'a gelmiş. Şeyh, "Gel bakalım, benim küçük Mehmed'im, sen hoş geldin" diyerek, hiç tanımadığı halde, Afyon'un ve Anadolu'nun bu küçük âşıkını bağrına basmıştı. Mevlâna Halid, Küçük Âşık Mehmed'i yanına, hizmetine almış. Küçük Âşık yıllarca Mevlâna Halid Hazretlerine hizmet etmiş. Zaman zaman Mevlâna Halid,

"Oğlum, Mehmed'im, senin memleketinde kimin var? Seni hiç arayan, soran yok, mektubun da gelmiyor" deyince, Küçük Âşık boynunu bükerek, "Allah'tan gayrı kimsem yok" diye cevap verir ve gözleri yaşarırmış. Bir gün Küçük Âşık'ın annesiyle babası diyar diyar evlâtlarını aramaya başlamışlar. İstanbul, Mısır ve nihayet Bağdat, Şam yollarına kadar düşmüşler. Mevlâna Halid Hazretleri bir öğle vakti abdest almak istemiş. Küçük Âşık hemen leğen ve ibriği getirmiş. Mevlâna Halid eskiden sorduğu gibi yine sormuş: "Yavrum Mehmed'im, senin memleketinde kimin var?" Küçük Âşık'ın yine gözlere dolarak, "Allah'tan başka kimsem yok" diyerek cevap vermiş. İşte o zaman Mevlâna Halid Hazretleri avucunun içini açıp, Küçük Âşık Mehmed'in yüzüne karşı ayna gibi tutarak, "Bak bakalım, dikkat et, ne göreceksin?" demiş. Küçük Âşık Mehmed, Mevlâna Halid Hazretlerinin avucunda annesiyle babasının resimlerini görmüş. Kıp kırmızı olarak, hiç sesi çıkmayan Küçük Âşık Mehmed'e, Mevlâna Halid, "Ey Mehmed, sen buraya annen ve babandan izinsiz ve habersiz geldin" diyerek, Mehmed'in yaptığı işleri söylemiş, anne ve babasının yakınlara geldiklerini haber vermiş. Küçük Âşık yaşlı gözlerle, "Annem ve babam buraya gelip, beni şeyhinden ayırıp götürürler, sizin hasretinize dayanamam diye böyle yaptım" demiş. Onlar böyle konuşurken kapı çalınmış. Küçük Âşık'ın

annesiyle babası içeri girmişler. Küçük Âşık Mevlâna Halid Hazretlerinin yanından ayrılıp da Afyon'a gitmek istememiş. Annesiyle babası Şeyhten izin alarak, evlâtlarını alıp götürmek istiyorlarmış. Küçük Âşık ise bir türlü şeyhinden ayrılmak istemiyor, şeyhinin hasretine dayanamayacağını söylüyormuş. Bunun üzerine, Mevlâna Halid Hazretleri sırtından hırkasını çıkararak, Küçük Âşık Mehmed Efendiye giydirmişti. "Sen benim hasretime işte şimdi dayanırsın, küçük benim cübbemi götürüyorsun. Şimdi Afyon'a gideceksin, buraya kadar geldiğine göre, hac farizasını eda et, öyle git!" demiş. Küçük Âşık Mehmed, hocasının hasretini gidermek için cübbesini giyip, ellerini öperek, hayır dualarını aldıktan sonra, anne-babasıyla Hicaz'a gitmiş ve sonra da Afyon'a gelmiş. Afyon'da müftülük yaptığı gibi, şimdi kendi ismiyle söylenen Hacı Âşık Camiinde dersler de okutmuş. İlim ve maneviyat bakımından çok üstün olan Hacı Âşık Efendi, senelerce medreselerde ders okutmuş, Yunus Hoca ve Sandıklı Şeyhi Hasan Efendi gibi meşhur kimseleri yetiştirmiş. Hacı Âşık Mehmed Efendi, ilk defa dolapla kuyulardan su çekmeyi de icad etmiş. Tabak esnafını müftülük binasına zaman zaman toplayarak "Cehri" denilen bitkiyle derinin daha iyi boyandığını onlara öğretmiş.

Küçük Âşık Mehmed Efendi 1845 yılında vefat etmiş. Kabri Afyon'un Devrane mezarlığındadır. Bu mezarlık sonradan kaldırıldığı zaman, Hacı Âşık Mehmed Efendinin sadece mezar taşı getirilip, bugün adıyla anılan camiin yanına dikilmiş. Mevlâna Halid'den Bediüzzaman'a ulaşan cübbe 1940 civarında yazıldığını tahmin ettiğimiz mektubunda Üstad şunları ifade buyurmaktadır:

bir

"Eski zamanda, on dört yaşında iken, icazet almanın alâmeti olan Üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı... "O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip, veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyâyı azimeden dört-beş zatın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bu günlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğine bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı

Hakka yüz binler şükrediyorum. (Bu mübarek emaneti Risale-i Nur talebelerinden ve ahiret hemşirelerimizden Asiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım...)" Küçük Âşık'ın torunu Âsiye Mülazımoğlu 1885 yılında Afyon'da dünyaya gelen Asiye Mülazımoğlu'nun babası Mehmed Bahaeddin Efendi annesi ise Zakire hanımdır. Mehmed Bahaeddin, Küçük Âşık'ın torunudur. Âsiye Hanım dedesinden kendisine intikal eden bu cübbenin üzerinde yıllarca titremiş, istiklâl savaşında, Yunan işgalinde, memleketlerini terk etmek zorunda kaldıkları günlerde bile onu yanından ayırmamış. Sandıklı, Isparta ve Akşehir'e gittiklerinde zor zarurî eşyaları ile birlikte bu cübbeyi de daima yanında taşımış. Asiye Hanımın kocası Tahir Bey, Kastamonu Hapishanesine müdür olarak tayin edildiği zaman, Mülazımoğlu ailesi de nihayet Kastamonu'ya gelip yerleşmiş. İşte bu yerleşme günlerinde, uzun yıllar dolaştırılan cübbe de asıl sahibini bulmuş. Babası Bahaeddin Efendiyle birlikte Bediüzzaman'a giden Asiye Hanım, Mevlânâ Halid'in emanetini bu asırlık yadigârı sahibine teslim etmişti. Cübbenin sahibi: "Asiye'nin duası kabul oldu " diyerek uzun yılların iştiyakını, hasretini ifade etmişti. Aradığını Bağdat yollarında bulan Küçük Âşık'ın torunları, dedelerinden daha şanslıydılar. çünkü onlar aradıklarını Anadolu'da

bulmuşlardı. Asiye Hanım'ın ismi ve hizmetleri Risale-i Nur'un lâhikalarında yer yer zikredilir. Asiye Mülâzımoğlu Risale-i Nur'un kudsî hizmetinde bulunmuş mübarek bir hanım.. Ankara'daki evinde ziyaret ettiğimiz zaman, yaşından beklenmeyecek zindelikte bize bu konuda bilgiler vermişti. Bizi gülerek karşılamış, "Bugün içimde bir sevinç vardı, sizin geleceğinizi âdeta bekliyordum" diyordu. Mevlâna Halid Hazretlerinin bu cübbesi Bediüzzaman'ın yanında kalmıştı. Yıllar sonra, 1950 yılı sonbaharında Urfalı Vahdi Gayberi Emirdağ'da Üstadı ziyaret ettiği zaman, Üstad bu mübarek cübbeyle birlikte bazı eşyalarını, kendisinin de Urfa'ya geleceğini söyleyerek Gayberi'ye verip, Urfa'ya göndermişti. Mevlâna Halid'in cübbesi bugün Urfa'da Abdülkadir Badilli tarafından muhafaza edilmektedir.

TAHİR PAŞA On dokuzuncu asrın sonu ile, İkinci Meşrutiyet yıllarında Musul, Van ve Bitlis'te valilik yapmış olan Tahir Paşa aslen Arnavut’tur. İşkodra'nın Pogoritza hâkimi Hacı Ali Efendinin oğlu olarak 1847'de doğmuştur.Yugoslavya'nın eski ismi Potgoriça, yeni ismi Titograt olan şehrinde doğan Tahir Paşa ulûfeli valiydi, daha sonra vezir olmuştu. Hacı Ali Efendinin altı oğlundan biri olan Tahir Paşa, yirmi dokuz yaşında iken devlet hizmetine girmişti. Uzun yıllar Van'da valilik yapan Tahir Paşa, birçok defa hastalığını ve ihtiyarlığını ileri sürerek vazifesinden ayrılmak istemişse de, Sultan Abdülhamid'in ısrarlarıyla vazifeye devam etmiştir. Sultan Abdülhamid kendisini çok takdir eder ve severdi. Van'da geçirdiği son yıllarında, guatr hastalığından epey muzdaripti. Ancak bir türlü Van'ı terk edip de tedavi için İstanbul'a gelmiyordu. Hattâ hasta haliyle çektirmiş olduğu bir resmini İstanbul'a göndermiş ve çare aramıştı. Ancak daha sonra hastalığının iyice ziyadeleşmesi üzerine,

emekli olarak İstanbul'a dönmüş ve bir yıl sonra da 1913 yılı Kasım ayı içerisinde vefat etmiştir. Kabri Sahra-yı Cedid semtindedir. Oğlu Cevdet Bey (Belbez) de, bilâhare Van'da valilik yapmıştır. İki hanımından on bir tane evlâdı vardır. Bunlardan Cevdet, Fikriye ve Naima ilk hanımından; mün'ime, Münibe, Mükrime, Necdet, Fikret, Hikmet, Fahrünnisa ve Mihrinnisa ise ikinci hanımı Bedia'dan olmuştu. Kızlarından birisi, yakın tarihimizin adalet bakanlarından Şinasi Devrim'in hanımıdır. Diğer kızı Mün'ime ise, İstiklâl Harbi kumandanlarından Fahreddin Altay Paşanın hanımıdır. Tahir Paşa Bediüzzaman münasebeti Tahir Paşa Van ve Bitlis'te bulunduğu yıllarda altmış yaşlarında bulunuyordu. Aynı yıllarda Bediüzzaman da yirmi beş otuz yaşlarında idi. Bediüzzaman'ın ilmini, fazlını ve dehasını ilk önce tesbit ve teşhis eden devlet ricâlinden birisi Tahir Paşa olmuştur. Bediüzzaman'ın Tahir Paşa ile ilgili hatıraları büyük kardeşi Molla Abdullah'ın oğlu Abdurrahman Nursî'nin yazdığı “Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı” isimli kitapta tafsilâtlı olarak yer almaktadır. Tahir Paşa için Bitlis yıllığında "Ûlâ" tabiri geçmektedir. Ûlâ ise, "şan ve şeref sahibi kimse" manâlarına gelmektedir. İstanbul

Başvekâlet

Arşivinde

Sultan

İkinci

Abdülhamid'e ait Yıldız evrakında Tahir Paşanın bir mektubu bulunmaktadır. Valinin Bediüzzaman'la ilgili mektubu padişaha göndermesi Mektup Bediüzzaman'la ilgili olup, Sultan Abdülhamid Hân'a hitaben yazılmıştır: Mârûz-u çâkerânemdir. Kürdistan ulemâsı beyninde harika-i zekâ ile müştehir Molla Said Efendi muhtâc-ı tedâvi olduğundan, şefkat ve merhamet-i Hazret-i Hilâfetpenâhîye iltica ederek bu kerre ol cânib-i âliye azimet eylemiştir. Mümâileyh, bu havalide ilimce umumun merci-i hall-i müşkilâtı olduğu halde, yine kendisini talebeden sayarak kıyafetini değiştirmeye şimdiye kadar muvafakat etmemiştir. Kendisi Velînimet-i Âzam Hazretlerine hakikaten sadık ve hâlis duacı olmakla beraber, fıtraten edîb ve kanaatkâr ve fikr-i çâkerânemce şimdiye kadar Dersaadet'e gitmek bahtiyarlığına nail olan Kürd ulemâsı içinde gerek ahlâk-ı hasenece, gerek Zât-ı Hazret-i Hilâfetpenâhiye sadakat ve ubûdiyetçe en ziyade şâyân-ı âtıfet bir zât-ı diyanetşiâr olmasına nazaran, mümâileyhin emr-i tedavi hususunda mazhar-ı teshilât ve nail-i iltifât-ı mahsusa olması umum Kürdistan talebesi hakkında ilelebed unutulmaz bir insâniyet-i âli'l Hazret-i Pâdişâhî telâkkî olunacağının

arzına cür'et kılındı. "Bu babda ve her halde emr ü ferman, Hazreti Men Lehü'l-Emrindir." Bitlis Valisi Tahir Mâruz-u çâkerânemdir" ifadesi için, lûgatlar kul ve köleye mensup, kul ve köleye lâyık manâlarını kaydetmektedir. Osmanlılarda, zerafet ve nezaket tabiri olarak, konuşan şahıs kendisi için kullanırdı. Kürdistan ise, o zamanlar Pâkistan, Afganistan ve Türkistan gibi bir coğrafî manâda kullanılırdı. Mümâileyh: Adı geçen, yukarıda zikredilen. Bu babda ve herhalde emr ü ferman, Hazret-i Men Lehü'l Emrindir: Bu mevzuda ve herhalde emir, ferman ve karar, emir ve karar sahibi olan kimsenindir. Eskiden istida ve mektupların sonuna yazılan bir cümleydi. Bediüzzaman, Tahir Paşanın davetlisi olarak Van'a gelmiş, uzun zaman Tahir Paşanın konağında kalmıştı. Tahir Paşa kendisini çok sever ve sayardı. Yüksek ilim meclisleri kurarlar, sohbetler tertip ederlerdi. Tahir Paşanın konağı bir ilim ve irfan yuvası olarak, her zaman misafir âlimlerle dolup taşardı. Bediüzzaman'ın Tahir Paşa ile münakaşası Bediüzzaman bir gün Tahir Paşa ile ilmî bir münazaraya

tutuşmuş, münazara büyümüş ve araları açılmıştı. Orada bulunan alimler, aralarını yatıştırmaya çalışmışlar ise de muvaffak olamamışlardı. Bilâhare Bediüzzaman da konağı terk edip medresesine gitmişti. Bir müddet sonra jandarmalar gelerek, genç Said'i tutup Van'dan sürgün etmek istemişlerdi. Bediüzzaman jandarmalara teslim olmak için iki şart ileri sürdü: l. Beni medresemde yakalamayınız. Çünkü bu vaziyet medresenin şeref ve haysiyetini ihlâl eder. Ben dışarı, çarşıya çıkayım, orada yakalayınız. 2. Beni Van'dan çıkartırken silâhımla çıkartınız. Bu şartlar Tahir Paşaya bildirilmiş, Paşa da kabul etmişti. Kendisini Bitlis'e gönderdiler. Bitlis'ten sonra Hizan'a, oradan da Bulanık taraflarına gidip, her gün bir köyde olmak üzere otuz köyde hocalarla münazara ederek dolaşmıştı. Sonradan Tahir Paşa kendisini davet ederek gönlünü aldı. Böylece barışmış oldular. Vali konağında tekrar ilmî sohbetler, bütün hararetiyle devam ediyordu. Sohbetler, dinî mevzular yanında, müspet ilimlerle de alâkalı oluyordu. Bediüzzaman müspet ilimler sahasında da üstünlüğünü koruyordu. Bilhassa matematikteki üstünlüğü tartışılmaz idi. Bütün problemleri zihnen çözüyor

çevresindekileri şaşkınlıktan şaşkınlığa uğratıyordu. Tahir Paşanın sorusu münazarayı terk etmesi

ve

Bediüzzaman'ın

Bir gün Vali paşa kendisine şöyle bir sual sormuştu: "Âdem'den (a.s.) şimdiye kadar [saniyenin onda onda biri] geçmiştir?"

kaç

âşire

Bediüzzaman bu sorunun da cevabını çok kısa bir süre içerisinde vermişti. Buna benzer münâzaralardan zihni çok yorgun düşmüş ve üç sene kadar, hemen hemen hiçbir münazaraya katılmamıştı. Başkalarıyla da ancak zaruret miktarınca konuşuyordu. Bediüzzaman ayrıca ilk Türkçe mektubunu da, Van'ın Bâşit Dağında Vali Tahir Paşaya yazmıştı.

GAVS-I HİZAN SEYYİD SIBĞATULLAH Şu üslûp, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. Yani Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, Halid Ziyaeddin, Seyyid Tâhâ, Seyyid Sıbğatullah ve Seyda gibi evliyaya işaret var." (Münazarat). Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namiyle bir zattan istimdat ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı Geylânî' derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu."

(Sekizinci Lem'a, Osm. s.65.) Nurs seyahatlerimiz esnasında üç-beş defa Hizan'a uğramıştık. Hizan yakınlarında Gayda kasabası bulunmaktadır. Yukarıdaki nakillerde adı geçen Seyyid Sibğatullah Hazretleri burada bir tepecikte medfundur. Bu tepede ayakkabılar çıkartılarak, hürmet içinde ziyaretler yapılmaktadır. Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah 1871 yılında vefat etmiş, bu vefattan beş yıl sonra da Bediüzzaman dünyaya gelmişti. Gavs olmaktansa gelecek zata baba olmayı tercih ederim. Bazı zamanlarda Üstad Bediüzzaman'ın muhterem babası Sofi Mirza Efendi, Nurs köyünden kalkarak Gayda'ya Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin ziyaretine gelirdi. Bir defasında muhteşem mecliste Seyyid Sıbğatullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza'ya meclisin başköşesinde yer göstermişti. Orada bulunan ulemâ ve hulefâ, bu basit, ümmî Nurslu köylüye neden bu kadar alâka ve hürmet gösterdiğini Seyyid Sıbğatullah'tan sordukları zaman, Gavs-ı Hizan şu cevabı veriyordu: "Bu Sofi Mirza ileride öyle bir zata baba olacak, bunun sulbünden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba olmayı ben on gavslığa tercih ederim. Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı tercih ederim!" Abdurrahman

Nursî'nin,

Bediüzzaman'ın

hayatıyla

alâkalı yazdığı kitapta Siirt'in büyük âlimi Fethullah'tan naklen şu parçayı okumaktayız:

Molla

"Zekâ ile hıfzın aşırı derecede bir arada bulunması gerçekten az rastlanır bir şeydir. Fakat şimdiye kadar bu özelliği iki kişide gördüm. Biri sizde (Bediüzzaman'da), diğeride Molla Halid-i Olekî'de." Molla Halid-i Olekî, Doksan Üç Harbinde şehit olan bir din ve iman kahramanıydı. Geçmiş yıllarda Muş'un Nurşin beldesinde Abdurrahman-ı Tağî Hazretlerinin türbesini ziyaret ederken, Molla Halid-i Olekî'nin yazdığı, üzerinde, kırmızı kalemle tevafukları da gösteren, el yazması Minah (Vergiler) isimli Arapça eseri de görmüştüm. Bu kitap Urfa Halilürrahman Camii imamı Yahya Pakiş'in tercümesiyle 1982'de İstanbul da neşredildi.Kitap şu ismi taşıyor: Minah Seyyid Sıbğatullahi'l-Arvasî Gavs-ı Hizanî. Bu eseri Seyyid Sıbğatullah'ın halifesi Halid-i Olekî derlemişti. Seyyid Sıbğatullah'ın dedelerinin bulunduğu köylerde hiçbir oyun âleti ve çalgı bulunmazdı. Gavs-ı Hizan Sıbğatullah "Ben Lütfullah'ın oğluyum" diye babasından bahsederdi. Sigara içmemek bunların âdetiydi. Bu yüzden meclislerinde sigara içene müsaade etmezlerdi. Seyyid Sıbğatullah, çeşitli büyük şeyhlerden sonra Seyyid Tâhâ'ya halife olmuştu. 1840'da Seyyid Tâhâ beline hizmet kemerini bağlamıştı. Nesep olarak

Abdülkadir Geylânî Hazretlerine mensup olan Seyyid Tâhâ 1852'de vefat etti. Seyyid Sıbğatullah ise 1871'de Bitlis'te geçirdiği humma hastalığından sonra, Ramazan'ın üçüncü Cumartesi günü öğleden sonra vefat etti. Seyyid Sıbğatullah Hazretlerinin tasarruf ve kerameti çoktu. Çok kişi, Gavs-ı Hizan'ın vasıtasıyla velâyet derecesine ulaşmıştı. Dokuz kardeşi, sekiz oğlu vardı. Oğlu Celâleddin çok cesur ve kahramandı. Seyyid Sıbğatullah'ın cenazesini, oğlu Celâleddin'in emriyle Abdurrahman-ı Tağî yıkamıştı. Bir seferinde Seyyid Sıbğatullah'la oğlu Celâleddin birlikte Seyyid Tâhâ'nın evine gitmişlerdi. Seyyid Tâhâ'nın odasında büyük bir yılan görüldü. Yılan hem çok büyük, hem de tavandaki direkler arasında olduğu için, orada bulunanlardan hiçbiri yılanı çıkarmaya ve öldürmeye cesaret edemiyordu. Şeyh Celâleddin, eli ile yılanı tutarak çıkardı ve öldürdü. Bunun üzerine babası Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah, oğluna hitaben: "Ağa ağa" diye seslenerek iltifat etti. Seyyid Tâhâ da Celâleddin'e nazar edip, manevî evlâtlığa kabul etti. Doksan Üç Harbinde bu korkusuz Celâleddin çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Kendisi gayet cömertti. Babasından yedi yıl sonra, yani 1878 senesinde vefat etti. Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah'ın, birisi oğlu Şeyh Bahaeddin olmak üzere dört tane halifesi vardı. Bu halifeler şu zatlardı:

Seyda Abdurrahman-ı Tağî, Gavs-ı Hizan'ın oğlu Şeyh Bahaeddin, Şirvanlı Şeyh Halid-i Olekî, Şeyh Abdurrahman-ı Meczup. Gavs-ı Hizan, "Abdurrahman-ı Meczup, Allah'ın nurunu hakkıyla müşahede edendir" diye buyurmaktaydı. Abdurrahman-ı Tağî ise sohbet piriydi. Hilâfet makamını geçmişti. Seyda bir şeyh ve mürşiddi. Nurşin'de medfundur. Molla Halid-i Olekî, Doksan Üç Harbinde nice kahramanlıklardan sonra şehit olmuştu. Mezarı meçhuldür.

Bediüzzaman'ın talebelik arkadaşı Şeyh Celâl Efendi Siirtli Şeyh Kardeş veya kısa adıyla Şeyh Celal, 1887 senesinde Siirt'te doğmuş, yine 1973'te memleketinde Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Siirt'in bu tanınmış âlimi, altmış seneye yakın bir zaman imamlık vazifesinde bulunmuştu. İmamlık vazifesini fahrî olarak deruhte etmişti. Otuz yılı bulan bu hizmetinden sonra, yirmi sene de resmî olarak aynı vazifeye devam etmişti. Şeyh Celal Efendi, Bediüzzaman'ın çok eski dostu ve

arkadaşıydı. Hayatta iken aralarında şaka ve latifeler eksik olmamıştı. Birinci Cihan Harbine Bediüzzaman ile beraber iştirak etmişti. İki arkadaşın lâtifesi : Bediüzzaman'ın ilmini, kahramanlığını faziletlerini her zaman takdirle anıyordu.

ve

yüksek

Bediüzzaman, Meşrutiyet sonrası İstanbul dönüşünde neşrettiği eserleri talebelerine okutuyormuş. Şeyh Celal ise bu eserleri (İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi) okumadığı gibi, Bediüzzaman'a latife tarzında: "Seyda, İstanbul'a gitmişsin, orada başından geçenleri oturup yazmışsın, şimdi de burada bunları okutuyorsun?" deyince, Bediüzzaman da şaka yollu: "Celal sen benim muarızım mısın yoksa?" diye Şeyh Celal'e mukabele edermiş ve yine latife olarak "Celal, sen benim ağzımda dikenli bir lokum gibisin. Ne yiyebiliyorum, ne de atabiliyorum" dermiş. Yine Bediüzzaman'la Şeyh Celal kendi aralarında daha çok gençken karar vermişler ki: "Hiç evlenmeyelim!" Şeyh Celal bu hatırasını da anlatarak, bu söze kendisinin sadık kalmadığını, sözünde durmadığını ifade edermiş. Genç Said ile Celal Efendi bazen çeşitli oyunlar ve

yarışmalar da yaparlarmış. Bir gün geniş bir su arkını atlamak için iddiaya girişmişler. Genç Said bu arkı muvaffakiyetle atlayınca Celal kendisinin de atlayacağını söyleyerek, hızlanıp dereye atlıyor, ama geçemiyor, suyun tam çamurlu kısmına çöküyor. Şeyh Celal Efendi 1973 senesinde Siirt'te vefat ettiği zaman binlerce insan cenazesine katılmış, cenaze namazını da Siirt Müftüsü Raif Korkmaz Efendi kıldırmıştır. Bir siir yarışması Şeyh Celal Kardeş diyor ki: "Birinci Cihan Harbinden evvel vefat etmiş bir zatın taziyesi için Van'ın Zeve köyüne gitmiştik. "Bediüzzaman, Abdülmecid (Ünlükul), Molla Habib, Ahmed-i Cano, Muhyiddin, İbrahim ve Şükrü hep birlikte oturuyorduk. "Bediüzzaman bize 'Her birimiz birer şiir söyleyelim. Meşhur muallakat-ı seb'a gibi hangisi beğenilirse o kabul edilsin, birinciliği alsın' dedi. Bunun üzerine her birimiz birer şiir söyledik. Bediüzzaman bana hitaben 'İb Kıble-i Arabî yite çibi' yani 'Kıbleye yemin ederim ki senin şiirin beğenildi' dedi. Söylediğim şiir de şuydu:

"Birinci beyitteki 'Habib' kelimesiyle Bediüzzaman'a, 'Mecid' kelimesiyle kardeşi Abdülmecid'e işaret ediyor. "İkinci beyitteki 'Habib' kelimesiyle Molla Habib'e, 'ahmed' kelimesiyle Ahmed-i Cano'ya, 'Celal' kelimesiyle bana, 'Muhyi' kelimesiyle Muhyiddin'e işaret ediyor. "Üçüncü beyitteki 'İbrahim' kelimesiyle Molla İbrahim'e 'Şükrü' kelimesiyle de Molla Şükrü'ye işaret ediyor. “Şiirin mânası”: 1. Ey Zeve köyü, Said ile saadete ermiş bulunuyorsun. Abdülmecid ile büyük bir izzet ve ref'ete sahip oldun. 2. Bediüzzaman Said, Abdülmecid, Habib, Ahmed ile seni ferahlandırdılar. Veya ikisi (Said ile Abdülmecid) Habib ile sana, Ahmed'i verip onunla ferahlandırdılar.(1) 3. Tepelerin İbrahim'e, âşıkın maşukuna olan arzu ve temennisi gibidir. Seni mecd ve güzel vasıflarla yaratana şükür ederim."

1- Birinci Cihan Harbinde Milis Miralayı Bediüzzaman Rus ve Ermenilere karşı kahramanca çarpışırken fedakâr

talebelerinden Molla Habib'i Gevaş'ta ve Molla Ahmed-i Cano'yu da Zeve'de şehit vermiştir.

NUH POLATOĞLU 1892'de Van'da doğmuş, 1978'de vefat etmiştir. Bediüzzaman'la birlikte Eskişehir'de mevkuf kalmıştı. 1892'de Van'da doğmuş, 1978'de vefat etmiştir. Bediüzzaman'la birlikte Eskişehir'de mevkuf kalmıştı. Barla Lâhikası'nda Üstadın Molla Hamid Efendi ile birlikte kendisine hitaben bir mektubu bulunmaktadır. Bediüzzaman'a olan sevgi ve hasretini dindirmek için kendi resmiyle birlikte Üstadınkini yan yana tab ettirerek, devamlı başucunda bulunduruyordu. Eskişehir mahkemesi esnasında ele geçen mektuplarda, onun da ismine rastlandığı için, Van'dan alıp, Eskişehir'e sevk etmişlerdi. "Altı ay yattık" diyerek, anlatmaya başladı: "İki hayatını ortaya koyuyordu" Üstad'ı gençlik yıllarında Van Valisi Tahir Paşanın konağında kaldığı yıllarda tanırdım. Tahir Paşa kendisini çok severdi, hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse beraber bulunurdu.

"Edremit sahillerinde Van Üniversitesinin temeli, büyük merasimlerle atılmıştı. Bu merasimlerde gerek Vali Tahir Paşa, gerek Üstad Bediüzzaman konuşmalar yaptılar. Üstad'ımın elinde gümüş saplı, çift uçlu bir kamçı vardı. Elindeki çift uçlu kamçı ile iki hayatını, yani dünya ve âhiret hayatını ortaya koyarak, eline alarak, mücadele meydanlarına atıldığını, ifade etmek istiyordu." Bu hatıralar bana Münazarat eserindeki şu satırları hatırlattı: "Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için, iki meydan-ı mübarezede iki harp ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın."(Münazarat) Van'da temeli atılan üniversite Edremit'teki temel atma merasimlerini gören, Vanlı Hakkı Edremit: Büyük ziyafetler verildi. Çeşitli yemekler yapıldı. Uzun tulumba tatlıları yenildi. Temel atılmadan önce, 'Şarkın ve garbın âli şahsiyeti, Hâzâ Bediüzzaman, Molla Said Hazretleri' diye kendisini takdim ettiler. Daha sonra da temele ilk harcı, bizzat kendisi koydu" diyor. Tahir Paşa çok sevdiği Bediüzzaman'a: Nasıl, Seyda bu ziyafetleri beğendin mi?" deyince, Bediüzzaman da Tahir Paşaya gülerek şu cevabı vermiş: "Cömertlikte İbrahim Halilullah'a ulaşamazsın.

Onun köpekleri yerlerdi."

de

gümüş

tabaklarda

yemek

Nuh Polatoğlu, Üstad'ıyla geçirdiği o mes'ud günleri, hasret gözyaşlarıyla anıyor. Kısa ziyaret ve sohbetimizde, bizi yanından ayırmak istemiyordu. Anlatmak, konuşmak, uzun uzun dertleşmek istiyordu. Kendisini fazla rahatsız etmemek, üzmemek, için üzülerek izin isteyip ayrıldık.

Kilisli Şeyh MUHAMMED VAKIF EFENDİ (Vefatı - 1965) Bediüzzaman'ın Kilis'te Şeyh Efendi Tekkesinde kalması Yirminci yüzyılın başlarında Üstad Bediüzzaman Arap ülkelerini ve insanlarını yakından görmek için yollara düşmüştü. Eski insanların ve eski tarihlerin Şam-ı şerif dedikleri Şam'ın Emeviye camiindeki o muhteşem hutbesini vermek için hareket halinde oldukları 1910 senelerinde Diyarbakır, Urfa, Suruç, Birecik, Kilis ve Kırıkhan üzerinden Şam'a ulaşmıştı. Üstad uğradığı beldelerin en şerefli mevkilerinde misafir ediliyordu. Kilis'e uğradığı zamanda Şeyh Efendi Tekkesi denilen Kilis'in çok mübarek bir yerinde misafir olarak bir kaç gün kalmıştı. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı Kilis Tarihi ismindeki

güzel ve ciddî bir araştırma mahsulü olan kitabının 610'uncu sayfasında Şeyh Efendi Tekkesi başlığı altındaki araştırmasının girişinde şunları ifade etmektedir: Tekke, Bölük Mahallesinde Kurtağa Caddesindedir. l kapı numarasını taşır. Kapısı Türk yapı geleneğine uygun olarak doğuya açılır. Taş şöveli ve kemerli kapısının eni l.40, yüksekliği 2.10 metredir. Kemerinin üstündeki taşta karışık ve girift bir ta'lik ile dört satır halinde şu kitâbe okunur: Habbeza dergâh-i feyz câh-i âli dil-mesned Âsitâne sâye bahş-i tâk-ı gerdûn-i bülend Âşina-yı Hâk-i bab-ı devlyet-i.... bi irtiyab Sâlikâni kurb-i vusl-i Hak'tan behre-mend Himmet-i pîranla yazdım Zihniyâ tarihini Nevbiha â'lâdır şah-ı vâlâ-yı nakş-bend Tarihihûl 1275 (1858) Zihni ismindeki bir şairin hazırladığı kitâbeye göre burası bir nakşibendi tekkesidir. Tarih hesabı ebced hesabına vurulunca 1858 M. 1275 H. yılında yapıldığı anlaşılıyor. Merhum Konyalı'nın "Şeyh Efendi Tekkesi" başlığındaki araştırmasından sadece giriş kısmını aldık. İ. Hakkı Konyalı Âbideleriyle ve Kitabeleriyle Kilis Tarihi ismindeki

eserini 1968'da neşretmişti. Kilis'teki Nur Talebelerinden camcı Mehmed Yeşildal, Şeyh Efendi Tekkesi'ndeki Muhammed Vâkıf Efendi'den 1960'lı yıllarda dinlediği bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: "Bediüzzaman buradan Şam'a gitti" Ben Risale-i Nurları 1963 yıllarında tanımıştım. Şeyh Efendi'ye yakın komşu olmam dolayısıyla ona, 'Said Nursî nasıl bir zattır?' diye sormuştum. O da bana sert bir tavırla; 'O Said Nursi değil, Bediüzzaman'dır' diyerek Üstadın ismini iki defa zikredip öyle cevap vermişti. Ben, niye sert bir şekilde bana böyle söyledi, gibilerden yüzüne bakarken, Şeyh Efendi sözlerine devam etti: O müstesna zat zamanında bihakkın vazifesini yaptı ve öyle gitti. Bana Mektubat isimli eserini gönderdi. Eser bu zamana hitap eden çok güzel bir eser. Bizim Kilis'teki bu tekkeye misafir gelmişti. Biz onu karşıladık. Ben o zamanlarda çok gençtim, babayiğittim. Ata biner, cirit oynardım. Babam, Sermest Hazretleri'nin zamanında bizim tekkede üç gün misafir kaldı. Babam Mehmed Bican Hazretleri'nden sonra gelmektedir. Bican Hazretleri ise Mevlana Halid Hazretleri'nden ders almış. Üstad Bediüzzaman buradan Şam'a gitmişti, Şam'a, Şam'a' diye vurguyla birkaç kere Şam ismini zikretti. Bediüzzaman'ın başında sarığı, belinde varabillo ve kısa bir kılıç gibi hançeri vardı. Görenler onun büyük bir âlim olduğunu bu acayip şeklinden dolayı pek

anlayamıyorlardı.' Üstad Bediüzzaman, şimdiki Şeyh Efendi'nin kitaplarının tanzim edilip kütüphane olarak kullanılan odasında kalmıştı. Bu oda Şeyh Efendi'nin kendi odasıydı. Çocukları, pederlerine hürmeten o odaya kimseyi sokmazlarmış. Üstad Bediüzzaman kendilerine Zülfikâr ismindeki bir başka eserini de göndermiş (Şeyh Efendi'nin Yeşildal)

kapı

komşusu

Camcı

Mehmed

MOLLA MÜNEVVER Van'da Üstad'la beraber harbe iştirak eden molla Münevver'in asıl ismi Mehmed Münevver Çetin'dir. Doğumu 1873, vefatı, 16 Nisan 1971'dir. Bitlis vilâyetinin İsparit nahiyesinin Çirçak köyündendir. Üstadla birlikte savaştım Molla Münevver, ak saçlı, ak sakallı, şakacı mübarek bir ihtiyardı. Kendisini Van'da birkaç defa ziyaret ederek, elini öpmüş, hatıralarını dinlemiştik. Bu hatıralarında Molla Münevver, Bediüzzaman'la nasıl harbe girdiklerini anlatıyor: Onbeş yaşında iken eski medrese usulü ile tahsile başladım. Beş sene kadar okuduktan sonra Birinci Cihan Harbinden önce Van'a gelerek Horhor'da talebe okutan Bediüzzaman'ın medresesine ben de dahil oldum. Birinci Cihan Harbi başlayınca Bediüzzaman hocalığı bırakarak, gönüllü alay kumandanı oldu. Bizlerde de isteyenler, Onunla birlikte harbe iştirak etti. Ben kendileriyle, Gevaş ve Bitlis harplerinde bulundum. Kış bastırmıştı. Her taraf kardı. Bitlis'te Üstad'la birlikte birkaç talebe kalmıştık.

Bütün arkadaşlarımız şehid oldular. Geceleyin yüksek bir duvardan atlarken Üstad'ın ayağı kırıldı. O ızdırap anında katiyyen şikâyet etmiyor, “ of ” bile demiyordu. Otuz altı saat soğuk, kar, çamur içinde bir dehliz içinde kaldık. İleride Rus nöbetçileri gözüküyordu. Nöbetçileri tek tek, dehlize çekip, hançerle gebertmek istedik. Üstad bize bir zarar gelmemesi için izin vermedi. Dehlizin üzerinden de Rusların seslerini işitiyorduk. Üstad sonra Abdülvahhap isimli arkadaşlarımıza, 'Sen çeviksin, fırla git ve teslim ol, Ermenilerin eline geçme, biz de sonra teslim oluruz' dedi. Az sonra Ruslar gelerek bizi alıp kumandanlarının bulunduğu yere götürdüler. Kumandan Türkçe bilmediğinden, Ermenilerden bir tercüman getirdiler. Arkadaşımız Abdülvahhap da biraz Ruşça biliyordu. Ermeni tercümanın, Üstad'ın sözlerini yanlış aktardığını Üstad'a bildirdi. Bunun üzerine Üstad hiddetlenerek, Müslüman bir tercüman getirmelerini istedi. Az sonra Tatarlardan bir tercüman getirdiler. "Rus kumandanı, Üstad'a 'Siz tanınmış ve nüfuzlu bir kumandansınız. Aşiretlere birer mektup yazarak, gelip silâhlarını teslim etmelerini bildirin. Anlaşma yapalım. Yine buraları onlara bırakıp gideriz” deyince, Üstad cevaben: 'Siz Ermenilerin silâhlarını toplayın, onlar bizim himayemize girsinler, o zaman sizinle anlaşırız' dedi. Rus kumandanı: 'Bitlis ve Muş civarında otuz beş bin silâhlı Ermeni var. Bunların hepsinin

silâhlarını toplamak imkânsızdır' dedi. Üstad hiddetlenerek, 'Biz bunlara bu kadar hürriyet verdiğimiz halde, başımıza bu felâketi getirdiler. Çoluk çocuk dinlemeden katliâm yaptılar. Geri kalan insanları da, çeşitli desiselerle onlara kırdırmak mı istiyorsunuz? Bütün dağ-taş senin askerlerinle dolsa, bundan sonra Deliklitaş'ı geçemeyeceksiniz' "Daha sonra Üstad'ı Said isminde bir talebesini yanına almasına müsaade ederek, bizden ayırdılar ve Rusya'ya sevkettiler."

İBRAHİM KAZAZOĞLU Bediüzzaman'ın harp taktiği İbrahim Kazazoğlu (1892-1980) evinde kendisini ziyaret eden Kayserili Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman'la alâkalı olarak şunları anlatmıştı: Birinci Cihan Harbinde şarkta savaşların çok hızlandığı zamanlarda, yüzbaşılar Bediüzzaman'a müracaat ederek, 'Filan yerdeki düşmanı ancak senin gönüllülerin geri püskürtür, mümkünse o bölgeleri siz kontrolünüzde bulundurun' diye ricada bulunurlardı. Bediüzzaman harp taktiği olarak da muhtelif tepelerden teneke çaldırıp, düşman tarafından ses kesilince, bu sefer de silâh kullandırıp, onları geri püskürtürdü. "O kahramanların vaziyeti bize de çok şevk ve gayret verirdi. Komutan, Bediüzzaman'ın fedailerinin kahramanlığını bize şevk vermek için cephede anlatırdı.” Bediüzzaman Kayseri'de "Ben Bediüzzaman'ı daha önceki yıllardan tanırdım.

Meşrutiyet senelerinde iki defa Kayseri'ye gelmişti. Meşrutiyet ve hürriyet hakkında yapılan mitingte, çok gür sesiyle, çok beliğ olarak hitab ederdi. Kayseri'deki miting vilâyet konağının önünde yapılmıştı."

MUSTAFA PAŞA (Hamidiye Paşalarından Miran Aşiret Ağası) Şarkın meşhur ağalarından ve Hamideye Alayı komutanlarından Mustafa Paşa, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Cizre'de dünyaya gelmişti. Babası Tamer Ağa, dedesi ise İbrahim Ağaydı. O zamanlar çok kuvvetli olan Miran aşiretinin ağası olmuştu. Paşa iri yarı, bakışları sert ve korkutucu, sakallı bir Hamidiye paşasıydı. On bir oymağı olan Miran aşiretinin “Berkeleyi” oymağındandı. On bir kabilenin ittifakıyla Miran aşiretinin başına geçmişti. Tarihçe-i Hayat'ta Bediüzzaman'la olan münasebetleri bütün tafsilâtıyla anlatılmaktadır. Zulümden ve haksızlıklardan vazgeçmediği için artık öleceği, harika bir keramet haliyle kendisine bildirilmişti. Gerçekten, bu haberden az sonra, 1902 senesinin Ekim ayında yaylâdan Cizre'ye dönerken, Cizre - Şırnak arasında meydana gelene aşiret kavgaları sırasında serseri bir kurşun ile öldürülmüştü. Aşiret

kavgası sona ermiş, bütün aşiretler ayrılmış bir haldeyken, kimin tarafından atıldığı belli olmayan bir kurşunla vurulmuştu. Naaşı Cizre'ye getirilmiş ve şimdiki Cizre mezarlığında kendisine ait kubbesine gömülmüştü. Mustafa Paşanın şöhretinden ve haksızlıklarından dolayı kendisine “Misto-i Miri” diyerek onu küçültüyorlardı. Mustafa Paşa İstanbul'da Sultan İkinci Abdülhamid Han, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Hamidiye Alayları teşkil etmek için Doğudaki bütün aşiretleri İstanbul'a çağırmıştı. Mustafa Paşa kendisi gibi iri yarı beş yüz adamıyla birlikte yola çıkarak, üç aylık bir yolculuktan sonra İstanbul'a geldi. Akıllı ve zeki bir adam olan Mustafa Paşa Sultan Abdülhamid Hanın tertiplediği resmî geçitten adamlarıyla birlikte heybetle geçti. Sultan bunlara bir ziyafet verilmesini emretti. Cizreli Miran aşiretinin bu yiğit temsilcilerine bir yemek verildi. Padişah da bunları seyretti. Mustafa Paşa adamlarına çatal kaşık kullanmadan yemelerini, bütün tabakları ter temiz sıyırmalarını emretmişti. Adamlar kollarını sıvayıp, tabaklarda hiçbir şey bırakmadan yemekleri yiyip bitirdiler. Bu manzarayı seyreden Sultan İkinci Abdülhamid Han, Mustafa Paşaya 48. Hamidiye Alayı paşalık rütbe, berat ve nişanlarını taktırdı ve çok geniş salâhiyetler vererek emrinde üç alay kurmasını ferman etti. Mustafa Paşanın okuma - yazması yoktu. Yanında daima

bir kâtibi bulunurdu. Doğrudan İstanbul'a padişaha bağlı olup, askerî yönden de Erzincan'daki müşîrin emrindeydi. Bugün Cizre'de kendi adıyla anılan Hamidiye kışlasını yaptırmıştı. Padişah bu iş için büyük yardımlar göndermişti. Her ay asker başına bir kese altın gelirdi. Padişah Mustafa Paşaya geniş salâhiyetler tanımıştır. Bu yüzden zulümleri olduğu zaman Üstad kendisini şiddetle ikaz ediyordu. Hazırladığı münazarada ise bütün âlimlerini mağlûp etmişti. Yazın Van'ın yaylâlarına gider, kışın da mühim işler esnasında Hamidiye kışlasında bulunurdu. Herhangi bir sefer gerektiği zaman, emrinde bulunan üç alayı toplar ve hareket ederdi. Bir seferinde Osmanlı devleti tarafından, Irak'ta bulunan “Hevler” isyanını bastırmaya gönderilmişti. İngilizler burada Osmanlıları yıkmak için faaliyet gösteriyorlardı. Mustafa Paşa vurulduğu zaman, İbrahim, Abdülkerim, Naif, Şelaş ve Berces adlarında beş tane oğlu vardı. Bunlardan İbrahim Bey çok sinirli olduğundan, Mustafa Paşanın yerine, bütün aşiretlerin destek ve reyleriyle ikinci oğlu Abdülkerim Bey seçildi. Durum İstanbul'a bildirildi ve müsbet cevap geldi. 1912'de Cizre aşiret alayları Balkan Savaşına katılmak için derhal İstanbul'a hareket ettiler. Yüz kişiye bedel Abdülkerim Bey, Tayan, Kiçan, Müsareşan, Hirkan, Düderen ve Miran aşiretlerinin ne kadar asker

çıkaracaklarını tesbit ettirmişti. Her aşiret ne kadar askerle iştirak edeceğini bildirmişti. Meselâ Tayan aşiretinden Reşid Muheme adında bir ağa, yüz süvari getirebileceğini söylemişti. Bütün aşiretler bir yerde toplanıp, üç alay ve diğer süvarileri bekliyorlardı. Reşid Muheme yalnız geldi. Abdülkerim Bey yüz süvarisinin nerede olduğunu sorduğu zaman, "Benim yüz kişiye bedel olduğumu aşiretler, kabul ederlerse savaşa gideceğim. Eğer kabul etmezlerse, size hemen yüz süvari getireceğim" dedi. Abdülkerim Beyin aşiretlere sorması üzerine, onu yüz kişiye bedel olarak kabul ettiklerini söylediler. Reşid Muheme'nin rütbesi yüzbaşıydı. Aşiret askerleri Balkan Savaşına katılmak için İstanbul'a, oradan da Uzunköprü'ye geldiler. Düşman askerlerinin yemekte olduğunu gördüler. Kumandana "Biz buraya savaşa geldik, hemen savaşa devam etmek istiyoruz" dediler. Komutan, "Yemek esnasında savaş olmaz" diyerek, bunun kaidelere aykırı olacağını söyledi. Fakat Cizre alayları bu emri dinlemeyerek, düşmana hücum ettiler. Reşid Muheme Uzunköprü başına atını bağlayıp, askerlere "Düşmanı üzerime doğru sürünüz" diye emir verdi. Üzerine gelen düşman askerlerini öldürmeye başladı. Nihayet başı ve elbisesi kanlar içinde, on üç düşmanı öldürüp, on üçünün de mavzer ve tüfeklerini boynuna attı. Bu esnada karşı taraftan gelen bir bomba, seyis ve hizmetçisine isabet ederek parçalandığında çok üzüldü ve kızgınlığından savaşı daha da hızlandırdı. Sonunda büyük bir zafer kazandı. Bu muzaffer gazileri Edirneliler çiçek ve

gül yağdırarak, alkışlarla karşıladılar. İstanbul'da da halk bu gazileri sokaklarda çiçek, gül ve şekerlemelerle karşıladılar. Mustafa Paşanın oğlu Abdülkerim Bey, Hamidiye kaymakamlığını da yaptı. 1916 senesinde askerlerini Cizre'de Bani Hanı mevkiinde hazırladı. Erzincan'daki müşirlik tarafından verilen emirde, Ruslara karşı yapılacak savaşa gidecekken, orada vefat etti. Cizre alayları onu hemen defnettiler ve seferi iptal etmeyerek, Mustafa Paşa'nın birinci oğlu olan İbrahim Beyi yerine geçirip, hareket ettiler..

Bediüzzaman'ın dostu: Van Valisi CEVDET BEY Bediüzzaman'ın dostu ve arkadaşı olan Van eski valisi Cevdet Bey (Paşa) Tahir Paşanın oğludur. Cevdet Beyin Hikmet ve Fikret Belbez adında iki kardeşi vardır. Bediüzzaman'ın büyük Tarihçe-i Hayat'ında Cevdet Beyden şöyle bahsedilmektedir: "Bediüzzaman Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım müdafaaya karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla Vastan (Gevaş) kasabasına çekildi." Cevdet Beyden 1916 Haziran sayısında Harb mecmuası

da sitayişle bahsetmektedir. Ahmet Emin'in anlattıkları Bu arada Ahmed Emin Yalman, 1970 senesinde neşrettiği Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim isimli hâtıralarının ikinci cildinde, "Çok mert ve dinamik bir insan olan dostum eski Van valisi Cevdet Bey" diye takdim etmektedir. Ayrıca hâtıratının valiler grubu kısmında Malta adasında esir iken beraber bulundukları Cevdet Bey için şunları ifade etmektedir: "Valilerden Cevdet Bey Polveristan'daki en hoş mizaçlı arkadaşlardan biriydi. Muhtaç olan arkadaşlara hiç belli etmeden yardım ederdi. Bugün eşine rast gelinmeyecek kadar mert bir insandı. Babası Tahir Paşa Van'da yıllarca valilik etmişti. Kendisi de Van valisi oluncaya kadar bütün idare hayatını Van'ın civarında geçirmişti. Van'da Çatak kaymakamlığında bulunduğu sırada başından geçen şu hâdise mertliğinin bir örneğidir: Rus Konsolosu, bilmem ne sebeple kendisine Cevdet Beyden hakaret görmüş sayarak, tarziye [özür] istemiş, vali ve kumandanla konuşmuş. Konsolosun bir ziyafet vermesi ve Cevdet Beyin ziyafete gelip tarziye vermesi kararlaştırılmış. Cevdet Beyin bunu önlemek için vali ve kumandana olan ricaları para etmemiş. Bunun üzerine ziyafet akşamı tabancasını çekip, dizini bir kurşunla yaralamış, haftalarca yaralı olarak yatmış, tarziye işi de böylece ortadan

kalkmış." Malta adası sürgün ve esirlerinden olan Cevdet Beyin buradan kaçma teşebbüsü ile ilgili olarak Yalman şunları yazmaktadır. "Zindanda bulunanların tabiî derdi, buradan kurtulmaktı. Kurtulmanın üç yolu vardı: Kaçmak, şahsî olarak serbest bırakılmak, toplu olarak veya gruplar halinde kurtulmak... Esirliğe karşı isyan hissi duydukça insanın zihni bu üç yola ait ihtimaller arasında dolaşıyordu. Aramızda kaçmayı ciddî surette düşünenler ve bir düzüne yol arayanlar da vardı. Nitekim sonradan bu yolu bulanlar da oldu. Eski Van valisi Cevdet Tahir Bey en ateşli kaçış sevdalısıydı. Gece gündüz plân yapmak ve çare aramakla uğraşırdı. Düşündüklerini bana açar ve beni de beraber kaçmaya sürüklemek isterdi. Ben onun hesabına çare düşünmekle beraber, kendim kaçmaya pek taraftar değildim. Bir defa tabiat itibarıyla iyimserim. Az zamanda kurtulacağımıza kendi kendimi inandırmak için kırk delil buluyordum. Sonra, 16 Mart'tan sonra Millî Kuvvetler taraftarı diye tutulanların daha kolay kurtulmak ümidi vardı. Ben kaçacak olursam gazetenin kapanması ve birçok arkadaşın açıkta kalması tehlikesi olabilirdi. Cevdet Bey o kadar azim ve sebatla işe sarılmıştı ki, günün birinde Kırzade Mustafa Beyle beraber kaçmanın yolunu buldu."

BİTLİSLİ ŞEYH EMİN EFENDİ (Şirvanî) Şeyh Emin ve Molla Said Her sabah Müslüman Türkiye'mizin güneşi doğudan doğarak, ülkemizi ışık tufanına boğar. Yirminci yüzyılın başlarında ülkemize şerefler veren manevî güneşlerden birisi de Şeyh Emin Efendiydi. Bitlis hanedanından bir zat olan Emin Efendi, Seyyidler kafilesinden asrımızı aydınlatan bir bahtiyar sîma idi. Şeyh Emin Efendi yüzyılımızın başlarında Sultan İkinci Abdülhamid Hanın daveti üzerine İstanbul'a giderek, orada iki yıl kadar misafir olarak bulunmuştu. Bu misafirlik esnasında kendisine tahsis edilen Beşiktaş Akaretler'deki köşkte oturmuştu. Kendilerine Sultan Abdülhamid Han çok alaka ve hürmet göstermiş, Şeyhülislâm olarak İstanbul'da bulunmasını teklif etmişti. Fakat Şeyh Emin Efendi Sultan'ın bu teklifini kabul etmeyerek reddetmişti. Torunlarının verdikleri bilgilerin ışığında, bu Bitlisli büyük alimin 1822 - 1906 yılları arasında ömür sürdüğünü

yaklaşık olarak tesbit etmekteyiz. Bir kervansaray mahiyetindeki evi ve dergâhı uzun yıllar etrafa Nakşi nurunu saçtı. Bu nur yuvası 1908 yılında, kırk gün süren bir zelzele sonunda yer yer tahribat görmüştü. İkinci Sultan Abdülhamid Han, Musul'daki Çiflikat-ı Hümayunundan bu Nakşi dergâhının tamir masrafı olarak beş yüz altın göndertmişti. İstanbul'dan dönerken Sivas'taki talebesi ve müridi Sivas Valisi Reşid Akif Paşa'ya uğrayarak misafiri olmuştu. Sivas'tan Diyarbakır'a faytonla dönmüştü. Oradan da Bitlis'e kadar hayvan sırtındaki kargirin üstünde gitmişti. Şeyh Emin'in oğlu Derviş Efendi kırk yaşlarındayken 1914 yılında vefat etmişti. Derviş Efendi'nin oğlu M. Mustafa Şirvan ise 1900 1987 arasında ömür sürmüştü. Merhum Şirvan'la 1970 yılında Karagümrük'teki evinde ziyaretlerimiz ve görüşmelerimiz olmuştu. Bediüzzaman'ın ilk nefyinin sebebi Bediüzzaman Said Nursî'nin Şeyh Emin Efendi ile münasebeti çocukluk yıllarında cereyan eder. Bu münasebet Tarihçe-i Hayat'ta (s. 37-38) şöyle anlatılır: Bu esnada on beş, on altı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. Said-ül-Meşhur lâkabıyla yâd ediliyordu. Siirt'de, kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu

ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilân etti. Sonra tekrar Bitlis'e geldi. Bitlis'te bir iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesadı netice veren sözlerin, bilhassa gıybetin İslâmiyete yakışmadığını onlara ihtar edince, Molla Said'i, Şeyh Emin Efendiye şikâyet ederler. Şeyh Emin ise: Henüz çocuk olduğundan, kabil-i hitab değildir" der. Bu söz Molla Said'e tebliğ edildiği anda, zaten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz olduğundan Şeyh Emin Efendinin huzuruna çıkarak elini öper ve 'Efendim, beni imtihan ediniz, kabil-i hitap olduğumu ispat etmek isterim' der. "Şeyh Emin Efendi, mütenevvi ilimlerden ve en müşkül meselelerden on altı sual tertip ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevap verdikten sonra, Kureyş Camiine gider, ahaliye va'z ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kısmı Molla Said'e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendiye yardım etmek isterler. Bundan dolayı Vali, büyük bir vukuata meydan vermemek için Bediüzzaman'ı nefyeder."

Van Valisi ALİ HAYDAR BEY! Bediüzzaman'ın yakın dostu Bediüzzaman'ın yakın dostlarından birisi de Van Valilerinden Ali Haydar Beydi. Haydar Bey, kendisinden uzun yıllar önce Van'da valilik yapmış olan Tahir Paşanın eniştesidir. Tahir Paşanın Paşo isimli ablasının oğludur. Aynı zamanda İşkodra kadısı İsmail Beyin torunudur. Van'daki valiliği 1917-1918 yıllarında idi. Birinci devre Erzurum milletvekillerinden Salih Yeşil, Dahiliye Vekili Hilmi Uran'a yazdığı mektupta Bediüzzaman'la Ali Haydar Beyin yakın dostluğundan

bahsetmektedir. Ali Haydar Bey, Van'a olan sevgi ve alâkasından dolayı Soyadı Kanunu çıktığı zaman soy ismi olarak “Vaneri” yi seçmişti. Vatana ve millete büyük hizmetleri geçmiş olan Ali Haydar Bey, bu hizmetleri sebebiyle birçok madalya ve nişanla taltif edilmiştir. Sayısı 16'yı bulan bu madalya ve nişanlar, kızlarında bulunmaktadır. Ali Haydar Beyin Nebahat ve Muazzez isimli kızlarının gerek babalarıyla ve gerekse yakın tarihimizle ilgili çok kıymetli hatıra ve vesikaları bulunmaktadır. Salih Yeşil, Bediüzzaman'a yazdığı bir mektubunda Van Valisi Ali Haydar Beyden şu şekilde bahsetmektedir: "Otuz bir sene evvel sizinle Erzurum'un Esad Paşa Medresesinde, Umumî Harpte Kafkas'ın karlı dağlarında ve yirmi dört sene evvel de meb'usluğu hengâmında Van Valisi Haydar Bey dostunuzla Millet Meclisi salonunda görüşen, Erzurum'un eski meb'uslarından Yeşil oğlu Mehmed Salih."

Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden MOLLA AHMED-İ CANO Bilinmeyen bir veli Şark insanında safiyet vardır, misafirperverlik vardır, temiz kalb vardır, sevgi ve cömertlik vardır. Şark, peygamberlerin vatanıdır, velilerin ülkesidir. Şarkta kalbî duygular ve ilhamlar hâkimdir. Yirminci yüzyılın başlarında Bediüzzaman'ın gençlik günlerinde Osmanlı paşaları Şark vilayetlerinde valilik yapıyorlardı. Bu namlı paşalar, Bediüzzaman gibi müstesna bir Müslüman âlimini yanlarında ve konaklarında misafir ediyorlardı. Bediüzzaman, Van'da geçirdiği gençlik günlerinde, Musul, Bitlis ve Van'da vali olarak bulunan İşkodralı Tahir Paşa'nın konağında kalıyordu. Vali Paşa, Erzurum gibi gittiği yerlerde ve Sultan Abdülhamid Han gibi zatlara yazdığı mektuplarda, bu misilsiz âlimin ilminden,

zekâsından, hâfızasından ve kahramanlığından bahisler açıyordu. Bu yıllarda Bediüzzaman'ın pederi Sofi Mirza Efendi gibi akrabaları, bazı yakın dost ve talebeleri de zaman zaman, ona Paşa konağında misafir oluyorlardı. Ahmed-i Cano'nun bir çocuğu olmuştu. Doğan bebeği gören Ahmed-i Cano yavrunun çırılçıplak olduğuna çok hayret etmiş! Bu saf adam, Vali paşanın konağına gidip, şahit olduğu doğum hâdisesini anlatmaya başlamıştı. Bediüzzaman ise gülerek, Tahir Paşa'ya, "Paşa paşa baksana bu Ahmed-i Cano ne anlatıyor? Siz de bunu bir dinleyin" diye, Ahmed-i Cano'nun bu çıplak doğum hadisesini gülerek, tebessümlerle dinliyorlar. Üç-beş yıl sonraki Van'da cereyan eden Ermeni katliamında ve Rusların hücumlarında bu temiz kalbli Ahmed-i Cano büyük kahramanlıklar göstermişti. Bilhassa Zeve köyünde Ermeni katliamında Ahmed-i Cano imkânsızlıklar içinde kahramanca çarpışmıştı. Sonunda kalleş Ermeniler bu kahraman ve mübarek mollayı da şehid etmişlerdi. Bediüzzaman Van'da bulunduğu yıllarda, bilhassa 1922-1925 zamanlarında yaptığı dualarda, büyük velilerin ismini sayarken, Molla Ahmed-i Cano'ya ismen dua ediyordu. Merhum Molla Hamid Ekinci, Üstada hitaben,

"Seyda, bu senin saydığın evliyalar arasında ben Molla Ahmed-i Cano diye bir isim duymadım, kim bu veli?" diye sorduğu zaman Üstad da mezkur hadiseleri kendisine anlatırmış. Bugün kabri Zeve'deki bir velinin türbesinin yanındadır.

ABDURRAHMAN- TAĞÎ ve OĞLU NURŞİNLİ ZİYAEDDİN EFENDİ (HAZRET) "Hakiki ve Hayali Ziyaeddin" Bir ilim ve iman merkezi olan Muş vilâyetinin civarındaki Nurşin'de birçok büyük zatlar yetişmiştir. Nur risalelerinde ismi geçen Ziyaeddin Efendi de bunlardan birisidir. "Hazret" diye de anılan bu zat, Bediüzzaman'ın büyük kardeşi Molla Abdullah'ın şeyhi ve hocasıdır. Kendisinin ilk icazetli talebesi Molla Abdullah Nursî'dir. Mesnevî-i Nuriye'de "Hubab Risalesi"nde Nurşin karyesi şöyle geçmektedir: "Eğer istersen hayalinde Nurşin karyesindeki Seydâ'nın meclisine git, bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris'e git ve en büyük localarına

gir. Göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar, ilâ âhir..." Ziyaeddin Efendi İstiklâl Harbinde vatan müdafaası için çarpışırken bir kolunu kaybetmiştir. Bu hizmetleri “Sarıklı Mücahidler” isimli eserde yazılmaktadır. Bediüzzaman'ın büyük biraderi Molla Abdullah'ın bağlı olduğu bu zatla alâkalı olarak Kastamonu mektuplarında "Molla Abdullah" ile bir muhaveremi hikâye ediyorum" diyerek "Hayalî ve hakikî Ziyaeddin" diye bir hakikat dersi verilmektedir. Ayrıca Bediüzzaman'ın 1948 Afyon mahkemesi avukatlarından Hulûsi Bitlisî Aktürk'ün Ehl-i Sünnet mecmuasındaki makale ve hatırasında da Hazret-i Ziyaeddin'in bahsi geçmektedir. M.Kemal'in mektubu Hizmetleri Sultan Reşad tarafından bir madalya ile taltif edilmiştir. Mustafa Kemal'in Nutuk'larında "Nurşunli Meşâyih-i İzamdan Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretlerine " diye, Paşanın, kendisine mektubu bulunmaktadır. Nurs köyü civarındaki Tağ medreseleri sahibi Abdurrahman Tağî'nin oğlu olan Hazret-i Ziyaeddin babasıyla birlikte Nurşin'de medfundurlar. "Nurslu talebelerden biri İslâmı tecdid edecek" Abdurrahman Tağî ise Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbgatullah'ın halifesidir. Hazret-i Ziyaeddin'in babasıdır. Hizan'a bağlı Tağ köyünde medresesi vardı. Emirdağ

mektuplarında Bediüzzaman "Nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbî Isparta'da birden bire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı" diye Seydâ'dan bahsetmektedir. Bediüzzaman o zamanlarda dokuz-on yaşlarında olduğunu ifade etmektedir. O zamanlar Abdurrahman-ı Tağî, Nurslu talebelere, bilhassa küçük Said'e çok alâka, iltifat gösterir, geceleri yatarken üzerlerini örtermiş. Nurslu talebelerin içinden birisinin İslâmiyete çok büyük hizmetler edeceğini, İslâmı tecdid edeceğini ifade eder, onun için bu kadar alâka gösterdiğini söylermiş. Bediüzzaman'ın Emirdağ mektuplarındaki mezkûr mektubu da Abdurrahman-ı Tağî'den anlatılanları teyid etmektedir. Abdurrahman-ı Tağî 1886 yılında rahmete kavuşarak Nurşin'de defnedilmiştir. "Hazret" Ziyaeddin Efendi Tağ köyü, Nurs köyüne yaya olarak iki saat kadar mesafededir. Abdurrahman-ı Tağî'nin oğlu Muhammed Ziyaeddin'dir. Hazret namıyla anılan Şeyh Ziyaeddin Efendi, Bediüzzaman'ın büyük kardeşi Molla Abdulhah Nursî'nin hocası ve şeyhiydi. Hakim Feyyaz Karabel'in tercüme edip neşrettiği Yeni Mektubat isimli eserinde içinde Şeyh Muhammed Ziyaeddin'in, Nurslu Molla Abdullah'a hitaben yazılmış üç tane de mektubu bulunmaktadır. Mektubat 113 mektuptur. Son mektup olan

113. mektup, Birinci Cihan Harbinde harp cephesinden Şeyh Ziyaeddin tarafından Molla Mehmed Emin'e yazılmıştı, harple alâkalıdır. Molla Abdullah'ın, güzel yazısıyla yazdığı bazı Arapça ders notları ve Kur'ân-ı Kerimler vardır. Kur'ân-ı Kerimler, elimizde bulunmaktadır.

BİNBAŞI ALİ HAYDAR "Firarda Volga Nehrini birlikte geçtik" Uzun yıllar Selânik Askerlik Şubesinde görev yapan Çorum'lu Binbaşı Ali Haydar Bey, Bediüzzaman'la birlikte Rusya'dan nasıl firar ettiklerini şöyle anlatıyor: Bediüzzaman'la birlikte volga nehrini çok harika bir tarzda geçtik. Nehri geçerken, ayağımız kara gömülür gibi, bazen topuğumuza, bazen dizimize kadar suya batıp çıkıyorduk. Ben çok heyecanlanıyordum. Nehri geçtikten sonra Bediüzzaman bana dönüp dedi ki: "Kardeşim Ali Haydar, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a denizi musahhar ettiği gibi, bize de senin yüzün hürmetine Volga nehrini musahhar etti.' Benim üzerimdeki hayret ve şaşkınlığı gidermek istiyordu. Ben cevaben kendisine dedim: "Nasıl geçip kurtulduğumuzu ben biliyorum. Ama siz bilirsiniz Üstad'ım, yine de sizin dediğiniz gibi olsun."

Enver Paşanın amcası HALİL PAŞA Savaş esnasında mektuplaşıyordu

Bediüzzaman'la

Bediüzzaman'ın yakın dostlarından birisi de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın amcası olan Halil Paşadır. Harbiyeden mümtaz yüzbaşı olarak mezun olan Halil Paşa, Birinci Cihan Harbinde tümen kumandanı olarak vazife görmüştür. Bilhassa İran, Van ve Bitlis cephelerinde kahramanlıklar göstermiştir. Harb esnasında gönüllü milis albayı olarak vazife gören Bediüzzaman'la mektuplaşmaları ve haberleşmeleri olmuştur. İşârâtü'l-İ'caz tefsirin kâtibi, Bediüzzaman'ın talebe ve fedâisi Molla Habib Efendi, Bediüzzaman'la Halil Paşa arasında irtibat ve haberleşmeyi sağlıyordu. Molla Habib, bu irtibat görevlerinden biri esnasında, bir İran dönüşü, eski ismi Vastan, yeni isim Gevaş olan kazâda Ruslarla muharebe ederken şehit düşmüştür.

Molla Habib'le ilgili olarak gerek Emirdağ mektuplarında ve gerekse Nur'ların diğer yerlerinde bahis ve hatıralar vardır.

MUSTAFA YALÇIN 1895'de Bolu'nun Yığılca kasabasında doğdu. Birinci Cihan Harbinde muhtelif cephelerde bulundu. Bediüzzaman'ı harp cephesinde ve Sibirya esaretinde tanıdı. Ak sakallı, ak yüzlü, seksen dört yaşındaki, cepheden cepheye koşmuş gazi dedeyi, Dilaver Kanber Beyin evinde dinlemeye başlamış, notlarımızı tutuyorduk. Kafkasya'dan Galiçya'ya, oradan da Sibirya'ya kadar uzanan bir uzun hatta on senesi geçmişti. Bu on seneyi birkaç sayfaya sığıştırmaya çalışıyorduk. Molla Said bize dersler verirdi Molla Said bize o zaman 'Tıfılya' dediğimiz dersler veriyordu. Bu dersler geceleri hep devam ediyordu. Hasankale'de Molla Said'le birlikte Ruslara karşı amansızca savaştık. Hoca'nın başında önce sarık vardı. Ama savaş sırasında 'keçe kalpak' dediğimiz başlığı giyiyordu. Ben o sırada Hasankale'de yaralanıp, geri geldim. O

zaman kalçamdan (işte yarası hâlâ açık) şu şarapnel yarasını aldım. Orada erkekliğimi kaybettim. Ben çoktan ölürdüm, ama Molla Said yanındaki dört arkadaşa birer dua yazıp vermişti. Onu boyunlarımıza astık. Bize hiç kurşun değmedi. O zaman bir Müslümana yüz gâvur ateş ediyordu. Sonunda yaralandım, beni geri aldılar. Molla Said savaşa devam ediyordu. Beni Konya'da tedavi ettiler. Ondan sonra batıya, Avusturya, Karpatlara, Galiçya cephesine götürdüler. At üstünde kitap yazıyordu Molla Said Efendi kahraman bir insandı. O, atın üzerinde cephede, önde hücum ederdi. İyi silâh kullanırdı. Sipere girmezdi. Bir ara Doğu Cephesinde bazı birliklerin dağılmak üzere olduğu haberi Molla Said'e söylendi. Molla Said ihtilafları hemen kaldırdı. Dağılmamayı sağladı. Çok güzel anlatıp, sanki insanları büyülüyordu. "Sonra o cehennemi savaş içinde at üzerinde kitap yazıyordu. Yazdıklarını talebeleri, gençler de yazıyorlardı. Çok iyi ata biniyordu. Ruslara taş çıkartıyorlardı. Bize, "Hiç korkmayın Müslümanın imanı her güçten daha kuvvetlidir" diyordu. Bize her gece yazdığı kitaplardan okuyordu. Ben cahil olduğum için pek bir şey anlamıyordum. Ama Molla Said'i görünce cesaretim had safhaya çıkıyordu. Heybetli bir insandı. Bize karşı da çok müşvik davranıyordu. Sibirya'da Molla Said'le karşılaşıyoruz.

Sonra biz Avusturya cephesinde Ruslara karşı savaşa girdik. Sol cenahta Avusturya, sağ cenahta Almanlar vardı. Avusturyalılar, Ruslara teslim olunca bize oyun ettiler. Sol cenah boşalınca biz esir düştük. Tam 30 bin kişi idik. Bizi hep esir aldılar. Sonra trenlere bindirip 42 gün tren yolculuğundan sonra Sibirya'ya götürdüler. Yolda bize çok eziyet ettiler. Yaralılara bakmadılar. Her istasyonda bizi indirip, eziyet ediyorlardı. Bir parça ekmeği havaya atıp, bizi saldırtıyorlardı. Sonra resimlerimizi çekiyorlardı. Sibirya'ya bizi dağıttılar. Gruplar halinde kamplarda kalıyorduk. Tarih falan bilemem. Ben cahilim. Onun için hâdiseleri sıraya koyamıyorum. İşte biz oraya varınca bir Doğu Cephesinden esirler gelmiş, dediler. Kampta merakla hep dışarı toplandık. Çok esir vardı. Ama karşıdan iki kişiyi getiriyorlardı. Onları iyi kolluyorlardı. Bir de baktım Molla Said ve yanında İznikli Osman dediğimiz bir talebesi vardı. Sandık gibi bir şey taşıyordu. Onun içinde Üstad'ın kitapları vardı. Osman'dan başkasını yanına sokmuyorlardı. Osman, Onun hizmetine bakıyordu. Kendisi yaralı idi. Bacağı yaralanmıştı. Orada tedavi ettiler. Onu da bir koğuşa yerleştirdiler. Sibirya'da iken, "ileride buralar da Müslüman olacak" diyordu Havalar çok soğuktu. Orada gece-gündüz belli olmuyordu. Güneş batmazdı. Orada da geceleri Molla Said Efendi boş durmuyor, yasak olmasına rağmen gece başka kamplara gidip okuyordu. Gündüzleri namazları bize

kendisi kıldırıyordu. Önce müdahale edip, kıldırmadılar. Sonra Üstad onlara birşeyler söyledi, biraz serbest bıraktılar. Kalabalık olarak bir araya getirmemeye çalışıyorlardı. Orada biz Ona 'Diyanet Reisi' diyordu. O Rus nöbetçilerine bile din anlatıyordu. Dinleyen nöbetçilere zabitleri baskı yapıyorlardı. Molla Said Efendi, bize hep moral veriyor, 'Üzülmeyin, kurtulacağız' diyordu. Ben Üstad'ın Sibirya'da geceleri uyuduğunu bilmiyorum. Hep okuyordu. Bir şeyler not ediyordu. Ve bize: 'Gelecek zamanda buralar da Müslüman olur; ama şimdi anlamıyorlar' diyordu. Biz de kendisi başımızda olunca hiç korkup üzülmüyorduk. Sibirya'dan kaçıyoruz Bir gece yarısı idi. Üstad bizim bulunduğumuz 15-20 kişilik bir bölmeye geldi. Bize ders yapıyordu. O arada koşarak biri geldi. Bu Konyalı Tahir dediğimiz arkadaşımdı. 'Bu gece kaçalım' dedi. On yedi kişi toplanıp karar verdik. Üstad bize katılmadı. O gece onu son görüşüm oldu. Bizim için dua etti. Rus nöbetçisini boğduk. Tel örgüden sürünerek geçtik. O gece hayli yol aldık. İçimizde yol bulan zabitlerimiz vardı. Bunlardan hatırladıklarım, beş zabit vardı: Binbaşı Ethem Bey, pusula tayini işlerine baktı. Yıldızlardan ağaç yosununa kadar herşeyden o yön buluyordu. Akıllıydı. Molla Said'den eğitim görmüştü. Bir de Kâmil Bey diye bir binbaşı vardı. Hatırlıyorum. Doğudan batıya doğru Petersburg , Doğu Almanya, Romanya ve sonunda İstanbul'a geldik. Bizi yarı

yolda yakalayıp, sorguya çektiler. 'Savaşta buralarda kaldık. Bir daha çıkamadık. Biz işçiyiz' dedik. Onlarla hep Kâmil Bey ile Ethem Bey konuşurdu. Dillerinden anlıyorlardı. Bunlar esirlerden değil, 'vorni'dir deyip bizi saldılar. Vorni: İşçi demektir. Kâmil Bey Doğuda Pasinler'de çarpışırken benim bölük komutanım idi. Rusya'dan dönüşümden sonra dinlenmeden Kurtuluş Savaşına girdim. Orada da kolumun yarısını kaybettim. Ben 14 sene hiç asker çantasını omzumdan indirmedim. Yemen, Çanakkale, Ruslarla Doğuda, Batıda Galiçya'da, Kurtuluş Savaşında tam 7 cephede bulundum. "Bu vatanı nasıl severdi?" "10 yıl öncesine kadar yine dinçtim. Hareketliydim. 10 yıl önce Molla Said'in Kars cephesinde bana yazıp verdiği duayı boynumdan düşürüp, kaybedince bana birden ihtiyarlık çöküverdi. Ah! O tatlı dilli Molla Hocamın yüzünü bir kere daha görmeye canımı veririm. Bu vatanı nasıl severdi. Hatta Ona Ruslar şaşar kalırlardı. Molla Said, Nikola'ya ihtiram etmemişti Biz Batıdan esir olup Sibirya'ya gittik. Molla Said, Doğudan esir olmuştu. Bir koca gâvur vardı: Nikola diyorlardı. Ben onu Petersburg'da (Leningrat) görmüştüm. Zalim biriydi. Molla Said ona ihtiram etmemiş. Onu çok

kızdırmış. Hatta astıracakmış. Sonra Üstadı dindarlığından astırmamış. Rus zabitleri, Üstad'a ayrı bir gözle bakarlardı. 'Bu madem Nikola'ya meydan okumuş, acaip bir adam' diyorlardı. Ben sonra Molla Said'in kaçtığını duydum; ama bulup göremedim. "Hep iman lazım, diyordu" "Şimdi, 'Molla Said gelmiş, savaşa seni çağırıyorlar' deseler koşarak giderim. Molla Said ile savaşmak bir orduya ferman okumak demektir. O korkusuz bir adamdı. Gecesi-gündüzü İslâm işleri ile uğraşmaktı. 'Hep iman lâzım' diyordu. 'İman herşeye bedel' diyordu. Ondan ötürü de Ermeniler ve Ruslar ondan bezmişlerdi. Kerâmetli bir adamdı. Yoksa bir kurşun yer ölürdü. Top gülleleri arasında at koşturup, kitap yazmak kimin aklına gelir? 'Bu kitap çok önemlidir' diyordu."

OSMAN BİRGÜL (Kürt Osman) "Büyük kumandan Bediüzzaman" On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, 1896da doğan Osman Birgül'ü, 19 Mayıs 1984'te Samsun'da ziyaret edip hatıralarını dinlemiştim. Samsun'da kendisine "Kürt Osman" diyorlardı. Biz de bu lâkapla arayıp bulduk. Bir namaz çıkışından sonra oturup Üstadı konuştuk. Çok yaşlı olmasına rağmen, dinç ve kuvvetli hafızasıyla, elli-altmış sene evvel yaşadığı anları bugün gibi anlatıyordu. Osman Birgül, Bediüzzaman'ı Birinci Cihan Harbinde, Pasinler cephesinde görmüş. Elini öpüp duasını almıştı. O esnada kendisi Hamidiye Alayında nefermiş. Hamidiye Alayı kumandanlarından, Hasan Ali aşiretine mensup Abdülbaki Bey isimli bir zatla yine Alay Komutanı Süleyman Bey de Bediüzzaman'a gidip hürmetle elini öpüyorlarmış. Osman Birgül "Büyük kumandan Bediüzzaman bizlere dua ediyor, cesaret veriyor, 'Kâfirden korkmayın, zafer bizimdir,

Müslümanlarındır' diyerek teşvik ediyordu" diyor. Osman Birgül Bediüzzaman'ın savaşta beş-altı defa hafif yaralar aldığını, başında padişah tacı gibi bir sarık bulunduğunu, sırtında cübbe olduğunu anlattı. Üstadı son olarak da Trabzon'da, Bediüzzaman Batı Anadolu'ya sürgün edilirken görüp ziyaret etmiş ve duasını almış. Savaş günlerinde düşman askerlerine aman vermediği için "Osman Keskin" diye anıldığını anlatan bu yaşlı gazinin oğlu da Kore Savaşında şehit düşmüş.

HALİL ÇINAR "Bu kurşunlar Müslümana tesir etmez" Nur Üstad Bediüzzaman'la beraber Birinci Cihan Harbinde Erzurum-Pasinler cephesinde Ruslara karşı çarpışan Halil Çınar 1889'da Van'ın Ahlat kazasında doğmuş ve yine aynı yerde 1970 senesinde rahmete kavuşmuştu. Oğlu Mahmut Çınar, babası için şunları söylemektedir: Babam, Halil Çınar 1328'de muvazzaflık askerliğini bitirmiş, 1329'da Üstad Bediüzzaman'la beraber Cihan Harbinde 1330 ve 1331'de Kafkasya Cephesinde Rus ordularına karşı kahramanca çarpışmışlardı. Birinci Cihan Harbinin o dehşetli günlerinde, Kafkasya dağlarında; kışın yağmur ve karları altında, mevzide bulunurken, amansız bir müsademe ve çarpışma oluyor. Bediüzzaman Hazretleri, bizzat kendi askerlerinin ve keçe külahlı fedâilerinin başında milis albayı olarak yağmur gibi yağan Rus'un kurşunlarının önünde, mevzileri ve siperleri mütemadiyen gezmek suretiyle idare ediyordu.Çok celalli ve heybetli bir şekilde askerlere kumanda ediyordu.

Rus'tan gelen kurşunlar, Bediüzzaman'ın aziz vücuduna isabet ettiği halde, kendisine hiç tesir etmiyordu. Aynı zamanda elini kaputunun cebine atarak, Rus kurşunlarını cebinden çıkararak, Müslüman askerlere gösteriyordu. Vücuduna değmeyen kurşunları askerlere gösterirken, şöyle diyordu: "Bu kurşunlar bihakkın Müslüman olanlara tesir etmez." Mahmut Çınar babasından bu hatıraları dinlerken, çok sevip ve heyecanlandığını ve hiç unutamadığını ifade etmektedir.

AHLATLI İSMAİL HAKKI ARSLAN İsmail Hakkı, rüştiye mezunudur ve mübaşirlikten emeklidir. Üstadı tanıyışını ve onunla birlikte geçen günlerini şöyle anlatıyor: "Ona kurşun tesir etmiyordu" Birinci Cihan Harbinde Ruslara karşı Pasinler'de harbettim. O zamanlarda bizleri Ahlat'tan toplayarak cepheye götürmüşlerdi. 1915'lerin Mart aylarındaydık. Lapa lapa kar yağıyordu. Her taraf bembeyazdı. Bizler Ruslara karşı aziz vatanımızı müdafaa ediyorduk. Siperlerden başlarımızı çıkaramıyorduk. Çünkü yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Yağmur gibi yağan mermilerin altında savaşıyorduk. Adetâ göklerden şarapneller yağıyordu. En çok aciz olduğumuz bu konuda havada patlayan şarapnellerdi. Şarapneller bizleri çok kırıyor, büyük zayiatlar veriyorduk. Havada patlayan şarapneller parçalar halinde sağa sola dağılıyordu. İşte tam bu esnada Molla Said-i Meşhur da siperleri

dolaşıyordu. Bir ara atının üzerinde dere boyunu geziyordu. Bu esnada siperlerden çıkanlar oluyordu ve bunlar vurularak şehid oluyorlardı. Ben hem Molla Said'i görmek, hem de ellerini öpmek istiyordum. Fakat içimde vurulmak endişesi vardı. Ben çok öncelerden beri Molla Said'i ve Bediüzzaman unvanını duymuştum. Fakat bu büyük zatı ilk defa Pasinler'in bu kanlı cephesinde görüyordum. Bir ara baktım, bu büyük kumandan benim hizama gelmişti. Kalkıp görmek istiyordum, ama vurulmak endişesiyle korkuyordum. Ona bir şey olmuyordu. O dehşetli anlarda kendi kendimle konuşmaya başlamıştım. Kendime dedim: "Vallahi vurulsam da ben bu zatı ziyaret edeceğim." Aniden ayağa kalktım, ama mermiler vızır vızır yanımdan geçiyordu. Bu sırada Molla Said-i Meşhur'un şöyle hitap ettiğini işitmiştim: "Allah için cihad ediniz. Allah bizim muînimizdir!" Daha sonraları yanıma gelip ellerini sırtıma vurarak bizlere korkmamamızı, zafere ereceğimizi bildiriyordu. Sibirya'ya sürgün ve sürgünden kaçış Sonraları Ruslar bizleri esir edip Sibirya'ya sürgün götürdüler. Molla Said-i Meşhur'u bizlerden ayırıp başka bir kampa götürmüşlerdi. Beni başka bir grupla Sibirya'ya götürdüler. Bu esaret günleri ve daha sonraları ben

Sibirya'da ve Bakü'de uzun yıllar kaldım. Ancak altı yıl sonra Bakü'den ayrılıp Ahlat'a gelebildim. Bizim firar hadisemiz çok zor olmuştu. Bir ara bende takat derman kalmamıştı. Benim de içlerinde olduğum kervan beni terk etmişti. Ben yorgunluktan ve perişaniyetten dolayı daha ileriye gidememiştim, ayaklarım çekilmişti. Kervan beni attı ve gitti. Bana, "Artık seninle uğraşacak vaktimiz yoktur" dediler ve beni bırakıp gittiler. Yalnız ve her şeyden ümitsiz olarak beklerken, bir ara baktım, kıble tarafından bir zat geliyor. Bana o anda dedi: "Kalk, ne duruyorsun buralarda?" O ara bana bir cesaret geldi, sanki canlandım. O sırada bana "Kalk!" diyen zatı tanımadım, yalnız savaşta sırtında bulunan pelerin gibi bir bez sanki yüzümü sıyırdı, yüzümü okşayarak geçti. Ben bu heybetli zatın ikazından sonra sanki yeniden canlandım. Bana büyük bir kuvvet ve can geldi. Bismillah deyip, kalkarak yoluma devam ettim. Nihayet biraz gayret ve yorgunluktan sonra bizim kervana kavuştum. Bu defa onlar şaşırıp kalmışlardı. Ben başımdan geçen bu hadiseyi Bediüzzaman'ın büyük himmetine, yardımına ve kerametine bağlıyorum. Molla Said'in duaları hürmetine yeniden hayata kavuşmuştum. Ben buna, "Ancak o zat olabilir" diye inanıyorum. Hele yağmur gibi şarapneller ve kurşunların yağdığı bir sırada, atın üzerindeki o heybetini ve celâlini hiçbir zaman

unutamam. Bu zat, yâni Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur, hem kumandan hem de evliyaydı. O, zamanın Abdülkadir Geylanî'sidir. Sonra kendisi çok güzeldi. Bedenen ve sureten erkek güzeliydi. Babayiğitti ve çok mehîbti, çok heybetliydi. Bütün bu olup bitenlerden sonraki zamanlarda Üstad Bediüzzaman'ın bütün vatanımızdaki büyük hizmetlerini duyarak, çok seviniyor ve Üstadı çok seviyordum.

MEHMET SALİH YEŞİL Yeşil İmamzade Mustafa Niyazi Efendinin oğludur. Erzurum Nümune Mektebi Müdürü ve Maarif Memuru idi. 45 yaşında iken Birinci Büyük Millet Meclisine Erzurum mebusu olarak iltihak etmişti. Heyecanlı, sözünü sakınmaz, imanlı bir vatanperverdi. 4 Haziran 1922'de, bir suistimal mevzuu üzerinde tahkikat açılıp açılmaması sert münakaşası sonunda, kendisine Meclisten on beş gün ihraç cezası verilmişti. Bu münasebetle salondan ayrılırken söylediği cümleyi kaydetmek gerekir: "-Sizler kovunuz... Ziyan yok. Hakikatin sine-i faziletine iltica ediyorum..." Mehmet Salih Yeşil Milletvekillerindendir.

birinci

devre

Erzurum

Birinci Dünya Savaşında Bediüzzaman'la beraber Kafkas cephesinde çarpışmışlardır. Yine ilk mecliste Bediüzzaman'la birlikte dostluk ve sohbetleri olmuştur. Bu faziletli Erzurum mebusunun ilk Meclis'in gizli oturumlarında cereyan etmiş olan konuşmalarından bahsetmek istiyorum.

İlk Mecliste sık sık gizli oturumlar yapılırdı. Cephelerden gelen haberler üzerinde açık tartışma, boş hazineye para bulma ve hepsinin üstünde, kırık gönülleri ümidin aydınlığına çıkarabilmek için alınacak tedbirleri dışarıdan duyulmayacak kapalı bir çatının altında düşünmek, Birinci Meclisin zamanının büyük kısmını alırdı. Bu gizli toplantıları ya hükümet ya mebuslardan biri veya çoğu zaman gruplanmış olarak isterlerdi. Fakat bu arada, gündem bugünkü gibi sınırlanmamıştı. Mebuslardan birisi kalkar, başka bir konuyu ortaya koyar, bunun üzerinde de konuşmalar olurdu. Hatta denilebilir ki, çoğu zaman, görüşülenler içinde asıl ibretli olanlar böyleleri idi. Nitekim 21 Kasım 1920 Çarşamba günü gizli celsede gündem dışı söz alan Erzurum Mebusu Yeşilizâde Mehmet Salih Efendi, böylesine konuları dinlemeye alışmış, o günün mebuslarına, zamanımızın da elbetteki çok yadırganan meselesini anlatıyordu. Mebuslardan bazılarının fazla pahalı yemek yediklerinden, çok şık ve halka göre farklı giyindiklerinden, aşırı para harcadıklarından, memleketlerinden ve çoğu zaman da İstanbul'dan İnebolu yoluyla ev ve giyecek getirdiklerinden yakınıyordu. Mebuslara yatakhane olarak ayrılan sanayi mektebinden ayrılıp, müstakil evlere taşınanların, kendilerine bakan hizmetçi bulmalarının, onların bu rahat yaşama ibtilaları dolayısıyla, Ankara'da Taşhan çevresinde yeni pahalı lokantalar açılmaya başladığının gözden

kaçmaması gerektiğini söylüyor, bu halin varını yoğunu istiklâl ve hürriyet için ortaya koyan halkı huzursuz edeceğini, milleti idare edenlerin milletten farklı yaşayamayacaklarını anlatıyordu.Sonunda şu teklifleri yaptı: İlk Meclis'in gizli oturumundaki teklifler "Meclis Riyaseti tedbir alsın, asker usülü tek kap yemek yiyelim. Sanayi mektebindeki yatakhanelerimizi terk etmeyelim, halk gibi yaşayalım, halk gibi yiyelim, halk gibi giyinelim. Bu hareketi de bir gösteriş şekli kurtarmak için değil, eğer refah ve huzura kavuşacaksak kanını ve canını istediğimiz, onu kurtarma yolunda olduğumuzu söylediğimiz halka layık olmanın vicdan rahatı içinde yapalım." İlk Meclisin o mübarek havası içinde Mehmet Salih Yeşil Efendi'nin bu sözleri alkışlarla karşılandı. İlk Meclisin o fedakâr mebusları milletin nasıl yaşadığını çok iyi biliyorlardı. Sonunda Meclis, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, Diyarbakır Mebusu Feyzi Beyle Antalya Mebusu Hoca Rasih Efendiyi bu mevzuları tetkik ve tedbir için vazifelendirdi. "Bediüzzaman Meclis'te alkışlarla karşılandı" İşte halktan bir insan gibi yaşayan ve sevad-ı âzama tabi olan Bediüzzaman bu mecliste alkışlarla karşılanmıştı.

Mecliste yaptığı on maddelik konuşmasında daha sonraki senelerden yani 1936'da başına koyduğu takdim yazısında: "Şu lâyiha onüç sene evvel Meclis-i Milli, Yunan'ı mağlup ettikten sonra o mecliste Kara Kâzım, Nureddin Paşalar gibi hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan çok mebusların bulunduğu ve şimdiki bid'aların alâmeti göründüğü bir zamanda olduğundan, layihadaki meclise karşı takdirkârane kelimeler şimdikilere hiç aidiyeti yoktur" diyordu. Bu on maddelik beyannamenin dikkate değer bir yerinde Bediüzzaman şöyle hitap ediyordu: "Bu dünya-yı deniyye şan ve şerefiyle öyle bir meta değil ki, sizin gibi insanları işba etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun." *** Erzurum ilk dönem milletvekillerinden Mehmet Salih Yeşiloğlu, Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bir mektup yazarak tarihçe-i hayatı ile ilgili olarak kendilerinden on maddelik bir sual sormuştu. Mektubu ve soruları şöyledir: Muhterem üstadım, sizin hakkınızda şair merhum Mehmed Âkif Bey ile Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâlığında bulunmuş olan merhum Mehmed Şevketî'den dinlediğim kıymetli notlarım vardır. Hâl-i tercümenizi o zatlardan topladıklarımı yazmak mecburiyetinde kaldığım için lütfen

suallerime kısa kısa cevap yazınız. Kendi namıma yazacağım hâl-i hayatnamenizi arzu ettikleri kadar mufassal yazmak emir sizindir. Mehmed Salih Yeşiloğlu Salih Yeşil'in Bediüzzaman'a Sualleri Sualler: l. Hangi tarihte ve nerede Cenab-ı Hak sizi dünyaya getirdi? 2. Baba ve büyükbabanızın adı ve mesleklerini lütfen yazınız. 3. Kimlerden ve nereden ders okudunuz? 4. Van Valisi Tahir Paşanın konağında ne kadar kaldınız? Ve o zata ne okuttunuz?(Meşrutiyetin ikinci senesinde Erzurum'a vali olarak gelen Tahir Paşa merhum bir Ramazan iftarında sofra başında sizin mezayanızdan uzun uzadıya bir şeyler anlatmıştı.) 5. Meşrutiyetin ilânından kaç ay evvel İstanbul'a geldiniz? İttihatçılar, halka nasihat için sizi Selânik'e götürmüşlerdi. Selânik'ten sonra sizi Rumeli'de hangi şehirlerde gezdirdiler? 6. Balkan Harbine iştirak ettiniz mi? 7. Umumi Harbte nerede esir oldunuz? Ruslar sizi hangi şehirlerini gezdirdiler? Hakkınızda ne gibi muamele

yaptılar? Tazyikte, hakarette bulundular mı? 8.Hangi tarihte esaretten firar edip hangi tarihte İstanmbul'a geldiniz? Ve hangi tarihte Darü'l-Hikmeti'lİslâmiye Aliyyesine âzâ oldunuz? 9. Millî Meclisin ilk devresinde Ankara'ya geldiğiniz zaman evvela hürmete, bir hafta sonra da meclisin teneffüs salonunda ve soba başında, "Abdest, namaz Cenab-ı Haktan yardım isteyiniz" sözlerinizden dolayı Reis-i cumhurla münakaşadan sonra Ankara'dan uzaklaştıktan sonra ilk olarak nereden nereye nefyoldunuz? Ve ol vakit Diyanet Riyaseti tarafından bir emre müsteniden size vaizlik namiyle elli lira maaş tahsis edilmiş iken bu maaşı neden kabul etmediniz? 10. Hangi şehir ve kasabada iken yazdığınız kitaplar bahanesiyle Eskişehir'e sevk ve mahkum oldunuz? Ve kaç sene hapiste kaldınız? Ve hapisten çıkarıldıktan sonra nereye nefyolundunuz? ll. Kastamonu'da kimin ihbariyle hükümet sizi Denizli cezaevine sevk etti? Kaç ay hapishanede kaldınız? Hapsinize sebep olan kitaplar tetkik olunup muzır olmadıkları anlaşıldıktan hükmen serbest bırakıldıktan sonra, o hayatınızın mahsulu olan âsarınız size iade edildi mi? Lütfen pek kısaca bu suâllerin cevabını yazınız. (Büyük boy el yazma Emirdağ Lâhikası, s.79.) Mehmet Salih Yeşiloğlu

Üstadımızın

kitaplarından

Bediüzzaman Hazretlerinin Salih Yeşil'in bu suallerine verdiği cevabî mektubu Emirdağ Lâhikası'nın l. cildinin 158 ve 159. sayfalarında mevcuttur. "Aziz, sıddık, âlicenap eski ve yeni kardeş Yeşil Salih" hitabiyle başlayan mektubun son cümlesi şöyledir: "İnşaallah sizi hiç unutmayacağım. Bu halimde bu alakadarlığınız benim çok ağır sıkıntılarımı hafifleştirdi Allah senden razı olsun, âmin."

ABDULLAH SAĞCI "Harpte bile namazını aksatmıyordu" Gür sakalı sarığının aklarına karışmıştı. Asırlık ihtiyar, heybetli çınarlar gibi dimdik duruyordu. Yüz yılın dünya hâdiseleri onu pek az yıpratmıştı. Doğu Anadolu bölgesinin saf ve ter temiz muhitinde bir asrı aşan ömrünü hâlâ sıhhatle sürdürüyordu. Hacı Abdulhah Sağcı soy ismi gibi sağ ve sağcı idi. Kendi ifadesine göre, 1872 yılında doğmuştu. Tatvan'ın Reşadiye nahiyesinin Bölüh köyündendi. 1977 yılında görüştüğümüzde bizim asırlık nurlu dede 105 yaşında bulunmaktaydı. Abdullah Sağcı Dede tam on dört sene askerlik yapmış. Birinci Dünya Savaşında ve İstiklâl Harbinde çarpışmış Çanakkale Savaşlarında düşmanla savaşırken süngü ile yaralanmış. Esat Paşa kumandasında çalışmış ve çarpışmış. On dört senelik askerliğinin yedi senesini kardeşinin yerine, yedi senesini de kendi yerine yapmıştı. Eski

toprakların

bu

sağlam

yapılı

yiğit

insanı

Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili hatıralara da sahip. Hacı Abdullah Sağcı Dede, Çanakkale Savaşlarından bahsederken, "Üstad bana savaşlarda yardım ediyordu" diyordu. Bunları söylerken koca adam gözyaşlarını tutamıyor, damla damla ıslak taneler, aksakalından yuvarlanıp iniyordu. Üstad Bediüzzaman'la harplerden çok önceleri tanışıp konuşmuşlar. Bediüzzaman'ı Molla Said olduğu zamanlardan tanıyordu. Kafkasya Dağlarında da beraber bulunup Rus Harplerine iştirak etmişti. Şöyle diyordu: "Bediüzzaman, bir bakıyorum benim yanımda, bir bakıyorum düşmanın içlerine dalmış, harp ediyor. Başı sarıklı, agelli, ayağında çizmeler, durmadan Rus gâvuruna kılıç sallıyordu." Abdullah Sağcı Dede, bir anda Kafkasya'nın karlı dağlarından, Çanakkale'ye geçiyor, "Harplerde Bediüzzaman bize yardım ediyordu. Onun mânevî yardımı ve himmeti hep benimle oluyordu. O yanımda olunca korku duymuyordum" diye anlatıyordu. Harpte bile namazlarını terk etmiyordu. Asker ve talebelerini iki gruba ayırıyordu. Bir grup düşmanla çarpışırken diğer grup namazını geçirmeden eda ediyordu. “Biz askeriz, bu din düşmanları bizim vatanımızı

elimizden almak istiyorlar. Korkmayın, benim talebe ve askerlerim onların binine bir tanesi bedeldir' diye Bediüzzaman bizleri teşvik ediyor, teşci ediyordu." Hacı Abdullah Sağcı Dede anlatırken zaman zaman hislerle doluyordu. Hislerine hâkim olamıyor ve gözyaşları döküyordu. Göğsündeki saat zincirini göstererek, "Bediüzzaman evliyaların en son zinciridir" diyordu. Hatıralarının kendisine en çok iz ve tesir bırakan cümlesi herhalde birlik ve beraberlik olan kısmı olsa gerek ki, sık sık: "İttifakı bir yapın! İslâmî ittifak bir olsun" diyordu. Yüz beş yaşındaki asırlık bahtiyar Çanakkale'nin Kafkasya'nın hatıralarıyla doluydu. Geçen uzun yıllar çizgi-çizgi simasını değiştirmiş, sakallarında ağartacak yer bırakmamıştı. Yetmiş - seksen yıl öncesinin şimdi tarih olan hatıralarının sahibi, Nur Üstad Bediüzzaman'ın silâh arkadaşına Cenab-ı Haktan rahmet ve mağfiretler diliyor, kabrinin pürnur olmasını niyaz ediyoruz. Ruhuna binler fâtihalar.

TİNİSLİ FEDAİ (Bediüzzaman'ın amcazadesi) "Seni gönüllüler arasına yazıyorum" Birinci Cihan Savaşının alevleri, büyük devletimizin sınırlarını aşmış, son vatan parçasını da sarmıştı. Galiçya, Yemen, Filistin, Kafkas cephesinde İslâmın son ordusu arslan gibi çarpışıyordu. Milis Albayı Said Nursî, Doğu Anadoluda köy köy gezerek, vatan müdafaası için, fedai topluyordu. Onun davetine genç-ihtiyar, vatanın yiğit insanları evet diyerek koşuyorlardı. Aziz toprakların müdafaası için, asil kanlarını seve seve armağan olarak getiriyorlardı. Bu fedailerden şu isimler sadece tesbit edebildiklerimizdi: Ali, Yasin, Abdurrahman, Münevver, Habib, Übeyd, Said, Mahey ve Tinisli Fakih.. Tinisli Fakih, Bediüzzaman'ın harp için gönüllü fedai

topladığını işitince sırtına mavzeri asarak koşmuştu. 15 yaşındaydı. Boyu tüfeği taşımaya yetmiyordu. Tüfeğin ucu yere değiyordu. Bediüzzaman Tinisli'ye niçin geldiğini sordu. Tinisli harbe gitmek için geldiğini söyledi. Vatan için çarpışmaya geldiğini bildirdi. Bediüzzaman: Seni bu cesaretinden yazıyorum" dedi.

dolayı

gönüllüler

arasına

Tinisli Fakih, Bediüzzaman'ın kumandasında harplere iştirak etti. Harbin sonunda gazi oldu. Tinisli gazi Fakih, Bediüzzaman'ın babasının amcası oğluydu. Yani Bediüzzaman'ın dedesi Ali'nin kardeşi Abdullah'ın oğlu. Savaşta yazılan tefsir Milis Albayı Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Cihan Savaşında, silâh elde karlı dağlarda, fedaileriyle birlikte, Ruslarla çarpışıyordu. Fiilî ve silâhlı mücadeleyi yaparken, istikbâlde yetiştireceği Nur talebelerinin eline de mânevî, fikrî ve ilmî mücadeleyi yapmaları için İşaratü'l-İ'caz isimli tefsirini harp meydanlarında kaleme alarak veriyordu. Bu harplerde esir düşmüştü. Esaret dönüşü İstanbul'da bastırdığı ilk eseri, bu harp yadigârıdır. Kâğıt parasını Harbiye Nazırı Enver Paşa vermiş, eseri kardeşinin oğlu Abdurrahman Nursî bastırmıştı. Kitabın kapağında şunları

İşaratü'l İ'caz fi mezann-il-îcaz Libediizzaman Fiatı: Kırk kuruş. Evkaf-ı İslâmiye Matbaası: 1334 (1918)

ALİ ÇAVUŞ (Hacı Ali Aras) Said Nursî milis albayı olarak cephede Osmanlı cihan devleti, altı yüz sene süren hakimiyet günlerinden sonra artık inkıraza yüz tutmuş ve son günlerini yaşıyordu. Sevgili vatanımız Müslüman Türkiye'nin dört bucağı da kara ve kâbuslu bulutlarla kaplanmıştı. Bu kara günlerde, Milis Albayı Hazret-i Said; etrafına topladığı gönüllülerle, talebeleriyle ve yeğenleriyle vatan müdafaasına koşarak, karanlıklar içinde nura gidecek yolları arıyordu. "Said'imin silâh seslerini duymaktayım" Babaları takva sahibi, mübarek insan Sofi Mirza Efendi çok yaşlı ve hasta haliyle Nurs köyündeki evlerinin damında oturduğu kürsüden ufukları göstererek; "Said'imin silah seslerini duymaktayım" diyordu. Sofi Mirza Efendi'nin bu sözüne kimseler inanmıyor, "Ortalık

harb haliyle birbirine girdi, düşmanlar buralara kadar geldiler, artık bunun oğlu mu kaldı? Her halde Sofi Mirza Efendi fazla ihtiyarladığı için hayal görüyor, ateh getirmiştir (bunamıştır)" diyerek, Mirza Efendi'nin haline gülüyorlardı. Ama Sofi Mirza iddiasında ısrar ediyor, "ben Said'imin silahlarını bilirim. Benim Said'im ölmemiştir, Said yaşıyor, ben Said'imin silah seslerini bilirim" deyip, meselesini iddialı bir şekilde devam ettiriyordu. Bahsini ettiğimiz meselenin benzeri mahiyetindeki bir Emirdağ mektubunda şunları okumaktayız: "Hem benim hakkımda musibet ve fena haberleri aldığı vakit, merhum pederim Mirza (r.h.) gibi olsun, merhume validem Nuriye (r.h.) gibi olmasın. Çünkü eski zamanda, dağdağalı hayatımda hakkında acib havadisler peder ve valideme ihbar ediliyordu. 'Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi' gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu,gülüyordu. Derdi: 'Maşaallah, oğlum, yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki, herkes ondan bahsediyor.' Vâlidem ise, onun süruruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu." Bitlis'in muhasarası 1916 senesinin kış aylarında Bitlis'te yağan karların kalınlığı metreleri bulmuştu. Bu şiddetli günlerde Milis

Albayı Said Nursî, talebe, dost ve yeğeni ile Rus-Ermeni kuvvetlerine karşı kahramanca çarpışarak, sanki destanlar yazıyordu. Yakın talebesi Ahmed-i Cano'yu Zeve'de, muhatabı, katibi ve fedâisi Habib'i Gevaş'ta ve büyük ablası Dürriye Hanım'ın oğlu, talebesi ve yeğeni Ubeyd'i ise, Bitlis kalesinin dibinde düşmanlar şehid etmişlerdi. On yedi yaşındaki sevgili Ubeyd'in sırtında bayram elbiseleri vardı. Bir dağ heybetinde duran Bitlis Kalesinin altında, bayram elbiseleri içinde ebedî bayramlara doğru kanat açmıştı. Arkadaşı Molla Ali'yi çağırıyor, kemerinde bulunan altınları gelip almasını söylüyordu. Ama kurşun yağmuru altında Ali'nin Ubeyd'e yaklaşması mümkün değildi. Milis Albayı Bediüzzaman o dehşetli günleri şöyle anlatmaktadır: "Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus'un üç güllesi öldürecek yerime isabet etti. Biri şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler. 'Aman geri çekilsin veya sipere otursun,' dedikleri halde 'Bu gâvurun gülleleri bizi öldürmeyecek' diyerek kurşun yağmuru altında harbe devam ettik." Bir başka eserinde yine aynı o dehşetli anları şöyle anlatmaktadır. "Bir defasında bir dakikada üç gülle öldürecek

yerime isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis'in sukutunda, bir miktar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar. Her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık, yine onların içinde bir yere girdik. Onlar üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyorlardı. Otuz saat o halde çamur içinde ben yaralı iken, hıfz-ı İlâhî ile istirahat-ı kalb içinde muhafaza edildim." Ali Çavuş'un anlattıkları Bediüzzaman'ın harpteki kahramanlığını ve Ruslara esir oluşunu, 1965 kışında Van'da vefat eden, Van'ın Çoravanis köyünden Ali Çavuş namındaki Hacı Ali Aras o günleri yaşayan bir gazi olarak şöyle anlatmaktaydı. Biz Muş'a varmadan Ruslar Muş'u istilâ etmişti. Muş'u tahliye eden halkla yolda karşılaştık. Bütün mühimmatın, bu arada on dört parça topun kaldığını söylediler. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu üç yüz kişilik kuvveti on dört parça topa taksim edip, altı kişilik bir müfrezeyi de cephane kaçırmaya memur etti. Biz top ve cephaneleri kaçırıp, Bitlis-Tatvan yolu üzerinde mevzi almış bir nizamiye alayına teslim ettik. Bu arada Ruslar üç koldan taarruza geçip bizi Bitlis boğazında mahsur bıraktılar. Yedi gün Ruslara karşı geceli gündüzlü müdafaa yapıldı. Üstad Bediüzzaman'a üç mermi isabet etti. Bunlardan biri hançerinin kabzasına, diğeri sigara tabakasına, bir diğeri

de sağ omuzuna isabet etti. O zaman bu hale şahit olan nizamiye alayı kumandanı Kel Ali Üstad Bediüzzaman'a: Bediüzzaman! Size kurşun da tesir etmiyor. Hazret-i Bediüzzaman: Allah insanı muhafaza ederse, top mermisi de insanı öldürmez' diyordu. "Bir haftalık şiddetli bir mukavemet sonunda Bitlis'e giremeyen Ruslar, Bitlis-Tatvan yolu üzerinde bulunan Papşin hanını tahliye edip, geri çekildiler. Ermenilerin rehberliği ile Bitlis'in cenubundaki Güzeldere yolunda Simek nahiyesi üzerinde Bitlis_Siirt yolunu kesip, Araplar Köprüsünü tuttukları görüldü. Gece yarısından sonra Bitlis'e taarruza geçtiler. Şiddetli muharebeler cereyan etti. Bu arada Üstad Bediüzzaman'ın çok sevdiği yeğeni Ubeyd ve bir çok kıymettar talebe arkadaşlarımız şehid oldular." Ruslar şehirde bulunan üç köprüyü de tutmuş olduklarından Üstad Hazretleri şehrin karşı tarafına geçmek istedi. Şimdiki Kasımpaşa ilkokulunun yanında büyük binanın altındaki su kemerinin üstünden aşağıya atladık. Su üzeri tamamen karla kaplı olmasından, vaktin de gece olması dolayısıyla yeri tahmin edememiştik ki, bu arada Üstadın sağ ayağı taşa değmiş ve kırılmıştı. Bana kemerin içerisinde daha münasipçe bir yer göstererek, 'Ali beni oraya götür. Sana izin veriyorum. Git inşallah kurtulursun' dedi. Ben kendilerini o yere götürüp, oturttum. Benim musırrane gitmemi arzu ettiyse de,

gitmeyeceğimi ve beraberce şehid olmak istediğimi söyleyince başımı eliyle sıvazlayarak "Dayı hayran, kader bizi esir etti" dedi. Ben de kadere teslimiyetimi izhar ettim. Esarete giden yol Su içerisinde otuz altı saat kadar kaldık. Bu arada su kemerinin üstündeki binayı da Ruslar işgal etmişler, sesleri aşağıdan işitiliyordu. Oradan çıkmak için tedbir almakla meşgul iken, birden kaldığımız yeri elli kişilik bir Rus müfrezesi bastı. Hepimizi çıkarıp altında otel olan ve o zaman Rusların ikinci ordusunun yerleşmiş bulunduğu bir binaya bizi götürüp, bir odaya yerleştirdiler. Bizi bir alay kumandanı karşıladı. Yemek olarak Üstad Hazretlerine bir tavuk getirdiler. İki Rus kumandanı Üstadla konuşmaya başladılar. Konuşma mevzuları belli ki harb ile ilgiliydi. Orada Üstad Hazretleri bacak bacak üstüne atıp sigarasını sararken onlarla konuşuyordu. "Sanki onlar esir, Üstad hürdü. Orada esirken bile hürdü." Yaralarının ve kırık ayağının tedavisi için, bir müddet Bitlis ve Van'da kaldıktan sonra, Bediüzzaman'ı bugün İran-Rusya arasında bulunan Culfa şehrine sevk ettiler. Alınca ırmağının Aras'a döküldüğü yerde bulunan bu belde Azerbaycan ve İsfahan bölgesinde iki kasabadan meydana gelen şehir mühim bir ticaret merkeziydi. İran

Culfa'sı veya Yeni Culfa denilen kasabadan bir müddet tedavi edilen Milis Albayı Said Nursî buradan Tiflis'e sevke dilen diğer esir askerlerle beraber Tiflis'e gelmişlerdi. "Milis Albayı yaralı olarak 1916 Ağustos sonlarına kadar Tiflis'te bulunarak tedavî edilmişti." Esir düşen Bediüzzaman'a Paşanın desteği

Sadrazam

Talaş

Bu esnada İstanbul'da Talat Paşa, Kızılay cemiyeti başkanı Besim Ömer (Akalın) Paşa'ya, çok acele olarak, hususî bir adamla, Tiflis'te esir bulunan Bediüzzaman'a yardım gönderilmesini emretmişti. İstanbul Başvekalet arşivlerinde vesikalarda şunları okumaktayız:

bulduğumuz

Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsûs Müdiriyeti Evrak Umumî Numarası: 59 Kalem Numarası: 3 Tarih-i Tebyiz: 7

332 Eylül. 7

Dahiliye Nâzırı Talat Beyefendi tarafından Hilâl-i Ahmer cemiyeti reisi Besim Ömer Paşa'ya (Tezkire) Esiren Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi'ye gönderilmek üzere memûr-ı mahsûsa tevdîan taraf-ı vâlâlarına irsal kılınan altmış liranın vusûlünün iş'âr ve bunun mûmaileyhe sürat-ı mümkine ile irsal

buyurulmasını rica ederim efendim. Bâb-ı Ali Mahreci Keşidesi 10 Ağustos 332 Dahiliye Nezareti Kaleme vûrûdu minhu 10 *** Esiren Tiflis'te bulunan memûrine bu kerrede maaşlarının irsalini yazıyorlar. Bitlis'in sukûtu sırasında Muş'tan sekiz topu kurtarmak ve gönüllü cem'etmek sûretiyle hidematı sebk edip memurlarla beraber Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said-i Kürdî de muhtâc-ı âtıfet olmağla mûmaileyh de bir miktar meblağın irsaliyle tesriri menût-ı re'y-i sânileridir. ( 9 Ağustos 332 ) Vali vekili Memduh Hilâl-i Ahmer vasıtasiyle altmış liranın mûmaileyh Bediüzzaman Said Küdrî'ye irsali Nâzır Beyefendi tarafından ad ve tensib buyurulduğundan Fuad Beyefendi'ye takdim olundu. 28. Ağustos. 332 Taht-ı himaye-i Hazret-i mûlûkânede Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Merkez-i umumisi Dahiliye nezaret-i celilesine Devletlû Efendim Hazretleri 7 Eylül 332 tarihli ve 17 kalem-i mahsûs numaralı emirname-i nezaret-penâhileri arîz-i cevabiyesidir. Esiren

Tiflis'te bulunan Bediüzzaman Said Kürdî Efendi'ye gönderilmek üzere memûr-ı mahsûs ile irsal buyurulan altmış lira ahzolunarak makbuzu memur ileyhe tevdi kılınmış ve meblâğ-ı mezkûr mukabili olan bin iki yüz elli dört mark esîr mûmaileyhe gönderilmiştir. Ol babda emr u ferman Hazret-i men lehul-emrindir. 10. Eylül 332 Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyet Reisi Dahiliye Nâzırı Talat Paşa'nın özel ulakla Tiflis'deki şanlı esir Bediüzzaman Said Nursî'ye gönderilen altmış liranın karşılığı olan bin iki yüz elli dört mark mahalline ulaşmıştı. Osmanlı cihan devletinin çöküş günlerinde bile altmış Türk lirası karşılığı bin iki yüz elli dört mark ediyordu. Bu meblağ esirken bile hür, başı göklere yükselen Bediüzzaman'a, ebed-müddet devleti Büyük Osmanlı'nın sadrazamı tarafından Kızılay başkanı Besim Ömer Paşa'ya emredilerek, ulaştırılmıştı. Esaretinin başlangıç günlerinde Bediüzzaman gibi milis albayı bir kahramana yardım elini uzatan sadaret makamı, iki buçuk yıllık Sibirya esaretinden sonra da yine aynı alakayı göstererek, devletin en yüksek ilim makamı olan Son Devrin İlim Akademisi mahiyetindeki Dârül-Hikmeti'lİslamiyeye Osmanlı ordusunun adayı olarak âzâ tayin edilmiş.

Prof. Dr. Besim Ömer Akalın Paşa (1862-1940) Memleketimizde kadın hastalıkları ve çocuk bakımı ilimlerinin kurulmasına ve yayılmasına çok hizmet etmiş bir lim adamımızdır. Hayatını mesleğine veren Besim Ömer elliden fazla sahasında eser vermiş ve hiç evlenmemiştir. Kızılay, eski ismiyle Hilâl-i Ahmere de büyük hizmetleri olmuştur. Elli seneye yaklaşan meslek hayatından emekli olduktan sonra TBMM beşinci devresinde İstanbul milletvekilliğine seçildi. Mebus iken Ankara'da bir lokantada kalb sektesinden 1940 yılı Mart ayında vefat etti.

Talat Paşa (1874-1921) Meşrutiyet inkılâbının kahramanlarından olan bu zat, İttihad ve Terakki'nin son sadrazamıdır. Edirne'de fakir bir ailenin evladı olarak doğmuştu. Tahsili basit, fakat zeka ve seciyesi pek kuvvetli olan Talat Paşa Fransızca, Rumca konuşur, Arapça ve İngilizceyi anlardı. Sevimli, faal, millet ve memlekete candan bağlı idealist bir zattı. Said Halim Paşa'nın istifası üzerine 1916'da vezir rütbesiyle sadrazamlığa getirildi. 1918'de Birinci Cihan Harbi mütarekesi kabul edilince Avrupa'ya kaçtı. 1921 Mart'ının on beşinci günü Berlin'de oturduğu apartmandan çıkarken Tayliryan adlı bir ermeni katil tarafından vurularak şehid edildi.

DR. M. ASAF DİŞÇİ Dervişoğullarından M. Asaf Dişçi, 1884 yılında Erzurum'da doğmuş. Birinci Dünya Savaşında Ruslara esir düşmüştü. Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte Kosturma'da esaret hayatı yaşamıştı. Bediüzzaman'la geçen esaret günleri M.Asaf Dişçi, Bediüzzaman'la hatırladıklarını şöyle anlatıyor:

karşılaşmasını

ve

Esaretten önce beni Sarıkamış'ın Hamamlı köyüne götürmüşlerdi. Daha sonra ise Sibirya'ya sevk ettiler. İşte Bediüzzaman'ı orada gördüm. Kosturma eyaletinin Kilogrif kasabasındaydı. Daha sonra Onu içerlere, büyük esirler kampına, Kosturma içlerine sevk ettiler. Birlikte altı ay kadar kalmıştık. Bir odayı mescid yapmıştı. Kendisi alay komutanı olduğu için, maaş da alıyordu. Aldığı maaşları hep hayır hizmetlerine sarf ediyordu. Mescide harcıyor, çeşitli masraflar ediyordu. Esirler kendisine alay komutanı olarak çok hürmet ediyorlardı. Kendisi ise 'Ben hocayım' diyordu.

Esirler iade edilirken de kendini hoca olarak tanıtmak istiyordu. Günlük yaşayışı da, çok sade idi. İki yumurta, bir dilim ekmekle günlerini geçirirdi. Benim anlattıklarım sadece gördüklerimdir. Yoksa bunlar Onun hayat ve hatıralarının yanında, pek ehemmiyetli değil. Sonra aradan yarım asır geçtiği için hep unuttum. Vakitleri hep dolu idi. Tefsir okur, esirlere ders verirdi. Esir askerler ve subaylar kendisine çok hürmet ederlerdi. Yanında kimse öyle rast gele konuşamazdı. Ayağını bile uzatan olmazdı. Şayan-ı hürmet bir insandı. Kaldığımız yer büyük bir sinema salonuydu. Salonun bir kısmını bölerek mescid yaptırdı. Dehşetli kışlar oluyordu. Kızaklarla nakliyat yapılıyordu. Bir gün koğuştan çıkmış, karargâha gidiyordum. Yolda tuvalete çıkmıştım. Sonra elimi karla temizliyordum. O sırada kendisiyle karşılaştık. Kar-tipi, göz gözü görmüyordu. Kış-kıyamet bütün şiddetiyle devam ediyordu. Bana doğru gelerek: 'Sakın ellerini bir yere sürme' mahçup oldum.' Aman efendim ne münasebet, beni çok mahcup ettiniz' dedim. Gülerek, 'Ellerini uzat, sen benim kardeşimsin' diye iltifat etti. Esarette boş zamanlarımız da çok olduğu için, her gün Kur'ân'dan yedi cüz okurdum. Onun iltifatlarını, iftiharla kabul ederdim. Babana mektup yazarsan selâm yaz' derdi. O zaman ne kadar kuvvetli bir imanımız vardı. Harplerde ne kadar korkusuzduk. Şehadeti canıma minnet bilirdim.

Esaretim 22 ay sürdü. Tekirdağ'lı bir arkadaşla esaretten kurtulduk ve İstanbul'a geldik. Daha sonra Üstad Bediüzzaman'la İstanbul'da yine görüşmelerimiz oldu. "Onun gibi bir kimseyle birlikte esaret hayatı yaşamak, hayatımın en unutulmaz günleridir. Bu Allah'ın bir lûtfu ve ihsanı olmuştu benim için." Şiire de merakı olan Asaf Dişçi, bize bir şiirini okudu: Gelince vakti zamanı Erişir lütf-u Sübhani. Olmazsa izn-i Rabbani Edemez kimse ihsanı Bu da bir kerem-i Yezdani Diledi nasip etti imanı." Asaf Dişçi Bey’in hatırası, Sibirya buzullarından bir pencere açmıştı. Bu esaretin Şâhitler'in Dilinden Asaf Dişçi, Bediüzzaman'la geçirdiği günleri hayatının en tatlı ve şerefli anları olarak iftiharla yad ediyor.

ABDURRAHİM ZAPSU Bediüzzaman'ın, Rus kumandanına ayağa kalkmadığını yazan ABDURRAHİM ZAPSU Bediüzzaman'ın Rusya'da esarette iken, kampı teftişe gelen kumandana ayağa kalkmaması hadisesini ilk defa basında duyuran Abdurrahim Zapsu'dur. Hadise, 1917 yılında, Moskova'nın kuzeydoğusundaki Volga nehri kenarında Kosturma'da cereyan etmiştir. O yıllarda Hazar Denizinde, Nargin Adasında esir olan Abdurrahim Zapsu, hadiseyi bir subaydan dinlemiştir. Aradan otuz sene geçmesine rağmen, Bediüzzaman hadiseyi hiç kimseye anlatmamıştır. Abdurrahim Zapsu'nun 1948 yılında Ehl-i Sünnet mecmuasında hadiseyi anlatan makalesini kendisine okuyanlara Bediüzzaman şöyle demiştir. Bediüzzaman hâdiseyi doğruluyor "O esaret hadisesinin aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manganın beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum,

sonra anladım. Ve Rus kumandanı tarziye için Ruşça bir şeyler söyledi, ben bilmedim. Demek, hazır bulunan ve bu hadiseyi gazeteye ihbar eder Müslüman Yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar 'affet' demiş." Zapsu'nun iki şiiri Abdurrahim Zapsu'nun İslâmî sahadaki birçok eseri yanında, güzel şiirleri de vardır. Bir münâcatında şöyle demektedir: Ulu Rabbim, bizi affet, ne kadar noksanız. Aciziz kulluğu yapmakta, evet, insanız. Tanırız, ümmetiyiz, Ahmed'ine hayrânız. Gönül ümitle dolu; ağlıyoruz, nâlânız. Başka bir güzel manzumesi: Selâhaddin-i Eyyubî'lerin, Târık'ların nerede? Uyan ey âlem-i İslâm, sana gafil diyen vardır. Evet, silkin bu cehlinden, sana cahil diyen vardır. Cihana ilmi öğrettin, neden cehlin esirisin. Senin nurunla âlem, ilmi öğrendi, terakkîler. Senin mahsûl-ü feyzindir, temeddünler, taharrîler. Hani Sıddîk u Faruk'un, hani Osmân, hani Haydar! Gazâlilerle Râzîler, ne oldu İbni Sinâlar! Hani Osman Gazi'ler, büyük fatih'lerin nerede? O Yavuz'lar ne oldu, nerede kaldı azm ile iman? Neden ilmi bıraktın, bunu mu emrediyor Kur'ân?

MOLLA YÂSİN SAATÇİOĞLU Molla Yasin Saatçioğlu (1876-1965) Van'ın kurtuluşunun kahramanlarındandır. Bediüzzaman'ın harp arkadaşı, dost ve talebelerindendir. "Günlerimiz harp cephesinde geçti" Seydâ ile birlikte on beş yıl kadar beraber bulunduk. Aynı zamanda tevellütlerimiz de beraberdir. İkimiz de 93'lüyüz. Günlerimiz harb cephelerinde, Van'da ve Erek Dağında geçmiştir. Bir gün yolda kendisine üç hususu niçin terk ettiğini sormuştum. Bunlar, evlenmek, ilmî elbise giymek ve hacca gitmekti. Bu meselelere Nur'lardaki gibi cevap verdi. Hicaz'a gitmenin maddî imkânlarla olacağını, kendisinin bu imkâna sahip olmadığını söylemiş, 'Fakat günde beş defa Allahu Ekber diyerek niyeten, hayâlen yüzünü Beytullaha çevirmek, o şekilde ibadet edebilmek büyük mazhariyettir' diye ders vermişti.

Her zaman ve vakti ibadet ve dualarla geçerdi. Harpte büyük bir alayın başına geçti. Gönüllü fedailerle, milis teşkilâtının başında çarpıştı. Bu çarpışmanın neticesi Bitlis'te yaralı olarak esir düştü. İki sene kadar Rusya'da esir kaldı. Esaretten kurtulması da hârika ve kerâmetkârane bir hâdisedir. Onların dilini bilmediği halde Allah'ın yardımıyla o esaretten kurtuldu, vatana döndü. Diğer birçok Âlimlerin ilmi deniz olsa, onun topuğuna bile ulaşamazlar. Onun himmet ve kerâmetlerini çok gördük. "Van'dan alınıp da Isparta'ya götürüldükten sonra bir daha görmek nasip olmadı. İnşaallah bizi öbür dünyada da terk etmez."

SİNAN OMUR Bediüzzaman, "Benim üç Sinan'ım var: Mimar Sinan, Ümmi Sinan ve Omur Sinan" diyordu." Otuz sene evvelki menhus ihtilalin o uğursuz günlerinde, Risale-i Nur şaheserlerini okumak ve İslâmî hayatı yaşamaya başlamak gibi, şerefli bir suçtan Gaziantep lisesinden kovularak İstanbul'a geldiğim günlerdeydi. O günlerde vilayet karşısındaki Sinan Matbaasında Nur Risaleleri gizli gizli basılıyordu. Muhterem Abdülvahid Mutkan Ağabeyim, beni de ara sokaklardan, bazı duvarlardan atlayarak, bugünkü defterdarlığın bulunduğu yerde çalışan Sinan Matbaasına götürürdü. Burada Nur Risalelerinin basılma

ve tashih gibi faaliyetlere şereflerle iştirak ederdim. Risale-i Nur ve Sinan Matbaası İşte daha önceki 1957-58 senelerinde Gaziantep'te Nazım Gökçek Ağabeyin bizlere okuyarak tanıttığı Hür Adam gazetesinin sahibi merhum Sinan Omur Beyi de kendi matbaası olan Sinan Omur Matbaasında tanımıştım... Daha sonraki senelerde Fatih-Kıztaşı (Nurtaşı)ndaki Okumuş Adam sokağındaki evinde çok ziyaret ve sohbetlerimiz olmuştu. Merhum Hür Adam gazetesi sahip ve yazarını son olarak vefatından bir kaç gün evvel, muhterem Ahmed Şahin Hoca ile birlikte ziyaret etmiştik. O günlerde Yeni Asya gazetesinde “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” çalışmamız tefrika ediliyordu. Bu tefrikanın neşredildiği Yeni Asya'nın arka sayfalarını hasta yattığı odanın çepe çevre odasına asmıştı. Iztıraplar içinde bulunduğu halde, hiç kendi hastalık ve acılarını düşünmüyor, mütemadiyen Üstad Bediüzzaman'dan bahsediyor, onun kahramanlığından, salahatinden ve takvasından, İslâmiyete olan büyük hizmetlerinden anlatıyordu. Rahmetli Sinan Omur, karyolasının kenarlarında gerili bulunan iplere tutunarak, yerinden kıpırdamaya ve hareket etmeye çalışıyordu. Unutamadığım o gün, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını yazmandan dolayı

tekrar tekrar tebrikler ederek, hasta yatağında sevinç gözyaşları içinde, yanında ve baş ucunda hazırladığı Hür Adam gazetesinin kocaman bir cildini "Bunlar senindir" diyerek, elleriyle tutarak bana hediye etmişti. Bu ziyaretimden birkaç gün sonra Hür Adam gazetesinin ve Sinan matbaasının bu yiğit mensubunun cenaze namazını Fatih camiinde kılmıştık. Mekânı ve makamı nur olsun! Üstad Bediüzzaman'ı can ü gönülden seven Sinan Omur 1898'de Bolu'da dünyaya gelmiş ve 1974 Mart ayında rahmete kavuşmuştu. Hür Adam'cı Sinan Omur, Nur Üstad Bediüzzaman'ı iki defa ziyaret ettiğini anlatmıştı. İlk görüşü Birinci Cihan Harbinde, kendi ifadesiyle "1332'de." Yani 1916 senesinde Sübhan Dağı'nda. İkinci görüşü ise 1925 senesinin başlarında İstanbul-Eminönü'ndeki Hidayet Camiinde olmuştu. Said Nursî'nin askeri cephesi Hatıralarını şöyle anlattı: Üstad'ı ilk olarak 1332'de Sübhan Dağı'nda görmüştüm. O zaman ben muallim mektebi talebesiydim. 1332'nin 24 Temmuz'unda idi. Ben 18 yaşındaydım, beni askere

almışlardı. O zaman Şarkta Üstadı görmüştüm. O zaman üstad milis teşkilatı başkumandanıydı. Başında yeşil bir sarık, omzunda apoletleri vardı. Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Milis teşkilatının kurulmasını Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemiştir. Vehib Paşa da bunu Bediüzzaman'a (O zaman ismi Bediüzzaman Said Kürdî idi) teklif etmişti. Ve böylece Bediüzzaman milis teşkilatını kurmuştu. Enver Paşa, milis kuvvetlerinin hazırlanmasını söylediği zaman, Bediüzzaman da, "milis kuvveti bizden, erzak da sizden" diye cevap vermişti. Milis teşkilatı dört-beş bin kişiydi. Said Nursî miralaydı, yani rütbesi, albaylıktan bir derece daha yüksek kaymakamlığa tetabuk ediyordu. Kuvvetlerin başkumandanlığını yapıyordu. Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar, 'Keçe Külahlılar geliyor!" diye duydukları zamanlar nereye kaçacaklarını şaşırır ve bilemezlerdi. Düşmanlar, keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını anlamazlardı. Efendim o zaman bizim elimizdeki kılıçlar adetâ dürtmek içindi. Halbuki onlar at üzerinde silâh kullanırlardı. Attıklarını mutlaka vururlardı. Üzerlerinde

beyaz bir pelerin bulunurdu. Bunun ile fedâiler araziye uyarlar, hele kış günlerindeki karda hiç fark edilmezlerdi. Keçe külahlı bir fedâi atının dizginlerini bir koluna bağlar veya kolunu atar, ayaklarını atın karnına sıkı sıkı sarar, tamamen serbest ve rahat bir şekilde, sür'atle yol alırken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar, boş ateş etmezlerdi. Aslında benim bu sizlere anlattığım, devletin arşivlerinde de vardır. Bunları yakın tarihçilerimizden Feridun Kandemir de iyi bilmektedir. Yine bana Fahri Kırkalı anlatmıştı. Bediüzzaman Bitlis'te esir düştüğünde Sibirya'daki esir kamplarından birisine sürülmüştü. Esarette kampta iken şöyle bir hadise cereyan ediyor: Başkumandan birgün esirleri teftiş için kampa geldiği zaman bütün esirler ayağa kalktığı halde Bediüzzaman oturmuş vaziyette, ayaklarını da ileriye atmış, elindeki bir çomağı çakısıyla sivriltmektedir. Rus orduları Başkomutanı Nikola, Said Nursî'nin önünden geçtiği halde, o hiç tavrını bozmuyor ve elindeki çomağı sivriltmeye devam ediyordu. Tekrar önünden geçtiği halde kendisiyle hiç ilgilenmiyor. Tafsilatını bildiğimiz hadiseyi bana anlatan Fahri Kırkalı, "biz böyle bir kahraman görmemiştik" diye çok hayran bir şekilde bu hadiseyi çok uzun olarak bana anlatmıştı.

"Üstadı Şeyh Said'le karıştıranların kulakları çınlasın" Yakın tarihimizdeki en büyük siyasiler bile Bediüzzaman'ı harcayamadılar. Müfit Bey, Şeyh Said'e tazim ettiği için asılmıştı. Bu kadar büyük zulümler yapmışlardı. Said Nursî'yi, Şeyh Said'in isyanına karıştıranların, onu suçlayanların kulakları çınlasın! Şeyh Said merhuma hürmet duyanları, ona selâm verenleri bile asmışlardı. Fakat Said Nursî'ye dokunamamışlardı. Niçin? Zira Said Nursî'nin bu isyanla hiçbir alakası yoktu. Çünkü Bediüzzaman daima müsbet hareket eden bir şahsiyetti. Gidiniz, bakınız efendim, bu hususta da Feridun Kandemir'in dosyasında tam dört tane vesika var. Dördü de müsbettir. Küçükyalı'da Cemal Bey, şimdi avukat. Temyiz reislerinden, O da bilmiyor zavallı. Ona kitapları, risaleleri verdim. Beyefendi çok rica ederim, Said Nursî için yapılan ve söylenen iftiraların hepsi yalan. Bu kuvvetli adam. Bu kuvvetli adamı imha etmek istiyorlar düşmanları. Biliyorsunuz, bu adam Türk milletinin imanını kurtarmak istiyor, başka bir şey istemiyor. Bu adam, Müslümanların imanını kurtarmak için elinden ne gelirse yapmış. Onlar

da, yani din düşmanları da onun için ne iftira varsa yapıyorlar. Bu yapılan iftiraların hiçbirisi isbat edilemez. Gösterin bana, bu büyük Üstadın dünyada nesi var? Kürdistan kuracakmış, Kürdistanı idare edecekmiş. Şükrü Babanzadeler filân. Şurda burda. Babanzade Kürt Teâli Cemiyetinin sekreteri. Mevlanzade Rifat bey vardı. Serbesti gazetesinin sahibi. Bunlar tutuyorlar Kürt Teâli Cemiyeti kuruyorlar. Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Sadece bunlar değil. Çerkezler, Çerkez hükümeti kurmak istiyorlar. Lazistan hükümeti kurulmak isteniyor. Zaten eskiden Lazistan vilayeti vardı ya! Ahmed Barutçu'nun pederi o teşkilatın reisi. Kazım Karabekir, "Yapma, gel, bana yardım edin" diyor. "Pekala" diyor. "Ben teşkilatımla sana yardım edeyim öyleyse" diyor. Onlar da "Biz Pontusçuları filân mahvederiz. Buraları Rumlara veriyorlar. Biz Rumlara verdirmeyeceğiz. Biz Lazistan hükümeti kurduk burada" diyorlar. Çerkezler, Çerkezistanı Bolu ve havalisinde kuruyorlar. Düzce havalisinde Balıkesir'de Boşnaklar kuruyor. Hepsi bir yerde devlet kuruyorlar. O zaman bunlar da, Mevlanzâde filan öyle düşünüyorlar. Buralar Ermenilere veriliyor. "Binaenaleyh Ermenilere verilmesin" diyorlar.

Milis Albayı Bediüzzaman da diyor ki: "Madem ki böyle bir kuvvetimiz var, öyle ise Osmanlı Devletinin yıkılmış olan durumunu kurtaralım. Kurtaralım devletimizi. Çünkü Osmanlı Devleti İslâmiyete en büyük hizmeti yapmıştır. Bizlere de çok büyük iyilik ve hizmetler etmiştir. Gelin bu büyük devletimizi kurtaralım. Bizler parça parça olursak bir şey yapamayız." Dediğim gibi, Bediüzzaman'ın siyasî cephesi ve görüşü mükemmel. Daha önceleri Selanik'te filan hep İttihatçılarla beraber bulunmuştu. Onlar da bu zata hürmet ederlerdi. Enver Paşa Bediüzzaman'ın elini öperdi daima. Onun dediğini yapardı. "Enver paşa Bediüzzaman'ın elini öperdi" O hususta bilginiz var mı efendim? Üstadın Enver Paşa ile görüşmeleri hakkında bilginiz var mı? Çok var. Hani o anlattığım milis teşkilatını kendisine Enver Paşa kurdurdu. Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemişti. Vehib Paşa da, "Bediüzzaman Hazretlerine bu işi yaptırayım" diyor. O zaman böylece milis teşkilatı kurulmuş oluyor. Bediüzzaman ve fedâilerinin gösterdiği fedakârlığı tasavvur edemezsiniz. *Nur Üstad Said Nursî Hazretleri Birinci Şua ismindeki

eserinin "Dördüncü Ayet-i meşhure" kısmında Enver Paşa'nın isminin geçtiği satırın üzerine Nur talebelerinden birisinin yazdığı parçanın arasına bir çizgi işaretiyle çıkış yaparak "Şehid" kelimesini ilave ediyordu. O zaman Bitlis valisi Memduh Bey vardı, bir tane de Kel Ali vardı. Bediüzzaman, talebeleriyle ve fedaileriyle birlikte düşmanın eline geçen otuz tane topumuzu geri almıştı. Bunlar askerî mecmualarda vardır. Said Nursî'nin ve milis teşkilatının yaptığı hizmetler erkân-ı harbiye arşivinde bulunur. Cumhuriyetin ilk senelerinde ne kadar ilim adamı varsa hepsini harcadılar. Hele o şapka kanunu, ona itiraz eden bir tek kişi çıkmamıştır. İzmir Fâtihi Nureddin Paşa vardı. Sonra Bursa mebusu oldu. Ondan başka itiraz eden olmadı. Kâmil Miras'lar, Hasan Basri Çantay'lar bir şey yapamadılar. Bediüzzaman'ın M.Kemal'le karşılaşması Hasan Basri Çantay anlatmıştı. Mecliste Reisicumhur seçilirken Üstad da orada hazır bulunuyor. Reisicumhuru kasd ederek, "Gideyim şuna bir şeyler söyleyeyim" diyor. Bunun üzerine, başta Hasan Basri Çantay olmak üzere oradakiler korkuyorlar. "Şimdi gider, bir şey söyler, bizi de tehlikeye atar" diye Bediüzzaman'a mani olmaya, onu zorla durdurmaya çalışıyorlar. Ama Üstad dinlemiyor, gidiyor.

Paşa, "Buyurun, bir emriniz mi var?" diyor. "Estağfirullah, emrim filan yok. Sana söylüyorum: Halim ol, selim ol, refik ol, şefik ol. İşte sana söyleceğim budur." Mustafa Kemal paşa "Teşekkür ederim" diyor, kendisini kapıya kadar uğurluyor. Bana yine Hasan Basri Çantay anlatmıştı: "Ondan sonra Mustafa Kemal, Bediüzzaman'a Şark vilayetleri müfettişliğini verdi. Diyanet İşleri Reisliğini verdi. Fakat Bediüzzaman bunların hiçbirini kabul etmedi. Mebusluk verdi. Yine reddetti. Büyük Üstad Bediüzzaman biliyordu ki, M. Kemal kendisini bu şekilde susturacak ve harcayacaktı. Zamanın müceddidi hiç kanar mı böyle tekliflere?" Efendim, bir de esaretteki o muhteşem kahramanlık hadisesini kim yazmıştı, biraz önce söylemiştiniz? Fahri Kırkalı, Bursalı makine tüfek üsteğmeni, mülazım. O zaman o da oradaymış. Harbte zaten bu kahramanlar hücum ediyorlar, düşman kuşatmış, bunlar kuşatmayı yarmak için hücum etmişler. Bana Fahri Kırkalı çok bilgi ve mecmualar da vermişti.

Milis Albayı Bediüzzaman ve Keçe Külahlılar 28 Eylül 1990 Cuma günkü Türkiye gazetesinde Prof. Dr. Mim Kemal Öke "Tarihin Süzgeci" nden sütununda "Keçe Külahlılar" başlığı altında bir makale neşretti. Bu cidden nefis yazıyı, yazarını tebrik ederek, Şâhitler'in Dilinden sütunları arasına alıyorum. "Keçe külahlılar" Bugün Kazım Karabekir Paşa'nın 1920 yılında Ermenilere karşı Türk ordusunun harekâtını başlattığı gündür, onun yıldönümüdür. Bilindiği gibi 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinden beri Ermeniler, Rusların müttefikleriydiler. aziziye Tabyasına, "92 Harbi"nde baskınla girmede onlar öncülük etmişlerdi. 1914 Sarıkamış Harekâtında III. Ordunun Erzurum'dan ineceği yolu - rotayı Rus Kumandanlığına ulaştıran yine onlardı. Amaç

belliydi:

Osmanlı

çökertilecek;

yerine

bir

Ermenistan kurulacak. Ama Rusa bakarsanız, Çarlık, "Ermenisiz bir Ermenistan" istiyordu. Hedefi, sıcak sulara inmek, bu doğrultuda da Ermenileri kullanmaktı. Katliamla Türkleri yöreden kaçırtmak politikasının izlendiği günlerde Doğu Anadolu’da genç yaşında "Bediüzzaman" adı ile anılmaya başlayan bir âlim, Seydâ, vatanın savunmasında haklı bir isim sahibi olur. Yanında toplanan talebelerini nişancılıkta bile eğitir. Başlarına beyaz keçe giyen ve beyaz pelerine bürünen bu "keçe külahlılar"dan Ruslar ve Ermeni-Taşnak Komitesi korkmaya başlar. "Keçe külahlılar geliyor!" haberi düşmanın yüreğine korku salarken, mağdur ve mazlum insanları sevince gark ediyordu. Keçe külahlıların nerede ve ne zaman ortaya çıkacakları belli değildi. Vur-kaç taktiğiyle düşmanı yıpratıyorlardı. Seydâ ve talebeleri en son mücadelelerini Bitlis'te verdiler. Bu çatışmada şehri düşmana teslim etmemek için vuruşan keçe külahlılar birer birer şehit düşüyorlardı. Seydâ'nın kendisi de büyük bir binanın altındaki su kemerinden atlarken ayağı taşa değdi ve kırıldı. Ayağı kırık vaziyette otuz altı saat bekleyen Seydâ, sonunda elli kişilik bir Rus müfrezesi tarafından esir alındı ve Sibirya'ya

sürgüne yollandı.

MOLLA HABİB Aziz şehid Dünyayı kan çanağına çeviren Birinci Cihan Savaşında nice namsız nişansız şehidler ordusunu düşünsem, Zeve Şehidliğindeki Ahmed-i Câno, Gevaş topraklarındaki Fedâî ve Bitlis kalesinin dibinden şehidler kervanına kavuşan segili Ubeyd gelir gözlerimin önüne.. İlimde ve yiğitlikte bir serdâr Üstadın yolunda nasıl can verilirmiş, diye kanlarıyla şehidlik fermanları yazan Şehid Habib tebessüm eder sanki gözlerime bakarak..... Nurlu Üstad, Pasinler Cephesinde kendisine kâtiplik yapan Molla Habib'den şöyle bahsetmektedir: "Meselâ, Harb içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kur'ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine 'Defteri çıkar!' diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur'ân'ın bir harfinin, bir nüktesini; düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş."

*** Eski Harb-i Umumîde Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib'le beraber Rusya'ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fâsıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: "Molla Habib ne dersin? Ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.' O da dedi: 'Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim!' İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlâhî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib'e dedim: 'Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz' dedim." Molla Habib ve Tâlikat Evet, Molla Habib Milis Albayı Bediüzzaman'ın ilk nur kâtibiydi. İşârâtü'l-İ'caz tefsirinde ve Emirdağ mektuplarında sadece ismini okuyabildiğimiz böyle bir kahraman şehid, şefkat kahramanı bir annenin sevgili bir kuzusuydu muhakkak. 1970'li senelerde Nur araştırmasının sevdasıyla dolaşırken Balıkesir'in Biga ilçesinin Güvemalan köyüne uğrayarak Molla Süleyman ismindeki bir nur talebesiyle görüşmüştüm. Genç ve dinç gönüllü nur kâtibi Habib'in

nereli olduğunu sorduğunda eliyle çok uzakları göstererek "tâ aksa-yı şark!" diyerek Nurların ilk kâtibi Molla Habib'in de Doğubayezitli olduğunu ifade etmişti. Seneler çok çabuk geçiyordu. 1991 yazında Bayram Yüksel Ağabeyin aydınlık gayret ve himmetleri bir hayırlı ışığın daha meydanları aydınlatmasını sağlıyordu. Bir asra yaklaşan zamandan beri sadece Tâlikat şeklinde ismini okuyup, duyduğumuz bu müstesna Nur Külliyesi parçalarından bir parça nihayet gün ışığına çıktı. Daha önceleri "Talikat yok Irak'ın bir şehrinde, yok Suriye'de, yok İran'ın bir köyünde bir nüshası var" derken, bir eksik nüshası Ankara'da Said Özdemir'in arşivinden çıkarken, bundan bir yıl sonra da Bayram Yüksel ve Mustafa Sungur Ağabeylerin himmetleriyle meydana çıktı. Bunlardan da Risale-i Nur Mütercimi İhsan Kasım Ağabeye intikal eden Tâlikat oradan da İsmail Yazıcı'nın sanatkâr ellerine geliyordu. Şehit Habib'in kâtibliğini yaptığı Tâlikat ismindeki mantık kitabını lügatler şöyle anlatmaktadır: "Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ilm-i mantık üzerine telif ettiği eserinin ismi." Nur Üstad Bediüzzaman'ın lahika mektuplarından mantık ilminin bir şaheseri olan Tâlikat'ın bahsi geçmektedir. Barla Lahikası'nda: "Risale-i Nurun

tesvidinde çok hizmeti sebkat eden, temiz kalbli, ihlâslı güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Halid'in" bir fıkrasında Tâlikat'tan bahis geçmektedir: "İlm-i mantıkta, İbn-i Sina'nın telifatından geçecek Tâlikat namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiç bir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş..." Kastamonu Lahikası'nda ise Tâlikat'ın bahsi şu şekilde geçmektedir: "Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Talikat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı harikada mudakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevk eden matbu Kızıl İ'caz nâmındaki risale-i mantıkıye, Risale-i Nurla bağlanmasına ve şakirdlerinin, âlimler kısmınınn nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bu günlerde Feyzi'ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak..." Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp almadığını sorduğumda, "Hayır yazamadım, kaleme alamadım" diye cevap vermişti. Abdülmecid Nursî'nin Tâlikat için yazdıkları Bu eserin baş taraflarında Merhum Abdülmecid Nursî

(Ünlükul)un el yazılarıyla hüzünlü satırları bulunmaktadır. Bu satırların içinde Nur Üstad Bediüzzaman'ın da kendi mübarek elleriyle yazdığı bir kaç satırı okumaktayız. Abdülmecid Ünlükul, Tâlikat'a yazdığı ön notlarında şunları ifade etmektedir: Hazret-i Seyda'ya! Merhum ve şehid Molla Habib'in dest-i hattıyla 'Bürhan-ı Gelenbevî'yi okurken yazdığı Tâlikat namıyla takriratınızı takdim etmekle, ellerinizden öper, duanızı isterim. Abdülmecid Ey bu ibretâmiz evraka bakan zat! Birinci Harb-i Umumi'den evvel Van Bediüzzaman talebelerine, hususan kardeşi Habib'e ders verirken ilm-i mantıka dair telif henüz ikmâl edemedikleri iki adet müsveddeleridir.

vilayetinde ve Molla ettikleri ve eserlerinin

Zamanın selleri içinde her iki kardeş birbirinden ayrıldılar. Ennihayet Abdülmecid namındaki küçük; Ürgüp Müftüsü olup 1940'ta Ürgüp'e geldi. Bu müsveddeleri o zamanın yadigârı olarak muhafaza etmekte idi. Fakat heyhât, sümme heyhât o da gitti, o da gitti, zaman da geçti gitti. Acaba bu müsveddeleri açıp okuyacak bir kimse olacak mı ve öyle bir zaman gelecek mi? Heyhât! heyhât!

Tâ be mahşer mihnet-i derd ü gamla gezerim Bu bize bir çiledir, ey gül kaderle çekerim. Abdülmecid Bu Tâlikat namındaki Risale Bediüzzaman Said Kürdî'nin Bürhan-ı Gelenbevî üzerine yazdığı hâşiyelerdir. Bu Risale'yi yazan, halka-i dersinde bulunan en sevdiği Habib namında bir talebesi idi. Habib, Bürhan-ı Gelenbevî okurken Bediüzzaman'ın takrirlerini hâşiye şeklinde yazardı. Bu da 1329'da (1913) idi. Birinci harb-i umumî koptu, Bediüzzaman ile Habib vâiz sıfatıyla Van fırkasıyla (Tugay) beraber Erzurum cephesine gittiler. Bir sene sonra dönüp Van'a geldiler. Ermeniler tarafından Van alındı. Bizler de Gevaş kazasına çekildik. Habib orada şehid oldu. Habib'in dest-i hattıyla ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle yazılan şu Risaleyi muhaceret esnasında memleketten memlekete, şehirden şehire çıkıp girmek neticesinde 1940'ta Malatya'dan Ürgüp'e müftülük memuriyetiyle geldim. "Bu Risale perakende bir halde evrak ve kitaplar içinde dağıtılmış. Topladım, ciltlettirdim. Olur ki, bir zaman gelir, ilmî ve dinî bir haşir ve neşir olur, bu gibi Risaleleri okuyacak insanlar meydana çıkarlar. O zaman bu Risale ne gibi bir zekâ ve ne kadar yüksek bir fikirden çıktığı anlaşılır. Fakat heyhat! Ne o zaman gelir, ne de o adamlar bulunur vesselâm.."

1951-Abdülmecid

MÜKÜSLÜ HAMZA EFENDİ Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan'ın anlattıkları 1920 yıllarında İşaratü'l-İ'caz tefsirinin kâtibi, muhatabı ve talebesi Müküslü Hamza ile Darü'l-Fünun lisan fakültesine devam ediyorduk. Kendileriyle çok yakın ve samimî arkadaştık, birbirimizi çok severdik. Talebeliğimiz hep birlikte geçmişti. Benden iki-üç yaş kadar büyüktü. O Farsça kısmını, ben Fransızca ile Farsçayı bitirdim. Hamza sonradan büyük ablamla evlendi, haliyle eniştem olmuştu. Daha sonra ise Medresütü'l-Vâizîn'i bitirdi. İmam olarak orduya intisap etti. "1960'da altmış beş yaşlarındayken vefat eden eniştemiz, Suriye'nin hududumuza çok yakın olan El-haseke beldesinde, bizde lise müdürü denen müdür-ü techizdi." 1978'deki Hicaz yolculuğum esnasında merhum Tarlan Hocamla konuşmuş, eniştesinin çocuklarını ve adresini sorduğumda çok dertlenip üzülmüş, evlâtlarının olmadığını

söylemiş, bütün mallarının da Suriye hükümetine kaldığını ah çekerek anlatmıştı. Tarlan Hocamın ablası Adalet Hanımla evlenen Hamza Efendinin Menije isminde bir kızları olmuştu. Meniji ismindeki bu kızcağız menenjit hastalığına tutularak yirmi yaşlarında vefat etmişti. Kaderin acı bir tecellîsi, ismine benzeyen hastalığın kurbanı olmuştu. İşarâtü'l-İcaz'ın yazılışı ve basılışı Müküslü Hamza'nın Abdülmecid Ünlükul ile de çok yakın ahbaplığı ve arkadaşlığı vardı. Eski Van valisi Tahir Paşanın oğlu ve yine babası gibi Van valiliğinde bulunan Cevdet Beyin Diyarbakır'daki evinde İşarâtü'l-İ'caz tefsirini yazarlarken mürekkep dökülüp kıvrılmış, bir yılanın kuyruğu şeklini almıştı. Tam bu esnada takvim yaprakları 19 Şubat 1914 tarihini gösteriyordu. Aynı günde eserin müellifi, Ruslarla aylarca devam eden çarpışmalardan sonra, Bitlis deresinde, karlar içinde yaralı ve kırılmış ayağıyla müstevlî Ruslara esir düşmüştü. Bu kanlı ve şanlı günlerde İşaratü'l-İ'caz Müellifinin sevgili talebesi Habib, Harbiye Nâzırı Enver Paşanın amcası Halil Paşayla Şark Cephesinde, İran taraflarında bir haberleşme vazifesini yaptıktan sonra, eski ismiyle Vastan, yeni ismiyle Gevaş'ta şehit düşmüştü. Ablası Dürriye Hanımın evlâdı ve talebesi Ubeyd de, yalçın Bitlis kalesinin dibinde, sırtındaki yepyeni elbiseler içinde Rus kurşunları altında şehit olmuştu.

Diyarbakır'da İngilizlerin Malta sürgünlerinden Cevdet Beyin evinde, Kur'ân tefsiri İşaratü'l-İ'caz temize çekilirken dökülen mürekkebin meydana getirdiği garip esaret şekliyle alâkalı olarak, Müküslü Hamza eserin dipnotunda şunları yazmaktadır: "Bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellife sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor." İlk "Tarihçe" Müküslü Hamza, İşaratü'l-İ'caz Müellifinin ilk defa hayatını yazan bir zattı. Rus esaretinden dönüşünde neşredilen İşaratü'l-İ'caz'ın takdimi yedi sayfalık bir hayat hikâyesiyle başlıyordu. 1918'de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın kâğıt parasını verdiği Kur'ân tefsiri İşaratü'l-İ'caz'ın önsözünde, "Uzun bir zaman refakatinde ve dersinde bulunan Hamza Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Tercüme-i halinden bir hülâsadır" şeklinde takdim edilen bu kısa biyografi "müşarünileyhin talebesinden ve Medresetü'l-Vâizîn mezunlarından Hamza" imzasıyla sona ermektedir. Üstadın kurtardığı talebesi İşaratü'l-İ'caz Müellifi, eski bir talebesi olan Müküslü Hamza'yı telmih ederek, Birinci Mecliste şöyle bir konuşma yapmıştı: Eskiden

Türk

olmayan

bir

talebem

vardı.

Eski

medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden [din ilimlerinden] aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: 'Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır. Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedîde okumuş. Sonra ben-dört sene sonra-esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben şimdi, râfızî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.' Ben de, "Eyvah!' dedim, ' ne kadar bozulmuşsun?' Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatlı hamiyete çevirdim." Müellif, talebesinin ilk vaziyetinin vatana ve Türk Milletine ne kadar lüzumlu ve faydalı olduğunu meb'uslara anlatarak, dinî tahsile gereken ehemmiyetin verilmesini istemişti. Mebuslar ise doğuda üniversite açılmasını ve din tahsiline önem verilmesini kabul etmişlerdi. 1927 yılında Hamza'nın ismi bazı hâdiselere karıştı, İstanbul'da kısa bir müddet mevkuf kaldı. 1929'da ise Suriye'nin El-Haseke şehrine gitti. 1931'de merhum Tarlan Hocamın ablası Adalet Hanımı yanına aldı. Burada müdür-ü teçhiz iken Ahmed Hani'nin Mem u Zin kitabını neşretti. 1960'da kendisi, daha sonra da hanımı Adalet Hanım Hakkın rahmetine kavuştu.

"Molla Hamza Nur'ları arıyor" İşarütü'l-İ'caz'da imzası ve notları bulunan ve bu eserin basılmasında çalışan Molla Hamza ile alâkalı olarak Emirdağ mektuplarında şunları okumaktayız: "Hem on beş seneden beri şehit olmuş işittiğim ve daima Ubeyd gibi şehit talebelerim içinde ona dua ettiğim, hem İşaratü'l-İ'caz'ı, hem 'Onuncu Söz'ü tab eden Molla Hamza hayatta, Irak'ta olduğunu ve Nur'ları aradığını..."

ABDULLAH EKİNCİ Abdullah Ekinci 1899 yılında Van'da doğmuş, 1980 senesi Ocak ayında yine Van'da vefat etmiştir. Onun eline su dökmek şereftir Yetmiş sekiz yaşındaki ihtiyar adam, ince-uzun boylu, Şark şivesiyle konuşuyordu. Diğer Şarklılar gibi, Bediüzzaman'dan "Seyda" diye bahsediyordu. Cumhuriyetle birlikte polisliğe başlamıştı. Polislikte hizmeti yarım yüzyılı aşmıştı. Hâlâ aynı vatan görevine devam ediyordu. Çekirdekten yetişme bir emniyet mensubuydu. Yıllarca güvenlik teşkilâtında çalışmıştı. Saçını başını meslek yolunda ağartmıştı. Van'lının misafirperverliği, Van'lının kalp temizliği, bu ihtiyar poliste de görünüyordu. Elli yıl öncesinden başladı anlatmaya. O anlatırken süratle not almaya başlamıştım. Pür dikkat kesilmiştim. Anlattıklarını kelime atlamadan not alıyordum. Küçük kardeşi, Nur Talebelerinin "Molla Hamid Abi"sidir. Ona Üstad Bediüzzaman'ı tanıtan da kendisi olmuştu.

"Üstad'ı ilk görüşüm Birinci Cihan Harbinden önceydi" diye başladı konuşmaya Abdullah Ekinci. Harpten önce Üstad Van'da çok şatafatlı gezerdi. Güzel giyinirdi, kibar ve güzel bir endamı vardı. Paşaların arkadaşıydı. Horhor Medreselerinde müderristi. Ben o yıllarda idadide okuyordum. Yani bugünkü lise mânâsındaydı. Biz hocalara çok hürmet ederiz. Bu sebepten Üstad'a da çok hürmet ve sevgimiz vardı. Annem saliha bir kadındı. Dininde, diyanetindeydi.... O da Üstad'ı severdi. Üstad kimseden hediye gibi hiçbir şey almazdı. Ama annemin pişirdiği pilavı yerdi. Üstad'ın yanına gider, kendisine hizmet ederdim. Belki elli defa eline su dökmüşümdür. Onun eline su dökmek, benim için bir şerefti. Cumhuriyetten az önceydi. Kardeşi Abdülmecid Efendi Van'da Arapça hocasıydı. Üstad'ın tekrar Van'a geldiğini kardeşinden öğrendim. O zaman Nurşin Camiinde kalıyordu. Küçük kardeşim Hamid'e Üstad'dan bahsettim. Gidip hizmet etmesini, odun götürmesini söyledim. Üstad bizi yabancı saymazdı. Annem de kardeşime 'Git, sen Üstad'dan, Seyda'dan ders oku' diyordu. Kardeşim Hamid, Üstad'a gidip, kendisine 'elifba'dan ders vermesini söylemiş.

Üstad kendisine: Ben mezun hocalara ders vermiyorum. Bu olur mu, Molla Hamid?' diyor. İşte bu hâdiseden sonra kardeşimin adı Molla Hamid oldu. Polislik mukaddes vazifedir. Muhacirlikten dönmüştük. Çok fakirdik, iflas etmiştim. Memurluğa talip oldum. Anneme sorunca, 'Git, Seyda'ya sor. O razı olursa gir' dedi. 1923 yılındaydı. Üstad çok değişmişti. Tamamen yeni Said olduğu belli idi. Çok mütevazi bir elbise giymişti. Memuriyete, polisliğe girmek istediğimi söyledim. Üstad: "Polislik vazifesi çok mukaddestir. Mazlumları korur, milletin malını, şahsiyetini korur, zulme imkân bırakmaz, haksızlıkları önler." Üstad bunları söyledikten sonra ayrıca ilâve etti: Eğer sen bunları yapabilirsen, polisliğe gir.' Ben de bu mukaddes vazifeleri yapmak azmiyle polislik mesleğine girdim. İki üç sene Van'da kalemde, devriyede görev yaptım. Sonra Sivas'a, daha sonra da Trabzon'da okula gittim. Trabzon'da okudum. "Bir sene sonra tekrar Van'a tayin oldum. Üç ay sonra

Kars'a terfi emrim geldi." "Zaman onu tekzip eder" Şeyh Said isyanında Üstad Van'daydı. İsyan haberi Ankara'ya yanlış aksetmiş. Üstad'ın, Seyda'nın isyan ettiğini zannetmişler. Çok telaş etmişlerdi. Süleyman Sabri Paşa, Nurşin Camiine Seyda'nın yanına geldi. Bu yanlış durumu Üstad'a bildirdi. "Seyda, bunu tekzip edelim, böyle bir yanlışlık olmuş' deyince, Üstad: 'Lüzum yok tekzip etmeye, zaman bunu tekzip eder' dedi." "Bu vatanın saadetini düşünürdü" Üstad'ın bu sakin ve emin halini anlatan Abdullah Ekinci Bey: "Ben mübalâğa bilmem, gördüğüm ne ise onu anlatıyorum" diyor. Hayatta hocalarla, şeyhlerle çok görüştüm. Üstad'ın halini ben tavsif edemem. Seyda öyle bir Seyda'ydı. Allah şahidimdir, her namazdan sonra, günde beş defa dua ederdim. 'Yarabbi benim ömrümü Seyda'ya ver' diye yalvarırdım. Seyda'yı bilen bilir. O bin sene evvelki asrın vasfını taşırdı. Büyük bir Müslümandı. Onun kadar vatanperver az bulunur. Biz onun kadar vatanperver olamadık. Hep bu vatanın saadetini

düşünürdü. Bütün çilelere rağmen yine Türk milletini bırakmak istemezdi. "Hediye almazdı" Hiçbir kimseden hediye, sadaka, para kabul etmezdi. Bana hâdiseyi Kinyas Kartal anlattı: Van'dan ayrılış anında civardan köylüler, zenginler, birçok kimseler, keselerle, mendillerle para, altın vermek istemişler. Seyda hiçbirine dönüp bakmamış. Ne kadar teklifler yapıldıysa hepsini reddetmiş. Artık bu duruma, sürgün gönderilen hocalardan, Gevaşlı Hasan Efendi, Kinyas Kartal'a, 'Sen Seyda ile iyi konuşuyorsun, daha samimisiniz. Eğer kendisi almak istemiyorsa, alsın bize versin' diyor. Kinyas Kartal bunu Üstad'a söyleyince, Üstad tebessüm ediyor. "Sürgünden sonra bir daha Seyda ile görüşmek nasip olmadı."

MOLLA HAMİT EKİNCİ "İlk görüşmemiz bir akşam namazı ile başlamıştı" "Bir sonbahar günüydü. Nurşin Camiinde namazını kılıp gelen ağabeyim (Abdullah Ekinci) bana hitaben: “Hamid, Nurşin Camiine Bediiüzzaman gelmiş, oraya biraz odun götür” dedi. "Ben bir miktar odun alarak Nurşin Camiine gittim. Camide beklemeye başladım. Az sonra oradaki bir zat, 'Ne bekliyorsun kardeşim' diye sordu. "Ben de 'Efendim, buraya bir hoca gelmiş, kendisini görmek istiyorum' dedim. Bana 'Kardeşim, akşam namazının vakti geldi, bir ezan oku da namaz kılalım' dedi. O zamanın bir hatırası olarak zikrediyorum, ezan okumasını bilmiyordum, küçüktüm. Ben sesimi çıkarmadım ve sustum. Benim sustuğumu görünce, kendisi

çok tatlı bir seda ile akşam ezanı okudu. Sonra beraber namaz kıldık. Arkasında kıldığım ilk namaz, o akşam namazı olmuştu. Namazdan sonra tesbihatı da yaptık. O günkü ezan, namaz ve tesbihat, beni sanki bir Cennet âlemine götürmüştü. "İlk görüşmemiz bir akşam namazıyla başlamıştı. Bana 'İşin olmadığı zaman gel, beraber namaz kılarız' demişti. Artık her gün yanına devam etmeye başladım. Giderken de odun götürüyordum. "Odunu kabul etmek istemedi. Bana 'Bir amele bul, ağaçları budayalım. Çıkan parçalarla hem odamızı, hem de camiyi ısıtırız' dedi. "Ben bir arkadaşla gelerek camiin avlusundaki kara ağaçları budamaya başladım. Bu esnada Üstad bir battaniyeye sarılarak durmuş, bizi takip ediyordu. Van Valisi Süleyman Sabri Paşaya haber göndererek Horhor vakfiyesinden camiye odun göndertmesini istemişti. "Nurşin Camii irfan yuvası olmuştu" "Nurşin Camiine gelişlerinden bir ay geçmemişti. Kıymetli âlim zatlar, ders almak için yanına gelmeye başladılar. Molla Resûl, Molla Yusuf, Molla Maruf en yüksek ilmî meseleleri hiç çekinmeden Üstad'a sorarlardı. Nurşin Camii bir ilim ve irfan yuvası olmuştu.

"Bunlardan birisini nakledeyim: "Molla Resûl'ün sorduğu bir ilmî suale Üstad, eski âlimlerden birinin aksine cevap vermişti. Molla Resûl itiraz edince Üstad bu cevabında ısrar etti. Hattâ Üstad biraz hiddetlice: "Efendiler 'Eski Said' öldü, siz hâlâ beni Eski Said olarak tanıyorsunuz. Şimdi karşınızda Yeni Said var. Cenab-ı Hak 'Yeni Said'e öyle bir ihsanda bulunmuş ki, musanniflerin hepsi ilim denizi olsalar, Said'in topuğuna varamazlar. Her ne kadar metnin zâhirine, söylediğim mâna sizce muvafık görünmüyorsa da hakikati budur, bunu böyle kabul ediniz. 'Eski Said'in on senede verdiği derse, 'Yeni Said'in on ay dersi kâfi gelebilir.' "Bilsen gayret ne hayırlı bir iştir" "O kışı çok tatlı hatıralarla geçirdik. Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum. Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı. "Ben Üstad'ın odun taşımasını istemedim. 'Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturunuz' dedim. Üstad cevaben aynen şunları söyledi: "Birader, gayretim, kabul etmiyor, sen çalışasın ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir

iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!' "Bu hayvanın gıybetini yapmayın" "Bir gün camiin hücre kapısını açık unutmuştuk. Talebe arkadaşların küpte kavurmaları vardı. İçeri giren bir köpek, küpe kafasını sokup kavurmaları yemiş, sonra da kafasını çıkaramayınca küpü kırıp kaçmış. "Talebe arkadaşların canı çok sıkılmıştı. Bir tertiple köpeği tekrar celb edip, sopa ile döveceklerdi. Üstad vaziyeti öğrenince, onları vazgeçirmek istedi. Molla Resûl: "Seyda biraz kıymamız vardı. Biz kıyamıyorduk ki, yiyelim. Halbuki bir köpek gelerek hem kıymayı yemiş, hem de küpü kırmış. Bize zarar verdi. Nasıl biz onu dövmeyelim?' dedi, Üstad: "Molla Resûl, senden soruyorum, vicdanen söyle, sen aç kalsan, paran da olmasa, bir şey almaya gücün de olmasa, nihayet açık bir yerde bir et bulsan, yer misin, yemez misin? Halbuki aklın var, idrak ediyorsun ki, bu etin sahibi var' diye konuştu. "Molla Resûl, Üstad'ın bu konuşması üzerine bir müddet konuşmayarak sustu: Sonra cevaben: "Evet, yerim Seyda!' dedi. "Üstad tekrar buyurdu ki: "Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helâli bilmiyor. Hayır ve şerri tanımıyor. Sahibinin kendisini döveceğini de

bilmiyor. Elbette açık kapıdan girip, kıymalarınızı yemiş. Bundan dolayı cezaya müstehak mıdır? Sizden soruyorum, elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin.' "Sonra Molla Resûl ve arkadaşları, köpekte kabahat yoktur diye kabul ettiler. Üstad: "Madem öyledir. Bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helâl edin!' "Molla Resûl, Üstad Hazretleriyle biraz samimî konuşurdu, hem yaş itibariyle de Üstad'dan birkaç yaş büyüktü. Gülerek, Üstad'a hitaben: "Seyda içimizden gelmiyor ki, helâl edeyim. Fakat siz helâlleşmeye bizi ikna ettiniz' dedi." "Temel sağlam olursa" "Üstad, Cuma günleri Nurşin Camiinde vaazlar verirdi. Vaazların konusu haşir, âhiret ve vahdaniyet üzerindeydi. Molla Resûl yine bu vaazlar sırasında bir gün Üstad'a dedi ki: "Seyda vaazlarınızdan biz bile anlamıyoruz. Başkaları nasıl anlasın?' Üstad: "Evet, vaazlarım anlaşılmıyor. Benim gayem imanın temellerini sağlam inşa etmektir. Temel sağlam olursa, zelzelelerle yıkılmaz. Biriniz yanıma oturunuz, mevzu derinleşince bana hatırlatınız' diye

buyurmuştu. "O kıştan sonra Üstad Erek dağına çekildi. Zernabad suyunun başında vakitlerini geçirmeye başladı." Üstad'ın hayvanlara şefkat ve sevgisi "Erek dağında bir yaz mevsimi boyunca kalmıştık. Burada Üstad Hazretlerinin, hayvanlara olan şefkat ve sevgisinden de bir-iki misâl anlatmak isterim. "Dağlarda bol miktarda yaban elmalarına rastlamaktaydık. Biz bu elmalardan koparıp yemek istediğimiz zaman, Üstad mani olurdu. "Bizim hissemiz bağlarda ve bahçelerdedir. Bizim rızkımızı Cenab-ı Hak oralarda tayin etmiştir. Bu yabani meyveler, yabani hayvanların rızkıdır. Onların kısmetine dokunmamamız lâzımdır' derdi. "Yine Erek dağından hayvan kestiğimiz zaman, hayvanın işkembe, ciğer ve barsak gibi organlarını bırakmamızı, hayvanların yiyeceklerini söylerdi." "İnsan cesur olmalıdır" "Bir gün dereye su getirmeye gidecektim. Fakat dere korkulu bir yerdi. Vahşi hayvanların bulunduğu bir

mevkiydi. Orada ise güzel içme suyu bulunuyordu. Ben korktuğumu söyleyince, 'Niçin korkuyorsun' dedi. Ben de 'Efendim, o derede her türlü vahşi hayvanlar bulunuyor' dedim. "Üstad ise beni cesarete alıştırmak için, 'Yalnız olarak git, sana hiçbir şey olmaz, korkma' dedi. "Gidip dereden suyu alıp getirdim. Döndüğümde Üstad: "Ne gördün' diye sordu. "Hiçbir şey görmediğimi söyleyince: "İnsan biraz şecaatli olmalıdır' diye mukabelede bulundu. Ben kurtlardan korktuğumu söyledim. Bu defa da bana, 'Geçen gece, geç vakitte ben kalkmış, elbisemi giyiyordum. Açık kapıdan bir hayvan girdi. Ben köpek zannettim. Sonra bana doğru geldi. Baktım ki bir kurt! O zaman kendi kendime düşündüm, bu hayvanın niyeti nedir acaba? "Karşımda durarak bana bakmaya başladı. Yarım saat kadar durdu. O bana, ben ona baktım. Sonra dönüp çekip gitti. Ben onun halini şöyle değerlendirdim: "Lisan-ı halinden diyordu ki, bu kadar yanında durdum. Bana bir ikramda bulunmadın. Ben de sana minnet etmiyorum. İşte gidiyorum. Rezzak-ı Hakikinin sofrasında rızkımı arayacağım.' "Üstad bu hâdiseyi anlattı ve devamla:

"Halbuki görüyorsun ki, elimizde hiçbir silâhımız yoktur. Eğer bu hayvanlar başıboş olsalar, irade-i İlâhiye haricinde bulunsalar, hepimizi burada parçalayıp dağıtırlar." "Bir sofi gelmişti" "Talebe arkadaşlarla birlikte bu yeni odamızda, günlerimiz Üstad'ımız yanında mes'ut bir şekilde geçiyordu. Sonraki günlerde Van Müftüsü Şeyh Masum Efendi, Üstadı Van'a götürmek için geldi, çok ısrar etti. Fakat Üstad, Erek'ten ayrılmadı. "Odacıkta bir müddet kaldıktan sonra, aşağıya indik. Zernabad'ın başında eski bir manastır harabesi vardı, orada kalmaya başladık. "Üstad bir gün çimenlerin üzerine seccadesini sermiş, tesbihatını yapıyordu. Biz de talebe arkadaşlarla odun kesiyorduk. Akşam üzeriydi. Üstad bizi yanına çağırdı. Gittiğimizde yanında bir sofi vardı. O gelen sofi Üstaddan bir keşif ve keramet bekliyordu. Halbuki biz Üstaddan böyle bir şey beklemezdik. "Üstad, sofinin kalkıp evine gitmesini istiyordu. 'Evinde çocukların seni bekliyor' dedi. Fakat sofi gitmek

istemiyordu. Bu defa Üstad ona: "Senin kalbini okumamı istiyorsun? Said nasıl bir şeyhtir diye düşünüyorsun. Kerametleri nasıldır, diye keramet bekliyorsun. Buraya kadar kalkıp, bunlar için gelmişsin. Halbuki ben şeyh değilim, hocayım. Yalnız sizden biraz fazla okumuşum' diyerek Üstad tevazu gösteriyordu. "Yani Üstad sofiye ders vermeye devam ediyordu: "Ben talebelerimle birlikte Cenab-ı Hakkın kapısını çalıyorum. Ne zaman açılırsa, birlikte gideriz. Haydi kalk git, diye adamın gitmesini istedi. "Adam gidince: "Adam buraya bizimle birlikte namaz kılıp, dua etmeye gelmişti. Niçin müsaade etmediniz?' diye Üstada sordum. "Üstad bunun üzerine buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz? Bazı insanlar vardır ki yanıma geldikleri zaman boynuma binmiş, ayakları ile kalbimi sıkıyor ve nefesimi daraltıyor. Bir şey yapamıyorum. Bazı insanlar da vardır, sizin gibi, yek vücud oluyorum. Burada başka insan yok, yalnız kendi vücudum gibi hissediyorum. Onun için itiraz etmeyin, o adamı göndermeye mecbur kaldım.' *** "Molla Resûl, Üstad'la çok samimi olurdu. Üstadın

daima beni yanında bulundurmasına bir gün itiraz etti. "Sizin işinize aklımız ermiyor. Eğer şeyh istersen buralarda çok, yakında Arvasiler vardır. Hoca istiyorsan işte bizler varız. Bunu ne yapacaksın ki, daima çağırıyorsun?' Üstad cevaben: "Ne yapalım, molla Hamid benim kapıcımdır. O gelmeden ben bir şey yapamıyorum' Molla Resûl: 'Peki' diyerek sesini çıkarmadı. "Ben doğrusu Üstaddan bir keramet, bir keşif gibi şeyler beklemiyordum. Samimi ve safiyane hizmet ediyordum. Üstad da herhalde böyle olunca sıkılmıyor ve bu sebepten beni seviyordu." "Her şeyin hayırlısı, hayırsızı olur" "Bana bir gün dua etmişti. Ben de kendisine karşı bir serzenişte bulundum. 'Benim istediğim duayı siz yapmıyorsunuz' dedim. Nasıl bir dua istediğimi sordu. Ben de okuduklarımı anlamak ve ezberime almak için, ilim sahibi olmam için duasını talep ettim. "Âlim mi olacaksın?' dedi. Ben de 'Evet' deyince: "Peki senin hakkında ilmin hayırlı olduğunu biliyor musun?' dedi. Ben de cevaben: "Peygamberimizin, farzlardan sonra, en iyi amelin ilim

olduğunu buyurduğunu söyledim. 'Hayırsız ilim de olur mu?' dedim. "Üstad her şeyin hayırlısı ve hayırsızı olduğunu söyledi. "Seferberlikten (Birinci Cihan Savaşı) önce ilmine gururlanıp da dalalete giden birisinin acı halini anlattı. Bana dönüp tekrar: "Sen, hakkında hayırlısını iste kardeşim' diye buyurdu." "Tesbihat namazın tohumu hükmündedir" "Arkasında kıldığım namazlardan çok zevk alırdım. Namaza duruşu bir mehabet ve haşyet verirdi insana. Namazdan sonra tesbihat hakkında şu dersi vermişti bize: "Namazın sonunda tesbihat, çekirdekleri hükmündedir.'

namazın

tohumu,

"Hazin bir sada ile bizden çok ağır tesbihat yapardı. 'Sübhanallah' derken, çok içten ve yavaş bir şekilde duyardık sesini. Çok namaz kılan hocaları görmüşümdür. Fakat böyle hazin ve huşu içinde kılana rastlamadım. "Lailahe illallah' diye tesbihata başladığı zaman, eğer yanında bir tarikat ehli olsa cezbeye gelirdi. Sesi top güllesi gibi tok çıkıyordu."

"Hoca kisvesine girmiyordu" "Cumhuriyetin ilk seneleriydi. Henüz sarıklar yasaklanmamıştı. Van'da hocalar hep sarık sararlardı. Fakat Üstad sarık sarmıyordu. Ayrıca cübbe de giymiyordu. Hoca kisvesine girmiyordu. Bir gün talebe arkadaşlardan birisi kendisine: "Herkes sizi hoca bilmiyor, hoca kisvesine niçin girmiyorsunuz? Niçin sarık sarıp cübbe giymiyorsunuz?' demişti. "Üstad o arkadaşa: "İmam-ı Azam gibi zatların giydiği ilmî kisveyi ben nasıl giyeyim? Onların kıyafetine ben nasıl girebilirim?' diye cevap verdi. Çok mütevazi idi. Bu sebepten ben de kendisini ilk defa Nurşin Camiinde gördüğümde hoca olup olmadığını bilememiştim. "Nurlar içinde kalmışım" "Nurşin Camii deyince hatırladım: Camide kaldığımız günlerde oturduğu odada bana hitaben: "Molla Hamid, bak ben Nurlar içinde kalmışım' deyince ben anlayamadım. "Bu defa Üstad anlatmaya devam etti.

"Doğduğum köy Nurs, annemin ismi Nuriye, hocam Nuri, kaldığım cami Nurşin, bak duvarda Osman-ı Zinnureyn yazılı' diye duvarda asılı duran levhayı tebessüm ederek gösterdi." "Rızkını sen mi veriyorsun?" "Hayvanlara, canlı varlıklara karşı şefkati, merhameti saymakla bitmez. Bu hususta çok hatıralarımız vardır. "Bir gün talebelere 'Ben tesbihatımla meşgul olacağım, siz gidip gezin' demişti. "Bu gezinti sırasında bir taşın üstünde, bir kertenkeleyi öldürmüştüm. Dönüşte Üstad ne yaptığımızı, nerelere gittiğimizi sordu. Ben de gezdiğimiz yerleri anlattım. Sonra da bir kertenkeleyi öldürdüğümü söyleyince, Üstad çok üzüldü. Bana: "Evini harap etmişsin!' dedi. Ben de 'Bizde yedi kertenkele öldürmenin bir hac sevabı kazanacağını söylerler' dedim. Bu defa Üstad: 'Otur da konuşalım, kim haklı, kim haksız?' "O hayvan sana taarruz etti mi?' "Hayır.' "O hayvanın rızkını sen mi veriyorsun?' " Hayır.'

"Sen mi yarattın?' "Hayır.' "Bu hayvanların niçin vazifelerini biliyor musun?'

yaratıldıklarını,

yani

fıtrî

"..........' "Bu hayvanı yaratan Hâlık senin öldürmen için mi yaratmış? Sana kim dedi öldür? Bu hayvanların yaratılışında binlerle hikmet var. Bu hikmetler saymakla bitmez. Onu öldürmekle hata etmişsin!' diye bana orada ders verdi." "Biz hain değiliz" "Erek'te kaldığımız günlerde, Cuma namazları için beraber şehre inerdik. Yine böyle bir Cuma günü şehre namaza gitmiş, geliyorduk. Yolda kocaman köpekler dağdan inerek geliyorlardı. Ben köpeklere taş atmak için, yerden taş toplamaya başladım. Üstad 'Ne yapıyorsun?' diye bana hitap etti. Ben de 'Efendim dağdan gelen köpekleri görmüyor musun? Kendimizi müdafaa etmeyelim mi?' dedim. "Üstad gülerek 'Ayıp ... ayıp, at o taşları yere' dedi. Ben de taşları yere attım. Ne olacak diye bekliyordum. "Üstad elindeki şemsiyeyi köpeklere doğru uzattı. 'Biz hain değiliz, yolcuyuz!' deyince köpekler oldukları yerde

durdular, hücumu ve havlamayı terk ettiler. Biz de oradan geçerek yolumuza devam ettik. "Şecaatli ol, korkma" "Yine köpeklerle ilgili latif bir hatıram daha vardır: "Dağda, Üstad'ın ziyaretine birkaç misafir gelmişti. Akşam misafirler bizde Üstad'ın misafiri olarak kalacaklardı. Üstad etraftaki yakın köylerden yatak getirmemi söyledi. Ben, yatak getirmeye gidecektim, fakat korkuyordum. Yolda yırtıcı hayvanların hücumuna uğrarsam ne yapabilirim diye düşünüyordum. Dışarı çıkıp söğüt ağacından bir dal keserek sopa yaptım. Dalı keserken Üstad dışarı çıktı. 'Sen hâlâ gitmedin mi?' diye sordu. Ben de yırtıcı hayvanlara karşı bir sopa yaptığımı söyleyince, yine tebessüm ederek: "Ayıptır ayıptır, neden korkuyorsun? Taş var, sopar var, hâlâ korkuyorsun. Köpekler sana bir şey yapmaz' dedi. "Ben bunun üzerine oradan ayrıldım. Elimdeki sopayı da attım. Köye doğru yola çıktım. "Köyün yakınlarında bir sürünün etrafında köpekler dolaşıyordu. Geçeceğim yolun üzerinde de kocaman bir köpek yatmış bekliyordu. Görünmeden geçmenin imkânı yoktu. Diğer köpekler de koyunların etrafında geziyorlardı. Köpeğe yaklaşınca hayvan ayağa kalktı, şöyle bir gerindi, sonra yoldan aşağıya inerek, âdeta bana yol verdi. Çoban

yukarıdan bakıyordu. Geçip köye gittim. Köyün girişinde ellerinde sopa olan bir kaç genç ve ihtiyar adam gördüm. "Onlar bana nereden geldiğimi sordular. Söyleyince, bayırda sürüyü ve köpekleri nasıl geçtiğimi sordular. Ben de olduğu gibi anlattım. Onlar 'Biz üç dört kişi sopalı olarak sürüye yaklaşamıyoruz. Köpeklere koyun sütü içiriyorlar, kurtlara karşı müdafaa için... sana nasıl yol verdiler?' diye hayretlerini söylediler. "Seyda'ya inanmayanın (yani velayetine inanmayanın) imanı var mıdır?' diye konuşmaya başladılar. (Onlar Üstad'a Seyda diyorlardı.) "Sonra yatakları alarak tekrar döndüm. Üstad beni karşıladı. Yolda köpeklerin hücum edip etmediklerini sordu. "Ben de hücum etmediklerini söyleyince, yine Üstad: "Şecaatli ol korkma!' diye bana cesaret dersi verdi." "Hayvanların yuvasını dağıtmayın" "Erek Dağında havalar iyice soğuyana kadar kalmıştık. Artık neredeyse kar yağmaya başlayacaktı. Kaldığımız yer bayırdı. Bayıra pencere gibi bir yer açarak, oraya bir oda yapmamızı istedi. "Bayırın yamacında Üstad'ın istediği odayı yapıyorduk.

Kazarken karınca yuvası çıktı. Üstad karınca yuvasını gördü. Orayı kazmamızı istemedi. Sebebini sorduğumuzda: "Bir ev yıkıp, bir ev yapmak olur mu?' diye cevap verdi. 'Bu hayvanların yuvasını dağıtmayın, başka yeri kazın' diye emretti. "Biz başka tarafı kazmaya başladık. Oradan da karınca yuvası çıktı. Böylece üç yer değiştirdik. Bana yardım eden bir talebe arkadaş daha vardı. O, 'Böyle olur mu hiç?' diye bana sordu. Üstad gelir gelmez karıncaların üzerine toprak atalım. Yok, eğer böyle giderse biz akşama kadar, bu odayı yapamayız' diyordu. Orada hemen hemen karıncasız yer yoktu. Nihayet orada güzel bir odacık yaptık. "Üstad karınca yuvalarının yanına gelince, ekmek, bulgur ve şeker koyardı. "Kendilerine zaman:

şekeri

niçin

koyduğunu

söylediğimiz

"Bu da onların çayı olsun' diye gülerek cevap verirdi. Mübarek Üstad bütün hayvanlara, bütün varlıklara karşı çok şefkatliydi. Bir karıncayı bile incitmek istemezdi." "Vaktini hiç boş geçirmiyordu" "Zernabad suyu başında, eskiden çok sık ağaçlık vardı. Ağaçlar budanmamış olduğundan dallar birbirine girmişti. Dalların üzerine Üstad'ın çıkıp oturacağı bir köşk

yapmıştık. Biz talebeler aşağıda kalıyorduk. Üstad akşamları da, ağaçtaki yerinde kalıyordu. Ben şahid olduğum kadarıyla, hiç boş vaktini görmüyordum. Daima bir işle meşgul oluyordu. Ya okuyor, ya dua ediyor, ya namaz kılıyor, mutlaka bir meşguliyeti oluyordu. Yalnız misafirler geldiği zaman onlarla sohbet edip, alâkadar oluyordu. "Gelen misafirlere köylerinde cami olup olmadığını, hocalarının hangi dersi okuttuğunu soruyordu. Gelen misafirler, eğer 'Hocamız yok, camimiz yok' derlerse, çok üzülürdü. 'Siz camisiz, hocasız yerde nasıl duruyorsunuz?' derdi. "Gıybet ve yalandan çok hiddet ederdi. Katiyyen kimseyi gıybet ettirmezdi. "Kabrinde boncuk diziyor" "Bana talebe arkadaşlardan Molla Resûl anlatmıştı: Talebeleriyle birlikte bir gün mezarlıktan geçerken, Üstad talebelerine yola devam etmelerini, kendisinin biraz orada kalacağını söylemiş. Talebeler gidince, yanında sadece Molla Resûl kalmış. Haliyle Molla Resûl yaşlı olduğu için Onun yanında kalmasına bir şey dememiş. Bir kabrin başında bir müddet kalmış. Aradan yarım saat kadar bir vakit geçmiş, sonra yoluna devam etmiş. Bu defa Molla

Resûl Allah'a kasem ederek, Üstad'ın o kabrin başında niçin durduğunu sormuş. "Çok ısrar edince Üstad neden durduğunu kendisine şu şekilde anlatmış: "Saliha bir kadının mezarının yanından geçiyordum. Bu kadın hayatta iken ziynete, süse ve boncuğa biraz düşkünmüş. Dünyada iken gerdanlığı kırılmış, onu ipe dizerken vefat etmiş. Kabrinde de hâlâ boncuk dizmekle meşgul. İhtimal ki kıyamete kadar da onunla meşgul olacak. "Kıyamet koptuğunda ne kadar çabuk kıyamet koptu. Daha boncuğumu dizip bitiremedim diyecek... Ben bunun için durup Cenab-ı Hakkın azametini seyrediyorum." "Midenin üç hakkı var" "Üstad'dan ders alan hocalar, kendi geçimlerini temin etmek ve başkalarına yük olmamak için, bir teneke bulgur ve biraz da yağ getirmişlerdi. "Annem yetmiş yaşlarındaydı. Yemeğimizi o pişirirdi. Üstad bir gün bulgurları eve götürmemi istedi. Sabahları çay, peynir, akşamları ise bulgurlu çorba veya pilav yaptırarak günlerimizi geçiriyorduk. "Annemin yaptığı çorba ve pilavları alıp getiriyordum. Üstad yemek yerken herkesin ekmeğini ayırır, taksim

ederdi. Ekmek bana az geliyordu. Sofradan altı talebe bir de Üstad yedi kişi oluyorduk. Bazan misafirlerimiz de gelirdi. Üstad bana şefkat ettiğinden cesaret alarak, ekmeğin az olduğunu söyledim. Evde çok buğday olduğunu, getirip bol bol yiyebileceğimizi ifade ettim. "Üstad tebessüm ederek: "Kardeşim ben azlığı için, olmadığı için böyle yapmıyorum. Siz midenizi neye benzetiyorsunuz? Midenin üç hakkı, üç hissesi vardır. Sadece birisi yemek içindir. "Eğer böyle yapmaz da ölçüsüz doldurursanız, beş davarlık bir ahıra, onbeş davar doldurmaya benzer.' Üstad bu misalle bize ders verdi." "Biz de Allah'tan korkuyoruz ama..." "Gerek Erek'te, gerekse Nurşin Camiinde iki senemiz bu şekilde lâtif ve tatlı hatıralarla geçti. "Üstad daima ibadet ve münacatla meşgul olurken, saatlerce diz üstüne otururdu. Böyle oturmaktan, ayağının parmağı yara olmuştu. Molla Resûl'e parmağını göstererek bir merhem sürmek istediğini söyledi. Bu esnada Molla Resûl ateş yakmakla meşguldü. "Üstad'a cevaben: "Biz de Allah'tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan ayağın yara olmayacaktı!"

Üstad: "Molla Resûl! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dava edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya' dedi. "Molla Resûl ise, 'Merhem sürelim, belki iyi olur' dedi." "O günleri hiç unutamıyorum" "Üstad'la geçen günlerimi hiç unutamıyorum. "Üstad Van'dan ayrıldıktan sonra yirmi altı sene görmedim. Hasret ateşi içimi yakıyordu. "Eskişehir'e, Kastamonu'ya görmeye gittim. Fakat göremedim, görüştürmediler. Karakollarda falakaya çekildim. "Ama her şeye rağmen Üstad'ı görmek, elini öpmek, hasret gidermek istiyordum. "Sonra Ağabeyim Abdullah Ekinci elime bir vesika verdi. Afyon emniyetine hitaben yazmıştı: 'Bu gelen benim kardeşimdir, hocasını ziyaret edecek, müsaade edin ziyaret etsin!' "Bu vesika sayesinde rahatlıkla Emirdağ'a gidip Üstad'ı ziyaret ettim."

İSMAİL PERİHANOĞLU 1910 yılında Van'da doğdu. Bediüzzaman'ın eski talebelerindendir. 1935'de Eskişehir dâvasında gayr-i mevkuf muhakeme olundu. İsmail Perihanoğlu, aslen Buharalı bir aileye mensup, 1326 yani 1910 yılında Van'da dünyaya gelmiş. Müdafaa-i Hukuk kurulmasından önce Van'da belediye reisliği ve daha sonra müftülük yapmış. Bediüzzaman'ın eski talebelerinden ve 1935'de Eskişehir maznunlarından.. Evinde defalarca ziyaret ettiğimiz, misafirperver, Şark'ın asaletini taşıyan İsmail Perihanoğlu, Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını, heyecan ve sevinç gözyaşları içinde anlatıyordu. Uzun zamandır evinden dışarıya çıkmıyordu. Kimselerle görüşmüyordu. Dışarı çıksa bile camiye, cemaate çıkıyordu. Hatıralarına şöyle başladı: "Nurşin Camiinde Üstad'dan ders aldık" Hazret-i Üstad Said Nursî'yi 15-16 yaşlarında iken van'ın Nurşin Camiinde gördüm. Kopanisli Molla Yusuf,

Çermikli Molla Yusuf, Molla Resül ve Molla Hamid'le beraber Üstad'dan Nurşin Camiinde ders aldık. Babam Abdülmecid Efendi de âlim ve fazıl bir zattı. O da Üstad'dan ders almıştı. Beraber sohbet eder, beraberce gezerlerdi. Sık sık bizim eve gelirlerdi. Geceleri geç vakte kadar o zamanın meşhur âlimleri ile sohbetler yaparlardı.' Ah o günler nerelerde kaldı diye gözleri yaşaran Perihanoğlu şu mısraları okuyordu. Kevkeb-i vaktin gören seyyareler ağlar bana Öyle bir biçareyim ki, biçareler ağlar bana Sineye daru'ş-şifadır sanmayın gök gürlüyor Bu yağan yağmur değil, âsuman ağlar bana.' *** Yine birgün bizim evde bir gece sohbet vardı. Bu sohbette Hazret-i Üstad, Şeyh Masum Efendi, Şeyh Enver, Şeyh Hasan, Molla Resül, Molla Zahir, babam Abdülmecid ve Fakı Haydar Efendiler vardı. Ben o gün hem çay dağıtıyordum, hem de kulak misafiri oluyordum. Üstad konuşmaya başlayınca bütün bu zatlar pürdikkat dinliyorlardı. On dörtlük bir lambamız vardı. Seyda, konuşurken, 'Bu lambayı kısın' derdi. Babam da benden çeşitli kitaplar ister, 'Bunlar Üstad'ın sözlerini anlamıyorlar sonra da kalkıp bütün bu kitapları karıştırıyorlar' diyordu.

"Burası şehitler yatağıdır" Yine bir gün Molla Resûl, Kopanisli Molla Yusuf ve ben, Üstad Hazretleriyle birlikte Zeve'ye gittik. Rus Ermeni mezaliminde Zeve halkı tamamen şehit edilmişti. Van'a otuz kilometre mesafedeydi. Üstad ayakta durarak buyurdu ki: Burası şehitler yatağıdır. Kardeşim Molla Ahmed-i Cano da burada yatıyor' dedi. Gözyaşlarını tutamayarak hazin hazin ağladı. Molla Ahmed-i okumuşlar.

Cano

Hazret-i

Üstad'la

beraber

"Daha sonra Üstad bir Mektup'ta bahsi geçen hayat mertebelerini bize ders olarak verdi. Biz de bu dersi yazıp çoğaltmıştık." "Üstad çok ibadet ederdi" Üstad Bediüzzaman, çok ibadet ederdi. İbadetini yüksek yerlerde yapmayı tercih ederdi. Onun unutmadığım bir ibadet haline, Nurşin Camiinde rastlamıştım. Camiin damına çıkmış, seccadenin üzerinde tefekkür ve tesbihe dalmıştı. Yine bir başka gün, Üstad ve diğer talebeleriyle birlikte Van Kalesine gitmiştik.Yine kendisi en yüksek bir tepeye çıkarak seccadesini oraya serdi. Van Kalesinde çeşitli dersler ve sohbetler yaptı. Horhor

medresesine bakarak anlatıyordu. Horhor'daki medresesini çok seviyordu. Birinci Cihan Harbinde Ruslar orayı da yakıp yıkmışlardı. Burada bize kıyamet alâmetlerinden bahsetti. Van Gölüne bakarak, Yunus Aleyhisselâmın balığın karnındaki vaziyetine benzetti. Bu bahsin akabinde 'Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minezzalimîn' duasını üç yüz veya dört yüz defa beraberce okuduk. Erek Dağında kaldığı günlerde babam, annemin yaptığı ev helvasını benimle dağa Üstad'a gönderdi. Hazret-i Üstad ev helvasını çok severdi. Önce Çoravanis'e, daha sonra ise Erek Dağına doğru gidiyordum. Üstad'ın çilehanesine yaklaştığımda tepenin başında bir kurtla karşılaştım. Çok korktum. İleride Üstad, çilehanenin kapısına çıkmış, bana bakıyordu. Benim korkum gitti, kurt da kayboldu. "Benim dilim onu anlatmaktan çok acizdir" Hazret-i Üstad'ın hayatı bir kerametler denizi gibidir, ben size hangi birini sayayım. O Allah'ın lûtfuna, keremine, hıfzına mazhar olmuş bir zattı. Benim dilim Onu anlatmaktan çok acizdir. Yanında ve hizmetinde bulunduğumuz zamanlar, dünyayı unuturduk, sanki bir başka âlemde yaşardık. Şimdi ancak eserleri Nurları okumakla, hatıralarını yâd etmekle hasret ateşini bir parça söndürüyoruz.. Eserlerinden bahsedince, unutamadığım bir hâdiseyi

anlatayım: Bir vakitler vergi dairesi kontrol memuru idim. Bizim dükkân o zaman kıraathaneydi. Bir gün tevafuken oraya gitmiştim. Arkadaşlara Nurlardan bahsediyordum. Baktım içeriye o zamanlar tanıdığım bir mübaşir girdi. Elinde de bir kitap vardı. Bana hitaben: İsmail Efendi, bu kitabı yolda buldum, siz okur musunuz?' diye kitabı bana uzattı. Kitabı alıp baktığımda hayretler içinde kaldım. Eser, Üstad'ın Nokta Risalesi'ydi. Sanki insan eli değmemiş gibi yepyeni bir kitap. En ufak bir leke ve örselenme yoktu kitapta. Bende Üstad'ın bir çok eserleri olmakla birlikte Nokta Risalesi yoktu. "Bu hâdiseyi ve hatırayı hâlâ düşünürüm, Van nere, Emirdağ nere?" "Eskişehir'de mahkemeye verilmiştik" 1934 senesinde Üstad Hazretleriyle birlikte 120 Nur Talebesi Eskişehir'de mahkemeye verildik. Benim mahkemem gayr-i mevkuf olarak devam etti. Beş altı ay açıkta kaldım. Daha sonra yine daireye girdim. Daha sonraki yıllarda Barla'ya Üstad'ın yanına ziyarete gidip, yanında iki gün kaldım. Bana: İnsanlarla fazla münasebet, iflas alâmetidir. Onun için buralarda fazla kişilerle görüşmüyorum' dedi. "Üstad, Şark umumî vaizliğini kabul etmedi"

Yine hatırımda olan aziz hatıralardan biri de şu: Şeyh Sünusî gibi Üstad'ın Şark'a umumî vaiz olması için Van'a tayin emri geldi. Bin iki yüz kuruş da maaş tesbit etmişlerdi. Başta babam olarak bir çok zatlar rica ve ısrar ettilerse de, Hazret-i Üstad bu vazifeyi kabul etmedi. Hatta, 'Siz maaşı almazsınız da üç - beş talebenize verirsiniz' dediler, yine kabul etmedi. "Harama bakmamak ve kimsenin de kendisine nazar etmemesi için şemsiye taşırdı" Ekseri zamanlarda bir şemsiyesi vardı, onu yanından eksik etmezdi. Harama bakmamak ve kimsenin de kendisine nazar etmemesi için... Süratle yürüyüp giderdi, arkasından yetişmek çok zordu. O zamanlar bize şunları söyledi: Cenab-ı Hakk'a iltica edin... fena şeyler olacak...' Bizler, açıklamasını isterdik, 'Şimdi müsaade yoktur' diye cevap verirdi. "Üstad'ı Van'dan alıp götürdüler" Çok kısa zaman sonra gördük, Hazret-i üstadı göz yaşları içinde Van'dan, Erek'ten ve bizlerden ayırıp, alıp götürdüler. Şeyh Masum, Şeyh Hasan ve diğer zatlarla birlikte gittiler. Aylarca arkalarından matem tuttuk. Bütün ailece hasta

olduk. Çok sonraları Üstad'dan, Barla'dan haber alabildik. Üzüntü ve elemlerimiz Üstad'ın gönderdiği mektuplarla, Risale-i Nurlarla telafi oldu. Gönderdiği eserleri el yazılarıyla çoğaltıp, etrafa dağıtmaya başladık. "Nur içinde esirgemesin.."

yatsın,

bizden

manevî

himmetlerini

İsmail Perihanoğlu, Üstad Bediüzzaman'la alâkalı hatıralarını, dostumuz Halil Uslu'ya böylece not ettirmiş. Kendilerine ve arkadaşımıza ebedî şükran ve minnetler..

MOLLA RESUL Bediüzzaman 1922 senesinden sonra üç yıl kadar Van'da kalmıştır. Bu yıllarda onun menzilleri Nurşin Camii, kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un evi, Erek dağı ve Çoravanis (Kavuncu) köyleri olmuştu. Molla Hamid Ekinci'nin hatıratında geçen Molla Resül, yakın talebelerindendi. Molla Resül-ü Gavrî, aslen Siirt'in Garzen mıntıkasındandı. Âlim bir zat olan Molla Resül, birkaç yaş da Bediüzzaman'dan büyüktü. 1872'de doğmuş ve 1952'de vefat etmişti. Nur'un İlk Kapısı isimli eser, Risale-i Nur külliyatından evvel yazılmıştır. Tespitlerimize göre, eseri Bediüzzaman Van'da iken yazmaya başlamış ve Burdur'da tamamlamıştır. Kupürünü gördüğümüz kısım Nur'un İlk Kapısı'nın "On Dördüncü Ders" inin Lem'alar ve Reşhalar kısmından sonra gelen ve "Ey birader" diye başlayan kısımdır. Yazı Molla Resul-ü Gavrî'nin el yazısıdır. Elimizdeki yazı Nur'un İlk Kapısı'nın parçası, Molla Resul'ün kaleminin yadigârı olduğuna göre, Molla Resül de Van ve Erek talebesi ve dostu olunca, Nur'un İlk kapısı

Van'da, Erek'te yazılmaya başlanmıştır, diyebiliriz..

H.MÜNİR BAKAN 1892'de Erzurum'un Pasinler kazasının Korucuk köyünde doğdu. Bediüzzaman'ın Van'dan alınıp, Batı Anadolu'ya sürgün olarak gönderildiği zamanla alâkalı hatıraları bulunmaktadır. Üstadın Batı Anadolu’ya nefyi Bediüzzaman Hazretleri 1925'te, Pasinler'in Korucuk köyüne teşrif etmişlerdi. Biz gelenleri tanımıyorduk. Meğer bu kafile Kürdistan'dan Batı Anadolu'ya sevkiyat olarak geliyormuş. Bu kafilede şeyhler, ağalar ve seyyidler ile Bediüzzaman Hazretleri de vardı. Kendisi ince, narin boylu, sarımtırak saçlı idi. Gözleri ışık kaynağı gibi parlıyordu. Sakalı yoktu. Başında sarığı vardı. Ben bilmediğim için önce Kadirî zannetmiştim. Bizim köyde iki gün kalmışlardı. O yıl kış çok şiddetliydi. Kendisini kimseyle görüştürmüyorlardı. Biz de ziyaret etmeye çekiniyorduk. Kafilenin başındaki yüzbaşı, 'Gelin, bu zatı ziyaret edin. Bu zatın Türkiye'de emsali yoktur. Lâkabı Bediüzzaman'dır. İsmi, Said Kürdî'dir' derdi. O sırada mübarek Ramazan ayı idi. Bizler orada, kendilerine elbise gibi hususlarda yardım

etmek istiyorduk. Kendileri ise çok derinden düşünerek, 'Kardeşim, bana dua edin, bu hususu sonra düşünürüz' diye buyurdu. Sonra yine kahveye geldiğimde, içeride Van müftüsü vardı. Ona dedim: 'Ben Şeyh Hazretlerini görmek istiyorum.' Kahvenin içinde küçük oda gibi bir yer vardı. Orada kıbleye dönmüş, okuyordu. Mübareğin öyle lâhutî bir sedâsı vardı ki, bu ses kara taşı bile delerdi. 'Şeyhim' dedim, 'çamaşırlarınızı almaya geldim.' Dedi: 'Kardaşım, bu kış günü çamaşırlar kurur mu? Bu iş zahmetli bir iştir.' Ben de 'Hiç olmazsa bir çorabınızı veya mendilinizi verin, size hizmet etmek istiyoruz' dedim. Bana dönerek, 'Hepsini kabul ettim' dedi. Ben hemen ayakkabılarımı çıkarıp, yanına diz çökerek oturdum. Dedi: 'Sen burada üşürsün.' Ben de, 'Bundan iyi ne var?' diye cevap verdim. "Namazın hesabını Allah benden sorar" Birkaç satır okumaya başladı. Ben de 'Acaba okuduğu nedir?' diye düşündüm. Sonra bana dönerek, 'Bu bir münacattır. Bu münacatı okuyorum. Milletin başından büyük bir belâyı defedecek. Çünkü kopan bu felâket Cehenneme denk bir ateştir. Bu Hazret-i Hüseyin Efendimizin evradıdır. Bu Zeynel Âbidin Hazretlerinden rivayet edilmiştir, bu duayı okuyorum. Ben durduğum yerde sen âmin diyeceksin' dedi. Duanın bitmesini bekliyordum. Tekrar bana döndü, 'Sen burada üşürsün' dedi. O sırada bir başçavuş ile zabıt vekili gelip ziyaret ettiler. Sonra kendisine bir çift lâstik ayakkabı getirdim. Eve iftara davet ettim. İftar yaklaşınca sofrayı kurdum.

Allah ne verdiyse bununla iftar edecektik. Kendileri bir kap yoğurt istediler. Elinde bir bohçası vardı, onu açıp yiyecekti. Van Müftüsüne, Üstadın bizim yemekten şüphelenip şüphelenmediğini sordum. 'Rençberin kisbi helâldir' dedim. Biraz pirinç ve sütten yapılmış sütlâç vardı. Dedi: 'Kardaşım, bunu farelerden muhafaza edin, sahurda yiyelim. 'Ben korkuyordum, para verecek diye. Adeta içeceği suyun bile parasını veriyordu. Ayağımda olan yeni bir çift lâstiği gösterip, 'Üstad'ım, ben sizin ayakkabılarınızı giyeyim. Siz de benim bu yeni ayakkabılarımı giyersiniz' dedim. 'Kardeşim' dedi, 'sen namaz kılarsın, ayakların su çeker, namazın hesabını Allah benden sorar.' Yanımızdakilere sordu: 'Bu ayakkabıların fiyatı nedir?' O zamanın parasından çıkarıp vererek ayakkabıları aldı. 'Kardeşim, başımıza gelen bu felâketler geçicidir, korkmayın. Yalnız dikkat edeceğiniz bir nokta var, ondan korkun. Çocuklarınızı okutun, yoksa bu din elinizden tez çıkar' diye bizlere dualar etti. Oradaki vazifeli subaylar devamlı bu konuşmaları notlar halinde yazıyorlardı. Tabiî, bu notları ihlâs için değil, sermaye için tutuyorlardı. Bu sohbetler esnasında yüzbaşı dinin emirlerinin çok sıkı olduğunu, insanı her taraftan kuşattığını söyleyince, Üstad 'Evet' dedi, 'sağa dönüp gıybet, sola dönüp yalan söylenirse elbette böyle olur.' "Bizler on bir kişi sıraya girip, münacatın sonundaki duasını yaptık. Üstad'ın kafiledeki arkadaşları

söylemişlerdi. Van'da Erek dağında kalırken yanına vahşi hayvanlar gelirmiş ancak yabancılar gelince bu hayvanlar dağlara kaçarlarmış. İki - üç gün sonra kendilerini yolcu ettik. Ben peşlerinden biraz fazla yürüdüm. 'Bizimle gelmen daha fazla münasip olmaz, artık geri dön' dedi. Ben de vedalaşıp ayrıldım."

Sürmeneli Onbaşı: ALİ BARAN Karadeniz iklimindeki Sürmene'nin köyünden Ali Baran anlatmaktadır:

Küçükdoğanlı

"Sürgün kafilesinde Bediüzzaman da vardı" Ölen büyük ağabeyimin yerine erken askere gitmiştim. Ben 1325 yani yeni takvime göre 1909 doğumluyum. 1925'lerde Van'ın Erçiş kazasında bir nefer olarak askerliğimi yapmaya başlamıştım. Uzun süren neferlikten sonra, onbaşı, daha sonra da uzman çavuş olarak karakol komutanlığı yaptım. Bediüzzaman'ı menfi olarak sürgüne yollarken ben askerdim. O zamanlar Van'da Hamidiye Alaylarının komutanlarından Kör Hüseyin Paşa ve Emin Paşa'nın oğulları ile beraber Bediüzzaman'ı da sürgüne göndermek için ellerine kelepçe vurmuşlardı. O zamanlarda Bediüzzaman'a Gevaşlı Cemal Bey kendisini saklayarak sahiplik ediyordu. Onu destekliyor ve

ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Fakat bu sahiplik ve himayesini gizliden gizliye yapıyordu. O korkulu günlerde bu sahipliğini açıkça ilân edemezdi. Biz haftada üç-beş kafileyi Erciş karakolundan Tatvan karakoluna getiriyorduk. Getirdiğimiz bu sürgünler grubunda Bediüzzaman da vardı. İnce ve uzun boya yakın, buğday benizli, keskin bakışlı, nurlu bir insandı. Bizler de kendilerini çok hürmetkâr bir şekilde Tatvan karakoluna teslim etmiştik. Daha sonraları bu zatın büyük İslami hizmetlerini duymuştum. Kendilerini Isparta'ya sürgün etmişlerdi. Mevsim bahara yakındı. O günlerde, tanınmış kimseler hep Bediüzzaman'a büyük hürmet ediyorlardı. Erciş Beyi İdris Bey, Bediüzzaman'a vurulan kelepçeleri çözdürmüştü. Benim yaptığım hizmetleri komutanlarım çok takdir etmişlerdi. Beni takdir eder mahiyette size fotokopisini verdiğim bonservis vermişlerdi. Sürgün işlerini yaparken başkalarında olan telaş, korku ve heyecan Bediüzzaman'da yoktu. Gayet sakin, mutedil ve sanki gideceği yeri bilen bir yolcu gibi bekliyordu. Çok heybetli bir hali ve duruşu vardı. Gözleri ışıltılar halinde parlıyordu. "Bu büyük insan hayatımda büyük ve unutulmaz tesirler bıraktı. Allah mekânını Cennet eylesin."

MUSTAFA AĞRALI Mustafa Ağralı, Çaykara kazasının Eğridere köyünde 1319'da (1903) doğmuş. 1925 yılında askere alınan Ağralı, kendi ifadesiyle Cumhuriyet tarihinin ilk askerlerinden olarak 18 ay askerlik yapmış. Üstadın sürgün edilmesi Şarktaki isyanlardan sonra, Van'da tanınmış şeyhler, ağalar ve nüfuzlu kimseleri toplamaya başlıyorlar. Şahidimiz Ağralı'nın anlattığına göre; hocalar, müftüler, sarıklılar aileleriyle, çoluk çocuklarıyla beraber toplattırılıp bir müddet Van'da nezarette bulunduruluyorlar, daha sonra da, Batı Anadolu’ya sevk ediliyorlar. Bediüzzaman da bu sevk edilen kafilenin başında bulunuyor. Bir jandarma olarak bu sürgün hâdisesinde vazife alan Mustafa Ağralı, şahid olduğu hâdiseleri anlatırken diyor ki: Van'da askerlik vazifemi yaparken, Bediüzzaman ismini ve bu ismin şöhretini çok duyuyordum. Herkes bu zattan bahsediyordu. Ben de bu sebepten dolayı şiddetli bir arzu

ile Bediüzzaman'ı görmek istiyordum. "Sürgün günü benim de bu sevk edilen kafilelerde vazife almam, Bediüzzaman'la görüşebilmem için iyi bir şans ve fırsat olmuştu." Hattâ hareket günü Van'da kalma ihtimali belirince, hemşehrisi Üsteğmen Saim Beyden gidecek kafilede kendisinin de bulunma isteğini, komutanı reddetmiyor, Ağralı da böylece kafileye nezaretçi olarak katılıyor. Bediüzzaman'ın Erek Dağındaki kaldığı ikametgâhından alınarak Van'a getirildiğini söyleyen Ağralı, "Van'da on beş - yirmi gün kadar kaldıktan sonra Erciş'e sevk ettiler" diyor. Ağralı'nın ağzından dinlemeye devam edelim, bu yolculuğu: "Bediüzzaman'ı arıyorum" Mevsim kıştı, her tarafta kar vardı. Kafileler, yetmiş seksen civarındaki kızaklarla hareket etti. Kızakları at ve öküzler çekiyorlardı. Hareketten önce ben namaz hazırlığı için abdest aldım. Komutan beni Bediüzzaman'ın kızağına verdi. Fakat ben, Bediüzzaman'ı hiç tanımıyordum. O zamana kadar görmemiştim. Diğer kızaklar yük ve insanlarla dolu olmasına rağmen, Bediüzzaman'ın kızağında hiç bir şey yoktu. O tek başına idi. Kendisine hususi muamele yapılıyordu. Başına dallı yazma tabir edilen beyaz tülbentten, bükülmüş, uzun bir sarık sarmıştı.

Gür, siyah bıyıkları vardı, sakalı yoktu. Kızağa gelip bindim. Ama hâlâ onun meşhur Molla Sait olduğunu bilmiyordum" diyen Ağralı, acaba nerede diye merak ediyordu. Acaba hangisi olabilir?" diye devamlı göz gezdiriyor, hep sakallı, cübbeli hoca kıyafetinde birisini arıyordu. Hareket ettiklerinde, iki tane hoca gördüğünde, "Acaba bunlardan birisi mi?" diye bakıyor. Kızaktaki tek zatın Kürt alay komutanı, paşası, aşiret reisi olup da bana ne, diye düşünüyor. Geriden ikinci kızaktaki iki zattan birisinin Meşhur Said Kürdî olabileceği kanaatiyle hareket ediyor. Gayesi hep Bediüzzaman'ı görmek. Bu sırada Bediüzzaman, müfreze komutanı Saim Beyi çağırarak Ağralı'yı istiyor. Saim Bey hemen Ağralı'yı gönderiyor. Ağralı diyor ki, "Daha önceleri benim soğukta abdest alıp namaz kıldığımı görmüştü." Kızakta giderlerken Ağralı daha iki hocayı sormadan, Bediüzzaman, ona nereli olduğunu soruyor. "Trabzonlu" deyince neresinden olduğunu soruyor. Ağralı Of'tan olduğunu söylüyor. Bediüzzaman kendisine Hacı Ferşat'ı tanıyıp tanımadığını soruyor. Ağralı da yakından tanıdığını bildiriyor. Of'u ve Ofluları yakînen tanıdığını görünce Ağralı tereddüt ediyor. Bu zatları nereden tanıdığını sorunca Bediüzzaman İstanbul'dan tanıştıklarını ifade ediyor. Bu defa Mustafa Ağralı arkadaki kızakta gelen

hocaların isimlerini soruyor. Bediüzzaman da onların kendisinin kardeşi olduğunu, birisinin Van Müftüsü, diğerinin de Saray kazası müftüsü olduğunu ifade ediyor. "Kundaktaki çocuk gibi masumdur" Daha sonra akşamleyin yol konaklıyorlar. Ağralı diyor ki:

üzerinde

bir köyde

Bütün köylü bizi karşıladı. Komutanımız, 'Nezarettekileri nasıl muhafaza edeceğiz, bunları nasıl yedirip yatıracağız? Evlere dağıtmak olmaz' diye düşünüyordu. 'En iyisi bir ev boşaltır hepsini orada tutar, sabahleyin hareket ederiz' diyordu. Böyle yaptılar. Bölüğü de yerleştirdiler. Ama Kürtler bizi çok iyi karşıladılar. Bölük komutanına dediler ki, 'Yemek kazanı kaynatmayacaksınız. Askeri de biz yedireceğiz. Bunları da bize emanet ediniz. biz bakacağız.' Bölük komutanı bana, 'Bu akşam sen Hoca Efendiyle kalacaksın' dedi. Ben daha hâlâ Onun kim olduğunu bilmiyordum. Ben dedim ki, 'Bir tek kişi, ben nasıl bekleyebilirim?' Komutan da: 'Usulen sen gideceksin oraya, bir şey olmaz. O zat, kundaktaki çocuk gibi masumdur.' O Molla Said Kürdî'dir' dedi. Ben o esnada muradıma ermiştim, aradığımı bulmuştum. O zamandaki ismi Said Kürdî idi. Bizi bir odaya vermişlerdi. Oda küçüktü. Yere ancak iki yatak sığıyordu. Etrafımızda hep köylüler hizmet etmek için dönüp duruyorlardı.

Bütün etrafı sarmışlardı. Öyleki bir işaret bekler gibi halleri vardı. Sanki Bediüzzaman'ın bir işaretini bekliyorlardı. Ama Bediüzzaman'ın katiyyen öyle şeylere müsaadesi yoktu. Bu sebepten onlar bir şey yapmadan duruyorlardı. Akşamleyin kaç çeşit yemek geldi, kendisi hiç yemek yemedi. 'Hastayım' dedi. Bana yememi söyledi. Sonra yatsı namazını kıldık. Sonra bir kat yatak ona serdiler. Bir de kapının yanında bana serdiler. Ben cehaletimden düşünüyordum. Gece tüfeğimi alıp giderse, ben ne yapabilirim? Halbuki Bediüzzaman'da böyle bir niyet ve hal yoktu. Heybetli, celâlli bir vaziyeti vardı. Hocaya benzemiyordu. Böyle şekli çok garipti. Bu haliyle acaba kaçar mı? diye düşünüyordum. Yatmazdan önce bana, 'Sen rahat et, yat uyu' dedi. Ben elbiselerimle yatağa girdim. Kendisi ise yatağı topladı. Bağdaş kurup, yatağa yaslanarak oturdu. Ben yine şaştım, niçin yatmıyor, ne yapacak acaba, diye bakıyordum. Sonra uyumuştum. Bir ara bir tıkırtı duydum ve uyandım. Baktım elinde bir gaz lâmbası, dışarı çıkıp, kar kışta abdest alıp geliyordu. Sonra namaza durdu. Bütün geceyi böyle ibadet ve duayla geçirdi. Bana 'uyandın mı?' dedi. Ben de 'uyandım' dedim. 'Vakit varken, biraz daha yat' dedi. "Biz Şafiyiz, bu sebepten erken kalkarız. Siz Hanefi’siniz, birazdan kılarsınız' dedi. Halbuki değil erken kalkmak, hiç yatmamıştı. Ben artık yatmadım, kalktım. Beraberce namaz kıldık.

Odada soba yanıyordu. Sobada su kaynattı. Yanında bir de ufak zenbil vardı. Zenbilden demlik çıkardı, içinde bir yumurta kaynattı. Van'dan çıkalı saatler olmuştu. İşte ilk defa bu bir yumurtayı kahvaltı olarak yedi. Daha sonra da traş takımlarını çıkardı. Güzel usturası vardı. Onunla tıraş oldu. Bu köyün ismini hatırlamıyorum. Akşamları hep yol güzergâhındaki köylerde kalıyorduk. Haline, tavrına bakıyordum. ibadetine çok dikkat ediyordu.

Temizliğe,

tıraşına,

Başkalarının, onun bunun yemeklerini yemiyordu. "Komutan Saim Bey de kendisine çok hürmet ediyordu. Fakat fazla da ilgilenemiyordu, korkuyordu."

KİNYAS KARTAL 1900 yılında Kafkasya'da doğdu. Van Milletvekilli ve TBMM Başkanlığı yaptı. Bediüzzaman'la birlikte Batı Anadolu'ya nefyedilenlerdendir. 1988'de vefat etti. Elli bir yıl öncesine hayalen gitmiş, hatırında kalanları şöyle anlatıyordu Kinyas Kartal: 1926 yılında Mart ayı başlarıydı, zannediyorum ilk günleriydi. Bizi Van'dan batıya sürgün gönderiyorladı. Önce bir ortaokul binasında toplamışlardı. Daha sonra ikişer ikişer ellerimizi kelepçeleyerek dışarı çıkarttılar. Ben Said Nursî'nin, daha önceleri Van'da ismini, faziletini ve şöhretini duymuştum. Fakat kendilerini hiç görmemiştim. İlk görüşüm bu sürgün sırasında oldu. O yıllarda 25 - 26 yaşlarındaydım. Okuldan çıkarırken bizi kendisiyle birlikte bağladılar. Birçok nüfuzlu kimseler de Van'dan çıkartılıyordu. Van Müftüsü, Gevaş Müftüsü de bu sürgünler kafilesindeydi. Said Nursî'nin ikazlarıyla, Van vilâyeti Şeyh Said isyanına katılmamıştı. Göl kenarına öküz kızakları hazırlamışlardı. Mevsim itibariyle hep kar ve buz vardı.

"İlk gece, Ağrı'nın Hamur kazasında geçti. Kafile konakladı, herkes yattı. Fakat Seyda yatmamış, geceyi hep ibadetle geçirmişti. Sonra geç vakit gelip amcamların ayak ucunda bir yerde yatmıştı. Amcam, 'Aman efendim hiç oraya yatılır mı?' diye kendisini orada yatmaya bırakmadı." Bir sürgünün canlı şahidi Kinyas Kartal bir sürgünün yaşanan, canlı şahidiydi. O günlerle ilgili hatıralarını teklifsiz, tekellüfsüz, gönül rahatlığı içinde ifade ediyordu. Onun Şark misafirperverliği, Anadolu Kulübünde de kendini göstermişti. İkram ettiği soğuk meşrubatımızı içerken, Bediüzzaman gibi bir çile sultanını uzun ömründeki bir ânı, bir izi, silinmeden tesbite çalışıyorduk. "Korkarım Hoca uça!" Aradan geçen tam elli bir yıla rağmen, Van Milletvekili Kartal Beyin anlattıklarını ilk elden almanın sevinci içindeydik: Yolculuğumuz esnasında, akşamları çeşitli yerlerde konaklıyorduk. Bediüzzaman geceleri yalnız başına bir odada kalmak istiyordu. Müfreze komutanına: 'Beni yalnız bir odaya bırakın, geceleri kimseyi rahatsız etmek istemiyorum' demişti. Yüzbaşı Abdülkadir Bey, bu arzusuna uyarak kendisine ayrı bir oda temin etmeye başladı. Seyahatimiz esnasında şahit olduğum bir hâdiseyi, size

bütün samimiyetimle nakledeyim: Bir askeri, kendisinin yanında vazifelendirmişlerdi. Asker bir gün yüzbaşısına gelerek şöyle dedi: Ben bu zatın kapısında bekliyorum. Bundan sonra bekleyemem, çünkü kapısını ben kilitliyorum, kapı açılıyor. Namaza kalkıyor. Kendisiyle birlikte binlerce adam namaz kılıyorlar, korkarım Hoca uça!... Yüzbaşı askere şu cevabı verdi: Oğlum Hoca uçarsa sen de eteğine yapış, nereye giderse birlikte gidersin.' "Öküz efendinin ayağı kanıyor" Galiba Ramazan'dı... Kafilede hiç kimse orucunu tutamıyordu. Müftü efendiler dahil. Tabii Hoca orucunu da tutuyordu. Kızakları çeken öküzlerin, bir ara ayaklarının taşa takılıp kanamasıyla Bediüzzaman: Beyler, inelim, öküz efendinin ayağı kanıyor' deyince, ben cevaben: Hocam biz para verdik bunların sahiplerine...' demiştim. O zaman Seyda: Oğlum, onlar bu hayvanların sahibi değil, ancak mutasarrıfıdırlar' cevabını vermişti. "İki talebenin bereketi"

Zigana'da Bayram münasebetiyle tatlı verildi. Kafilede Kör Hüseyin Paşanın fakir bir akrabası vardı. Van müftüsü Masum Efendi, bir adam için camide para toplamıştı. O zaman bronz paralar vardı. Masum Efendi toplanan bronz paraları bütün para ile değiştirmek istiyordu. Yine kafilede bulunan Arvasîlerden Abdullah Efendi, Bediüzzaman'a hitaben: 'Hocam bu bronz paralardan ne çıkar, altın çıkar da beraberce yiyelim' dedi. Üstad buna şöyle cevap verdi: 'On, on iki altınım vardır. Harcıyorum, uzun seneler devam ediyor. Ne kalmış, ne kalmamış bilemiyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, benim kerametim midir? La Vallah!... İki fakahım (talebem) vardı, onların bereketi idi...' "Bediüzzaman'ı Burdur'a götürdüler" Seyda ile yolculuğumuz İzmir'e kadar devam etti. Başında bir kefiye (sarık) vardı. Alırlar, hakaret ederler diye düşünüyordum. İzmir'de Mezarlıkbaşı semtinde bir otelde, zannediyorum Abdülkadir Paşa Otelinde, iki gece kaldık. Sonra bizi Manisa'nın Muradiye kazasına verdiler. Bediüzzaman'ı da Burdur'a götürdüler. Yolculuk sırasında zaman zaman çeşitli sohbetler oluyordu. Kendisi sık sık, 'Eski Said öldü' deyince, ben de, 'Hocam nasıl eski Said öldü?' diye sorar ve anlamak isterdim. Bu defa bana, 'Ben eskiden bir oturuşta bir kitap yazardım. Şimdi senelerdir bir kitap yazıyorum, hâlâ bitiremedim' cevabını verirdi.

*** "Trabzon'da telaşlı bir hali vardı. Sebebini sorarak öğrendim. Yolda kızakçılardan emanet aldığı gözlüğü geri vermeyi unutmuş; gözlük kendisinde kalmıştı. Telaş ve heyecanla kızakçıları arıyordu." "Ben Seyda'nın hayranıyım" Kinyas Kartal anlatıyor, biz de dinliyorduk. Sonra kendilerine Bediüzzaman'ın eski bir dostu olarak, bu Mecliste bulunmasının ve Meclise riyaset etmenin güzel bir tevafuk olduğunu söyleyince, Kinyas Bey aynen şunları söyledi: "Ben Seyda'nın hayranıyım. Onun dostuyum diyemem, buna kendimi lâyık göremem. Dostluk nerede, biz nerede, ben onun hayranıyım..."

HAYDAR SÜPHANDAĞLI Haydar Süphandağlı, Şark aşiret beylerinden Kör Hüseyin Paşanın oğludur. 1911'de Van'ın Adilcevaz ilçesinde dünyaya gelmiş. Aralık 1978'de vefat etmiştir. Babası, Bediüzzaman'ın tavsiye ve nasihatlarını dinlediği için Van isyanlarına iştirak etmemiş, böylece binlerce masumun kanı dökülmemiştir. "Seyda ile kelepçelemişlerdi"

Van

Müftüsünü

beraber

Haydar Süphandağlı, o günleri bütün tazeliğiyle hatırlıyordu. "Biz Bediüzzaman'la İstanbul'a kadar getirildik" diyordu. Van'dan ayrılışını ise şöyle anlatıyordu: Seyda ile Van Müftüsü Şeyh Masum Efendiyi beraberce kelepçelemişlerdi. Üstad hiç üzgün değildi. Gayet rahat ve müsterihti. Yola çıkmazdan önce bana dedi ki: Babana selâm söyle, bu bize yapılan muamelenin sevabını istemesin. Sabretsin, inşaallah Sahabe-i Kiramın

sevabını alır. 'Ben beydim, ağaydım' demesin. Çalışsın; ırgatlık etsin, amelelik etsin, ekmeğini çıkartsın, kimseye muhtaç olmasın.' Göç böyle başlamıştı. Van'da uzun yıllar yaşayan Kör Hüseyin Paşa, oğlu Haydar Süphandağlı'nın ifadesine göre, 1930 yıllarında Irak'ta 80 yaşlarında iken vefat etmiştir. Van'dan çıkartılan kafilenin uzunluğu, belki bir kilometreyi bulmuştu. Çoluk çocuk, genç ihtiyar binlerce insan, atlı, yaya, arabalı, kızaklı, çeşitli vasıtalarla bir harp ricatı halinde memleketlerinden, gözyaşları içinde ayrılıyorlardı. Şeyh Efendiye dipçik darbesi "Van Müftüsü Şeyh Masum Efendinin kelepçeden elleri sıkışmış, kan oturmuştu bileklerine. Sıkışan elini biraz gevşetmek istedi. Bu ricasını jandarmalar söyledi. Bediüzzaman ise sanki başka bir âlemde gibi hiç aldırdığı yoktu. Masun Efendinin bu mâsumane ricası bir dipçik darbesiyle cevabını almıştı. İnsafsızca vurulan dipçik neticesinde Masum Efendi yere, çamurların içine kapaklanmıştı. Bu acı manzara, görenlerin yüreğini kanatmıştı. Az ilerde bir çeşme başında, serbest olan sağ eliyle çeşmeden su alan Bediüzzaman, Masum Efendinin çamurlu yüzünü, başını yıkayıp temizlemişti." İşte Van menfileri yurtlarından böyle çıkartılıyorlardı. Haydar Süphandağlı, İstanbul'a kadar geçen yolculuğu

yaklaşık olarak şöyle ifade ediyor: Üç-dört gün Patnos'ta, bir gece Ağrı'da, bir hafta Erzurum'da kaldık. Erzurum'dan sonra at arabalarıyla yollara devam ettik. Trabzon'da yirmi gün kadar kaldık. Gemi yolculuğu ise bir hafta sürdü. İstanbul'da Üstad yirmi - yirmibeş gün kadar kaldı. Sonra kendilerini aynı gemi ile Antalya'ya götürdüler. "Van Valisi Osman Nuri Paşa (1925 -1926) şehirde sıkı emniyet tedbirleri aldırtmıştı. Kış mevsimini de sürgünler için, en müsait zaman olarak seçmişlerdi."

AHMED ALPASLAN "Kumandan sesini çıkaramadı" Bu seyahatin şahidlerinden Ahmed Alpaslan daha sonraki yıllarda CHP Ağrı milletvekilliği yapmıştı (1946-1950). Babası ve akrabaları ile birlikte, o sürgün kafilesinde kendisi de bulunmuştu. Trabzon'dan vapurla gelirken hep güvertede oturan Bediüzzaman'a hizmet etmiş. Bir ara kafileye nezaret eden kumandan, Bediüzzaman'ın güvertede oturmasını hazmedemeyerek, "Şunu da aşağıya indirin" diye emir vermiş. Bu hali gelip Üstad Said Nursî'ye söyledikleri zaman, o, "Bir şey olmaz" diye cevap vermişti. Ahmed Alpaslan, Bediüzzaman'a hizmet ederken, bir ara çay yapmak için, sıcak su almaya gidiyor. Kaptan köşkünde yine kumandan, Bediüzzaman'ın aşağıya menfilerin (sürgün edilenler) yanına, geminin altına indirilmesini söylüyor. Yine Alpaslan, kumandanın bu sözleri gelip Said Nursî'ye bildirince, Bediüzzaman: "Çok söylemesin, eğer perdeyi yırtarsam, kendisinin hiç bir kuvveti beni durduramaz" diye haber yolluyor. Kumandan bundan sonra sesini kesiyor. Böylece seyahat hâdisesiz

olarak geçiyor. Ahmed Alpaslan, "Bediüzzaman'ı Sirkeci'de bir camiye (Hidayet Camii) indirdiler, burada bir müddet kaldı. Burada da ara sıra hizmetlerine bakardım. Ben küçük olduğum için, benim girip çıkmama nöbetçiler pek bir şey demezlerdi" diyor.

CEMAL TALAY "Ben Anadolu'ya gidiyorum, memnunum" Cemal Talay, Şeyh Enver Efendinin hizmetlerine bakan bir insan, Şeyh Enver, çok ısrarla, atlar hazırlatarak Bediüzzaman'ı İran'a götürmeyi teklif ediyordu. Enver Efendinin bu ısrarlarına Bediüzzaman red cevabı veriyordu. Siz gidin, ben gitmeyeceğim. Ben Anadolu'ya gidiyorum. Ben memnunum" diyerek yapılan teklifleri kabul etmiyordu. Akşamleyin Enver Efendi, vedalaşarak ayrılıp İran'a gitti. Sabahleyin Enver Efendiyi almaya gelen memurlar, kapıda Cemal Talay'la karşılaşmışlardı. Cemal Talay, o tarihte 18 yaşında bir delikanlıydı. Enver Efendiyi bulamayan memurlar, Cemal Talay'ı karakola götürüp falakaya yıkıyorlar. Şeyh Enver'in nerede olduğunu söylemesi için kendini çok tazyik ediyorlar. Günlerce dayak, falaka ve sıkıştırmalardan sonra netice alamayınca bırakıyorlar. Cemal Talay serbest kalınca dışarı çıkıyor. Karakolun loş karanlığından çıkan Cemal Talay

diyor ki: "O gün, o an benim kalbime yazılmıştır, o tarihi unutmam mümkün değil. Karakoldan çıktığımda, baktım kafile hareket etmiş yavaş yavaş gidiyor. Üstad Bediüzzaman ile Müftü Masum Efendiyi birlikte bağlamışlardı. Onlar en önde gidiyorlardı. Takvimler ise, 10 Şubat 1926 tarihini gösteriyordu."

AV. HULÛSİ BİTLİSÎ AKTÜRK 1881'de Bitlis'te doğdu. 1967'de Ankara'da vefat etti. 1948'de Afyon'da Bediüzzaman'ın avukatlığını yaptı. Hilâl dergisinde "Said Nursî İçin" başlığını taşıyan Kalender Asrî imzalı şiiri neşredilmiştir. 1948 yılı sonlarında, Abdurrahim Zapsu'nun mecmuası olan Ehli Sünnet'te yine Bediüzzaman'la alâkalı kıymetli makaleler yazmıştır. Mesrur, Mesut ve Neşet isminde oğulları vardır. Hulusî Bitlisî Aktürk, 27 Ekim 1950 tarihinde Büyük Doğu mecmuasında yazdığı bir şiirde Üstad'ını şöyle tavsif ediyordu: "Devrimizin bedîidir koca Saidü'l-Nursî." Hulûsî Bitlisî Aktürk, Nesimî Oğullarından, yüksek iman ve derin irfan sahibi bir zattır. Cihanşümül Özlek Yahut Felsefî Vecizeler, Tarihî Âbideler, Vedîalar isimli neşredilmiş kıymetli eserleri olduğu gibi, neşredilmemiş eseri de bulunmaktadır. Hulûsî Aktürk'ün Müvekkilim Bediüzzaman Said Nursî'yi Yargıtayda Müdafaa Notlarım

isimli basılmamış eseri de vardır. Bediüzzaman talebeleriyle Van Cephesinde Hulûsî Aktürk, l Kasım 1948 tarihli Ehl-i Sünnet mecmuasının ikinci cildinde "Bediüzzaman" başlıklı makalesinde şunları ifade ediyordu: Said Nursî'nin Ehl-i Sünnet'ten intişar eden bir arzuhalini, sonra da esaret hayatını okudum. Hayatta dervişlik, şeyhlik, tarikatçılıkla alâkası olmayan, her maddeyi manâ ile telif eden bu din âliminin devamlı menfâ ve muhakeme safahatı üzerinde durmak taraftarı değilim. Ancak, hakim ve efendi halkın her zaman ve zeminde, ilim ve ahlâkça yükselmesini isteyen bu zatın esaretinden evvelki hayatına temas edeceğim. Birinci Umumî Harbin iptidâlarında Bitlis Bidayet Mahkemesi azâ mülazımı idim. Bugünün Çankırı Milletvekili Abdülhâlik Renda, geçen günün Bitlis valisi bulunuyordu. Ordunun iaşesi hesabına kurulan peksimet anbarlarına beni memur etmişti. Bu vatanî ve fahrî vazifeyi ifa ederken, Bediüzzaman da birtakım talebeleriyle Van cephesinde din ve vatan müdafaası uğrunda silâhla, nasihatla mücadele ediyor, bir taraftan da bir tefsir kaleme alıyor, talebelerine de okutuyordu. Bir zaman kendilerine uğradım. Oturduğu muvakkat ve metrûk bir evde "Allahu Nûrussemâvati Ve'l-ard" âyet-i kerimesinin tefsirine

intikalen bazı talebelerini tenvire çalışıyordu. Bu derste pek derin inceliklere temasları hayretimi mûcip olarak ayrıldım. Hicretten sonra, Kerkük'ün Havadis gazetesinde intişar eden bir takrizimi, ertesi gün kendisine götürdüm. Dersten fâriğ olunca verdim. O nedir? Oku dinleyeyim" dedi.Okudum, aldı, bir tarafa baktı: Azizim, tavsifinize lâyık değilim. Büyük Allah'tan dilerim ki lâyık olayım" dedi. Birkaç mısraını bu yazımın tarih-i beyyinesi olarak gösteriyorum: Said Nursî'sin elhak, bediüd-dehri ve'l-ezman Bu tefsir-i şeriftir, kudret-i ilmiyene bürhan. Ulûm-i evvelîn u âhirîne mazhar olmuşsun Şefi-ü Hafizindir Fahr-i Âlem, Hazret-i Kur'ân Senin Şeyhzâde'den, Ruhü'l-beyan, Ruhü'l-meânîden Nedir farkı tefasirin bilir ancak Hakim Sübhan. *** Ne ise, birinci hicrette aileler Siirt taraflarına doğru vilâyetten uzaklaştırılınca, Bediüzzaman da, milis kuvvetlerinin ordu arkasından hudutların muhafazasında ısrar gösteriyordu. En nazik günlerde Malazgirt, Bulanık cephelerinde bir kolunu kayıp eden Nurşinli Mâruf Hazret, vilâyet

merkezine gelerek idare âzasından Hacı Salih Efendide misafir olmuş, valinin ilâmiyle bir gece eşraf orada toplanmışlardı. Meşahir-i üdebâdan Hacı Hasanzade Mütemayiz İbrahim Ethem merhum haber yolladı, beraber içtimaya katıldık. "Et kemiksiz olmaz" Bediüzzaman, Hazret ile söyleşirken, Hazret'in adamlarından birisi söze karıştı. Bediüzzaman'a hitaben: Sen hudutları takviye edelim diyorsun. Biz Allah rızası için vatan müdafaasına koşuyoruz. Maalesef bazı zabitler, bizim din ü imanımıza sövüyorlar" dedi. Bunun üzerine Bediüzzaman son derece celâlli bir ikrahla muhatabına bakarak, hemen yüzünü Hazret'e çevirdi ve dedi ki: "Hazret, zabitler sana sövüyorlar mı?" Hazret, Hâşâ, benim hayatta kalan bir elimi öpüyor, duamı alıyorlar" deyince, Bediüzzaman eski muhatabına döndü: Azizim" dedi, "bizim milis kuvvetleri arasında şuurlu ve şuursuzlar da vardır, et kemiksiz olmaz. Şuursuzlar nizam ve intizama riayet edemiyorlar. Bazen Zafer temin edercesine düşmana saldırdığımız sırada görüyordum ki, öldürülen bir düşman neferinin üzerine vakitsiz atılan bir milis, âdi bir çizme, hasis bir eşyaya tamamen mevkiini

terk ediyordu. Arada vuruluyordu. Böyle şuursuz hareket eden kimsede din ve iman kaygısı var mı ki, söven zabit de muâhezeye lâyık görülsün. Böyle anlarda nizamsızlık gösterenleri öldürmek bile azdır. Lüzumsuz lâfları bırakalım. Elbirliğiyle mukaddes yurdumuzu kurtaralım. Aileler çıksın, erkekler memleketi terk etmesinler" dedi. Velhâsıl, birinci hicretle ordunun, milislerin müşterek gayretiyle düşman Bitlis'e girememiştir. Birkaç ay sonra, ikinci hicret başlamadan evvel, Bediüzzaman talebeleriyle Van cephesinden Bitlis merkezine dönmüş, halkı takviye ile tergibe, nasihata koyulmuştur. O sırada eski valimiz Abdülhâlik Renda ayrılmış, yerine Ispanakçızade merhum Memduh Bey gelmiş, ben de peksimet anbarındaki fahrî vazifemi bitirerek, adliye kuyudâtının Diyarbakır'a sevk ve nakline memur edilmiştim. Bitlis'ten ayrıldığım sabahı takip eden günün gecesinde hain Ermenilerin rehberliği ile düşman Dideban eteklerindeki nehir boyunları kıyılardan Bitlis'e akarken, Bediüzzaman kasaba içinde bile göğüs göğüse düşman süvarileriyle çarpışmış, bir ayağından yaralanıp esir edildikten sonra, mahalle, başındaki kışlaya nakil, oradan da Rusya'ya, daha sonra Sibirya'ya kadar sürülmüş olduğunu işitmiştim. Mütarekeden sonra Irak'ın Süleymaniye'sinden, Mardin bidayet, müteakiben Diyarbakır İstinaf âzalığına geçtiğim zamanda, bu vatanî ve ilahî mücahidin biraderi Abdülmecid, Diyarbakır Askerî Rüştiyesinde Arabî muallimi idi. Bediüzzaman'ın maiyetindeki diğer biraderzadesi Abdurrahman, amcası Abdülmecid'e

İstanbul'dan bir mektup yazıyor, pek hazin bir lisanla inliyor ve diyor ki: "Said amcam'ın haline şaşıyorum" Said amcamın haline şaşıyorum. Dünyevî bütün ümitlerim söndü. Çünkü hükûmet kendisine yüksek maaş veriyor, sarfiyatımızın fazlasını biriktiriyordum. Birkaç eser telif etti. Bir gün bana dedi ki, 'Git, filân matbaa müdürünü çağır.' Gittim, çağırdım geldi. Eserlerini müdüre verirken bana dedi ki: 'Abdurrahman, biriktirdiğin paraları getir, müdür beye ver.' Ben de getirdim verdim. müdür paraları alıp çıkınca benim gözlerim yaşardı. Bilâhare kendi kendime mütesellî oluyor, eserler basılınca satılır, paralarını yine biriktiririm diyordum. Birkaç gün sonra yine beni yolladı. Matbaa müdürünü çağırdım. Bu sefer de matbaa müdürüne dedi ki: 'Eserlerimin üzerine yazın: bu kitaplar İslâm milletine meccanen tevzi olunacaktır.' "Matbaa müdürü çıktıktan sonra, senelerden beri büyük amcama karşı beslediğim ruhî saygı âdeta sarsıldı. Hasbelbeşeriyye ağladım ve dedim ki: 'Amca, birkaç para biriktiriyordum, memlekete dönersek düşman istilâsından harap olarak kurtulan süknâmızı belki imar ederdik. O ümidimi de öldürdün. Böyle olur mu?' Bunun üzerine derin bir tebessümle dedi ki: 'Yavrum Abdurrahman hükûmet bize fazla maaş veriyordu. Kifaf-ı nefsimizden artanı Beytülmala ait olduğundan, bu vesile ile o fazlayı

Müslümanlara iade ediyorum. Senin bu işlere aklın ermez. Allah dilerse mukaddes vatanın her yerinde sana ev verilir.'" İşte, tarihî hakikatlere otuz beş sene evvel şahid olduğum için, kendi tabirince ölen eski Said, Bediüzzaman'dır diyorum. Bu fıtratta yaratılan bir zat, acaba yirmi seneden beri neden iptilâ imtihanından kurtulamıyor? Acaba mahbeslerdeki bazı sapıkların dinini, imanını min tarafillah tasfiye için mi iptilâya maruz kalıyor? Hükûmetin saadet, selâmeti namına, Türk yurdunda İslâm diyarında, masonluk, bolşeviklikle bihakkın mücadeleye kabil ve kadir bir Bediüzzaman'ın serbest bırakılması, ilminden, faziletinden beşeriyetin istifade etmesi, medenî, cumhurî bir devrin şuur ve idrakine mütenasip olsa gerekir kanaatindeyim. "Bu kanaatimi daha ziyade izah, şimdilik zait. Her takdir, hakim ve efendi halkın selâhiyetli büyüklerine aiddir." Salih Özcan'ın Hilâl Dergisinin Nisan-Mayıs 1960 tarihli 2. cildin 14. sayısında Hulûsî Bitlisî Aktürk'ün Kalender Asrî imzasıyla yazdığı şiiri: Said Nursî için Bediüzzaman'dır Said Nursî, Bitlis, Van beyninde gelmiş dünyaya, Urfa'da o nurlu asırlık dâhi,

Kadir gecesinde erdi Mevlâ'ya, Ramazan'dan mâlûm Kur'ân-ı Kerîm, Kadrini göstermiş arz-ı semâya Dünyada esirdi, Cennette hürdür, Hayatta sadıktı, haklı dâvâya; Peygamberin ceddi Halilurrahman, Said'i yükseltir, Arş-ı Âlâya, İbrahim Halil'e Nemrud'un zulmü Tarihen intikal etmiş uhraya, Bediüzzaman'ı medenî devran, Neden esir etti, her esirrâya; Beynelmilel Ağa Han'lar, Gandiler, Dinde uymuş muydu asrî sevdaya? Onlar kanaatta serbest yaşadı, Saik de oldular haklı iğvaya, Said'e tarikat isnad edenler, Dönmedir, kapılmış ehl-i havraya, Yakındır kıyamet şeksiz hesapla, Sıratlar, mizanlar kaldı ferdaya; Meryem ismetine şahid Saidi, Şakîler uğrattı hep iptilâya; Yüz otuza bâliğ nurlu âsârı, Yaşar armağandır, bağlı manâya; Tahtı Türk İslâmın kalbinde sabit Said baş eğmezdi zulme, ednaya;

Mücevher tarihle misafir olsun, Şâhımıza, Hâtem-ül Enbiyaya.* *Son satır, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefat tarihi olmuştur. Vefat, hicrî tarihe göre 1379 olup, ebced hesabına göre bu satırın toplamı da 1379 çıkmaktadır.

Bediüzzaman'ın eniştesi: MOLLA SAİD Âlime Hânımın kocası olan Molla Said Efendi 1944'de Hicaz'da hanımı ile birlikte tavaf esnasında vefat etmişlerdir. Bediüzzaman Barla Lâhikası'nda "Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid" diye başlayan bir mektubunda "Şam-ı Şerifte eniştem Molla Said var" diye , kız kardeşi Âlime Hânım'ın kocasından bahsetmektedir. Bediüzzaman'ın âlim kız kardeşi ve eniştesi Âlime Hânım Sofi Mirza Efendinin yedi evlâdından birisidir. Âlim ve fâzıl bir hanımefendidir. On beş yıl Şam'da müderrislik yapmıştır. 1919 yılında hacca gitmiştir.Yedinci seferi olan 1944 yılında hacda sedye ile tavaf ederken vefat etmiştir. Bediüzzaman ondan, Meyve Risalesi'nin On Birinci Meselesinde "Hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hânım nâmındaki merhume hemşirem" diye bahsetmektedir. Âlime Hanım Molla Said isimli bir zâtla evlenmiş, hiç

çocukları olmamıştır. Molla Said Şam'da talebelerine ders verdiği esnada yanıldığı zaman talebeleri, Âlime Hânımı kastederek, "Seyda, isterseniz bu dersi yarın Seyyideden (Hânım) sorduktan sonra bize anlatın" derlermiş. Âlime Hânım ve Molla Said daima dualarında, birbirlerini yalnız bırakmamayı, beraber vefat edip, ebede gitmeyi niyaz ederlerdi. Allah bu dualarını kabul edip ruhlarını birlikte almıştı. Molla Said'in şarktaki hadiselerde mitralyöze karşı sopa ile mukabele etmeye çalışan son derece kahraman bir insan olduğunu Üstad ifade etmişti.

RABİA ÜNLÜKUL (Abdülmecid Efendinin hanımı) "Bu evliya torunu senin hanımın olacak" Üstad Said Nursî'yi küçükken Van'dan tanımaktadır. Küçücük bir çocuk olduğu yıllarda Bediüzzaman kendisine "Raboş" diye çağırarak iltifat edermiş. Mütevazi köşesinde ziyaret ederek dinledik onu... Bize Seyda ile ilgili hatırladıklarını anlattı. Rabia Ünlükul, Van'ın asil ve temiz bir ailesine mensuptur. 5-6 yaşlarında bir çocukken, sokakta oynuyormuş, Üstad Said Nursî, kendisini, kardeşi Abdülmecid Ünlükul'a göstererek: "Bak, bu evliya torununu görüyor musun? İstikbalde bu senin hanımın olacak" deyince, Abdülmecid Ünlükul, "Seyda nasıl olur? Çok küçük, o vakte kadar benim bunun kadar çocuklarım olur" demiş.

Aradan yıllar geçiyor. Birinci Cihan Savaşı patlıyor. Üstad Bediüzzaman'ın dedikleri aynen çıkıyor. Abdülmecid Efendi ile Rabia Hanım evleniyorlar. Bediüzzaman'ın evliya torunu demesi de, mânâsız bir ifade değil çünkü Rabia Ünlükul, Van'da Şeyh Gazail Baba'nın torunudur. "Geceleri hiç uyumazdı, dua sesleri gelirdi" Rabia Ünlükul anlatmaktadır:

o

günleri,

yaşayarak,

duyarak

Birinci Cihan Savaşından sonra, Van'a geldiği zamanda, bizim Toprakkale semtindeki evimizde kalırlardı. Burada hemen her gün bir çok ziyaretçi gelip giderdi. Biz de yeni evlenmiştik. Oğlum Fuad beş-altı aylıktı. Onu ilk defa Seyda yürüttü. Ben misafirlerin çok olmasından, fazla kalabalıklardan sıkılıyordum. Ama kimseye hâl diliyle de olsa, bir şey dememiştim. Seyda, bizim Beye demiş ki: Rabia zayıf olduğu için, hizmetlerden dolayı sıkılıyor, yoruluyor. Günden güne de ziyaretçiler çoğalıyor. Onun için ben Nurşin Camiine gideceğim. Benim sabah kahvaltılarımı oraya gönderirsiniz. "Çok az yerdi" Seyda'nın kahvaltı dediği de çok basit yiyeceklerdi. Bir çay tabağı bal üstüne kırılmış ceviz kordu. İşte kahvaltı

dediği de buydu. Hattâ işitiyordum, kahvaltıdan gelenlere de ikram edermiş.

bu

kadarcık

Nurşin Camiine gittikten sonra, her sabah gelen talebesine bu kahvaltıyı hazırlar verirdim. Akşamları da boş tabağı getirirlerdi. Bizim evde kaldığı sürece hiç geceleri uyumazdı, odasından hep dua sesleri gelirdi. Van Valisi, haftada hiç olmazsa bir defa ziyaretlerine gelirdi. Bir gün Fuad sürünerek odasına girmiş, tesbihiyle oynarken, tesbihin ipini kırmış, bir tanesini yutmuş. Seyda bunu bana haber verdi. Rabia korkma, Fuad tesbihimin bir tanesin yuttu, bir şey olmaz, geri çıkarır' dedi. Gerçekten Fuad'a bir şey olmadığı gibi, tesbih tanesini yuttuğu gün yürümeye başladı. Üstad Fuad'ı çok severdi, sevgi ve şefkatle kucaklardı. Kedinin şikâyeti Seyda'nın bir de kedisi vardı. Kendileri Nurşin Camiine gidince, kedi benim namaz seccademi kirletmişti. Ben de kendisine iki tokat vurdum. Bu dayaktan sonra kedi kayboldu. Akşamleyin eve gelmedi. Bir gün sonra, her gün kahvaltıyı almaya gelen talebesi gelmedi. Ben, bizim beye; "Talebe gelmedi, Seyda'nın kahvaltısı gecikiyor, istersen bugün sen götür' dedim.

Van'da öğretmenlik yapıyordu.'Kahvaltıyı verir, oradan da mektebe gidersin' dedim. Kahvaltıyı verdim ve alıp götürdü. Nurşin Camiine gittiğinde bizim kediyi orada görmüş. Seyda gülerek: Rabia bu kediye ne yaptı, dövdü mü yoksa? Bana şikâyete geldi. Kendinin de, Rabia'nın da suçları vardır. Fakat ben her ikisini de affettim' dedi. Sonra kedi bize bir daha gelmedi, hep Seyda'nın yanında kaldı. "Sen benden yedi sene sonra vefat edeceksin" Bizim bey çok hassas ve duygulu bir kimseydi. Seyda kendisine: Merak etme, sen benim vefatımdan yedi sene sonra vefat edeceksin' demişti. Üstad'ın bu haberi de aynen çıktı. Üstad'dan tam yedi sene sonra 1967'de kendisi de vefat etti. Vefat ettiği senenin başında bana ara sıra: "Rabia, bu benim son senemdir' derdi." Rabia Ünlükul 1991'de Konya'da vefat etti.

SIDDIK ALP HIZIROĞLU (1911-1990) "İmam-ı anlarlardı"

Rabbani

gibi

zatlar

olsaydı

Said'i

Üstad Bediüzzaman'ı görmeden evvel çok hatıralarını ve Birinci Cihan Harbinde gösterdiği kahramanlığı çeşitli kimselerden dinlemiştim. Harplerdeki kahramanlıkları Van ve Bitlis civarında dilden dile anlatılmaktadır. Bitlis deresinde yaralanıp esir düştüğü zaman otuz saatten fazla bir zaman o kırık ayakla suyun ve karların içinde kalmış. Kırık olan sol bacağı ile Ruslar teslim aldıkları zaman öldürmeye teşebbüs etmişler, ama sonradan Allah'ın takdiri ve korumasıyla öldürememişler. Kumandan, Üstad Bediüzzaman'ı ot yüklü bir arabaya bindirmiş ve yaralı sol bacağını otlarla kapatarak korumuş. Rus subayları Üstad Bediüzzaman'ın kırılan sol bacağını tuttukları halde, hiç ağrımadığını, Üstad'ın hiç ses

çıkarmadığını görünce çok hayret etmişler. Bu hatıraları, Üstad Bediüzzaman'ı hiç görmediğim zamanlarda hep dinlemiştik. Kendisi cumhuriyetin ilk senelerinde Van'a gelip Erek Dağında ve Nurşin Camiinde kalıyordu. Zaman zaman Üstad'a gider, ziyaretinde ve hizmetinde bulunurdum. Bir defasında Üstad'ın traş usturasını Berber Salih Perihanoğlu'na götürüp ben biletmiştim. Nurşin Camiinde ders yapar ve sohbette bulunurdu. Bir sohbette hocalara hitaben, 'siz beni anlamıyorsunuz, eğer Mevlâna Halid-i Bağdadî ve İmam-ı Rabbanî gibi zatlar olsaydı Said'in kim olduğunu anlarlardı' demişti. Bazan Nurşin Camiinde abdest alırken eline su dökerdim. Alttan alttan gözlerine bakmaya çalışırdım. Çok heybetli gözleri vardı. Gözleri sanki bir ışık gibi parlıyordu. Kaşları ince, siyah ve araları biraz açıktı. Yakın talebelerinden Molla Yasin, Sikke köyünde saatçilik yapardı. Onun dersleri diğer hocalardan dinlediklerimize hiç benzemiyordu. Hep iman esaslarını anlatıp ders veriyordu. "Böyle büyük bir zatın ellerini öpüp, dualarını alıp, derslerini dinlemek saadetine erdim. Allah'a hep hamd ediyorum."

ALİ HİMMET BERKÎ 1883'de elbistan'da doğdu. Eski Temyiz reislerindendir. Kendi sahasıyla alâkalı kıymetli eserlerin sahibidir. 1976'de Ankara'da vefat etti. Eski Temyiz Reislerinden Ali Himmet Berkî Hocayı sağlığında Ankara'daki evinde ziyaret etmiştim. Aramızda yaşayan temsilcilerinden birisiydi.

Osmanlı

neslinin

son

Ali Himmet Hoca "Elbistan'da evliyadan bir Himmet Baba vardır. Annem, 'eğer oğlum olursa ismini Himmet korum', diye niyet edip, Cenab-ı Hakka yalvarmış. Allah duasını ve niyetini kabul edince benim adımı Ali Himmet koymuşlar" diye ismi ve memleketiyle ilgili hatırasını anlatıyordu. Hukuk ve tarih sahasında çok kıymetli eserler veren Ali Himmet Bey, uzun yıllar Temyiz Reisliği yaptıktan sonra 1950 yılında Temyiz Reisliğinden emekli olmuştu. Medresetü'l-Kuzat'tan sınıf birincisi olarak mezun olduğunu ifade eden Ali Himmet Berkî'ye, Bediüzzaman

Said Nursî ile ilgili hatıralarını sorunca, Onu ilk defa İkinci Meşrutiyetten önce İstanbul'da Fatih'te gördüğünü söyledi ve hatıralarını anlatmaya başladı: İlim muhitlerinde herkes ondan bahsederdi Ben o yıllarda Medresetü'l-Kuzat'ta talebe idim. Talebe arkadaşlar arasında ileri bir derecemiz vardı. Bütün İstanbul' a Bediüzzaman'ın ismi ve şöhreti yayılmıştı. Bütün ilim muhitlerinde herkes ondan bahsediyordu. Fatih'te bir handa misafireten kalıyormuş, herkesin her çeşit sualine cevap veriyormuş, diye hakkında çok rivayetler duyuyorduk. Talebe arkadaşlarla gidelim diye karar verdik. Bir grup arkadaşla bu meşhur zatı ziyarete gittik. O gün Fatih'te bir çayhanede olduğunu, sorulan suallere cevap verdiğini işittik. Hemen oraya gittik. Çok kalabalık bir meclisi ve sırtında garip bir elbisesi vardı. Bir hoca kisvesi yoktu. Şarkın mahallî kıyafetiyle oturuyordu. Biz yanına vardığımızda Bediüzzaman kendisine sorulan suallere cevap veriyordu. Etrafındaki ilim sahipleri, derin bir sessizlik ve hayranlık içinde dinliyorlardı kendisini. Herkes verdiği cevaptan memnun ve tatmin oluyordu. Felsefecilerden, sofistlerin iddia ve fikirlerine cevap veriyordu. Aklî, mantikî delillerle onların görüşlerini çürütmüştü.

Lügatte ve kelâmda üzerine kimse yoktu Benim ilk defa görmem ve görüşmem o zaman olmuştur. Benim Bediüzzaman hakkında görüşlerim ise şudur: Her lügati bilirdi. Arapça lügatten herhangi bir kelime sorsanız, hemen cevabını ve mânasını verirdi. Sonra kelâmda üzerine kimse yoktu. Bu iki ilimde, bilgisine son yoktu. Arap edebiyatı, Fars edebiyatı, Doğu ve Batı edebiyatına vakıftı. Yine hakkında yaygın fikir, bir din adamı olarak kimseden hediye, para vesaire almıyordu. İsteseydi çok şeylere sahip olabilirdi. Dünyada dikili bir ağacı yoktu. İlmine itiraz edemeyenler onu iftira ile çürütmek istiyorlar "İslâmcı bir zattı. Ona atılmak istenen taşlar hep iftira taşıdır. Şöyle-böyle derler, kat'iyyen doğru değildir. Eserleri meydandadır, onun ilmine, irfanına başka bir delil aramaya ihtiyaç yoktur. Çünkü eserleri Nur Külliyatı meydanda ve ellerdedir. Kat'iyyen Kürtçü falan değil, hep yalan ve iftira atıyorlar. Yıllardır adlî ve resmî mercilerden geçen Nur Risaleleri çok incelendi. Her şeyi ile meydana kondu. İlmine itiraz edemiyorlar, ancak iftira ile çürütmek istiyorlar."

ALİ RIZA SAĞMAN "İlhamımı Bediüzzam'dan aldım" Ali Rıza Sağman 1890'da Ordu'nun Ünye kazâsında doğmuş, 1965'te İstanbul'da vefat etmiştir. İstanbul İmam-Hatip Okulunda ve Yüksek İslâm Enstitüsünde hocalık yapan bu zatın, dinî kitapları ve neşredilmiş şiirleri vardır. Sultan Selimi Hafız Rıza olarak da bilinmektedir. On dört yaşlarında iken doğduğu yerden İstanbul'a gelmişti. Fatih Camiinde İskilipli Âtıf Efendinin derslerine devam etti. Süleymaniye medresesinin imtihanlarını pek iyi derece ile kazanarak, kelâm, tasavvuf ve felsefe bölümünü bitirdi. Daha sonraki senelerde İstanbul Hukuk Fakültesini de "âlâ" derece ile bitirdi; avukatlık stajını da yaparak 1937'de avukat oldu. Tasvir, Millet, Hakka Doğru, Tarih Dünyası ve Sebiilürreşad gazete ve mecmualarında manzum ve mensur yazıları çıkmıştır.

Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar isimli kıymetli eserine bir hatıra ile başlar. Bu hatırasında Üstad Bediüzzaman'dan bahseder. Bediüzzaman'ın İstanbul'a gelişini, İstanbul'da yayılan şöhretini, meşrutiyetten sonra konferanslarını dinlediğini, Birinci Cihan Harbinden evvel de Üstad'ı ziyaret ederek elini öptüğünü anlatır. 1907 kışı idi, sanıyorum; İstanbul'un ilmî mahfillerinde, hele medrese bucaklarında birden bire mânâlı bir fısıltı, ilgilendirici bir dedikodu hâsıl oldu ve elektrik hızıyla ağızlara yayıldı, kulakları doldurdu: Kürdistan'dan bir adam gelmiş. Yaşça pek genç olduğu halde ilimce kendisine karşı çıkan yokmuş. Bu yaşta bu kadar geniş ilim, ancak vehbî (Allah vergisi) olabilirmiş. Bu zatın kılığı, kıyafeti de dikkat ve hayreti çekici imiş; çenesinde sakal, başında sarık, sırtında cübbe, ayaklarında şalvar yokmuş. Bu adam bir harika imiş. Adı Said, lâkabı Bediüzzaman imiş.' O tarihte biz çocuktuk. Hakkında tılsımlı haberler duyduğumuz bu zatı görmek sevdasının zebunu olduk. Fakat yine işitmiştik ki; hafiyeler, bu zatı göz hapsine almışlar. Her yerde serbest gezemiyormuş. Çemberlitaş tarafında bir han odasında oturuyormuş... filân! "Meşrutiyetten sonra bu zatı görmek, konferanslarını dinlemek nasip oldu." Birinci Cihan Harbinden evvel, kendisinin elini öpmek de müyesser olmuştu.

Zamanlar geçti. Takvim 1918 yaşına varmıştı. Menhus mütarekenin, siyasî ufuklardan zifir sızdırdığı kara günleri ve karanlık geceleri hohlamaktayız. Bayezid Camiinde mukabele okuyorum. Kalabalık cemaat arasında bu Bediüzzaman da görülüyor. Her gün ayrı bir iltifatına kavuşmakla bahtiyar oluyorum. Her gün başka bir eda ile devam eden iltifatın hülâsası şudur: Var ol hafızım! Çok yaşayın muhterem hafızlar! Siz bugün irşad vazifesini hocalardan, vaizlerden daha geniş ve sağlam olarak görmektesiniz. Allah sizi çoğaltsın. Yolunuz, sesiniz, kalbiniz açık olsun! Okuyun, dinletin, ağlatın, Müslümanların kalblerini parlatın.' Bu büyük zattan Allah razı olsun.' "Bu hikâyeyi yazmaktan maksadım, söylemek istediğimi gözler önünde canlandırmaktadır. Mazhar olduğum ilhama dayanarak ben derim ki..." *** Bediüzzaman Said Nursi, Bayezid Camiinde hafızların okuduğu Kur'ân'ları huzur ve huşû içinde dinlediğini Mektubat ve Lem'alar isimli eserlerinde çeşitli bahislerde ifade buyurmaktadır. Bunlardan "Yirmi Altıncı Mektub"unda, "Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum" diye

Kur'ân'ın parlak hakikatlarını izah ve ispata başlarken, "Yirmi Altıncı Lem'a" da ise, ihtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i umûminin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul'a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ halifeden, şeyhülislâmdan, başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi ve lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum. İşte o zamanda İstanbul'un Bayezid Cami-i Mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlâslı hafızları dinlemeye gittim" diye anlatmaktadır.

Risale-i Hamidiye Mütercimi MANASTIRLI İSMAİL HAKKI Yakın tarihimizde yaşamış olan, fakat bugünkü nesillerce pek az bilinen büyük İslâm âlimleri vardır. Bu bilinmeyen büyük zatlardan birisi de, Manastırlı İsmail Hakkı Efendidir. Büyük İslâm âlimlerinden olan Manastırlı 1846-1912 yılları arasında yaşamıştı. Hüseyin Cisrî Efendinin Risale-i Hamidiye isimli güzel eserini Türkçeye tercüme eden İsmail Hakkı Efendi Manastır'da doğmuştu. Sancaktar İbrahim Efendinin oğluydu. İlk tahsilini doğduğu yer olan Manastır'da yapan İsmail Hakkı Efendi, daha sonraları İstanbul'a gelerek medreselere devam etti ve icazet aldı. Daha sonra Fatih

camiinde dersler yaptı ve kendisi de talebelere icazet vermişti. 1874 senesinde Dolmabahçe Camiine, bir müddet sonra ise Ayasofya camisine vâiz olmuştu. Bilhassa Ayasofya Camiinde verdiği vaazlar çok meşhurdur. Şöhreti bütün İstanbul'a ve etrafa yayılmıştı. Çok büyük bir cemaat vaazlarını takip etti. Bu sırada Eyüp Askerî Rüştiyesinde Arapça muallimliği yapmaya başladı. 1884 senesinde ise hukuk mektebi fıkıh muallimi oldu. Manastırlı'nın fıkıh dersleri 1908 İkinci Meşrutiyet zamanına kadar devam etmişti. İkinci Meşrutiyetten parlamentoya girdi.

sonra

Ayan

Azası

olarak

Daha sonraları Mühendishanede, Mülkiyede, Darü'lFünunda tefsir ve askerî tıbbiyede ise din dersleri okuttu. 1912 senesinde, Sultan Reşad zamanında Ayan Azası iken Anadoluhisarı'ndaki yalısında vefat etti. Cenazesi büyük bir merasimle Fatih Camii avlusuna gömüldü. Risale-i Hamidiye mütercimi olan İsmail Hakkı Efendi; Arapça, Farsça ve Bulgarca olmak üzere üç dil biliyordu. Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad mecmualarında ve ayrıca muhtelif gazetelerde dinî makaleler yazıp, neşretti. Kıymetli İslâmî eserlerinden bazıları şunlardı:

İslâm Akaidine Dair, Mevâidü'l-Enam Fi Berahin-i Akâid-i İslâm Ebu Hanife'nin Menkıbelerine Dair, Mevahibü'r-Rahman, Hüseyin bin Muhammet el-Cisri et-Trablusî'den tercüme ettiği Risâle-i Hamidiye vardır. Risale-i Hamidiye'yi bugünkü dile sadeleştirerek neşreden Ahmed Gül kitabın telif sebebini şöyle takdim etmektedir: Manastırlı İsmail Hakkı Efendi Risale-i Hamidiye tercümesine şu takdim duasıyla başlamaktadır: "Ölüm gelip de madde perdesi açılmadan önce âhiret gününün durumuna bakıp, o âlemin gerçeklerini görebilmek için Allah'tan, akıl sahiplerinin gönlünü doğru yola çevirmesini ve ondan hiç ayırmamasını dileriz. O, kullarına yakındır, dualarını kabul edicidir." Risale-i Nur Külliyatında yer yer bu kitaba atıfta bulunan Bediüzzaman Sözler'de şöyle demektedir: "Hüseyin-i Cisrî Risâle-i Hamidiye'sinde yüz on dört işareti Tevrat ve İncil'de Peygamberimizin geleceğini ve vasıflarını bildien işaretleri, o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunması, elbette daha evvel çok tasrihat varmış." Ayrıca Mektubat'da Üstad, Hüseyin-i Manastırlı'dan şu şekilde bahseder: "Şu zamanda dahi (Rahmetullahi Aleyh) o

Cisrî

ve

meşhur Hüseyin-i Cisrî kitaplardan yüz on delil

nübüvveti-i Ahmediyyeye dair çıkarmıştır. Risale-i Hamîdiye'de yazmış. O risaleyi de Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür"

MEHMED VEHBİ EFENDİ (ÇELİK) 1862'de Konya'nın Hâdim kazâsının Kongul köyünde doğmuştu. 9.12.1949'da vefat eden Vehbi Efendi 1908'de Meb'usan Meclisinde Konya meb'usuydu. Birinci şer'iyye ve evkaf vekilliği de yapmıştı. Babası ulemâdan Çelik Hüseyin Efendiydi. Hâdim'de ve Konya'da tahsil ettikten sonra müderris olmuş, Ali Gâv Medresesinde, Konya Hukuk Fakültesinde yüzlerce talebe yetiştirmişti. Üstad Bediüzzaman Emirdağ Lâhikası'nın birinci cildinde Konya'yı Anadolu'nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi olarak değerlendirdikten sonra, Vehbi Efendiyle alâkalı olarak şunları söylemektedir: "Başta, çok mübarek tefsirin, çok muhterem ve kıymettar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi olarak, Risale-i Nur'u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ulemâlarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim."

DR.HAMİD URAS 1890'da Gaziantep'te doğdu. 1964'ün Ocak ayında aynı yerde vefat etti. Bediüzzaman gönderildi?

Toptaşı

tımarhanesine

nasıl

"Hafiyelik ve jurnacilik müesseselerini tenkid cesaretini göstermesi, kendisinin divan-ı harbe verilmesine sebep olmuş; orada da fikirlerini hiç çekinmeden, tam bir pervâsızlık içinde müdafaa etmesi endişe yaratmış ve kendisinden kurtulmak için deli olduğuna, iki Musevî, bir Rum, bir Ermeni, bir Türk doktordan rapor alınarak Toptaşı tımarhanesine konulmuştur." 1912'de basılan İki Mekteb-i Musîbetin Şehadetnâmesi yahut Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinde "Tımarhaneden sonra tevkifhanede iken Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa ile muhaveremdir" başlığını taşıyan kısımda istibdattan şikâyet eden Bediüzzaman "Şişli'de bir Ermeninin evine düştüm" diyerek orada da istibdat perdesinin yırtıldığını ifade eder. "Bediüzzaman'da cinnet değil, dehâ vardır"

Bu mevzuda Gaziantep'in eski ve doktorlarından Dr. Hamid Uras şunları anlatıyor:

meşhur

"İkinci Meşrutiyet senelerindeydi. Biz Mekteb-i Tıbbiyede (Tıp Fakültesinde) talebe idik. Bediüzzaman da İstanbul'da bulunmaktaydı. Kendisi müderrisler içinde Fatih müderrisini beğenir, takdir ederdi. Onun unvanı ve şöhreti her tarafa yayılmıştı. Daha sonra kendisini adlî tıbba sevkedilince Adlî tıptaki doktorlar, muayenesini sohbet ederek yapıyorlar. Bediüzzaman orada bulunan bir teşrih [anatomi] kitabını eline alarak dört-beş sayfasını okuyor ve kendisinin o sahifelerden imtihan edilmesini istiyor. Biraz sonra da, mezkûr sahifeleri aynen ezberden okuyor. Durumu hayretler içinde tâkip eden Rum doktor heyecan ve şaşkınlıkla, 'Bediüzzaman'da cinnet değil, dehâ vardır' diye raporunu veriyor."

EŞREF EDİP FERGAN Eşref Edip 1882'de Serez'de dünyaya geldi. 1971 sonlarında İstanbul'da vefat etti. Onu ilk ziyaretim, 1965 yılında Cağaloğlu'ndaki yazıhane ve kütüphanesinde olmuştu. Daha sonraki yıllarda ise Çarşıkapı'da Av. Bekir Berk Ağabeyimin yazıhanesinde kendilerini dinleme imkânı bulmuştum. 1971'in Aralık ayında Mehmed Fırıncı Ağabeyle Eşref Edip'in ziyaretine gitmeye karar vermiştik. "Hemen gidelim" teklifime Fırıncı Ağabey, "Yarın gidelim" diye cevap vermişti. Kaderin bir tecellîsi olarak, "yarın" denen zamanda Eşref Edip Beyin Fatih Camiinde kılınan cenaze namazına gitmiştik. Bediüzzaman o yıllarda Eşref Edib'in neşretmiş olduğu Sebilürreşad mecmuasında yazılar yazmıştı. Eşref Edip, İngiliz işgali yıllarında, Zeyrek'de bir evde toplanarak Bediüzzaman'dan komitecilik dersleri aldığını anlatırdı. Bediüzzaman'la alâkalı olarak neşredilmiş üç tane kitabı vardır: Risale-i Nur Müellifi Said Nur ve Nurculuk (1952), Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk, Tenkid, Tahlil (1963),

Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil (1965). Bunların dışında Sebilürreşad, Yeni İstiklâl, Bugün, Sabah ve ittihad gazetelerinde Bediüzzaman'la alâkalı araştırma ve yazıları neşredilmiştir. Bunların en uzunu ve muhtevalısı 29 Aralık 1965 ile 25 Mayıs 1966 tarihleri arasında "Senatör Ahmed Yıldız Beyefendiye: İslâm Düşmanlarının Tertiplerini Ortaya Çıkarmak Vazifemizdir" adı altında neşredilen yazıdır. Ayrıca Bugün gazetesinde de "Bediüzzaman'ın Meçhul Kabri" adı altında uzunca bir yazı yazmıştı. Eşref Edip merhum yarım asırdan fazla Türk basın hayatında hizmet etmiş bir kalem erbabıdır. ilk gazetesini 14 Ağustos 1908 tarihinde Sırat-ı Müstakîm adıyla çıkarmıştı. O devrin ileri gelen İslâm ulemâsının çok nâdide eserleri, Sırat-ı Müstakîm'de neşredilmiştir. Bediüzzaman Said Nursî ile olan dostluklarının temeli o yıllara dayanır. Aralarındaki bu dostluk, Bediüzzaman'ın vefâtına kadar candan bir alâka ve samimiyetle devam etmiştir. Nur Risalelerinde ve Bediüzzaman'ın mektuplarında Eşref Edip'ten senâ ile bahseden kısımlar vardır. 1958 senesinde Sebilürreşad'ın 50. yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Eşref Edip'e şu tebriği göndermişti: Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü, Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İslâmiyeyi elli seneden

beri neşreden, hakaik-i İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı müdafaa eden ve elli seneden beri benim maddî manevî bir hakikî kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip! Sebilürreşad'ın ellinci sene-i devriyesi münasebetiyle gayet samimî ve uzun bir mektup yazacaktım. Fakat pek şiddetli hasta olduğumdan, hattâ konuşmaya da iktidarım olmadığından, Risale-i Nur'a havale ediyorum. Onda Sebilürreşad'ın mahiyetini, hizmetini gösteren mektuplar vardır. Zaten Sebilürreşad, Nur'ların mühim parçalarını neşretmiştir. Tarihçe-i Hayat Sebilürreşad'ın elinci sene-i devriyesine tam bir tebriknâme hükmündedir. Duanıza muhtaç gayet hasta Said Nursî (Sebiilürreşad, c.12,s.277) Sahabe imanı, İslâm celâdeti Eşref Edip Sebilürreşad'ın 15. cildinin 356. sayısında "Sahabe İmanı, İslâm Celâdeti" başlığı altında şunları yazıyordu: Ashâb-ı Kirâmdan Hz. Abdullah bin Huzeyfe, Resûl-i Ekrem Efendimizin İslâma davet hakkında İran Şahına yazdığı mektubu götüren zattır. Şam fütûhatında Bizans ordusu ile yapılan muharebede esir düşmüştü. Bizanslıların kaidelerine göre, esir düşen kimse evvelâ mezhebini bildirir, ondan sonra bu mezhepten feragat eder, Hıristiyan dinine girer, ancak bu sayede kurtulurdu. Yoksa

böyle yapmadığı takdirde, zeytin ağaçlarından büyük bir odun yığını hazırlanır, üzerine zeytin yağı dökülür, esir o ateş içine atılır, yakılırdı. Hz. Abdullah bin Huzeyfe, diğer Müslüman esirlerle beraber Bizans hükümdarının huzuruna getirildi. Hıristiyanlığı kabul etmesi teklif edildi. Kabul etmedi, şiddetle reddetti. Mezhebini değiştirmek için çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadı. Abdullah, Müslüman olarak ölmek istediğini söyledi. Bunun üzerine âdet gereğince Hz.Abdullah, ateşe atılmak üzere ateş yığınının yanına getirildi. Bizans hükümdarı da orada hazırdı. Papazlar ve hükümdar, Hz. Abdullah'ın illâ Hıristiyan olmasını tekrar ileri sürdüler. Hz.Abdullah kemâl-i metanet ve şehametle reddetti. Nihayet ateş yakıldı. Hz. Abdullah ateşe atılacaktı. Ateş karşısında da yine Müslüman olduğunu, 'Külhü vallahü ehad, Allahü's-Samed, Lemyelid ve lem yûled' diyerek bu bâtıl dine intisap etmeyeceğini söyledi. Değil beni' dedi, 'benim vücudumun her bir zerresi Abdullah olsa, hepsine de ayrı ayrı cefâ etseniz, ateşte yaksanız, yine Abdullah hak yoldan dönmez. Allah yolunda, bir olan Hâlık-ı Zülcelâl yolunda kalır. Yalnız benim canım değil, binlerce Abdullah'ın canı Hak yolunda fedâ olsun.' Bizans hükümdarı ve papazları, bu İslâm, iman kuvvetini görünce hayret ettiler, yeni bir teklifte bulundular. Hükümdarın elini öpmek şartıyla kendisini

serbest bırakacaklarını söylediler. Hz. Abdullah bunu da kabûl etmedi, reddetti. 'Ben bir Allah'a inanan bir Müslümanım. Bir haça tapanın elini öpmem' dedi. Kendisine pek çok mal, mülk ve servet vereceklerini söylediler. Hz. Abdullah bunların hiçbirisini kabul etmedi. Bu derece iman, bu derece metanet ve celâlet, hükümdarı büs bütün hayrete düşürdü. Böyle iman sahibi bir zatı ateşte yakmaya kıyamıyordu. Bu defa başka bir teklifte bulundu. Kendisinin alnını öpmek şartıyla, bütün Müslüman esirleri serbest bırakacağını söyledi. Seksen kadar Müslüman esir vardı. Hz. Abdullah bu teklif üzerine düşünmeye başladı: Benim hayatımın kıymeti yok. Hak yolunda ateşte yanarım, ölürüm. Fakat benimle beraber seksen Müslüman da yakılacak. Bir putperestin alnını öpmek, bir Müslümana yakışmasa da, seksen Müslümanın hayatını kurtarmak da büyük bir meseledir.' Seksen Müslümanın serbest bırakmak şartıyla bu teklifi kabul etti. Esir Müslümanları beraberinde alarak Mekke'ye geldiler. Hz. Ömer bu mücahitleri, bu kahraman Müslüman Hz. Abdullah'ı bizzat karşıladı ve Abdullah'a sarılarak elini öptü. O arada lâtife kabilinden bazıları, 'Bu zat bir putperestin alnını öptü, serbest oldu' dediler. Hz. Abdullah hemen cevap verdi: 'Evet, maalesef öyle oldu. Fakat seksen Müslümanın da hayatını kurtardım. Onları alıp ailelerine kavuşturdum.' Bu sözü üzerine Hz. Ömerü'l-Faruk (r.a.) bir defa daha

Hz. Abdullah'ın alnından öptü. Bu İslâm celâdet menkıbesini, neşretmekte olduğumuz Asr-ı Saadet, Peygamberimizin Ashabı adlı muazzam eserin dördüncü cildinden naklediyoruz. Bu bize merhum Said Nursî'nin esareti zamanında Moskof kumandanına karşı gösterdiği celâdet ve şehameti hatırlattı. Merhum Üstad, umumî harpte Ruslara esir olduğu zaman, buna benzer bir hâdise cereyan etmişti. Rus kumandanı esirleri teftiş esnasında Üstad kumandanın selâmını almıyor, yerinden bile kalkmıyor. Bu hareketten kumandan hiddetleniyor. 'Belki görmemiştir' diye tekrar önünden geçer. Fakat Üstad yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla, 'Herhalde beni tanımadılar' diyor. Üstad 'Hayır!' diyor. "Tanıyorum, kumandan Nikola Nikoloviç!' Kumandan, 'Şu halde Rus Ordusuna ve dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorsunuz.' Üstad, 'Hayır' diyor. 'Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman din âlimiyim. İmanlı bir kimse Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam edemem.' Bunun üzerine Üstad'ı divan-ı harbe verirler. Subay arkadaşları neticenin vehametini takdir ederek, Üstad'ın özür dilemesini istirham ederler. Fakat Üstad kat'iyyen kabûl etmez. Kemâl-i izzet ve şehametle şöyle der: "Bunların idam kararı, ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir."

"Nihayet divan-ı harb idam kararı verir. Hükmün infaz edileceği sırada Üstad, namaz kılmak için müsaade ister. Vazife-i diniyesini ifadan sonra atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam o sırada Rus kumandanı yetişerek, 'O hareketinizin mukaddesâtınıza olan bağlılığınızdan ileri geldiğine kanaat getirdim. Tekrar tekrar rica ederim, beni affediniz' der ve idam hükmünü geri alır." İslâm şûrâsı Yirminci yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devleti en buhranlı günlerini yaşar. Bu buhran günlerinde vatanımızın bağrından zirve şahsiyetler yükselmiştir. Bediüzzaman Said Nursî de bu zirve şahsiyetlerinden birisidir. O, memleketin temel dâvâları üzerine eğilmiş, ölümsüz prensip ve düsturlar takdim etmişti. Şüphesiz, onun bu düşüncelerinin kaynağı Kur'ân-ı Kerîm idi. Onun içindir ki, bu düşünceler tazeliğini korumaktadır. Bediüzzaman Said Nursî, bu düşüncelerinden birisini de, Eşref Edip merhumun neşrettiği Sebilürreşad gazetesinin 4 Mart 1336-12 Cemaziyelahir 1338 (1922) tarihli 461. sayısında dile getirmişti. Şûrâ-yı Meşihât-ı İslâmiye" başlıklı Sebilürreşad Şöyle takdim ediyordu: "Fâzıl-ı şehîr Bediüzzaman Hazretlerinin mühim bir teklifi."

Said

bu

yazıyı

Kürdî

Efendi

Bu mühim makaleyi, Eşref Edip daha sonraki yıllarda

Sebilürreşad'ın 14. cildinin 350. sayfasında (Ağustos, 1963) yeniden neşretmişti. Yazı, ikinci defa neşrinde "İlmî İslâm Şûrâsı" başlığıyla takdim ediliyordu: Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dine temessük etmişse terakki etmiş, ne derece dinde zaaf göstermişse tedennî etmiştir. Başka din müntesipleri ise bunun aksinedir. Meselâ Hıristiyanlığın kuvvetli zamanında temeddün [medeniyet] hâsıl olmamıştır. Cumhur-u Enbiyânın şarkta bi'seti [çoğu peygamberlerin şarkta gelmesi] kader-i Ezelînin bir remzidir ki, şarkın hissiyâtına din hâkimdir. Bugün İslâm dünyasındaki tezahürât da gösteriyor ki, İslâm dünyasını uyandıracak, ilerletecek yine o histir. Şu da sabit olmuştur ki, Türk milletini bütün öldürücü felâketlere, sarsıntılara rağmen yine o his muhafaza etmiştir. Bu hususta biz, garba nisbetle, ayrı bir hususiyete malikiz. Türk milleti Müslümanın göz bebeği, baş tacıdır. Ona göre, Türkiye'deki dinî riyasetin yalnız Türklerin değil, üç yüz milyon arasındaki nûrânî rabıtanın ma'kesi, manevî istinadgâhı ve mededkârı olması gerekir. Bu da ancak dinî riyasetin, ilim ve faziletleri âmmece müsellem zevattan mürekkeb ilmî bir şûrâya, ilim ve din sahasında yüksek bir otoriteye sahip olması ile husule gelebilir. Zaman eski zaman gibi değildir. Fikirler inceleşmiş, aradaki münasebetler çoğalmış, yeni yeni meseleler doğmuştur, Milletler türlü türlü cereyanlarla çalkantı halindedir. Garb medeniyeti sarsıntılar geçiriyor. İslâm

dünyası da müthiş bir fevzâ içindedir. Fikirler teşettüt ve tezebzüb halindedir. Aradaki rabıtalar çözülmüş, içtihadlar dağılmıştır. Fâsid medeniyetlerin tesiriyle ahlâkta da müthiş bir tedennî husule gelmiş, tehlikeli durumlar varlığımızı tehdit etmeye başlamıştır. Böyle buhranlı zamanlarda İslâm milletinin manevî hayatı bir ferdin, bir şahsın içtihadına terk edilemez. Fert haricî tesirâta karşı daha az mukavimdir. Haricî tesirâta kapılmakla nice ahkâm-ı diniye fedâ edildi. Hem nasıl olur ki, işlerin basit olduğu, taklid ve teslim cârî olduğu zamanda bile, velev ki intizamsız bir hey'et olsun, dinî riyaset kudretli bir mühim şahıslara istinad ederdi. Şimdi ise, iş besâtetten çıkmış, taklit ve ittiba gevşemiştir. Şahsî içtihadlara itimad kalmamıştır. Müslümanların dinî riyaseti öyle bir hale getirilmelidir ki, müessese-i celîle yalnız Türkiye'de değil, bütün İslâm dünyasında feyzini saçsın. Bütün İslam dünyası ona itimat etsin. Hem mutî, hem ma'kes vaziyetini almalıdır. Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi.i O hâkimin müftüsü de onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil edebilirdi. Şimdi ise zaman cemaat zamanıdır. Hâkim o cemaatın ruhundan çıkmış, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, işte şûrâlar o ruhu temsil eder. "Cemaatın ruhundan doğan böyle bir hakimin müftüsü de ona uygun olarak yüksek ilmî bir şûrâdan doğan manevî bir şahsiyet olmak gerekir. Tâ ki sözünü her tarafa

işittirebilsin. Diyanete taallûk eden noktalarda cemaati sırât-ı müstakime, doğru yola sevk edebilsin. Yoksa fert dâhi de olsa, cemâatın manevî ferdine karşı sivrisinek kadar kalır."

ŞEYH BAHİT (1854-1935) "Ben Bediüzzaman'la münazara edemem" Üstad Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayat'ında geçen bir hâdise ve bir hatıra, İkinci Emirdağ Lâhikası'nın sonlarında şöyle ifade edilmektedir: Hürriyetin birinci senesinde İstanbul'da Cam'ül'lEzher'in Reis-i Ulemâsı olan Şeyh Bahit Hazretleri Eski Said'e sordu: "Osmanlı hükümetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?' O vakit eski Said demiş: 'Osmanlı hükümeti Avrupa ile hamiledir. Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hamiledir. O da İslâm devleti doğuracak.' Şeyh Bahid'e söylemiş. O allâme zat demiş: 'Ben de tasdik ediyorum.' Beraberinde gelen hocalara dedi: 'Ben bununla münazara edip galebe edemem." Burada sözü edilen Şeyh Muhammed Bahit 1854

yılında Mısır'ın Mutia şehrinde doğmuştu. Keskin zekâsıyla bilinen Şeyh Bahit doğduğu kasabada Kur'an-ı Kerimi, takiben de birçok dinî ve ilmî eseri hıfzetti. Şeyh Mehdi, Şeyh Abdurrahman Şirbini ve Cemaleddin Afganî gibi zatlardan dersler aldı. Ezher'de okunan fıkıh, nahiv, hadis, usûl, tefsir, belâgat, mantık ve hikmet kitaplarının büyük ekseriyetini, mezkûr hocaların yanında okudu. Çok çalışkandı. Ezher Üniversitesini birinci derecede bitirdi. Daha sonra Ezher'de mantık, hikmet, tevhid, fıkıh ve nahiv konularında dersler verdi. Çeşitli yerlerde kadılık yaptıktan sonra, İskenderiye'de müfettiş olarak çalıştı. Sonra Mısır Şeriat Mahkemesi heyetinin âzası oldu ve sonra da başkanlığını yaptı. Üç çocuğu olan Bahit Efendi birçok dinî eser kaleme aldı. Şeyh Muhammed Bahit Efendi Mısır'a müftü olduğu zaman, Muhammed Abduh'un bazı yenilikçi düşüncelerini tenkit etti. "Bu mağlup olmaz bir dehâdır" Şeyh Bahit 1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilânı günlerinde İstanbul'a geldi. O günlerde elli dört yaşlarında, kâmil bir İslâm âlimiydi. Genç Bediüzzaman ise otuz yaşlarında bir deha olarak bütün İstanbul âlimlerinemerhum Mahir İz'in tabir ve ifadesiyle-"Hodri meydan!" nidalarıyla gürleyerek meydan okumuş, "Her suale cevap verilir" diye herkesi münazaraya davet etmişti. İşte tam bu günlerde İstanbul hocaları Mısır'ın büyük

âlimi Şeyh Bahid'ten yardım isteyerek, genç Bediüzzaman'ı ilmen mağlûp etmesi için, Ayasofya Camiinin yanında bir çayhanede ikisini bir araya getirdiler. Genç Bediüzzaman, Şeyh Bahid'in suallerine verdiği muhteşem cevaplarla feraset ve basiretini açıkça ortaya koydu. Şeyh Bahit, Bediüzzaman'ın cevapları karşısında, "Ben bu gençle münazara edip de galebe çalamam, bu mağlûp olmaz bir dehadır" dedi. Mısır'ın büyük müftüsü Şeyh Muhammed Bahit ömrünün son yıllarında evinde dini sualleri cevapladı. Şeyh Bahit Efendi 1935'te vefat etti.

BEDİÜZZAMAN VE KABASAKAL ÇERKEZ MEHMET PAŞA 31 Mart hâdisesinin karışık ve iğtişaşlı günlerinde, bu isyanı ve bu kanlı anarşiyi bastırmak için otuz yaşlarındaki genç Bediüzzaman, çok çalışıp, büyük gayret göstermişti. Çeşitli topluluklarda yaptığı nasihatlarla ve cihandeğer konuşmalarla bu yangını söndürmek için büyük fedakârlıklar yapmıştı. Fakat bu gayretlerinden bir netice alamayınca, Kocaeli vilayetine doğru çekilmişti. bu çekilişi Rifat Yüce, Kocaeli Tarih ve Rehberi ismindeki eserinde şöyle anlatmaktadır: Bediüzzaman 31 Mart hâdisesini yatıştırmaya çalıştı "Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilânından önce İstanbul'a gelmiş ve Meşrutiyet ilânından sonra dahi İstanbul'da ikamet etmekte iken, şöhretinden bilistifade İstanbul'un

çeşitli gazetelerinde yazdığı faydalarını anlatıyordu."

yazılarla

Meşrutiyetin

Bediüzzaman'ın İzmit'e geldiği merkez-i umumîye soruldu, nezaret altına alınması cevabı geldi. Üstad Bediüzzaman 28. Lem'a'da "Hafız Tevfik'in Fıkrası'nın Tetimmesi" kısmında İzmit'e çekilme meselesiyle alâkalı olarak şunları ifade etmektedir: "İşte o tarihte 1325 (1909) 31 Mart hâdisesi münasebetiyle, İstanbul'dan kaçarak muvakkat bir zaman mücahede-i mâneviyeyi bırakmak niyetiyle Hareket Ordusundan firar edip İzmit'e geldi." O karışık günlerde, sanki Bediüzzaman da isyancıymış gibi, İzmit'ten alınarak İstanbul'a getirilmişti. Bütün mübarek ömrü boyunca asayişin, nizam ve intizamın taraftarı ve hizmetkârı olan Bediüzzaman gibi bir şahsiyeti, bilemeyen nâdanlar, başkalarıyla kıyaslıyorlardı. İşte bunlardan birisi de Mahmud Şevket Paşaydı. Emirdağ Lâhikası'nın birinci cildinde Bediüzzaman, Mahmud Şevket Paşayla karşılaşmasını şöyle ifade etmektedir: "31 Mart hâdisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud Şevket Paşa bana karşı fazla hiddetli iken.." Mektubun devamında, Bediüzzaman, "Şevket Paşa gibi daha nice kumandanların ileride, çıkacak ve bütün cihana

yayılacak Risale-i Nurların heybetinden çekinerek bana, birşey yapamadan geri çekilip karşımda durakladılar" meâlinde izahlarda bulunmaktadır. Ne garip ve ibretlidir ki, Bediüzzaman'a muhatap olan, tâ ilk gençlik günlerinden beri karşılaştığı, konuştuğu ve görüştüğü paşaların, akibetleri gerçekten incelenip, araştırılmaya değer bir meseledir. 31 Mart hâdisesine karışan isyancılar birer birer toplanarak, bugünkü İstanbul Üniversitesinin arkasında bulunan Bekir Ağa Bölüğü denilen hapishaneye atılıyorlardı. Kocaeli'den İstanbul'a dönen Bediüzzaman'ı da, diğer mahkûmlarla beraber muhakeme edilmek üzere, Bekir Ağa Bölüğüne kapatmışlardı. Hem de ağır ceza alabilecek idamlıkların koğuşuna.. İşte Sultan II. Abdülhamid devrinin namlı paşalarından Kabasakal Mehmed Paşa ile genç Bediüzzaman, Bekir Ağa Bölüğündeki idam hücresinde karşılaşmışlardı. Bu hatıra ve tesbitleri 31 Mart hâdisesinde idam mahkûmlarının celladı Hasan ismindeki bir zabitin hatıra notlarından okumaktayız. Kabasakal Paşanın hapishaneye getirilişi Bu notların başında "Kabasakal tevkifhaneye nasıl getirilmiş, nasıl muhakeme edilmiş, nasıl asılmıştı?" denmektedir.

Bu başlıktan sonra Cellat Hasan, notlarında şahit olduğu hâdiseleri şöyle anlatıyordu: İdam kararı mahkûmlara şifahen tebliğ edilmezken, Kabasakal'a mahkemede tebliğ ettiler. Kabasakal hiç beklemediği bu karardan sonra kendini kaybetti. Padişahtan irade bekliyordu. Bekir Ağa Bölüğüne geldiğimin ikinci günü idi. Yaşadığı zamanın meşhur bir hafiyesi Kabasakal Mehmed Paşayı araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasında Bekir Ağa Bölüğüne giderken bile saraya giden bir nazır gibi kemal-i azametle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu. Paşayı kapıda biz karşıladık. içeriye girer girmez, bütün mevkuflar tecessüsle gözlerini istibdat devrinin bu meşhur hafiyesi Kabasakal Paşaya çevirmişlerdi. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu meşhur hafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanlarla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selâm verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan bu hafiyeye etraftan mukabele ettiler ve selamını aldılar. Bazıları daha da ileri gittiler: Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukaddermiş dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki, burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık.

Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Çünkü bu odada kimseler yoktu. Burada, Doğu Anadoluya mektep yaptırmak için İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Kürdî yatıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, Kabasakal Mehmed Paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azametle içeriye girdi. Hâlâ azametli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini hâşâ küçük dağları ben yarattım havasında gören bu istibdat heykeli küçüldü, inceldi, vaziyetini anladı ve bir köşeye sindi. Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkii ile mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan, kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenememişti. Hâlâ kaba bir Çerkez şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeye çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said onu teselli etmek istedi: "Müteessir olmayınız Paşam, bu da geçer' dedi." Kabasakal Paşa kesik, boğuk bir sesle cevap verdi: "Evet, öyle, insanın başından her şey gelip geçer." Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti. Kabasakal Mehmed Paşa ilk geceyi, sakin ve sessiz

geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat bile geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince, sinirlenmeye, asabî buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tesbih, bir aşağı, bir yukarı geziyor, konuşmuyor; Şeyh Said'in teselli edici sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki, vaziyetin vehametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik. O günden itibaren bir daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tesbihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Paşa, Bediüzzaman'ın verdiği zeytinleri yiyordu Şeyh Said, bu koğuşta her gün zeytin ekmek yerdi. Kabasakal Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için, ne gelirken yemek getirmiş, ne de burada yemek getirmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal Mehmed Paşa geldikten sonra, Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birden bire kabarmıştı. Günde yüz dirhem (Bir dirhem üç gram) zeytinle iktifa eden Bediüzzaman'a şimdi günde bir okka (bin iki yüz gram) zeytin yetişmiyordu. Nihayet bu zeytini verirken sormaktan kendimi alamadım: "Şeyh Efendi' dedim, 'ne çok zeytin yiyorsun?" Şeyh celalli bir tavırla yüzüme baktı. Derdini dökecek birisini arıyormuş gibi: "Sorma' dedi. 'Benim yediğim filân yok, ben ancak üç dört tane yiyorum. Mütebakisini bu herif ziftleniyor!" Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar, bu adam acaba

zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin, ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 1903 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken, elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı: "Böyle şey de yenir mi be herif, sende mide denilen şey yok mu?" Milletin halinden bu derece bîbehre olan bu mütekebbir Paşa şimdi zeytin ekmeğe de merhaba demeye mecbur olmuştu. Kabasakal Mehmed Paşanın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı Harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkûmlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkûm olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki Divan-ı Harb, Kabasakal Paşa hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti. Divan-ı Harpten çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık, doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı.

İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam kararı vak'ası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece bir kaç kişi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki, yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi günü idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti. İkinci olarak da, Kabasakal Paşanın idamında bulunacaktım. Elimde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyuyamamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail görmüş gibi yerinden sıçradı. biraz sendeledi, az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir nefere, bir bana baktı. Bediüzzaman, Kabasakal Paşanın mâneviyatını kuvvetlendirdi Aynı koğuşta olan Bediüzzaman Şeyh Said, Kabasakal Mehmed'e mâneviyatın kuvvetlendirici sözler söylemeye başlamıştı. İdamın hayatın sonu demek olmadığını, ölümün son demek olmadığını anlatıyordu. Bir gün büyük hesap gününün mutlaka geleceğini, metin olması lâzım geldiğini ona telkin ediyordu. Ama Paşa ise sanki bunları hiç duymuyordu. Başını kaldıran Kabasakal Paşa, bize hitaben:

Ne o evladım, beni de mi idam edeceksiniz?" diyebildi. Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirememişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi? Paşa bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce: "Bu saatte mi?' dedi. 'Yarını bekleyiniz gün olsun" Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat bir kaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum. Korkmayınız Paşam' dedim. 'Sizi, zabitan koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil.' Filhakika zabitan koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için zabitan koğuşuna girer girmez, Paşa işi anladı. Yalvarmaya başladı. ....... Kabasakal Mehmed Paşa asıldıktan sonra Bekir Ağa Bölüğüne bir korku havası çökmüştü. Ertesi gün ziyaret günüydü. Ziyaret günü bütün koridorlar baştan başa ziyaretçilerle dolardı. Onun için her mevkufu ayrı ayrı tarassut altında bulundurmak mümkün değildi. Maamafih umumî surette nezaret etmet vazifemizdi.

"O gün de Bediüzzaman Şeyh Said Kürdî'nin ailesi kendisini görmek üzere tam sekiz defa gelmişti. O günde münhasıran onlarla meşgul olmuştum. Yine Said Kürdî'nin ailesi, kendisini görmek üzere gelirken, kapı tarafından telaşlı seslerle çağrıldığımı işittim." *** *Bekir Ağa Bölüğü (Hapishanesi) 1950 senesinden sonra yıkılmıştır. İstanbul Ansiklopedisi'nin uzun Bekir Ağa Bölüğü maddesinden kısaca bir nakilde bulunarak, bu meşhur hapishaneyi tanıtmaya çalışalım: Beyazıt'ta Yangın Kulesi'nin hemen yanı başında bulunan İstanbul Üniversitesi merkez binası, evvelâ Seraskerlik ve sonra Harbiye Nezareti iken ayni avlu-meydanda, bu binanın şimâlinde bulunan askerî tevkifhane binasına takılmış olan isimdir ki, bu adı ilk müdürü olan şiddet ve zulmü ile meşhur Bayındırlı Binbaşı Bekir Ağa'nın adından almıştır. Bu bina tarihimizde en acı hatırasını, ikinci meşrutiyet devrinde İttihad ve Terakki Fırkasının koca Türkiye İmparatorluğunu izmihlâle götüren diktatörlüğü zamanında bırakmıştır. o devrin Bekir Ağa Bölüğü tevkifhanesi müdürü olan Salim Bey de orta çağın engizisyon zindanlarını hatırlatacak bir sima olmuş, siyasî maznunlar üzerinde sık sık tatbik ettiği el ve ayak tırnaklarını sökme işkencesinden ötürü: "Tırnakçı Salim" diye şöhret bulmuştur. Ansiklopedi Bekir Ağa Bölüğü ve orada yaşanılan

hatıralarla ilgili olarak çeşitli kitap ve hatıralardan da bahsetmektedir. 31 Mart hâdisesinin Cellad Hasan'ın bizim elimizdeki bahisle alâkalı notları burada bitmektedir. Mehmet Feyzi Efendinin anlattıkları Rahmetli Mehmed Feyzi Ağabeyi vefatından altı ay evveline kadarki son ziyaretime kadar, muhtelif tarihlerde, muhtelif arkadaşlarla ziyaret edip, ellerini öperek, istifade edip, feyizyab olmuştum. Yalnız tek başıma ziyaretlerim de olmuştu. Bu ziyaretlerimin birinde Mehmed Feyzi Ağabey şu hatırayı anlatmıştı: "Üstad Bediüzzaman genç yaşında uzun zaman kayıplara karışıp da bir haber alınamayınca babası Sofi Mirza Efendi, tâ Van'dan kalkarak İstanbul'a kadar evladı genç Said'i aramaya gelmişti. 31 Mart'ın celladı Hasan'ın 'ailesi ziyarete geldi' diye bahsettiği şu şekilde olmuştu." Genç Bediüzzaman, Bekir Ağa Bölüğünde hapis olduğu günlerde, iki zabit hiç bir sebep yokken gelip Bediüzzaman'a hakaret etmek istemişlerdi. Bu meseleyle alakalı olarak, Sikke-i Tesdiki Gaybî'de şöyle bir parça okumaktayız: "Divan-ı Harb-i Örfide kendi idam kararımı beklerken, sebepsiz, kalbsiz, rütbeli iki adam, mahpus olduğum koğuşa tahkir için geldikleri zaman, gayet acib bir surette

söylediği o hâle mahsus bir şetmi (Daha sonraki senelerde Isparta hayatında) üç defa zalim ve garazkâr ehl-i dünyaya karşı sarfetmişti." Bu hâdiseyle alakalı olarak Ahmet Tanyeli, merhum Zübeyir Gündüzalp'dan naklen şunları anlatmaktadır: Sıcak bir yaz günü, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi isimli eseri tashih ediyorduk, matbaaya basılmak için ulaşacaktı. Bu vesileyle Zübeyir Ağabey bizlere şunları anlatmıştı: "Üstad Hazretlerini 31 Mart'ta İstanbul Üniversitesinin altındaki bodruma (Bekir Ağa Bölüğü Hapishanesi) koymuşlardı. Oradaki koğuşlarda bulunan diğer mahkûmlara dayak atarlar ve işkence yaparlarmış. Onların sesleri her taraftan duyulurmuş. Bu arada Üstad Bediüzzaman'ın kapısı da açılarak, ona da hakaret ederek zulmetmek isterler. Üstad Bediüzzaman orada bulunan bir kürsüyü kaptığı gibi, kapıyı açan adamlara ve zaptiyelere karşı gök gürlemesi bir sesle: 'Ey ekbekül küpekadan tekepküp etmiş köpekler!' diye gürleyerek üzerlerine yürüyünce, genç Bediüzzaman'ın bu hücumu karşısında, adamlar ne olduğunu anlayamadan dehşet içinde kaçmışlar. Bir daha da taciz edememişler. Diğer mazlumlara da zulmetmekten vaz geçmişler" Başka tesbitlerimde ise genç Bediüzzaman bu zalim zabitlere: "Defolun!" diye gürlemişti.

İSMAİL HAKKI UZUNÇARŞILI Ord.Prof.İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1888'de İstanbul'da doğdu. 1927-1950 yılları arasında milletvekilliği yaptı. Osmanlı tarihiyle alâkalı çok değerli eserleri vardır. 1977'de vefat etti. "Bediüzzaman'ı sormaya gittim" 1977 yılında Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'yı Topkapı Sarayı arşiv dairesinde çalışırken buldum. Kendisi gibi iki yaşlı ilim adamıyla birlikte, arşiv dairesinde vesikalar üzerinde çalışıyorlardı. Arşiv kataloğunu hazırlıyorlarmış. Sessiz kütüphanede Osmanlının yaptığı hizmetlerin, el yazması eserlerin, henüz kataloğunun hazırlanması bitmemişti. Aynı çalışmalar Başbakanlık Arşivinde de yapılıyormuş. Bu konu ile ilgili bir arkadaş, aynı tempo ile çalışmakla sadece Başbakanlık Arşivindeki vesikaların tanzimi ve

kataloğunun hazırlanması ancak ikiyüz tamamlanabilecekmiş, diye anlatıyordu.

sene

sonra

Yaşlı bir tarihçi olan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlıların son devrinden kalma bir zat olduğuna göre, Bediüzzaman Said Nursî'yi mutlaka tanırdı. Bu sebeple kendisinden Bediüzzaman'ı sormaya gitmiştim. Kendilerine önce Bediüzzaman'ın hayatıyla alâkalı çalışmalarımdan anlattım ve bilgi verdim. Geniş ilminden, bahsederlerdi

yüksek

zekâsından

sitayişle

Gerçek bir ilim adamı centilmenliği ile dinledi. Uzun yaşına rağmen hafıza, dimağ ve zihni mükemmeldi. Sadece kulağı zor işitiyordu. Dikkatle dinledi. Bahsimizle alâkalı olarak bana şu bilgileri verdi: Üniversitenin Mercan tarafındaki kapısından sık sık geçerdim. Mercan İdadisinde talebeydim. O günlerde kendisini Beyazıt'ta görürdüm. Arkasında kendini koruyan muhafızları ve fedâileri vardı. Bu dediğim II. Meşrutiyet yıllarıydı. Genç, uzun boylu, gür bıyıklı ve yakışıklı bir kimse idi. Bediüzzaman diye anılıyordu. Biz küçük ve talebeydik. Kendisi, devrin tanınmış uleması ile görüşürdü. Güzel bir adamdı. Allah rahmet eylesin... Ben talebe olduğum için Kütüphane-i Umumi'ye gider

gelirdim. Bediüzzaman da oraya kahvehaneye gelirdi. Bu şekilde bir çok defalar görmüştüm. Fakat küçük olduğumdan konuşamadım. O zamanki hatıram olarak şunu da söyleyeyim: Bediüzzaman'ın ilminden, faziletinden bahsederlerdi. Ben de kulak misafiri olarak bulunur ve dikkatle dinlerdim. Kendisinin arkadaşları büyük âlimlerdi, teması hep onlarla olurdu. Mercan, o devirde en büyük liseydi. Çiftesaraylar'daki bu lisede okuyordum. Şöhreti çok yaygındı.Said-i Kürdî derlerdi. Geniş ilminden, bahsederlerdi.

yüksek

zekâsından

sitayişle

Ben ayrı sahada yetiştiğim için eserlerini okuyamadım. Ord.Prof.Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ile olan sohbetimize değer yaşlı kütüphaneci ilim adamları da kulak misafiri olup, arada-sırada iştirak ediyorlardı. Topkapı Sarayınınn sessiz-sakin arşivinden mezkûr tesbit ve hatıralarla ayrıldım.

ABDÜLAZİZ ÇAVİŞ (1876-1929) El-Ehram'da Bediüzzaman hakkında yazı yazdı iskenderiye'de doğan Abdülaziz Çaviş'in babası Faslıydı. Camiü'l-Ezher'de okudu. Mısır hükûmeti onu İngiltere'ye tahsile gönderdi. Oxford Üniversitesi Arapça hocalığı yaptı. Mısır'a dönünce İngilizlere karşı olan Mustafa Kâmil'in partisine girdi. 1910'da El-Hidâye dergisini çıkarmaya başladı. 1912 yılında Türkiye'ye geldi. El-Hidâye'yi ve Hilâl-i Osmanî dergilerini çıkarttı. Camilerde dersler okuttu. Trablusgarb harbi başlayınca elinden gelen yardımı yaptı. 1913'te Mısır hükûmeti mahkeme için onu geri çağırdı. Çünkü İngilizlerin aleyhinde Mısır'da beyannameler dağıtmıştı. Türkiye onu Mısır'a gönderdi. Mahkeme de beraat edince yine Türkiye'ye geldi. 1915'de İngilizleri Mısır'dan çıkarmak için yapılan Kanal Seferinin hazırlanmasında gayret gösterdi. Birinci Cihan Harbi sırasında Almanya, Türkiye ve Suriye'de bulundu. İngiliz, Fransız ve Rus ordularının bozgunu için her çareye baş vurdu. Tunuslu Salih Şerif ile

bütün İslâm dünyasına beyannameler dağıttı. Âlem-i İslâmın esaretten kurtulması için büyük gayretler gösterdi. Davet üzerine yine Türkiye'ye geldi. Darü'l-Hikmeti'lİslâmiye Telif ve Tedkikat-ı Şer'iyye Encümeni âzası idi. Bu esnada Bediüzzaman Said Nursî'yi tanıdı. Cumhuriyet devrinde de Şer'iyye Vekâleti Tedkikat ve Telifat-ı İslâmiye Heyeti âzası ve reisi oldu. 1924'te Mısır'a döndü. Maarif vekâletinde vazife aldı. Genç Müslümanlar Cemiyetinde bulundu. 1928'lerde, Mısır'ın El-Ahram gazetesinde çıkan bir yazısıyla alâkalı olarak, ilk devre Erzurum milletvekili Salih Yeşil, Dahiliye Vekili Hilmi Uran'a hitaben 1948'de yazdığı bir yazıda şunları ifade ediyordu: "Şair-i meşhur Âkif Bey merhumun rivayetine nazaran, Mısır'ın en maruf ulemâsından olan ve garbın müteaddit lisan ve felsefesine âşina bulunan üstad-ı âzam Abdülaziz Çaviş'in yirmi küsur sene evvelisi El-Ehram ceridesindeki Said hakkında yazdığı 'Fatînü'l-Asır' başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim adamları, bu zatın fıtraten ilmî kudretini ve ilâhî mesleğini takdir edebilirler." İngiliz Anglikan Kilisesinin İslâm hakkında sorduğu suallere cevaplar vermiş, bu cevapları Anglikan Kilisesine Cevap ismiyle neşredilmiştir.

MUSTAFA BOLAY Öğretmen Mustafa Bolay, 1891 yılında Konya'nın Hadım kazasının Bolay köyünde doğdu. Birinci Cihan Savaşında çarpıştı. Ruslara esir düştü. Bediüzzaman'ın esaret arkadaşıdır. Ona meşhur Said derler Mustafa Bolay'ın yaşından umulmayacak kadar dinç ve kuvvetli bir hafızası var. Hatıralarını dinlemek istediğimiz zaman memnuniyetle kabul etti. Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili hatırladıklarını bize şöyle anlattı: Ben Bediüzzaman'ı Balkan Harbinden önce tanımıştım. O zaman İstanbul'da talebeydim. 1911 senesinin Temmuz ayında İstanbul'a gitmiştim. O zaman, hemen hemen İstanbul'da Onu tanımayan yok gibiydi. Sultanahmet taraflarında çok bulunurdu. Başında sivri bir külâh, belinde bir hançer, allı, yeşilli bir elbisesi vardı. 'Meşhur Bediüzzaman' diye herkes Onu bilir ve tanırdı. Ben de ilk gördüğümde yanımda bulunan ağabeyim İsa'ya 'A... Şu zat kim?' diye sordum. Ağabeyim de o

zaman talebeydi. Sus ayıptır... Ona meşhur Said derler, lâkabı Bediüzzamandır' dedi. 'O böyle bir âlimdir ki, İstanbul'da Onun karşısına çıkacak kimse yoktur' dedi. Daha sonra Birinci Cihan Harbi patlayınca, beni Yakacık talimgâhından Kafkasya'ya sevkettiler. Harpler esnasında Erzincan'ın kuzeyinde Ruslara esir düştüm. Kalçamdan şarapnel yarası almıştım. Ruslar bizi dört atlı arabalarla Trabzon'a götürdüler. On bir gün yaramıza bakan olmadı, ızdırab içinde kıvranıp duruyorduk. Nihayet bizi Batum'a götürdüler. Batum'da hastanede sekse nbeş gün yattım ve tedavi gördüm. Oradan karargâha, sonra Tiflis'e götürdüler. Tiflis'te de on beş gün kaldım. 22 Temmuz 1916'da Rusların eline esir düşmüştüm. Nihayet bizi Volga kenarındaki bir Rus şehri olan Kosturma'ya gönderdiler. "İşte, Balkan Harbi yıllarında İstanbul'dan tanıdığım Bediüzzaman Said Nursî'yi ikinci defa, esarette Kosturma'da gördüm. Kendisiyle Kosturma'da altı ay beraber kaldım. Orada bir yaz geçirdim. Daha sonra Norini Gulabiç'e sevkettiler. Obi Nehri üzerindeydi.... Orada da üç ay kaldım. "Esaretten kurtuluşum da, yine bir Temmuz ayında oldu. 7 Temmuz 1918'de Salib-i Ahmer (Kızılhaç) treniyle Varşova'ya geldim. Bediüzzaman çok mehabetli bir şahsiyetti. Onun heybetinden insan korkardı. Yanına kolay kolay herkes yaklaşamazdı. Onu öldürmek istemişler. Bizim bulunduğumuz kampa Rus Albayı (Askerî Şube

Reisi) getirdi kendisini." Abdurrahman Nursî'nin yazdıkları Mustafa Bolay'ın anlattıkları, Bediüzzaman'ın yeğeni Abdurrahman Nursî'nin yazdıklarını teyid etmektedir. Abdurrahman Nursî, bu esaret olayı ile ilgili, bizzat amcası Bediüzzaman'dan dinlediğini şöyle ifade ediyor: "Amcamı, Van, Culfa, Tiflis, Kiloğrif ve Kosturma'ya sevkettiler. Bu yollarda maruz kaldığı tehlikeleri, (hattâ birkaç defa Rus zabitleri öldürmek istemişler. Öldürdükten sonra da intihar etti diye zabıt tutacaklarmış) ben bütün bunları tafsilâtıyla yazmak istedim. Fakat kendisi müsaade etmediği için kısa kestim." Yine Abdurrahman Nursî bu konuya münasebetle temas ederek, şunu yazıyor:

başka

bir

"Pasin cephesinde, büyük musibet ve felâketlere uğramıştık. Gerek harpler esnasında, gerek esarette çektikleri zahmet ve eziyetleri yazmaya teşebbüs ettim. Birinci Cihan Harbinin aleyhimizde neticelenmesinden dolayı müsaade buyurmadı. Binaenaleyh gayet kısa yazmaya mecbur oldum." "Türkî molla" Yine Mustafa Bolay'ı dinlemeye devam edelim: Üsteğmen Ahmet Efendi vardı. Kendisine hizmet ederdi. Bazen camide Mesudiyeli Abdurrahman Efendi

imamlık yapardı. Ekseriyetle imamlığı kendisi yapardı. Rus askerleri ve subayları da ona karşı hürmetliydiler. "Türkî Molla! Türkî Molla!' diye bahsederlerdi. Normal zamanlarda bizim gibi bir adam sanırdık. Fakat ilmî meselelere gelince birden lisanı değişiyordu. Birgün sohbette Kur'ân-ı Kerim'in tercüme meselesi konuşuluyordu. Hakiki tercümenin mümkün olmadığını ifade etti. "Nikola kampa geldiğinde sen orada mıydın?" "Bu esaretten yıllar sonra, kendilerinin emirdağ'da olduğunu işittim. Bu sıralarda, Kosturma'da Rus kumandanına karşı ayağa kalkmadığını duymuştum. Bu hâdiseyi bir de kendisinden dinlemek istedim. emirdağ'da sohbetimiz sırasında, bana, 'Kardeşim, Nikola kampa geldiğinde sen de orada mıydın? Aramızda geçen hâdiseyi sen de gördün mü?' dedi. Ben, 'Görmedim, fakat duydum, hocam' dedim. Böylece kendisinden bizzat öğrenmek istediğim mesele de aydınlığa kavuşmuş oldu."

H.HASAN SARIKAYA "Resulullah sanki yanıbaşındaydı" Hasan Efendi H. 1287'de Çankırı'nın 30 kilometre uzaklıkta Yapraklı köyünde doğmuş, doğduğunda ezan okur gibi eli kulağındaymış. Bunun üzerine, ebesi ve âlim zatlar onun bu halinin iyi bir hoca olacağına delâlet ettiğini söylemişler. Sekiz yaşında Kur'ân-ı Kerim'i hatmeden, on beş yaşında da hıfzını ikmal eden Hacı Hafız Efendi dayısından ders okumaya başlamış. Yirmi yaşında Hicaz'a gitmiş. O zamanın Mekke Şerifinin evine dâvet edilmiş. Gayet güzel Kur'ân-ı Kerim okuduğunu gören Mekke Şerifi kendisine hususi iltifatlarda bulunmuş. Daha sonra İstanbul'a dönüp çeşitli medreselerde dinî, ilmî tahsiline devam etmiş. Bilhassa Tokatlı Hacı Şakir Efendiden uzun uzun dersler okumuş ve icazetini ondan almış. Güzel sesinden dolayı İstanbul'da o zamanlar "Altın Sesli Hafız" diye tanınmış. Bu arada Sultan Abdülhamid Han'a sabah namazı imamlığı yapıyormuş. Menhus 31 Mart hadisesinde sarayda imiş. 31 Mart'ı İngilizlerin

hazırladığını uzun uzun anlatırdı. O zaman Müslüman olmadıkları halde Müslüman görünen ve Selânik'ten gelen münafıklar Galata Köprüsünün iki tarafından koca koca kazanlarda pilâv pişirip halka dağıtmışlar ve türlü türlü taktiklerle halkı aldatmaya çalışmışlar. O sıralarda Üstad Bediüzzaman, Eşref Edip, Ömer Nasuhî Bilmen ve diğer bazı zevatla Fatih Medresesinde temaslar ve sohbetlerde bulunan Hacı Hafız Efendinin hatıralarını oğlu Visalî Bey bize not ettiği defterden nakletti. Çankırı eşrafından hayırsever, gayretli bir müslüman olan Visalî Bey, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile alâkalı defterindeki notları büyük bir zevkle ve muhabbetle okuyor, biz de aynen kaydediyorduk. Bir gün Şeyhülislâm, bir mesele hakkında yanlış bir fetva verir. Bunu duyan Bediüzzaman hemen Meşihat Dairesine gider. O zaman Şeyhülislâmı görüp ziyaret etmek bir hayli merasime tâbi. Bediüzzaman aşağıda kapıda bekleyen nöbetçilere, 'Bana Şeyhülislâmı gönderin' der. Nöbetçiler de, 'Oğlum, git işine, başımıza belâ olma. Şeyhülislâmı görmek için daha on yerden geçmen lâzım. Sen tutmuş, Şeyhülislâmı ayağına istiyorsun' demişler. Bu sırada Şeyhülislâm pencereden Bediüzzaman Hazretlerini görüyor. Ve telâşa kapılıp, 'yine bir yanlış iş yaptık galiba' deyip aşağı iniyor. Ve Bediüzzaman'a hürmet edip kendisini yukarı götürüyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kendisini yanlış fetva verdiğinden ikaz ediyor ve

fetva verilen meseleyi izah ediyor. Bu ikaz üzerine Şeyhülislâm fetvayı düzeltip özür diliyor. "Bu durumu gören kapıdaki müstahdem ve nöbetçiler hayrette kalıyorlar." *** Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hayatına ait bu hatırayı nakleden Visalî Bey, merhum pederi Hacı Hafız Efendinin tarihçe-i hayatını anlatmaya devam etti. Peder icazet aldıktan sonra alay müftülüğü için açılan imtihana hocasından habersiz giriyor. Birincilikle kazanıp, Edirne'ye gitmeden evvel kendisini yetiştiren hocası Tokatlı Hacı Şakir Efendiye gidip 'Elinizi istiyorum' diyor. Hocası; 'Oğlum, tembel talebeleri alay müftüsü yaparlar. Ben alay müftüsü olmana izin vermiyorum. derhal memleketine git. Orada medrese açıp talebe yetiştir. Pek yakında medreseler kapanacak, dinî tedrisat kaldırılıp yasaklanacak. Sen git, şimdiden talebe yetiştirmeye çalış. Hiçbir şeyden yılma' diyor. Bunun üzerine H.Hafız Efendi Çankırı'ya geliyor. Ve doğduğu köy olan Yapraklı'da 14 odalı Niyaziye isminde bir medrese inşa ediyor. Medreseyi kendi üzerine tapuluyor, yüzlerce talebeye ders vermeye başlıyor. Bu yüzden çeşitli takibata mâruz kalıyor. 8 - 10 defa mahkemeye veriliyor. Evi defalarca mâlûm idare zamanında basılıyor. Ama Hacı Hafız Efendi yılmıyor ve talebe yetiştirmeye devam ediyor. Nihayet 1946'da fahri

vesikalı Kur'ân kursu hocalığına tayin ediliyor. 1948'de dinî siyasete âlet ediyor bahanesiyle vesikası elinden alınıp 300 kadar talebesi dağıtılmak isteniyor. Fakat kanunî mevzuata, hükümlü mâlûmana vâkıf, cesur, metin ve ikna kabiliyetine haiz Hacı Hafız Efendi bu badireden de kurtulup talebe yetiştirmeye devam ediyor. "Halen yetiştirdiği binlerce talebesi çeşitli yerlerde imam-hatiplik, Kur'ân kursu hocalığı yapmaktadırlar. Ve her biri ayrı bir kıymet olan talebeleri çalışkan ve memleketin en dürüst insanları olarak vazife görüyorlar." Visalî Bey, pederinin çok takdire şayan ibretli ve gözlerimizi yaşartan bir faziletini de şöyle anlattı: "Ben de ölümünden sonra vakıf oldum. Talebelerinin çoğunun maişetini kendi temin ederdi. Eğer anne ve babalar 'Oğlum gelsin, üç ay çalışsın. Çalışmaya ihtiyacımız var' diye istidatlı bir talebeyi götürmek isterlerse onlara, 'Oğlun bu zaman zarfında ne kadar kazanır?' diye sorup, aldığı cevaba göre, 'Alın size bu parayı ben veriyorum, bu çocuğu bana bırakın, onu okutacağım' demiş." "Bu asrın müceddidi" Üstad Bediüzzaman Hazretlerini iki sefer Kastamonu'da ziyaret etmiş. Yakınlarına ve yetişkin talebelerine "Bu asrın imam ve müceddidi Bediüzzaman Hazretleridir" deyip Risale-i Nur Külliyatını okumalarını tavsiye edermiş. Ve oğluna defalarca,

Oğlum Bediüzzaman'ı nasıl bilirsin?" diye sormuş. âlim bir zat..." cevabını alınca, Yok oğlum, o sadece âlim değil. Her asrın bir müceddidi var. Bu asrın müceddidi de bu zattır. Onu öyle lâlettayin bir âlim olarak bilmeyin" dediğini oğlu Visalî Bey bize nakletti ve devamla, Ona 'Kitap yaz,' dediğimizde 'Yeniden kitap yazmaya lüzum yok. Her meseleye ait kitap var. Bunları takip etsek yeter. Niçin vaktimi boşa harcayayım derdi. "Vefat edinceye kadar sıhhatinden, aklından ve hafızasından bir şey kaybetmedi. 100 yaşında olduğu halde talebe okutmaya devam ederdi. Nihayet prostat hastalığından 17 Nisan 1970'de vefat etti. Cenazesi binlerce Çankırılı tarafından eller üstünde tekbirler, tehliller ve salâvatlarla kaldırıldı. Yetiştirdiği hafızlar günlerce ruhuna yüzlerce hatim indirdiler." Ne mutlu böyle ölüme! Allah ganî ganî rahmet eylesin. Amin.

HÂFIZ ALİ REŞAD Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden 1899 yılında doğan Hafız Ali Reşat Efendi 1980 yılının 16 Temmuz'unda Ramazan ayında vefat etti. 81 yaşında vefat eden bu zât Gümülcine'de defnedildi. Bediüzzaman'ın eski talebelerindendi. 1922 yılında 150'liklerden olarak memleketi terk etmişti. Yunanistan'ın Gümülcine şehrinde yaşıyordu. Bediüzzaman'a olan bağlılığını Konferans Risalesinde bulunan şiirlerinde ifade etmektedir. Samsun'un Çarşamba kazasına bağlı Terme nahiyesinin Emiryusuf köyünde dünyaya gelmiştir. Çarşamba Rüşdiyesinden mezun olduktan sonra İstanbul Darülfünununu bitirmişti. Arapça, Farsça, Faransızca, Yunancayı da az olarak biliyordu. İstanbul'un işgali ve mütareke yıllarında Bediüzzaman'la beraberliği oldu. Gümülcine'de Peygamberler Binası, Muhafazakâr ve Yol isimli mecmuaları neşredilmiştir. Tarihçe-i Hayat'ta talebeleriyle birlikte fotoğrafı bulunmaktadır.

HÂMİT AYTAÇ "Tevafuklu Kur'ân Şaheserdir" Diyarbakır, yakın tarihimizde ilim, fikir ve sanat sahasında çeşitli kıymetler yetiştirmiş olan bir vatan burcudur. Bu kıymetlere Süleyman Nazif'ten sonra hat üstadı Hâmit Aytaç da katıldı. Hâmid Aytaç diğerlerinden farklı olarak İslâm âlemi, hattâ dünya çapında bir şöhrete sahip oldu. Memleketimizde ve İslâm dünyasının çeşitli beldelerinde Hattat Hâmid Aytaç Hocanın talebeleri bulunmaktadır. Nice evlerde, ellerde, arşivlerde ve kolleksiyonlarda Hâmid Aytaç'ın yüzlerce şâheseri vardır. Bediüzzaman'ın Barla'da iken talebelerine yazdırdığı tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm'i Hâmid Hoca, o güzel kalemiyle eşsiz bir şâheser olarak asrımıza hediye etmiştir. Hâmid Hoca 1911 yıllarında İstanbul'da bulunan Bediüzzaman'la görüştü ve tanıştı. Bediüzzaman'la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip tanışan Hâmid Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş'ta yapılan bir toplantıda yine görüşürler. Bu

toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman'ın hazırlamış olduğu bir hitabeyi okur. Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka bir şekilde tezahür etti. Bediüzzaman'ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur'ân-ı Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak, Hâmid-i Âmidî'ye, Diyarbakır'ın bu usta sanatkârına nasip olmuştur. Hattat Hâmid Bey tevafuklu Kur'ân-ı Kerîm mevzuunda şunları ifade ediyordu: "1911 yazında İstanbul'da görüştüğüm, iltifatına mazhar olduğum Bediüzzaman Said Nursî'nin tevafuk esasına göre tertip ettiği bu tarz, Kur'ân-ı Kerîmin mucizeliğini, ebedîliğini, Hak Kelâmullah olduğunu, daha da net ve çok iyi bir şekilde gözlere gösteren bir tertip tarzıdır." İslâm-Türk yazı sanatının son hattatı ve son üstadı sayılabilen Hâmid Aytaç'ın bu eseri, bir sanat şaheseri ve mukaddes kitabımızın ebedîliğinin pek çok delillerinden birisi olarak, kalbimizi, aklımızı ve hânelerimizi tezyîn edip süsleyecektir. Mekke'de bu tevafuklu Kur'ân-ı Kerîmi gören bir islâm âlimi, "Kur'ân Mekke'de indirildi, ama İstanbul'da yazıldı" sözünü hatırlatarak, "Ben bu sözün sadece Osmanlılar devrine ait olduğunu zannediyordum. Fakat Hattat Hâmid'in bu şâheserini görünce, bu hakikatın kıyamete kadar devam edeceğine bütün kalbimle inandım" demiştir. Hattat Hâmid Hoca, hattatlar için söylenen, "Nefes

almadan veya az nefes alarak yazı yazdıkları için, uzun ömürlü olurlar" sözünün güzel bir misâli olarak doksan bir yaşına kadar yaşamıştır. Hayatının son senesini, Bediüzzaman'ın talebelerinin müşfik alâkaları ve şefkatleri arasında geçirdi. 19 Mayıs 1982'de vefat etti.

ENVER PAŞA Damat ve yaver-i hass, hazret-i şehriyari Enver" şeklinde kartviziti olan Enver Paşayla, Risale-i Nurun tercümanı Bediüzzaman Said Nursî'nin tanışmaları ve dostlukları tâ İkinci Meşrutiyet senelerinde başlamıştı. Bütün hayatında tezatsız ve tenakuzsuz rehber bir şahsiyet olan Bediüzzaman, ömrünün ilk senelerinden beri hürriyetçi ve "meşrutiyet-i meşrua" taraftarı olan "Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı'ydı. Muhterem doktor Cahit Öney "Meşrûtiyet" başlıklı bir dörtlüğünde bu meseleyi şöyle ifade ediyordu. Baştacı iken tutmadı meşrûtiyyet Alkışlanıyor şimdi de cumhuriyet. İnsan soruyor, hangisi efdal acaba? Üstadımızın hasreti. Meşrûiyyet!" İslâmî hürriyetin, adaletin ve meşruiyetin bir temsilcisi olarak Selanik Hürriyet meydanında ilk konuşmayı ve nutku kendisi söylemişti. İşarâtü'l-Îcaz'ın kâğıt masrafı

Bediüzzaman'ın daha sonraki senelerde ve Birinci Cihan Harbinde gönüllü milis albayı olduğu zamanlarda da Enver Paşanın amcası Halil Paşayla, talebesi ve fedâisi Molla Habib vasıtasiyle haberleşmeleri olmuştu. Molla Habib bu haberleşme vazifesini büyük bir kahramanlıkla yaptıktan sonra eski ismi Vastan olan Gevaş'ta Rus kuvvetleri tarafından şehid edilmişti. Milis albayı Gazi Said Nur, 1918 Hazirar'ında Sibirya'daki Rus esaretinden dönüşünde, harbin en ateşli günlerinde cephede yazdığı İşârâtü'l-Îcâz ismindeki hârika tefsirini İstanbul matbaalarında bastırırken, şiddetli ısrarla Harbiye Nazırı Enver Paşa kitabın kâğıt masrafını kendisi karşılamıştı. Bu sıralarda yine Bediüzzaman, Enver Paşa ve diğer Osmanlı paşalarının ısrarıyla, orduy-u hümayunun adayı olarak, Dârü'l-Hikmet'l-İslâmiye'ye âza olarak tayin edilmişti. Kendisine harp madalyası ve gazilik beratı verilmişti. Bir gazi olduğu için günlük yemekleri de Ayasofya aşhanesi tarafından karşılanıyordu. Osmanlı Cihan Devletinin son padişahı Sultan Vahîdüddin Han, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin ve Harbiye Nâzırı Enver Paşanın imzalarıyla Darü'l-Hikmet'e tayin edildiği zaman, aslen Doğubeyazıtlı, Molla Habib'in arkadaşı Molla Süleyman Ayaz (1894-25 Haziran 1974) Üstad Bediüzzaman'la İstanbul'da çok zaman beraber bulunuyordu. Mustafa Kemal'i seçmeyin Süleyman

Ayaz,

Şarktan

talebesi

olduğu

Bediüzzaman'ın Rus esaretinden firar edip Osmanlı payitahtı İstanbul'a döndüğünü Tanin gazetesinde okuyarak öğrenip tekrar Üstadının hizmetine girdiğini bize Bandırma ve Biga'daki görüşmelerimizde anlatmıştı. Kütüphanesinde Üstadın eski eserlerini birer yâdigâr olarak saklıyordu, bunları hep bize vermişti. 1921 senelerinde İstanbul'da Üstadla geçen hatıralarını anlatırken, bir gün sandala binerek Kız Kulesi'ne gidişlerini anlatmıştı. O zamanlar Türkistan'da bulunan Enver Paşadan Üstad Bediüzzaman'a gelen bir mektuptan da bahsetmişti. Sandal gezisi ve Kız Kulesi bahsi olunca ben merak ve heyecanla; "Süleyman amca, demek böyle gezmeye ve Kız Kulesi gibi yerlere de mi giderdiniz?" diye sorunca, merhum Süleyman Ayaz, "Elbette Hazret-i Üstadın böyle gezmek gibi ve bazen ibret için sinemaya gitmek gibi âdeti de vardı" şeklinde gülerek cevap vermişti. Süleyman Ayaz'ın verdiği bilgiye göre, Üstad, Kız Kulesi'nde oturup ders yapıp, etrafı temaşa ve tefekkür ederken, çantasından bir mektup çıkarıp okuyor. Bu mektup Türkistan'daki Enver Paşa'dan gelmektedir. Bediüzzaman'ın mühim şahsiyetini bilen ve takdir eden Enver Paşa, mektupta Reisicumhur seçiminin önemine işaret ederek, Mustafa Kemal'in seçilmemesi gerektiğini söylüyor, reisicumhurun seyyidlerden veya Âl-i Osman'dan seçilmesi için ısrarla tavsiyelerde bulunuyor. Bu hususta gayret göstermesini rica ediyor.

Bediüzzaman çantasından bir kâğıt çıkarıyor ve "Ey kahraman-ı hürriyet!" diye hitabesiyle başlayan bir mektup yazarak Türkistan'daki Enver Paşaya postalıyor. Üstad Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayat'ında ise Kafkas cephesinde milis albayı olarak gösterdiği büyük kahramanlıkların Enver Paşa ve diğer kumandanlar tarafından büyük bir hayranlıkla ve takdirlerle karşılandığı ifade edilmektedir. Bediüzzaman, İstiklâl Harbi senelerinde, İstanbul'da Sünuhat isimli bir eser neşretmişti. Bu kitabın "Rü'yada bir Hitâbe" kısmının devamında, düşmanların İtihad Terakki erkânına ve bu arada Enver Paşa'yla Said Halim Paşa'ya olan şiddetli hücumları karşısında Bediüzzaman, o vatanperverlerin yanında yer almıştı. Bediüzzaman bu meseleyi; düşmanların bu kahramanların azim ve sebatkârlıklarından, İslâmiyet düşmanlarının zehirlerine vâsıta olmayışlarından dolayı desteklediğini ifade ediyor ve diyor ki: "Bence yol ikidir. Mizanın iki kefesi gibi... Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik'le beraber Enver'e; Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.." Enver Paşa Türkistan'da 1903'de Harbiye'den Kurmay yüzbaşı olarak çıkan Enver, İttihat ve Terakki'ye ilk katılan genç subaylar arasında idi. Cesareti, karar kesinliği, muhatablarını tesir

altında bırakan şahsiyeti, mazbut hayatı ile kısa zamanda öne geçti. 1908 senesi 9 Haziran'ında Reval limanında Rus Çarı İkinci Nikola ile, İngiltere Kralı Beşinci Jorj arasında, 'hasta adam' Osmanlı İmparatorluğunun mirâs taksimi üzerinde anlaşma haberi sonucu, bir kurtuluş yolu olarak benimsenen meşrutiyetin ilânı için emrindeki kuvvetlerle Sultan Hamid'e karşı ayaklanmak için, o günlerin söyleyişi ile dağa çıkan genç zabitler arasında o da vardı: Hürriyet kahramanı olarak anılması bu öne çıkışındandır. Bediüzzaman'ı, 23 Temmuz 1908'de Selânik'te, bir din ve maneviyat şahsiyeti olarak ilk nutkunu verdiği gün tanımıştı. 1913'de, Balkan Harbinin felâketi neticeleriyle ülke dertli ve ümitsiz iken, iki rütbe birden terfi ederek mirliva (tümgeneral) rütbesiyle 32 yaşında Osmanlı İmparatorluğu Harbiye Nâzırlığına geldi. Orduyu kısa sürede ıslâh etti, bir süre Berlin'de ateşemiliter olarak bulunmuş. Alman ordusunun kudretini görmüştü. Bu kuvvete inanmış olarak Birinci Dünya Harbinin başında Almanlarla müttefik olarak harbe girmemizde en büyük tesir ondan oldu. Yaşlı ve hasta padişah Sultan Reşad'ın yerine başkumandan vekili olarak da orduların idaresi elinde idi. Başta Sarıkamış felâketi, bir çok yanlış hareketlerde bulunduğunda şüphe yoktu. Bu tarafı yanında, vatansever, mânevî değerlere bağlı, ferdî ahlâk sahipliği üzerinde kendisini sevmeyenler bile birleşiyordu. Balkan Harbinde tarihin en büyük yenilgilerinden birisine uğramış ordudan Birinci Dünya Harbinde ve Millî Mücadelede hârikalar başarmış ordunun

bu kendine gelişinde Enver'in emeklerinin büyük olduğu kaydedilir. Mondros Mütarekesinden önce, Bolşevik (Komünist) İhtilâlinin yapıldığı Rusya'ya gitti, oradan gizlice, istiklâlini yeni ilân etmiş Buhara'ya geçti ve bu tarihî Türk beldesini istilâya kalkışan Ruslarla mücadeleye girişti. Önce başarıya ulaştı, fakat komünistlerin büyük kuvvetler göndermeleri karşısında, o tarihte Afgan veliahdı Emanullah Hanın Kabil'e gelmesi teklifini reddetti. Valcuan'da elinde kılıncı Rus saflarına hücum ederken şehid düştü. Bediüzzaman'ın, "Ben tokadımı Antranik'le beraber Enver'e vurmam.." dediği günlerde Osmanlı İmparatorluğumuzun sabık Harbiye Nazırı ve Başkumandanı, Buhara'da bağrından İslâm dünyasının en yüce âlimlerini yetiştirmiş, İslâm medeniyetinin unutulmaz merkezlerinden birisi olmuş, bir zamanlar Harzemşâhlar devletine pâyitahtlık yapmış ülkede Rus'a karşı kurtuluş kavgasını yürütüyordu. Bir Ermeni komitacısı olan Antranik'le, Osmanlı Devletinin Harbiye Nazırı Enver Paşa'yı bir tutmam, diyen Bediüzzaman'ın bu güzel görüşünü daha iyi anlamak için Ermenilerin Antranik paşa dedikleri adamla ilgili şu bilgilere bakalım: Antranik kimdir? Birinci Dünya Savaşından önce ve savaş sırasında Türklere karşı kurulan Ermeni çetelerinin en ünlü

komutanıdır. 1865 yılında Şebinkarahisar'da doğdu. Soyadı Ozanyan'dır. Çocukluğunda İstanbul'a geldi, bir süre işçi olarak çalıştıktan sonra 1884 ve 1896 yıllarında Ermenilerin Sasun (Bitlis), Muş ve Van'da çıkardıkları isyanlara katıldı. Osmanlı Devletine karşı savaştı. Ününü 1901 yılında çıkan Muş isyanında ve çatışmalarında yaptı, 'Antranik Paşa' lâkabını aldı. 1905 yıllarında Bulgaristan'a geçti. Taşnak Partisinin faal üyelerinden olarak Bağımsız Ermenistan Devleti için çalıştı. 1907'de Taşnak Partisi Genel Kurulunda parti yöneticileriyle anlaşamadığı için ayrıldı. 1908'de Taşnak yöneticileri kendisine Osmanlı Meclisinde Ermeni milletvekilliği teklif ettilerse de, kabul etmedi. İsviçre, İngiltere ve Fransa'ya gitti. 1912 yılında Bulgaristan'a döndü ve Bulgar ordusunda görev alarak Balkan Savaşları'nda Osmanlılara karşı Bulgar subayı olarak savaştı. 1914'de Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Rusya'ya geçti ve Tiflis'te çetesini kurarak, Ermeni birlikleriyle Rus ordusu saflarında yer aldı. Osmanlı kuvvetlerine karşı savaştı. 1918 Sovyet ihtilali, Şebinkarahisarlı Antranik'e 'general' unvanını verdi. Kafkasya Ermenistanı askeri bakımdan onun yönetimindeydi. Bu arada Ruslar çekilmeye başlayınca, Türk ordularına karşı Erzurum'u savunacak olan Ermeni birliklerinin başına geçti. Fakat Türk askeri karşısında Ermeni birlikleri dağılınca, tekrar Rusya'ya kaçtı. "Bu kez Sovyetler'den gereken ilgiyi göremeyince,

Erivan'a geçti. Ermeni birliklerini dağıttı, silâhlarını teslim etti. Erivan'dan Tiflis'e döndü ve Avrupa'ya geçerek oradan Amerika'ya ulaştı. 1922'den 1927'ye kadar Amerika'da yaşadı ve orada öldü. Kemikleri 1928'de Amerika'dan alınarak Paris'e götürüldü ve orada Pere La Chaisse mezarlığına gömüldü. Doğumunun yüzüncü yıldönümünde, yani 1965'de dünyanın her yerinde Ermeniler tarafından anıldı. Hatta bugünkü Sovyet Ermenistanı'nda bir kasabaya Şebinkarahisar adı verilerek heykeli dikildi."

ÖMER LÜTFİ GEDİKOĞLU Denizli maznunlarındandır. 1899'da İnebolu'da dünyaya gelmişti. 1986'da vefat etti. "Ben Şeyh Şaban-ı Veli'nin misafiriyim" 1916 yılında inebolu'da ticaret mektebinde okurken beni lisan biliyor diye Almanya'ya göndermişlerdi. Almanya'ya gitmeden önce Çırağan Sarayına uğradık. Orada Topal İsmail Hakkı Paşa ile Enver Paşa da vardı. Yirmi kadar talebe Almanya'ya gittik. Üstad'ı ilk defa Sirkeci'de İstanbul kumandanı Salih Paşa ile giderken görmüştüm. Üstad, Paşadan az önde gidiyordu. Paşa kendisini geriden takip ediyordu. Üstad'ın belinde kama, sırtında cepken, ayağında çizmeler vardı. O zamanlar askerdim. Aradan yıllar geçti. Üstad'ı Kastamonu'da görüp, ziyaret ettim. Bu ziyaretten evvel bir rüya görmüştüm. inebolu değirmeninin yanında bir türbe vardı. Türbe yolunun iki

tarafında yazılıydı.

mezar

taşlarının

üzerinde

kelime-i

tevhid

Bu rüyadan sonra Zenbilli Ahmed Efendiyle Kastamonu'ya gittik. Gittiğimizde Üstad: 'Dağa gidecektim, gitmedim, demek siz gelecekmişsiniz' dedi. Ben daha ismimi söylemeden bana ismimle hitab etti. Biz oradayken Şeyh Şaban Veli Hazretlerinin imamı geldi. Üstad ona çok iltifat etti. Kendisine hususî sandalye getirtti. 'Ben burada Şeyh Şaban Veli'nin misafiriyim' diye buyurdu. Denizli hadisesi sırasında evimi bastılar. Ben bahçede masa üzerinde Risale-i Nur'ları yazıyordum. Bir ara yazıya ara vermiş, başka bir işle meşgul olmaya başlamıştım. O sırada polis ve jandarmalar geldiler. Masanın yanından geçtikleri halde, üzerindeki kitapları görmediler. Eve girdiler. Evin bir odasında kızlarım da yazı yazıyorlardı. Odanın kapısına bir jandarma diktiler. İçeri girmediler. Sonra kütüphanenin başına geldiler. 'Kitap var mı?' diye sordular. Ben de 'Var efendim, buyurun' dedim. Kitaplarımı kütüphaneden aşağı indirmeye başladılar. Kütüphanenin önünde masa vardı. Evvelâ Risale-i Nur'ları üstüne dizdiler, diğer kitapları da onların üstüne bıraktılar. Böylece üzerini kapattıkları Nur'ları görmediler, Hiçbir kitap bulamadılar. Denizli'den evvel bir ay kadar İnebolu hapishanesinde

kaldık. Sonra vapurla Denizli'ye doğru yola çıktık. Denizli hapsinde devamlı Üstadımızla görüştük. Ebedî, nurlu derslerini dinledim. "Bize devamlı olarak sabır tavsiye ederdi. 'Korkmayın, yakında çıkacaksınız' diye cesaret telkin ederdi."

OSMAN NURİ TOL Eski Alay Müftülerinden, Yarbay (1885-1955) Üstad'ı Millî Mücadele yıllarında tanıyordu Eski alay müftülerinden Osman Nuri Efendi aslen Ankara'lıdır. İstanbul'da vazife yapmıştır. Rütbesi yarbaydı. 1885'te dünyaya gelmiş, l Ekim 1955'te Ankara'da vefat etti. Mezarı Cebeci Kabristanındadır. Osman Nuri Efendinin kızının kızı, İlâhiyat Fakültesi hocası Âgâh Oktay Güner'in eşi İnci Güner, dedesinin, hoş sohbet, ilmî sohbetler yapan, herkes tarafından sevilen ve tatlı bir insan olduğunu ifade etmektedir. Osman Nuri Efendi, Üstad Bediüzzaman'ı millî mücadele senelerinde İstanbul'dan tanıyordu. O zamanlar görüşmeleri ve sohbetleri olmuştu. Osman Nuri, Bediüzzaman'ı seviyor ve ilmî dehasını çok takdir ediyordu. Daha sonra Emirdağ'da Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmişti. Osman Nuri Efendi'nin Tarihçe-i Hayat'ta Üstada yazdığı çok güzel bir mektup vardır. İkinci Emirdağ Lâhikası'nda da Üstad Bediüzzaman'ın kendisine hitaben

mektubu bulunmaktadır. Ayrıca lâhikalarda ismi ve şiirleri mevcuttur. 1950 yılından sonra merhum Ceylân Çalışkan ve Mustafa Sungur'un, Osman Nuri Efendiyle çok görüşmeleri, ziyaretleri ve sohbetleri olmuştu. Osman Nuri anlattıkları

hakkında

Mustafa

Sungur'un

Bu zatı 1950'de, Hazret-i Üstad bizleri Ankara'ya hizmete hâdim kıldıkları zaman tanımıştık. Celâlli bir zat idi. Nakşî tarikatına mensup, Hazret-i Üstadımızın tabiriyle, ehl-i kalb bir zat idi. Hazret-i Üstadımız ona yazdıkları mektuplarda 'Benim Ankara'da bir vekilim' diye hususî iltifatta bulunurdu. Ziyaretine gittiğimizde 'Elvekilü kel-asîl, velev kâne kör fasil' diye söze başlardı. O zaman Abdullah Ağabey, Seyyid Sâlih, Ahmed Atak gibi Nur talebeleri yanına giderdik. Rahmetli Ceylân kardeş de vardı. Bu ibareyi söylemekteki maksadı: Hazret-i Üstad'ın kendisini Ankara'da vekil tayin ettiğinden bahisle, kendisini dinlememiz icap ettiğini ve izinsiz bir hizmette bulunulmaması lâzım geldiğini ihtarda bulunurdu. Ve kendisinde Osmanlı devrindeki âlî tavırlar ve İslâmî terbiye ve edep âşikâre görünürdü. Hazret-i Üstadımızı çok severdi. Tarihçe-i Hayat'ta mevcut 'Sahibü'n-nur ve ihlâs' diye başlayan bir mektubunda kendini tanıtmak babında eski alay müftülerinden olduğunu ve devr-i Cumhuriyette 25 seneye yakın Millî Müdafaa Müftülüğünde bulunduğunu ifade etmektedir. Millî Müdafaa

Müftülüğünde bulunduğu müddetçe hem sabık alay müftülerinden olmak hasebiyle, hem de Nakşî tarikatında vazifedâr kâmil bir zat olmak itibarıyla o zamanın Askerî Temyiz Reisi Kemal Kalkan Paşa ve daha bilemediğimiz pek çok zevat-ı muhterem, kendisine bağlı manevî talebeleri ve müritleri idi. Kendisi ifade ederdi ki, ilk iki reis-i cumhurla defaatle satranç oyunu oynamış ki, Kur'ân ve İslâmiyet aleyhindeki hareketlere mâni olsun. 1944 Denizli Ağır Ceza Mahkemesi beraatının Mahkeme-i Temyizdeki tasdikinde fiilî duâ mânâsında samimî alâka ve gayretleri olmuştur. 1950'de demokrasinin zuhuruyla bazı cüz'i de olsa İslâmî hareket ve hizmetleri görüp duydukça, Risale-i Nur'un muazzam ve ulvî mazhariyetini ifade için zaman zaman yanına gelenlere bilhassa şu ifadede bulunurdu: 'Bu zamanın Şeyhü'l-Ekber Muhiddin-i Arabî'si ve Şah-ı Nakibend-i Kudsîsi ve Sultan Abdülkadir'i, Bediüzzaman'dır.' Ve zaman zaman bazı izahlarında 'Bu Bediüzzaman'ın Risale-i Nur yolu peygamberler, sahabeler, evliyalar ve asfiyalar yolu, sırat-ı müstakim caddesidir. O mukaddes silsilenin bu zamanda devamıdır' derdi. Fevzi Çakmak sohbetlerine devam etmişti Ben kendisinden değil, fakat sadık dostu Cevad Beyden dinlemiştim. Millet Partisini 23 kişi olarak kendisi kurdurmuş. Bu itibarla Demokratlara pek iltifat etmezdi. Askeriyeden mütekait alay müftüsü ve Millî Müdafaa müftülüklerinde de bulunmuş olması noktasında olacak ki,

Mareşal Fevzi Çakmak ile de alâkadar imiş. Fevzi Çakmak hayatının sonunda Osman Nuri Efendinin sohbetlerine devam etmiş. İki defa Osman Nuri Efendinin ayağına kapanmış ki, affı için dua etmesini rica etmiş. Çünkü Maarif Vekili Hasan Ali Yücel'in, Türkiye'nin geleceğinin temel taşlarından en ehemmiyetlisi olan Maarif Vekâletini elde edip, bütün imkânlarını 'İleri bir gençlik yetiştireceğiz' maskesi altında komünizm rejimine zemin hazırlamak için sarf etmesi neticesi çok azîm ve dehşetli bir tehlikenin vatan ve millet âfâkını sarsması noktasından Erkân-ıHarbiye Reisi Fevzi Paşa bundaki büyük hisse ve iştiraki görüyor ve ekilen zakkum tohumlarının birden çok geniş bir sahada filizlenmesini müşahede etmekle, elbette 'Nereden, nereye?' sualini kendi kendine soruyordu. Vatan ve milletin âtisinden endişe duyuyordu. Ve bin-netice, bir tesellî ve gufran kapısı aramakta idi. Osman Nuri'nin kendi çapında teşkil eylediği cemaate, bu noktadan dahil oluyor ki, Kurtuluş Savaşını kazanan mukaddes ruhun, millet ve vatana bağlılığın en yüksek örneğini asker ve sivilden müteşekkil- az da olsa-Osman Nuri cemaatinde görmekte ve bütün bunların mülâhazasıyla bir af ve Mağrifet yolunu Osman Nuri delaletiyle aramakta idi. Bu nokta-i nazardan rahmetli Osman Nuri Efendi, o dehşetli zamanların mes'uliyetlerinden kendisini kurtaracak şekilde çalışmıştır. Nitekim zaman zaman anlattığı ve en güzel ve isabetli tabirini Ahmed Feyzi Ağabeyin beyânında bulan bir sâdık rüyâ veya mânâda gördüğü şöyle bir vak'a vardır: Bir mecliste Peygamberimiz Fahr-i Âlem (a.s.m.) ile Ebû

Bekir Sıddîk( r.a.) ve kendisi de bulunduğu halde, Sıddîk-i Ekber Efendimiz soruyor: 'Yâ Resulallah, ümmet-i Muhammed'in (a.s.m.) hâli ne olacak?' Cevaben Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimiz, 'Âlem-i insaniyet, İslâmiyete inkılâb edecek ve medeniyet-i Muhammediye bütün beşerin ruhuna nefhedilecek' buyuruyor. Bunun üzerine tekrar Sıddîk-i Ekber Efendimiz, 'Bunu kim yapacak?' dediği zaman, Peygamber Efendimiz, 'İşte!' diye Osman Nurî Efendiyi gösterdiğini söylerdi. Millet Partisini kurdurması, Hazret-i Üstad'ı Ankara'ya davet etmesi ve Hazret-i Üstad için evine muttasıl bir yer yaptırmış olması da gördüğü mezkûr muhavereye binâen idi. 1950 güz aylarında rahmetli Ahmed Feyzi Ağabeye bunu anlatmıştı. Feyzi Ağabey onun şevkini kırmamak için yanında söylemeyip, dışarı çıktığımızda dedi ki: 'Osman Nuri Efendinin bu Ankara'da bulunuşu, Risale-i Nur'a samimî alâkası, irtibatı ve Hazret-i Üstad'a dostluğu ve yakınlığı itibarıyla o küllî şahs-ı manevîye olan teveccüh ve mazhariyeti cihetinden kendi aynasında o küllî mânâyı görmüş.' Evet, Osmanlılardan sonra hem âlem-i İslâmda, hem âlem-i insaniyette dehşetli tahavvüller ve inkılâplar zuhura geldi. Bugün Nur'ların ışığıyla baktığımız zaman anlıyoruz ki, ümmet-i Muhammed'in 1400 seneden beri zuhuruna intizar ettikleri ve dehşetinden Allah'a sığındıkları âhirzaman hâdisatının zuhuru bu zaman imiş. Nitekim otuz-kırk sene sonra gerek dünya üzerinde, gerek memleketimizde meydana gelen anarşi hâdiseleri ve

komünizm tehlikesi gibi milyonları kasıp kavuran müthiş bir ahlâksızlık ve imansızlık tâunu, ebede namzet insan için ne azîm bir tehlike arz ettiği mâlûmdur. Evet, çekirdeğin kıymeti, ondan fışkıran ağacının heybetiyle ölçülür. Bu mânâ hayırda da şeyde de aynıdır. Peygamberimiz Efendimizin, 'Kim iyi bir çığır açarsa, ondaki hayır devam ettikçe, bir misli o çığırı açanın defter-i âmaline yazılır. Kim de fenâ bir çığır açar, o devam ettiği müddetçe yekûn şerler ona yazılır' meâlindeki bir hadis-i şerif var. 'Essebebü kel-fâil' sırrı ile ki, Allahü alem, âhir zamanda zuhur eden hâdiseler de böyledir. Hayır ve şerde başlayan, devam eden, gittikçe gelişen ve milyonları içine alan iki cereyan-ı azîmin mebde'leri, sebep ve vesileleri, fâilleri olan reisleri, evvelleri büyüyorlar, inkişaf ediyorlar. Dal budak salıyorlar, küllîleşiyorlar. Cenneti baştan başa kuşatan Tûbâ ağacı gibi ve Cehennemi ihata eden korkunç zakkum ağacı gibi her tarafa uzanıyorlar. İşte rahmetli Osman Nuri Efendi, merkez-i pây-i taht-i hükûmette samimî hizmet-i diniyesi, Risale-i Nur'un Denizli beraatinin tasdikindeki hizmeti ve kendi zât-ı mübarekindeki yüksek imanı ve metanetiyle, manevî bir müjde-i Nebeviyenin bir nebze tecellî-i iltifatına bu sûretle nâil olur, demektir. Osman Nuri Efendi hücre-i nuriye olarak tesmiye ettiği ve Hazret-i Üstadımızın da medrese-i nuriye olarak kabul ettikleri, dershâne-i nuriye tamamlandıktan sonra, tekrar Hazret-i Üstad'ı dâvet etti. Hazret-i Üstadımız aşağıdaki mektubu kendisine göndermişti:

Üstadın Osman Nuri Efendiye mektubu Aziz Sıddık Kardeşim Osman Nuri, Madem Cenab-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlâsınla, Ankara'da en mühim genç Said'ler, senin etrafına toplanmış. Madem Ankara'da benim bulunmamı lüzumlu görüyorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı o küçük medrese-i nuriyeme benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said'ler, seninle komşu olurlar. Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde sadâkatle şimdiye kadar hizmetleriyle her biri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahman'larım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Said'leri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük medrese-i nuriyeye nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize bırakıyorum.' Fakat rahmetli Osman Nuri Efendi mutlaka Hazret-i Üstadımızın teşrifini bekliyordu. Yakın bir istikbalde yüzlere binlere bâliğ olacak ve bütün vatanperverler tarafından ileride takdirle karşılanacak, böyle ulvi ve genç talebelere her sahada faydalı olacak dershane-i nuriyelerin mebde ve başlangıcı olacak mânâdaki büyük mazhariyet yerinde, illâ Hazret-i Üstad'ın gelmesi isteğine, bu tarz mukabelesinden bir derece mahzun ve mükedder olmuştu. Bizim de üniversiteliler arasındaki Nur'larla hizmet faaliyetimizi, meselâ Zübeyir Ağabeyin, Ceylân, Seyyid Salih ve sâir kardeşlerin konferans gibi, temaslar gibi ayrı

ayrı sahalardaki hizmetlerini 'Haber vermeden yapıyorlar' endişelerinden mütevellit olacak ki, üzüntüsünü izhar etti. Biz de Hazret-i Üstadımıza durumu arz ettiğimizde Emirdağ Lâhikası'na geçen mektubu gönderdiler." (Bak. Emirdağ c.2.Sayfa 57)

MEHMET SOFUOĞLU PROF.HİLMİ ZİYA ÜLKEN MEHMET SOFUOĞLU PROF.HİLMİ ZİYA ÜLKEN Tefsir ve hadis hocası. Mehmet Zeki Sofuoğlu 1990'da vefat etti. "Bu zata Bediüzzaman derler" İstanbul İlâhiyat Fakültesinin merhum tefsir ve hadis hocalarından Mehmed Sofuoğlu 1956 yılında İslâmköylü eniştesi Nuri Ufuk'la birlikte bir sohbahar günü Barla nahiyesine doğru yola çıkmışlardı. Gayeleri Barla'da Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etmekti. Vardıkları zaman Bediüzzaman'ın orada olmadığını üzülerek gördüler. Barla Karakolundaki jandarmalar verilen emri yerine getirmek için, Sofuoğlu Hocaya "Niye geldin, niçin geldin, hüviyetin nedir?" gibi mâlûm devirlerin mâlûm sorularını

sorarak ifadelerini aldılar. Merhum Sofuoğlu, son devir âlimlerinden Yusuf Ziya Yörükhan'ın ve Hilmi Ziya Ülken'in Bediüzzaman'dan çok sitayişle bahisler açtıklarını; ilmini, irfanını ve kahramanlığını sena ettiklerini bize anlatırken, Hilmi Ziya Ülken'le Bediüzzaman bahsini konuştuklarını da söylüyordu. Prof. Hilmi Ziya Ülken kitaplarında Bediüzzaman'ın eserlerinden nakiller yaparken, dostlarına da Üstad Bediüzzaman'dan hep sitayişle bahisler açardı. Ülken 1946 yılında neşredilen İslâm Düşüncesi Türk Tefekkür Tarihi Araştırmalarına Giriş isimli eserinde, "İslâm düşüncesine ait Tanzimattan sonraki yayınlar" kısmında Üstad Bediüzzaman'ın Sünuhat, Lemaat, Habbe ve Zeylü'l-Habbe isimli eserlerinden sitayişle bahsetmektedir. Merhum Mehmed Zeki Sofuoğlu, Edebiyat Fakültesi Türk Tefekkürü Tarihi ve Sosyoloji Profesörü Hilmi Ziya Ülken'le Türkiye'nin ilk İslâm Enstitüsü İstanbul Fındıklı'da yeni açıldığı zaman görüşüp, sohbetleri olduğunu anlatmıştı. Enstitüde bir gün sohbet ederken, Hilmi Ziya Ülken kendi hocasıyla aralarında geçen bir hadiseyi şöyle anlatmıştı: "Meşrutiyet senelerinde hocamla birlikte Nuru Osmaniye Camiinin yakınlarında bir çayhanede oturup

sohbet ediyorduk. Tam o esnada camiden, yanında talebe ve fedaileriyle, külâhlı, çizmeli, şark kıyafeti içinde genç bir zat çıktı. Hocam hemen beni ikaz etti. 'Bu gördüğün zat ilimde deryadır. Sakın bunun kıyafetine bakıp da aldanma! Herhangi bir mevzuda dahi olsa bununla münazara edeyim, münakaşa edeyim deme, bu zat seni mat edip, mağlûp eder. Bu zata Bediüzzaman derler." Prof. Hilmi Ziya Ülken'den bu hatırasını bize nakleden merhum Sofuoğlu Hoca da, Bediüzzaman'ı ve eserlerinin kıymetini ifade edip, takdirlerini bildirmişti.

TEVFİK DEMİROĞLU "Bediüzzaman'la Beyazid Camiinde buluşurduk" Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, Doğu Anadoluda yapmak istediği Medresetü'z-Zehra (İslâm Üniversitesi) zamanından duymuştum. Zaten o zaman şöhreti büyük, her yerde bilinir ve tanınırdı. Fakat ilk görüşmemiz Eyüp'teki Sokullu Medresesinde oldu. O zaman Şeyh Şefik Efendi vardı. Büyük bir adamdı. Esasen benim bir dayım vardı. Seyyid Tahâ Efendi. Uzun zaman Van Mebusluğu yaptı. Üstad ile o birbirlerini çok severlerdi. Bu sebeple bir ay mütemadiyen geldi ve bizde beraber yatarlardı. Bir ay Sokullu Medresesinde oturduk. Sonra İdrisî Köşkünde oturmaya başladık. Çok müzeyyen, ahşap, şenlikli bir şeydi. Tâ Çamlıca'ya kadar her yeri görürdü. Aslı Yavuz Sultan Selim zamanında yapılmış, III. Sultan Selim de bu binayı tamir ettirmiştir. Uzun zaman bu köşkte kaldı. Bilahare aşağıda, türbenin yanındaki odada kaldı. Daha sonra Dâr-ül-Hikmet'ül-İslâmiye azası olduğu zamanlar Reşadiye Otelinde kaldı. Sonra Vezneciler'de bir eve geçti. Biz kendisiyle ya Beyazıt Cami-i Şerifinde veya

Şehzadebaşında çayhanede buluşurduk. Uzun birader Eyüp'te iken şöyle bir hatıramız oldu: Eyüp meydanındaki yoğurtçudan yoğurt alırdı. 'Merhaba yoğurtçu efendi' derdi. Hiç unutmam. Örme bir kesesi vardı, onu çıkarır parasını verirdi. Yoğurdu alıp yukarıya çıkarken, köpekler peşimize düşerdi. Köpeklere 'Pist birader, pist birader' derdi. Bir gün, ben, 'Üstad'ım; o birader, ben birader. Böyle olur mu?' dedim. O da: 'Sen uzun biradersin' dedi. Otuz yıl sonra 1952'de Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinde ziyaretine Eşref Edip Beyle gittiğimizde beni bu nam ile yine tanıdı. 'Ve aleyküm selâm! Uzun birader' dedi. Şimdiki Sultan Selim Camiinde imam Ali Rıza Sağman Bey vardı. Son zamanlarda Sultan Selim'li Hafız Ali diye tanınırdı. Onu çok severdi ve önünde otururdu. 'Hafız oku oku, bizim vaaz u nasihatlerimiz, para etmez. Sizin okuyuşunuz belki bu milleti ıslâh eder' derdi. Çamlıca'ya çok giderdik Üstad Bediüzzaman'la Çamlıca'ya çok giderdik. O zamanlar Yusuf İzzeddin Paşa Köşkünde kalırdı. Bir kuyu kenarına oturur sohbette bulunurduk. Üstad'ın ekser vakti, Eşref Edip Beyin yanında geçerdi.

M. Akif Bey de gelirdi. Hutuvat-ı Sitte'yi dağıtırdım İstabul, İngilizlerin işgalindeyken Üstad'ın biraderzâdesi Abdurrahman'la beraber Hutuvat-ı Sitte'yi dağıtırdım. Nerede içimize güven ve emniyet hissi veren bir kişi çıksa ona verirdik. Bu tarzı da ben tavsiye ettim. Çünkü tuhaftır. Amerikalıların bir neşir yurdu vardı. 'Rabilhous' diye. Kitab-ı Mukaddes'i basıyorlardı. Orada bir Ermeni vardı. Ben onu görünce selâm verir ve halini sorardım. O beni gözüne kestirmiş. İncil'den ufak risaleler yaptırmışlar. Küçük kitapçıklar halinde, bana bunlardan 5-10 tane verir. "Tevzi eder misin?' derdi. Biz de alır, götürür ve yakardık. Ben bunu Üstad'a söyledim. 'Siz müsaade edin böyle yapalım' dedim. 'Peki' dedi. 'Abdurrahman'la bu işi yapın.' Kitaplar Vezneciler'de bir çayhanedeydi. İngiliz işgali olmasına rağmen korku diye bir şey bilmiyorduk. Ben Türbe'de bir İngiliz polisini dövmüşümdür. Yerlerine göre bazen yüzlerine tükürüp hemen kaçardık. Tabii peşimize düşerler. Türk polisi de bize talimat verir. 'Sağa sap'der, onu sola götürür. Böylece izimizi kaybettirirdik. Top kamalarını kaçırırdık Ayrıca top kamalarını alıp, İngiliz toplarını muattal hale getirmek gibi gizli bir çalışma yapardık. Bunun için Sirkeci'de biri kahvehaneden talimatımızı alırdık. Washington Sefareti İmamı Saffet Efendi devamlı burada bir sedirde otururdu. Önüne de bir nargile alır içerdi. Biz

yanına gelir elini öperdik. Bu anda o bizim elimize bir kâğıt sıkıştırır ve hemen şu şekilde bağırırdı. 'Oğluma bir çay' derdi. O zamanlar bir de 'Mimmim' grubu mel'unları vardı. Ben ve bazımız onları tanımıyorduk. Bazı tanıyanlar vardı. Onlardan gizli yapıyorduk. Benim vazifem tersaneden top kamalarını alıp, Çarşamba Polis Karakolu yanındaki Kuyulu Kahvehaneye getirmekti. Bu kahvehanenin ön ve arkası bahçe idi. Ben tersaneden kâğıda sarılı olarak top kamaları alırdım. Mevsim de kıştı, benim bir pardesüm, yağmurluğum vardı, onun altına koyardım ve elimi de cebime koyup onları tutardım. Sonra Kasımpaşa'dan vapura biner, Fener'e çıkardım. Camcı yokuşundan Çarşamba'ya gelir ve kahvehaneye girerdim. Bazen vapuru kaçırıp bir sonrakine kalırdım. O zaman kahveci: 'Hoş geldin evlât, nerede kaldın?' derdi. Kahve iki kapılı idi. Arka bahçeye çıkan kapıyı açar, dışarı çıkardık. Bahçede kör bir kuyu vardı. Onun başına getirir ve verirdim. Kamaları o da bir halata sarar ve kuyunun içine koyardı. Sonra beraberce içeri girer, o da tezgâhtara 'Oğluma bir çay verin' derdi. Çayı içer ve zaten vakit epey ilerlemiş olur ve ben Eyüp'teki evimize giderdim. Diğer taraftan bazı arkadaşlar da Ahırkapı'da silâh çalarlardı. Eşref Edip'i çok severdi. Üstad, Eşref Edip Beyin Sebilürreşad Mecmuasıyla çok yakından ilgilenirdi. Eşref Edip Beyi çok severdi. Hattâ son görüşmemizde Avukat Mihri Helav'a 'Bak, Mihri, Eşref

Edip Bey günahlarını afettirdi. İslâma çok hizmet etti. Ya sen ne yapıyorsun?' dedi. O da 'Dua buyurun, ben de inşaallah bir şeyler yaparım' dedi. Sana heykel dikmek için yardım etmedik Üstad daha önceden beni Ankara'ya göndermişti. Bilahare kendisi de ısrarla istenince geldi. Orada son olarak kendisini Mustafa Kemal'le istasyonda konuşurken gördüm. Ben yanlarında idim. O zaman Mustafa Kemal'in Sarayburnu'na heykelinin yapılmasını düşünüyorlardı. Buna karşılık ilk olarak Sokulluların adamı olan sarıklı avukatlardan Abdunnâfi Efendi karşı çıktı. İstanbul'dan Ankara'ya telgraflar çekti. 'Hilâfet merkezine heykeller dikilemez' diye. O zaman da Üstad: 'Paşa biz sana heykel dikmen için yardım etmedik' dedi. İstasyonda ben duydum. Mustafa Kemal cevap vermedi, yürüdü. Ertesi günü de duyduk ki Üstad Van'a gitmiş. "Üstad'ı anlayan tek devlet adamı Adnan Beydir. Rahmetli çok anlamıştı. Ama ne yapsın, etrafındakiler ona daha fazla yardım etmesine mani oluyorlardı." Tevfik Demiroğlu 8 Mayıs 1987'de vefat etti.

İSMAİL HAKKI İZMİRLİ İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946). İzmirli İsmail Hakkı dinî, felsefî ilimlere ait eserleriyle ve çalışmalarıyla tanınan, yakın tarihimizin büyük âlimlerindendi. İzmir'de dünyaya gelen İsmail Hakkı, Rus harblerinde vurulan Yedek Yüzbaşı Hasan Efendinin oğluydu. Darü'l-Hikmeti'l-i İslâmiye âzası İzmir Rüştiyesini bitirdikten sonra İstanbul'da tahsiline devam etmişti. Darül muallimin-i âliyenin edebiyat kısmından birincilikle mezun olmuştu. Bir müddet de Fen Fakültesine devam etmişti. Çeşitli mekteplerde dersler okutmuştu. Edebiyat ve İlahiyat Fakültelerinde müdürlük yaptı. Mülkiye ve muallim mekteplerinde de dersler okutmuştu. İzmirli İsmail Hakkı'nın yüz kadar yazdığı eseri bulunmaktadır. Büyük bir kütüphanesi vardı. Kitaplarını Süleymaniye Kütüphanesine bağışlamıştı. Kitapları Süleymaniye Kütüphanesinin İzmirli İsmail Hakkı bölümündedir. Buradaki kitaplarının tamamı üç bin yedi yüz cilt kadardır. Bunların içinde, Bediüzzaman'ın eski

kitaplarının hemen ekserisi bulunmaktadır. 31 Ocak 1946 Perşembe günü akşamı Ankara'da vefat etmişti. Hacı Bayram Camiinde cenaze namazı kılındıktan sonra Cebeci Asrî Mezarlığında toprağa verilmişti. Vefatından sonra gazetelerde hakkında çeşitli yazılar çıkmıştı. Bunlardan Mehmed Akif Ersoy'un damadı Ömer Rıza Doğrul 2 Şubat 1946 tarihli Cumhuriyet gazetesinde bir yazı neşretmişti. Doğrul, "İsmail Hakkı İzmirli" başlıklı yazısının sonunu şöyle bitiriyordu: Kendisini otuz beş yıl önce Mehmed Akif'in muhitinde, Babanzade Ahmed Naim'le, Ferid Kam'la birlikte tanımak şerefini kazanmış ve onun iltifat ve teveccühü ile karşılanmıştım. Kendisi, Mehmed Akif muhitinin en belli başlı erkânındandı ve o meclis, İzmir'siz tamamlanamazdı. Onların hepsi Allah'ın rahmetine kavuştular. Nihayet o da, o meclisi bam başka bir âlemde tamamlamak üzere onlara katıldı. Ve onlar gibi o da bizi öksüz bıraktı. "Türk milletine ve İslâm âlemine başsağlığı dileriz." Radyo gazetesi muharriri Nureddin Artam da İsmail Hakkı İzmirli'nin ölümü münasebetiyle şu beyti söylemişti: Hakkıyı Hakka eyledik îsâl, Ona hasret çekerdi İbni Kemal, Yürüdü Hakka, Hakkı İzmirli Çekeriz biz de şimdi İsm-i Celal." Eserlerinden bazıları şunlardı:

Maani-i Kur'ân, Yeni İlm-i Kelam, Usul-ı Fıkıh Dersleri, İlm-i Hilaf, Din Dersleri, Siyer-i Nebeviye-i Celile, Garb Filozoflarıyla Şark Filozofları Arasında Bir mukayese, Fenn-i Menahiç, Şeyh ebi Bekir-i Razi, Mutasavvife Sözleri mi?, Gazilere Armağan ve Angilikan Kilisesine Cevap. İzmirli İsmail Hakkı eserlerinden dolayı vekaletinden takdirname aldığı gibi, Fransa tarafından da kendisine akademi nişanı verilmişti.

maarif devleti

İzmirli, verdiği dersleri pek heyecanlı bir şekilde anlatırdı. Bitmeyen bir ilim heyecanı taşırdı. Gayet güzel dersler anlatırdı. Onun derslerini anlamayan hemen hemen yoktu. İslâm tarihini yaşayarak anlatırdı. Kendisini dinleyen talebelerini bazı zamanlar da anlatırdı. İslâm tarihini anlatırken talebeler dersin tafsilatlı olmasını istedikleri zaman onlara cevaben: Benden mufassal istemeyin, mevsuk isteyin!" derdi. İzmirli" adıyla tanınan Hafız İsmail Hakkı, Dârü'lHikmeti'l İslamiye'de âzâlık da yapmıştı. Hüdâ hepsine rahmetler eylesin.

MUSTAFA BARÇIN 1901'de Konya'nın Sarıveliler kasabasında doğdu. Çeşitli hocalardan dersler aldı. Bekir Haki Efendi de hocalarındandır. Eski adalet bakanlarından Sedat Çumralı ile samimi bir arkadaştı. Üstad Bediüzzaman'ı İstanbul, Emirdağ ve Isparta'da ziyaret etmişti. Kardeşi Dr. Tahir Barçın'a Üstad Bediüzzaman'ı gösterip tanıştırmıştı. Mustafa Barçın'ın Arapçadan tercüme edilmiş bazı İslâmi eserleri vardır. İstiklâl marşımızın şairi Mehmed Âkif Beyin Fatih Sarıgüzel'de dünyaya geldiği evin yerinde bugün Barçın Apartmanı yükselmektedir. Barçın Apartmanının sahibi Dr.Tahir Barçın'ın evinde senelerce, her hafta Çarşamba okunan Risale-i Nur derslerine devam etmiştik. Merhum doktor ağabeyimiz, kendilerine, Mütareke senelerinde ilk defa ağabeyi Mustafa Barçın'ın Bediüzzaman'ı gösterdiğini ve bir kitabını okuması için verdiğini anlatmıştı. Mustafa Barçın'ın Fatih Camiinin güney taraflarındaki medreselerde gördüğü Bediüzzaman'ı kendisine tanıttığı günleri hasretle anlatırdı. Doktor Tahir Barçın ağabeyimizin vefatından yıllar

sonra, ağabeyi Mustafa Barçın'ı Feneryolu'ndaki evinde ziyaret etmiştim. Bu ziyaretlerim esnasında aziz hatıralarını da dinleyerek tesbit etmiştim. Kendileri Üstad Bediüzzaman'ı 1920'lerde gördüğü gibi daha sonraki Cumhuriyet yıllarında Emirdağ ve Isparta'da da ziyaret edip görüşmüşlerdi. "Aradığım adam mutlaka budur" Anlattığı hatıralardan şunları tesbit edebilmiştim: Bizler Konya'da talebeydik. O günlerde duymuştum: Kürdistan'da bir talebe varmış, okuduğunu unutmazmış,çok büyük bir âlimmiş. 'On bir Buçuk' isimli bir eseri varmış (Divan-ı Harb-i Örfi) diyorlardı. Ben de 'Keşke bu zat bizim Konya taraflarına gelse de bir görsek' derdim arkadaşlara. Sonra üç-dört sene sonra İstanbul'a gelmiştim. Yine bu harika zatı düşünüyordum. O zamanlarda tramvay Edirnekapı'ya kadar gidiyordu. Bir gün Fatih otobüs durağında tramvaydan bir zat indi. Külahlı, ayaklarında çizmeler, sırtında bir kürk, belinde kılıç gibi uzun bir kamasıyla hemen dikkati çekiyordu. İçime bir ilham geldi, 'Aradığım adam mutlaka budur' diye bir düşünce geldi içime. Bu zatın peşinden gitmeye başladım: Yavaş yavaş Fatih medresesine çıktık. Medrese'de yüksek tahsil yapan Vanlı Nimetullah vardı. Nimetullah, Van'dan beri Üstad Bediüzzaman'ı tanıyormuş. Beraber arkasından Üstad'ın odasına girdik. Fırsat bekliyoruz,

oturup konuşmak istiyorum, ellerini öpmek istiyorum. Medreseden beş altı talebe arkadaş daha geldi. Onlar da Üstada karşı çok hürmetkârlardı. Orada ellerini öperek hemen oturdum. Biraz konuşup, tanıştık. Koltuğunda bir takım kitaplar vardı. Bu kitaplardan bir kaç tanesini bana verdi, Bu kitaplardan herkese birer tane "hediyemdir" diye dağıttı. Bunların içinde İşarat'ül-İcaz'ı hatırlıyorum. O zamanlar İstanbul İngiliz işgali altındaydı, herhalde sene 1920-21 günleriydi. "İslâma hizmet eden bu zata sen de hizmet et" Uzun zamanlar sonra Adana'da murakıp olarak vazife yapıyordum. Üstad Bediüzzaman Emirdağ'da bulunduğunu öğrenmiştim. Kardeşim Dr. Tahir Barçında Emirdağ'da vazife yapıyordu. Kardeşime Üstad'ı ziyaret etmesini, hürmet etmesini yazmıştım. "İslâma hizmet eden bu zata sen de hizmetkâr olacaksın' diye bildirmiştim. Böyle bir zatı Allah size nasip etti, elinden gelen bütün gayreti göster, bu büyük zattan istifade et' diye bildirmiştim. *** Bir ara Antalya'da müdürlüğüm vardı, o tarafa geçerken Emirdağ'a uğradım. Üstad'ı ziyaret ederek ellerini öptüm. O zamanlarda Demokratlar çıkmıştı. İslâmî havalar biraz kuvvetlenmişti. Üstad bana, ziyaret edip çıktıktan sonra merhum Osman Çalışkan ile bir hırkasını giymem için hediye olarak göndermişti. ***

Daha sonraları Isparta'da vaaz etmiştim. Bu vaazdan sonra da Üstad'ın ziyaretine gitmiştim. Kendilerinin hizmetlerine Bayram ve bizim ermenekli Ziver (Zübeyir), bakıyorlardı. Yanlarında uzun kalmak istiyordum. Kurduğumuz Sönmez neşriyatıyla alâkalı bazı şeyler soracaktım. Ama kendileri çok rahatsızlardı. Beni hemen tanıdı, Dr. Tahir Barçın'ın ağabeyi olduğumu ifade ettiler, yanındaki talebelerinin vasıtasıyla konuşabildik. Hasta yatıyordu. Bizlerin hizmeti için dualar etti. "Çantay: Yıllar Bediüzzaman'ı haklı çıkardı" Geçmiş günlerde ben Balıkesir'de Hasan Basri Çantay'ı ziyaret etmiştim. Merhum Çantay, 'İlk mecliste Bediüzzaman ne kadar haklıymış, biz hocalar Üstad Bediüzzaman'ı desteklemedik ve yalnız bıraktık. Biz hocalar Bediüzzaman biraz fazla gidiyor, diye kendilerine mani olmaya çalışmıştık. Kendilerini durdurmak için, aman fazla ileri gitme diyerek, ceketinin eteğini çekmiştik. Bizler biraz da korkuyorduk. Bediüzzaman çok pervasızdı. Hiç kimseden çekinip korkmuyordu. Ama yıllar geçince Bediüzzaman'ın ne kadar haklı olduğunu gördük, bizlere hakkını helâl etsin" dedi. Merhum Doktor Barçın, ağabeyi Mustafa Barçın'dan duyduğu bu hatırayı Emirdağ'ında Üstad Bediüzzaman'a anlattığı zaman, Bediüzzaman "Maşaallah, maşaallah demek hocalar benim otuz sene evvel söylediklerime yeni gelmişler, madem öyledir, ben de onlara hakkımı helâl ediyorum" diyor.

ALİ BALABAN VE CEMİLE BALABAN Eski Said'ten Yeni Said'e Güzel İstanbul'un güzeller güzeli Boğaz'ına Osmanlı tarihçisi Dursun Bey "Nehr-i Azîz" adını vermişti. Bediüzzaman Said Nursî'nin Rumeli sahillerindeki ilk menzillerinden sonra Sarıyer hakkında, Boğaz içinde Tarih eseri şunları kaydetmektedir: "Bir zamanlar Boğaz feneri Sarıyer'de idi. Bilhassa bağları, bahçeleri ve mesireleriyle meşhur olan köy, gerek halkın, gerek hükümdarların rağbetini çeken müstesna bir mevkiye sahipti. Meselâ Çelebi Solak Bahçesi, bilhassa padişahların kiraz mevsiminde uğrak mahalli olmuştu. Başta İkinci Sultan Selim, Avcı Sultan Mehmed, Dördüncü Sultan Murad hep Sarıyer'in müptelaları idiler. Burada Dördüncü Sultan Mehmed'in bir de av köşkü vardı ki, bilhassa Hünkâr Suyu padişahın av sahası içinde idi. Evliya Çelebi'nin ifadesine göre, Döndüncü Sultan Murad, Çelebi Solak Bahçesine bakmış da 'Ben Hâdimü'l-

Haremeyn olduğum halde böyle bir Cennet bahçesine sahip değilim' deyivermiş. Bunu haber alan bahçenin sahibi ise, 'Padişahıma hibe olsun' diye bahçesini hükümdara hediye etmek istemişse de kabul ettiremedikten başka, padişah, bu ganî gönüllü Solak'a sonsuz ihsanlarda bulunmuş." Sarıyer'in Fıstıklıbağlar semtinde mütevazı ahşap bir hane, Asrın Sultanına menzil olmuş, mekân olmuştu. Bediüzzaman İstanbul'da kaldığı 1918-1922 yıllarında muhtelif zamanlarda gelip burada kalıyordu. Bu evde, Abdülkadir Geylânî Hazretleri Fütuhü'l-Gayb kitabıyla Eski Said'i Yeni Said'e çevirmişti. Bu hâdiseden otuz yıl sonra da Üstad Bediüzzaman, İnebolu eşrafından ve Nur talebesi Selâhaddin Çelebi ile Sirkeci'deki Akşehir Palas Otelinden bir taksi tutarak burayı ziyarete gitmişlerdi. Bu bahsi yıllar evvelki tesbitlerimizle Nurs Yolu'nda "Fıstıklı Bağlar'da Bir Ev" başlığı altında yazmıştık. Üstad Bediüzzaman Lem'alar'daki "İhtiyarlar Risalesi"nin "Onuncu Rica"sında "Sarıyer'de kendime bir halvethane buldum" diyerek, İstanbul Boğaziçi'ndeki Sarıyer menzilini söylemektedir. Bu gizli ibadet yeri olan Halvethane'den "Yirmi Altıncı İhtiyarlar Lem'ası" şöyle bahsetmektedir: "Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer'de bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı Azam (r.a.) (Fütûhü'lGayb'iyle, bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi,

İmam-ı Rabbanî de (r.a.) Mektubat'ıyla, bir enîs, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah'a şükrettim." "Şarktan bir Kürt hoca gelmiş" Karadeniz'in dindar evlâtlarının yaşadığı Sarıyer Camii, vakit namazlarında bile Cuma ve mevlit cemaati gibi tıklım tıklım mü'minlerle doluydu. 1986 yılının tatlı bir bahar gününde kılınan öğle namazından sonra, sakallı ihtiyar bir zatın yanına yaklaşarak nereli olduğunu sordum. Nur yüzlü dede, bana garip garip bakmakla birlikte Sarıyer'li olduğunu söyledi. Yine tatmin olmayıp, doğduğu yeri tekrar sorduğumda, dede ve babalarının Doksan Üç Harbinde Kafkaslar'dan gelip Sarıyer'e yerleştiklerini, kendisinin ise Sarıyer'de doğduğunu ifade etti. Bu arada hemen ikinci mukadder ve hazır sualimi yönelttim: "Eskiden, yani altmış sene evvel Sarıyer'de Bediüzzaman oturmuş, siz hiç kendisini gördünüz mü?" deyince ihtiyar dede, gülerek elini cebine attı ve cebinden bir Nur Risalesi çıkardı. Ben hayret etmekle birlikte, bu neviden hâdiselerle çok karşılaşmış bir kimse olarak, fazla da şaşırmamıştım. Sarıyer Camiinin emekli müezzini olduğunu, Üstad Bediüzzaman'ı çok gördüğünü, ziyaret edip ellerini öptüğünü, kitaplarını da okuduğunu söyledi. Hanımının da Üstad'ı ziyaret edip dualarını aldığını, kendi evlerine yemeğe davet ettiklerini

ve Üstad Bediüzzaman'ın icabet ettiğini anlatarak, bizi de kendi evlerine davet etmişti. Daha sonraki Sarıyer ziyaretimizde Sarıyerli arkadaşlar Muallim Mustafa Beyler ve İslâm Yaşar gibi edip dostlarla birlikte evlerine gittik. Seksen dört yaşındaki Sarıyer Camiinin emekli müezzini Ali Balaban bizi seksen yaşındaki eşi Cemile Hanımla birlikte karşıladı. Ahşap evlerinin kütüphanesinde bir-iki tane değil, birçok Nur Risalesi eski ve yeni harflerle duruyordu. Hanımıyla kitapları okuyor ve içindeki hakikatlardan istifade ediyorlardı. Cemile Balaban, babası Nevşehirli Hakkı Babanın Üstad Bediüzzaman'ı çok takdir ettiğini, ilmini ve irfanını çok beğendiğini anlatıyordu. Hakkı Efendi, hiç kimsenin evine gitmeyen, hiç kimseden bir şey almayan Bediüzzaman'ı bir gün evine çorbaya davet ettiğini, Üstad Bediüzzaman'ın ise, "Peki, ben sana gelirim" diyerek hakikaten bir gün kalkıp geldiğini, yer sofrası hazırlayıp, çorba pilâv ve yemek ikram ettiğini, Üstad'ın ise sadece bir çeşit yemekten biraz yediğini Hakkı Efendinin kızı Cemile Hanım anlatıyordu. Cemile Hanımla kocası Ali Efendi daha önceleri Sarıyer'de Üstad Bediüzzaman'ı gelip giderken çok gördüklerini, Fıstıklı Bağlar mevkiinde bir evde kaldığını söylüyorlardı. O

zamanlar,

yani

(1918-1922)

yıllarındaki

yaz

mevsimlerinde gelip Fıstıklıbağlar mevkiinde kalan Bediüzzaman, buradaki aslen Kafkasyalı, yine Balaban ailesi gibi 93 muhacirlerinin evinde kalıyordu. Bu evde ibadet, murakebe ve tefeyyüz günlerinde Bediüzzaman'ın Eski Said günleri sona ermiş. Yeni Said olarak hayatında yep yeni bir nur ve nurlu hizmet günleri başlamıştı. Ziyaretimiz esnasında tam bir Osmanlı hanımefendisi olduğu her halinden belli olan Cemile Balaban Hanım, elinde bugünkü gazetelerin yarısı kadar büyüklükte, çarşaf gibi, Devlet-i Aliyye'den aldığı mezuniyet şehadetnamesini getirip bizlere göstermişti. Eski ve yeni yazıyı gayet güzel okuyan bu Osmanlı hanımefendisi bizim dikkatli bakışlarımız arasında Devlet-i Aliyyenin diplomasını su içer gibi okuyordu. 1920 yıllarında Sarıyer'in her tarafına, "Şarktan bir Kürt Hoca gelmiş, bu hoca çok büyük bir zatmış" diye şâyiaların etrafa yayıldığı zaman, Sarıyer'in dindar Karadenizli evlatları hep Bediüzzaman'ı ziyaret edip, duasını almak istiyorlardı.

MEHMED SAİD ŞAMİL (1900-Medine-1981 İstanbul) Altı-yedi sene Kafkasya'nın şanlı kahramanı Şeyh Şamil'in torunu Said Şamil merhumun ziyaretlerine giderdik. Bu ziyaretlerin her birisi benim için ilim, irfan, fikir, iman ve kahramanlık destanlarının ziyafeti halinde geçerdi. İlk ziyaretlerimden birinde merhum Said Şamil Beyefendi'ye yaşını sormuştum. Bana cevap olarak yirminci yüz yılla aynı yaştayım demişti. O günlerde yetmiş beş yaşlarında olduğu halde yiğit ve bahadırlığı her halinden belli oluyordu. Beraberce cemaat halinde namaz kılmak için yerleri tertiplerken, iki kişinin zor kaldırabileceği koltukları tek başına kaldırdığı gibi salonun bir başından diğer başına götürüp, rahatlıkla arzuladığı yere koymuştu. Göztepe'deki dairesinde başka bir ziyaretimde, niçin evlenmediğini ve bekâr kaldığını sormuştum. Bu sualime de, cevap olarak, Dağıstan ve Kafkasya Davası ile alakalı

olarak yaptığı mücadeleleri, İslâm dünyasının beraberliği için gayretlerini ve nihayet "Şeyh Şamil Hanedanı"na münasip olacak bir adayı bulamadığı için evlenmediğinievlenemediğini anlatmıştı. Bir Bahadırın anlattıkları Said Şamil Beyle görüşürken, Üstad'ımın: Kafkas ve Türkistan İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar" ifadesini düşünüyordum. Her haliyle, ses tonuyla, şivesiyle, edasıyla bu bahadır oğullarından birisi ile karşı karşıya idim. Yaşayan bir tarih, yaşatıyordu. insana...

canlı

hatıralarla

tatlı

anlar

Altmış sekiz sene evvel Yusuf Akçora hacca gelmişti. O zaman ben dokuz-on yaşlarındaydım. Kendisi İdil-Urallı, yani Tatardı. Babası vefat ettiği zaman, annesi bir Dağıstanlı ile evlenmiş. Bu sebepten bazıları, onu Kafkasyalı sanır. Medine'ye gelmişti. Bizim mektebe geldi ve bizim sınıfa girdi. Hocamız beni tahtaya kaldırdı. Sualler sordular. Cevaplar verdim. Akşam eve geldiğimde, gündüz mektebe gelen Yusuf Akçora'yı bizde gördüm. Elini öptüm. Babama, 'bu sizin yavru herhalde sınıfın en çalışkanı, bugün hoca kendini kaldırdı. Sorduğumuz suallere hep doğru cevaplar verdi' dedi. Yusuf Akçora ile tâ o zaman tanışmıştık. Aradan uzun

seneler geçti. Cumhuriyetin ilk yıllarında, zannediyorum, 1925 senesindeydi, Ankara'da yanına ziyarete gittim. Bir köşkü vardı, oradaydı. Kendileriyle sohbet ederken, bir albay geldi. Görüşüp, konuştular. Albay sonra ayrıldı ve gitti. Arkasından Akçora: "Bu albay Kürttür. Bu kürtler çok sadık insanlardır. Hocalarına çok hürmet ederler. Çok hatırşinas ve misafirperverdirler' dedi." Buradan söz açılınca Bediüzzaman Efendi'den bahse başladı. Daha önce anket (*) dolayısiyle verdiği cevapta geçen hatırasını anlattı. Aynen Medine'de hocamın beni kaldırdığı gibi, Üstad Bediüzzaman da sık sık medreseleri gezip, dersleri takip edermiş, Yusuf Akçora da, medreselerde tarih dersleri okuturmuş, Bediüzzaman derse girdiği zaman, şimdi bir sual sorar diye çok heyecanlanır, çok telâşlanırmış... Bu hatırasını anlattı. Ben daha önceki yıllarda, meşrutiyetin ilk senelerinde, Bediüzzaman'ı İstanbul'da çok görürdüm. En çok belindeki hançeri ve kıyafeti dikkatimi çekerdi. Bilhassa o meşhur hançerini merakla seyrederdim. O hançere sahip olmayı çok isterdim. Çocukluk hafızamda kalan bunlardır. Yine Cumhuriyetin ilk seneleriydi. Biz o zaman İstanbul'daydık. Kafkasya'dan gizli adamlarımız gelirdi. Ben bu adamlarla görüşmek için Hopa'ya gidip gelirdim. Bir Lazın küçük bir gemisi vardı Onunla Hopa'ya gidiş-geliş on beş gün kadar sürerdi. 1926'da yine böyle bir iş için Hopa'ya gittim. Gizli

kuryeyi alıp geliyordum. Gemi Trabzon'da bir müddet durdu. Yeni yolcular bindiriliyordu. Merakla bakınca, yıllar önce gördüğüm, Yusuf Akçora'dan dinlediğim Bediüzzaman Said Nursî de bu kafilenin içinde. O zaman kendilerini Batı Anadolu'ya gönderiyorlardı. Şarkın tanınmış aşiret reislerinden Kör Hüseyin Paşa'yı ve çocuklarını geminin alt kısmına indirdiler. Bediüzzaman ise talebe ve arkadaşlarıyla güvertede oturuyordu. Hava ayet güzeldi. Bahar ve yaz havasıydı. Yol yorgunluğu veya meşakatten olacak bir parmak kadar sakalı uzamıştı. Seyahat dolayısiyle tıraş olamamıştı. Uzaktan bir müddet seyrettim. Yanına yaklaştım, ellerinden öpmek istedim. Fakat adamları etrafını iyice sarmıştı. Ben de vazifeli olduğum için, herhangi bir zarar gelmesin diye, elini öpemedim. Öpmek kısmet olmadı. Fakat hâlâ müteessirim, niçin görüşüp, elini öpmediğime. "Sessiz, mahzun oturuyordu. Güvertede bir setin üzerindeydi. Üzerinde gri renkli bir elbise vardı. Cübbe gibi bir şeydi. Uzaktan zaman zaman bakıyordum. Maalesef elini öpmek kısmet olmadı." Said Şamil Bey o günleri yaşatıyordu bize. Konuşmamızın burasında, beş sualli nurculukla ilgili ankete temas etti. Şunları anlattı: "İnsan her yazıyı aynı halette, aynı arzu ve istekle yazamıyor. Halbuki ben sizin ankete verdiğim cevapları iştiyakla, zevkle yazdım. Zoraki olmadı. Böylece yıllar önce görüp de görüşemediğim bu muhterem zata, bu

şekilde bir hizmetimiz oldu." Bahadır insan, asil hanedan Saişd Şamil'in anlattığı hatıralarla gönlüm sevinç içinde, kanatlı bir kuş gibi ayrıldım Göztepe'deki devlethanesinden...

ABDURRAHMAN CERRAHOĞLU 1917'de Burdur'da dünyaya geldi. Bediüzzaman'ı ilk defa 1926'da Burdur'da görmüştü. Üstadın talebelerinden. Risale-i Nur nâşirlerindendir. Bir gün gönüldaşlarımla sohbette birkaç arkadaş merhum Bediüzzaman ile aramda geçen hatıralarımı yazmamı istediler. Gerçi ben aczimi bilirim. Denizin yanında bir damla olan bu aciz, bunu nasıl anlatacak! Bunu yıllarca düşündüm; nihayet, devam eden ısrarlara dayanamayıp 'peki' dedim. Karınca misali anlatmaya çalışacağım. Buradaki bütün kusurlar benim.... Hatıralarıma başlamadan evvel biraz kendimden bahsetmek gerekecek; her ne kadar, insanın kendinden bahsetmesi pek hoş olmasa da... "Yıllarca Risale-i Nuru aradım" Aslen, Burdur'luyum 1332 doğumluyum. Küçük yaşımdan beri dinime, milletime bağlıyım. Okumayı çok seviyorum. 933-934 Ortamektep mezunuyum.

Yanılmıyorsam yıl 1926, İlk mektep ikinci sınıftayım. Bir gün muallimimiz Nefi Bey Burdur'da bizi Karasenir Mahallesinin üstündeki Maşat Tepeye götürdü. Orada bizi gezdirirken uzaktan bir zatı gördük. Muallimimiz bize: 'Çocuklar, dağılmayın; ben şu zatla konuşup hemen döneceğim' dedi ve gitti. Beş dakika kadar konuştu, döndü. Bize o zatı göstererek: 'Bu, zamanımızın en büyük alim bir zatıdır. Bu zata Bediüzzaman derler' dedi. Biz, o tarafa bakıştık, bize gülerek el salladılar. Sonra ayrıldık. O zamandan beri, benim hafızamda bu zatın ismi ve siması hep baki kalmıştır. İlkokulu bitirince, yıllarca Risale-i Nurları aradım, bir görüp okuyayım diye... Yaşlı amcalarıma sorduğumda: 'Çok güzel risalelerdi, ama biz korkudan o risaleleri hep gömdük' diye cevap veriyorlardı. Hocam Mehmet Hatipoğlu Yıllar geçti, orta mektebi bitirdim. Burdur'da Hatip Hoca namıyla maruf çok âlim bir hocaefendi vardı. Cumaları, bayramları hep onu dinlemeye giderdik. Babam da bundan çok memnun kalırdı. Sonra bu hocaefendi ile çok yakın temaslarım oldu. Onu, ikinci bir baba gibi çok sevdim. Fırsat buldukça evine de gitmeye başladım. Benim çocukluğumda hep arkadaşlarım benden çok yaşlı ve olgun insanlardı. Daima onların meclislerinde bulunur, bir kenarda hazla dinlerdim. Bunlar hayatıma çok şeyler kazandırdı. Ve hayatımda bana tesir edeni iki kişi de muhterem hocam Mehmet Hatipoğlu olmuştur. Ondan dinimi, Kitap ve Sünnet sevgisini öğrendim. Müstesna bir

insandı. Kaynaklardan dört mezhebi incelemiş, sonra Rizeli Hacı Tahir Efendi isminde Burdur'a gelen bir hocaefendiden ve tavsiyelerinden selef mezhebini tanımış, uzun yıllar selef mezhebine ait ne varsa bütün kitapları okumuş, bu mezhebi savunmuştur. Her konuşmasında âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve Peygamberimizin hayatı, irşadları, ağzından düşmezdi. Hocam hakkında Ömer Rıza Doğrul Bey'in bana yazdığı mektupta; Hocaefendiyi ziyaret ettiğini, haz duyup bahtiyar olduğunu ve otuz yıl var ki, bu ayarda görüştüğüm bir kimse bulunmadığını yazmıştı. Yine bir görüşmemizde: Azizim! O ne hafıza, o ne hazmediş! Herkes bir şeyler okur, ama hazmetmek mesele...' demişti. Hocam okuduğunu unutmaz, hatta yılı ve satırı ile söylerdi. Birgün, Abdulaziz Çaviş'un yazdığı ve Mehmet Akif merhumun tercüme ettikleri Anglikan Kilisesine Cevap adlı eseri sormuştum! Ben onu 25 sene önce okudum. Şu sahifesindeki bahiste bir yanlış var' dediler. Baktık, hakikaten aynen söyledikleri gibiydi. O hâfız-ı Kur'ân olduğu gibi, ehlinin söylediklerine göre hâfız-ı hadis de idiler. İleride bahsi geçecek Bediüzzaman Hazretleri onun bir allame olduğunu söylerdi. Bugün hâlâ dinî vazifelerimi yerine getiriyorken hep bu zat gözümün önüne gelir. Yıllar geçtiği halde hatıralarım daima tazeliğini muhafaza eder. Hocam hakkında o kadar çok hatıralarım var ki, bunu saymak mümkün değil. O, bir ayaklı kütüphane idi. Allah'ın geniş rahmeti üzerine olsun. O, cidden, Allah, Kur'ân ve Resul-i

Ekrem (a.s.v) Efendimizin müdafii ve seveni idi. Mithat Çınar Efendi Bende tesir eden ikinci şahıs; İzmir'de Midhat Çınar Efendi Hazretleridir. Bu zatı çok sevmiştim. 1944 yılında İzmir'e tamamen yerleştikten sonra bu zata haftada bir kere gider oldum. Kendileri Nakşi tarikatının Halidiye kolu şeyhlerinden idi. Çok mütevazi ve sade bir hayat sürdürüyorlardı. Haftada bir, evinden-o da Cuma günleriçıkıyorlardı. Burdurlu merhum hocam Mehmet Hatiboğlu bize tasavvuftan tarikattan hiç bahsetmezlerdi. Böylece İzmir'de bana yeni bir kapı açıldı. Ben de bulabildiğim kadar tasavvufa, ait kitapları toplamaya ve okumaya başladım. Artık Mithat Efendi Hazretlerine iyice ısınmıştım. Konuşmaları zevk veriyordu. O da fakiri seviyor, hep güleryüzle karşılıyordu. Birgün beni de evlatlığa kabul buyurmasını söyledim; 'Oğlum, hele sen bir istihare yap, sonra konuşuruz' buyurdular. İstihare yaptığımda rüyamda ilk hocam Mehmet Hatipoğlu'nu gördüm. Elinde yeni bir ceket vardı. Bana göstererek: 'Oğlum hayatta olsaydım, bunu sana ben giydirirdim' dediler. Rüyamı Midhat Efendi hazretlerine anlattım. Kabul buyurdular. O zaman hemen aklıma geldi: Vaktiyle hocaefendi, Burdur'da bir kitap vermişlerdi, demişlerdi ki: 'Oğlum bu, ilerde sana lâzım olacak, bu kitabı al.' Eve geldiğimde o kitabı buldum. Baktım. O zamana

kadar nedense, hiç doğru dürüst bakmamıştım. Kitab, Nakşibendi tarikatından bahsediyordu. Çok sevindim. Mithat Efendinin geniş bilgisinden çok istifade ettim. Allah'ın rahmeti daim üzerinde olsun. Günün saatlerini üçe ayırdığını söyler; bir kısmını istirahat ve uyku ile bir kısmını okumakla, bir kısmını da ibadetle geçirirlerdi. Şeriattan ayrılmaz, onu herşeyden üstün tutardı. Sevdiğini Allah için sever; buğz ettiğini de Allah için buğzederdi. Bir gün yeminle; 'Vasıf öldü gitti, ona bir fatiha okumadım, çünkü Müslüman değildi. ' (Vasıf dedikleri kardeşi Vasıf Çınar'dı.) Namazda iken güzel bir ölümle vefat etti. Rahmetullahi rahmeten vasiaten... Beş lisan bildiğini biliyorduk. Sormayınca konuşmazlardı. Sohbetlerinden, vefatına kadar yedi yıl istifade ettim, feyiz aldım. Öğrenmek maksadıyla ben çok soru sorardım. Hoşuna giderdi. Sustuğum zaman: 'Oğlum, ortaya bir mesele at ki, sohbete renk gelsin' buyururlardı. Bir gün Risale-i Nur'dan büyük Sözler'i kendilerine gösterdim, hayretle bakarak: 'Oğlum, bu eser kesbî değil, vehbidir; bunu oku ve okut, sevaba girersin' buyurdular. Bu zat-ı muhteremle çok hatıralarım var. Asıl mevzumuz bu olmadığından yüce Mevlamızdan rahmetler niyaz ederek burada kesiyorum...

Bediüzzaman Said Nursî İkinci askerliğimde (1943-1944) -Bu askerlik üzerimde çok etkili oldu. Kendi hissime göre hamdım, piştim diyebilirim. Bu askerliğimde Hoca Aziz isminde Tatvan'lı bir arkadaşım vardı. Şafiî mezhebini ondan öğrendim, Hep, Said Nursi Hazretlerinden bahsederdi. 'Askerliğim bitince ilk işim bu zatı ziyaret etmek olacak' diyordu. O benim içimde küllenen ateşi meydana çıkarıyordu. Askerliğimden Burdur'a dönünce Siirt'li Şeyh İbrahim Efendiyi Hocam vasıtasıyla tanıdım. Bu zat Ulu Cami'de Hadis-i Şerif okur ve mânâlarını bize anlatırdı. Burdur'dan dönüşünde Emirdağ'ına uğrayıp Bediüzzaman Hazretlerinin duasını alacağını söyledi. Bu sözler bana büyük heyecan veriyordu. Validemin müsaadesiyle kader beni İzmir'e sevketti. Burdur'daki işimi bırakıp İzmir'e yerleştim. İzmir'de üç ay boş gezdim. Sonra Basmane semtinde bir dükkân buldum. Orada büyük aşkım olan içimdeki kitap sevgisini tatmin için Kitap-kırtasiye üzerinde bir dükkân açtım. Adını 'Cerrahoğlu Kitabevi' koydum; Pek kazanamıyordum, fakat manen tatmin oluyor, huzur buluyordum. Yine de evin masrafları çıkıyordu. Birkaç yıl sonra evvelce tanıştığım Ispartalı Emin İnsel ağabeyin oyuncakçı dükkânına uğramıştım, oradan öğrendim. Hüsrev Altınbaşak ağabeyin elyazısı ve teksir edilmiş şekliyle Bediüzzaman Hazretlerinin büyük Sözler'ini gösterdi, çok heyecanlandım. 'Yıllarca aradığımı buldum' diye sevindim. Bu eseri nereden aldığını sordum.

Isparta'dan on liraya aldığını söyledi. Masanın üzerine elli lira bıraktım: 'Ya bunu bana satın, veya okuyup geri vereyim' dedim. Hiç birine razı olmadı. Kitabı alıp hemen bir tarafa kaldırdı. Yıllarca merak edip göremediğim eseri ariyet için olsun alamadığıma çok üzüldüm. Bir boşluk içerisinde üzgün bir halde dükkâna döndüm. Dükkânımın önünde elinde büyücek bir paket ile müşterim olan Mehmet Yayla ağabeyi (merhum) bekler buldum. Selamdan sonra dükkânı açtım. Bana dedi ki: 'Ben seni çok seviyorum, sana, okuyasın diye bazı kitaplar getirdim, okur musun?' Ne kitapları?' diye sorduğumda 'Risale-i Nur' dedi. Heyecanım büsbütün arttı. Hüznüm sevince kalboldu. O ânda bana dünyaları verselerdi bu kadar makbule geçmezdi. Kendimi zor tuttum. "Ağabey bizde bir söz vardır: 'Hastaya kar mı soruyorsun' diye... Ben bu kitapları yıllarca aradım durdum. Daha şimdi büyük Sözler mecmuasını bir ağabeyde görmüştüm. Gerek parayla, gerekse ariyet olarak alamamıştım. Büyük Allah'ımızın lütfuna bakın ki: Beni sizinle sevindirecek. Allah sizden razı olsun!' diye, yüklüce kitap paketini elinden aldım. Büyüklü, küçüklü hayli risaleler vardı." "Bu iki zatı ziyaret vacip oldu" Eve gittiğimde o gece saatlerce okudum. Beni ihya etti. Hiç uyuyamadım. İçimde bambaşka duygular hasıl oldu.

Tahkiki iman ne imiş; bizi yaratana nasıl iman edilirmiş; Peygamberimiz (s.a.v.) ne imiş, hepsini görür gibi inanmaya başladım. Artık okuyor, okuyordum. O günlerde Üstad Hazretlerine bir minnet ve şükran mektubu yazdım. Yine o günlerde rüyamda Hüsrev Ağabeyi gördüm. Evvelce onu hiç tanımıyordum. Rüyamda eline bir ağaç dalı alarak, o ağaç dalı ile bir insanın dış hatlarını çizdi. Yine ortadan bir çizgi ile iki kısmı ayırdı. Bana dedi ki; 'İşte insanın şer tarafı, bu taraf da hayır tarafı. Risale-i Nur insanın şer tarafını hayra kalbediyor.' Uyandım, 'hayırdır inşaallah,' dedim. Birkaç gün sonra rüyamda Hz.Üstad'ı gördüm. Bir evin çıkıntılı olan ön kısmına oturmuş, ben selam vermeden 'Aleyküm Selâm dediler. Geriye baktım, Üstadımızın evinin üst kısmının kiremitleri noksan. Ben hemen, 'Müsaade buyurun Üstadım, şu yerdeki kiremitleri alıp noksan olan yerleri ben tamamlayayım' dedim. Yerdeki kiremitleri yüklendim, Üstad Hazretlerinin bulundukları yere götürürken uyandım; 'Hayırdır, inşaallah' dedim ve düşünmeye başladım. Karınca kararınca bana da bir vazife düştüğünü anladım. Böylece her iki zatı ziyaret etmek vacip oldu. En kısa zamanda ziyaret etmek için imkân aradım. Üstadı ziyaretim Önce Isparta'ya gittim. Hüsrev Ağabeyle tanıştım. Onu, önündeki rahlede yazı yazarken buldum. Bitmez, tükenmez azimle çalışıyordu. Rengi bembeyaz olmuş zayıf bir bünyesi vardı. Fakat, o haliyle bir iman kalesi olduğunu

her hali ve konuşması ile belli oluyordu. Aradan kısa bir zaman sonra Emirdağ'a Üstad Hazretlerini ziyarete gittim. Emirdağlı Mehmet Çalışkan Ağabey vasıtasıyla Üstad Hazretlerinden müsaade alındı. Üstadın mütevazi odasına girdik. Yanımda İstanbul'dan hemşehrim Osman Göroğlu vardı. Ellerinden öptük. Bana: 'Hürev'e gittin mi?' diye sordular. Evvela, Hüsrev Ağabeyi ziyaret ettiğimi söyledim. İyi yaptın, Hüsrev'e kırk canım olsa, fedâ olsun' dediler. Bir-iki dakika kadar oturduk, Eh, hoş geldiniz, safa geldiniz' dediler. Bu, 'Tamam, kalkın'demekmiş. Arkamda bulunan Mehmet Çalışkan ağabey işaret etti, kalktık. Ben henüz ne olduğunu anlamış değildim. Bize Risale-i Nur okumamızı tavsiye buyurdular. Kendileri ayağa kalktılar, Ayakta iken adlarımızı sordu. En son sıra bana geldi: Efendim, bendeniz, İzmir'den Burdur'lu Abdurrahman' deyince; O, 'Ben seni yazdığın mektuba göre sakallı bir hoca efendi diye tahayyül ederdim, oturun' buyurdular. Sevinerek tekrar oturduk. Bana ayrıca iltifat buyurup: 'Seni yeğenim Abdurrahman yerine kabul ediyorum' dedi: Daha sonra İslâmın yüceliğinden, Kur'anî hakikatlardan, herşeyden önce sağlam bir imandan, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizden, Kur'ânî hizmetlerden bahsettiler.

Tekrar imanın gönüllere yerleşmesinden, imansız bilginin pek faydalı olamayacağından uzun uzun konuştular. Konuştukça devleşen bu zat-ı muhteremin gönülleri inşirah veren sohbetlerinden hudutsuz zevk alıyor konuşmasının kesilmesinden korkuyordum. İmanını yaşayan o küçük yapılı ve mevcut kabına sığamıyor, bize çok müessir oluyordu. Bir aralık sükût buyurdular. Üstadımızı fazla yormak da doğru değildi. Çünkü bir buçuk saate yakın konuşmuşlardı. İzinlerini istedik. Dua buyurdular. Ellerinden öpüp başka dünyalarda yaşıyormuş gibi sevinçle ayrıldık. Tarifi mümkün olmayan zevkle dop dolu idim. "Hz. Ali'ye mensup olan benim" Bir defaki ziyaretimde yanımda Burdurlu merhum hocamın oğlu Hasan Hatipoğlu vardı. Üstadımıza Hasan Hatipoğlu'nu tanıştırdığımda, hemen: 'O benim ahiret kardeşimdi. Rahmetullahı rahmetten vasiaten; meşreblerimiz ayrı olmakla beraber o allâme idi; Onun din hususunda tuttuğu dalı kimse kurutamazdı. Çünkü yegâne mesnedi, âyât-ı ilâhiye ve hadis-i nebeviye idi' dedi. Hoca Efendiden işitmiştim. Bediüzzaman Hazretleri zaman zaman hocamın evine teşrif eder, yalnız undan yapılmış çorba yerlermiş. Konuşmalarına biraz ara verdikten sonra bana dönerek: Kardeşim Abdurrahman, Hz. Ali (r.a.) Efendimize mensub kişi benim. Ne alıyorsam, o kanaldan alıyorum.

Fakat beni bozuk alevilerden zannetme' dedi. (Çünkü ben, dinin bazı yerlerini tağyir eden bozuk alevilere çok kızıyordum.) Bu sözleri karşısında donmuş kalmıştım. Birkaç yıl evvel bir rüya görmüştüm. O rüyamı Midhat Efendi Hazretlerine anlatmıştım. Rüyam şöyleydi: 1949 yıllarındaydı. Asker olmuşum. Altı aylığına Kore'ye gönderilmişim. Altı ay harbettikten sonra vatanıma dönerken Kanber Ağa isminde bir zat (bu zatı Midhat Efendi Hazretlerine devam ederken tanıyordum) bana bir kutu kaşık verdi, 'bunu çocuklarına hediye götür' dedi.. Bu uzun rüyayı Midhat Efendi Hazretleri şöyle tabir buyurdular: Oğlum, Hz. Ali'ye mensub bir zat tarafından büyük fayda göreceksin, buna dikkat et' diye rüyamı yorumlamışlardı. O sırada kore Harbi çıkmamış ve ben Kore neresidir, layıkı ile bilmiyordum. Bir müddet sonra Kore Harbi çıktı. Gazetelerde Kore'ye ait resimler çıkmaya başladı. Resimlere bakıyorum, inceliyorum, rüyamda gördüğüm yerler. Hep şaşırıyordum. Artık rüyamın doğru bir rüya olduğuna iyice inandım. 'Acaba Hz. Ali'ye (r.a.) mensub, kim diye zaman zaman düşünüyordum. Bu ziyaretimde Üstad Hazretleri, bana dönerek: Kardeşim, Hz. Ali'ye mensup benim' deyince hayret edip donakalmıştım. Nice sonra kendime gelince içimden beni bu zata kavuşturan Cenab-ı Hakk'a şükrettim. Mevlamız her iki zat-ı muhteremi sonsuz rahmetiyle mustağrak kılsın. Benim şaşkınlığım, Üstad Hazretlerine

bu rüyamı anlatmamıştım. Cidden, Üstad Hazretlerinden istifadem büyük oldu. Üstad Hazretlerini tanıdıktan sonra hayatım boyunca o ezeli, ebedi varlığı hep hisseder oldum. Bir şey yapacağım zaman hemen Cenab-ı Hakkı anıyor, yarın ahirette-bunu yaparsam veya yapamazsam bana ne muamelede bulunur diye düşünür oldum. Cenab-ı Haktan bu duygu ve düşüncemi son nefesime kadar esirgememesini niyaz ederim. "İzmir'de sen benim vazifemi aldın" 1952 yıllarında olacak; Üstad Hazretleri Akşehir Palas'ta kalıyordu. Gençlik Rehberi için mahkemeye verilmişti. Bir ay ticaret için İstanbul'a gitmiştim. İyi bir tevafuk oldu. Fırsat bilerek Akşehir Palasa gittim. Tabii, ertesi gün mahkeme olacağından rahatsız etmek de istemiyordum. Hiç olmazsa selam ve hürmetlerimi yakınlarından birini vasıta kılarak arzetmek istemiştim. Girmeme, arkadaşlar müsaade etmediler. 'Zararı yok, selamlarımı, hürmetlerimi tebliğ edin' dedim ve bekledim. Hemen çağırın, gelsin' buyurmuşlar. Selamdan sonra: 'Efendim, şimdi sizin çok meşguliyetiniz var, sizi meşgul etmiş olmayayım' dedim. Bana. 'Kardeşim, bizim için her zaman birdir' buyurdular. Hatırımı sordular, dualar ettiler: 'İzmir'de sen benim vazifemi aldın. Öyle bir muhitte beni yormadın. Vallahi, hergün sana ismen dua ediyorum' buyurdular.

"Dostlarımızdan gelen tarizler bize ikaz olur" Bu sözler, benim için tarif edilmez sevinç ve şükür kaynağı oluyordu. Bir de şu sözleri ilave ettiler: 'Ben zaman zaman dualarımda şehirleri de sayarak dua ederim. Isparta, Eskişehir, İstanbul, Burdur... Burdur'a dua ederken Burdur'da Risale-i Nur'a sahip çıkan pek az, hayret ederdim. Meğer oradan Abdurrahman kardeşimiz çıkacakmış.' İşte bu iltifatın hazzı bana yetiyordu. Burdur'da Şekerci Hüseyin Efendiden, Babacan'dan ve Binbaşı Asım Beyden bahsettiler, rahmetle andılar. Merhum Asım Beyden şöyle bir hatıralarını söylediler: Isparta mahkemesinde Asım Bey şahit olarak dinlenecekmiş. Mahkeme kapısı önünde beklerken Asım Bey ellerini açmış şöyle demiş: 'Ya Rabbi, şimdi ben şahitlik edersem belki üstadıma bir zararı olabilir, onun için şu ânda benim ruhumu al ki kurtulayım. Mübarek o ânda ruhunu teslim etmiş ve mahkemeye girmemiş. (Asım Bey, benim orta mektepte sınıf arkadaşımın babası idi, Allah rahmet eylesin) Üstad Hazretleri, mahkemeden sonra 'Yarın yine gel' buyurdular. Ertesi gün gittim, çok neşeli idiler. Bir aralık ben, 'Üstadım hayret ettiğim bir şey, inanın gruptan bir kısım hocaefendiler bize düşman' dedim. 'Kardeşim, onlar bizi anlamıyorlar. Manevi saltanat düşkünü zannediyorlar. Ben onlara da dua ediyorum. Dostlarımızdan gelen tarizler

bize ikaz olur' buyurdular. Sonra: 'Benim de Risale-i Nur'a ihtiyacım var' dediler. Mektubatın Altıncı Risale olan Altıncı Kısmı'nı okudular. Altı desiseyi geniş bir suretle açıkladılar. "Üstadın hizmetindeyim" Bir defasında Fatih Reşadiye Otelinde ziyaret ettim. Bana 'nerede kalıyorsun?' buyurdular. 'Henüz belli değil' dedim. 'Öyleyse benim misafirim ol' buyurdular. Yandaki odada Ahmet Aytimur, Ahmet Feyzi Ağabey, Nazif Çelebi Ağabey bu odada kaldık. Uyanık bulunduğum derecede, Üstadımızın bütün Müslümanların selameti, saadeti için dua ve niyazda bulunduklarına şahit oldum. Bir zaman sonra hepimiz uyumuşuz. Birden kapımız, elle vurulmaya başladı. Ahmet Aytimur kardeşimiz: Gidemem, ben ihtilam olmuşum, sen git' dedi. Kardeşim, ben Üstad'a nasıl hizmet edebilirim; nasıl hizmet edileceğini bilmiyorum. Hem de bir şey lazımsa, nerde, ne var, bilmiyorum ki... Gel, beraber gidelim' dedim. O yine: 'Ben böyle gidemem' dedi. O zaman dedim ki: 'Bak, senin bu meselen gibi asr-ı saadette olmuş; Ebu Hüreyre (r.a.) cünüb iken Resulullah (s.a.v.) ile karşılaşmıştı. Diyor ki, ben geriledim, yani geri çekilerek (gidip) yıkandım. Sonra geldim. 'Nerdeydin' veya 'nereye gittin' buyurdu. 'Gerçek cünüp idim' dedim. Buyurdu ki: 'Müslüman necis olmaz'. Böyle olduğu halde,

sen Üstad hazretlerinin yanına niye gitmezmişsin. Tekrar: 'Yürü, beraber girelim' dedim. Beraber girdik. Gecikmemizden biraz serzenişte bulundular. Üstad Hazretlerini öksürük tutmuş; boğulacak gibi öksürüyordu. Hava da soğukça idi. Sobasını yaktık. Ben, gece olduğu için müsaadelerini aldım. Ahmed kaldı. Sonra Ahmed'e: 'Abdurrahman'a sorun, bana bir öksürük ilacı alın' buyurmuş. Ahmed geldi, sordu. Ben de on gün kadar evvel öksürük olmuştum. Bir ilaç bana çok iyi gelmişti. Ahmed iyice geç vakitlerde nöbetçi eczane aramaya çıktı. Ancak uzun dolaşmalardan sonra bulmuş. İlacı alıp geldi. Üstad Hazretleri tarifnamesini (prospektüsü) okutmuş, tarifte tok karnına içilmesi yazılı olduğundan: 'Şimdi benim karnım aç, hele dursun' buyurmuşlar. Ertesi sabah kalktık. Ahmed Feyzi Kul, Sabri Halıcı, Nazif Çelebi ağabeylerle müsaade alıp ziyaret ettik. Üstadımızı iyi bulduk. Bize neşeli, güzel güzel konuştular. Hatta Sabri Halıcı Ağabey, açıklık saçıklıktan bahis açtılar. 'Üstadım, siz pek dışarıya çıkmıyorsunuz, bilmezsiniz' dedi. Buna karşı: 'Kardeşim Sabri, hepsini gayet iyi biliyorum' dediler. Ben ertesi gün yine orada kaldım, tekrar ziyaretten sonra müsaadelerini alıp İzmir'e ayrıldım. "Üstad beni aratıyor" Yıl 1953. İstanbul'un 500'üncü fetih günü yıldönümü. Üstad Hazretlerinin Çarşamba'da bir evde oturduğunu öğrendim. Adresini aldım. Ramazan-ı Şerif içindeydi.

İkindiye yakın bir zaman içerisinde evi buldum. Kapıyı çaldım. Hizmetinde bulunanlardan bir arkadaş geldi. Kapı aralığından bana Üstadımızın çok yorgun olduğunu söyleyerek sert bir şekilde kapıyı üzerime kapadı. Ne de olsa o zaman gençtim 35 yaşlarında falan.... Ne bileyim, biraz da kızarak kapıya yüklendim. Kapı açıldı. 'Yahu, sizin hakkınız kadar, benim de burada hakkım var, beklerim. Üstadımız, istirahattan sonra müsaade ederlerse kalırım' dedim. İçeri girdim. Üstad Hazretleri uzanmış, gözleri kapalı istirahat ediyorlardı. Ses çıkarmadan çok az bir zaman kalıp ayrıldım. Kapıyı açıp beni almak istemeyen arkadaşa: 'Zaten siz beni istemiyordunuz. Uyanınca selam ve hürmetlerimi, dualarımı, beklediğimi söylersiniz' dedim. Ticari işlerimi görmek için çarşıya gittim. Arkadaşlarımızın naklettiklerine göre kısa bir istirahattan sonra, 'kim geldi' diye sormuşlar. Onlar da: 'İzmir'den Abdurrahman geldi' demişler. Onu niye bıraktınız, onunla konuşacaklarım vardı; şimdi gidin, bulun hemen getirin' buyurmuşlar. Yatsı zamanı Beyazıt Camiine giderken, tanıdıklardan bir genç arkadaşım beni görünce: 'Ağabey, nerelerdesiniz? sizi bulmak için hepimiz seferber olduk; ayaklarımıza kara su indi' dedi. Ben de: 'Kardeşim, siz öyle istediniz, halbuki ben bekleyecektim' dedim.

Haydi, haydi gideceğiz. Üstadımız öyle istiyor' dedi. Beraber aynı eve tekrar gittik. Üstad hazretlerinin elini öptüm. Bana sarıldı. 'Seni merak etmiştim, çünkü başından bir hadise geçti, korktun mu?' buyurdular. Duanız oldular.

bereketiyle

korkmadım'

dedim.

Memnun

Amma daima müteyakkız olun, teenni ile hareket edin, bizim saklı gizli bir şeyimiz yok. Yolumuz belli. Hizmet etmek istediğimiz belli. Biliyorsun, ben gece kimseyi kabul etmem. Fakat seni merak etmiştim' buyurdular. O sırada benim dükkanım, evim sekiz polis tarafından basılmıştı. Başta Üstadımız dahil 84 kişi mahkemeye verilmiştik. O gün neşeli idiler. İstanbul'un fetih resm-i geçidini takibettiğini, o mübarek günü yaşadığını anlattılar. 'Yarın, yine gel' buyurdular. Üstaddan aldığım tarikat dersi Ertesi günü tekrar ziyaret ettim. Yanında Abdulmuhsin kardeşimiz vardı. Abdulmuhsin'e giderek, şaka yollu: 'Keçeli, sen Risale-i Nurları polislere teslim ettin. Abdurrahman kardeşimizde hiç bulamadılar' dedi. Bir aralık ben: 'Üstadım, İzmir'de pek çok ehl-i tarik var. Çoğu da bozuk bir tutum içerisindeler. Gerçi biz Telvihat-ı Tıs'ayı müsaadelerinizle teksir edip lüzumlu yerlere verdik. Bir de zat-ı âlilerinden tarikat hakkındaki fikirlerinizi dinlemek istiyorum" dedim. Bana şu cevapta bulundular:

Evvela sana gelince mensub olduğun zattan ayrılma. Hatta seni kovsa devam et.' Bundan kırk yıl kadar evvel Şeyh Esad Efendi kardeşim bana geldi. Kardeşim Said, tuttuğun bu yolu tarikatla birlikte devam edersen zamanın imam veya reisi olursun' dedi. Cevaben dedim: 'Kardeşim, öyle bir zaman gelecek ki, iman adet kabilinden sallantıda olacak. biz,-tarikat bir tarafa-hepimiz bugünden tezi yok imanî hüccetlerin gönüllerde yerleşmesi için birleşirsek o zaman en faydalı, en lüzumlu vazifemizi yerine getirmiş oluruz.' Bana tarikatın lüzum veya adem-i lüzumunu şu veciz cümlelerle anlattılar: 'Kardeşim, öyle bir mürşid bul ki, hayatında Kur'ân-ı azimüşşan ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in mübarek sözlerine ittiba edip, gayrı en küçük bir bidat işlememiş olsun. Böyle bir zatı bul da beraber intisab edelim. Ben ehl-i tarika muarız değilim. Benim on üç tariktan iznim var. Fakat bugüne kadar en yakınlarımın hiçbirisine tarikat dersi vermedim. Zamanımız onun zamanı değil.. Zamanımızın büyük Üstadı, manâ ordularının büyük kahramanı mücahid Bediüzzaman Hazretlerine de bu yakışıyordu. O arada Abdulmuhsin Alev söze karıştı. Ben tarikatın en yüksek mertebesinde olmaktansa Risale-i Nur'un en geride kalan, Kur'ân-ı Kerime hizmet eden bir talebe kalmayı tercih ederim' cevabında bulundu. Sonra Üstadımız, 'Bize kemmiyet lâzım değil, keyfiyet

lâzım' buyurdular. Çok yorulmuşlardı, müsaadelerini alıp ayrıldım. Annemin serzenişi Bir gün annem (merhume) Risale-i Nur okuyordu. Ağlamaya başladı. 'Neden ağlıyorsun?' dediğimde: 'Erkek olmadığıma... Erkekolsaydım; gider, bu zat-ı muhteremin hizmetinde bulunurdum' dedi. Kısa bir süre sonra Isparta'da Üstad hazretlerini ziyaretimde ilk sözü şu oldu: 'Bu günlerde annenle uğraşıyordum, yoksa vefat mı etti?' Hayır Üstadım, selam ve hürmetleri var; dualarınıza muntazır. Ellerinizden öper' dedim. Selam et ve söyle, onu da has talebelerimin arasına alıyorum' dedi. İlave ederek: 'Refikanı da, onlara hep dua edeceğim' buyurdular... Annem ve zevcem dindar, birbirlerine bağlı muhlis kişilerdi. Makamları cennet olsun. Tabii, Üstadımızın söylediklerini, selamlarını söyleyince pek memnun oldular. "Haberim olsaydı seni karşılardım" 1954 yılında hacca niyet ettim. Burdur'dan gitmek istiyordum. Polis her an başımda. Tarassut altındayım. Burdur'a hareketimden iki gün evvel Sorgu hakimliğinden çağırıldığımı bildirir bir bildiriyi 'tebliğ' ile bir memur eve geldi. Bütün korkum ve kudsi borçtan beni geri bırakmaları idi. Annem ve zevcemle birlikte niyet etmiştik. Hemen,

şimdi rahmete kavuşan ağır ceza hakimlerinden Abdullah Arığ ağabeyi buldum. Vaziyeti anlattım. Dedi: 'Sen korkma, ben kefil olurum, seni gönderirim.' Ve ilave etti: 'İnşaallah, Cidde'de buluşuruz' dedi. Meğer o da, ilk haccına niyetli imiş..... Hakikaten, ben daha evvel Burdur'dan hacca gitmeme rağmen Medine-i Münevvere dönüşü Cidde'de karşılaştık. O da, ağabeyin ihlasını gösteriyordu. Allah rahmet eylesin... 1954 yılında Medine-i Münevvere'de muhterem Ali Ulvi Kurucu beyle tanıştık. O beni, vaktiyle van'da müftülük yapmış Hasan Hocaefendiyle tanıştırdı. Meğer, bu zat-ı muhterem Üstad Hazretlerini tanıyan bir kimseyi arar dururmuş. Hattat, Konyalı Abdullah Efendinin dükkânına götürdü. Oturduk. Üstad Hazretlerinden uzun uzun sordu. Dönünce selam ve hürmetlerini tebliğ etmemi, artık Medine-i Münevvere'ye yerleştiğini, evlendiğini, Üstad hazretlerini davet ettiklerini söyledi. 'İnşaallah, dönüşte aynen söylerim' dedim. Pek memnun kaldılar. Hac farizamı bitirdikten sonra Burdur'a döndüm. Tebrike gelenlerden sonra o günlerde Üstad Hazretleri Isparta'da idiler. Ziyarete gittim. Kendileri çok hasta idiler. Konuşmaları anlaşılmıyordu. Birşeyler söylüyor, biz anlamıyorduk. Sonra bize, Üstadımızın yakınında Zübeyir kardeşimiz naklediyordu. Ben çok üzülmüştüm. Bir aralık, hacca gittiğimi ve eski Van müftülerinden Hasan hocaefendinin selamlarını söyleyince meyyit gibi uzanan Üstadımız yataklarından fırlarcasına 'Ne, sen onu gördün mü?'

Cenab-ı Hak hacca nasib etti, gördüm, Evlendiğini, davet ettiklerini söyledim. İnşaallah' dediler. İnceden inceye sordular. 'Demek, hacca gittin. Allah müberek etsin. Eğer haberim olsaydı seni ben karşılardım' buyurdular. 'Bu selam bana şifa oldu. Allah senden razı olsun' dediler. Üstada getirdiğim hediyeler O sırada elimde küçük bir paket vardı. Almayacağını bildiğim halde önlerine bıraktım. İçerisinde öyle kıymetli şeyler yoktu. Zemzem, hurma, medine kınası, bir şişe gül yağı ve tesbih. 'Bunlar ne?' diye sordular. Efendim, bunlar hac hediyesi' dedim. Biliyorsun, ben hediye almıyorum. Bunlar mübarek yerlerden gelen hediyeler, Seni de çok severim. Ama parasını vereyim' buyurdular. Ben Üstadımı kırarım korkusuyla: 'Bunlar pek para tutmaz. Hiç para vermediklerim de var...' dedim. Buna rağmen on küsür lira hesap çıkardılar. Getirdiğim şeyler o kadar da etmezdi. Hatta, şaka yollu, Zübeyir kardeş: 'Üstadım, bu hesapta siz aldandınız' dedi. Ona gülerek: 'Keçeli, sen Abdurrahman'la aramdaki sırrı bilmezsin' buyurdular. Ben yine, 'Af

buyurun bu parayı almayacağım'

deyince:'Dur öyleyse' paketimi açıp koku, kına, zemzem ve hurmayı aldılar. 'Tesbih sende kalsın' dediler. Buna karşılık mendilini, havlusunu-dur, aklıma geldi-diye bir de tesbih verdiler. Ben tesbihi görünce çok sevindim. Çünkü aynı tesbihi refikam Medine'de görmüş, 'bana bundan al' demişti. Ben de 'madem bu tesbihi beğendin, namazdan sonra düzine ile alalım, yakınlarımıza da hediye ederiz' demiştim. Fakat, ne hikmettir; o da, ben de unutmuşum. İlk hasta gördüğüm Üstadımızı iyi olarak güleryüzle bizi ayakta uğurlamasından çok sevindim. Burdur'a gelince, ilk işim, tesbihi refikama verdim. Yüzüme bakarak: "Demek, bu tesbihi Medine'den aldın, bana haber vermedin' dedi. Ben de: 'Bu tesbihi Üstad Hazretleri verdi' dedim. Daha da sevindi. Vefatına kadar bu tesbihi yanından ayırmadı. "Sıkıntılı günler ve dualarım" Biraz Burdur'da kalıp evi tamir ettirdikten sonra Akman Pasajının birinci katında yeni bir işe başlamak üzere bir dükkân kiraladım. Kâğıt işleri üzerinde işe başladım. Fakat ne hikmetse işlerim hep ters gidiyordu. Ne alırsam ziyan ediyordum. Bir yerde dükkânım vardı. Onu da sattım. Onun parası da eridi, gitti. Evet, haftada bir, hanımın tavsiyesiyle yarım kilo yağlı kıyma alabiliyor; o, bir hafta boyunca yemeklerimizin çeşnisi oluyordu. 'Yavaş yavaş küçük çapta imalata başlayayım' dedim. İlk işim, zamklı rulo kâğıt ve tüp içerisinde yapıştırıcı kola imalı oldu.Kalitesi, piyasadaki mallardan çok iyi olmasına

rağmen satamıyordum. Beş altı ay daha satamazsam hepsi kuruyup atılacaklardı. Ev kira, dükkan kira, üç çocuğum okula gidiyorlar. Düşünmeye başladım. Son çare bir iş bulmak, tezgahtarlık gibi bir şeyler yapmak. Dükkana geç gelir oldum. Hatta bir gün hiç unutmam. Büyük kızım 25 kuruş istedi. Bende beş kuruş dahi yok. Onu bütün bütün üzmemek için 'dükkanda unutmuşum' diye yalan söylemek mecburiyetinde kalmıştım. O gün yolda giderken Cenab-ı Hakka şöyle yalvarmaya başladım. 'Ya Rabbi, şöyle elli liralık alış veriş için bir müşteri gönder. Hem çocuğumun isteğini yerine getireyim. Bakkala olan borcumu vereyim.' Dükkana geldiğimde çok sevdiğim ciltçi, hattat Nazmi Altınkalem hocayı bekler buldum. Dükkanı açtım. Metresi beş liradan olan cilt bezinden on metre aldı. O ânda sevincimi tarif edemem. Cenab-ı Hakk'a içimden hamdettim. Sıkıntılı günler devam ediyordu. Bir gün dükkâna geldiğimde Hacı Recep Usta'yı beni bekler buldum. Ne hikmetse içime bir ferahlık doğdu. Oturmaya vesile olsun diye bir çay söyledim. Üstad hazretlerinin yanından geldiğini, selam getirdiğini söyledi. Çok sevindim. Bana, Üstad Hazretlerinin işimi sorduğunu, merak etmememi, dünya yükünü üzerine aldıklarını söylemişler. Allah'a şükür, o günden sonra, bir kutu satamadığım mallarımdan 50-100 kutu alanlar oldu. Çok çalışıyordum. Borçlardan kurtulmak için evce gece gündüz uğraşıyorduk. Bazı imalat işlerine girdim. Hepsinden umduğumdan fazla kazanıyordum. Buradaki küçük arsama basit bir işyeri

yaptırdım. İşimi genişlettim. Günde yirmi saat çalıştığım çok oluyordu.Ben arkadaşlarla bir araya gelemiyordum. Bu defa beni korkaklıkla itham ediyorlardı. Bunlara pek aldırış etmiyordum. Öyle korkak olsaydım, Üstad hazretlerine takip edildiğim zamanlar dört-beş defa gider miydim? Ben çalışmakla üzerimdeki borçlardan kul haklarından arınıyorum. Hem de Risale-i Nur için Mustafa Birlik gibi değerli kardeşlerimiz çoğalmıştı. Ben olmasaydım da oluyordu. Allah hepsinden razı olsun. Amin. Rüyada gelen şifa 1963 yılında tekrar hacca gittim. Halbuki bir daha o mübarek yerleri göremem diyordum. Medine-i Münevvere'de vazifelerimi yaptıktan sonra ilk işim Van müftüsü Hasan hocaefendiyi aramak oldu, buluştuk. İlk hac dönüşümdeki hadiseleri anlattım. O zamanlar, Hz. Üstad rahmet-i Rahmana kavuşmuşlardı. Hocaefendi: 'Evlat, hele otur, ben de sana bir şey anlatayım: Benim hanım cinnet geçirdi. Onu zaptedemez olmuştuk. Çok sıkıntı çekiyorduk. Bir gün rüyamda Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz ile Bediüzzaman Hazretleri bize geldiler. Benim hanımı bir masaya yatırdılar Peygamberimiz (s.a.v.) ile Üstadımız okumaya başladılar. Uyanınca, hanımda o çekilmez hastalıktan eser kalmamış, sakin bir halde oturuyor buldum. Bugün yirmi beş kadar kız çocuklarına Kur'ân-ı Kerim okutuyor...' demişlerdi. Bir dahaki hacda, vefat ettiğini söylediler Allah rahmet eylesin. Şuraya kadar kırık dökük bu hatıraları ancak

yazabildim. Unuttuklarım çok olmuştur. Yıllar geçti. İstediğimi yazamamışımdır. Üstadımız Hazretlerinin aziz ruhundan af dileyerek vefatından sonraki hatıramla noktalamak istiyorum. "Böbrek sancılarım ve..." Yıl 1969. Hacca niyet ettim. Nedense o yıl içimden 'hacc-ı İrfad'a niyet etmek geldi. Öyle yaptım. O yıl, otobüsle Hacı Raif Cilasun ağabeyle gitmiştim. İlk bayram günü Şeytanı taşlayıp Mekke-i Mekke-i Mükerreme yolunu tuttum. Tıraş olup guslettikten sonra 'İfaze tavafı'nı ve'Sa'y'ı yaptıktan sonra Mina'ya döndüm. Çadırlarımıza yaklaşınca her yıl devam eden böbrek sancılarım başladı. Bu yedi yıldır devam ediyordu. O zaman farz olan tavafı vaktinde yaptığıma sevindim, şükrettim. Gecede uyuyamadım. Allah razı olsun, arkadaşlar seferber oldular. Karşımızdaki çadırdan ismini sonradan öğrendiğim Münevver ismindeki bir abla hemen yanıma koştu. Beyine su ısıtmasını söyledi. Sıcak su geldi. Biz kardeşiz, çekinme Havluyu böbreğimin olduğu mahalle serdi. Üzerine çaydanlık koydu. Hem Cenab-ı Hakk'a yalvarıyor, hem de sıcak suyu elinde tutuyordu. Beyine de zaman zaman su ısıtmasını söylüyordu. Ben onun saatlerce gece yarısı uğraşmasından, fedakârlığından göz yaşlarımla: 'Abla, ben sizin hakkınızı nasıl öderim?' dedim. Cevabı şu oldu: 'Sen yerde kıvranırken, ben nasıl istirahat edebilirim, sen üzülme.' Allah ondan, bütün arkadaşlarından razı olsun... Bir de, şimdi rahmete kavuşan sağlık memuru Hacı

Neşet ağabeyi unutamam. O sık sık damardan ağrı kesici iğneler yapıyordu. Geçici de olsa ferahlıyordum. Şuna çok seviniyordum: Yüce Mevlamız ibadet zamanları bana ruhsat veriyordu. O hacda hep Cenab-ı Hak ile idim. Bütün vaktim Ona yalvarmakla geçiyordu. Mâlayani ile vakit geçirmiyordum. İzmir'e geldik. Tebrike gelenler, sana ne oldu böyle diyorlardı. Çünkü o mukaddes beldede 12 gün sancı çekmiştim. Medine-i Münevvere'de kitapçı şimdi rahmete kavuştu. Muhammed Sultan Nemingani ismindeki ilk hacda tanıştığım zat böbrek ağrıları için Hintlilerin kullandıkları (Lüban Zikir) günlüğüne benzer bir ilaç vermişti. O bana biraz faydalı olmuştu. İzmir'de tekrar şiddetli ağrılarım başladı. Doktora gittim, röntgene havale etti. Röntgende sancı yapan sol böbreğimin hiç çalışmadığı belirtisini gösteriyordu. Doktor, bunun çaresi o böbreği ameliyatla almak dedi. Ben her şeye razı idim. Halbuki sağ böbreğim de arızalı idi. O, doğuştanmış. Halil Tellioğlu kardeşim: 'Ağabey, benim arabam ne güne duruyor İstanbul'a gidelim. Boğulursak büyük suda boğulalım. Bu işin otoriteleri var. Onlara gidelim. Belki o böbreği feda etmekten kurtuluruz' dedi. 'Peki' dedim. "Üstadın tedavisini gördüm" Benim o günlerdeki vaziyetim şöyleydi: Akşam namazını kılıyor, yatıyordum. Birkaç saat sonra sancı ile kalkıyor. Zorla, yatsı namazını edâdan sonra, sabahlara kadar dolaşıyor, kıvranıyordum. Yine bir gün sancı ile

uyandım. Yatsı namazımı kıldım. o güne kadar olmayan bir hal oldu. uykum galebe çaldı. Uyudum. Bir rüya gördüm, şöyle ki: Büyük bir salondayım. Üstadımız hazretleri ortada oturuyorlar. Hemen yanlarına gittim. Bana: 'Nerelerdesin, kardeşim?' buyurdular. Geri çekilip oturdum. Hiç seslenmedim. Etrafında birçok arkadaşlar vardı. Onlardan biri kulağıma eğilerek; 'Üstad hazretleri bugün bize teşrif edecekler. Bir toplantı yapacağız, sen de gel' dedi. Yavaşça: 'Ben hastayım, gelemem' dedim. Hemen, benim hasta olduğumu Üstad Hazretlerine söyledi. Üstadımız ciddi bir vaziyette: 'Kalk bakalım, neyin var?' buyurdular. Ben vaziyeti anlattım. Ağrıyan böbreğimin ön kısmına sağ elini koyarak sesli duaya başladılar. Dualarından hep Cenab-ı Hakk'a sığınıyorlardı ve şifa diliyorlardı. (Duaları Arapça idi.) O sırada uyandım. Baktım, bir aya yakın devam eden bendeki sıklet kalkmış, sanki hiç hasta olmamışım. Cenab-ı Hakk'a şükürden sonra 'Hey koca Üstad! Hayatında da, mematında da kurtarıcısın. Allah seni daimi rahmetlerine gark buyursun' diye ben de dua ettim. Zevceme koştum 'Ben kurtuldum' dedim. Çok inançlı bir insan olduğundan rüyamı ilk ona anlattım. Sevindi. Çünkü ben hissediyordum, ailecek ölümümün bu hastalıktan olacağını. Artık bitkin olmakla birlikte sakin bir hayat geçiriyordum. İşime bakabiliyordum. İki gün sonra kan pıhtısı içerisinde uzunca bir taş düşürdüm.Beni arabasıyla götürecek Halil Tellioğlu

kardeşim: 'Hazırlan, İstanbul'a gideceğiz' dedi. 'Artık ben kurtuldum' dedimse de, 'Gideceğiz, hem gezmiş oluruz, çok sıkıldın' dedi. kıramadım, gittik. O günün, sahasında otorite olan Prof. Gıyaseddin Korkut Beye muayene oldum. Bana hayretle: 'Bu taşı cidden idrar yollarından mı düşürdün? Bu mümkün olmayan bir şey' dedi. Ertesi günü tekrar röntgene gittim. Filmlere bakarken, 'Bak' dedi. 'Senin bu böbreğini alacağız diyen doktor deli. Halbuki, bu böbreğin öbürünkinden daha sağlam. Yedi yıl kadar evvel, bu hasta olmayan böbreğinden bir kanama geçirdin mi?' Ben, 'Evet' dedim. 'Fakat, bu da iyiye doğru gidiyor, merak etme. Bütün kullandığın ilaçları çöp sepetine at. İlaç gerekmez. Ekmeği az ye. Yürüyüş yap. Şişmanlamamaya gayret et, o kadar. İki yılda bir gel, kontrol edelim' dedi. Üç defa daha doktorun dediği gibi gittim 'Hiç bir şeyin yok dedi: Elhamdülillah, o günden sonra öyle şiddetli bir sancı görmedim. Ben Üstad Hazretlerinin sadece İslam için yaşadığını, bütün derdinin gönüllerdeki paslanmış imanları kurtarmak olduğunuelemi, kederi, hep İslâm için idi. Bunun için yaşamak arzusunu bu büyük şahsiyetle müşahede ettim. Daha ilk ziyaretim hayalimdeki İslam mücahidini bulduğuma inanmıştım. Şahsına yapılan zulümlerden pek bahsetmezlerdi. Şunu da yazmadan geçemeyeceğim: Çantay'ın itirafları Birgün Hasan Basri Çantay hoca (merhum) Üstad

Hazretlerini meclisin ilk günlerinde Meclis-i Mebusan'a yazdıkları bir mektuptan hafifçe tenkit yollu anlatıyordu. Sözlerine yeni başlamıştı. Hemen eliyle ağzını kapayarak: 'Ben bütün o sözlerimi geri alıyorum. Söylediklerimi siz de duymamış olun. Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün işkence hapislere rağmen İslamı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç birimiz onun gibi olamadık' dedi. "Yüce Mevlamız İslâma hizmet eden şuurlu bütün Müslümanlara rahmetini esirgemesin. Amin."

HACI FATMA SEYHAN 1320'de Burdur'da doğdu. Babasının adı Emir, annesinin adı Âdile, Lakabı: Burdurlu Hacı Fatma. Van-Gevaş'ta oğlu Abdullah'ın yanında kalıyordu. "Sakın, ona görünme, Görünürsen gider" Bediüzzaman Hazretlerini 23 yaşlarında Burdur'da oturdukları zaman görmüş, hizmetinde bulunmuş. Bediüzzaman Hazretleri o zamanlar kendilerine bir adet Delâil-i Hayrat hediye etmişti. Bediüzzaman'la ilgili hatırasını şöyle anlatıyor: Molla Said, Burdur'a gelmişti, ilk gelişleriydi. O zaman bizim Burdur'da üç katlı bir evimiz vardı. Kocam Eyüb Bey o zaman Molla Said'i bizim evde misafir etti. En üst katı ona tahsis ettik. Evimiz Burdur'un Yenci mahallesindeydi. Bizim evde dokuz ay kaldı. Kaldığı bu dokuz ay zarfında hep Kur'ân okurdu. Yanında sadece bir tane kitabı vardı: Kur'ân-ı Kerim. Ziyaretine gelenleri çoktu. Arkasında namaz kılarlardı. Bir gün Valinin adamları da geldiler, Valinin kendisini ziyaret edeceğini söylediler. Bediüzzaman

bunu kabul etmemişti. Ben öyle tahmin ediyorum ki, Vali onu kötü niyetle ziyaret etmek istemişti, o da kabul etmemişti Valiyi. Vali bir daha da gelmemişti. Yine bizde kaldığı zamanlarda bir gün benim binbaşı olan dayım Hacı Hamdi Bey bize gelmişti, etli bir yemek yapmıştık. Sofrayı kurduk. Dayım ellerini yıkamadan sofraya oturdu, ardından da eti dağıtmaya başladı. Molla Said, hemen müdahale ederek ellerini yıkadıktan sonra, dağıtmasını istedi. Dayım kalktı, ellerini yıkadıktan sonra sofraya tekrar oturdu. Bir gün Üstad, beyimden evin hamamını sordu, o da gösterdi Bunun üzerine beyime bir sarı lira verdi. Karşılıksız hiçbir şey yapmazdı. Sabaha kadar namaz kılardı, sabah namazından sonra öğleyekadar kimseyi kabul etmezdi. Daha sonra ziyaretçiler gelirdi. Dokuz ay kendisine hizmet ettim, çamaşırlarını yıkar, sofrasını sererdim. Başını kaldırıp da hiç bana bakmazdı. Kocam bana, 'Sakın, ona görünme. Görünürsen gider' derdi. Bediüzzaman'ın ahiret bacısı Dokuz ay kaldıktan sonra bir gün gitti, Divanbaba (Delibaba) Camiinde kaldı. Bir gün çorap giymeden yanına girmiştim. Tahminime göre bu sebepten bizim evi terk etmişti. Benim için, 'Çok temiz kalbli' derdi. 'Seni dünya âhiret

kardeşliğine kabul ettim' diyordu. Bir gün yine bana şöyle demişti 'Eğer ben Cennetlik olursam, senin elinden tutup Cennete götüreceğim.' Sakalı yoktu, her gün traş olurdu. Çok temizdi. Üzerinde bir cübbesi vardı, başına kenarları işlemeli bir sarık sarardı. Bir gün yine beni çağırmıştı, sarığını bana verdi, 'Çocuğunun beline bağla' dedi. Bizim o zamanlar çocuğumuz hiç olmuyordu, daha sonra oldu. Ben çocuğumun oluşunu yine onun duasına ve himmetine bağlıyorum. Daha sonra o sarığı akrabalardan birisinin felçli olan çocuğunun beline bağlaması için vermiştik. Onlarda kaldı. Ben şimdiden torunlarıma, ölürken mezar taşıma aynen şöyle yazmalarını istiyorum. 'Bediüzzaman'ın âhiret bacısı Hacı Fatma Seyhan'ın ruhuna el-Fatiha...' O zamanlar eniştemin bir post namazlığı vardı. Ben Üstad'a vermek istedim, ama onlar razı değillerdi, ben yine verdim. O zaman da Üstad hiçbir şeyden haberi yoktu, postun benim olduğunu biliyordu. Tam ben postu sarıp verirken almadı, 'Belki enişten razı olmaz' diyerek geri çevirdi. Ben de eniştelerime kızarak post namazlığı tekrar onlara geri götürdüm. Onu günlerce anlatsam doymam, o çok büyük bir zattı. Şimdi ben 91 yaşındayım, bakın çok dinçim. Hep onun himmet ve duasıdır. Allah ondan razı olsun.

"Daha sonra bize çok mektup yazardı. Mektuplarında kendisine karşı yapılan haksızlıklardan bahsederdi. Keçe külah takardı, Burdur'a sürgün olarak geldiğini söylerdi."

RAHMİ SULTAN "Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi" Rahmi Sultan ismindeki zattan, Barla Lâhikası'nda Nasuhizade Şeyh Mehmed imzalı mektupta bahsedilmektedir. Rahmi Sultan, geçen yüzyılda yaşayan ve Üstadın doğumunu haber verdiğini, Emirdağ Lâhikası'nda Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun bir mektubundan öğrendiğimiz Hacı Hasan Feyzi'nin talebe ve mensuplarındandır. Milâslı Halil İbrahim, "Duyduğuma göre, Denizli'de bundan yetmiş-seksen sene evvel büyük evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine 'Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi' diye haber vermiş" ifadesiyle Hacı Hasan Feyzi'den bahsetmektedir. Hasan Feyzi Yüreğil bölümünde tafsilâtlı bilgiler bulunmaktadır. Hava albayı Şeref Bekteşer'in kayınpederi ve Rahmi Sultan'ın oğlu emekli öğretmen Nuri Ermişi, babası hakkında bize şu bilgileri vermektedir:

"Babam Hacı Rahmi Sultan'ın esas ismi Hıdır, kendisi ise Nakşî tarikatındandı. Nakşî şeyhi ve piri Hacı Hasan Feyzi Hazretleri, ismini Rahmi olarak değiştirmişti. 'Bundan sonra senin ismin Rahmi' demişti. Babam Rahmi Sultan esasen Harput'un bir köyündendi. On iki yaşında Harput'ta iken babasından izin alarak ağabeyinin yanına İstanbul'a tahsile gitmiş. Burada tahsilini tamamladıktan sonra, yanındaki bir akradaşıyla birlikte Tekirdağ'a kadı olarak tayin edilmiş. Tekirdağ'da vazifeye başladıktan sonra, Piri Hacı Hasan Feyzi, kendisine haber göndererek kadılıktan vazgeçmesini ve Burdur'a gidip orada Kur'ân'a ve imana hizmet etmesini istemiş. Rahmi Sultan, şeyhinin bu emri üzerine hemen Burdur'a gidip, orada islâmiyete hizmet etmeye başlamış." Binbaşı Âsım Beyi Burdur'dan Barla'ya götürüp Bediüzzaman'la tanıştıran Nasuhizade Şeyh Mehmed, Üstada hitaben "Bülbül-ü Bağistan-ı Kur'ân, Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri" diye başlayan mektubunda Rahmi Sultanın 1916 yılında vefat ettiğini yazmaktadır: "Mürşid-i ekmel şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde 1332 (1916) irtihal-i beka buyurdular." Şeyhi Hacı Hasan Feyzi'nin emriyle Burdur'a gelip yerleşen Rahmi Sultan, buradan evlenmişti. Rahmi Sultan'ın oğlu, öğretmen Nuri Ermiş, Üstadı Burdur'un Divan Baba Camiinde ziyaret edip, elini öptüğünü, onun ruhaniyet ve maneviyatından istifade

ettiğini Barla Lâhikası'nda babasından bahsedilen kısmı okununca sevinçlerle söylüyordu.

NASUHİZADE ŞEYH MEHMED BALKIR Barla Lâhikası'nda mektubu ve şiiri bulunan Nazuhizade Şeyh Mehmet Balkır, Hacı Rahmi Sultan'ın halifelerinden bir zat olarak Binbaşı Âsım Beyi hanımıyla beraber Burdur'dan Barla'ya götürüp, Bediüzzaman'la tanıştırmıştı. Barla mektuplarındaki güzel manzumesi şu mısra ile bitmektedir. "Nasuhizade Mehmed, söyledi hemen bu sırları. Hazine-i Kur'ân'ın bir miftahıdır Hazret-i Üstad." 1878'de doğan Nasuhizade Şeyh Mehmed Balkır, 13 Mayıs 1964'de vefat etmişti. Nasuhizade Şeyh Mehmed Efendinin oğlu, Halil Hilmi Balkır anlatıyor: Ben Üstad Bediüzzaman Said Nursi'yi babam Şeyh Mehmed Efendi vasıtasıyla tanımıştım. Babam, Harput'tan Burdur'a gelen ve evlenen, Nakşî tarikatından Hacı Rahmi

Sultan'a bağlıydı. Bediüzzaman Burdur'a gelince babam, 'Bu büyük bir zattır' diyerek kendisini ziyaret ediyor, görüşüp konuşuyordu. "Evimiz yakın olduğundan, biz ona dut toplar götürür ve abdest suyu hazırlardık. Kendileri dut mevsiminde Burdur'a gelmişti. Değirmenler Mahallesindeki Hacı Abdullah Efendi Camiinin içindeki bir odada kalıyordu. Bir seneden fazla kaldığını tahmin ediyorum. Dut mevsiminde gelip, güz mevsiminde gitmişti." Üstadın Burdur'dan ayrılışı Burdur'da yaşlı bir hanım ise Bediüzzaman'ın ayrılıp, Isparta'ya gidişini ve bir müşahedesini şöyle anlatmaktadır: "Üstadın Isparta'ya gideceğini ahali duyunca, kaldığı Hacı Abdullah Efendi Camiinden tâ Paşa Köprüsüne kadar, yolun iki yanına saf tutmuşlardı. Bediüzzaman yolun ortasında gidiyor ve her iki elini uzatarak vedalaşıyordu. Millet ellerini öperek, kendisini uğurlamıştı." Halil Hilmi Balkır anlatmaya devam ediyor: Her gün ikindiden sonra kaldığı camide cemaatle dini mevzularda sohbet eder, nasihatlarda bulunurdu. Bir gün ziyaretine Fahreddin Altay Paşa gelmişti. Bediüzzaman çok büyük bir zattı. Babamgil kendisini rehber kabul etmişlerdi. Çok az yemek yerdi. Bir gün kendisini evimize davet etmiştik. Bizimle önce pazarlık etmişti. 'iki dilim

ekmek ve bir çeşit az yemek' diye şart koşarak gelmiş ve yemekte ayrı oturmuştu. Burada Diyarbakırlı Şeyh Cemil Efendi isimli bir zat devamlı hizmetini görürdü. Üstadı imtihana kalkışan öğretmen Orta mektepte Kemal Bey vardı. Bediüzzaman'ın yanına münakaşa etmek için. Bir bahçe Üstadı bulmuştu. Dinlemeye kalabalıktı.

isimli birtarih öğretmeni gitmişti. Münazara ve kenarında, çimenlik yerde gelenler de bir hayli

"Kemal Bey Üstad Bediüzzamana 'Hoca Efendi, bazı suallerim var, cevaplayabilir misiniz?' dedi: Yüksekten bakıyor, hep benliğini gösteriyordu. Tarih hocası olduğundan, Üstad: 'Buyur sor, evlât' deyince hep tarihten sormaya başlamıştı. Bütün suallerinin cevaplarını alınca, eski havası söndü. 'Beni affedin' diye kalkıp Üstadın eline kapandı."

BESİM MÜFTÜGİL Bediüzzaman'ın dost ve hemşehrilerinden Sadullah Efendi ve ailesi de Mardin-Konya üzerinden Burdur'a sürülmüştü. Sadullah Efendi merhum Burdur'da Nur Üstad Bediüzzaman'la aynı evde sürgün hayatı yaşadıklarını ifade etmektedir. Sadullah Efendinin oğlu eczacı Besim Bey; "Babamın amcası Abdülmecid Efendi 1925 sürgün tarihine kadar Bitlis'te müftüydü. Burdur'daki evde, babamın amcası Müftü Efendi, Bediüzzaman'ın ilmi ve irfanı karşısında çok zor mevkilerde kalır, müşkül durumlara düşerdi. İlmî sohbetlerde Bediüzzaman'ı hayran hayran dinler, onunla hiç boy ölçüşemezdi" diye babası Sadullah Feyzi Efendiden dinlediklerini anlatmaktadır. Dr. Barçın'ın mektubu Bahtiyar doktorlardan merhum Tahir Barçın Ağabeyim 1950'lerden evvelki yıllarda Bitlis'te ve civarlarında tabiblik yapmıştı. işte bugünlerde tekrar Emirdağ'ına döndüğü zaman Bitlis'ten tanıştığı hanedan bir aileye 26

Temmuz 1947 yazıyordu:

tarihinde

Emirdağ'ından

şu

satırları

Muhterem Kardeşim Besim Bey, Her mektubumda sizlereselâm ve hürmetlerimi yazıyordum. İşlerimin çokluğundan ayrıca yazamadığıma müteessirim. O sıkıntılı zamanımızda bizleri teselli eden, yalnız bırakmayan, temiz kalbli ve asil arkadaşımızı unutmamıza imkân yoktur. "Size orada iken; İslâmiyet âleminin bir Nuru olan Üstadımızdan bahsetmiştim. Hatta bir eserini okunması için size vereceğimi vadettiğim halde, orada eser olmadığından, maalesef veremedim. Üstadımızla görüşürken pederinizden bahsettim. Çok memnun kaldılar. Sizleri tenvir ve irşad için eserlerinden göndermeyi tasavvur buyurmuşlar. Bu vesileyle ben de bunları yazıyorum. Valideniz hanımın ellerinden öperiz. Mesrur Bey'e ve diğer akrabalarınıza selam ederim. Muhterem Dayı Beye, Müftü Efendiye de selâm ederim. Hürmetle ellerinden sıkarım vesselâm.." Kardeşiniz Dr.Tahir Barçın Üstadın Besim Beye mektubu Yine

bu

günlerinde

Bediüzzaman

Hazretleri

memleketine ve hemşehrilerine hitaben şu satırları yazıyordu. Aziz Sıddık Kardeşlerim, Şeyh Nesim ve Müftüzade merhum Sadullah Efendi'nin Mahdumu, Evvelen: Ramazan'ınızı ve seksen sene bir ömr-ü bakiyi kazandırabilen Leyle-i Kadrinizi tebrik ile beraber, yirmi-otuz sene benim oraya, her hafta bir mektup yazmasına bedel, sizlere o şirin vatanıma ve muhterem iki büyük hanedanlarımıza iki büyük mektubum olarak, arzunuza binaen, Zülfikâr ve Asa-yı Musa namında iki kitabı gönderiyorum. Zülfikar bizzat Şeyh Nesim'de, Asa-yı Musa da Eczacı kardeşimizde bulunmakla beraber, her iki kitab, her birinize aittir. İnşaallah Risale-i Nur'dan daha mühim mecmualar, onlar gibi, tam arzunuza ve oranın istifadesine medar olmak şartıyla gönderilecek. Ben Bitlis'le, hususan iki hanedanınızla pek çok alakadarım. Fakat şimdiye kadar, çelik bir çember içinde bulunmak gibi, o şirin vatanımla ve o hanedanlarla alakam zahirî kesilmişti ve tam fedakâr ve nurlara benim bedelime sahip olacak bazı zatları bekliyordum. İnşaallah ikiniz o ümidimin hakikatını göstereceksiniz. Oralarda hayatta kalan ahbablarıma pek çok selâm edip, hususan benimle beraber, menfi müftüzade Abdülmecid, hayatta mıdır? Onu çok merak ediyorum? Ve onu merhum Sadullah Efendiyi, merhum Şeyh Abdülbaki Hazretlerini hiç unutmuyorum.

Dualarımda daima hissedar ediyorum. Elbaki Hüvelbaki Hasta kardeşiniz ve duanıza muhtaç Said Nursi Mektupda ismi geçen Şeyh Nesim Efendi, Cesim Küfrevî'nin babasıdır. Kendileri 1952'lerde rahmetlik olmuştu. Şeyh Abdülbaki Efendi ise, Kasım Küfrevî Beyin babasıdır. Kendileri 1944'lerde vefat etmişti. Bitlis müftülerinden ve Üstad Bediüzzaman'ın Burdur sürgününde birlikte olduğu ve mektubunda hayatta olup olmadığını sorduğu Abdülmecid Efendi ise 1940'larda vefat etmiştir.

AHMED ASIM ÖNERDEM İstikamet şehidi Barla Lâhikası, Tarihçe-i Hayat, Şualar ve Mektubat gibi eserlerde ismi, bahsi, yazdığı mektup ve şiirlerde imzası bulunmaktadır. Tarihçe'nin "Eskişehir Hayatı" kısmında şu parçayı okumaktayız: "Binbaşı merhum Âsım Bey isticvap edildi; eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik namuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, 'Yâ Rab, canımı al!' diyerek, on dakikada teslim-i ruh eyledi. İstikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kanunun hata diyemeyeceği bir muavenet-i hayriyeye ve tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet Risale-i Nur'dan tam ders alan, bir su içer gibi kolayca, terhis tezkeresi telâkkî ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlicenap kardeşim Asım Bey gibi 'Yâ Rab! Canımı da al'

diyecektim. Her ne ise..." Binbaşı Âsım Bey, 1877 yılında İzmit'te dünyaya geldi. Kıcızâdelerden olan Âsım Bey, Trablusgarp, Şam, Muğla Tefenni ve Manisa'da askerî vazifeli olarak bulundu. Daha önceleri vazifeli bulunduğu Trablusgarp ve Şam'da evlenmişti. Burdur'da da Mahmud Beyin kızı Nigâr Hanımla evlenmişti. 1952'de İstanbul'da vefat eden Nigâr Hanım Edirnekapı'da hava şehitliğinde medfun bulunmaktadır. Binbaşı Âsım Beyin hanımı Nigar Hanım, eski milletvekillerinden Fethi Çelikbaş'ın yakını olan Said Çelikbaş'ın teyzesidir. Âsım Bey Burdur'a gelince, orada Nazuhizade Şeyh Mehmed Balkır Efendi kendisini Bediüzzaman'a götürerek tanıştırmıştı. Âsım Bey güzel yazısıyla Nur Risalelerini yazmaya başlamıştı. Bediüzzaman Burdur'dan Barla'ya gittiği zaman, devamlı mektuplar yazmıştı. Barla Lâhikası'nda ifade edildiği gibi, Nigâr Hanım şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Hastalığın bir türlü devasını bulamayınca, şifa dualarını almak için, Nasuhizade Mehmed Balkır, Âsım Beyle Nigâr Hanımı alıp, Hüsnü Ağanın yaylı at arabası ile, Barla'ya Bediüzzaman'ın yanına götürmüştü. Üstad kabul edip, Nigâr Hanıma dua etmiş ve hanım daha sonra şifa bulmuştu. Daha sonraları Âsım Beyle Üstad arasındaki mektup,

Risale postacılığını Burdur'un Yenice mahallesinde oturan Yalvaçlı tüccar Abdullah Hoca yaptı. 1934 ve 1935 senelerinde emniyet çok sıkı tedbirler alıyor, Bediüzzaman ve talebelerini takip ediyordu. Bir gün Binbaşı Âsım Beyin evinde Nasuhizade Mehmed Balkır, Sadık Ermiş Hoca, berber Mehmed Güler ve Âsım Bey Nur Risalelerini okurken, komiserle polisler gelmişti. Âsım Bey komisere hanımının içeride boy abdesti aldığını ifade ederek, beş dakika sonra girmelerini söyledi. Misafir zatlar kitaplarla birlikte arka kapıdan çıkıp kaçıp gittiler. Fakat buna rağmen, aramalarda bazı kitapları yine de bulmuşlardı. Bu hadiseden sonra Binbaşı Âsım Beyi alıp, Isparta'ya götürdüler. "Yâ Rab! Canımı al" Isparta'da sorgu hakimliğinde ifade verirken, "Yâ rab, canımı al," diyerek vefat etti. İfadesini alan hakim Hikmet Bey de şaşıp kalmıştı. Binbaşı âsım Beyin cenazesini Nigâr Hanım yıkamış, korkudan ancak beş-altı kişinin iştirak ettiği cenaze namazından sonra, Isparta'nın Alâeddin mezarlığına defnedilmişti. 8 Mayıs 1935 tarihli Tan gazetesi manşetinde: "Bir mürteci ifade verirken öldü. Bir binbaşı mütekaidi suçlu ifadesi alınırken birdenbire düştü öldü" şeklinde birinci sayfasında haber olarak

veriyordu. Bir Türk subayı olarak Trablusgarp, Şam ve Manisa dahil, kırk yıl askerî hizmetlerde bulunan istikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey, "Kırk yıldır ellerimi kara ve kirli işlere bulaştırmadım, Cenab-ı Hakka çok şükür" diyerek namuslu ve istikametli hayatını böyle noktalamıştı. Burdur eşrafından Abdurrahman Cerrahoğlu, merhum Binbaşı Âsım Bey için şunu ifade etmektedir: "Burdur'da babam, Binbaşı Âsım Beyden çok sitayişle bahsederdi. Âsım Beyin oğlu Nâzım benim sınıf arkadaşımdı." Isparta'da Terzi Mehmed Babacan ise Binbaşı Âsım için şunları anlatmaktadır: "Binbaşı Âsım Bey güzel tezhip de yapardı. Mevsim yazdı. Isparta Ulu Camide yedi sekiz kişi ancak cenaze namazını kılabildik. Cenaze namazını Refet Beyin kayınpederi Hacı Mülâzım Efendi kıldırmıştı. Binbaşı Âsım Bey Alâeddin mezarlığına defnedilmişti."

CEMAL CAN (Barla nahiye müdürü) Cemal Can 1899'da Burdur'da doğdu. 1931-1936 yılları arasında Barla Nahiye müdürlüğü yaptı. Daha önceleri Burdur emniyetinde polis olarak vazife yaparken 1931'de Barla'ya Nahiye Müdürü olarak tayin edilmiş. Said Nursî'yi Isparta'ya verdiler "Antalya tarafından üçyüz-dörtyüz kadar kişi sürgün gelmişti. Bediüzzaman bunların arasındaydı" Kafile kafile geliyorlardı. Bediüzzaman'ın içinde olduğu kafile altı kişiydi. Şeyh Said'in akrabaları Tefenni tarafına gönderildi. Said Nursî'yi ise Isparta'ya verdiler. Sonra ben resmî görevle Barla nahiyesine tayin edildiğimde, Bediüzzaman da Barla'da idi. Benim tanıdığım ve şahid olduğum kadarıyla, kendileri münzevî bir hayat yaşıyorlardı. Sık sık kırlara, bağ ve

bahçelere gidiyordu. Yalnız başına dağlarda gezerdi. Eğridir Gölünün kenarlarına da sık sık giderdi. Zannediyorum temiz havada kalmayı çok severdi. Geri kalan vakitlerini ibadetle geçirirdi. İnsan psikolojisini iyi biliyordu Benimle konuşurken: 'Benim karşımda müdür yok. Cemal Bey var. Cemal Bey benim dostumdur' derdi. İnsan psikolojisini iyi biliyordu. Sonra insanların fizyonomisinden de çok iyi anlıyordu. Kendisinin göl kenarında ağaç dalları arasında kaldığı bir köşkü vardı. Bahar ve yaz günlerinde bu köşke sık sık giderdi. Eğridir yolu için çalışıyorduk. Dinamitle yol açıyorduk. Seher vakti dinamitleri ateşleyecektik. Bu sebepten sabahın erken saatlerinde kalkıp, atla Eğridir taraflarına gidiyordum. İlama iskelesine yaklaştığımda bir ses duydum. Seherin o sessiz vaktinde, ses dalgalar halinde yayılıyordu. Hattâ at ürktü. Müdür Bey! Müdür Bey!' diye çağırıyordu. Baktım Hoca Efendi göle girmiş, sadece başı görünüyordu. Beni yanına çağırdı. Gittim, Ağaçtaki köşküne çıkmamı söyledi, az sonra kendisi de çıkarak köşkte çay demledi ve bana çay ikram etti. Baharın, o alaca karanlık vaktinde yapayalnız, sahil kenarında yaşıyordu. Çok zeki bir insandı

Çok zeki bir insandı. Fizyonomi itibariyle, karşısına biri gelince o adamın nasıl bir kimse olduğunu derhal anlıyordu. Onun halet-i ruhiyesine göre konuşup, öyle ders veriyordu. Herkeste bir merak vardı. Her çeşit insan kendisini görmek, ziyaret etmek ve konuşmak isterdi. Bütün o civarlardan ziyaretine gelirlerdi. Gelenlerin yapmak istedikleri yardımları ve hediyeleri almazdı. Sıhhatine çok itina ederdi. Az yerdi. Yaşayışı muntazamdı. "Barla'daki ezan meselesi de benim zamanımda oldu. Arapça ezan okumak yasaktı. Ama Hoca hiç Türkçe ezan okumazdı. Biz bu durumu bilirdik, fakat idare ederdik. Sonra bize sık sık emirler gelirdi. Neticede bir defasında sabah namazı vaktinde ezan okurken, zabıt tuttuk ve gönderdik." Şefkat tokadı ve hikâyesi Bu meseleye Bediüzzaman Mektubat adlı eserinde şu şekilde temas eder: Bir müdür, dost iken, âmirlerinin hatırı için ve ehl-i dünyanın teveccühünü kazanmak fikriyle şahsıma değil, hizmetkârlığım cihetinde rakibâne ve düşmânâne vaziyet aldı, kendi maksadının aksiyle tokat yedi. Ümid edilmediği bir meselede iki buçuk seneye mahkûm edildi. Sonra Kur'ân'ın hizmetkârlarından dua istedi. İnşaallah belki kurtulacak, çünkü ona dua edildi.

Bediüzaman'ın belirttiği mahkûmiyet hâdisesinin aslı şudur: Burdur'da emniyette çalışırken, başından bir hadise geçmiş. Bu hâdisenin üzerinden epey zaman geçtikten sonra, kendi ifadesiyle dört sene on bir aya mahkûm olmuş. Bu hâdisenin mahiyetini sorduk şöyle anlattı: Burdur'da Hakkı isminde sarhoş bir adam vardı. Daima sarhoş geziyordu. Ben devriye geziyordum. Belediye gazinosuna girmiştim. Sarhoş Hakkı da kafayı iyice çekip, çarşıda bir dükkânın camını kırmış ve gelmiş, gazinoda eğleniyordu. Ben Hakkı'yı alıp evine bırakacaktım. Hakkı ile çıkarken Komiser Deli Mehmed karşımıza çıktı. 'Ne var' diye sorunca ben hâdiseyi anlattım. Hakkı'yı cadde ortasında dövmeye başladı. Karakola götürdü, orada da Hakkı'ya çok dayak attı. Hattâ o kadar ki, hâdiseyi gören Ağır Ceza Reisi 'Bırak yahu yeter' diye dayanamayıp Komiseri ikaz etti. Sonra hâdise mahkemeye intikal etti. Kör Hakkı, Ankara'ya kadar gidip şikâyet etmiş. Hattâ İsmet Paşanın arabasının önüne yatmış, hakkının aranmasını istemiş. Hâdise böyle büyümüştü. Burdur Valisi Celâl Bey vardı. Hâdiseyle o da ilgileniyordu. Bu dâvâ böylece devam edip giderken, beni Sütçüler'e verdiler. Daha sonra da Barla'ya nahiye müdürü olarak tayin ettiler. Aradan epey zaman geçti. Hiç beklenmedik ve umulmadık bir zamanda bizi mahkûm ettiler. Barla'ya

mahkûmiyet kararımız geldi. Sonra temyiz ettim, epey uğraştıktan sonra, kararı bozdurduk. Böylece bir hâdiseyi atlatmış oldum. "Eğridir'de bir eczacı vardı. Ziyaretine gelip bazı sorular soruyordu. Yine bir gün Kaymakamla birlikte gelmişlerdi. Ben de onlara katılarak Hoca Efendinin evine gittik. Eczacı suallerini sordu. Kendisi de cevaplar verdi." Cemal Can'ın anlattığı bu mesele de "Eczacı Efendinin sorduğu suallere cevap" diye, Nur Külliyatında geçmektedir. (Bkz: Mektubat, 12'nci Mektup, s. 41).

HAKKI TIĞLI 1875'te doğdu. Bediüzzaman'ın ilk talebelerindendir. 1935'te Eskişehir hapishanesinde Bediüzzaman'la birlikte yattı. Hayatının en mesut anlarının Üstadıyla birlikte Eskişehir hapishanesinde geçirdiği anlar olduğunu söylerdi. Eğridir Müftüsü Hüsnü Efendinin kardeşi ve Bediüzzaman'ın muarızı olan Tevfik Tığlı'nın amcasıdır. Bediüzzaman'ın 1930 öncesi, Barla'dan bulunan Hakkı Tığlı'ya yazdığı bir mektup.

Eğirdir'de

Mektubun "selâm," "gayretli ve ciddî, samimî" diye başlayan kelimeleri bizzat Bediüzzaman'ın el yazısıyladır. Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü, Gayretli ve ciddî, samimî kardeşim Hakkı Efendi, Üç sözü bana gönderdiğin için, üç senelik tembelliğini bana unutturdun. Daha sana tembel demeyeceğim. Hem beni o kadar memnun ettin, binler hediyeden fazla kıymettar düştü, üç senelik tembelliğini unutturdu. Sual ettiğin meselede gayet acele, bir-iki saat zarfında kısa bir cevap size gönderildi. Biz de kalmadı. Eğer

beğenirseniz siz yazın. Nüshamızı bize gönderiniz. Yirmi İkinci Sözün iki hikâye-i temsiliyesini evvel size göndermiştik. Birisi Süleyman Efendinin, birisi de benimdir ki, haşiyelidir. Siz haşiyelerini yazınız. Nüshamı gönderiniz. Bize de lâzımdır. Fakat başında yazılan âyette bir sehiv var. Ona bedel 'Ve tilke'l-emsâlü nadribühâ linnâsı leallehüm yetefekkerûn' âyetini yazınız. "Misafir Müftü Efendi, Hulûsi Bey, Hafız Mustafa bütün senin yanındaki dostlara selâm ederim. Şu Ramazan-ı Şerifte umumunuzdan dua istiyorum. Herhalde bana dua etmelisiniz. Ben de size dua ediyorum. Bilhassa misafir Müftü Efendinin duasını istiyorum, ben de ona dua ediyorum. Çok selâm ediyorum." 1935'deki Eskişehir hapsinde Üstadla birlikte yatan Hakkı Tığlı'yı Yirmi Yedinci Lem'a'daki mahkeme müdafaasında Üstad Bediüzzaman şöyle ifade ediyordu: Eğirdirli Hakkı Efendi. "Dokuz sene Barla'da oturduğum halde, belki karşıdan iki-üç defa ancak şahıs ve hüviyetini hapishanede anlamış olduğum bu eski zat, eskiden beri hükûmet hizmetinde ve sonra da dâvâ vekili olduğundan, benim gibi dünyadan münasebeti az bulunmakla beraber, dokuz sene Barla'da bulunduğum müddet ziyade bana karşı rakibane ve tarafgirane vaziyet alan onun kardeşi olan müftü ve oğlu Barla'da başmuallim Tevfik olduğundan, bu zat benimle hususî bir fikir ve mesleğime taraftar ve naşir olmak değil, bilakis kardeşine vebiraderzadesine irtibatı münasebetiyle

ve hükûmetin işlerinde bulunmak cihetiyle aleyhimde tarafgirâne vaziyet almak iktiza ettiğinden, iddianamede bunu en mühim gizli efkârıma bir vasıta göstermek suretiyle, onu da buraya kadar sürükleyip getirmek, elbette tetkikatın noksaniyetinden ileri gelse gerektir. Mesmuatıma göre, bu zatın harekât-ı milliye zamanında hükûmet lehinde çalıştığı ve müstakimane bir surette ehl-i garaza karşı sebat ettiğinden, şahsî çok düşmanlar kazandığından, bu defaki hem onun perişaniyetine, hem bizim zararımıza bunun şahsî düşmanlarının çok medhali olmuştur. Benimle münasebeti olmamasına rağmen, hakkında daha tahakkuk etmeyen bir suç tevkifhanede sürüncemeye bırakılması adalete muvafık olamayacağından, bir an evvel men-i muhakemesiyle çoluk ve çocuklarının başına gönderilmesi mahkemenin adaleti iktizasındandır."

DR.YUSUF KEMAL DURAKOĞLU (Bahtiyar Doktor) Yirmi Yedinci Mektub'un fıkraları içinde bir doktora yazılan bir mektup vardır. Bu mektup, "Merhaba, ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum" ifadeleriyle başlar. Nurlarla müşerref olan birçok bahtiyar doktor bulunmaktadır. İşte bu bahtiyar doktorların ilki sayılabilen zat ise, Dr.Yusuf Kemal Durakoğlu'dur. Dr.Yusuf Kemal, 1900'de Uluborlu'da dünyaya gelmişti. Tıp Fakültesi'ni İstanbul'da bitirdi. Samsun ve Eğridir'de görev yaptı. Daha sonraları Isparta Hastanesi'ne baştabip olduğu yıllarda, Üstad Bediüzzaman'ı tanıdı ve Nur Risalelerini okumaya başladı. Barla'da Üstad Bediüzzaman'ı ziyaretlerinde ve derslerinde bulundu. Zaman zaman Barla'ya gidip geliyordu. Emekliliğine yakın da İstanbul Gülhane Hastahanesi'nde baştabiplik yaptı.

Emekli olunca, memleketi olan Uluborlu'ya döndü. 1969'da vefat etti ve Uluborlu Mezarlığına gömüldü. Dr.Yusuf Kemal Durakoğlu, Barla Lâhikası'nda Üstad Bediüzzaman'a yazdığı bir mektubun Sözler hakkında şunları ifade ediyordu: Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin Sözler'iniz benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi. Ve daha sevimli bir mecraya sevketti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum." (Bahtiyar doktora yazılan mektup için bkz.Barla Lâhikası s.57)

İHSAN ÜSTÜNDAĞ 1902'de Elâzığ'da doğan İhsan Üstündağ, Isparta'nın-eski ismiyle-Cebel nahiyesinde, Sütlüce kazâsında nahiye müdürlüğü yapmış, Eğirdir'de ise kaymakam vekilliğinde bulunmuştu. İhsan Üstündağ 1926 ile 1930 yıllarında Sütlüce kazâsında ve Eğirdir'de vazifeler yapmış. Bir köy meselesi için, Eğirdir mal müdürü, bir eczacı ve kazanın doktoru Kemal Beyle birlikte Eğirdir'den Barla'ya gitmişler. İhsan Üstündağ o günlerde cereyan eden ve şahidi bulunduğu hadiseleri şöyle anlatmaktadır: Bediüzzaman'ın verdiği ders Barla'ya kayıkla giderken bir ara sohbet dinî meselelere geldi. Eczacının dini inancı zayıftı. Bize 'Madem ki Allah var diyorsunuz, Allah şerri niçin yarattı?' diyerek inkâr ediyordu ulûhiyeti. Bir türlü ikna edememiştik. 'Daha fazla konuşma, yoksa seni göle atarız. Barla'ya gidiyoruz, orada Şeyh Efendiye sor, cevabını alırsın' diye kendisine Bediüzzaman'dan bahsettik. Belediye reisinin evine misafir olduk. Daha kahveler bile içmeden Bediüzzaman'a gitmek

için haber gönderdik. Bizi memnuniyetle kabul edip, ayakta karşılayarak, 'Benim sizi ziyaret etmem gerekirken, siz ziyaretime geldiniz' diyerek biz daha sual sormadan hayır ve şer bahsini açtı. Şimdi size şerrin nasıl hayır olabileceğini anlatacağım' dedi. Biz taaccüp edip şaşırdık. Şu misali verdi: 'Kangren olmuş bir kolu kesmek şer değil, hayırdır. Çünkü kol kesilmezse vücut gidecek. Demek Allah bu şerri hayır için yaratmıştır.' Sonra doktor ile eczacıya dönüp 'Siz doktor ve eczacısınız, bunları daha iyi bilirsiniz,' deyince eczacı kireç gibi bem beyaz oldu. Hiçbir kelime konuşamıyordu. Hoca Efendi ilâveten şu misali de verdi: 'Bir hindinin altına yumurta konsa ve bu yumurtaların birkaç tanesi bozulsa, diğerlerinden hindiler çıksa bu iş şer oldu denilir mi? Çünkü yumurtadan çıkan her hindi beş yüz yumurta kıymetindedir.' Bilâhare kalbin tıbbî izahını yaptı. Geniş ilmi bilgiler verdi. Birkaç gün sonra Dr.Kemal Bey bana, 'Ben kalbin bu kadar güzel ilmî bir izahını profesörlerden bile işitmemişim' dedi. Eğirdir'de kaymakam vekilliği yapıyordum. Kaymakam Fikri Beyin tayini çıkmıştı. Masasında Hoca Efendinin kendisine hitaben bir mektubunu bulmuştum. Üslûbu ve edebî ifadeleri hoşuma gittiğinden, mektubu katlayıp cebime koydum. Mektupta mealen, hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle diyordu: 'Mutlaka farz namazları kılınız. İnşaallah sünnetleri de kılarsınız. Rüyanız hayırlıdır inşaallah.'

"Kendisine mektup yazanları tevkif etmişler" Bir müddet sonra yeni kaymakam geldi. Karadeniz mıntıkasında Bediüzzaman'dan daha büyük âlim olmadığını işittiğini söylüyordu. Ben de kendisine mektubunu verip okuttum. Sonra korkusundan, Muratoğlu lâkabıyla anılan Isparta valisine gammazlık yaptı. Eski kaymakam Fikri Beyin Bediüzzaman'a sevgisi olduğunu, gelen gidenlere müsamaha gösterdiğini gelen mektubu hep söylemiş. Benden mektubu sordular. Ben kaybettiğim için veremedim. Mektubun nelerden bahsettiğini söyleyince sustular. O esnada Senirkent'e tayin oldum. Senirkent'te Hoca Efendiye bir mektup yazmak istedim. İki-üç gün sonra tanımadığım bir şahıs bana Hoca Efendiden selâm getirdi, mektup yazmamamı söyledi. Ben de mektup yazmaktan vazgeçtim. "Sonra öğrendim ki, Hocanın evine baskın yapmışlar, kendisine mektup yazanları tevkif etmişler. Ben de Bediüzzaman'ın ikazıyla tevkif edilmekten kurtulmuş oldum." NURLU ŞELÂLE Eğridir gölü o gün âh, ne kadar güzeldi Güler yüzle bizleri, sinesinde gezdirdi. Güneşli, mavi göl, hoş manzara göstermiş Büyük küçük balıklar kanat çırpıp sevinmiş. Sanki selâm getirmiş güvercinler, kumrular

Tâ göklere yükselen o yem yeşil çamlar. Fazilet timsaliydi Üstad Said Nursî Âlem ihtiram edip, sevmişti kendisini. Namaz ve niyaz ile hamd ü sena ederdi Herkesi severdi, doğru yol gösterirdi. Güzel Barla'da gördüm o Bediüzzaman'ı Nurlu şelâle idi açıklarken Kur'ân'ı. O nurlu şelâle koca bir derya oldu İçtikçe o deryadan gönül şifa bulurdu. Nurumuz, sultanımız, değilken ben bir damla "Elli beş sene sonra yazdım, beni bağışla." 1983 - İhsan Üstündağ

MUHACİR HAFIZ AHMED (KARACA) Barla eşrafından, tüccar, hâfız hoca.. Muhacir Hafız denmesinin sebebi: Macaristan'dan Rumeli'den geldikleri için, yani evlad-ı Fatihandan olduğu için.. Bediüzzaman'ın medresesinin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidinde imamlık yapmaktaydı. Evi ise Bediüzzaman'ın imamlık yaptığı Muş veya Muş Mescidinin karşısındaydı. Bediüzzaman Barla'ya ilk teşriflerinde bir hafta kadar Muhacir Hafız Ahmed'e misafir olmuştu. "Başımıza devlet kuşu kondu" Muhacir Hafız Ahmed, Bediüzzaman'ın şahsiyetini yakından müşahede etmişti. Bu hanımına daima ifade etmişti. Başımıza devlet kuşu kondu. Ne

büyük hususu

yapıp yapıp

Bediüzzaman'ı memnun etmeliyiz. Barla'dan memnun olarak ayrılmalıdır. Şayet hata edersek bu zat bizi yakar, çok dikkatli olmalıyız!" diye haremini ikaz etmiştir. İkinci ve Onuncu Lem'alar'da, ayrıca Emirdağ Mektuplarında hizmetleri ve Nurlu Üstada olan yakınlığı anlatılmaktadır. İki kızı Sania ve Nafia, iki damadı Bahri Çağlar ve Berber Mehmed, oğlu Kâzım ile Nurlara ehemmiyetli hizmetleri olmuştur. 1948'de vefat etmiştir. Barlalı Nur kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik Göksu, Emirdağ'a Üstada yazdığı bir mektupla Muhacir Hafız'ın vefat ettiğini bildirmiştir. Bediüzzaman ise, bu mektup üzerine Muhacir Hafız'ın hizmetleriyle alâkalı olarak şunları ifade etmiştir: Çoluk çocuğuyla Üstada hizmet etti "Sekiz sene çoluk çocuğuyla sadakatla bana hizmet eden ve evlad ve ahfad ve refika ve damatlariyle Nurlara ciddi çalışan ve vaazlarını bütün Nurlardan veren ve vefatından on dakika evvel dünyaca en ehemmiyetli vasiyeti, kendinin Nur Risalelerini tekmil için Şamlı Hafız'a rica eden, vefatından iki gün evvel bana mektup yazıp.... Şamlı Hafız ikinci sahifesinde yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hafız Ahmed'in dünyadan göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı,

ağlattırdı..... Binler rahmet onun ruhuna insin, âmin. Kabri de hanesi gibi Kur'ân ve Nurun bir menzili olsun.." Kabri Barla mezaristanındadır.

OSMAN YILDIRIMKAYA (Katip Osman) Isparta'nın Keçeci mahallesinden İbrahim oğlu Osman yıldırımkaya, 1900 yılında dünyaya geldi. Nur Risalelerinde Kâtip Osman diye ismi zikredilmektedir. Bediüzzaman'la birlikte Denizli'de hapis yatmıştır. Güzel yazısı ile Nur Risalelerine büyük hizmetler eden Ispartalı bahtiyarlardandır. Ekim 1991'de vefat etti. "Kâtip Osman" Kendisi Yıldırımkaya anlatmaktadır:

soyadını

alışını

şu

şekilde

"Cülüsoğlu soy adını alacaktık. Memur 'Bu Arapçadır, böyle soyadı almak yasaktır' demesi üzerine,bizim Cülüsoğlunu, Yıldırımkaya'ya çevirdik." Nur Risalelerinde "Kâtip Osman" diye anılmaktadır. Gördüğü mübarek rüyalar ise, yine Nurlarda ayrı bir mevki

tutar. Üstad Bediüzzaman bir ziyaret ve sohbet esnasında: Kalemin güzel, yazın güzel, imlân güzel!..." diye kendisine alâka ve iltifat ediyor. Bu teveccühten sonra, Osman Yıldırımkaya "Kâtip Osman" olarak Nurlara geçiyor. "Benim de kâtibim budur" Yine bir gün Üstadın postacısı ve misafirleri Barla'ya getirip götüren Bekir Ağaya Üstad: Hep senin mi kâtibin olacak, benim de kâtibim işte budur" diye Osman Yıldırımkaya'yı gösteriyor. Mümtaz Nur Talebesi Kâtip Osman Efendi, İstiklâl Harbinde İzmir cephesinde çarpışmış, hizmetlerde bulunmuştu. Üstad'ı Konya'da sakallı olarak görüyor Kâtip Osman Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın Barla'dan Isparta'ya getirildiği 1934 yazında, Üstad'ını sakallı olarak rüyasında görüyor. Üstad Isparta'ya geldiği zaman, bu rüyayı anlatıyor. Üstad ise: Karşdeşim rüyada sakal görmek sıkıntıya alâmettir. Ben buraya sıkıntılı olarak geldim. Rüyan mübarektir" diyor. Denizli hapsine giderken Kâtip Osman Efendi, Üstad Bediüzzaman'la birlikte

dokuz ay Denizli Hapishanesinde mevkuf kalıyor. Şöyle anlatıyor: Isparta'dan ayrılırken beni Hüsrev Abi (Altınbaşak) ile birlikte kelepçelemişlerdi. yolda kelepçeli bir halde sırayla namaz kılmıştık. Üstad'ı da Savlı doksan yaşlarında Hasan Dayı ile birlikte kelepçelemişlerdi. Hasan Dayının yürümeye mecali yoktu. Üstad sanki adamcağızı sırtında taşımışçasına zahmet çekiyordu. Hasan Dayıya 'Bana dayan, bana dayan' diyordu. Zaten ihtiyar adamcağız da Üstad'a dayanarak yürüyordu. Üstad kendisi ise o tarihte altmış yaşından fazlaydı. Üstad'a gül yağı hediye etmiştim Acı tatlı bir çok hatıralarımız geçti. Dokuz ay düğün, bayram gibi vakit geçirdik. Denizli hapishanesinde. Üstada bir ziyaretim sırasında gül yağı hediye etmiştim, ağzıma iki çay şekeri koydu. Bu şekerin lezzeti ve tadı hâlâ ağzımdadır desem mübalâğa etmiş olmam. Kâtip Osman'ın rüyaları Hapishanede rüyamda sure-i fethi okudum, "ecren azima"dan sonra uyandım. "Üstad büyük ecir ve sevap ile hapishaneden tahliye edileceğimizi müjdelediler. Hakikaten kısa zaman sonra hem tahliye, hem de beraet ettik." Kâtip Osman Efendinin rüyalarıyla alâkalı fıkralar

Risale-i Nur'un lahika mektuplarında neşredilmiştir. Yirmi Yedinci Mektub'un mühim parçalarından olan bu fıkralar için Sikke-i Tasdik-i Gaybi'ye bakılabilir. Üstad'ın vefatı üzerine kiraz ağacı kurudu Kâtip Osman Efendi bir başka hatırasını ise şöyle anlatıyor: Barla'ya Üstad'a bir sepet kiraz göndermiştim. Kirazı iki gün yememiş. Sonra manevî ihtar almış, üçüncü gün yemiş, yanındaki misafir ve talebelerine de yedirmiş. Üstad Isparta'ya döndüğünde 'Keçeli üçüncü gün izin verildi, yedik kirazından. Fakat bunun kadar lezzetli bir meyva yemedim' diye buyurdu. Beraberce o ağacın yanına gittik. Her sene o ağaçtaki kirazlardan isterdi. Üstad vefat ettiği sene ağaç kurudu

Sabri Gönenç (İLEMALI SABRİ) Nur manzumesinin ebedlere kayıp giden yıldızlarından birisi de İlemalı Sabri Efendidir. İsmi ve bahsi Nur Risalelerinden Hastalar Risalesi'nin "on üçüncü deva"sında şöyle geçmektedir: "Arkadaşlarımızdan-Allah rahmet etsin-iki genç vardı. Biri İlemalı Sabri, diğeri İslâm Köylü Vezirzâde Mustafa, Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum! Hikmetini bilmedim, vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadiyle, sair gafil ve feraizi terk eden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymettar bir hizmette ve ahirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşaallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı şimdi anlıyorum. Dünya itibariyle beddua olmuş. İnşaallah o dua, sıhhat-i uhreviye için kabul

olunmuştur." Sabri Efendi Isparta'nın İlema köyündendir. 1316 (1900) senesinde doğan İlemalı Sabri, 1934 senesinde rahmete kavuşmuştur. Kabri, ilema ile Barla arasındaki ilema kabristanındadır. Mezar taşında şunları okunmaktadır: "Hüvelbaki, merhum burada yatan Hoca Esat Efendi oğlu Sabri Gönenç ruhuna Fatiha, doğumu 1316, ölümü 1934." Genç yaşında ebediyete göçen, bu halis Nur Talebesine Cenab-ı Hak merahmetler eylesin.

MÜBAREK SÜLEYMAN "Mübarek"liğin sebebi Nur Risalelerinden Yirmi Altıncı Mektup'ta ismi ve bahsi geçen Mübarek Süleyman 20 Ekim 1963 tarihinde ahirete intikal etmişti. Barla'nın Çam Dağlarında Bediüzzaman'a misafir olan bu temiz kalbli, mübarek insan ısrarla Cuma gecesi Üstad'ın yanında kalmak istemişti. Bir parça küflenmiş ekmek iki gün, iki kişiye nasıl yetecek diye düşünerek Çam Dağlarında bir yamaca doğru çıkarken bir katran ağacının dalları arasında koca bir ekmek buldukları zaman, Bediüzzaman: Süleyman müjde Cenab-ı Hak bize rızık verdi" deyince, safi kalbli Süleyman, cevaben: Bu ekmek bize helal olur mu?" diye sormuştu. Bediüzzaman ondan bu safiyet dolu sözleri işitince: Vay mübarek vay!..." demişti. İşte bu hâdiseden sonra, safi kalb Süleyman'ın ismi "Mübarek Süleyman" olarak hafızalara intikal etmişti.

"Mübarek Süleyman ne âlemde?" Aradan seneler geçmiş, Bediüzzaman bu defa Emirdağ bozkırlarında gurbet ve hicretlerle geçen ömrünü devam ettiriyordu. Barla yaylasından Bahri Çağlar isimli Nur Talebesi, Bediüzzaman'ı Emirdağ'da ziyarete gelmişti. Bu ziyaret esnasında Barla'dan, Barlalılardan, Bediüzzaman'ın Barla'da geçen günlerinden bahisler açılmıştı. Bir ara Üstad, Bahri Efendiye Mübarek Süleyman'ı sormuştu: "Mübarek Süleyman ne âlemde, neler yapıyor?" Bahri Efendi memnuniyet içinde Mübarek Süleyman'ın Risale-iNurları yazdığını ifade etmişti: "Mübarek Süleyman Risale yazıyor Efendim." Bediüzzaman bulunmuştu:

bu

cevaba

şu

şekilde

mukabelede

"Onun bir zamanlar Çam Dağlarında söylediği bir söz vardır ki, o söz, onun on sene Risale yazmasından daha hayırlıdır." Mübarek Süleyman'ın safi kalbinin ifadesi olan "Bu ekmek bize helâl olur mu?" sözü "Mübarek" oluşunun bir delili olara Risalelere geçmesine, gönüllerde yaşamasına sebep olmuştur. Mübarek Süleyman" gibi nice isimsiz mübareklerin, altın kalbli Nur hizmetkârlarının emeklerinin yadigârı olan

Nur Risaleleri ebedi kurtuluş rehberi olarak gençliğimizin yolunu ışıldatmaya devam etmektedir.

ŞEM'İ GÜNEŞ 1883'de Barla'da doğdu, 1974'de vefat etti. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de geçen yağmur hadisesinde imzası bulunan zatlardandır. Bediüzzaman'ın Muş (Muj) Mescidinde zaman zaman müezziliğini yapmıştır.

ÇAPRAZZADE ABDULLAH Bediüzzaman'ın Barlalı talebelerinden olan Çaprazzade Abdullah Efendi, 1884'de Barla'da dünyaya gelmiş, 1947'de Hicaz'da 63 yaşında iken vefat etmiştir. 16. Lem'a'da bir sual münasebetiyle bahsi geçmektedir. 1943'de Bediüzzaman Kastamonu'dan Ankara'ya, oradan da Isparta'ya getirilirken, Ankara-Isparta arasında trende Bediüzzaman'la görüşen Çaprazzade'yi de, bu görüşmesinden dolayı Isparta'ya vardıklarında iki gün nezarette bulundurmuşlardır. Ankara'ya bir ticarî iş için gittiğini, Bediüzzaman'ı Barla'dan aynı mahalleden oldukları için tanıdığını, bir selâm verdiğini ispat edince de serbest bırakılmıştır.

MEHMED KESKİN Bediüzzaman'ın Barla'da kaldığı senelerde (1926-1934) zaman zaman berberliğini yapan Mehmed Keskin, 1915'de Barla'da doğmuş, yine aynı yerde 1972'de vefat etmiştir. Kabri Barla mezaristanındadır. Bediüzzaman'ın yakın talebelerinden Muhacir Hafız Ahmed Karaca'nın kızı Saniye Hanımla evlenmiştir. On Altıncı Lem'a'nın "birinci haşiyesi"nde bahsi geçen MEHMED bu zattır..

Sıddık Sabri {SABRİ ARSEVEN} (Santrol Sabri-Nur iskele memuru) Sabri Arseven, Eğirdir'in Bedre köyünün imamıdır. Bediüzzaman Sadi Nursî'ye talebe olup, onun mukaddes davasına hizmetkâr olan bahtiyar simalardandır. 1893 senesinde dünyaya gelen Sabri Efendi, 1954 senesinin 20 Şubat'ında Eğirdir'in Pazar Köyünden Bedre'ye dönerken kamyonun devrilmesiyle, beyin kanaması geçirmiş ve böylece Hakk'ın rahmetine intikal etmişti. Bediüzzaman, Sabri Efendinin cenazesine bizzat iştirak etmişti. Elli haneli Bedre köyünün mezarlığında medfun Sabri Hocanın mezar taşında şunları okumaktayız: Gel nazar kıl mezarımın taşına

Âkil isen aklını al başına Ben de bir dem sürdüm sefa cihanda Akıbet bak, taş diktiler başıma." 1943 sensinde Bediüzzaman'la birlikte Denizli'de dokuz ay hapis yatan Sabri Efendi için Nur'un mektuplarında çeşitli iltifatlar ve takdirkâr cümleler bulunmaktadır. Bunlardan birinde, Kastamonu mektuplarında şunları okumaktayız: Üstadla kardeşlik sikkesi "Sıddık Sabri! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvuku ile kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun." Sabri Hocanın da ayak parmaklarının ikinci ve üçüncüsü, Bediüzzaman'ın ayak parmakları gibi birbirine yapışık bir şekildeymiş. Kastamonu mektuplarındaki cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesi" mezkûr mânaya işaret etmektedir. Nur iskele memuru Hacı Sabri Efendi, Nur Risalelerinin ilk neşir senelerinde santrallık vazifesini hakkıyla yapmıştı. Etraf köylere Nurları yaymıştı. Barla'da bulunan Bediüzzaman'la bir santral gibi irtibat kurmuştu.

Eğirdir Gölü sahillerinde her köyün, nahiye ve kazalarının iskeleleri vardır. Bedre, İlama ve Barla iskeleleri birbirini takip ederek sahil boyunca uzanır. Sabri Efendi, bulunduğu Bedre köyünde "Nur iskele memuru" olarak da vazifesini yapmıştı. Nurları Bedre iskelesinden diğer köylere tevzi ederdi. Sadakat ve bağlılığının bir nişanesi olarak Bediüzzaman kendisine "Sıddık Sabri" diyordu. Albay Hacı Hulusi Yahyagil'e nisbet ediyor; "Hulusi-i Sani" yani "ikinci Hulusi" diyordu Bediüzzaman. Eğirdir Gölünün güzel sahillerinde Nur iskele memuru Santral Sabri'nin aziz hatıraları dillerde söylenir durur. Dilden dile naklolan bu hatıralardan birinde şunları tespit etmiştik: Bediüzzaman'ın cübbesi ile yangını söndürdü. Bediüzzaman'ın Barla'da Nur Risalelerini telif ettiği senelerde, yani 1926 ve 1934 seneleri arasında Bedre yakınlarındaki bir korulukta yangın çıkıyor. Sabri Efendi bu alevleri ne yaptıysa söndüremiyor, önleyemiyor. Neticede sırtında Üstadından yadigar olarak bulunan cübbeyi çıkartarak alevlere doğru uzatıyor, dalga dalga yayılmak istidadı gösteren kızıl alevlere hitap ediyor: "Yak işte yakalabilirsen, işte bu Bediüzzaman'ın cübbesi!" Az sonra alevler çekiliyor, ferini kaybediyor ve nihayet sönüp gidiyor. Bu hâdise Bediüzzaman'a intikal edince, Nurlu Üstad tebessüm ederek Sıddık Sabri Efendiye hitaben:

Keçeli, beni orman koruyucusu mu yaptın!" diye latife yapıyor. Sabri Efendi gibi mübarek zatların en zor şartlar altındaki hizmetleri sayesinde, Nur Risaleleri bugün iman ve irfan ufkumuzu güneşler gibi aydınlatmaktadır. Allah onlardan ebediyyen razı olsun.

ABDULLAH ÇAVUŞ (YAVAŞER) Barla nahiyesinin Yokuşbaşı Mahallesinden olan Abdullah Yavaşer, Bediüzzaman'ın komşusu ve sadık talebelerindendir. Askerlik vazifesini çavuş olarak yaptığı için Bediüzzaman ve köylüleri tarafından Abdullah Çavuş olarak yâd edilmiş ve Nur Risalelerine bu isim ve unvanla yazılmıştır. Bediüzzaman'a olan yakınlığını Denizli hapsinde beraber olmalarından da anlamaktayız. Denizli'de Üstadıyla beraber yatan Abdullah Çavuş, neticede diğer Nur Talebeleri gibi beraât ve tahliye edilmişti. Mektubat isimli Nur'un şaheserlerinden "On Altıncı Mektup"ta Bediüzzaman, Abdullah Çavuş'tan şöyle bahis açar: "Şu mübarek Ramazan'da, yalnız iki haneden bana yemek geldi, ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnuum. Mütebakisi, bütün Ramazan'da benim idareme bakan mübarek bir

hanenin ve Sâdık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş'un ihbarı ve şehadetiyle üç ekmek, bir kıyye (Okka, şimdiki 1282 gram) pirinç bana kâfi gelmiştir. Hatta o pirinç on beş gün Ramazan'dan sonra bitmiştir." Mahkeme kararlarına yanlışlıkla soy ismi Savaşer olarak geçen Abdullah Çavuşa, Barla'da "Yavaşların Abdullah" demektedirler. Abdullah Çavuş, Üstadı Bediüzzaman gibi senesinde Cenab-ı Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

1960

AHMED GALİP KESKİN (MUALLİM) Hattat ve şâir olan bu zat, Bediüzzaman'ın talebelerindendir. Onunla birlikte Eskişehir'de mevkuf kalmıştır. 1900 yılında Yalvaç'ta doğmuştur. 1940 Şubat'ında Yalvaç'ta bir çayhanede şube reisinin yere düşen silâhı patlıyor ve çıkan kurşun Galip Beyin kasığına isabet ediyor. Kaldırıldığı Konya Devlet Hastanesinde vefat ediyor. Kabri Konya'dadır. Galip Beyin henüz basılmamış bir dîvanı vardır. Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir müdafaası olan 27. Lem'a'da Muallim Galip Beyi şöyle anlatır: Muallim Galip, üç dört sene evvel Barla'da iken muallimliği münasebeti ile haftada, bazan yirmi günde bir defa ayak üstünde görüşüyorduk. Bu zat hattattır. Hüsn-ü hattından istifade etmek için kendime mahsus eskiden yazdığım Mu'cizat-ı Ahmediye ve İ'caz-ı Kur'ân risalelerini

yazdırdım. Odamda talik ettiğim bir-iki levhayı da bana yazdı. "İşte münasebetimiz bu kadardır. Bu zatın şiire hevesi bulunduğundan, ben de şâir olmadığımdan, hiç bir risalemi Onuncu Söz'den başka vermedim. Onuncu Söz'ü de başkasına vermiş. Yanında hiç bir eserim bulunmadığı halde benim mevhum suçumdan elbette hakikî bir hisse ona ifraz edilmez. Bunun gibi çoklar var. Men-i muhakeme ile haklarında adaletin tecellisini bekliyorlar."

TEVFİK GÖKSU (Şamlı Hafız) "Oğlum, bu zata ileride hizmet edeceksin" Şamlı Hafız" lakabiyle anılan Tevfik Göksu, Barla'nın Akmescit Mahallesinde 1887'de dünyaya gelmiştir. kendisine "Şamlı" denmesinin sebebi; subay olan babası Veli Beyle beraber Şam'da yirmi yıl kalmasıdır. Şam'da olduğu yıllarda Bediüzzaman Said Nursî'yi görmüş ve Emevîye Camiindeki hutbesini dinlemişti. Âlim ve ehl-i kalb bir zat olan babası, Bediüzzaman'ı göstererek: "Bak oğlum, bu zat meşhur bir zattır. Ona iyi bak. İlerde bu zata hizmet edeceksin" demişti. Bilâhare Said Nursî, Barla nahiyesine nefyedildiği yıllarda ona talebe ve kâtip olmuş; çok güzel hattıyle Bediüzzaman'ın Nur Risalelerini yazmış ve çoğaltmıştır. 1935 Eskişehir, 1943 Denizli hapislerinde yatmıştır. 1965 yılında vefat eden Şamlı Tevfik'in kabri, Barla mezarlığındadır.

BEKİR DİKMEN İlk Nur Risalesini bastırdı Nur Risalelerinden Onuncu Lem'a'da ve Emirdağ Mektuplarında ismi, bahsi ve hizmeti geçen Bekir Bey (Dikmen) Barlalı bir tüccardır. Bekir Dikmen, 1898 senesinde Barla'da doğmuş, 1954 senesinde İstanbul'da vefat etmiştir. Edirnekapı Şehitliğine defnedilmiştir. Onuncu Lem'a'da Bediüzzaman Bekir Beyden şöyle bahis açmaktadır: "Bekir Efendi Onuncu Söz'ü tab etti. İ'caz-ı Kur'ân'a dair Yirmi Beşinci Söz'ü yeni huruf çıkmadan tab etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz'ün matbaa fiatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık..." Bekir Beyle alâkalı olarak şefkat tokatlarının altıncısı olan yukarıdaki parça, Bekir Beyin, Üstadın fakir halini düşünerek Yirmi Beşinci Sözü' bastırmadığını anlatmaktadır. Neticede harf inkılabı olunca eser basılamıyor, Bekir Beyin dokuz yüz lirasını hırsızlar çalıyor.

Şefkatli ve şiddetli bir tokat yiyor. Bediüzzaman: İnşaallah ziyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti" diye ifade etmektedir. Bekir Bey, ilk Nur Risalesini bastırmak ve Nur'un ilk nâşiri olmak gibi bir devlet ve saadete nail olan bahtiyarlardan olarak ebediyete intikal etti.

SIDDIK SÜLEYMAN KERVANCI Sıddık ünvanını ona Bediüzzaman vermişti. Sekiz sene sadakatla, bağlılıkla Üstadına hizmet etmişti. Barla'da Bediüzzaman'a sahip çıkan, ona yardım eden, hizmet eden bu zat, 6 Mayıs 1965 Perşembe günü Hakk'ın rahmetine yürümüştü. Ankara'da vefat ettikten sonra, Barla'ya getirilmiş ve Barla kabristanına defnedilmişti. Nura olan intisabından sonra, bir Dere Bahçesi olan bağ ve bahçesi "Cennet Bahçesi" olmuştu. Risale-i Nur'un Yirmi Sekizinci Söz'ü olan "Cennet Bahsi" Sıddık Süleyman'ın bahçesinde yazılmıştı. Bu te'liften sonra Nur'un satırlarına Süleyman'ın bahçesi "Cennet Bahçesi" olarak girdi. Bediüzzaman, Barla Mektuplarının sonundaki uzun mektubunda Sıddık Süleyman'dan sitayişle, memnuniyetle bahsetmektedir. Sıddık Süleyman'ın mübarek şahsiyeti, Sözler Mektubat

ve Lahikalarda zikredilmektedir. Cenab-ı Hak mübarek ruhuna binler rahmet yağdırsın.

HAFIZ HALİD Hafız Halid Tekin önceleri ilkokul öğretmeni idi. Isparta'nın Sütçüler kasabasında ve Eğirdir'in İlâma köyünde vazife yaptı. Öğretmenliği bıraktıktan sonra da Barla'nın Pazar Camiinde imamlık yapmaya başladı. Annesi Behiye Hanım, babası Ömer Lütfi Efendidir. Hafız Halid'in hususiyetleri Aslen Barlalı olan Hafız Halid, medresede tahsil görmüş ve bilâhare tahsilini kendi hususî gayretleriyle inkişaf ettirmişti. Elli beş yaşlarında iken, İstanbul'da son demlerini yaşadığını hisseden Hafız Halid oğlunu yanına çağırarak, veda etmiş ve şöyle demişti: "Ben artık öleceğim. Başımda devamlı olarak Kur'ân-ı Kerîm okuyun ve ağzıma da zemzem suyu damlatın." Bu vedâ sözlerinden bir müddet sonra da, "Canım göğsüme geldi, şu anda boğazıma geldi" diye konuşa konuşa, gayet rahat bir şekilde, ruhunu Rabbine teslim etmişti. Risale-i Nur'un ilk talebe ve kâtiplerinden olan merhum Hafız Halid Efendi mes'uliyetten çok korkardı. Kendisine

sorulan dinî bir meseleye hemen cevap vermez, çeşitli kitaplara bakıp meseleyi tetkik ettikten sonra, cevap verirdi. Merhum Hafız Halid, Üstada Barla'dan ayrıldıktan sonra-muhtemelen Kastamonu veya Emirdağ'da iken-aşağıdaki mektubu göndermişti: Huzûr-u faziletpenâhiye, Zehâdetlû, Üstad-ı Ekremim Said Efendi Hazretleri, Evvelâ selâm ile ellerinizi bûs eder ve hatırınızı istifsâr eylerim. Sonra, dokuz defadır selâmınıza nail oluyorum. Kara Alilerin Mustafa Efendi ile benim için 'Gözlerini öpüver' demişsiniz. Memnun oldum. Cenâb-ı Hak beni ve sizi güzel isimleri mûcibince, yüksek merhametine dahil etsin. Bâkî, her an ve zamanda arzum, sıhhat ve selâmet ve saadet ve âfiyetiniz." Sevdiğiniz kardaşınız Hâfız Halid "Siz bizi, biz sizi unutmayalım" Vefatından sonra geride bıraktığı notlarından birinde de şu ifadeler var: "Validem ve biraderim de Bediüzzaman'a selâm ederler ve duasını taleb ederler. vaktiyle ettiğimiz sohbetlerin çeşnisi dimağımda yer tutmuştur, unutmak kabil değildir. Siz bizi ve biz sizi ilelebed unutmayalım." Hafız Halid Tekin'in, Tarihçe-i Hayat'ın "Barla Hayatı"

kısmında, Bediüzzaman'la alâkalı iki sahifelik bir yazısı vardır. Hafız Halid imzasını taşıyan bu makalenin takdiminde Risale-i Nur tesvidinde çok hizmeti sebkeden temiz kalbli, ihlâslı bir hafız, müdakkik bir hoca olan Hafız Halid'in bir fıkrasıdır" cümlesi yer almaktadır. Hafız Halid’in şefkat tokadı Bahis mevzuu makalede Hafız Halid, Üstadının ilmini, faziletini, yüksek tevazuunu ve eski kıymetli eserlerini anlatmaktadır. Şefkat tokatlarının anlatıldığı 10. Lem'a'da yediği şefkat tokadını kendisi şöyle anlatır: "Evet, itiraf ediyorum. Üstadımın hizmet-i Kur'âniyede neşrettiği âsârın tesvidinde hararetli bir surette bulunduğum zaman mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz-dokuz ay imamlık ettiğim halde, Müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalâde bir surette sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki, o kusurdan bu şefkatli tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir muhatabı, hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmem ile tesvid hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise, Yine şükür ki, kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne kadar kudsî olduğunu bildik. Ve Şâh-ı Geylânî gibi arkamızda melek-i siyanet gibi bir üstad bulunduğuna

itimad ettik." Ez'afü'l-ibâd Hâfız Hâlid Çocuk taziyenamesinin yazılış sebebi 17. Mektub olan çocuk taziyenamesi de Hafız Halid'in vefat eden çocuğu münasebetiyle kaleme alınmıştı. Başlangıç kısmı şöyledir: Aziz ahiret kardeşim, Hafız Halid Efendi, "Kardeşim! Çocuğun vefatı beni müteessir etti. Fakat el-hükmü lillah, kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiarıdır. Cenâb-ı Hak sizlere sabr-ı cemîl versin. Merhumu da size zahire-iahiret ve şefaatçı yapsın. Size ve sizin gibi müttaki mü'minlere büyük bir müjde ve hakikî bir tesellîyi gösterecek beş noktayı beyan ederiz." Hafız Halid'in oğlu Enver, 1930 yılında, kuşpalazından, yani difteri hastalığından vefat etmişti. 1922 doğumlu olan küçük Enver vefat ettiğinde sekiz yaşında idi.

MUSTAFA ÇAVUŞ Üstadla geçen günleri Bediüzzaman'ın Barla hayatındaki yakın talebelerinden birisi de Mustafa Çavuş'tur. İsmi ve bahsi Nur'ların muhtelif kısımlarında geçmektedir. Mustafa Çavuş, 1882 tarihinde dünyaya gelmiş, 2 Şubat 1939'da vefat etmiştir. Elli yedi yaşında vefat eden bu zâtın esas ismi Hulusî Mustafa'dır. Hayatının on sekiz senesi askerlikle geçmiştir. Trakya, Çanakkale ve İstanbul'da asker olarak bulunmuştur. İstiklâl Harbinde ve çanakkale müdafaasında bulunmuştur. Kumkale'de top çavuşu olarak vazife yapmıştır. Bediüzzaman'a Barla'da çok hizmet etmiştir. Bir gün Üstadıyla birlikte Çam Dağından Barla'ya dönerken, kuşların ve büyük bir kartalın kanat çırparak Üstadı yolcu ettiklerini, Üstadın da onlara mendil sallayarak selâmlaştıklarını, kuşların Çam Dağından tâ Barla yakınlarına kadar kendilerini takip ettiklerini anlatır. Bunları anlatan Çanakkale gazisi Mustafa Çavuş'un, rikkate

gelerek gözleri yaşla dolar. 1950'den sonra Barla'ya dönen Bediüzzaman, uzun yıllar kaldığı eve inerken, yokuş üzerinde Mustafa Çavuş'un evinin önünde rikkate gelerek yaşlı gözlerle bir müddet durmuş, İstiklâl Harbi gazisi olan bu ilk Nur hizmetkârının evini temâşâ etmiştir.

MUSTAFA ERTÜRK (Sarıbıçak Mustafa) 1905'te Isparta'nın Kuleönü köyünde doğdu ve 1955'te vefat etti. Evvelce Sallabacak olan lâkâbını Bediüzzaman Sarıbıçak olarak değiştirmişti. Lâhikalarda ve "Yirmi Altıncı Lem'a'nın On İkinci Ricasında bahsedilen zat bu Mustafa'dır. "Büyük Ruhlu Küçük Ali'nin ağabeyidir. Nur'larda geçen "Mübarek Heyeti"nin ilki ve ilk temsilcisidir. Denizli hapsinde yatan Nur talebelerindendir. Yine bu Mübarek Mustafa'dan "On Üçüncü Şua"da ve 'Onuncu Lem'a'da da bahisler bulunmaktadır.

ABDULLAH (KULA) ÇAVUŞ Nur Postacısı 1901 yılında Isparta'nın İslâmköyü'nde dünyaya geldi. İslâmköyü Bir Miraç sabahının aydınlığında girdik, İslâmköye, Uzun zamanlardır, hep arzu ederdim. Fakat bir türlü gidememiştim İslâmköyüne. Isparta'nın bir çok köylerini adım adım gezmiştik. Bedre, İlamâ, Kuleönü, Sav, Çobanİsa, Akkeçeli, Garip, Bozaönü, Yenice ve diğer köylerde çalışmalarımızı sürdürmüştük. İslâmköy denince, Üstad Bediüzzaman'ın bu köye iltifatı, bu köye karşı alâkası ve nihayet Nur davasının ilk şehidi, Hafız Ali gelir benim aklıma. Baharın tatlı havasını ciğerlerimize çekerek, Barla bahçelerinden geçerek, sabahın erken saatlerinde girdik İslâmköye... Bediüzzaman bu köyü 'Nur Fabrikası'nın merkezi olarak

isimlendiriyordu. Nur fabrikasının sahibi olarak da, Hafız Ali'yi gösteriyordu. Nur fabrikası sahibi, İslâmköyü'nün yetiştirdiği mübarek bir insandı. İslâmköyü Risale-i Nur'a pek ziyade alâkadarlıkla, imtiyaz ve sebkat kazanmış... Ben İslâmköyünü, Nurs köyü olarak biliyorum... "Nur Fabrikası o köyde dağadağsız teessüs etti, tahmin ediyorum." Bunları düşünerek sokaklarında.

geziyorduk,

İslâmköyünün

İslâmköyde Nur postacısı Abdullah Çavuş'u (Kula) aramaya başlamıştık. Abdullah Çavuş'un evinde Az sonra ihtiyar bir zatla karşılaştık. Tebessüm içinde, yıllar önceki Nur postacılığının ulvî heyecanını taşıyordu yüzünde.. Evinde kurduğu sofrada kahvaltı yapıyorduk. Ama zihnimiz, gönlümüz, bütün duygularımız onun bize anlatacaklarında, getireceği kâğıt parçalarındaydı. O ise, bizi ağırlamak için sofraya çeşit taşımakla meşguldü. Nihayet dayanamayarak : Yahu Abdullah amca bırak sen şu sofra ile uğraşmayı da, bize Üstad Bediüzzaman'dan anlat, Nur postacılığından

bahset. İçerde tavan aralarında, bodrum katlarında, gizli bölmelerdeki kitaplardan risalelerden getir' dedim. Yine güldü derin derin, "Kırk yıl geçti sorduğunuz hikâyenin üstünden. O zamanlardan bu zamana bir şey kalmadı ki," Biliyorum birşey kalmamıştır. Ama atalarımız, cami yıkılsa da yine mihrabı kalır' demişler. Bize kalanlar kâfidir. Biz kanaatkâr insanlarız' deyince koştu içeriye... Abdullah Çavuş'un postacılığı Az sonra kucağında bir tomar rutubetli sararmış, yer yer yırtılmış, farelerin insafına terkedilmiş kağıt parçaları ile döndü. Biz sofrayı unuttuk, sofradan daha lezzetli bulduğumuz, yılların vesika değerindeki kağıtların tetkikine daldık. Abdullah Kula bir yandan da anlatıyordu: İslâmköyden akşamleyin çıkardım, mektub torbasını sırtıma atar, köylere uğrayarak, şafakla birlikte Barla'ya Hucfendiye (Hoca Efendi) ulaştırırdım. Sevinçle beni karşılardı. Sabah namazını birlikte eda eder ondan sonra yatardım. Yine böyle bir gece seferinden sonra vardığımda Hafız Ali Efendi de oradaydı. Kur'ân'ı çeşitli talebelerine taksim etmiş, herkes bir parçasını kendisinin tarifi üzerine yazıyordu. "Çayları Üstad dağıttı"

Ben çay yaptım. Götürüp dağıtacaktım. Üstad tepsiyi elimden alarak kendisi dağıtmak istedi. Ben utanmış ve mahcup olmuştum. Israr ettim. Yine kabul etmedi. aynen bana şunları söyledi: Yazdığınız, hizmetine koştuğunuz Kur'ân ind-i İlâhî'de makbul oldu. Melekler sizin fotoğrafınızı alıyor. Ben de Kur'ân'ın birhizmetkârı olarak, size hizmet etmem lâzım' Tepsiyi elimden alarak çayları kendisi dağıttı. Bir defasında jandarma evimizi aradı. Aramada 22'nci Söz'ün kapcıkını buldular. Mehmet Başçavuş vardı. Zabıt tutarken 'yırtık kapcık' diyeceğine 'yırttım kapcık' diye yazmış. "Bu sebepten dolayı hakim onu Isparta'ya celbetti, çok sıkıştırdı. Sonra beni bıraktılar." Kur'ân Kerim'in yazılışından bahsedilince, yazdıkları cüzlerden mevcud olup olmadığını sordum. O esnada hatırına bir şey geldi, sür'atle kalkıp dışarı çıktı. Bu defa da elinde renkli bir Kur'ân formasıyla içeri girdi. Getirdiği, Hafız Ali'nin el yazısıydı. Hem de Kur'ân'ın İsrâ Sûresini içine alan bir formaydı. Nur fabrikası İslâmköy'ünde, fabrika sahibinin el yazması Kur'ân forması bulmuştuk. Sevincimize payan yoktu. Aydınlık bir Miraç sabahında, Miraçdan bahseden sûreyi, Hafız Ali'nin el yazısıyla bulmuştuk.

Hafız Ali'nin evine gidiyoruz. Bu sevinçle Abdullah Çavuş'dan Hafız Ali'nin evini sorduk. Yine umursamaz cevaplar verdi. "Bir kısmı yıkıldı, yerine Kur'ânkursu yapıldı" dedi. Hiç olmazsa yerini görelim" dedim. Kırmadı bizi, hep birlikte kalktık. Az sonra yeni bir yapının önünde durdu. Yanında da eski bir köy evi, bir kaç merdivenle çıkılan, tahta, çamur karışımı bir ev... Buraya girebilir miyiz?" dedim. Abdullah Çavuş girdiğimiz evin ve odanın Hafız Ali'nin yattığı yer olduğunu söyledi. İçerde, yerde basit bir hasır üzerine serilmiş yatakta inşaatın bekçisi yatıyordu. Köşede bir gaz tüpü, bulaşık bardaklar, tozlanmış şekerler, bir de küçük tepsi duruyordu. Merakla odanın duvarlarını, pencerelerini, tıkırtılarla vurmaya başladık. Boşluklar olduğu anlaşılıyordu. Hem inşaatın bekçisi, hem de Abdullah Çavuş hayretle bakıyorlardı. Yine Abdullah Kula'nın zihninde parıltılar ve şimşekler çakmaya başladı. "Durun, durun" diyerek, duvardaki tahta kaplamaları ileri geri itmeye uğraştı. İtelediği tahtalardan, bir bölüm açıldı. Gizli bir bölüm, hazine veya para bölümü değil, Halk Partisi zulmünden saklanan Kur'ân tefsirleri. Karanlıklara bırakılan elmas parçaları.

Çoşkun bir sevinçle, kağıt parçalarını topluyorduk. Elimizde sert cisimlerle, duvarları, pencereleri dövüyorduk. Pencerenin altından, hususî bölmeler çıktı. Yarım asır el sürülmemiş yerler. Yine bir bölüm daha açıldı. Duvarın enine ve derinliğine doğru yayılıyordu. Az sonra yeni bir hazine daha bulmuştuk. Kağıt ve kitap hazinesi... Bekçi ağzı açık vaziyette seyrediyordu manzarayı, Önceleri bizi para veya daha başka bir şey arıyor zannetmişti. Biz ise Bediüzzaman'ın hayatını arıyorduk. Bu sevda ile yollara düşmüştük. İslâmköy'ün duvarlarında islâmın bahtını açan Bediüzzaman'ın eserlerini arıyorduk. Denizli hapsinden ebediyete giden Hafız Ali'nin evi, yıllar sonra Kur'ân kursu oluyordu. Bir Kur'ân talebesinin evi, Kur'ân dershanesi oluyordu. Son kalan bakiye binanın, yıkılmaya yüz tutan cidarından, ebede bakan pencereler açmasının sevdalısı olmuştuk. İslâmköy'lü büyük şehidin evini didik didik arama yapıyorduk. Duvarları deliyorduk, pencereleri yıkıyorduk. Halk Partisi'nin şerrinden saklanılan Nurları, yarım yüzyıl sonra, tozların toprakların arasından çıkarıyorduk. Hafız Ali'ye verilen sıkıntı 1943 yılında Denizli hapsine götürülen Hafız Ali'nin yolda uğradığı hakareti merhum Refet Bey (Barutçu) şöyle anlatmıştı: Bizi

karanlık

bir

hayvan

vagonuna

doldurdular.

Kalabalıktanoturacak yer yoktu. Başımızda iri yarı insafsız bir başçavuş bulunuyordu. Eline aldığı büyük bir dengi Hafız Ali'nin üzerine fırlattı. Hafız Ali az kalsın eziliyordu. "İşte Denizli hapsine Hafız Ali böyle gitmişti. Ve oradan şehid olarak çıktı."

HÜSEYİN ASLAN (Kuzca Hatibi) Kuzca Isparta'nın Sütçüler kâzasına bağlı yirmi kilometre kadar mesafede bir nahiyedir. Emirdağ mektuplarında geçen "Kuzca hatibi Hasan Şükrü'nün esas ismi Hüseyin Aslan'dır. Kendisi 1888 doğumlu bir zattı. 26 Haziran 1965'te vefat etti. Kuzca Hatibinin oğlu Hüsnü Yakup Aslan, bize gönderdiği 21.12.1983 tarihli mektubunda babası Kuzca Hatibiyle alâkalı olarak şu bilgileri vermektedir: Babam merhumun adı, Hacı Hatib Hüseyin Aslan'dır. Sütçüler Kuzca köy imamıydı. Babamın yazdığı Nur Risaleleri çok vardı. Pederin vefatından sonra bizim biraderler hepsini yakmışlar. Bu yakmanın sebebi ise; evi basar ve arayıp bizi sıkıntıya sokarlar diye... Peder, Üstad Bediüzzaman'la mektuplaşırdı. Barla'ya ve Isparta'ya gider gelir ve Üstadla görüşürlerdi. Vefat ettiği

zaman Sağrak köyünün cami avlusuna defnedilmişti. "Ben Üstad Bediüzzaman'a gideceğim diye haber verir ve veda eder giderdi. Ancak on beş-yirmi gün sonra tekrar geri dönerdi."

Büyük ruhlu KÜÇÜK ALİ 1907 doğumlu olan Küçük Ali, 1974 yılında Isparta'nın Atabey ilçesinin Kuleönü köyünde vefat etmiştir. Nur Risalelerinin muhtelif yerlerinde mektupları yer almakta ve adından söz edilmektedir. Ağabeyi de kendisi gibi Nur talebesi idi. 26. Lem'a'nın 12. Rica'sında "Kuleönü'lü Mustafa" diye bahsi geçen zat, Küçük Ali'nin ağabeyidir. Kuleönü'lü Mustafa, güzel hattıyla Nur Risalelerinin yazılarak çoğalmasında büyük hizmetler görmüştür. Bediüzzaman Said Nursî "Sallabacak" olan lâkabını "Sarıbıçak Mustafa" diye değiştirmiştir. Büyük ruhlu Küçük Ali'nin yazmış olduğu Çevşen'in sonuna Bediüzzaman şu duayı kaydetmiştir: "Yâ Erhame'r-Râhimin! Celcelûtiye'deki İsm-i Âzam hürmetine, bu nüshayı yazan mübarekler kahramanı Küçük Ali'yi hizmet-i imaniyede muvaffak ve Cennette mes'ud eyle. Âmin, âmin, âmin." Büyük ruhlu Küçük Ali, bu duanın arasına, "Üstadım

Said'i" diye yazarak, Üstadının yazdığı duaya, yine Üstadını dahil etmektedir.

Hacı Hafız MEHMED AVŞAR 1877'de Isparta'nın Sav köyünde dünyaya gelen Hacı Hafız Mehmed Avşar, 15 Ocka 1947'de vefat etmiştir. Kastamonu ve Emirdağ mektuplarında kendisinden söz edilmektedir. Hacı Hafız Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın Barla'ya mecburi ikametini işitince oğlunu Barla'ya gönderir. Selâm ve hürmetlerini, ellerinden öptüğünü ve kendisine dua etmesi isteğini arzettirir. Üstadımız, oğluna hitaben der ki. "Baban askerlik yapmadığı için bilmez. Askerlikte karavanayı uzatmayınca yemek vermezler. O da bize seher vaktinde dua etsin, biz de ona dua ederiz." Selamın cevabı gelince, hakikaten askerlik yapmayan bu zat bütün gücüyle Nurları yazmaya ve neşre başlar. Bu zatın Sav köyünde Risale-i Nur'lara sahip çıkması, köyde kadın-erkek, çoluk-çocuk herkesin Risale-i Nur'la

meşgul olmasına vesile olmuştur. Sav Camiinin mezarlığında medfun bulunan Hacı Hafız'ın gayretleri, Nur'larda Sav köyünün "medrese-i nuriye" olarak isimlendirilmesini netice vermiştir. Kastamonu mektuplarından birisinde kendisinden şu şekilde bahsetmektedir:

Bediüzzaman

"Medrese-i nuriyenin mürşidi, müessesi ve müdebbiri Hacı Hafız kardeşimizin bu defa üçüncü olarak bir teberrükünü gördük. Tâ Barla'da iken tatlı lokmaların kerametli, âcib bereketi ve Isparta'da İktisat Risalesi'ni tatlılaştıran iki buçuk okka balın harika bir hadiseye sebebiyet vermesi, şimdi ben tahmin ediyorum, o bal da onun imiş. Fakat tam tahattur edemiyorum. Bu üçüncü defa da, pek mübarek ve masum hatırlarını ve iltifatlarını temsil eden ve parçalanmayan bir hediye göndermiş. Onun hatırı için, altmış senelik bir kaide-i hayatiyemi kırdım." 1947 kışında, Hacı Hafız'ın vefatını, Savlı Nur talebeleri Kastamonu'da bulunan Bediüzzaman'a bildirmişler. O da bu mektuba şöyle cevap vermiştir: Sizleri ve umum Risale-i Nur şakirdlerini ve bilhassa medrese-i nuriyenin talebelerini ve bilhassa o merhumun akrabalarını, medrese-i nuriyenin mübarek üstadı Hacı Hafız Mehmed'in vefatı münasebetiyle taziye ediyoruz. Ve Nur'lar hesabına bütün ruh-u cânımızla biz dünyada kaldıkça ona dua-yı rahmet etmeye ve Hafız Ali ve Hasan

Feyzi ortasında daima bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeye kat'î karar verdik. "O çok ehemmiyetli ve Nur hizmetinde muvaffakiyetli merhum o mübarek zat, mükemmel vazifesini bitirip, yüzer manevî evlât hayrü'l-halef bırakıp gitti ve terhis olduğu rahmet ve istirahat âlemine çekildi. Aynı zamanda büyük üstadlarımın dairesine kazançlarımı bağışladığım zaman Hafız Ali, Hafız Mehmed, Mehmed Zühtü ve Savlı Ahmed ve Hasan Feyzi içinde ihtiyarım olmadan Hacı Hafız Mehmed daha hayatta iken on günden beri onların içinde görüyorum. Derdim, 'Vefat edenler içinde bu da bulunsun. İlişmedim. Hem hayatta olanlar içinde, hem üstadlar dairesinde bulunmasına hayret ederdim. Şimdi bu mektubunuzdan anlaşıldı ki, onun halisane kudsî hizmetinin bir kerameti olarak vefatını ihsas ediyordu. Hafız Ali, Hasan Feyzi ortasında makamım var, diye iş'ar ediyordu. Cenab-ı Hak onun defter-i âmâline Sav medrese-i nuriyesinde okunan ve yazılan risalelerin harfleri adedince ruhuna rahmetler ve kabrine nurlar ihsan eylesin. Âmin. Ve aynı sistemde tam hayru'l-halef mahdumu Hafız Mehmed ve hafidi Ahmet Zeki'yi onun vazifesinin idamesine muvaffak eylesin. Âmin. Ve onların umumuna sabr-i cemîl eylesin." (II.Emirdağ Lâhikası, s.198)

HACI İBRAHİM HULUSİ YAHYAGİL 1895'te Elazığ Harput'ta dünyaya geldi. Birinci Dünya Harbinde, Kafkas ve Çanakkale muharebelerinde bulundu. 1925 senesinde Harbiyeye girdi. 1950 senesinde Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. Bediüzzaman'ın ilk talebelerindendir. 25 Temmuz 1986'da Elazığ'da vefat etti. Nur ikliminin ışıklı dünyası ile aydınlandığım ve şeref bulduğum 27 Mayıs karanlığından sonraki gelen günlerdeydi. Bu zamanlar, benim için ışıklı günlerimin başlangıcıydı. Mezkur vakitlerin yaz mevsimlerinde, içinde

yaşadığım Gaziler Beldesi'ne, Elaziz'den bir kumandan,bir Nurlu Albay şerefler veriyordu. Türk ordusunun bu aziz askerinin ilk dersini ve ilk sohbetini Gaziantep'in Başkarakol semtindeki misafir olduğu hanede dinlemek saadetine ermiştim. Bahsini yazmaya çalıştığım asker: Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi merhumdu. Bu aziz büyükle daha sonraki senelerde, çok görüşmelerim, birçok defalar mektuplaşmalarımız olmuştu. Elazizli aziz albay, Kur'ân gerçeklerinin rehberi Hazret-i Said'e talebe olan bir zattı. Daha da ötesi; Nur Risalelerinin ilk talebesi, ilk muhatabı olmuştu. Sözler ismindeki şaheserin son Sözler'inde tanıdığı, Hocası'na sorduğu çok değerli-mühim suallerle Mektubat eserinin yazılmasına da sebep olmuştu. Çanakkale'de yaralandım Çanakkale harbinden evvel 3. Kolordu Tekirdağ'da idi. Biz 9. Fırka (tümen) olarak Çanakkale'ye geldik. Bir çok çıkartmalar yapıldı. Biz harbe giderken pilâv yemeye gider gibi hevesle gitmiştik. 12 Nisan (Rumî 30-31 Mart) 1915'te Seddül-Bahir'e geldik. Anafartalar muharebesinde, Cenab-ı Hakkın'ın lütfu ile kurtulduk. Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa teyemmüm edilecekti.

Yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım. Çanakkale'de yaralanmam 26 Temmuz 1915'te Leyle-i Kadir'de oldu. Karadan, denizden top mermileri patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı. İki el ateş ettim. Yanımdaki asteğmen 'Silahla bir kaçını temizleyeyim' dedi.Geri çekildim. Sol yanağıma elimi attım. Baktım kanıyor. Sol koluma da kurşun isabet etmişti. Artık şuurum tam işlemiyordu. l Ocak 1916'da Çanakkale'den ayrıldık. Nisan'a kadar Kırklareli'de kaldık. Sonra Tekirdağ üzerinden vapurla Haydarpaşa'ya geldik. Kuşdili Çayırında ordugâh kurduk. Odunla işleyen tren-i mahsusla (özel tren) yola çıktık. Konya Ereğlisi, Niğde, Kayseri ve Sivas'a uğrayarak Karadeniz'e geldik. Rusları sahile kadar kovaladık. Ruslar bizi Bayburt'ta sardı. Çanakkale'nin, Anafartalar'ın, Çonkbayırı'nın dinç fırkası idik. Süngülü tüfek ile 'ALLAHALLAH'diye gidiyorduk. Doğuda cebri yürüyüşle ilerliyorduk, sonra tepe -tepe müdafaa ederek çekildik. Erzincan'ın üstünden, Çardak Boğazından geçtik. 1916 senesinde Kafkas Cephesindeki muharebemiz, Erzincan'ın batısında mevzilenerek beklemek suretinde oldu. 1917'de Rusya'da Bolşeviklik çıktı. Zımnî bir mütareke hüküm sürüyordu. Ruslar çekiliyordu. Ermeniler de silâhlarını bırakarak çekiliyorlardı. Biz ilerlemeye başladık. Ermenileri temizleyerek ilerliyorduk. Kelkit, Şiran Erzurum Ilıcası, Tortum'dan Sarıkamış'a geçtik. O sırada Kâzım Karabekir Sarıkamış'taydı. Kars'a yürüdük. 1918'de Kars'ı birinci

olarak ele geçirdik. l. Cihan Harbi dolayısıyla tahsilim yarıda kalmıştı. Harbden sonra 1925'de tekrar mektebe başladım. Nihayet Harbiyeden mezun oldum. Babam Yahyazâdelerden Mehmet Efendi, alaylı zabit idi. (Mektep görmeden ordu içinde yetişen subaylar.) Üstad'la ilk görüşmem 17 Ocak 1928'de Manisa'dan Eğridir'e gelmiştim. O zaman rütbem yüzbaşı idi. Üstad'la tanışmamız bir sene sonra oldu 1929 yılı baharında Barla'ya gittim. Beni götüren Mustafa isimli mübarek bir insandı. Ayrıca, Vecelle Hüseyin, Müderris Mustafa, Nefer Mehmet, Demirci Ustası da vardı. Üstad'ı ilk ziyarette, yanında epey kalmıştık. Bu görüşme çok uzun sürdü. Müsaade isteyerek ayağa kalktık. vedalaşıp ayrıldık. "Yağmurdan hiç ıslanmadım" Üstad'la görüşmelerimin birinde, görüşme bittikten sonra, 'Efendim İlama köyüne gideceğim' demiştim. Üstad da: Kardaşım ben de camiye odun getirmek için dağa gideceğim' dedi. Biz vedalaştık ve İlama'ya doğru yola çıktık. Birden hatırıma Üstad geldi, şimdi âniden önüme çıkmasın diye düşünüyordum. Bizim nefer geride kalmıştı. Az sonra baktım, Üstad Hazretleri, önde odun kafilesi arkada kendisi geliyorlardı. Ben, Üstad beni görüp de,

attan inip rahatsız olmasın diye büyük bir ağacın arkasına saklandım. Tâ Üstad iyice yaklaşınca birden bire ellerine sarılıp, ellerini öptüm. O esnada elinde bir parça kuru ekmek vardı, onu yiyordu. Hemen onu bana verdi. Sonra: Senin şemsiyen yok mu kardaşım?' dedi. Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk. Üzerimde muşamba var Efendim' dedim."Havada ise pek yağmur alâmeti yoktu. Üstad: Peki kardaşım Allah'a ısmarladık' deyip gitti. Az sonra yağmur yağmaya başladı. Hiç yağmur durmadı, atı süratle sürüyordum. Yağmur sağanağının altında ilerlerken, yağmur hiç bana değmiyordu. Dört saat sonra hiç ıslanmadan Eğridir'e gelmiştim. Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yaptı Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yapmıştı. Öyle bir hâlet-i ruhiye içindeydim ki, yazdığım mektuplardaki şevki, cevabî mektuplarında şu suretle ifade ediyordu: "Neşr-i envar-ı Kur'âniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir ikram-ı İlâhîdir, bir keramet-i Kur'âniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum." Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi teşvik etmek içindi. Halbuki istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh ediyordu. Eğridir'den

tayinim

çıkmış.

Doğuya

gidiyordum,

Hazret-i Üstad'dan ayrılacağım için çok üzgündüm. Üstad Hazretleri çok üzüldüğümü anlamıştı. Bir gün yanına ziyaretine gittiğimde (askerce): 'Emrediyorum, merak etmeyeceksin! Üzülmeyeceksin!' dedi. O anda bütün üzüntüm, gam ve kederim yok oldu. Bazı hatıralar İbrahim Hulusi Yahyagil, Bediüzzaman gibi cihanın nâdir üstadına sorduğu kıymetli suallerle derya gibi bir ilim-irfan sarayının kapılarının açılmasına vesile olmuştu. Nurların bu ilk aziz talebesi için Bediüzzaman bir notunda şunları ifade ediyordu: "Manevî rütbeniz" Binler selâm.. Siz maddî rütbenizden çok yüksek, manevî rütbeniz iktizasıyla, ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsunuz. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme! Senin Risaletü'n-Nur hakkında mektupların çok talebeler yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar. Birinci'liği dâima sana kazandırıyorlar. Kardeşiniz, Said Nursî "Birinci oldun" Yine Üstad Bediüzzaman, nurlu Albaya beyan ediyordu:

"Ben Isparta'dan mecburi ikamet için Barla'ya sevkedilirken, daha motorda iken, Barla'da ben sizi gördüm ve bana gösterildiniz." Bir başka hatıra tesbit notlarımda Bediüzzaman şöyle diyordu: Meslek-i askeriyeden bu hizmete girecekler ve hırz-ı can edecekler çıkacaktır. Sen bunların birincilerinden oldun. "Allah'a şükret!" "Sözler'in başındaki şahıs" Nurlu-merhum Albayı Elaziz'de ziyaret edebildiğim zamanların birisinde Nur Risaleleri gibi, ahirzamanın şaheser külliyesinin ilk talebesine şu suali sormuştum: "Birinci Söz'ün başında, 'Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca avam lisaniyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin." "Birinci Söz'ün başında bu şekilde bahsedilen asker siz misiniz?" "Bu dersi, Üstad ben kendilerini ziyaret etmeden evvel

yazmış. Burada bahsedilen asker ben değilim. O asker manevi bir şahıstır. Daha sonraları askerlerden kendilerine talebe olacak kimseleri manen hissederek öyle yazmış." Hulusi Yahyagil rahmetlinin bu cevabından sonra, aradan epeyce bir zaman geçmişti. 1980 senelerinde ilk defa Barla Mektupları yayınlanmıştı. Bu lahikalardan yıllarca evvel Hulusi Ağabeyimin verdiği cevap meâlinde "Hulusi Bey'e Hitabdır" başlığı altında yazılan bir Barla mektubunda meselemizle alakalı olarak şunları okuyordum: "Ben Sözler'i yazarken, ihtayarsız olarak ekser temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inden zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bilmiyordum. Sonra hatırıma geldi ki; belki istikbâlde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek, en mühim talebeleri askeriyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp, o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisin ki, evvel yetiştin." Üstadın Türk ordusuna bakışı İbrahim Hulusi Yahyagil'in Nur derslerinin ilk talebesi olmasından sonraki geçen zaman içinde, Türk ordusunun mümtaz askerlerinden ve subaylarından bir çok bahtiyar şahsiyet Nurlara talebe olmuşlardı. Bu subaylarımızı bir rahmet duasına vesile olması için burada bazılarının isimlerini söylemek istiyoruz:

Refet, Hayri, Galib, Mehmed, Muhyiddin ve 1935 lerde Eskişehir mahkemesinin başlangıcı sayılan Isparta'da muhakeme olurken, ifadesi alındığı sırada vefat eden "İstikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey". Hulusi Bey, Üstadının derslerinde bulunduğu sırada, Üstad kendilerine şöyle hitap ediyordu: "Ben Türk ordusunun aleyhinde bulunmam! Çünkü bu Türk ordusu Birinci Cihan Harbinde, Allah ve vatan yolunda bir milyon şehid vermiştir!" Yine bir nurlu ders esnasında, ilk nur talebelerinden Hâfız Halid Efendi'nin bahsi olmuştu. Bu zat için: "Çok haluk ve sakin bir zattı" diye buyuruyordu ve bana: Kardeşim, keşke sen de hafız olsaydın!"diye buyurmuştu. Üstad Bediüzzaman'ın bu temennisiyle Risale-i Nurların hakikatları hafızama yerleşmişti. Üstad hayatının son senelerinde bana hitaben: "Kardaşım, sen ilk zamanlarda çekirdektin. Şimdi ağaç oldun." Üstadın imzalı kitabı Kendilerini Elaziz'deki ziyaretlerim esnasında elinde bastonuyla hanelerinden çıkarak, beş yüz metre kadar mesafedeki Nur dershanesine gelişi esnasında, karlı bir kış gününde kameraya da almıştım. Hulusi Beye Üstadın kendilerinde imzalı bir kitabı olup

olmadığını sorduğumda ise, kendileri mübarek elleriyle evinden 1928'lerde Bekir Dikmen'in bastırdığı Haşir Risalesini getirmişti. Bu aziz yadigârın fotokopisini almıştım. Bu Onuncu Sözün üzerinde şunları okuyorduk: "Risale-i Nur Mizanlarından İman-Ahiret bürhanlarından Onuncu Söz. Müellifi Said Nursî 1342" Haşir Risalesi'nin ilk sayfasında ise Üstad Bediüzzaman, ilk talebe ve ilk muhatabına hitaben şöyle diyordu: "Uhrevî kardeşim Hulisi Bey'e hediyemdir! SAİD" Hediye meselesi Hulusi ağabeyimizle geçen mülakatlarımın birisinde, çok ısrarla hediye bahsi olan "İkinci Mektub"ta Üstad Bediüzzaman'a neyi hediye ettiğini sormuştum. Tebessümle verdiği cevaplarda. İkinci Mektup'da Üstad'ın yazıp yazmadığını sormuştu. Biz de yazmadığını söylediğimizde, Üstadın yazmadığını, dolayısıyla kendilerinin de söylemeyeceğini ifade etmişlerdi. Daha sonraki ziyaretlerimde bu hediyeyi, bizzat eline mi verdiğini veya Eğirdir'den bir vasıta ile mi gönderdiğini sorduğum zamanlar çok merak ettiğim meseleyi ve sualimin cevabını bulmuştum. Tasarruffu devam eden üç kişi 1971'de Ankara'da Re'fetle (Barutçu) ilk defa görüşmüştüm. Rahmetli ne kadar tatlı bir ihtiyardı. O Hazret-i Üstad'dan bir hatıra nakletmişti:

Bir gün Üstad Hazretleri bir münasebetle, üç kişinin tasarrufu devam ediyor. Bunlardan birincisi Abdülkadir Geylâni Hazretleridir" diye buyurunca, Re'fet Bey hemen sormuş: "Efendim, diğer ikisi kimdir." Hazret-i Üstad ise: 'Diğerleri Hayyat-ı Harrânî ile Mârûf-u Kerhî' diye cevap vermiş. "Sen sünnet bilmez" Bir ziyaretimde çay içerken tam olarak bitirmemiştim. 'Kardaşım sen sünnet bilmez' dedi. Bununla, içilen bir şeyin iyice bitirilmesinin sünnet olduğunu ders vermek istemişti. Bidayette akşam ile yatsı arasında kimseyi kabul etmezdi. "Ondaki nezaket" Ondaki nezaket ve tevazu bambaşka idi. Bir gün ebced hesabı ile bir tarih bulmuştum, fakat bir rakam eksikti. O hiç bu eksikliği yüzüme vurmuyor, gayet nezîhâne ve nâzikâne bir şekilde şöyle diyordu: "Maşaallah, bu binlerin ehemmiyeti yoktur."

içinde

bir

rakamın

hiç

Yanındaki kitaplar Onun ziyaretine vardığım zamanlarda yanında Kur'ân-ı

Kerim, Hafız Şiirazî'nin bir eseri, bir de üç cilt Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendinin Mecmuat-ül ahzab isimli kitabı bulunuyordu. Hazret-i Üstad temizliğe çok dikkat ederdi. Her zaman, bilhassa Barla'da iken üst üste iki çorap giyerdi. Namaza duracağı esnada üstteki çorabı çıkarır, ondan sonra namaza dururdu. Daha sonraki hayatında ise çorabı çıkarıyor, çorapsız olarak namaza duruyordu. (Şafii mezhebinde çıplak ayakla namaza durmak sünnettir.) Kur'ân ve evrad okuyuşu Barla'da Üstad Hazretleri namazda (Cehrî okunan namazlarda, bilhassa sabah namazlarında) Kur'ân-ı Kerimin 'Elhamdülillâh' ile başlayan sûrelerini okurdu. Kur'ân-ı Kerim'i bambaşka bir tarzda okurdu. Kur'ân'ın hakikatlarını duyarak ve yaşayarak okurdu. Kur'ân'ın İlâhî sedası, onun bütün ruhunu kaplardı. Onun okuyuşu, diğer hocaların ve hafızların okuyuşuna benzemezdi. Tecvid-i manevî üzere okurdu. (Kur'ân'ın mânasına uygun olarak okumak). Barla'da bir gece yanında, kalmıştım. Sabahlara kadar uyumadan ibadet ediyor, zikir ediyor, tesbih çekiyordu. Pek az uyurdu, uyur gibi görünürdü. Akşamla yatsı arasında evradını şöyle okurdu: LÂ - İLÂHE İLLALLAH - LÂ - İLÂHE İLLALLAH Ey lâ râzıka illallah, Ey lâ ma'bûde illallah.

Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah. Ey lâ râzıka illâhû, Ey lâ râzıka illâhû" *** Mevlânâ Camî'nin kıt'ası 1916'da Kafkas Cephesinde harpte iken Kerküklü Şeyh Rıza Talebânî'nin damadı Fasih de bizde yedek subaydı. Kayınpederinin Kadirî tekkesindeki odasında asılı olan şu Farisî kıt'ayı ondan almıştım. Yâ Resûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashab-ı Kehf ? Dahil-i cennet şevem der zümre-i ashab-ı tû, O reved der cennet, men der cehennem key revast? O seg-i Ashab-ı Kehf, men seg-i ashab-ı tû..." (Ya Resûlallah! Ne olur Ashab-ı Kehf'in köpeği gibi ben de senin ashabının arasında Cennette gireyim. O Cennete gitsin ben Cehenneme, reva mıdır? O Ashab-ı Kehf'in köpeği ben senin ashabın köpeğiyim.) Bilâhare Üstad'ı tanıdıktan sonra bu kıt'ayı kendisine

göndermiştim. Ayrıca, 'Beni Nur şakirdleri içinde Ashab-ı Kehf'in kıtmîri gibi kabul buyurun' diye yazmıştım. Bunun üzerine Üstad gönderdiği cevabında: 'İnşaallah sen bu zamanda Ashab-ı Kehf'in birincilerindensin. Biz mektubundan o ibareyi (Kıtmîr) kaldırdık. Sen de kaldır' diye yazdı. Sonra ziyaretine gittiğimde Üstad: Kardaşım, bu kıt'a Şeyh Rıza'nın değildir. O, heccavdır. Bu beyitler Mevlânâ Câmi'nindir" dedi. Ben de Şeyh Rıza'yı heccav biliyordum. Bu kıt'a nasıl onun olabilir diye merak ediyordum. Sonra bu kıt'ayı Yirmiyedinci Söz'deki Sahabeler risalesinin zeylinin başına koydu. O gün bahis Mevlânâ Câmî'den açılınca, 'Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Molla Ahmed-i Cizrî ve Mevlânâ Câmî, her üçünün de makamı birdir. Bunların üçü de mânen bir seviyededir' diye buyurdu. Üstadsız Barla Üsat Barla'da iken, kendisini iki senede altı defa ziyaret ettim. Üstad'dan sonra barla'ya gitmek bize nasip olmamıştı. Yollar kapanmıştı. Gitsek de ne çıkar diyordum: "Bülbül hâmuş, havuz tehî, gülistan harap." Fakat kader 45 yıl sonra tekrar o mübarek beldeye gitmeyi nasip etti. 1976 yazında oraları Üstad'sız olarak gezdik.

Hataları direkt yüze vurmazdı. Bir gün onun huzurunda Risale-i Hamîdiye'nin bahsi geçmişti. Ben onun yazılış tahini 1312 (1896) diye söyledim. Halbuki bu tarih yanlışmış. Üstad Hazretleri bu yanlışı yüzüme vurmayarak, Yakın kardeşim, yakın" dedi. Sonra eve gidince tarihine baktım, 6-7 yıl eksik söylediğimi anladım. Meğer hakiki tarihi 1307 (1891) imiş. Bitlis'teki şeyhler Bir gün Barla'da ilk mülâkatımızda eski bir hatırasını şöyle anlatmıştı: Bitlis'de dört Şeyh vardı. Amma!... Herbirisi İmam-ı Rabbanî ha!... Bunların hepsi beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Said onların hepsine karşı müstağni kaldı. Onlara dedim: "Sizin biriniz bana kifayet etmez. Ben dördünüze de intisap edeceğim." Ben iki revolver taşıyorum Son olarak 1957'de Emirdağ'da ziyaret etmezden önce, Eskişehir'de oğlumun yanına uğramış, bir ay kadar kalmıştım. Oradayken her gün ders yapardık. Fakat bu dersleri ihtiyaten hep İşarat-ül İ'caz'dan yapıyorduk.Emirdağ'a gideceğim gün yine ders yapmak için İşarat-ül İ'caz'ı getirdiler.

Yahu sizde başka getiriyorsunuz?' dedim.

kitap

yok

mu

hep

bunu

Bunun üzerine Mektubat'ı getirdiler. O gün dersi Mektubat'tan okuduk. Sonra Hazret-i Üstad'ı ziyaretine müşerref olduğumuzda odasında bütün Risale-i Nur Külliyatını masanın üzerine koymuş, Mektubat'ı da bütün kitapların üstüne koymuştu. Bana hitaben: Kardeşim, ben bu risaleleri saklasam belâ ve musibet gelir. Onun için ne olursa olsun, daima Risale-i Nur'u yanımda bulunduruyorum" dedi. Daha sonra da: Ben şimdi iki revolver (tabanca) taşıyorum. Şimdi şu anlarda hayatımı muhafaza etmek çok büyük ve ehemmiyetli bir meseledir" dedi. Hz. Üstad'ın iki revolver (tabanca) taşıması mânâsız değildi. İmansız-insafsız insanların ardı arkası kesilmeyen hücumlarına karşı, bizzat cevap verebilmek için taşıyordu. Din düşmanları evinin damına çıkıp su testisine zehir atmışlardı. Hz. Hasan'ı (r.a.)da öyle zehirlememişler miydi? *** O zaman âlem-i mânâda (rüya'da) görmüştüm, ibriğine zehir atıyorlar. Bakıyorum, bıyıkları yemyeşil, Mektupla rüyayı yazdım. Gönderdiği cevapta: Rüyan mübarektir, kardeşim mübarektir' diyordu. Yine son görüşmemizde bana hitaben: "Kardeşim, her meselede senden bahsedilir. Her

meselede senin adın geçer. Bana sorarlar, bu kimdir? 'Benim o kadar talebem var ki, yalnız adını duymuşum. O da onlardan biridir' diye cevap veriyorum." 1948 yılında Afyon'da hapishaneye seni de yanıma almak istedim. Fakat sonra vazgeçtim' dedi. Dersim isyanı 1938'de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: 'İmha!.. "Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire." Bunların çoğu Rafızî idi. Fakat bu tarz bir muamele ile, bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıt'a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler. Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir' dediler. Müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu'dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu: "Hulusi'nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak

etmesin. Risale-i Nur'un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz." Az sonra isyân olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlâhîye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı. Üstad'la ilk görüşmemizden sonraki mektuplaşmalarımız Mektubat'ın tulûuna sebep olmuştu. Bazı sualleri başkaları bana sorardı. Ben de Üstad Hazretlerine sorardım. Meselâ 'Ceddidû imâneküm bilâilâhe illâllâh' hadîsine Arapgirli rüştiye hocalarından İbrahim Efendi bana sormuştu. Ben de zannediyorum, 1932'de Elâzız'den, Barla'ya yazarak Üstad'dan sormuştum. "Dost istersen Allah yeter. Evet o dost ise her şey dosttur. Yarân istersen Kur'ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görşür ve vukuatlarını seyredip, ünsiyet eder. Mal istersen kanaat yeter. Evet kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden bereket bulur. Düşman istersen, nefis yeter. Evet kendini beğenen belâyı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen safayı bulur, rahmete gider. Nasihat istersen ölüm yeter. Evet ölümü düşünen hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır."

Bu parça, levha halinde dedem H.İbrahim Efendi'nin elyazısı ile duruyordu. 1930 baharında bunu, Üstad'a gönderdim. 23'üncü Mektubun sonuna koydu. Mektupların te'lif tarihleri 9'ncu Mektup 1931'de te'lif edildi. 3'ncü Mektup 1930'da te'lif edildi. 20'nci Mektup 1934'de te'lif edildi. 10'ncu Lem'adaki şefkat tokadı hâdisesi, 1931'de Elâziz'de cereyan etti. Nahiye Müdürü, daha sonra Çemişkezek'li Elâziz Mebusu Nüzhet Dede, 1934'de 29'ncu Mektup'taki 'Kur'ân'ın esrarı bilinmiyor' meselesini sormuştu. Biz de Üstad'a yazdık. 23'ncü Mektub'un te'lifi 1933 veya 1934 yılıdır. 2'nci mektub 1930 yılı başlarında baharda te'lif edildi. 2'nci Mektub'da bahsedilen hediyeyi Eğridir'den göndermiştim. Hediyenin ne olduğunu şimdiye kadar hiç bir kimseye söylemedim ve söylemem. Üstad Hazretleri kabul buyurdu. O kimseye söylemedi. Gönderdiğim hediye ve mektubun cevabı hemen Eğridir'e geldi. Bana bir mektubunda diyordu: "Bu sene yaylaya, Çam Dağı'na çıkacağım." Ben de cevaben demiştim ki:

"Oradaki hissiyatınızdan bizleri de hissedâr ediniz." Yazdığı cevabî mektubun tarihi 1930 yazı olmak ihtimali var. Derslerin önemi Bir gün Hz. üstad şöyle buyurdu: 'Eğer siz eski zamanda olsaydınız, bu dersleri ve hakikatleri öğrenebilmek için, buraya diz üstü yürüyerek, sürüne sürüne gelirdiniz' diye buyurdu. Nurculuk ismi 1946'da Kars'da idim. Nurculuk ismini ilk defa o zaman duydum. Benim de hoşuma gitti. "Talebelerin Üstadına, Said derler hem adına' diye başlayan manzumeyi (bu şiir daha sonra Konferans Risalesi'nde neşredilmiştir.) o zaman yazıp, kendisine göndermiştim. *** 1950'de tekaüd oldum. Üstad: "Ben, buna tekaüd olma, dedim, bu keçeli beni dinlemedi, tekaüd oldu" dedi. Bir rüya: Sarıklı genç Yine bir gün Eğridir'de bulunduğum zaman, rüyada sarıklı bir genç gördüm. Bu genç beni ilk defa, Hz. Üstad'a götüren meczup lâkaplı Mustafa Efendi idi. Ona Şeyh veya Hafız Mustafa da denirdi. Rüyada gördüğüm sarıklı genç şeklen o idi. Fakat ne bıyığı ve ne de sakalı vardı. Hafız Mustafa, çocuk meşrebinde birisi idi. Risale-i Nur'un ilk

Küçük Sözler'ini 1928'de onda görmüştüm. Daha o zaman Üstad Hazretleriyle de muarefemiz yoktu. Gayet intizamsız bir yazı ile yazılmış ilk risaleyi onda görmüştüm. Müsvedde halindeydi. Rüyada, elinde leblebi tablası vardı. Fakat içinde leblebi gayet azdı. Ben leblebiden almak için elimi attım. O zaman leblebi tabağı doldu, taştı. Sarıklı genci biz açıklamadık. Sizin gibi gençler işte çıktılar. Daha da kıymetli gençler çıkacaktır. Allah'ın nuru kıyamete kadar devam edecektir. Kur'ân tefsiri olduğu için Risale-i Nur'un hakikatı kıyamete kadar okunacaktır. elbette bu gelenler genç olacaktır, ihtiyar olmayacaktır. Bu meseleyi kendisine mal edenler, sanki ne oldu? İnhisar altına almak doğru değil. Benim rüyada gördüğüm, sanki Mustafa idi. Fakat onun mevcut hali rüyadaki haline uygun düşmüyordu. Onun çocukça halleri vardı. Fakat bana Üstad Hazretlerini gösteren ve tanıtan da o oldu. Eğridir'de iken, Mustafa bana: Efendim, sizin ilâcınız Barla'da bir zat var, Ondadır" dedi. Hangisine gönderelim? 1930 senesi ilk ayında Hz. Üstad'ın yanına gitmiştim. O günlerde Mareşal Fevzi Çakmak'la Fahrettin Paşa (Altay) Eğridir'e gelmişlerdi. Üstad Hazretleri: 'Kardeşim, Fevzi Paşa ile Fahrettin bana selâm göndermişler. Ben de onlara

Onuncu Söz'ü göndereceğim. Yalnız birisine göndermek istiyorum, hangisine göndereyim?...' Ben de: 'Efendim, biz Fevzi Paşa'yı Müslüman biliyoruz' dedim, 'isterseniz ona gönderelim. ' Hz. Üstad: 'Yok, yok. Fahri Paşa'ya verin' dedi. Üstad Hazretleri Onuncu Söz'ün üzerine kırmızı kalemle kendisine bir dua yazdı ve ayrıca: 'Bana bir selâm göndermişsiniz, ben de bunu sana gönderiyorum' diye yazdı. Ben bunu Üstad'dan alarak postaya verdim. Bu hâdisede şöyle bir mânâ ve işaret gördüm. Fahrettin Paşa Konya'da iken, 2. Ordu Kumandanı idi, bu sırada Kubilây hâdisesi oldu. Hâdiseden sonra Fahri Paşa istiklâl Mahkemesi Reisliğine getirildi. Hz. Üstad Onuncu Söz'ü ona göndermekle: 'Dikkat et, seni böyle bir vazifeye getirecekler. Ölüm var, haşir var âhiret var, adaletten ayrılma!' demek istiyordu. 20 yıl sonra 20 dakikalık ziyaret Eğridir'den ayrıldıktan, yani 6 Ekim 1930'dan yirmi yıl sonra, 4 Mart 1950'de Üstad'ı Emirdağ'da ziyaret ettim. Bu yirmi yıldan sonraki ziyaretim ancak 20 dakika sürmüştü. "Üstad, demokratları desteklerdi" 1957 seçimlerinde DR. Tahsin Tola, Bingöl'de Demokrat Parti'den adaylığını koymuştu. Hz. Üstad gönderdiği haberde 'Hulusi elinden geldiği kadar yardım

etsin, Tahsin Bey millet, vatan ve Risale-i Nur'a elli meb'usun hizmetini yapmıştır' diyordu. Biz de Hz. Üstadın hatırı için bu yardım ve hizmeti yaptık. Hz. Üstad İslâmiyete ve Kur'ân hizmetine yardımcı oldukları için Demokratları desteklerdi. İlk ve son ziyaretim Hz. Üstad'ı son olarak 1957 yılı Kasım ayında Emirdağ'da görmüştüm. İlk görüşmem ise 14 Nisan 1929'da olmuştu. 1927 yılı Ekim veya Kasım'da Eğridir Dağ Talimgâh Muallimliğine tayinim çıkmıştı. Halbuki ben Risale-i Nur'un talebeliğine tayin olmuştum. 1928 yılı 16 Ocak'ta Manisa'dan ayrıldım. Efendim, hayatımızda ona Üstad dedik, elbette o Üstaddır. İşte Üstad buna derler. Hoca buna derler. "Sen sabahleyin burada idin" Eskişehir hapis hâdisesinde çok müteessir olmuştum. O hâdiseyi ikinci bir Şeyh Said hâdisesi gibi göstermek istemişlerdi. O zaman rüyada gördüm. Hz. Üstad: 'Senden zarar kalktı' dedi. Bir müşkilim olduğunda oradan bir kaç gün geçmezdi ki, ilk gelen mektup, bu müşkülümü halletmesin. Yanına ziyaretine gittiğimde: 'Kardeşim sen sabahleyin burada idin' derdi. Halbuki benim bundan haberim bile olmazdı. "Afyon'u hapishane yap" Afyon'da Savcının ısrarla Nur talebelerinin, isim ve

sayılarını sorması üzerine Hz. Üstad ona: "Afyon'u hapishane yap, ben de talebelerimin hepsinin ismini söyleyeyim" diye cevap vermiş. "Yüzüne bakamazdım" Üstad'la görüşme ve sohbetlerimiz sırasında, yüzüne bakamazdım. Zaten bakılmayacak derecede heybetli idi. Son ziyaretimde cesaretimi toplayarak bakabildim. "Sen ve Hulusi hissedarsınız" Bismihi Sübhanehû Aziz Kardeşim Beni merak etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisat,beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın bir şey gönderme! Sen altı - yedi nefse bakıyorsun. Benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sen ve Hulusi, benim herbir amel-i uhreviyemde hissedarsınız. Ramazan'da kazanç, bire bindir. Siz de bana duanız ile yardım ediniz. İşârât-ı Aleviyeyi tam tasdik ettiniz mi? Haşir Risalesini çok kuvvetli buldunuz mu? Albay Hulusi Bey kendi hayatını anlatıyor Merhum validem 1312 (1896) da doğduğumu söylerdi.

Ramazan'ın birinci gecesinde teravihten çıkıyorlar, ben Harput'da dünyaya geliyorum. İstiklâl Harbinden sonra İzmir Gaziemir pavyonunda kalıyorduk. Bir gazete çıkaralım dedik. Bir şair arkadaşımız vardı, bir de karikatürist vardı. Gazeteyi elde çizerek çıkaracaktık. Bir gün emektar bir katırın boynuna bir yazı asmıştık. Bu yazıda: 'Ben de emsalim gibi gençtim. Şimdi ihtiyarım, hastayım. Veterinere gittim, yerinde yoktu. Doktora gittim yoktu. İsa Çavuş sen benim derdime deva ol' diye yazarak hayvanı İsa Çavuşun bulunduğu kısmın önüne götürüp bağladık. Ertesi gün yazıyı okuyan doktor ve baytar doğru dairelerine vazifelerine koşuyorlar. Geceleri gazeteyi yazıyorduk, iki nüsha halinde çıkarıp duvara asıyorduk. Efendim her şeyin bir nimet ciheti var. Her zaman nimet cihetine teveccüh lâzımdır. Askerlik münasebetiyle dört bin metre kadar yükseklere çıktığımız oluyordu. Oraya kadar sinekler bizimle beraber gelirlerdi. Soğuk, rüzgâr fakat onlar bir atın kuyruğunun altına girerler, gizlenerek yine bizimle oralara çıkarlardı. Çok hayret ederdim. Sonra anladım ki, onlar vazifesini yapardı. Onların vazifesi insana aczini, fakrını bildirmektir. Bugün evlâtlarımdan ziyade Risele-i Nur şakirtleri kardeşlerimin arkadan yapacakları duayı arzuluyorum ve bekliyorum.

Üçüncü mektupla alâkalı bir çalışma Senirkent taraflarından bazı mü'minler Barla'ya Üstad Bediüzzaman'ı ziyarete geldikleri zaman, Çam Dağlarından bahsetmişler, Üstadı buraya davet etmişlerdi. Barla'daki Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş ve Abbas Mehmed Çam Dağlarında, Tepelice mevkiindeki çam ağacına ve katran ağacına Üstad için tahtadan bir köşk yapmışlardı. Bu yıllarda Sözler'in telifi bitmiş, Mektubat başlamıştı. Mektubat'ın ve nur Risalelerinin ilk muhatabı ve talebesi olan Albay Hulûsi Yahyagil Eğirdir'deki şimdi komando birliğinin olduğu "Eğirdir Sivrisi" denilen dağ talimgâhında yüzbaşı olarak vazifeliydi. Mektubat'taki "Üçüncü mektup" "Hamisen", yani beşinci diye başlamaktadır. Hulûsi Beyin ricam üzerine verdiği bu mektup şöyle başlamaktadır: Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım, Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın, en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de manen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. işte kardeşim: Evvelâ: Evvelki mektubumda, bütün Sözler'e dair sual etmiştim ki: İçlerinde cerh edilecek hakikatler var mı? Veyahut avama ihzarı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuz İkinci Sözün üçüncü maksadı için değildi. Saniyen: Sana Nokta risalesini gönderiyorum. Acîbdir ki, Eski Said'in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve

gördüğü hakikatleri, senin kardaşın şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerden noksan kalmıştır ki, Yirmi Dokuzuncu Söz'de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli, nükte ve o remizli nüktenin sırr-ı beyanında, çok hakikatler Nokta'da yoktur. 'Yirmi Dokuzuncu Söz' de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said'in aklı ve kalbi, bu derece ittifakı acibdir. Salisen: Şeyh Mustafa'ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: 'Yazdığın Kader sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid'e gönderiyorum. O yüzlerce adama okutturacak, her birisinden sevap sana gelecek.' Rabian: Kardeşim Abdülmecid'e bir mektupla bazı Sözler'i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver. Adresi: Ergani-i Osmaniye'de esnaftan Vanlı Şehabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendiye. Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete yazınız. "Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının âhirindeki işaretin haşiyesinde bir yanlış var. Doğrusu budur: Döndükleri vakit saraylarındaki aileleri çok dikkat ile zorla onları tanıyabilirler. Halbuki 'onları' kelimesi yazılmadığı için mânâ değişiyor." Bu mektubun "Hamisen" kısmından sonrası ise "Üçüncü Mektup" olarak Mektubat'ta neşredilmiş bulunmaktadır. Üçüncü Mektup, Üstadın 1930 yazında gittiği Çam

Dağlarında yazılmıştı. Mektupta "Mayıs'ın ahirinde" diye bir ifade kullanılmaktadır. Bu ifadeye göre, Üçüncü Mektup 1930 yılı Mayıs ayının sonunda Barla'nın Çam Dağlarından, Eğirdir'de bulunan Binbaşı Hulûsi Yahlagil'e hitaben yazılmıştı. Mayıs'ın ahirinde' sözünden evvel 'sübhane men tahayyera fisun'ihi'l-ukul" cümlesine yer verilmiştir. Bu parça, Ziya Paşanın on bir kısım halindeki uzun terciibent başlıklı şiirinin sonlarında. Sübhane men tahayyere fi sun'ihi'l-ukul; "Sübhane men bikudretihî yâcizül-fuhul!" şeklinde geçer. Mezkûr mısraların mânâsı ise şöyledir: "Sanatı karşısında akılları hayrete düşüren büyük Sanatkârı tebcil ederim. kudretiyle âlimleri âciz bırakan Cenab-ı Hakkı takdis ederim." Üstad Çam Dağlarında "Üçüncü Mektub"u telif ederken, harika bir keramet haliyle dünyanın boşlukta dönüşünü ve müthiş sür'atini temâşâ etmiş, Zuhruf Sûresinde geçen, "Bunları bize râm eden Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik" mealindeki âyeti okumuştu. "Üçüncü Mektup"ta geçen, yeryüzünün bir gemi, bir binek olduğunun buyurulduğu âyeti hatırlayıp okuyunca da şunları ifade etmektedir: "Zemin musahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor. O işaretten kendimi feza-yı

kâinatta sür'atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman, kıraeti sünnet olan (Zuhruf Sûresi, 13. ayet) âyetini okudum." Gerçekten, Çam Dağlarının katran ağacı mevkii bir kaptan köşkünü andırmaktadır. Feza denizinin dalgaları arasında yüzen dünya gemisinin Çam dağlarındaki kaptan köşkünde ilâhî sanatların şahane güzelliği ne kadar güzel gözükmektedir. Hulusi Beyi Üstadla tanıştıran Şeyh Mustafa Üçüncü Mektub'un üçüncü bölümünde, Üstad, Şeyh Mustafa ismindeki zata selâm söylemekte ve yazdığı Kader Risalesi'nden dolayı memnuniyetini ifade etmektedir. Şeyh Mustafa, Hulûsi Beyi Üstada götüren zattı. Hulûsi Bey "1929 yılı baharında Barla'ya gittim. Beni götüren, Mustafa isimli mübarek bir insandı" diyerek Üstada nasıl gittiklerini anlatmaktadır. Merhum Hulûsi Yahyagil Ağabeyimi son ziyaretlerimde Şeyh Mustafa ile nasıl tanıştıklarını sorduğumda, evlerinin komşu olduğunu, böylece tanıştıklarını, ilk risaleyi onda gördüğünü, Üstadı kendisine tavsiye eden ve götüren kişinin Şeyh Mustafa olduğunu söylemişti. Barla Lâhikası'nda Hulûsi Beye yazılan bir mektupta Üstad Şeyh Mustafa'dan şöyle bahsetmektedir: Şeyh Mustafa'ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve

şu hikâyeyi ona söyle: "Eskide iki ciddî ahiret kardeşleri var imiş. Biri hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. 'Öyle ise sen kalk, ben yatacağım' demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her ne ise... Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşaallah ona bir parça hiffet gelmiştir." Hacı Hafız Mustafa Üstün'e, "Hacı Aziz, Şeyh Mustafa, Aziz'in Mustafa" da denilmektedir.Eğirdir'de Hacı ibrahim'in oğlu olarak 1890 yılında dünyaya gelmişti. Yine Eğirdir'de 1959'un Aralık ayında vefat etti. Altı yaşında hafız olmuştu. Çok istedikleri halde Diyanetten resmî bir vazife alamadı. Şeyh Mustafa İstiklâl Harbinde şarapnel yarası almıştı. Kardeşi de Birinci Cihan Harbinde şehit düşmüştü. Bir gün hanımına eziyet ettiği vakitte Salih ismindeki Nur talebesi kendisine Üstadın selâmını getirmiş ve hanıma eziyet etmemesini bildirmişti. Hulûsi Bey meczup hallerinden dolayı bir gün Üstadın "Meczup Mustafa'yı atmak istedim. Sonra ihtar edildi: 'Buna acı, çünkü hale mağlûptur" dediğini ifade etmektedir. Ehl-i ilim, ehl-i keramet ve ehl-i hal olan Şeyh Mustafa gazi maaşını almayı da istememişti. Keramet hallerinden Cuma namazına yarım saat kala iki-üç saatlik mevkilerde

ayrı ayrı cumada görenler olmuştu. 1959 sonlarında Akpınar köyünden aşağıya doğru inerken düşüp vefat etti. Hacı Hafız Mustafa Üstün'ün annesi aslen Denizli'nin Çalkazâsındandı. Hulûsi Beyi Üstada götüren bu veli zat, 26 Ağustos 1922'den on iki gün önce, İzmir'den harp cephesinden anasına zafer müjdesini bildirmiştir. *** "Üçüncü Efendi

Mektup"ta

bahsi geçen Şehabeddin

Üçüncü Mektub"un dördüncü kısmında ise, Üstad Diyarbakır'ın kazası Ergani'deki Vanlı Şehabeddin Efendiden bahsetmektedir. Şehabeddin Efendi, Abdülmecid Ünlükul'un eşi Rabia Hanımın kardeşidir. Şehabeddin Özer 1893'de Van'ın Sabaniye Mahallesinde doğmuştu. Babası H.Mustafa, annesi ise Fidan'dı. Şeyh Gazail Baba diye bilinen babası, Gazail Camiinde medfundur ve türbesi ziyaretgâhtır. Nureddin, Şemseddin, Necmeddin ve Rabia isimli kardeşleri vardır. Fidan ve İhsan isminde iki çocuğu vardır. Kardeşi Rabia Hanım Abdülmecid Nursî ile evlendiği zaman, Bediüzzaman'la tanışmaları ve irtibatları olmuştu. Şehabeddin

Özer

şirpençe

hastalığından

rahatsızlanınca, Ergani'den Diyarbakır'a getirilişinin ikinci günü 3 Ağustos 1943'te vefat etti. Diyarbakır Mardinkapı, Soylu Mehmed Düzlüğü kabristanına defnedildi. Bir mektubun yazılış sebebi Barla Lâhikası'nda bulunan bir mektup "Hulûsi Beye hitaptır" tarzında takdim edilmekte ve bu kısa mektubu "evvelâ" ve "saniyen" şeklinde iki kısım halinde okumaktayız. Mektubun "evvelâ" diye takdim edilen kısmının izahını yazmak istiyoruz: Aziz sıddık, muhlis kardeşim, "Evvela: Biraderzadem Halil Naci'nin dünyevî musibeti beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu da kurtarsın, size de sabır ve tahammül ihsan eylesin, âmin. Nurun eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz fani vaziyetleri karşısında telaş etmez, mağlup olmaz inşaallah" 21 Mart 1947 tarihinde Sarıkamış'tan "Baban Hulusi" imzasıyla yazılan mektupta, albay Hulusi Yahyagil, oğlu Halil Naci'ye hitaben şunları yazıyordu: 21 Mart 1947 Sarıkamış Naci, Yakup Beyin ve Bedia'nın 14 Mart tarihli mektuplarıyla

gönderilen senin yazdığın mektubu aldım. Bundan evvelki mektubundan müteselli olmuştum. Bu defa Bedia'nın senden daha metin yazısı beni çok memnun etti. Allah bizleri terbiyeye memur ettiği, sana gelen musibeti habersiz defetmekle nihayetsiz kerem, rahmet ve gayetini sür'atle tecelli ettirmiş, âmin. Maddi ve mânevi delillerin mahiyeti ve kanun nazarında kıymetini bilemiyorum. Cebaneti bırak, cesur ol, üzüntüyü terk et, sabûr ol. Belâ vereni bul, mütevekkil ol. Duâ ile, niyaz ile rahmet-i İlâhiyenin kapısını çal, korkulardan emin ol. Seni Hazret-i Yusuf'un makamı olan bugünkü hayatın müteessir etmesin, Yusuf Aleyhisselâmın ruhuna hergün bir Fatiha üç ihlâs oku, o mahpusların pîri peygamberin huzurunu bulup sâkin ol. Maddi ve mânevi derslere şifâ olan şu sâlâvât-ı şerifeye dâim ol... Bu salavât-ı şerifeyi okuyamazsan Yakup Bey sana öğretsin, yeni yazı ile yaz, oku. Maddi esbaba hadlerinden ve haklarından ziyade kıymet vermediğim için esbaba da öyle perde nazarıyla bakıyor, perde arkasında sebepleri kendi izzet ve azametine perde etmiş olan Kerîm ve Rahîm Allah'a ben de ve senin musibetinle musibete uğrayanların hepsi de, duâ ile niyaz ile ilticadayız, kıymetli ve nurânî zevât da duâda bulundular, sen de böyle yap. Maddî esbabı da Allah'a dayanmak şartiyle kuvvetli tut, muvaffakiyet Allah'dandır. Gözlerinden öper, Allah'ın Hafiz ismine emanet ederim oğlum. Baban Hulûsi"

Üstad Said Nursî'den Hulusi Bey'e gelen mektup Sevgili kardaşım, seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr etmek için değil, çünkü fahr ise ucup ve riyaya medardır. Belki, sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki; sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hatta diyebilirim ki; kader-i İlâhî, beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda, iman-ı tahkikinin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir. Ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikiyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinat olur ki, şuursuz olarak avam-ı mü'minin, o iman-ı tahkiki sahibinin kuvvet-i imanına istinat ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalâletlere karşı dayanırlar. işte böyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakka yüzbinler şükrediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaif omuzum ağırlıktan kurtulup, ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum, size takdirkârâne ve minnettarâne bakıyor ve mes'uliyetten kurtulan kalbim de, muvaffakiyetinize dua ediyor. Ve icra-i vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da, sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah niyet-i hâliseniz benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka bir kaç noktayı size beyan ediyorum: Evvelen; yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım, 'Gördüğüm hakikat acaba hakikat

mıdır?' diye sormuyorum. Belki, 'Hakikata açılan yol acaba umuma yol olabilir mi?' diye soruyorum.Çünkü umumun telâkkisini sizin kadar bilmiyorum. Saniyen: Misafir Müftiye ve Şeyh Mustafa'ya size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzâdem olan o Müftünün oğluna deyiniz ki: Benim tarafımdan âhiret kardaşım ve Kur'ân hizmetinde arkadaşım ve meşreben celâlli olan pederine yazsın. Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki; beraber götürdüğü envar-ı Kur'âniyenin sûhulet-i intişarları için irşat ve nasihatinde "Ve kûlâ lehû kavlen leyyinen" âyetindeki lûtf-ü irşadı kendine rehben etsin. .................. Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için, Hanefi ulemesanın kavillerini ve ehadisin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet mes'elesinde kabûl-ü ammeyi ihsas eden, âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir. Birinci sualiniz: Eğer Kur'ân okunurken, (Okunan Kur'ân) namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur'an müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyet olmayan, ruh kulağı ile dinleyen adam, kıbleye karşı teveccüh etse ve

cismanî kulağı ile dinleyen adam okuyana karşı teveccüh etse evlâdır. İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına niyyetine göre efdaliyet tahavvül eder.

ve

okuyanın

Üçüncü sualiniz: Üç ihlâs bir fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan, ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir. Dördüncü sualiniz: (Allahümme entesselâmü ve minkesselâmü tebarekte ya zel-celâli vel-ikram) kelâmını, değil yalnız müezzin, herbir musalli, herbir namazın selâmından sonra söylemesi Şafiice sünnettir. Hanefice dahi, müezzin için, her namazda sünnet olması gerektir. Umum ihvanlara selâm ve bayramlarımızı tebrik ediyorum. Âhiret kardaşınız Said Nursî Said Nursî'den Hulusi Bey'e gelen mektup Bismihi Sübhanehû Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi-hamdihi Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü ebeden daimen. Aziz, Sıddık, Muhlis, Kardaşım; Evvelâ, biraderzâdemin, Halil Naci'nin dünyevî musibeti

beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu kurtarsın. Size de sabr ü tahammül ihsan eylesin. Amin... Nur'un eskiden beri hiç sarsılmayan, muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fani vaziyetleri karşısında telâş etmez, mağlûp olmaz. İnşaallah.. Saniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazreti Şeyh Muhammed el-Küfrevî (Kuddise Sırrıhu) nın hülefasından, alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide Nurlarla alâkadar, senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakiyetlerine dua ederiz. Elbaki Hüvelbaki Hasta Kardaşınız Said Nursî Üstad Said Nursî'den Hulusi Beye: Gayyur, ciddî, halis ve muhlis, âhiret kardaşım; Evvelen: Size Otuzikinci Söz'ün ikinci mevkıfını gönderdim. Dikkat ile okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatalar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazin bir kalb ile yazıldığı için, içinde müşevveşiyet bulunacaktır. Saniyen: Muvakkat bir fütur, bir tenbellik sizde arız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyanından gelen

ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluktan neş'et eden ve müstemi'lerin kalbleri, işlere teveccüh etmelerinden tevellüt eden, rehavet ve füturdan başka, meyânımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtası ile, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in'ikası ve sirayet etmesi mümkündür. Merhum Abdurrahman'ın vefatını zamanında bilmediğim halde o münasebet-i ruhiye ciheti ile fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in'ikasat vardır. Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin; biri, kardeşim Hulusi Beyin vazifesini, biri de evlâd-ı manevîyem ve biraderzâdem ve bir deha-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman'ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir varisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra, yazı ve Sözleri, hocanın yazısı diye tutma. Kendi malın ve sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendiye söyle ki; o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesi ile mükellef olduğunu bilsin. Salisen: Otuzüçüncü Söz'den başka, Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer'an çok mübarek, bu otuz üç adetten, bazı esbaba binaen geçmeyeceğim, hem de hakaik-ı esasiye-i Kur'âniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarı ile yazılmıştır. Ümid ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devası, içinde var demeyeceğim,

fakat mühlik dertlerin ağlep devası yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını kıymettar bir ibadet olan tefekkür nevinde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi envar-ı imandan ve marifetullahtan tasavvur ediniz ki, usanç vermesin. Hem sizde ve müstemi'înde iştiyak olduğu zaman okuyunz. Bâki selâm ve dua. Kardeşiniz SAİD *** Hulusi Yahyagil rahmetlinin uzun ömrü baştan sona fazilet levhaları halinde parlamaktadır. Üstad Bediüzzaman'la bazı tevafukları vardır. Üstad henüz bir çocukken son dersini Muhammed Küfrevî Hazretlrinden almıştı. Bu dersten az bir zaman sonra Küfrevî Hazretleri rahmete kavuşmuştu. Albay İbrahim Yahyagil ise; önceleri Muhammed Küfrevî Hazretlerine bağlıydı. Bu maneviyat rehberinin talebe halifelerinden Alvarlı Muhammet Efendiye irtibatları vardı. Muhammed Küfrevî Hazretleri Nakşi şeyhî Muhammed Küfrevî Siirt'in Küfre köyünde 1775'te dünyaya geldi. Kendisine "kutup" ünvanı verildi. Genç Said henüz talebelik yıllarında, Muhammed Küfrevî'nin ilim ve irfanından feyiz aldı. Bediüzzaman ilim-iman yolundaki son dersini de Muhammed Küfrevî'den almıştı.

Muhammed Küfrevî Nakşî şeyhlerindendi. İsim ve şöhreti her tarafa, bu arada İstanbul'a kadar yayılmıştı. 1898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında vefat ettiği zaman, Sultan Abdülhamid Han Bitlis'e İtalyan mimarlar getirterek, onun için bir türbe yaptırmıştı. Bediüzzaman Bitlis'te on sekiz yaşlarındayken, bir gün birisi, Bitlis Şeyhlerinden Muhammed Küfrevî'nin kendisine beddua ettiğini yalandan söylemişti. Genç Said bunun üzerine Şeyhi ziyarete gitti. Dergâhına vardığı zaman, Muhammed Küfrevî genç Saide iltifatta bulundu. Kendisine teberrüken ezberden ders verdi. Genç Said'in aldığı son ders Bediüzzaman'ın biraderzâdesi Abdurrahman Nursî'nin yazdığı Tarihçe-i Hayatta belirttiğine göre, Bitlis'in büyük âlimi Muhammed Küfrevî'nin Genç Said'e teberrüken verdiği en son dersi... Meali: "Eşyaların miktarlarını kudretiyle takdir eden, şekilleri hikmetiyle suretlendiren, Allah'a hamd ü senâlar olsun. "Peygamberlik dairesinin çemberi olan Hz. Peygamber, nübüvvet ve cömertlik kisvesinde olan ehl-i beytine, feleklerin üstünde yıldızlar döndükçe yerin etrafında bulutlar gezdiği müddetçe yani kıyamete kadar Hz. Muhammed'e (a.s.m.) salât ü selâm olsun." ***

Genç Said bir gün rüyasında Muhammed Küfrevî'yi gördü. Küfrevî genç Said'e hitaben, Molla Said! Gel, beni ziyaret et, artık gideceğim!" dedi. Bu hitap üzerine genç Said hemen gidip, Küfrevî'yi ziyaret etti. Küfrevî'nin uçup gittiğini görünce de uyandı. Saatine baktığı zaman vaktin gece yarısı olduğunu gördü. Sabah olduğu vakit Muhammet Küfrevî'nin evinden matem seslerinin geldiğini duydu. Doğru Küfrevî'nin evine gitti. Küfrevî'nin gece vefat ettiğini söylediler. Hulusî Beyle Alvarlı'nın irtibatı Risale-i Nur'un ilk talebesi Albay Hulûsi Yahyagil, Üstada talebe olmazdan önce, Muhammed Küfrevî'ye bağlı olduğunu Barla Lâhikası'ndaki bir mektubunda şöyle ifade etmektedir: "Taharrî-i hakikat ile ömür geçirirken, mukadderat bu âsi biçareyi de beş sene evvel Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden Muhammed Küfrevî Hazretlerine doğru açılan tarik-i Nakşibendîye idhal eylemişti." Daha sonraki yıllarda Albay Hulûsi Beyin, Muhammed Küfrevî'nin halife ve talebelerinden Erzurum-Alvarlı Hacı Muhammet Efendiyle mektuplaşmaları ve muarefesi oldu. Alvarlı Muhammed Efendi, Albay Hulûsi Beye hitaben "Enver-ı dü dîdem, birader-i ber güzidem... Halde haldaşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım..." derken bir şiirinde ise şunları ifade ediyordu:

Hamdülillah nur-ı tevhid yâr-ı garındır senin "Nur-u tevhid, nur-u didem, dilde yarındır senin." Alvarlı Hacı Muhammed Lütfi Efendi, Osmanlıca olarak neşredilen divanındaki bir şiirinde de, Albay Hulûsi Yahyagil'in üstadı Bediüzzaman Said Nursî'den şu mısrasında bahsetmektedir: Emrolduğu gibi itaat eyler Ehl-i tevhid olan cana can kurban Huzur-u kalble eyler niyazı Ehl-i tevhid olan cana can kurban Kur'ân emriyledir her harekâtı Ehl-i tevhid olan cana can kurban Cenab-ı Allah'tan diler kavmini Ehl-i tevhid olan cana can kurban. Muhabbetullahtır dilde iradı Ehl-i tevhid olan cana can kurban Tevhid eder her dem ezelde Said Ehl-i tevhid olan cana can kurban Ehl-i hayâ lâyık olur gufrana Ehl-i tevhid olan cana can kurban "Gözünde, gönlünde tavf-ı Rabbanî." Bahsimizi Barla Lâhikası'ndaki, Albay Hulûsi Yahyagil'e

hitaben yazılan bağlayalım:

kısa

mektubun

"Saniyen"

kısmıyla

"Silsile-i ilmiyede bana en son ve mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren Hazret-i Şeyh Muhammed el-Küfrevî'nin (Kuddise sırruh) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide Nur'larla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakiyetlerine dua ederiz." Alvarlı Muhammed Efendi bir manzumesinde Hulusi Bey için şöyle yazıyordu: Halde haldaşım, yolda yoldaşım, dinde kardaşım, Hulusi Efendi. Hamdülillah nur-u tevhid yâr-ı garındır senin Nur-u tevhid, nur-i didem, dilde yârındırsenin Rahmanürrahman ez ezelde tâ beebed ihsan-ı Hak Mahz-ı fadlından Hüda'ya baki varındır senin Bir kerimdir, bir Rahimdir, bir Hakimdir Zülcelâl Kerem-i fadl-ı İlahi yâr-ı garındır senin Nice hamd etmek gerektir Lütfiya bu nimete Gübâr-ı kadem-i canan müşk-ü bârındır senin." Bediüzzaman'ın selâmını kendisine tebliğ eden Hulusi Beye yazdığı mektupla şunları ifade ediyordu: Biinayetillahi Teâla meyan-ı ümmet-i Muhammed'de

şem'a-i Hidayet nurunu füruzan eden, bir zât-ı âli kadrın huzur-u saadetine nam-ı kemteranemi tahrir ile tezekkürde bulunduğunuza ve hüsn-ü himmetlerini celb ve selâmlarını tebliğiniz kıymet-i dünya ve mafiha olan eşyadan değerlidir. Ol zat-ı âlikadrin himmetlerinin istirhamında bir bende-i âciz ve müznib-i kemterim. Ol babta himmetlerine havale. Esselam ey sema-i nur-u hidayet esselam. Esselam ey matla-i saadet esselam. *** Muhammed Lütfi Efendi, yine yazdığı bir şiirle Hulusi Beye şöyle hitap ediyordu: Gülbini tevhidde goca-i hemrâh Hulusi Efendi kardaş! Nur-u tevhid ile dilde dilârâ bir Haknümâ zata olmuşsun yoldaş Tuttuğun dâmeni elden bırakma İlm-i ledündane olmuşsun sırdaş Kerem-i kerime ve mazhariyet Bir kadr-i vâlâyâ olduğun haldaş Hamd eyle Mevlaya ruberzemin Ol nâehle esrarı eyleme sen fâş" *** Envar-ı didem birader-i ber güzidem Hulusi Efendi

Badesselâm veddua eazzekellah fıddareyn Haste dilânın derdine derman eder Allah Allah diyenin afvine ferman eder Allah Her kimdir der-i dergah-i İlâhide sâil Sıdk ile yapışanlara ihsan eder Allah Âşık ile maşuk bazarı bizlere mektûm *** İsmail'i suretâ kurban eder Allah Hâfız ism-i şerifine olan mazhar efendina Kerem-i kerimi gözle açar hurşidveşmana Bu kanunu ezelidir belâ ehl-i gunce-i rânâ Hüdâ dostlarını dâim belâya mübtelâ eyler Belânın âhiri baldır hayat-ı ebedî cânâ Belâ ile bulan buldu, velâyı her dü âlemde." İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi, sohbetlerimizde Alvarlı Hoca Efendi merhumun nasihatlarını şiir halinde ifade ettiğini bizlere anlatmıştı. Son senelerde Alvarlı'nın şiirlerinin bir arada yayınlandığını da görmüştüm. Erzurum'un Pasinler kazasına bağlı Alvar köyünde, uzun yıllar İslâmiyete hizmet etti ve 1955 yılında doksan yaşlarında vefat etti. Hulusî Beyin şiirleri Rahmetli Nurlu Albayımıza, şiir yazıp yazmadığını

sorduğumda, bazı şiirlerinin olduğunu ifade buyurmuştu. Kaleminden çıkan şu şiirlerinden bahsetmişti. Daha sonraki günlerde bu şiirlerini de tesbit etmek imkânlarını bulmuştuk. Şiirlerinden iki tanesini kıymetli bir yadigâr olarak burada arz ediyorum: Tasvir-i hakikat Bu Nurlara Bismillâh ile girelim ey kardaşlar, Bu sözlere hamdederek başlayalım ey yoldaşlar. Bu bağlara şükrederek biz bakalım ey haldaşlar. Bu gülleri fikrederek koklayalım ey dindanlar. Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler. Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler. Selâm olsun hepinize ey Kur'ân'ın hâdimleri. İkram olsun ruhunuza ey Nurların nâşirleri. Îman dolsun kalbinize ey Sözlerin kâtibleri. Envar dolsun kabrinize ey Nurların şakirtleri. Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler. Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler. Talebelerin üstadına "Said" derler hem adına. Bu ümmetin imdadına "Nursî" me'mur irşadına, Nasihatı ihvanına; "Koşun halkın ıslahına, Nurla gidin yanlarına, dâvet edin ahkâmına." Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler.

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler. Korkmayınız kıl ü kalden Allah sizi kurtaracak. Yılmayınız hücumlardan,. Sözler sizi kurtaracak. Bıkmayınız derd-i gamdan, Nurlar sizi kurtaracak. Çıkmayınız nurlu yoldan, yoktur başka kurtaracak. Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler. Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler. Birlikleri tevhidlidir, yok bunlarda ayrılık. Fikirleri teslimlidir, yok bunlarda gayrılık, Kullukları îmanlıdır, yok bu zümrede azgınlık. A'mâlleri ihlâslıdır, yok işlerinde bozukluk. Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler. Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler. Üstadları yalnız iken, sırren oldu tenevveret, Şakirtleri pek az iken, binler oldu bak ne hikmet? Hâdimleri pek çok iken, Allah verdi Nura nusret. Bu Hulûsî ber-mûr iken, Allah verdi, şükr-ü ni'met. Tullâb-ı Nurun elleriyle kurtulacak çok düşmüşler. Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler. Talebeniz Hulûsî ***

Erzak-ı Hakikat İmânında kemâl olan zulümlerden ürkmez asla İhvanında fena bulan zâlimlerden korkmaz asla Mevcudatta hakkı gören hududundan çıkmaz asla Bu âlemde Nura eren ezvakından doymaz asla Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah Mesâibin cümlesinden ancak Allah kurtarıcı Mehâlikin darbesinden ancak Allah koruyucu Menâhinin küllisinden ancak Allah saklayıcı Meâsinin cemiinden ancak Allah bekleyici Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah Bak dağlara haşmeti gör, bak âsâra kudreti gör Bak bağlara ni'meti gör, bak esrâra hikmeti gör Bak çaylara sür'ati gör, bak ebhâra vüs'ati gör Bak canlara cenneti gör, bak envâra rahmeti gör Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah Derman istersen derdine, gel Kur'an'dan devayı al İmân istersen kalbine, gel Sözlerden safâyı al Bürhan istersen aslına, gel derslerden kimyayı al

Umman istersen zevkine, gel nurlardan mânâyı al Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah Girdik Nurun bahçesine ni'metleri tattık hadsiz Daldık Nurun havzasına elmasları bulduk hadsiz Vardık Nurun çeşmesine kevserleri içtik hadsiz Gitik Nurun ravzasına hikmetleri gördük hadsiz Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah Meslek-i Nur, sâliklere râh-ı hakkı gösteriyor Üstad-ı Nur tâliblere imân yolu öğretiyor Şakird-i Nur, muhtaçlara ihlas-ı zevki belletiyor Nurcu-u muhlis, mü'minlere nurlu Sözler dinletiyor. Her yerde hazırdır Allah, herşeye kadirdir Allah Ne misli var ne naziri, âmennâ elhamdulillah

Hulusi Beyden gelen mektuplar Nurların ilk muhatabına muhatab olmak saadeti Üstad Bediüzzaman'ın ilk muhatab ve talebesi, Emekli Albay İbrahim Hulusi Yahyagil'i tanıyıp, ellerini öperek, dualarını aldığım günlerden itibaren, gerek Elaziz'deki

ziyaretlerimde, gerekse yazdığım mektuplara, bu aziz insan, daima cevaplarıyla, yüksek alakalarıyla, bizleri saadetlere gark ediyordu. Bu mektuplardan bir kaç tanesini burada nakletmek istiyorum. 20 Mayıs 1975 tarihli mektubunda bize cevaben şunları kaleme almıştı: Aziz ve muhterem kardeşim, 3 Mayıs 1975 tarihli yazınıza cevabım geç kaldı. Mazur görmenizi rica ederim. Allah ebeden sizden razı olsun. l. Kamustaki eksiklerin fotokopisine teşekkür ederim. 2. Diğer zevattan sorduğunuz sualleri bu fakire de soruyorsunuz. Aziz Kardeşim, sizin şifahi sorularınıza hiç bir şeyi saklamadan verdiğim cevaplar kâfidir kanaatindeyim. İkinci sualinize derim ki, Said Nursî Hazretleri kendi ifadeleri ile 'Ben şuurum tealluk etmeden istihdam olunuyorum. Siz ise bilerek çalışıyorsunuz.' buyurmuşlardı. Bence o zat sırr-ı İcaz-ı Kur'ân'ı beyana memur edilmiştir. Peygamberimizin (a.s.m.) Efendimizin 'Her yüz sene başında Cenab-ı Hak bu ümmete dinlerini tecdit edecek bir müceddid gönderir' hadisine tam masadak bir memur-u ilahi Üstadımızdır. Onun halen benzerlerini bilemiyorum. Olsa olsa onun ihlaslı şakirtleri olabilir. İhlası benimsemeyenlere hakiki Nur Şakirdi, Kur'an'ın tilmizi denilmez kanaatındayım.

Üçüncü sualiniz, zamanla ahkâm değişir sözünü, dinî ahkâm için geçerli görmüyorum ki, bu suale cevap vermek imkânını bulayım. Son ekmel din gelmiş ve başka din ve Nebi gelmeyecektir. Bizi din-i mübine yaklaştıracak tek çare, Nurlara sarılmak, müşküllerimizi o kevser havuzundan temine gayret etmektir. Dördüncü sorunuza cevabım; Nurculuk değil, Kur'an ve ondan tereşşüh eden Risale-i Nurlara tilmiz olmak. Kur'an-ı Kerimin Hicr Sûresi sekizinci âyet ile beyan buyurulan hıfz-ı İlahinin bir tahakkuk ve tezahürüdür kanaatındayım. Beşinci sualinize cevap: O zatı biz, bu yazının başında açıkladığımız gibi, şuuru taalluk etmeden istihdam olduğuna ilaveten, 'Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikat zamanı değildir' sözünde buluyoruz. Kendisi ehl-i tarik olduğu ve tarikat dersini vermeye de ehil olduğu halde ihlas dersinde buyurduğu gibi şahsiyet-i maneviyeye çok ehemmiyet vermesi ile (Meâlen: Müminler ancak kardeştirler) ferman ve sevgili Peygamberimizin 'Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz' emrine teşvik edilmenin tahakkukuna çalışmıştır kanaatındayım. Zekânız, nâkıs cevabımı itmama yeter. bakmayın. Islâh edebilirsiniz ümidindeyim. Elbaki-Hüvelbaki Uhrevî ihtiyar kardeşiniz

Kusura

Hulusi *** Nurlu Albayımız bu aziz satırlarından kısa bir zaman sonra, 31 Mayıs 1975 tarihli lütufnamesi olan mektubunda ise, bizlere şunları yazıyordu: Aziz Kardeşim, 27 Mayıs 1975 tarihli cevab-ı lütufnamenize cevabım: Bugün Anadolu'nun-Türk milletinin dini ve manevî hayatı tatminkâr mıdır? Sualinize ancak anlayışıma göre cevap vereceğim. Malumunuzdur ki, son ve ekmel din islâm dinidir. Türkler dinlerine sadakatla bağlı oldukları müddetçe, maddeten ve manen terakki etmişlerdir. Tarih bu hakikata şahittir. Fakat asır marîz, unsur yani millet hasta ve aza ve efrat alil olmuş bir durumda, Bu elim hâl, ahkâm-ı Kur'aniye ve sünnetlerin terk ihmali olmuştur da ondandır, dini hayatın zayıflığı. Bu çok ehemmiyetli emrazın (hastalığın) tedavisi için reçete Kur'an'a ittibadır. Din kâfidir. Ancak tecdit ve tamiri lazımdır. Bu mesele için de reçete Risale-i Nur Külliyatıdır. Çünkü onların kaynağı Kur'ân'dır. Daha fazla izaha ihtiyaç yoktur. Kifayetsizliğin telafisine çare de budur kanaatındayım. Nurculuk tabiri yerinde, Risale-i Nur ve Kur'anın

tilmizleri, şakirtleri demekliğimin sebebi: 1957 senesinin Kasım ayının sonunda Emirdağ'ında Üstad Hazretlerini son defa ziyaret etmiştim. Üstad Hazretleri ile bu son görüşmemizde, başbaşa, Mektubat'taki, ikinci mektubta hediyenin kabul edilmemesine dair mektubu kendileri okurken nurculuk tabiri geçince, orada durdular ve 'Şimdi bu tabir çok hoşuma gitmiyor. Çünkü insafsız insanlar ondan başka mana çıkarıyorlar. En iyisi nurculuk yerine, nurların, Kur'ân'ın şakirtleri, tilmizleri denilmeli' buyurmuşlardı. Bu hatıranın hatırına hürmeten biz de nurculuk tabiri yerine şakirt, tilmiz tabirini kullanıyoruz. Cenab-ı Hak, sizler gibi müdakkik, Hakka âşık, sıdka müştak kardeşlerden razı olsun. Adetlerini artırsınn. Âmin. Elbaki Hülvelbaki Mühibb-i Muhlisiniz İbrahim Hulusi. *** Hulusi Bey Ağabeyimiz son mektuplarından birisinde ise şunları beyan ediyordu: Mektubun tarihi. 10 Mart 1980 -Elaziz Muhterem Kardeşim. 20 Şubat 1980 tarihli mektubunuzu melfufen iki

mektupla beraber aldım. Sağ olunuz. İkinci ve Üçüncü mektupların baş taraflarını benden istediğinizi ifadelerinizden anladım. O zamana mahsus yazıları maalesef bulamadım. 1978 Kasım ayında katarattan sağ gözümden ameliyat oldum. Gözlük yardımı ile, zoraki pek az okumak ve yazmak mümkün oluyor. İstediğinizi şimdilik yerine getiremediğim için beni bağışlarsınız ümidindeyim. Gözlerim görme kabiliyetini çok kayıp etti, kulaklarım fazla ağırlaştı. Yardımcısız ekseriya yakınımızdaki camiye bile gidemiyorum. Fakat buna rağmen derslere devam etmeye muvaffak oluyorum. Elhamdülillahi Hazaminfadlı Rabbi. Duacınız Hulusi Yahyagil. Muallim Cûdî ve kasidesi Muhterem Albay İbrahim Hulusi Yahyagil Beyefendi ile mektuplaşmalarımız on yıldan fazla sürmüştü. Üstad Bediüzzaman'ın Barla Lahikası ismindeki mektuplardan meydana gelen eser 1982-83 senelerinde yayınlanmıştı. Nur mektuplarının bu ilk Barla Lahikasında (s.135) rastladığım bir hususu kendilerinden sormuştum. Üstad Bediüzzaman'ın sizin mektubunuza verdiği cevabî

bir Barla mektubunda deniliyor ki: Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir. Cenab-ı Hak o zâtı şefaat-ı Kur'ânâ mazhar etsin. Görmemiştim. Görmesinden memnun oldum. Allah senden razı olsun..." "Bu mektupta geçen Muallim Cudi kimdir, bu zatın yazdığı kaside nasıl bir manzumedir, bu şiiri Üstada ne zaman göndermiştiniz?" Bu aziz ilim-irfan âbidesi, albay ağabeyimize gönderdiğim mektuba bir kaç gün içinde hemen cevap gelmişti. Hulusi Bey, yarım yüz yıl okuduğu, dersinde bulunduğu Nur İkliminin manevî dünyasından bizlere seslenmek iltifatında bulunuyordu. Muallim Cudi Bey'in Kasidesini hemen gönderiyordu. Zannediyorum aziz büyüğümüzün bize son mektubu olmuştu. 24 Mayıs 1984 tarihli mektubuma verdiği cevap şöyleydi: Bilmukabele Ramazan'ınızı tebrik ederiz. Mektubunuzda sorduğunuz meseleye gelince: 1929 senelerinde Ürgüplü Hâfız Necib Efendi ismindeki alay müftülerinden bir dostum 1336 (1920) tarihli Tasvir-i

Efkâr Gazetesi'nde bir kaside göstermişti. Bu manzumeyi ben o zaman okumuştum. Kaside Kur'ân-ı Kerim ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) mevzuluydu. Trabzonlu Muallim Cudi Efendi, merhum Yahya Kemal'in 'Ezansız Semtler' ismindeki bir yazısını okuyunca çok müteessir olmuştu. Bu üzüntüyle, bu kasideyi kaleme almış. Bu şiir tahmin ediyorum 1920 senelerinde neşredilmişti. Üstadı ilk tanıdığım sene, 1929'da Eğirdir'de bulunuyordum. O zaman Eğirdir Dağı'ndaki, Dağ Talimgâhı'ndaydım. Bu kasideyi Barla'daki Üstadıma göndermiştim. Bu güzel kasideyi elli beş sene sonra sana, ekte gönderiyorum. Selâm eder, dualarınızı beklerim. Muhibb-i Muhlisiniz İ.Hulusi Yahyagil Aziz Albayın 1929 senesinde Nurlu Üstada gönderdiği bu kıymetli kasideyi, yazana, gönderenlere, dualara vesile olması niyetiyle, yetmiş sene sonra aynı kasideyi neşrediyoruz: Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Muhammet (a.s.v.) Ümmi âlimdir Muhammed iman ederim ona müebbed

Allame-i mekteb-i ledünni Hayrette bıraktı ins ü cinn Her dilde tekellüm etti Cibril Kim etti tekellüm böyle bir dil Üslub-u Arab yok ol revişte Bir harikuladelik var işte Tebliğde ebleğul beyandır Divan-ı kıdemde tercümandır Cibril-i Emin enisi ruhu Kur'ân'ı mübin lübb ü sünuhu İ'cazına itiraf bahir Kafir ona dense kavl-ı sahir Bir mucizdir, lisan-ı Haktır Hakkaki inanmaya ehakdır. Kur'ân ki kitab-ı kibriyadır Vareste-i şevbe-i riyadır İhlas-ı beyan, lisanı masum Manasını bilmese de mefhum Olmuş ki nücum-ı vahy-i havi Denmiş ona tuhfe-i semavî Her kevkebi müstakil zişan Her âyeti başka başka rehşan.

Bir zikr-i mübarek-i mukaddes Bir ünsü latif ruh-u emles yok gıll u gış anda safi kevser Vechinde lika-yı Hak gülümser Her sehle-i mümteride peyda Bin dürlü serair-i mezaya Bakıldıkça olur nigaha rûşen Hiç gülleri solmayan gülşen Bir nazm-ı beliğ ve nesr-i enfes Ervaha tilaveti safares Kur'an okunurken eyle dikkat Kalbinde eser nesim-i rikkat Tebşir-i sefanuma-yı cennet İnzarı verir cehime heybet Müşriklere harb-i asumandır. İmansıza karşı biemandır. Mafevki beyan o tarz-ı tebyin Eyler hacer olsa kalbi telyin Nur-u azametlerin sedası İlân-ı kemal kibriyası Müminlere şirmi sildiren o Tevhidi tamam bildiren o

Bir kıssayı eyler hikaye Tevhid-i Hüdâdır anda gaye Bir heybet-i Halikane mahsus Her âyet-i hilyedar-ı namus Üslub-u beyanın en rezini Âdâb-ı kelamın en güzini Ezkar-ı Hüdayı etmez ihmal Esma-yı şerife ayni ezyal Ahkam-ı münife gelince Tayin-i vazaif emri dince Allah'a nasıl ise ibadet Ol vecihle eyledi imamet Ebdana taharet etti talim Ervaha nezahet etti tefhim Tevhid-i hüda ile müeyyed Tasdik-i nübüvvet-i Muhammed (s.a.v.) Hakkiyle o seyyidül beşerdir Peygamber-i müteber-i haberdir. Fahşayı, kumarı, hamiri tahrim Etmekle buyurdu aklı takvim Olmaz hele mümine meâkil Hınzır-ı zebine-i heyakil

Men eyledi zulmü, adli kurdu Her yareye kafi merhum urdu Davası şuhud ile müberhen Seyf-i zaferi, cidâli ahsen Bir hasım ile eylese tebarüz Namusuna eylemez tecavüz Haysiyetine riayet eyler Teklif-i rah-ı hidayet eyler İnsaniyet neye muhtaç Hep kuvveden fiile etti ihraç Namusuna dendi kudsi ekber Namusuna numunedir müttehar Piş-i nazara serer semayı Arzeder ukula kibriyayı Ağmaya basar verir ziyası Masmuğ sağırlara sedası Mürsellere verdi sıdk u ismet Tebliğ, fetanet ve emanet Ettikçe menakibi tekerrür Ezhan-ı beşere tenevvür İlmi, ulemayı etti tekrim Cehli, cühelayı kıldı tecrim

Esnamı kırar, kulubü kırmaz İnsanı fena yola çağırmaz Fikr ile cemmadı eyler intak Zikr ile meâdi eyler işrak Terdifi rical eder inası Hakkı ile verir hukuk-u nâsı Eshab-ı cinana vasf-ı ebcal İman ile salihat-ı âmâl Dünyada zuhuru mahz-ı nimet Fahr etsin anınla zat-ı hilkat Dürdane-i lübbüdür vücudun Fevvare-i hubbudur şuhudun Bir hikmete mebni emri nehyi Zannetme heva, lisanı vahyi Bir kul o lisana kadir olamaz Kadir dahi olsa câsir olamaz Hak sevdi onu, o sevdi Hakkı Hubbun o hakiki müstehakkı Akvama muhabbeti eş etti Bir sofraya koydu kardeş etti. Cem etti kabail-i şuubu Bir kıbleye bağladı kulûbu

Mahluk-u Hüda demez, halaknâ Muhtac-ı gıda demez rezaknâ Kalbinde olan mehafetullah Eyler mi hiç iftira alallah Mevlaya muhabbeti müsellem Sallallahü Aleyhi vesellem. *** Trabzonlu Muallim İbrahim Cûdî İstanbul Üniversitesi edebiyat fakültesinde 1967-1971 yıllarında talebelik arkadaşımız ve Nur Talebelerinden Trabzon'lu Hayreddin Gürsoy dedesi merhum Trabzonlu Muallim Cudi Efendi ile alakalı olarak, biyografi şeklindeki ifadelerini şu şekilde kaleme almıştı. Trabzon'un meşhurları içinde başta gelen büyük âlimlerden İbrahim Cûdî Bey, 1863 yılında Arsin ilçesi Yeşilce mahallesinde, halen mevcut olan evde doğmuştur. Babası yine âlim ve fazıl bir zat olan Küçük İbrahimoğlu (Gürsoy) Hacı Mehmed Efendidir. Küçük İbrahimzade İbrahim Cûdî (Gürsoy) Yüksek Medrese tahsili görmüş, devrinin ünlü hocalarından "İcazet" almıştır. Mısır'da iki yıl kalarak Arapçasını daha da ilerleten Cûdi Bey, Farsçayı da çok iyi biliyordu. İbrahim

Cûdî

Divan

edebiyatına

hakkıyla

vâkıf;

muallim, şair, hatip, yazar, ve bilgin bir din adamı idi. İlk görevine henüz 19-20 yaşında iken Ali Naki Efendinin Trabzon'da açtığı Hamidiye Mektebinde Türkçe Öğretmeni olarak başlar. Mısır'dan dönünce İranlıların Trabzon'daki Nâşiri Mektebinde muallimlik ve Müdürlük yapar. Ayrıca Fransız Frerler Okulu, Rum ve Ermeni okullarında Türkçe, Trabzon Lisesinde Arapça ve Farsça, Kız Numune Mektebinde Kompozisyon öğretmenliklerinde çalışmıştır. Cûdî Bey ayrıca birçok vazifeleri deruhte etmiştir. Trabzon Ticaret Mahkemesi âzâlığı ve Reisliği, Trabzon Gazetesi Baş Yazarlığı, Maarrif Meclisi üyelikleri yapmıştır. Trabzon Kültür Hayatının her kademesinde izlerine rastlanan Cûdî Bey Muallimler cemiyetini de ilk kuranlardandır. Cûdî Bey seferberlik yıllarını Ankara Kız Muallim Mektebi hocalığında, Ankara Lisesi Müdürlüğünde geçirir. İstiklâl Harbi yıllarında İbrahim Cûdî Beyi çok ateşli bir hatip olarak görürüz. Ünye'de Millî Mücadele için yazılar yazar, şiirler neşreder. Bu yıllarda dinî ve millî derneklerin başkanlığını da yürüterek Karadeniz Halkını Millî Mücadeleye, istiklale çağırmıştır. İstiklâl Harbi sonrası Trabzon Müftüsü olmuştur. İttihatçıların ve harb sonrası yetkililerin milletvekilliği teklifini kesinlikle kabul etmeyen İbrahim Cûdî kendini ilme ve İslâmi hizmetlere vermiştir.

Cûdî Bey yirminin üzerinde eser vermiştir. 1909 yılında neşrettiği "Esma-ül Hüsna Şerhi" adlı eserinden elde ettiği kazançla bugünkü "Cudibey İlkokulu"nu kurmuştur. En meşhur eserlerinden birisi de Lûgat-ı Cûdî'dir. Bu eserin eskimez yazı ile matbu nûshaları mevcuttur. Tarih sırasına şunlardır:

göre

basılan

başlıca

eserleri

l. Nevâdir-i Nefise (1893) 2. Teshil-i Elifba-yı Osmanî (1896) 3. Kıraat-i Türkiye -I- (1901) 4. El-Kenzü'l Esnâ Fi-Şerh-i Esmâül Hüsna (1909) 5. Ulûm-i Diniye Dersleri (1911) 6. Teshil-i Sarf-i Osmanî (1911) 7. Kıraat-i Türkiye - II - (1911) 8. İlk Tâlim-i kıraat (1911) 9. Tarih-i Enbiya ve İslâm (1912) 10.Küçük Tarih-i Enbiya (1912) ll. Elhaytü'l Ebyar yahut Ramazan Vaizi (1912) Bu eserin 1970 yılında Türkçe Baskısı yapılmıştır. 12.Tâlim-i Kıraat (1923) 13. Rehber-i Avâmil

14. Ettarâif-ü Vezzarâif 15. Lûgad-ı Cûdî Merhum İbrahim Cûdî'nin İstanbul ve Trabzon basınında neşredilmiş yüzlerce yazı, şiir ve makaleleri, ayrıca bir divanı vardır. Cûdî Bey'in merhum Ankara'da bulunduğu yıllarda Hacı Bayram Camiinde yaptığı vaizleri de meşhurdur. Hatta zamanın Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi Hoca haftada bir gün Hacı Bayramda va'z yapmış. Cûdî Bey orada olduğu müddetçe kürsüye çıkmaz ve yerini ona terkedermiş. Ayrıca Cûdî Beyin çok büyük bir âlim olduğunu Diyanet İşleri Reisliği de onun hakkı olduğunu ifade ederek durumu M.Kemal'e intikal ettirmiştir. Kendisine yapılan, Diyanet İşleri Başkanlığı teklifini de kabul etmemiştir. Bu konuda önemli bazı sebebler ileri sürdüğü halen İstanbul'da oturmakta olan oğlu Mehmet Hakkı Cûdî Bey tarafından ifade edilmektedir. Küçük İbrahimzade (Gürsoy) Cûdî Bey siyasi hiçbir partiye girmemiş, muallimliği ilmi çalışmaları mebusluğa ve bazı yüksek mevkilere tercih etmiş, Trabzon Müftüsü iken 12 Nisan 1926 tarihinde Kadir gecesi vefat etmiştir. Cenab-ı Hak rahmet eylesin...

MİLASLI HALİL İBRAHİM (1897-1956) Çiseleyen bahar yağmurunun altında, Milas kabristanında bir hakikat kahramanının temiz ruhuna dualar okuyorduk. Ay-yıldızlı mezar taşı kitabesinde bu şair ve âlim zatın, Hak yolunun yolcusu oluşunun da ifadelerini bulmuştuk: Arz-u hâl için sultana geldim Sâilim, lütf-u ihsana geldim Bildim ki varlık perdedir Hakka Ref edip âni cânana geldim." 1897 yılında dünyaya gelen Halil İbrahim Çöllüoğlu, l Temmuz 1956'da Allah'ın rahmetine kavuşmuştu. Nur risalelerinin, Lem'alar, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Kastamonu Lâhikası ve Emirdağ Lâhikaları'nda şiirleri yazıları bulunmaktadır. İsmi ile müsemmâ olarak kardeşlik ve dostluk mesleğinin mensubu olan bu zâtı Üstad, Emirdağ

mektuplarında şöyle ifade etmektedir: Demir gibi metin ve sarsılmaz "Milâslı Halil ibrahim, hakikaten Risale-i Nur'un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli." Milâs'ta dedelerinden kalma tarihî Çöllüoğlu hanında hancılık ve otelcilik yapan Halil ibrahim Çöllüoğlu, şarklı bir Nur talebesi vasıtasıyla Üstadı ve Nur'ları tanımıştı. Mustafa Ezener, Ahmed Feyzi Kul ve çeşitli kimselere Nur'ları ve Üstadı tanıtıyordu. Ahmed Feyzi Kul Nur'ları tanıdıktan sonra Üstada yazdığı mektubun altını "Aydın müftüsü" diye imzalamıştı. Bu yüzden Eskişehir hapsinde Nur'lardan haberi olmayan, Üstadla alâka ve görüşmesi olmayan Aydın Müftüsü Mustafa Efendiyi de tevkif etmişler. Barla Lâhikası'nda "Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle mütehassır ve nâlan, ahkar-ı mahlûkat: Ahmed Feyzi" diye imzasını atan Ahmed Feyzi Kul'un bu mektubunu Üstad şöyle takdim etmektedir: Yeni mühim bir kardeşimiz müftü Ahmed Feyzi Efendinin fıkrasıdır. "Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zat şahsımı görmemiş, dellâllığım eseri olan risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı Kur'ân'a ait olduğu için kabul ettim."

*** Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun evinde hanımı Naciye Çöllüoğlu'nu ziyaret ettiğimde, zengin kitaplarını ve kendi el yazması şiirlerini yazdığı hatıra defterini bulmuştum. Hatıra defterinde gün gün Eskişehir hapsini ve hadiseyi anlatmaktadır. Emekli yüzbaşı Refet Barutçu'dan dinlediğim, Isparta köylerinde "Ramazan'a aittir" diye Ramazan Risalesi'nin üzerinde yazdığından dolayı Ramazan isimli, hiçbir şeyden habersiz bir köylü vatandaşın da tevkif edilerek Eskişehir'e götürüldüğünü, Çöllüoğlu'nun manzum hatıralarında okumaktayız. Bu elli yıldır hiç el sürülmemiş hatıra defteri, Naciye Çöllüoğlu Hanımın muhafazasında ve Bircan Çelik'in gayretleriyle bize intikal etti. Defterden 19 Ağustos 1935 tarihi taşıyan sayfa "çok büyük bir musibet olan vâkanın küçük bir hatırası" başlığını taşımaktadır. Bu acı günlerin hatırasını birlikte okuyalım: Babamızdan kalma bir eski handa Hancılık işlerdim çoktan beri o zamanda. Bakardım kendi halime, hiç kimsenin işine karışmazdım Hem ibadet, bazan mütalâa, hem de geçinmek için çalışırdım. Severdim bu işleri, zira misafire bakmak hoştur diye

Gerçi ücretle kabul edersem de, bu o zamanda meşrudur diye. Hesabımca hanın bir kısmını ayırmıştım, garip yoksuzlara Ücret almazdım, muavenet ettiğim de olurdu öksüzlere. Hayatımda birçok musibetlere kaldım maruz Bu hepsinden zor geldi, nâçar ona da gerdim göğüs. Pederimin vefatında dört yaşlarında kaldım yetim. O zamandır akıyordu gözyaşlarım düm düm. Uzatmayalım macerayı, 935 senesi, o günkü 26 Nisan'dı İkindi namazını edadan sonra Belen Camiinde biraz kaldımdı. Dışardan geliyordu birkaç ayak sesi Meğer benim camide olduğumu hükûmetin polisi

haber

almış

Nihayet girdi içeri bir bekçi ile bir polis Dediler: "Seni istiyor komiser, yürü tiz" Kalktım camiden, hana uğramadan polisle yürüdüm Boduroğlu mağazasının önünde komiseri gördüm. Dedi: "Haydi bakalım, bir tarafa gideceğiz Bu iş için sizin evi taharrî edeceğiz." Yürüdük iki polis, biri komiser, iki de mahalleden âzâ

İşte ondan itibaren gösterdi kendini kader-i İlâhî olan kaza. Vardık eve, girdik içeri, başladılar, her tarafı arıyorlar Evdekiler telâş ve havfla, bana "Bu nedir?" diyorlar. Aradıkları benden, Bediüzzaman Hazretlerinin risaleleri imiş Zaten gizli olmayan risaleleri bulunca dediler: "Gerisi nerede?" Bu ne iş? Komiserin istihza ile yüzü gülmüştü Çünkü yakalamıştı güya mücrimi. Aldılar risaleleri, beni de götürdüler polis dairesine Dinle artık, sen komser Besim'in hailesine. Dinlememek elde mi, çünkü kabahat çok büyük imiş Bilmiyordum, kitap ve dinî risale okumak kabahatmış. Kendimden geçmiş bir vaziyette düşünüyordum bir nice O halde alaturka saat altı olmuştu gece. Komiser Besim'in ağzından zehir çıkıyordu Mücrim yakalamış gibi dişleri gıcırdıyordu. Mümkün olsa da komsere sormuş olsaydım Bu hükûmetin tesisinde hizmetin nedir?" deseydim

Mutlaka vereceği cevapta epeyce düşünecekti Onu bırak şimdi, o seni hesaba çekecekti. Lâkin birinci komser olan o âlicenap zat Dedi ki: "Müteessir olma Halil, hadi git yat." Zira beni bekliyordu hısım, akraba ve evdeki bacı Dediler: "Nedir bu hal? Nedir bu olan? Nedir bu acı?" Dedim ki: "Bu bir kader-i İlâhîdir eyliyor tecellî Hem su-i niyetim yok, ehemmiyetsizdir" diye ettim tesellî. Ne ise, uzatmayalım, çarşıya çıktım sabaha Bir de baktım, karşıdan geliyor polis Mustafa. Dedi: "Seni istiyorlar, haydi gidelim" Peki, komiser haydut yakalamış, n'delim? Tekrar orada bizden ifade alındı Mektupda ismi geçen arkadaşlar da yakalandı. Zavallıların her birerleri işlerinden getirildiler Onlar da neye uğradıklarını bilemediler. Lâkin beni görünce sövmek istediler Halbuki konuşmaktan da memnu idiler. Artık komiser her birinin ifadesini alıyordu Siz de bu işlere medhaldarsınız" diyordu.

Onların kabahatı bir selâmdan ibaretti Cürümleri Üstada gaibane bir hürmetti. Uğraştılar üç gündüz iki gece ifadelerle Müdde-i umumî valiye haber veriyordu ilâvelerle. Telefonla diyordu "Biz neler yakaladık neler?" Her tarafa veriyordu mübalâğalı şifreler. Verildi istintaka o gün yirmi sekiz Nisan Hayat buldukça neler görüyor insan? Tekrar ifadelerimizi aldı mustantık dairesi Tehdit ediyor, "Cezanız bu değil, daha var gerisi". Dört gün hapishanede kaldık hep beraber Halâsımızı niyet ediyorduk büyük yerden. Milas hapishanesinde bir ikindi vaktiydi Gardiyan Emin Efendi çağırdı, bizlere dedi: Eşya ve para lâzım olur, yanınıza alın Sizi sevk edecekler hazırlanın." Tepeden inme gülle gibi bu söz karşısında Alacağımızı aldık, alamadığımızı havale ettik Milâs çarşısında. Geldi jandarma kumandanı, bizlere bakıyordu Karakol kumandanına büyük bir zincir lâzım" diyordu. Bizler zaten mutî, boynu bükük, o devamla Gardiyan Emin dedi: "Bunlar namuslu insan, olmaz

böyle". Nihayet gece otomobille sevk edilmemizi verdi emir Her birimiz telâş ve havf içinde olduk demir. Hısım, akraba, evlâd, iyalimizle vedalaştık Firkatten kopan bir heyecanla çok ağlaştık. Müsaade edildi, geldi ahbab, yaran Bazısı korkudan gelmediler, lâkin ettiler feveran. O gece durmadan geldik Aydın'a Meğer Aydın denilen yerde koydular zindana. Güçle oradan buldurduk bir otomobil Geldik Nazilli'ye, o gece orada kaldık bil. Doğrudan doğruya varmak üzere Isparta'ya Bir otomobil tuttuk belki ucuzdur diye. Hep beraber Nazilli'den hareketle Denizli'ye geldik Hapishanede misafirkaldık, biraz dinlendik. Tesellî ettiler hapishanede misafirperver arkadaşlar Diyorlar: "Bizim gibi olmayın, bunlar ehemmiyetsiz şeyler." Ramazan isminde olan mahkûmlardan birisi Bize çok hürmet gösterdi, mahcub etti doğrusu. Denizli'den mektup yazdım gönderdim Hareketimizi ve müteessir olmamalarını bildirdim.

Sabah otomobile bindik, hareket ettik Isparta'ya Lâkin jandarmalardan yiyorduk sıpartaya. Diyorlardı: "Nenize lâzım? kılsaydınız beş vakit namaz Eğer dek durmuş olsaydınız kimse size karışmaz." Halbuki biz birşeye karışmamıştık Lâkin bu derdimizi kimlere anlatırdık. Adeta Müslümanca hareketten arkadaşlar korkuyorlardı Zira 163. madde "dinî hassiyatı teşvik etmek" diyordu. Kime ne teşvik edilecek, bilmem ne var ortada Bilmediğimiz bir musibet karşısında yüreğimiz korkuda. Teşvik etmek şöyle dursun, hakkını müdafadan âciz bizler Hiçbir suçumuz yok, lâkin ne olacağımız meçhul, ciğeriniz sızlar. Cuma günü Isparta'ya geldik Denizli'den hareketle Meğer Isparta hapishanesinde varmış bizim gibi bir kitle. Onlardan ilk tanıdığım Asım Bey isminde sahib-i irfan Ne çare, zavallıyı Isparta'ya vermiştik kurban. Sonradan Hüsrev ve Rüştü isminde efendiler Keçeci Mustafa, mahdumu ve Hafız Ahmed, daha

kimler. Dahî saatçı Lütfü ve yüzbaşı Refet Hem bizi tesellî ediyorlar, hem diyorlar: "Nedir bu âfet?" Kısa keselim, etraftan daha toplamışlar sonradan Risale-i Nur'un kahraman talebelerinden Milâslı Halil İbrahim Çöllüoğlu, 1943 yılında Üstadıyla birlikte Denizli Yusufiye medresesinde dokuz ay kalmıştı. Taşköprülü Sadık Bey'in Ilgaz ormanlarının yem yeşil bir köyündeki evinde Halil İbrahim'in şu satırlarını bulup okumuştuk: Aziz sıddık kardeşlerim, İstedim ki siz üç yerde bulunan kardeşlerim, müttefikan üç-dört gün evvel müdafaa etmemek ve işi sürüncemede koymamak için karar vermişsiniz. Çünkü mahkeme bildiğini işliyor. Yalnız Ankara ehl-i vukufunun tasdiki vechile, 'Suçumuz yok, beraatımızı isteriz' diye bir ağızdan söylemek ve icab ederse 'üstadımızın müdafaası umumuza kâfidir' denilse daha iyidir. Yoksa İnebolu ve başkaların istedikleri gibi Hususî müdafaalar iyidir diye karar veriniz. Zaten Ankara'ya gönderilen müdafaalar burada resmen verilmemiştir. Yalnız bir-iki parça verilmiş. Şimdi az bir parça ilâve ile yeni harfle yanımda bulunan bir nüshayı umumunuz namına verilse ve okunması teklif edilse münasip midir? Eğer münasip görürseniz yeniden ilâve edilecek cümleler hem gayet kısa, hem yeni vaziyeti

değiştirecek tarzda size bırakıyorum. Müdafaamın başında bir parça istida vardı. Onu tevzi ve ıslah için İhsan'a ve Ahmed Feyzi'ye ve Âtıf'a ehl-i vukuf raporu cevabını havi bir defterimle gönderdim. Onu onunla tekmil ve ıslah ettik. "Umum Ispartalılar, bütün arkadaşlar Üstadımızın müdafaasını kabul ettiler." Halil İbrahim Ulu Cami imamı ve aşçı Hüseyin Usta Antalya'dan. Beşinci günü Dahiliye Vekilinin geldiğini söylediler Refakatında yüz kadar jandarma varmış" dediler. Vardı hapishanede Milâslı Abdurrahman Merak etmeyin" diye tesellî ederdi bizi her an. Münafıklar hükûmete ihbar etmişler Bizleri mürteci diye ihbar etmişler. Daima niyazımız hasbünallah ve ni'mel vekil Yâ Rabbenâ, bizleri âli eyle, eyleme zelil. Hapishanede arkadaşlar gazete almışlar Hakkımızda tezvirle neler neler yazmışlar. Milâs muhbirlerinden Nihad isminde bir efendi Memlekette irtica var" demekle güya yüze çıkmış kendi. Lâkin Milâs'ı temsil eden hükûmetin emniyetli erleri Derhal takip ettiler o iki gözü körleri.

Tedkik etti vâkıayı içişleri bakanı Demiş ki: "Ayıp etmişler, nerde mürtece hani?" Mürtecinin mânâsını anlamayanlara demiş Mesele zapt vak'asından ibaretmiş. Lâkin bundan tabiî yok bizim haberimiz Gece gündüz derinleşiyor kederimiz. Ne de olsa emir vermiş alâkadarlara Sevk edin bu masum fedakârlara. Isparta hapishane müdürü âni olarak Dedi: "Hazır olun, size burada durmamak gerek." Pür telâş heyecanla eşyalarımızı bağladık Akıbetimiz meçhul, gideceğimiz yeri anlamadık. İkişer ikişer ellerimize vuruldu kelepçe Akıl gitti, fikir perişan, her birimiz bir nice. Benim kelepçe arkadaşı Ramazan isminde biri Meğer o köylünün hiçbir şeyden yokmuş haberi. Yalnız o fakirin ismi Ramazan imiş Cürmü de Ramazan isminde bir risale varmış. Isparta'dan hareketimizde otuz iki kişi idik hepimiz Yüzden fazla jandarma süngüleri arasında, gitti bizden bet beniz. Otomobille sevk edilirken çok acıklı vaziyetimizi Görmek istemezdi, lâkin binlerce halk almıştı

etrafımızı. İyi olmuş" diyen varsa da çoğu kan ağlıyor halkın Çoluk çocuk ve aileler, parçalanıyor kalbi validelerin. Hareket etti otomobil, ağzımızı açmıyor bıçak Her tarafı kapalı, hava almak için bırakmıyor, jandarmalar diyorlar "Yasak" Yolda giderken jandarma kumandanı vicdanlı Ruhî Bey Ellerimizi çözdü, dedi: "Korkmayın, ehemmiyetli değil." Sanki bu sözüyle ellerimizi değil, çözmüştü kalbimizi Diyordu: "Yakında kavuşacaksınız çoluk çocuğunuza." Anladım ki henüz dünyada tükenmemiş iyi kalbli erler Emsalinin teksir ve afiyette daim olmasını gönül diler. Hak kendini memnun etsin, bizleri tesellî etti elhâsıl Kıyas et, ölüme muntazırken bir haber ki hilâf-ı memul. Saat kaçtı bilmem, gece Afyonkarahisar'a geldik Hepimiz ve eşyalarımız otomobilden indirildik. Süngülü jandarmalar arasında ikişer olduk Yürüttüler şimendifere, eşyalarımızı da sırtımıza aldık. Tren hareket etti sabah Eskişehir'de dediler: "İnin"

Lâilâhe illâ Ente Subhaneke innî küntü minezzalimin. Yine etrafımızı ihata etti süngülü jandarmalar, askerler Bizleri görenler diyorlar: "Bunlar mı mürteci?" Halimizi görenler inanmıyorlar gözüne Kalben tekzip ediyorlar muhbirlerin sözüne. Yüksek ruhlu Ruhî Bey anlatıyor Bizi bekleyen kumandanlara, "Yazık olmuş bunlara" diyor. Ankara'da dahi bildireceğim alâkadar makamlara Yazık etmişler müfritler bu millete, bu adamlara." İstasyondan yürüttüler, hapishaneye doğru belli Her birimiz birer sınıf esnaf ve bazımız kelli felli. Hapishane kanununca aranıldı eşyalar ve üzerlerimiz Belki bir çakı bulunur, vak'a çıkarırız, onları üzeriz. Hapisler sorgalmazlar, gardiyanlar çehreleri yıkık Dehşetten dehşete insan olduğumuzdan bıktık. Gönül yorgun, vücut bitkin bir halde düşünürken Bir gardiyanla, bir efendi girdiler koğuşa selâm vermeden.

Niçin oturuyorsunuz, kim var karşınızda?" diye etti tekdir Derhal ayağa kalktık, meğer o hapishanede müdür imiş. Nereli olduğumuzu ve kaç çocuk babası olduğumuzu sordu Bu sualiyle yaralı kalbimize bir ok da o vurdu. Ertesi gün yatmıştım yorgunluktan İçeride fotoğrafçıyla müdürü gördük aralıktan. Dediler: "Dörder dörder fotoğrafınız alınacak" Bir dehşet daha aldı bizi, acaba bu ne olacak? İtidal ile karşılıyoruz gerçi zahiren Molla Mehmed dedi: "Bu iyi bir iş değil galiben." Fotoğrafçı çekti gitti resimleri Müdür geldi, ertesi gün yazdı arkasına isimleri. Aldılar, götürdüler resimleri bilmem nereye Galiba dediler merkez-i hükûmet Ankara'ya. Ne ise, daha etraftan gelen çok oldu Hepimiz yekûnu kırka bâliğ oldu. Muallim Galib Beyle, Şefik Bey gelmişti bir gün Gelenler çoğaldıkça örülüyordu yüreğimiz düğüm. Tığlı oğlu Hakkı mektup yazmıştı Eğridir'den Mektubunda demiş: "Sana gönderdim

dinî

risalelerden." Hıfz etmiştim mektubu, zira yoktu su-i niyetim Meğer hüsn-ü niyetten bazan tevellüd edermiş mesele-i vahîm. Lâkin adalet-i İlahî tecellî eyler, eylersem sabır Bizler böyle birşey görmediğimizden eyliyorduk tehur. Barla'dan vardı Hafız Tevfik'le kardeşi Mesud Mesud men-i mahkeme edildi, Tevfik kaldı meskud. Vardı bir de içimizde kürt Bekir Der idi daima: "Alah versin akıl, fikir." Eğridir'den vardı bir de Hafız Mustafa Hakka teslim olmuş, görürdüm daima pürsefa. O günden beri yatıyoruız, hâlâ netice belli değil Yâ Rabbenâ hasbünallahu ve nimelvekil. Gerçi eskisine nisbetle işimiz biraz hafiflemişti Kırktan yirmi arkadaş men-i mahkeme edilmişti. Ne de olsa var idi bizlerde bir heyecan, bir havf Yâ Hafiyye'l-Eltaf, neccinâ mimmâ nehaf. Yâ Rabbenâ afveyle kusurumuzu, bizleri eyleme nâlân Sevgili Habîbin hakkı için eyleme günahımızla kısas. Bizler günahkâr mücrimiz, hem de müflisiz

Lâkin afv merhametin yanında günahımız pek değersiz. Yâ Rabbî, bizden kulluğuna şâyan olan ef'al sudur eyle Yâ Rabbî, Senden Senin şanına lâyık olan ahval sudur eyle. Furkân-ı Mübînde buyurdun "Vesiat rahmetî" Haberde geldi "Sebekat rahmetî alâ gadabî" Bundan anladı Halil ibrahim derya-yı rahmetini Bîperva ilticaya geldi, göster Lâtif ismi şerifinle merhametini. Rahmet deryasından Lâtif isminin tecellîsini dileyen Halil İbrahim Çöllüoğlu'nun manzum hatırasının l Temmuz 1935 tarihini taşıyan mısraları burada sona ermektedir. Eskişehir mahkemesinin kararı bilâhare verilecekti. Çöllüoğlu'nun 19 Ağustos 1935 tarihini taşıyan satırları ise mahkeme kararından sonra yazılmıştı. Acı günün intibalarını Halil İbrahim Çöllüoğlu şöyle ifade etmektedir: İşte günlerden bir gündü, çağırdılar bize beşer kişi Alelusûl sordular ismimiz, anladık işi. Mahkememiz olacağını söylediler on üç Ağustos Sabırsızlıkla değil, teheyyüçle o günü bekliyor herkes. O gün sabah mahkemesinde, öyleye kadar sordular Öğleden sonra usûlen ifadeleri dinlediler.

Müdafaanızı yapmak için şimdi gelin" dediler "Ayın on dördünde mahkemeye gelirsiniz hep beraber." Ertesi gün oldu, iki jandarma süngüleri arasında Vardık mahkemeye hepimiz maznun sırasında. Arkamızda süngülü jandarmalar, önümüzde ağır ceza mahkemesi Dinliyordu güya her birimizin müdafaasını. Öyle bir mahkemedeyiz ki tarihte emsalsiz bulunur Bin senede ancak bir âleme nasip olur. Gerek ifadeler, gerek mahkeme gizli oluyordu Heyet-i hakime hürmetkârane bulunuyordu. Suçumuz ise kimi kitap okumak, kimi ziyaret, kimi selâm Bunların cürüm olmadığını isbat ediyor Bediüzzaman. Diyordu "Siyasetten çekildim on üç senedir Siyasetle ne alâkası var kitablarımın, bu yapılan nedir? Risalelerimin her bireri yüzer keşfiyat-ı maneviyedir Bunları bir Avrupalı yazsaydı mücâzat yerine edilirdi takdir. Bir akademi heyeti bütün kitaplarımı tedkik etsin Var ise siyasî bir kelime, burdayım, muhalif desin.

Madem ki hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir Madem hükûmet ise cumhuriyetin en geniş şeklini kabul etmiştir. Madem ki hükûmet, dini dünyadan tefrik edip, bîtaraftır Dinsizlere dinsizliklerinden ilişmediği gibi, dindarlara ilişmemek gerektir. Hükûmeti iğfal eden bazı dinsiz komiteler Dindarlara takmak için iki kulp tutuyor o eller. İnkâr edilemez ki kâinatta dinsizler ve dindar Âdem zamanından tâ kıyamete kadar var. Kur'ân-ı Hakimin âyat-ı kat'iyesiyle bin üç yüz senedir milyonlar tefsirler Lizzekeri mislü hazzi'l ünseyeyn" ve "Veliümmühüs südüs" hakaik-ı kudsiyelerde Otuz seneden beri Avrupa feylesoflarının itiraz ve tecavüzü Yaptığım müdafat-ı ilmiyemi, nasıl denir muhaliftir. Beni itham etmek öyle zahir bir garaz ve öyle vehim esassızdır Halkı hükûmet aleyhine teşvik mânasını veren hangi insafsızdır? İyi hasletlerin menşei ve menbaı olan iman asayişi temin eder

İmansızlık kitle-i seciyesizlikle emniyeti ihlâl eder. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeden ve imanın en yüksek erkân-ı azimesinden bahseder Böyle mesail-i kudsiyeden yalnız şeytanlar tevehhüm eder. Risale-i Nur Kur'ân-ı Hakimle bağlanmış bir âb-ı hayattır Kur'ân ise arzı arşa bağlayan cazibe-i umumiye gibi hakikattır. Bu hükûmeti dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen birhükûmet-i İslâmiye biliyorum Beni 'Dini siyasete âlet ediyor' diyenlere 'Siz siyaseti dinsizliğe âlet ediyorsunuz' diyorum. Ben hakaik-i kudsiye-i imaniyeyi Avrupa feylesoflarına müdafaa ediyorum. Dahile bakmıyorum, dahildeki kusura Avrupa'nın hatasıdır diyorum Bizi hayrette bırakan 'Cemiyet ve teşkilât için nerden para alıyorsunuz?' diyorlar. Evvelâ ben soranlara soruyorum: 'Böyle bir cemiyetin bizim tarafımızdan vücuduna hangi emare var?' Başımıza Menemen hadise-i vak'asının bir mevhum taklidini geçirdiler Hem masum millete, hem hükûmete büyük zarar verdirdiler.

Hedefimiz siyaset ve dünya olsaydı, o vakit 120 risalenin 20 noktası yerine binler medar-ı tenkit bulunurdu muhalif. Bin siyasetim olsa hakaik-ı imâniyeye feda ediyorum Lüzumsuz şeylere, tenezzül etmem, mukaddesata yemin ediyorum Düşman bir ecnebinin müdhiş bir adamı bir memlekete gelse onunla temas eden muaheze edilir mi? Bu millete hizmet edenle dostluk gösteren. Hangi maslahata istinaden hangi fikirle? Hakikaten bilmiyorum. Benimle görüşen dost olan müttehimse size ilân ediyorlar. Hükûmetin en sadık meb'us ve vükelâsından binlerce dostum var. Dostluğumla itham olanlardan daha ziyade dost ve münasebettar." Hoca Efendinin bunun gibi ifadesi daha çok, istersen okumak için ara da bul oğul. İşte deliller yerli yerinde, hep mundefi yahu cevamiu'l-kelâm Gerçi alelusûl nezaketle dinlendi ifadeler, bütün hakkınızdaki karar 19 Ağustos 935 verilecektir o gün. Suçumuz anasır-ı cürmiye erkânına gayri cami bulunmakla Kable'l-muhakeme verilmiş kararı, söz yerini bulmuş

olmakla. 65. madde delâletiyle 163. maddeye tevfikan Altışar ay mahkûm edildik reddedildi iddiamız tamamen. Diğer arkadaşlar kimi inkâr, kimi ikrar ettiler Lâkin faide vermedi, hepimizi mahkûm ettiler. Hattâ üç kişinin vardı bir dâvâ vekili Hiç fayda temin etmedi, verdiler yüz elli papeli. Eskişehir mahkemesinde altı aya mahkûm olan Halil İbrahim Çöllüoğlu, hapisten tahliyesine altı ay kala, 1935'in Eylül ayında da "Eskişehir hapishanesinde çıkmama kırk bir gün kalınca karalanmış bir buçuk satır" başlığı altında şu mısralarla şöyle dertleniyordu: Bugün ruhta sükûnet, tende huşunet var Bilmem hasta mıyım, yoksa yine firkat mı var? Beytimin ifade ettiği gibi, Üstaddan ayrılacağımı hatırladıkça firkatten gelen ses: Daha kırk bir gün varken şimdiden başladı Düşündükçe firkat ateşi ciğerimi haşladı. Ah Üstadım, birşey daha var ki, aklıma geliyor Yalnız kalacağınızı düşündükçe yüreğimi deliyor. Gerçi şiir yazmaktan men edilmişken ben Ateş-i hicranla kalbimi edemem teskin, neler desem. Bilirim avf buyurursun bütün hatîamı

Sanki gözlerim göstermiyor kalbimin ifadatını. İştirak ediyor işte benim gönlüm gibi güya Benimle mahzun hemdert oldu cevv-i sema. Ağlasam değil, göz yaşlarımdan seller aksa Hicranımı tarif edemez bütün kalemler yazsa. Süleyman Efendi demişti Mevlid-i Nebevîde dilinden bırakın Gerçi zahiren cennetteyim, lâkin manen yaktı beni firakın. Ben de gerçi hapis içinde nirandeyim Yaklaştıkça ayrılık firkatınla gün be gün hicrandayım. Hiç olmazsa isterdim beraber geçirmek daha üç ay Yahut mümkün olsaydı cezayı paylaşmak bu da muhal. Halil muhal olan şeyi söylemede ne kâr var? Sen derdine yan, ağla, figan et zâr zâr. Bugünleri çok arayacağımı kalbim ediyor tasdik Acaba Üstadım, bu ayrılık devam eder mi mahşere dek? Selâmetle Hak nasip etmez mi, acaba göstermez mi bir dahi? Yoksa bu hasret devam edecek mi uzun böyle yâ ahi? Memleketten çıkarken duymuştum bir türlü firkat Sevinmem lâzım gelirken şimdi tam aksi zuhur etti,

unuttum o hasreti. Anlaşılmaz muamma Hakkın tecellîsi, tehayyir kaldım Bu bahrin mevcindeki hikmetin hallini yine kendine saldım. Bahr-i hakikatten kanmadı atşan olan yüreğim Rabbim muzaffer kılsın, muîni olsun, budur benim dileğim. Ne mutlu o kese ki mevcelendikçe Rahmanın bahri Sefine-i necatta bulunur boyanırlar feyzi, nuru. Bâri bizi unutmasalar tekaddur ettikçe feyz-i bârân Hatırlayın bu fakiri mevcelendikçe feyz-i Rahman. Sahib ol bu günahkâra yâ sahib-i Kemâl Hem imdadıma yetiş, nazar kıl, daima bulmayım zeval. Bahr-i hakikatta nam-nişan istemem. Hakkın rızası kâfi Var olsun Üstadım, himmeti daim olsun yâ Bâki. Yâ Bâkî Entel Bâkî 935 Eylül Halil İbrahim Üstad Milaslı İbrahim'i müdafaa ediyor Eskişehir mahkemesinde Üstad Bediüzzaman, Milâslı

Halil İbrahim'i şöyle müdafaa ediyordu: Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim. Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra bu üç-dört sene evvel kendi işi için Eğirdir'e gelip Barla'da beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi meb'uslara verdiğim ve gösterdiğim risalelerimden bir-iki tanesini vermiştim. Sonra bu adam Kur'ân'a ve imana fazla iştiyakı olduğundan, musırrane benden imanî eserler isteye isteye ve her bir fırsatta bana selâm ve tebrik mektupları samimî gönderdiğinden dayanamadım. Kendime mahsus yazdırdığım risaleleri ona göndermeye mecbur oldum. Fakat başkalarına göstermemek için üzerlerine 'Mahremdir' diye yazıyordum. Hattâ bir mektubunda onun ısrarına karşı kandırmak için 'Çok yerden benden risaleler istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.' Bu mektup da onun ısrarı üzerine bir kandırmaktan ibarettir. Şimdi ben kendi vicdanımla bu zatta iman ve Kur'ân'a karşı iştiyaktan başka bir his bulamadığını ve benim gibi siyasetle hiç alâkası olmadığını ve benim mesleğimden hariç entrikalara kapılmadığını kanaatım geldiğinden, onu da hususî kardaş telâkkî ettim. Kendime has yazılarımı ona da gönderdim. "İşte on sene zarfında Halil İbrahim gibi iki-üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi göndermek elbette, hiçbir cihetle itiraz olamaz. Tesettür risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir. Mesmuatıma göre, 'Onuncu Söz'ün şopoğrafla

yazılmış tetimmesini 'Onuncu Söz' ile beraber yedi sene evvel hanına gelen bir yolcudan almıştır. işte bu adamın benim hakkında tesbit edilmeyen suçumdan ona hakikî bir suç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed gibi bazı adamlara hisse çıkarmak, elbette Eskişehir mahkemesi gibi kuvvetli hüsn-ü adaleti takip eden yüksek bir mahkeme bunu hoş görmez." Mehmed İnce de arkadaşı Halil İbrahim Çöllüoğlu gibi Milâs'ın Hacı İlyas Mahallesinde oturuyordu. Her iki arkadaş, sekiz yıl sonra Üstadlarıyla birlikte Denizli Yusufiye medresesine de gireceklerdi. Üstad, Mehmet İnce'yi müdafaa ediyor Buğday işleriyle uğraşan Mehmed İnce'yi ise Üstadı şöyle müdafaa ediyordu: Benimle münasebeti Halil ibrahim'in güzel yazı ile yazılan bir mektubunun kâtibi kim ise, hattı hoşuma giderek gıyabî ona bir selâm göndermiştim. Hattâ bu tevkifhanede bir ay müddet gördüğüm halde kim olduğunu bilmedim. Münasebetimiz bu kadar. Dostane de selâmlaşmadık. "Yalnız bu zat Halil İbrahim'e mahsus risalelerimi görmüş olabilir. Bu kadar az münasebetle çoluk ve çocuklarını perişan etmek ve üç aydır tevkifhanede sürünmek beni vicdanen çok muazzeb ediyor. Benim yüzümden böyle biçârelerin azap çekmesi bana çok ağır geliyor. Mahkemenin adaletinden isteriz ki: Böyleleri bir an

evvel men-i verilsin."

mahkeme

ile

perişaniyetlerine

hâtime

1897 Milâs doğumlu olan Mehmed İnce 1970 yılından sonra vefat etmişti.

YÜZBAŞI REFET BARUTÇU (1886-1975) Mübarek vatan toprakları üzerinde yüzlerce beldede, sulhceza, ağırceza mahkemelerinde ve savcılıklarda Risale-i Nurları okuyan masum Müslümanlar muhakeme edilirdi. Bu dâvâları hemen hemen tek başına Bekir Berk Edirne'den Van'a koşarak takip ederdi. Bu işler için ehl-i hamiyet kendilerine İstanbul-Beyazıd-Çarşıkapı'da Kiğılı Pasajında, ikinci katta geniş bir daireyi tahsis etmişti. Zannediyorum 1964-1965 senelerinde merhum yüzbaşı Refet Barutçu koynunda bir yığın Üstad Bediüzzaman'dan Nur Mektupları olduğu halde mezkûr daireye gelmişti. Bu mübarek mektupları tek tek, salavat getirerek, dualarla Nur Davalarının yorulmaz avukatı Bekir Berk'e vermişti. Yıllar sonra bu aziz mektuplar yirmi bir parça halinde Barla Lahikaları ismindeki Nur şaheserlerinin mektuplar ve lahikalar kitabında neşredilmişti. Bu Nur yolunun hakikat kahramanı Yüzbaşı Refet Bey, Beşiktaş'taki Vişnezade camisinde imamlık yapıyordu. Sık

sık Süleymaniye semtindeki Kirazlı Mescid Sokak 46 numaralı nur dersanesine gelirdi. Burada bizlere anlattığı hatıraları not olarak yazdığım defterleri bugün bile aziz bir hatıra ve yadigâr olarak saklamaktayım. Belki de "Şâhitler'in Dilinden " gayretimizin ilkini merhum Refet Barutçu Bey teşkil etmektedir. Refet Barutçu'yu dinlerken emekli yüzbaşı Refet Barutçu 1886 senesinde İstanbulBeykoz'da dünyaya gelmişti. Emeklilik günlerinde camiinde imamlık yapmıştı.

Beşiktaş-Dibekçi-Vişnezâde

Üstad Bediüzzaman'la beraber 1935 Eskişehir, 1943 Denizli, 1948 Afyon hapishanelerinde birlikte bulundu. 1975 Şubat başlarında Ankara'da doksan yaşın eşiğinde vefat et. Karşıyaka mezarlığında defnedildi. Emekli Yüzbaşı Merhum Refet Bey'i, on yıl gerek İstanbul'da, gerek Ankara'da müteaddit defalar ziyaret edip, uzun uzun hatıralarını dinlemiştik. Çok tatlı bir anlatışı vardı. Hoş sohbet ve tatlı dilli bir zattı. Doksan yılı bulan uzun bir ömür sürdü. Son yılları yaşlılığın ve hastalığın elemi ile geçti. 1964-65 ders yıllarında Vefa Lisesi günlerimin aydınlık anları Yüzbaşı Refet Barutçu'yu dinlediğim zamanlar olmuştur. 1969 yılınde ise Avukat Bekir Berk Bey'in yazıhanesinde rahmetli Mustafa Polat'la onun hatıralarını uzun uzun

dinlemiştik. Yaşadığı hadiseleri öylesine canlı ve duygulu anlatıyordu ki, insan ister istemez o günleri kendisi ile birlikte yaşıyor. Kendisi yaşıyor ve bize de yaşatıyordu. Burada hep Hz. Mevlana'nın "Yanmayan yakamaz" diye buyurulan ölümsüz vecizesini düşünürdüm. Arada bir titreyen elleriyle gözlüğünü takıyor, çıkarıyor; gayet canlı jest ve mimikle bizi 35-40 yıl evveline götürüyordu. Uzun yılların kırıştırdığı ve iman nuru ile yoğurduğu siması, bembeyaz sakalı, açılan tepesinin etrafındaki pamuk yumağı halindeki saçları onun tam bir Osmanlı Efendisi olduğunu gösteriyordu. Risale-i Nur Refet Beyin gaye-i hayali idi Refet Bey, Kur'ân ve imana hizmet etmeyi hayatının en büyük gayesi sayıyor, bu gayesini şöyle ifade ediyordu: "Bugün Boğaziçinde, Kavaklarda oturan bir genç kendisine Kur'an öğretmemi istese veya Üstadım Bediüzzaman'ın bir küçükrisalesini istese, her gün Beyazıd'tan oraya gider gelirim." Kendisi bu fikirlerini her zaman tatbik eden bir insandı. Bir çok masumların Kur'ân öğrenmesine çalışmıştı. Yine kendisi gibi aramızdan ebediyete intikal eden Dr. Sadullah Nutku'ya da ilk defa Nur Risalelerini veren kendisi idi. Dr. Nutku Beye verdiği Haşir Risalesini kendisine okutarak ve sık sık sual sorarak anlamasını ve nurlardan lezzet ve feyz almasını temin etmişti. Refet Bey eski hatıralarını anlatırken yüz hatları birden

bire değişmişti, şu kulaklarımda çınlıyor:

yakıcı

ve

tesirli

sözleri

hâlâ

"Hayır... hayır. onsuz dünya yaşanmıyor. O gitti gideli dünya yaşanmaya değmiyor. Bizi yetim bıraktı. O gitti bizler öksüz kaldık." Refet Bey şimdi özlediği âleme gitti. Ve dostlarına kavuştu.Başta Resulullah (a.s.m.) bütün sevgililerin bulunduğu diyar... Bahtiyar Refet Bey aramızda ve dünyamızda hoş bir sada bırakarak, arzuladığı sevgililerin beldesine gitti." "Üstad'ı ilk görüşüm" Merhum Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa nerede ve ne zaman gördüğünü sormuştum. Gözlüğünü eline aldı ve başladı anlatmaya: 1921'lerde idi sanıyorum, Beyazıt'ta Yüzbaşı Ziya Beyler beraber sahafları gezerken, Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan pembe kaplı küçük bir kitap gördük. Bu kitabı merakla karıştırdık. Kitap Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını anlatıyordu. İyice hatırlamıyorum, beş kuruş mu ne, verdim ve kitabı satın aldım. O akşam ilk işim bu kitabı okumak oldu. Kitabı okuyup bitirince büyük bir şahsiyetle, kurtarıcı bir ruhla karşı karşıya olduğumu hissettim. Bu hadiseden ne kadar sonra idi bilemiyorum. Yine Ziya Beyle Beyazıd civarına gitmiştik. Ziya bey Diyarbakırlı olduğu için Üstadı işitmiş ve görmek arzu ediyordu. Namaz vakti gitmiştik; biz de namaz için camiye

girdik. Namazdan sonra camide Kur'ân dinliyorduk, bu sırada kulağıma doğru eğilen Ziya Bey 'İşte.... işte...' diye birisini gösteriyordu. 'Kim?' deyince: 'İşte, işte Bediüzzaman' dedi. Gösterdiği tarafa baktım, heybetli bir zat diz üstü oturmuş, ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmiş, huşu içinde okunan Kur'ân'ı dinliyordu. O oturuş, o dinleyiş, ne hâl idi anlayamadım. Hâlâ o tesir altındayım. O an, hayatımın en unutulmaz tatlı bir levhasıdır. Öyle bir dinleyişi vardı ki, saadet asrından gelen Kur'ân sadasını dinliyordu sanki... Kur'ân bitti, ben pür dikkat takip ediyordum. Hattâ şurası da hayretimizi mucip oldu. Yalın ayak namaz kılacakken çizmeleri ile kıldı. Elinde çizmelerin üzerine giydiği lastikler olduğu halde etrafını tetkik ederek camiden çıktı, kapının perdesinin kapanmasıyla gözden kayboldu. Arkasından baka kaldım. "Ben mimi cimi bilmem" Bu hadiseden on yıl geçmişti. 1930 yıllarında idi. Isparta'da şube reisi olan eniştemin yanında bulunuyordum. Her gün kütüphaneye gidiyordum. Medresede okumuş bilgili bir zat olan kütüphanedeki memurla âlimler mevzuunda görüşürken sözü Bediüzzaman'a getirdim. Çok büyük bir âlim olduğunu, kendisini Mütâreke yıllarında tanıdığımı, fakat şimdi nerede olduğunu bilmediğimi ifade ettim. Memur arkadaş Bediüzzaman Hoca Efendi'nin Barla nahiyesinde olduğunu söyleyince heyecanlandım. 'Allah Allah ben o zatı

mütareke yıllarından tanırım, hemen ziyaretine gideyim.' dedim. Bunun üzerine bazıları görüşmenin mümkün olmadığını ifade edince 'Kapısında bu şahısla görüşmek yasaktır yazısı var mı?' dedim. 'Yok' dediler. 'Öyleyse ben giderim.' 'Aman gitme, sonra seni mimlerler' dediler. Bu sözler çok garibime gitmişti. Ne demek istiyorlardı. 'Ben mimi cimi bilmem. Öyle şeylere metelik verenlerden değilim.' O ganiyem ki, bu bazar-ı cihanda feleğe Metelik vermem için bende bozukluk yoktur. dedim. "Ziyaretçileri Üstadla görüştüren Bekir Ağa diye bir zatı buldum. İki at temin etti. Barla'ya doğru yola çıktık. Bağ ve bahçelerden geçerek gidiyorduk. Yollarda köylüler bizim Barla'ya gittiğimizi anlıyor: 'Hoca'ya selam söyleyin' diye bağırıyorlardı. Saatler süren uzun bir at yolculuğundan sonra Barla'ya geldik. Hemen Üstadın evine indik. Bize Üstadın Paşa kayasına (Karakavak) gittiğini söylediler. Hemen ayağımızın tozu ile Paşa Kayasına gittik. Barla'ya yirmi dakikalık bir mesafede, bol suları, bahçeler arasındaki bu mevkide Üstad beyazlar içinde çay pişirmeye çalışıyordu. Hürmetle varıp ellerini öptük. Daha önce ziyaretine gitmeden 1931'de Isparta'dan kendisine mektup yazmıştım. Beyazıd'da ilk defa uzaktan gördüğümü ifade etmiştim. Bana gönderdiği cevabî mektubunda: 'Kardaşım, ben sizi tâ o zamanlarda talebeliğe kabul etmiştim.' diyor; ben mektupta askerliğimden hiç bahsetmediğim halde, bana'Ben sende asker ruhu

görüyorum' diyordu. ilk ziyaretim bu şekilde olmuştu." "Ben sizi uğurlamalıyım" İlk ziyaretini bu şekilde anlatan Refet Bey, bir başka ziyaretini de şöyle ifade ediyordu: "Tenekeci Küçük Mehmet Efendi ile bir de oğlum Bedreddin yanımda olduğu halde Isparta'dan İslam köyüne kadar vasıta ile, oradan da Barla'ya yaya olarak gitmiştik. Ziyaretimiz esnasında konuşurken bizim yaya olarak geldiğimizi anlamıştı. 'Madem bu kardaşlarım benim için yorulmuşlar, ben de alâküllihâl sizi Karaca Ahmed Sultan'a * kadar teşyi etmek mecburiyetindeyim' deyince biz onun nezaketi karşısında mahçup olmuştuk. 'Aman efendim nasıl olur?' dedik. Çok rica ederek bu fikrinden vaz geçirdik. Yoksa bizi Karaca Ahmed'e kadar yolcu edecekti." "Üstad bize çay getiriyordu" Onun bu nezaket ve tevazuunu hayranlıkla anlatan Refet Bey, 1934 senesinde Isparta'da Ada Kahvesi denilen bir mahaldeki bağ içinde iki katlı bir evde bulundukları bir sırada cereyan eden başka bir hatırasını da şöyle anlatıyordu: "Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur Risalelerini yazarak çoğaltıyorduk. Üstad da üst odada idi. Bir ara kapı tıkırdadı ve açıldı. Bir de ne görelim, Üstad Hazretleri elindeki bir çay tepsisinde iki bardak çayla içeri girdi. Biz heyecan ve

mahcubiyetle; 'Aman Üstadım' diye fırlayıp elinden tepsiyi almak istedik, elini kaldırarak 'yo, yo ben size hizmet etmeye mecburum' dedi. Aman Yarabbi bir de mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazü, bu ne nezaket.... Ben bu nezaket ve tevazüyü ne Mekteb-i Âliyede, ne Mekteb-i Harbiyede, ne de ailemde hiçbir yerde görmedim." "Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?" Bu sözleri söyleyen Refet Bey'in kendisi, Osmanlı terbiyesi görmüş bir İstanbul Efendisi idi. "Kur'an hakikatlerinden okuyor ve yazıyorduk. Çok istifade ediyorduk. Bu istifademizi ifade için bir gün kendisine 'Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım ' dedik. O yine yüksek tevazuundan bize cevaben: 'Ben sizi bulmasaydım ne yapardım. Siz beni bulduğunuza bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim' diyordu." "Üstadın namaz kılışı" "Üstad namaz vakitlerini hiç geçirmez, vakit girince hemen namazını eda ederdi. Kendisi namaza dururken biz arkasında çok heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil, 'İlâhi Ya Rab!.. İlâhi Ya Rab!... İlâhi Ya Rab!... Allahu Ekber!' diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, süratle namaza girerdi. Biz arkasında korkardık, ürperirdik." Denizli beraeti Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu Bediüzzamanla birlikte

1935'te Eskişehir, 1943'te Denizli, 948'de de Afyon hapishanelerinde beraber bulunmuş, o acı ve ızdıraplı günleri beraber yaşamıştı. Sonunda masumiyetleri anlaşılınca beraat etmişlerdi. Merhum Yüzbaşı Denizli beraetinden sonra yedek zabit olarak vazife yaptığı birliğe gitmiş, yüzbaşı üniformasını kuşanmış, on beş gün izin almış. İznini resmi elbisesi ile Isparta'nın her tarafını ziyaret edip Nurlardan kimsenin zarar görmediğini ifade ederek kutlamıştı. Eskişehir'e götürmek için Isparta'dan Merhum Üstad Said Nursi ile birlikte yüz yirmi talebesini ikişer ikişer kelepçelemişlerdi. Yüz yirmi kişiye kelepçe kâfi gelmediğinden Sarıklı Antalya Müftüsü Çil Ahmet Efendi ile Bekir Ağayı çamaşır ipiyle bağlamak isteyen çavuşa, muhafız alayından gelen Jandarma subayı Mülazım Ruhi Bey, "Çekil oradan" deyip mani oluyor ve elleri bağlı olmadan götürüyor. Daha sonra da Baladız istasyonunda diğer maznunların da kelepçelerini açarak yola öyle devam ediliyor. Namaz vakitlerinde mola verdiriyor. Yol güzergâhındaki şehirlerden geçerken merkez kumandanlarına ve vazifeli kimseler maznunlar hakkında izahatta bulunarak: "Bunlar masumdur, zulme maruz bırakılmış kimselerdir" şeklinde konuşmalar yapıyor. Bu hatırayı gülerek anlatan Refet Bey, bize Bediüzzaman'ın bir eserinde "Çok çocuk oyuncaklarına şahit olarak gülerek ağladık"ifadesini hatırlatmaktadır. "Ramazan'a ait"

Refet Bey yapılan zulüm ve haksızlıklara misal olarak size bir hatıra anlatayım demiş ve şöyle devam etmişti: Isparta'da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risale ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir' diye bir yazı vardı. islam yazısını okuyamadıkları için kimdir bu Ramazan diye aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey'in köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir hapishanesine yolladılar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendiye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risalesi olduğu anlaşıldı. Mazlum ve masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek 'kardaşım Ramazan hakkını helal et' diye Ramazan'ı teselli ederdi" diyor Refet Barutçu. İhtiyarlar Risalesi'nin yazılışı Merhum Refet Bey 1934'de Isparta'da Nur Risalelerinden İhtiyarlar Risalesinin telifi esnasında Bediüzzaman'ın yanında bulunduğunu söylüyor ve telifi şöyle anlatıyordu: "Biz Üstadımızın yanında iken her zaman kağıt kalemi yanımızda bulundururduk. Bir gün bizi çağırdı ve 'Yirmi altıncı Lem'a ihtiyarlar hakkındadır. Yirmialtı ricayı ihtiva eder. Birinci rica' diye yazdırmaya başladı. Beş altı rica yazdırdı. Öylece kaldı. Aradan bir müddet geçti, bu arada diğer risalelerden bazı parçalar yazıldı. Yine bir gün bizi çağırarak, kaldığı yerden hiç sormadan 'Nerede kalmıştık, biraz okuyun' gibi şeyler

demeden, yine söylemeye başladı. Eserleri ilham-ı ilahi idi Her zaman erkenden yanına, hizmetine gidiyordum. Bir gün biraz geç kalmıştım. Yanına girdiğimde, 'Kardeşim biraz erken gelseydin (yanındaki Kadı Zeynel Efendi'yi göstererek) bu zata verdiğim ders Kader risalesine güzel bir zeyl olurdu' dedi. Onun kadere dair suallerini cevaplamış, kader mevzuunda ona ders vermişti. Biz bütün bunlardan anlıyorduk ki, onun eserleri ilham-ı ilâhi ve sünuhat olarak kalbine doğuyordu. O da ancak o zaman yazdırıyordu. *** "Latin yazısı çıkmazdan az evvel basılan Haşir Risalesi etrafa yayılıyor. Dalkavuk bir adam bu risaleden bir tane alarak valiye götürüyor. Vali, "Tam ne zamandır benim aradığım eserdir' diyerek alıyor." Üstadın ders arkadaşları imamlar Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda bir arkadaşımla ziyarete gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstadımıza şu suali sordum: 'Efendim Risale-i Nur'un bir nüshasında Nakşi Üstadım İmam-ı Rabbanî ve Kadiri Üstadım Şeyh Abdülkadir-i Geylani diyorsunuz. Diğer bir nüshasında Üstadım Kur'an'dır, başka üstadım yoktur, buyuruyorsunuz. Hangisinin doğru olduğunu öğrenmek istiyorum' dedim. ve şu cevabı aldım:

'İmam-ı Rabbani ile Şeyh Abdülkadir-i Geylani eski Said'ieyeni Said(e çeviren Üstadlardır. Bugün Kur'an-ı Hakimin huzurunda ders arkadaşlarımdır' dedi ve meseleyi tamamen anladım. Üstadımızın bu büyük makamının anlaşılması dolayısıyla, sonsuz bir zevk-i manevi ile elini öperek yanından ayrıldım. "Siz cennette yaşıyorsunuz" 1934 senelerinde Isparta'daki evde Hüsrev Efendi ile kalıyorduk. Kapı çalındı. Ben üst kattan baktım. Isparta'nın meşhur zenginlerinden, yaşlı Hacı Patlak diye söylenen bir zat... Ben gelen zatı Üstadımıza haber verdim. Üstad: 'Kardeşim yaşlı bir zat, zahmet etmiş, gelsin. Fakat ruhum sizinle ünsiyet etmiş, yabancı birisiyle beş dakikadan fazla oturamıyorum.' dedi. Ben misafire kapıyı açtım. Üstadımızın kendisini kabul ettiğini, fakat beş dakikadan fazla görüşemediğini, eğer sohbet ederse, görüşmenin devam etmesini, eğer susar konuşmazsa müsaade isteyip ayrılmasını, şayet safa geldin derse o sohbetin bittiğini, ifade ettiğini etraflıca anlattım. Hacı Patlat ise, 'Yok efendim, beş dakika değil, bir dakika bile değil, sadece elini öpeyim o kadar!' demişti. İçeri girdi. Üstad sohbet etmeye başladı. Bir ara 'ben seni fakir kabul ediyorum' buyurdu.[1] Üstad'ın sohbeti bir kaç defa bitti. Susup misafirin

gitmesini bekliyor, gitmeyince yine sohbete mecburiyetle devam ediyordu. Üçümüz de saç ayağı şeklinde oturuyorduk. Saatımı cebimden çıkarıp, Hacı Efendiye doğru tutuyordum. Neden sonra Hacı Patlak Efendi bana doğru bakınca, kalkmasını işaret ettim. Bu işaretimden sonra Hacı Efendi müsaade isteyip ayrıldığı zaman, 'Birader siz cennette yaşıyorsunuz. Onun için bu tatlı, huzurlu, lezzetli ve feyizli halden ayrılamadım' demişti. Üstadın sineklere şefkati "Üstad hayvanlara karşı da çok şefkatliydi. Sinekrleri biz dışarıya kovmaya çalışırken, soğuk diye buna razı olmuyordu. 'Bunların zaten ömrü az kaldı, yarın bunlar ölecekler. Bunlar benim gece arkadaşlarımdır' diyordu. İlaçların sıkılmasını da hiç istemiyordu." "Bize âlim demezler" 1952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için Üstad Bediüzzaman İstanbul'a gelmiş, Sirkeci'de Akşehir Palas'ta kalıyordu. Bir çok tanınmış şahsiyetler Üstadın ziyaretine geliyordu. Bu ziyaretlerden birisine şahit olan Refet Bey bu hatırasını da şöyle anlattı: "Üstad otelin odasına, gelen ziyaretçilerle görüşüp konuşmak için döşeli bir vaziyet verdirmişti. Bir gün Urfa'lı hem vaiz, hem de avukat olan meşhur Mahmud Kâmil Bey ziyaretine gelmişti. Bu zat Beyazıd camiinde haftada bir

gün bir saat ders veriyordu. Cami tıklım tıklım doluyordu. Mahmud Kâmil Bey Üstadın karşısına oturmuştu. Görünüşü çok heybetli, uzun boylu ve müşekkel bir zattı. Sohbet esnasında bir ara Mahmud Kâmil: 'Efendim, ben sizin Van'da bulunduğunuz sırada Urfa'da talebeydim, sizden ilm-i beyan hususunda ders almak istiyordum' dedi. Üstad ona iltifat ederek, 'Ben bu kardeşime ders verecek iktidarda değilim,' deyince o heybetli vücuduyla bir anda yere atlayan Mahmud Bey, Üstadın ayaklarına kapandı. Sonra Üstad: 'Risale-i Nur hepimize ders veriyor, Onun dersini beraber dinleyelim' diyerek orada bulunan bir üniversite talebesine Sözler Mecmuasındaki Hüve Nüktesini okuttu. Bazı yerlerini de kendisi izah etti. Dersten sonra hayretini etrafındakilerden gizleyemeyen Mahmud Bey; 'Bize âlim demezler; işte âlim bu eserin sahibine derler' dedi." Yüzbaşı Refet Barutçu Bey de her fani gibi ebediyete intikal etti. Fakat Onun hizmetleri, hatıraları aramızda daima yaşayacaktır. Toprağa düşen bir tohum gibi, Refet Bey toprağa girdi. Hizmetleri, himmetleri sümbüllendi; çiçek çiçek yeşillendi, nesiller yetiştirdi. Cenab-ı Hakk ruhuna binler rahmet yağdırsın. Refet Barutçu merhumun 1975 Şubat'ında Ankara'da vefatı üzerine Seyfünnur Özcan kardeşimiz "Hüsran'a Cevab" başlığı altında şu mısraları yazıp neşretmişti: Hüsran'a cevap Refet Ağabey'e

Sen böyle bakıp, durmuyorsun dili bağlı İslâmı uyandırmak için haykırıyorsun Gür hisli, gür imanlı beyninle Coşuyorsun artık ümidinle Ey Akif diyorsun: "Haykır kime, lakin? hani sahiplerin yurdun" Sağa da baksan, sola da baksan... Çıktı Nur yolcusu sahibidir yurdun, elleri çıkaracak şüheda, toprağından. *** Feryadının naşını tutarak gömdüğün şiirinden, Bin parçasını çıkardı göğsünden. Seller gibi eninin bu asrı sarmış. Gizli inen yaşın gençliği uyandırmış. Safahat çınlatıyor gök kubbesini. Arıyor gençlik ceddinin sesini. Ey Akif!... Ey şüheda!.. Geliyor kucağına müjdeci yolcular.. Nur yolcusu, Hak yolcusudur bunlar. Nurla binlerce safahat yaşatırlar. Ceylan, Zübeyr, Aliler, Mustafalar. Sadullah ve Refet Ağabeyler Bakın, kafileye katıldılar.

Seyfünnur Özcan TRABZON

Bedreddin Uşaklıgil 1920'de Isparta'ta doğdu. Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu'nun üvey oğludur. Barla Lâhikaları'nda Bediüzzaman'ın Refet Beye yazdığı mektuplarda ismi çok geçmektedir. Emekli lise öğretmenidir. Bediüzzaman'ın, Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu ve yaşadığı devrin üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu yıllar 1926 ile 1934 arasıdır. Bu yıllarda yazdığı mektuplara Barla Lâhikası ismini vermektedir. Bu Barla mektupları nur Üstadın kaleme aldığı yıllardan yarım asır sonra neşriyat sahasına atılmıştır. Barla mektuplarının sonlarında Bediüzzaman'ın Refet Barutçu'ya yazdığı kısımlar bulunmaktadır. Mezkûr mektuplarda Bedreddin Uşaklıgil'in ismi birçok yerlerde geçmektedir. Barla mektuplarının neşrine vesile olanlara binlerce şükran ve minnet duygularıyla bu satırlarımı kaleme almaktayım. "Bedreddin mânevî evladım" Emekli öğretmen Bedreddin Uşaklıgil ziyaretimizde bize şu bilgileri verdi:

kendilerini

Üvey babam Refet Barutçu gençliğinde vazifeli bir subayken, Yemen'e ve Mısır'a gitmiştir. İstanbul merkez komutanlığı da yapmıştır. Otuz dört yaşında, yüzbaşı iken emekli olmuştur. 1933'de Isparta'dan Barla'ya Üstadı ziyaret için beraber gitmiştik. Barla'ya annemin babası Hacı İbrahim, babam (Refet Barutçu) ve ben beraber gittik. Yolda göle girdik. Atla gitmiştik. Bedre ve İlema üstünden Barla'ya varmıştık. Üstad 'On iki tane evlâd-ı manevim var, Bedreddin on üçüncü oldu' diye bana iltifat ve alâka gösteriyordu. O zamanlar on üç yaşlarındaydım. Dedem 'Yaşı da on üç' deyince Üstad tebessüm mederek, 'Belî belî, tevafuk etti' diye konuştu. Akşam yatsı arası hiç konuşmuyordu, camide dua ediyordu. Barla'da üç gün kadar kalmıştık. Kırda buluştuğumuz da olmuştu. Kapının arkasında bir zenbil vardı, 'Bedreddin acıkmıştır' diye ekmek, zeytin verirlerdi. 1934'te Isparta'da Şükrü Efendinin köşkünde kalıyordu. Bazan Şükrü Efendinin evine yemek götürürdüm. İkindiden evvel bisikletle yemeği götürdüğüm zaman Üstad bana, 'Annene söyle, baban haksızdır, annen haklıdır' dedi. Oradaki babama 'Değil mi, Refet?' dedi, babam da 'Evet' diye cevap verdi.Sonra durumu anneme söyledim. Isparta'daki tümen kumandanı Rüştü Paşa pederin sınıf arkadaşıydı. Eskişehir hadisesinde gelen kuvvetlere ve askerlere hayret etti. 'Biz buradayız, neden geliyorlar bunlar?' dedi. Çeşitli dedikodular oldu. Acıklı bir şekilde Eskişehir'e gittiler. Babam Refet Barutçu Eskişehir

hapsinde altı ay kaldı. Üstad hediyemi kabul etmedi 1952 senesinde Üstad İstanbul'da Akşehir Palas Otelinde kalıyordu. Babamla ziyaretine gidecektik. Ben Üstada hediye olarak bir havlu aldım. Babam 'Üstad hediye kabul etmez, neden aldın?' diye itiraz etti. Ben de cevaben, 'Ben Üstadın evlâdıyım, benimkini kabul eder' dedim. Fakat peder yine itiraz edip kabul etmedi. 'Ben şimdi hoca oldum, alacağım' dedim ve aldım. Akşehir Palas'taki ziyaretimizde ben Üstada 'Siz Barla'da beni manevi evlât olarak kabul etmiştiniz; ben şimdi muallim oldum, size bir havlu getirdim' dedim. Üstad 'Belî, belî' diyerek havluyu aldı ve kendi havlusunu verdi. Havluları değiştirdik. Ayrıca bana yirmi beş kuruş da verdi. Çıktığımızda babam 'Yarısını bana ver' dedi, ben 'Hayır, olmaz' dedim, vermedim. "Babam 1931'de annemle evlenmişti. 1932'de ise Isparta'ya gelmiştik."

HAFIZ ALİ EFENDİ (İSLÂMKÖYLÜ) Nur Risalelerinin şehid kahramanı Hafız Ali 1313 (1898')'de İslamköy'ünde dünyaya geldi. 1944 sensinde ise Denizli'de ebediye göçtü. 17 Mart 1944'de kaldırıldığı hastahanede Üstad'ına bedel kendini feda etmişti. Denizli'nin yetiştirdiği aziz Nur talebelerinden birisi olan Hasan Feyzi Yüreğil merhum, bu mübarek Nur Talebesinin kabrini ziyaretten sonra hislerini şöyle ifade etmişti: Şehid-i mağfur Hâfız Ali Efendi'nin kabr-i şerifini ziyaret : Ey nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver Bu medfen-i pâkin ola ruhun gibi enver. Ey ölmeyen, ey fidye-iüstad-ı mübarek Razı ola Allah Teâlâ ve tebarek Gönderdi selâm, bak sana Hazret-i Üstad

Hem ruh-u azizi dedi her dem ola dilşâd Kur'an-ı Kerim uğruna fanideki hizmet Bahş eyledi şimdi sana sonsuz ebediyyet Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler Her gün sunuyor ruhun için arşa dilek Bu makbereler fahredecek haşre kadar hep Emvata okut nüsha-i enver, aç yine mektep Ey menba-i envar ve ey hafız-ı esrar Ey canını canana veren zat-ı fedakâr Hafız diye ben namını duydum o huzurda Medhin okunur hem de bugün meclis-i nurda Sun kevser-i safi, bize sensin yine saki Bahş eylemiş Allah sana bir âlem-i baki Sormam sana bir şey ne bugünden ne de dünden "Bir nokta okut sen bize esrar-ı ledünden" İslâmköy'ü kendi köyü olan Nurs'la bir tutan Bediüzzaman, bu beldeye ve oralı Nur Talebelerine çok iltifat ve alâka gösteriyordu. Mukaddes Kur'ân hizmetinin "Nur Fabrikası"da İslâmköy'de kurulmuştu. Bu fabrikanın sahibi ise Hafız Ali merhumdu. Aziz hatırasını rahmet ve fatihalarla anmaktayız. Denizli

Hapishanesinde

mevkuf

iken vefat eden

Merhum Hafız Ali'nin Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde söylediği ifadesidir. Efendim. Ben Isparta hakim ve müddeiumumiliğinde hak ve hakikatın bütün bütün aksine olarak Risale-i Nur'a karşı asılsız bir ittiham gördüğümden Risale-i Nur'dan kaçmak değil; belki o ittihamdan çekinmek için sordukları suallere 'Ben değilim' dedim. Hatta o Müddeiumumi kanunsuz bana yemin vererek 'Risale-i Nur'da yazılı Hafız Ali sen değil misin?' dedi. Sükût edip yemin etmediğim halde sorgu hakimliğinde hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan âli bir vicdan hissettiğimden adalet ve hakikatın tecelli edeceğini ümit edip 'Risale-i Nur'da yazılı Hafız Ali benim' dedim. Ben Risale-i Nur'u hakaik-i imaniye ve Kur'âniye ve kevniyeyi kat'i bürhanlarla izah edip insanların yüzünü âhirete çeviren, dünyadan ziyade âhireti sevdiren mukaddes bir eser bulup ondan binlerce menfaat görmüşüm. Garibdir ki: Bu sır iddianamede keşfedilip dünyayı unutturacak derecede telkinat-ı diniye verilmiş diye yazılı olduğu halde hem siyasî cemiyetçi, hem tarikatçı, hem de halkı hükûmet aleyhine teşvik ediyorlar diye olan ittihamlarla nasıl kabil-i te'lifdir. Evet ben, Risale-i Nur'un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım Said-i Nursi'nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf biliyorum.

Ben ne Risale-i Nur'da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def'a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifadelerinden benim gibi olduklarını da anladım. İşte böyle sırf âhireti için Kur'an'ın İcaz-ı Manevisinden gelen Risale-i Nur'u okuyup kendi istifadesinde çalışan bir ehl-i Kur'ân ve ehl-i âhireti cezalandıracak bir kanun tasavvur etmediğim gibi ittiham edildiğim siyasî cemiyetçilik ve tarikatçılık ve halkı hükûmet aleyhine teşvik etmek gibi suçlar ile hiç bir alâkam olmadığından yüksek mahkemenizden beraatimi isterim.

HÜSREV ALTINBAŞAK 1899'de Isparta'da doğdu. 1977'de İstanbul'da vefat etti. Bediüzzaman'la birlikte, Eskişehir, Denizli ve Afyon hapislerinde beraber bulundu. Görüşmek değilmiş

kısmet

Hüsrev Altınbaşak'ı müteaddit defalar ziyaret edip, görüşme teşebbüslerinde bulunduğum halde, görüşememiştik. Daha doğrusu kabul etmemişti, reddetmişlerdi. "Yazdığım Kur'ân çıktığı zaman ilerde görüşürüz" diye tehir etmişti. Demek kısmet değilmiş. Son olarak vefatından tam on beş gün önce, yine Kanarya yokuşlarını tırmanarak, Hayrat Vakfına gidip,

görüşmek ve hatıralarını tesbit etmek istemiştim. Olmadı, olamadı. Hayrat Vakfının merdivenlerinden ayrılışımın iki şahidi var :

yalvarırcasına

Arkadaşım Cemal Uşşak ve Hüsrev Altınbaşak'ın yakın talebesi Kuleönlü Said Efendi... Bu ayrılıştan on beş gün sonra, ebediyete gitti. Allah rahmet eylesin. Hüsrev Altınbaşak kaç doğumlu" diye sormuştum. Said Efendi'ye "1315" diye cevap vermişti. Milâdî takvime göre 1899, yani yetmiş sekiz yaşında Rahmet-i Rahmana kavuştu. Said Efendi'ye, "Kimin vefat edeceğini Allah bilir, ama normal olarak Hüsrev Abi artık son günlerini yaşıyor, gel sen beni onunla görüştür. O'na soracaklarım var. Hatıralarını Şâhitler'in Dilin de yazmak istiyorum" demiştim. Fakat bütün çabalarımıza rağmen, Said Efendi oralı olmadı. Her neyse.. "Isparta hayatımı Hüsrev yazsın" Emirdağ Lahikalar'ında Üstad Bediüzzaman'ın şu sözü de soracaklarım arasındaydı: "Kastamonu hayatımı Mehmet Feyzi yazsın, Isparta

hayatımı ise Hüsrev yazsın!" Kastamonu'da Mehmet Feyzi Pamukçu'ya sormuştum: "Üstadın arzusunu yerine getirdiniz mi? Yani Kastamonu hayatını yazdınız mı?" Hayır" diye cevap vermişti. Ama gecenin saat birine kadar, tam dört saat hatıralarını anlatmıştı. Hüsrev Ağabeye de aynı suali soracaktım. Olmadı, olamadı. Kendilerini hiç görememiştim. Yalnız bir gece rüyamda görmüştüm. Güzel, sevinçli bir hali vardı. Kendisi anlatıyor, ben de not alıyordum. Hatıralarını yazıyordum. Sadece rüyada kaldı, dünyada olmadı. Isparta kahramanlarından, Risale-i Nur'un hizmetkârlarından birisiydi. En müşkül ve karanlık günlerde Nur Risalelerine hizmet etmişti. Yüzlerce Risaleyi bir matbaa gibi çoğaltmıştı. Güzel bir hatta sahipti, Tevafuklu Kur'ân-ı Kerim'i dokuz defa yazdığını söylüyorlardı. Üstad Bediüzzaman'la birlikte Eskişehir, Denizli ve Afyon zindanlarında kalmıştı. 27 Mayıs ihtilâlinden sonra Isparta'da, 12 Mart Muhtırasından sonra da Eskişehir'de aylarca hapis yattı. Evli

idi.

Fakat

hanımından

boşanmıştı.

Bir kızı

bulunmaktadır. Nur Risalelerinin bir çok yerinde isminden ve hizmetlerinden sitayişle bahsedilmektedir. Birçok mektupları ve fıkraları vardır. Allah rahmet eylesin..

ABBAS MEHMED KARA Abbas Mehmed Kara, Barla nahiyesinde Bediüzzaman'dan kalan son hatıra, son canlı şahitlerden birisidir. Nur'un mektuplarında Risale-i Nur'un bereketine ait yağmur hadisesinde Abbas Mehmed'in de ismi ve bahsi geçmektedir. Barla seyahatlerimizde Abbas Mehmet Amcamın o çok tatlı, lâtif, kendi mahallî, şivesiyle, "r" siz konuşmalarıyla güzel ve unutulmaz saatler geçirmişizdir. Şu anda bu ebedî hayat levhalarından, bantlardan ve notlardan bir demet, bir nur buketi sunmanın hazzını tatmaktayım. "Üstad tavuğu niye kovuyor?" Abbas Mehmed Efendinin anlattığı hatıraların içinde, bir yumurta hadisesi vardı. Şöyle diyor Abbas Mehmed Efendi: "Bir akşam üzeriydi, namaz için Yukuşbaşı Mescidine gelmiş, ezanı bekliyorduk. Hocaefendi elinde bir odunla

tavuğu kovuyordu. Tavuğu niçin kovduğunu sorduk. Tavuk oradan oraya kaçıyordu, fakat Üstad odunu atıyor, tavuğu dışarı atmak istiyordu. Biz arkadaşlarla bunun sebebini sorduk. Bize cevaben üç yumurta gösterdi. 'Bu tavuk dün iki tane, bugün ise üç tane yumurtladı. Benim iktisat kaidemi bozuyor. Bu sebepten kovuyorum' dedi." Abbas Mehmed Efendi, bu hatırayı anlatır ve peşinden hemen sorardı: "Ben üç yumurtayı gözümle gördüm, kitaba niçin iki yumurta yazdınız?" derdi. Abbas Mehmed Amcanın bu sualine tatminkâr bir cevap veremezdik. Ancak "Üstad iki yazmış, Mektubat'a da iki geçmiş" diye mukabele ederdik. On Altıncı Mektub"un, "Dördüncü Nokta"sında, dördüncü sual ve izahta bu yumurta bahsi şöyle ifade edilmektedir: Mektubat'taki tavuk Şu üzerimdeki sakoyu yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için, dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi. İşte şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i ilâhiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen halis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur'âniyeye bir ikramdır veya iktisadın bereketli bir

menfaatidir veyahut 'Yâ Rahim, yâ Rahim' ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, 'Yâ Rahim, yâ Rahim' çektiklerini anlarsın. "Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi, pek az fasıla ile hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: 'Böyle olur mu?' dedim. Dediler: 'Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.' Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan'da, bu mübarek hâli bir ikram-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı." Bu hatıranın tespitinden sonra, bu meseleye zihnimde bir nokta, bir istifham koymuştum. Üstadın himmetiyle, "Elbette bu mesele de günün birinde aydınlanır" diye düşünüyordum. Yine Barla'da geçirdiğimiz bir tatil gününde, unutulmuş, terk edilmiş bir köşede, küçük bir kağıt parçası elime geçmişti. Bu kağıt parçası, Üstadın el yazısıyla tezyin edilmişti. Bu yumurta bahsini anlatıyordu. Üstad kendi kalemiyle önce üç yumurta diye yazmış, yine kendisi üç kelimesini iptal edip üzerini çizip

karalayarak iki yazmıştı. Üstadın el yazısı parçayı Abbas Mehmed Efendiye gösterdiğimiz zaman sevinçten uçmuş, "Ben size demedim mi? Hocaefendi bize kendi eliyle üç yumurtayı birden göstermişti." demişti. Abbas Mehmed Kara'nın hatıralarını sualli-cevaplı tesbit ettik. Suallerimiz ve kendilerinin cevapları şöyleydi: Üstadı ilk görüşüm Bediüzzaman'ı ilk defa nasıl gördünüz? İlk defa buraya geldi. Ben evin önünde oturuyordum. Sen buralı mısın?" dedi. Evet" dedim. Bu mahalleli misin?" dedi. Evet" dedim. Camiye gitmedin mi?" dedi. Gitmedim," dedim. Sen camiden kalma, git," dedi. Dua vardı, Ramazan'ın bitiminde, Bahar idi. Konuşurduk. Kimi görse çağırırdı. Hizmet ederdik. Suyunu doldurur, sobasını yakardık. O çıkarır, birşey verirdi. Boş göndermezdi. Ya üzüm verir, ya yemiş verir. Mutlaka birşey verirdi. "Üstada getirilen deli"

Üstada deli getiriyorlar. O hadise nasıl olmuştu. Onu mu? Biz Üstadla gidiyorduk. Denizin kıyısında süpürgelik var. Vardık oraya, iki adam geldi. Biri deliymiş. Her tarafı dolaştırmışlar. İstanbul'u filân. Demişler: "Barla'da bir hoca var, herşeyi bilir." Biz Üstadla odun indiriyorduk. Üstad "Onu bırakın, o kimseye dokunmaz," dedi. "Okuyuver," dediler. Üstad, "İyidir, alın gidin" dedi. Merkepleri vardı iki tane. Biri bizim karpuzu yemiş. Üstad, "Bu merkepler cezalandı, şu odunları taşıyıverin" dedi. "Aman efendim, akşama kadar kalalım, odunları biz çekelim," dediler. Bir sefer odun indirtti. Sonra onlar gittiler. "Balıkla dolan ağ" Balık meselesi nasıl olmuştu? Aynı gün Bekir Ağa da vardı. Sonra Balıkçı İsmail Ağa, "Ben, balığa bakayım," dedi. Güz vaktiydi. Üstad geleli l,5 sene filân olmuştu. Eyüp bize aş pişiriyordu. "İsmail Ağa aş pişesiye gelir" dedi. İsmail Ağa tuzağı bir kaldırmak istedi, kalkmadı. "Bekir Ağa, gel kaldıralım, bu takıldı" dedi. Baktık, balık dolmuş. Toprağın üstüne bir sürü balık doluyor. Dört köfün iki seferde, Hoca dedi ki: "İsmail Ağa, bu arkadaşlara yiyecek kadar verin, kalanını satın" dedi. Köfünleri doldurduk. Bize birer yemeklik verdiler. Tadını aldılar ya ertesi gün yine gidip köfünleri atmışlar. Sabaha kadar bir yemeklik tutamamışlar. "Üstadın duasıyla olmuş önceki bereket" dediler. Çabuk geldiler.

"Cuma namazına niçin gitmedin?" Bir de Cuma namazına gitmemişsin? Cumaya gitmediğim gün Ankara'ya yük yolluyordum. Namazı yukarıda kılardık. Üstad, Ceylân, Zübeyir, Bayram yukardan geldiler. Ben onları görmedim. Beni görünce, "Mehmed, sen camiye neye gitmedin?" dedi. "Ankara'ya yük yolluyordum,. yük yetiştireceğim diye yetişemedim," dedim. "Vallahi Mehmed, Hoca gitmiyor, ben de gitmiyorum deyeydin, cemaate de, talebeliğe de kabul etmeyecektim seni" dedi. "Yok" dedim. Sıddık Süleyman'a Şafiî olduğunu söylemiş. * "Üstad halkçılara çok kızardı" Bir de sana vurmuş. Nasıl olmuştu? Murad Ağanın Hâfızı fırka reisi, Halk partili. Üç-beş kişiyi yazıyor. "Sen falan, sen filânsın" diyor. Fırka reisi dellâl ünlettirdi: "Yarın toplantı var" diye. Ben o gün camiye gitmedim. Üstadın camisine. Bakıyor, ben yokum, Yatsı namazından sonra, Yatsı namazlarını mescidde kılardım. Sonra "Hafızın evine, Halkçıların toplantısına gitmiştir" diyorlar. "Benim en itimad ettiğim bir adamdı, onu nasıl kandırıp götürüyorlar?" diyor. Namazı kıldıktan sonra duayı bitirdi. Bana "Sen niye gittin oraya? Sen benim en ufak talebemsin" dedi. "Ben gitmedim oraya" dedim. Üstad "Kabul etmiyorum, reddediyorum seni" dedi. Sıddık Süleyman da vardı. "Git, bir daha da gelme" dedi. İki tokat vurdu bana, merdivenin başında.

Allah rahatlık versin efendim" dedim. Hiç seslenmedi. Sonra gene gittim. Süleyman Sıddık'ın bahçesine gittiler bir gün. Yanına vardım yine. Namaz kıldık. "Seni takip ettirdim, bir daha gitmemişsin, arkamdan gel" dedi. Odaya girdik. Kuru üzüm, badem ve yemiş verdi. Bunların hepsini kâğıda döktü. "Bunu al, evde ye" dedi. "Hakkını helâl et" dedi. "Helâl olsun" dedim. "Artık hem cemaatsın hem de talebesin" dedi. Halkçılara çok kızardı. "Yoksa talebelikten çıkarım" Üstada somya mı, rahle mi yapmışsın? Somya, seyyar, uzanıp yatacak bir şeydi. Dinlenirdi. Bir divan yapmıştım. Bana Ziver'le para gönderdi. Ben "Ne para alırım, ne de birşey" dedim. "Ben para almış olsam, ücretine yapmış olurum talebelikten çıkarım" dedim. Zübeyir'e sordu. "Ne dersin? Mehmed ne böyle diyor" dedi. O da "böyle diyor, ben para almam, yoksa talebelikten çıkarım diyor," dedi. Parayı geri ceketinin cebine soktu. Ceketi de elindeydi. Döndü; bana, "Bu kadar çalıştın, alınmaz mı para?" dedi. Çam dağındaki ağaçların üzerine köşkleri siz mi yaptınız? Demokratlar zamanında tamire gittik. Katran değil de, Çamdakini biz yapmıştık. Akşam vakti "Yat" dedi mi orada yatıyorduk. "Yatman, evinize gideceksiniz" dedi mi giderdik.

Üstadla beraberliğimiz Şu karşı dağlara da gittiniz mi? Kendisiyle beraber gittik. Delikli Pınara kadar merkep ile gittik. Caminin kapısının yanında dikiliyordum. "Mehmed!" dedi. "Efendim!" dedim "Nereye gidecen?" dedi. "Bir yere gitmeyeceğim" dedim. "Hadi, merkebi al gel" dedi. Heybeye ekmek ve erzak da koydum. "Bunları ne yapacaksın?" dedi. "Orada yeriz" dedim. "Yok, ben götürüyorum, sen benim misafirimsin" dedi. Israr ettim, kabul etmedi. Ekmeği eve bıraktım. İki ekmeği varmış, sefer tasına azcık da et koymuş. Vardık oraya. Merkepden indi. "Şu pınarın başına sen otur, ateşi yak, eti pişir, ben birazdan gelirim" dedi. Tepenin böğründe bir alıç ağacı var. Onun altına oturdu, dua okuyordu. Biraz daha okudu geldi. "Et pişmedi mi?" dedi. "Bilmem" dedim. "Pişmiştir" dedi. İndirdi. Azcığını bana verdi, azcığını da kendi aldı. Ekmeği de öyle yaptı. "Kalanını da öğlen yiyeceğiz" dedi. Et ile ekmek, ancak bir adamı doyururdu. "Öğlen namazlarını kıldık, et iyi olmuştur" dedi. Ben ezan okudum. Kendi imam oldu. Oraya ağacın altına yerine gitti. Saatı vardı. Ona baktı "İkindi olmuş" dedi. Namaz kıldık. "Çek merkebi" dedi. Çektim, bindik geldik. Onuncu Söz'ü sana mı verdi sakla diye? Verdi. 47 tane idi. Hacı Bekir'e "Bunları bastır" demişti.

Onları burada yazdırdı. O adam bunları bastırdı. Bunlar da duyuldu. Hemen aranıyor. Bana "Şu iki torbayı sen götür," dedi. Evime sakladım. İslâmköylü Abdullah Efendi "Hocanın kitapları yok mu, ben aramaya geldim" dedi. "Bende var" dedim. "Hoca gelir, sonra sorar, nere koydun der?" dedim. Üstad Emirdağ'da iken bir gün biz Hacı Dayının (Bahri Çağlar) yanına gittik. Onları verdim. O Emirdağ'a götürüyordu. Sonra, "Çok iyi saklamışsın onları, zayi etmemişsin" diye bana iltifat etti. Askere ne zaman gittin? Üstad buradaydı. Geldiğimde de Üstad yine burdaydı. Anam "Oğlumun mektubu gelmedi" diye ağlarmış. Üstad, "Sağ Mehmed, sağ" demiş. Risale-i Nur'ları kendisi sana okuyor muydu? Nasıl öğreniyordun? Sıddık Süleyman, Hacı Dayı okurdu, biz dinlerdik. Bir gün "Mehmed" dedi, "gel buraya." Geldim. "Git" dedi, "pabuçlarını değiştir, gel." Gittim, değiştirdim geldim. "Haydi, Bedre'ye varıp geleceksin" dedi. "Peki" dedim. "Bunu Sabri Efendiye vereceksin, geleceksin" dedi. Mektup daha hazır değilmiş. "Çınarın altında yarım saat oturdu. Ben sana haber ederim" dedi. Bir saat oturdum. "Gel, al, git" dediler. Aldım gittim, verdim. "Ben sigara içiyordum" dedi Sabri Efendi. Bahçesinde cigara içiyormuş. "Bir baktım" diyor, "Üstad başucumda duruyor." "Mahcup oldum" diyor. Üstad buradan tâ Bedreye mektup götürmüş. Üstadla beraberdik. Sonradan plâj yaptıkları yerde

boğazdan koca bir yılan geliyordu. Bilek kalınlığında ve iki adam boyu. Ben taş aldım. "Mehmed ne ediyorsun?" dedi. "Yılanı kovalıyorum" dedim. "O gelsin dokunmaz, sürünsün, taş vurmak yok" dedi. Biz," dedi, "ufacık bir karıncayı öldüremeyiz, çok ufak bir mahlûk öldüremeyiz. Bize canlıları öldürmeye müsaade yok" dedi. Yılan onun merkebinin altından geçti. Biz yayan yürüyorduk. Hiçbir şey yapmadı."O suya gidiyor" dedi.

KÂMİL DEMİRTAŞ Hüseyin oğlu Kamil Demirtaş Görüşmemiz mülakat tarzında oldu.

1898

doğumlu.

Bediüzzaman'ı Barla'da ilk defa nasıl gördünüz? İlk defa, 'memlekete bir hoca gelmiş,' dediler. Muhacir Hafızın küçük bir odası vardı. Ziyaretine vardık, elini öptük. 'Ben sizlerin misafirinizim,' dedi. Sekiz gün o odadan bir tarafa çıkmadı. Günde l,5-2 saat uyurdu Hangi mevsimdi? Bahar olsa gerek. Bizim bağ vardı. Sekiz gün sonra câmiye getirdiler Üstadı. Eğrenni mevkiinde bir büyük taş var. O taşın dibinde kendi başına mütemadiyen risale yazıyor, sonra aşağı geliyordu. Bizim bağda kamıştan bir kelif vardı. Tek başına orada yatıyordu. Allah ne verdiyse onu yerdi. Zaten fazla yemezdi, uykusu da yoktu. Sabah namazından sonra l,5-2 saat kadar uyur uyumaz. O kadar, 24 saat içinde uykusu bu kadar. Geceleri zikreder, uyumazdı.

Geceleri zikrettiğini hiç gördünüz mü? Tabiî. Dört-beş sene mütemadiyen orada kaldı. Ondan sonra Çam Dağına gitti. Üstadın Çam Dağına gidişi Çam Dağını nasıl buldu? Garip köyünden birkaç kişi gelmişler, rica etmişler: "Bize de yakın olsan, biz de dâima sizi ziyaret etsek. Bir mevki var. Biz de yardım etsek de. Sen orada yatıp kalksan." "Olur" demiş.İlk defa Çam Dağının tertibini onlar yaptılar. Sizin bağdaki hadiseyi anlatıyordunuz. Biz orda yeriz, içeriz. Onun isteğini-süt ve yoğurt gibitemin ederdik. En ziyade Muhacir Hafız ile görüşüyordu. Bir zikir esnasında, yatsıdan sonra, Muhacir Hafız oraya gelmiş, kelifin öbür tarafında bir çubuk var. Çubuğun altına gizlenmiş. "Birisi var, git ara," dedi bana, "Yabancı biri geldi, bize zararı dokunur" dedi. "Onu bul" dedi. Çıktım, sağa-sola baktım. Bulamadım, "Yok hiç kimse" dedim. "Gel" dedi. "Çık çubuğun altından" dedi. Muhacir Hafız oraya saklanmış. "Sen kendine acımıyorsan bize de mi acımadın" dedi. "Ben ne kadar eziyet çektim" dedi. "Hemen şimdi, nereden geldiysen oraya gideceksin" dedi. İzinsiz geldiği için bırakmadı. O da şöyle böyle demedi, gitti. Çam Dağına hiç gittiniz mi?

Çok gittim. Çam Dağına 20-25 defa falan gittim. Bir defasında Sıddık Süleyman'ın yeğeni Hüseyin ile gitmiştim. "Çam Dağında odun kestik" Yanında kaldınız mı? Bir gün gittiğimizde Burdur'un Ceylân köyünden üç misafir Üstadın ziyaretine geliyorlar. Oraya gelecekler. Aşağıdan, uzak bir mahalden Ahmet-Mehmet diye bağırıyorlar. O esnada Hüseyin'le Çam Dağındayız. Üstad da oradaydı. "Kimi arıyorsunuz?" diye ses verdik. Sesimize geldiler, bizi buldular. Üç hayvanda, altı sepet üzüm, hediye getiriyorlar. Yardım ettik, indirdik. Üstad, "Tava yok, kazan yok. Bunu ne yapacağız, pekmez mi kaynatacağız? Nasıl getirdiyseniz öyle götürün" dedi. Üstad kabul etmedi. Sonra ısrar üzerine bir sepetini kabul etti. "Gerisini götüreceksiniz," dedi. Ben dedim: "Bir sepet siz, bir sepet ben, bir sepet Hüseyin (Keçeli) alır. Üç sepet kalır, onu da yarın aç gelir, açık gelir, dağın başında onlara verirsiniz" dedim. Kabul etti. Sabah namazını kıldıktan sonra "Siz gideceksiniz," dedi. Onlar gittiler. Sonra biz çıra keseceğiz, üçümüz. Üstad, ben, Hüseyin. Ben yoruluyorum, baltayı Üstad alıyor, o yoruluyor. Hüseyin alıyor; birlikte kesiyoruz. Cübbeyi, sarığı çıkardı. Yorulmadı. Hava karardı. "Bırakın" dedi. Bulunduğu yerin beş dakika kadar ilerisine, Senirkent tarafına geldik, oturduk. Şimşek çaktı, gök gürledi. Çırayı

kestiğimiz ağaca yıldırım düştü. Yıldırım ağacı köküyle çıkarmış. Çırayı üçe taksim ettik. Güzel bir atım vardı, kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Ama Üstad ona binerdi. "Üstadın hususi hizmetini görürdüm" Daha başka hatıranız oldu mu? En son ne zaman gördünüz? İstanbul'a giderken gördüm. Badem indiriyorduk. Mahdumla yoğurt, ekmek, çörek filân gönderdik. "Üstad meşgul" demişler. Mahdum geldi; "Kapıyı açmıyorlar," dedi. İkimiz geldik. "Üstad meşgul" dediler. "Birşey yapacak olursa bana yapsın, açın kapıyı," dedim. "Açmazsanız kırar girerim," dedim. Açtılar, girdik. Elimizde ekmek. Dedim, "şikâyetim var." Talebeler de duyuyorlar. "Bize kapıyı açmıyorlar," dedim. Bir celâllendi. "Nasıl açmazlar," dedi. "Benim sekiz dokuz senelik talebelerime kapı açılmaz mı?" dedi. "Bundan sonra bunlar geldi mi kapıyı açacaksınız, hiç itiraz yok," dedi. "Bir daha işitmeyeceğim, Kâmil geldikten sonra kapı açılacak" dedi. Tıraşını da ben yapardım. Üç günde bir sakal traş ederdim. Saçını yaptırmazdı. Saçı büyümezdi zaten. Traşı burada yapardım. Birkaç defa da bizim eve geldi, orda da yaptım. Usturayla traş ederdim. O gün mahduma ufak gümüş 25'liklerden bir tane vermişti. Bir 25'lik de bana verdi. "Bu cüzdanınızda olduğu müddetçe inşaallah yokluk görmeyeceksiniz" dedi. Çocuklarımın üçüne de aynı yerde dua etti. "Önceden ben fakirdim, şimdi zengin oldum. Ben sana aylık vereceğim" dedi. "Duanızı beklerim. Bana

verilecek aylığı bir başkasına verseniz memnun kalırım" dedim. Kabul etmedi. Ben de 25 kuruş olan hediyemi aldım. Hepsi o kadar. O öyle birisiydi ki. Ne diyeyim, yüz senede böyle bir zat zuhur edermiş. Böyle büyük bir zât. O da buraya düştü. Kendisi öyle bir şey dedi mi size? Kendi söylemez. Kendini büyütmez o. Dâima kendini aşağıda tutardı.

BAHRİ ÇAĞLAR 1899'da Isparta'nın Barla nahiyesinde doğdu. Nur Risalelerinin Emirdağ Lahikası'nda ismi ve bahsi geçmektedir. Barla'da Nur Üstad Bediüzzaman'ın ilk muhatap ve talebelerinden Muhacir Hafız Ahmed Efendinin damadıdır. "İkinci Lem'a"da bahsedilen Muhacir Hafız Ahmed Efendi merhum, Üstad Bediüzzaman'ı Barla'da bir hafta evinde misafir etmişti. Muhacir Hafız Ahmed üstadın sekiz sene kaldığı muhteşem çınarın yanındaki menzilin bitişiğindeki Yokuşbaşı Mescidi'nin imamlığını yapıyordu. Eşref Beyi korkutan neydi? Merhum Bahri Çağlar, "Yirmi Dokuzuncu Söz"deki "Elifler Kerameti" bahsinin şâhitlerinden olan Eşref Beyin oğludur. Bahri Bey Amcamın anlattığına göre, babası çok hiddetli ve heybetli bir zatmış. Birgün ısrarla geceleyin Üstadın dershanesinde kalmak ister. Üstad ne kadar rıza göstermezse de, rica yoluyla kalır. Gecenin çok ıssız bir vaktinde, aşağıdaki çeşmenin yanından bazı lâhutî sesler

ve yine çeşme başındaki taşlardan at nallarının sesleri gelmeye başlar. Üstad Bediüzzaman, bu zoraki misafiri kaldırıp, aşağıdakilere bakmasını söyler. Fakat o celâlli ve heybetli Eşref Bey korkusundan başını bile yorganın altından dışarıya çıkaramaz. Sonra Üstad, Nur âleminden gelen o nuranî misafirlerin yanlarına iner ve onlarla görüşür. Bizim Barla'nın öfkeli ve hiddetli şahsiyeti Eşref Bey, ancak o zaman başını yorganın altından dışarıya çıkarıp rahat bir nefes alır. Bu hâdiseden sonra Bediüzzaman'ın yanında kalabilme cesaretini gösteremez. Bir daha da "Ben sizin bu gece misafiriniz olacağım!" gibilerden herhangi birşey söyleyemez. Yirmi Dokuzuncu Söz'ü Nur kâtipleri birbirlerinden habersiz olarak yazarlar. Bu sözde bütün risalenin ilk satırlarında elif harfleri alt alta gelerek muhteşem bir tevafuk meydana getirmişlerdir. Merhum Bahri Çağlar Amcanın babası Eşref Bey de bu alt alta gelen eliflerin canlı bir şâhidi olarak, imzasını atmaktadır. "Eşref Bey" şeklinde imzası, İslâm yazılı risalenin sonunda bulunmaktadır. Köye bir Hoca Efendi gelmiş Bahri Çağlar hâtıralarını şöyle anlatıyordu: "Üstad Barla'ya ilk geldiği gün (1926 baharı) herkes bir

şeyler söylüyordu: 'Köye bir Hoca Efendi gelmiş. Namı Bediüzzaman imiş. Ankara'dan sürmüşler. Eğridir'den jandarma nezaretinde bir kayıkla gelmiş. 8 ay Budur'da kalmış. Etraftan halk ve ulema ziyaretine gelmeye başlayınca kimse ile görüştürmemek için dağlar arasında ücra bir köy olan Barla'ya nefyetmişler.." Ben Üstadın Barla'ya gelişinin dördüncü günü ziyaretine gittim. Başında sarık, sırtında cübbe, heybetli ve haşmetli bir hali vardı. Gözleri şimşek gibi parlıyordu. Çınar ağacının değeri Barla'da medrese-i nuriyenin önünde bulunan çınar ağacı hakkında Üstad şöyle diyordu: "Ehl-i hükümet gelerek, 'Eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz, sana da 10 bin altın vereceğiz; bu parayı Risale-i Nurun hizmetine sarfedersin' deseler, Vallahi razı olmam." Döküleni topla Üstad benden bir tane çam kozalağı istemişti. Ben de koparmak için elimi ağaca uzattım. Üstad, 'Hayır ağacından koparmayacaksın. Altına dökülenlerden bulacaksın' diye ikaz etti. Ağaçtaki taze ekmek Bir defasında Üstad bana, 'Mübarek Süleyman ne yapıyor?' diye sordu.

Risale yazıyor" dedim. Üstad, 'Onun söylediği iki kelime var ki, o kelimeler onun için 10 sene risale yazmaktan daha efdaldir. Çam dağında bir ağacın dalları arasında taze ekmek bulduğumuz da, 'Üstadım, bu ekmek bize helâl olur mu ya?' demişti. Bir seferinde Çam Dağında iken Üstad, Mübarek Süleyman'dan ekmek hadisesi olan mevkide, her defasında iki yumurta yumurtlayan tavuğu soruyor. O sırada büyük bir kartal gelip ağaca çarpıyor. Üstad, hemen tavuk bahsini kapatıyor, uzun bir tefekküre dalıyor. Nur postacıları Risale-i Nurların elle çoğaltıldığı ilk yıllarda eli kalem tutan herkes gönderilen risaleyi yazarak çoğaltıyordu. Isparta'nın civar köylerinde, bilhassa Sav ile Barla arasındaki köylerde çok yazan vardı. Savlılar yazınca kitap Isparta'ya; Ispartalılar Kuleönüne, Kuleönlüler de Barla'ya getirirdi. Yazmasını bilmeyenler de Nur postacılığı yapar, kitapları taşırlardı. Üstadla gelen bereket Üstad Barla'ya ayak bastığı zaman burada öyle bir mahsul oldu ki, her sene dışarıdan buğday alırken, o sene dışarıya biz mahsül sattık. O buradan gidince, o bizleri terk edince mahsüllerimiz azaldı. Eski bolluk ve bereket kalmadı. Barla'nın bağ ve bahçeleri sarardı, kurudu. Ekin

onda bire düştü. Eskiden çiftçilik yapan 200 aile vardı, şimdi 5'e düştü. Elleri bağlı deli Üstadın hizmetinde bulunduğum birgün yanına Afyon taraflarından elleri bağlı deli bir çocuk getirdiler. Birçok doktora götürdükleri halde iyi olmamış. Elini çözünce insanlara hücum ediyormuş. Hz. Üstad, 'Bunun ellerini niçin bağladınz, çözün' dedi. Elleri çözülünce çocuk gayet sakin bir hal aldı. Daha sonra da şifa buldu. O sırada onları Barla'ya getiren eşeklerden biri heybeden düşen karpuzlardan birini yemiş. Hz. Üstad o zaman karpuzları yemesinin cezası olarak, 'Bu işleği deniz (Eğridir Gölü) kenarına götürün, odun yükleyerek buraya getirin' dedi. O şefkat kahramanı aziz Üstad, eşeğe, çok çalışkan ve çok faydalı mânâsında 'işlek' derdi. Bir kitap iki tane olmuş Üstad birgün bana, 'Sende Tılsımlar Mecmuası var mı?' diye kitabı istedi. Var" dedim. Getir, bir meseleye bakacağım" dedi. Yatsıdan sonraydı. Üstada verdim. Ertesi gün öğleden sonra geldiğimde, baktım ki, Üstad hepsini okumuş: 'Al kitabını, hepsini okudum' dedi.

Almayacağım' dedim. Neden almıyorsun?' dedi. Sakladığım yerde iki tane imiş' dedim. Halbuki Üstad istemezden önce orada iki tane kitabın olduğunu ben de bilmiyordum. Yırtmaya kıyamadım Kule önünde Küçük Ali vardı. Birgün gittim, sordum: "Tılsımlar mecmuası ciltlendi mi?' 'Hayır, daha ciltlenmedi' dedi. Üç gün sonra tekrar gittim. 'Ciltlenecek filan' derken 'Siz ciltleyebilir misiniz, beş lira fiat' dedi. Ben de 'iki tane ver' dedim, 'Biraz Osman'ın elinden gelir.' Götürdüm, ciltledik. Bu sefer Üstaddan, 'Tılsımlar Mecmuası'nın sonundaki 'Mâidetü'l-Kur'ân bahsini koparın' diye haber geldi. Yeni ciltlettiğimiz için koparmaya kıyamadık. Öylece kalmıştı. Üstad isteyince koparmadığımızı fark ettim. Üstad, 'Niye koparmadınız?' deyince, 'Kıyamadım Üstadım' dedim. Üstad öyle memnun oldu ki, o memnun vaziyetini bir daha göremedim. Üstadın cübbesi yangını nasıl söndürdü? Otların kuru olduğu bir yaz günü Santral Sabri öküzlerini otlatıyormuş. Çobanlardan biri elindeki sigarayı yere atar atmaz, otlar tutuşmaya başlamış. Etrafta da kimse yokmuş. Ateşi söndürmek için biraz toprak atmış, fakat ateş iyice alevlenmiş. Her taraf ormanlık. Sabri Ağabeyin üstünde Üstadın cübbesi varmış. Cübbeyi

çıkarmış açmış, ateşe karşı tutmuş. 'İşte Bediüzzaman Hazretlerinin cübbesi' demiş. Kudret-i İlâhi, ateş sönüvermiş. Hâdiseyi ertesi gün Üstada bahsetmiş. Üstad da, 'Keçeli' demiş. 'beni orman bekçisi mi yaptın?' Üç büyük cenaze Üstad birgün Santral Sabri'ye şöyle diyor: Önce Yâsin-i Şerif'i oku, arkasından İhlâsı, daha sonra da Cevşeni oku ve üç büyük cenazenin ruhuna bağışla. Bu üç büyük cenaze: l. Dünyanın geçmiş ömrü. 2. Ecdadın geçmiş ömrü. 3. Kendi geçmiş ömrü." 200 yıllık ölü Bir gün Üstad, yanında Şamlı Hafız Tevfik olduğu halde mazarlığın yanından geçiyorlarmış. Üstad diyor ki: 'Şurada yatan bir zat var, beni geceleri rahatsız ediyor, kazın' diyor. Kazıyorlar, bir mezar taşı çıkıyor. 200 sene önce defnedildiği anlaşılıyor. Halbuki kazılmadan önce orası düm düzmüş, mezar olduğuna dair hiçbir alâmet yokmuş. Herhalde gelen geçen çiğnediği için, Üsdad o mezarın meydana çıkarılmasını istemiş. Müftü mahcup oldu Eğridir müftüsü halim-selim bir adamdı. Risale-i

Nurlara hayrandı. Birgün mendiline elma koyup Üstada getirdi. Üstad taksiye binmiş hareket etmek üzere idi. Hemen ilerledi, elmayı uzattı. Elma elli kuruş etmezken, Üstad çıkardı iki gümüş lira verdi. Müftü mahcup oldu. Parayı almak istemedi. Bunun üzerine, Üstad 'Söyle, parayı alsın' gibilerden benim yüzüme bakınca, Müftü Efendiye parayı almasını söyledim, o da aldı. Kaplumbağaya dokunmayın Bir bahar günü Üstad birkaç talebesi ile beraber kıra giderken yol üzerinde bir kaplumbağa görür. Kaplumbağanın az gerisinde çocuklar oynuyorlarmış. Üstad Hazretleri çocukların yanında durur, muhabbetle bakar ve şöyle der: "Siz mübareksiniz, masumsunuz, bana dua edin. Bu kaplumbağaya da dokunmayın. Çünkü o da mübarektir." Oradan uzaklaşıp 5 dakika kadar giderler, az sonra tekrar dururlar. Üstad kardeşlerden birisini geriye çocukların yanına göndererek kaplumbağayı çocukların elinden kurtarmasını söyler. Oraya varınca, çocukların sopalarla kaplumbağayı rahatsız ettiklerini görür ve ellerinden alarak uzakça bir yere götürür. Ağaçta çay içerken Sıddık Süleyman Ağabey anlatmıştı: Üstad Hazretleri medresenin yanında bulunan çınar ağacının üzerindeki köşke çay bardağı elinde hiçbir tarafa

tutunmadan çıkarmış. Bazan geceleri orada kalırmış. Sarp yamaçlarda rahat yürürdü Üstad Çam Dağında iken tepenin Senirkent'e bakan cihetine oturmuş. Burası çok sarp ve dik bir yerdir. Altı tarafı da uçurum. Sıddık Süleyman Ağabey çay pişirmiş. Üstada götürürken ayağım kayar da düşerim diye eli titriyormuş. Bir bardak çayı eli titreye titreye Üstada veriyor. Üstadın kılı bile kıpırdamıyormuş. Üstelik Üstad ökçesi basık ayakkabı giyerdi. Onunla yürümek ise çok zordur. Üstad en sarp ve dik yamaçlarda bile rahatça yürürdü. Yarım şeker israfı Sıddık Süleyman Üstad Hazretlerinin misafirlerine çay dağıtıyormuş. Elinde yarım tane kesme şeker varmış. Onu boş bir bardağa bırakmış. Bu hâli gören Üstad Hazretlerinin ruhu çok sıkılır ve kendisine şöyle der: "Eğer yirmi kişiye daha çay verseydin ruhum bu kadar sıkılmazdı. Çünkü sen iktisada riayet etmedin." Nurun ilk kapısı Üstad Barla'da iken Sıddık Süleyman Nurun İlk Kapısı'nı vermişti. Bir ara ben de görmüştüm. Aldım bir nüsha yazdım. Bu sıralarda Üstad Kastamonu'da idi. Üstad 16 sene sonra tekrar Barla'ya geldiğinde ikimiz de götürüp kitapları kendisine takdim ettik. Üstad ise hemen Isparta'ya gönderip çoğalttırdı. Bu ismi de o zaman koydu.

Haydi Üstada gidelim 1950'den sonra bir yaz günü Üstad Barla'ya şoförü Mahmud Çalışkan'la gelmişti. Yanında başka kimse yoktu. Çünkü diğer kardeşler hep tevkif edilmişti. Köyde herkes işinde gücünde olduğundan kimse yoktu. Mahmut kardeş ise Barla'ya ilk defa geliyormuş. Arabayı yukarıdaki medresenin yanına koymuşlar. "Üstad, Mahmut kardeşe bir miktar para vererek yoğurt almaya göndermiş: 'Süleyman Efendinin evini sor. Eğer o yoksa evi medreseye bitişik olan Marangoz Mustafa Çavuşun kızını bul, şu parayı ona ver, yoğurt bulsun. Onları bulamazsan Bahri'yi bul" Medresenin yanına geliyor, fakat civarda kimse yok. Kendisini yaşlı bir kadın görüyor, 'Kimi arıyorsun?' diyor. "Süleyman efendiyi." "İşte şu karşıki ev." Bakmış kapı kilitli. Bu sefer Mustafa Çavuşu soruyor. Fakat 'Kızı' kelimesini unutmuş. Kadın, 'Mustafa Çavuş yok. Biraz yukarıda Mustafa Çavuş vardı, ama öleli çok oldu' diyor. Oradan sorarak Mahmut kardeş bizim eve geliyor. Vakit öğle saati. Yemek yiyorduk. Bütün çocuklar sofrada idi. Cümle kapısı tıkırdadı. En küçük kızım, 'Şu kapının çalınması Üstadın talebelerinin çalmasına benziyor' dedi.

Hepimiz merdivenin başına koştuk. Baktım ki kapıdaki Mahmut kardeş. Hemen aşağı indim. 'Ben sokakta kaldım' dedi. 'Süleyman efendi yok, Mustafa Çavuş yok. Haydi Üstadın yanına gidelim.' Kalktık yukarı medreseye gittik. Üstadı bir sandalyede oturmuş halde gördüm. Üstad çok neşeli idi. Öyle neşeli halini daha önce hiç görmemiştim. Üstadın çay ikramı Üstad yukarı medresede kaldığı zaman hava mülayim ise hiç içeride oturmaz, dışarı çıkardı. Bilhassa hava güneşli ise zemherir de olsa mutlaka dışarı çıkardı. Medresenin büyük salonunda sabahleyin çay içerdi. O esnada merdivende kimi görse elindeki çay bardağı yarım da olsa veya birkaç yudum da kalmış olsa içmesiiçin ona verir ve içmesini isterdi. İçmezsek üzülürdü. Bunun için Üstadı çay içerken gördüğümde merdivende gizlenirdim. Kitap hediyesi Üstad Emirdağ'da ziyaret ettiğimde kendisine bir adet Asa-yı Musa hediye etmek istedim. Fakat Üstad kabul etmedi. Bunun üzerine, 'Üstadım' dedim, 'dünyaya ait birşey olunca almıyorsunuz. İşte bu kitaptır.' Böyle deyince Üstad kabul etti ve bana bir tane havlu verdi. Bu havluyu yıllarca muhafaza ettim.

H.ENVER TEVFİK ÖZTÜRK 1909'da Barla'da doğdu. Barla'da bulunduğu yıllarda Ankara'nın istediği üzerine Bediüzzaman'ın resmini çeken zattır.1950'den sonra evi, Bediüzzaman'ın ikinci menzili olmuştur. Üstadın Barla'ya dönüşü 1950 sonrasıydı. Bediüzzaman yirmi beş yıllık bir aradan sonra Barla'ya dönüyordu. Yalnız bu geliş başka idi. Sürgün olarak değil, kendi arzusu ve isteği ile geliyordu. Barla'nan üst tarafından, aşağıya, eski çınar dibindeki dershanesine doğru inerken, göle nâzır ahşap, büyük köşkün önünde durarak, kimin olduğunu sormuştu. (Daha sonra Barlalı himmet sahiplerinin ve ev sahibi H.Enver Tevfik'in gayretiyle mezkûr hane, Bediüzzaman'ın Barla'da ikinci dershanesi oldu. Üstadın çekilen fotoğrafı

Tarihçe-i Hayat'da bulunan fotoğrafın çekiliş hadisesini H.Enver Tevfik Öztürk şöyle anlatıyor: Ankara hükûmeti Bediüzzaman'ın resmini istemişti. Mevsim kıştı. Sırtına bir yorgan alarak, her zamanki heybetli haliyle makinanın karşısında durup poz verdi. "Fotoğrafı çektikten sonra bana 'Vazifeni yaptın. Artık resim çekme' dedi. Ben de Eğirdir'e gidip, fotoğraf makinasını sattım." Üstad hatıraya değer verirdi H.Enver Tevfik Öztürk Bediüzzaman'la ilgili diğer hatıralarını da şöyle anlatıyor. Bediüzzaman hatıralara, yadigârlara çok ehemmiyet verirdi. Hafız Mustafa İzmir'den Üstada gömlek göndermişti. Uzun zaman o gömleği giydi. Eskidikten sonra da, o gömleğin parçalarını, başka bir gömleğe yama olarak diktirmişti. Bir ara bana da o parçaları göstermişti. Avcılık yapmamızı istemiyordu Yeniçeşme mevkiinden, avdan geliyordum. Kendisi de bazan Akçeşme mevkiine giderdi. Orada karşılaştık. Elini öptüm. O gün bir keklik avlamıştım. Bana hitaben 'Sen bunu eşinden ayırdın, dişisi yalnız kaldı. Şimdi ağlıyor, sızlıyor' dedi. Avcılık yapmamızı istemiyordu. Ben de vazgeçtim. ***

O gerçekten büyük bir âlimdi. Merkebe 'işlek' derdi. Aradan yıllar geçti. Kendisini zaman zaman rüyalarımda görürüm. Bir rüyamda yeşillikler içinde zikrediyordu. *** Eskişehir'de zelzele olduğu sıralardaydı. Emirdağ'a gittim, kapısını çaldım. Açılmadı. Sonra Kur'ân Kursuna gittim. 'Zübeyir evde yoktur, kendisi açmaz' dediler. Günlerden de Cuma idi. Pencereyi kaldırınca, karşıda beni gördü. 'Gel' diye eliyle işaret etti. Yanına gittim, boynuma sarıldı, kucakladı. Odasının rutubetli olduğunu söyledi. Ben de bizim evin müsait olduğunu, müdürün çıktığını ve bizim eve buyurmasını söyledim. Tebessüm ederek, "Belî, belî... Babanın hatırı için, Mustafa Çavuş'un hatırı için, gelince oturacağım' dedi. *** Yine bir gün yamalı gömleği Hafız Mustafa'nın akrabalarına gösteriyordu. Nafia Hanımın annesi olan Zehrâ Hanıma yamayı gösterirken şöyle diyordu: 'Bu parça senin kızının kayınpederinin hediyesi olan gömleğin parçasıdır.' *** Kullandığı bir termosu vardı. Kırılmıştı. Üzüldü. Canı sıkıldı. 'Fesübhânallah, bunda da vardır bir hikmet' diyordu. ***

Mübarek Süleyman'ın ona çok hizmeti olmuştu. Üstadla senli benli konuşurduk Sirke ve soğanla yapılan pullu balığı severdi. Zaman zaman bizim valide yapar, ben de götürürdüm. On beş yaşlarında iken Üstadla arkadaş gibi, senli benli konuşurduk. Şimdi olsa, öyle konuşamazdım, korkardım

DEMİRCİ SALİH EFENDİ Bir mektubun yazılış sebebi Demirci Salih olarak bilinen Nur Talebelerinden Eğridirli mübarek ve temiz kalbli mü'min, gayet masumane anlatıyordu. Arada sırada cebinden çıkarttığı büklüm büklüm olmuş, iyice yıpranmış bir sayfadan da yer yer okuyarak anlattığı hatıranın teyit ve tasdikine gidiyordu. Emirdağ Lahikaları'nda yer alan bu mektupta şunlar ifade ediliyordu: Aziz kardeşlerim! Bu defa motorlu kayık içinde Eğridir'den Barla'ya giderken denizin dehşeti, emsalsiz fırtınası Leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaş ile beraber şehit olmak, yedi ihtimalden altı ihtimal ile deniz bize geniş bir kabir olmak

için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur'la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risale-i Nurun gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli haletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remziyle o rahmet-i İlâhîden gelen emr-i Rahmaniyi imtisalindeki iştiyak ile yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi gayet heyecanla ve iştiyak ile acelelik ile getirmek için, bir şefkat tokadı nevinden Nur Talebeleri olan bizim başımızı tokat ile yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı. Biz bu haleti zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne okşamak nevinde gördük. Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kable'l-vuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden mütemadiyen Cevşen'i ve Şah-ı Nakşibend'in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemal-i şevk ile o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kazaile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinası bozulduğu ve yelkeni de rüzgâr onun aksiyle geldiği için, faide vermediğini ve denizin mevc-leri de pek büyük; evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için kemal-i sabır ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. Elhamdülillâhi alâküllihâl dedik..."

Eğirdir'den hareket 1954 senesinde cereyan eden bu hâdiseyi Eğridirli Demirci Salih Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın bir araba ile Eğirdir'den Isparta'ya gitmek istediğini anlatarak mevzuya giriyordu. Rahmetli Çilingir Ali (Savran) ile kendisi ise, Üstad'la beraber deniz yolculuğu yapıp, Üstad'ın arkasında huzur ve huşu içinde namazlar kılarak Barla'ya gitmek istiyorlar. Isparta'ya araba bulamayınca, Barla'ya bir motorlu kayık buluyorlar. O gün Bediüzzaman ise, çok hiddetli, telâşlı, gelecek musibeti hissederek elinde Cevşen ve Şah-ı Nakşibend'in duaları mütemadiyen okuyor. Demirci Salih Efendi gibi, Şakir Çağlar (Demirci Salih'in kayınpederi olan Bahri Çağlar'ın ağabeyi) da Üstad Bediüzzaman'la birlikte Barla'ya gitmek için ısrar edenlerden birisi idi. Üstad kendisi araba istiyor Isparta'ya gitmek için, fakat yakınlarının şiddetli ısrarı üzerine kendi arzu ve reyinden vazgeçip, Barla'ya gitmeye karar veriyor. Sinirli, hiddetli ve telâşlı bir şekilde hazırlanan motora biniyorlar. Demirci Salih Efendinin iki yaşlarındaki Said ismindeki küçük yavrusu da bu kafile içinde.. Göl kaynıyor Yarım saat içinde bir fırtına başlıyor. Eğridir Gölü kazan gibi kaynamaya başlıyor. Büyük dalgalar küçük motorla bir

oyuncak gibi oynuyor. Bir havaya, bir dibe doğru inip çıkmalar, her an batma tehlikesi içinde, şiddetli yağmurdan, dalgaların suyundan, sırılsıklam oluyorlar. Bizim Barla yolcuları korku ve heyecan içinde, tir-tir titrerken asrın vekili Bediüzzaman belâ zindanlarında, sefa bahçelerini seyreden Ulu Sultan, gayet rahat ve fütursuz, dualarını okumaya devam ediyor. Gönüllü ve ısrarlı Barla yolcuları yağmur ve dalgalardan sucuk gibi olurken, rahmet-i İlâhî tek damla üzerine düşürmüyordu. Herkes bağırıyor tekbir getiriyor, salâvat getiriyor, korkudan benizler atmış, soğuktan titriyorlar. Üstad Bediüzzaman'da hiç telâş ve korku emaresi yok. Demirci Salih Efendi, kendi mahallî Eğridir şivesiyle gayet safiyane şunları ifade ediyordu: "Başımız adam akıllı tuttu. Kımıldayacak halimiz yok, tahammülümüz kalmadı. Başımı kaldıracak takatim yok. Hafiften Üstad'a bakıyorum; içimden Üstad nasıl olsa kurtulur, ama biz denizin dibine gideceğiz, diyorum. Kavisli bir sahile yanaştık...Liman... Bedre iskelesine motor kendini atınca derinden derine nefes alıp, şükretmeye başladık." Fırtınadan sonra yangın Sağ salim sahile çıkan Demirci Salih Efendi ve arkadaşları orada ihtiyar bir kadının kulübesine iltica ediyorlar.

İhtiyar köylü kadın kafilede Üstad Bediüzzaman'ı görünce sevinç içinde: Allahım nerelerden gönderdin sen bunları?" diyor. Bunları anlatan Demirci Salih, Üstad'ın hiç ıslanmadığını, üzerinde en ufak bir yaş bulunmadığını söylüyor. Kulübede çay yapma hazırlığına başlayan Demirci Salih bu defa ateş yakarken kulübedeki çalıları tutuşturup, yangın çıkartıyor. Şakir Çağlar benim heybem diye heybesini kurtarmaya çalışırken, kadın burada üç yüz liralık eşya var, diye feryada başlıyor. Bereket, destide su varmış, suyu atarak muhtemel büyük bir yangını böylece önlüyorlar. Bu zamana kadar sabreden Bediüzzaman, Demirci Salih'i yanına çağırarak yüzüne bir tane tokat aşkediyor. Tokadı yiyen Salih Efendi bu vakayı şöyle anlatır: "Üstad bir vurdu, bir vurdu ki barut gibi yaktı... Üstad 'Orada öyle ettin, burada da böyle ettin...' diyor. Tokadı yiyince aklım başıma gelmişti. Üstad kalk, dedi, namaz kılalım. Kalktık göl kıyısında namaz kıldık..." Namazdan sonra bir merkep bularak, Üstadı merkebe bindiriyorlar, arkasına da küçük Said'i yükleyip Barla'ya doğru yola koyuluyorlar.. "Ömer benim yerime şehid oldu" Bu hâdisenin cereyan ettiği günlerde, yani 1954

Temmuz'unda Bediüzzaman Said Nursî'nin talebelerinden Konyalı Halıcı Sabri rahmetlinin büyük oğlu ömer Halıcı şehid oluyor. Hadiseyi yakinen bilen muhterem Ali Demirel otuz dört yaşlarındaki Ömer Halıcı'nın İstanbul'dan Balıkesir'e doğru askerî jet tayyaresiyle bir gece uçuşu esnasında Manyas Gölü kenarına düşerek şehid olduğunu anlatmaktadır. Bu tayyare kazasını duyan Bediüzzaman genç subay talebesi için. Ömer benim yerime şehid rahmetler ve Fatihalar gönderiyor.

oldu"diyerek

ruhuna

Ayrıca Ömer Halıcı'nın bahsi olunca: Ömer'i tanıyor musunuz? Ben Ömer'i yirmi evliyaya değişmem!" diyerek bu şehid talebesine sena ile yad ediyor. Eğridir Gölündeki batma tehlikesini Ömer Halıcı'nın şehadetiyle irtibat kurarak anlatıyordu. Demirci Salih Efendi 1991' de vefat etti.

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF