İslam Medeniyeti - Will Durant

March 29, 2017 | Author: Samed Kutluk | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download İslam Medeniyeti - Will Durant...

Description

Tercüman

1001 TEMEL ESER. €

£

>

YAZAN: WtLL DURANT

TÜRKÇESt: ORHAN BAHAEDDİN

İSLÂM MEDENİYETİ

Tercüman gazetesinde hazırlanan bu eser Kervan Kitapçılık A. Ş. ofset tesislerinde basılm ıştır

1001 Temel Eser i iftiharla sunuyoruz Tarihimize m ânâ, millî benliğimize güç ka­ tan kütüphaneler dolusu birbirinden seçme eser­ lere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyo­ loji, felsefe, folklor gibi milli ruhu geliş tiren,ona yön veren konularda "G erçek eserler" elimizin altındadır. Ne var ki, elimizin altındaki bu eserlerden çoğunlukla istifade edemeyiz. Çünkü devirler değişm elere yol açm ış, dil değişm iş, yazı değişm iştir.

Gözden ve gönülden uzak kalmış unutul­ maya yüz tutm uş -Ama değerinden hiçbir şey kaybetm em iş, çoğunluğu daha da önem kazan­ mış* binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa, tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir. Çünkü onları derleyip - toparlayacak ve günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalm aktadır. Bin yıllık tarihim izin içinden süzülüp gelen ve bizi biz yapan, kültürümüzde "K öşetaşı" vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurta­ rıp, nesillere ulaştırm ayı plânladık. Sevinçle karşılayıp, ümitle alkışladığımız "1 0 0 0 Temel Eser" serisi, Millî Eğitim Bakanlı­ ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan 66 esere yüzlerce ek yapm ayı düşündük ve "Tercüman 1001 Temel Eser" dizisini yayınla­ maya karar verdik. "1 0 0 0 Temel Eser" serisini hazırlayan çok değerli bilginler heyetini, yeni üyelerle genişlettik. Ayrıca 200 ilim adamımız­ dan yardım vaadi aldık. Tercüm an’ın yay m hayatındaki geniş im kânlarını 1001 Temel Eser için daha da güçlendirdik. A rtık karşınıza gu­ rurla, cesaretle çıkm amız, eserlerimizi gözlere ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulu­ nuyor. Millf değer ve m ânâda her kitap ve her yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli gibi ortaya konm ayacaktır. Çünkü esas gaye bin yıllık tarihimizin temelini, mayasını gözler

I \ önüne sermek, onları lâyık oldukları yere oturt­ maktır. Bu bakımdan 1001 Temel Eser'den maddî hiç bir kâr beklemiyoruz. Kârımız sadece gum r, iftihar, hizmet zevki olacaktır. KEMAL ILICAK

Tercüman Gazetesi Sahibi

İslâm medeniyeti, Amerikalı ünlü tarihçi Will Durant’ın on ciltlik Medeniyet Tarihi'nin The Age of Faitlı (iman Çağı) adını taşıyan dördüncü cildinin bir böKû müdür. On büyük ciltten meydana gelen bu dev eser, otuz iki cilt hâlinde Fransızca yayınlanmış, hiç bir kıs­ mı Türkçeye çevrilmemiştir. Okuyucularımıza bir tslâm medeniyeti tarihi verir­ ken, Will Durant'ın eserini tercih edişimizin sebebi, yazann seçkin bir tarihçi olması ve Müslüman olma masıdır. Hangi milletten olursa olsun, bir Müslümanm kaleminden çıkan bir tslâm medeniyeti tarihinde, za­ man zaman bazı hükümlerin tarafsızlığından şüphe edebilir, İslâm lehine tefsir edildiğini düşünebilirdik. Bir Hıristiyan tarihçi için de, şüphesiz bunun aksi va­ rittir. O da tarafsız olamaz hattâ aleyhte tefsirlerde bulunabilir; bunun bir çok örnekleri de vardır. Nite­ kim Will Durant da din açısından, gönlünün Hıristi­ yanlıktan yana olduğunu, eserinin ön sözünde şu sa­ tarlarla ifade etmektedir: «Hıristiyan okuyucu, İslâm kültürüne ayrılan bu yeri fazla bulacak, aydın Müslümanlar ise Ortaçağ'm parlak İslâm medeniyetine bu kadar kısa yer verilmiş elmasından şikâyet edecektir. Bütün bu eser boyunca tarafsız kalmaya, her kültürü, her inancı, doğrudan doğruya kendi açısından vermeye gayret ettik. Ama,

gerek malzemenin seçilişinde, gerekse bölümlerin tan­ ziminde peşin hükümler yine de kendini hissettirdi. Vücut gibi, ruhun da kendisini hapseden bir derinin içinde olduğuna şüphe yok.» Will Durant, medeniyet tarihinde tarafsız olmak­ la beraber, dinle ilgili kısımlarda bu tarafsızlığını koruyamamış, Müslümanlığın doğuşunu anlatırken bir takım indî kanaatleri de eserine eklemiştir. Bu ba­ kımdan eserin giriş kısmını teşkil eden ve «Muham­ m edi adını taşıyan bölümü kitabımıza almadık. Esa­ sen bu bölümde anlatılanlar Türk okuyucusunun ilk­ okul sıralanndanberi bildiği şeylerdir. Dıfter taraftan bu değerli eserin tslâm medeniye­ tiyle ilgili bölümleri tamamen tarafsızdır. Yazar, ese­ rinin sonunda tarafsızlık konusuna şöyle temas etmek­ tedir: «Yalnız kendi tarihiyle (ilgilenen kimse, muhak­ kak ki, mutaassıp bir ırkçı veya mutaassıp bir dindar­ dır. Bir ilim adamı, açık düşünceli bir münevver, sev­ gi bağlarıyla vatanına bağlı olmakla beraber, kendisi­ ni kin ve hudut tanımayan bir zihin ülkesinin vatan­ daşı sayar. Eğer böyle bir kimse, eserine maksatlı ola­ rak, politika hükümleri, ırk tefriki veya özel dinî fikirleı sokarsa ismine lâyık değil demektir. Aksi halde, me­ deniyet meşalesini taşıyan ve kendisine gelen mira­ sın zenginleşmesini sağlayan bütün halklara karşı minnet duymaktan çekinmez.» Yazarın, tslâm medeniyetine karşı duyduğu min­ net, eserin her bölümünde, ayrı ayn kendisini göster­ mektedir. O. B.

İSLÂM'IN KILICI 632 — 1058 İLK HALİFELER (632 -

660) ^

r

Hz. Muhammed sağlığında Ebû Bekr'e (573 — 634) Medine camiinde imamlık vermişti. Vefatından sonra iktidarının kime geçeceği konusunda bazı anlaş­ mazlıklar olduysa da, onun bu tercihi üzerine Ebû Bekr ilk halifeliğe seçildi. Halifelik önceleri bir Unvan­ dan ziyade bir sıfattı. Asıl ünvan «Emîrü'l-Mü'minîn» idi. Hz. Muhammed'in yeğeni ve damadı Ali bu seçime itiraz etti ve altı ay süre ile bîat etmedi. Muhammed'in ve Ali'nin amcası Abbas da aynı şekilde hareket etti. Bu anlaşmazlık bir çok savaşa, Abbasî hanedanının ku­ rulmasına ve bügün bile İslâm dünyasını sarsan mez­ hep ayrılığına sebep oldu. . Ebû Bekr o zamanlar elli dokuz yaşındaydı. İnce, ufak vapılı ve kuvvetliydi. Seyrek saçları, kırmızıya çalan beyaz sakalı vardı. Sakin, iyi niyetliydi. İdarî ve kazaî içlerle teferruata kadar meşgul olur, hak yerini bulmadan gözüne uyku girmezdi.. Karşılık bekleme, den çalışır, halkının, tabiatındaki huşuneti yenmesine gayret ederdi. Aldığı aylıkların bile devlete iadesini vasiyet etti. Arap kabileleri onun tevazuunu irade za-_ yıflığ: sandılar. Müslümanlığı kalben kabul etmemi;

olanlar vergi vermeyi reddederek üzerine yürüdüler. Halife bir gece içinde bir ordu tertipleyerek şafakla beraber asilerin üzerine yürüyüp hepsini darm adağın etti (632V Arap generallerinin en seçkini ve m erha­ metsizi Hâlid ibııi Velid yarımadayı te’dib etmekle gö­ revlendirildi. Bu ’.ç karışıklık, Arapları, Batı Asya'yı fethetmeye şevke 1en çeşitli şartlardan biri olarak kabul edilebilir. Böylesine büyük b ir teşebbüs fikrinin, Ebû Bekr'in hilâfetinin başlangıcında, Arap ileri gelenlerinden hiç birinin aklına gelmediği muhakkak gibidir. Suri­ ye'deki bazı Arap kabileleri Hıristiyanlığı ve Bizans'ı reddettiler. İm paratorluk ordularına karşı koyarak Müslümanların yardımını istediler. Ebû Bekr, gerekli yardım Ttuvvetim gönderdi ve Arabistan'da Bizans aleyhtarlığını işelmeye başladı. Bu sayede iç birliği sağ­ lanması mümkün olabilirdi. Arapların yayılma hareketinin çeşitli sebepleri oldu. Bir kere, ekonomik sebepler vardı: Hz. Muhamm ed’den önceki devirlerde hüküm et idaresindeki dü­ zensizlik sulama sistemini bozmuştu; toprak, gitikçe çoğalan halkı besleyemez hâle geliyordu. Araplar, m ünbit topraklar arıyorlardı. Siyasî sebeplerin de ro­ lü vardı: Bizans olsun İran ölsün, karşılıklı savaşlar yüzünden takatlerinin sonuna gelmişti; her ikisinde de vergiler yüksekti, buna karşılık teşkilât zayıf ol­ duğundan vergiler de gereği gibi toplanamıyordu. Difcer taraftan ırkın da, Arap yayılmasında rolü vardır: Suriye ve Mezopotamya’daki Arap kabileleri, yeni ka­ nunları ve dini benimsemekte hiç de güçlük çekmedi­ ler. Sonra, dini mülâhazalar; Bizans’ın buradaki Nes-

lûrîler ve diğer inanç sahipleri üzerinde büyük baskı­ sı vardı. Halbuki Müslümanlık öyle değildi. Üstelik savaştan yılmamayı öğretiyor, şehitliğin cennetin anahtarı olduğunu anlatıyordu. Böylece halkın mane­ viyatı yükseldi. Diğer taraftan Arap birlikleri iyi savaşçıydı. Mahrûmiyetlerc alışkındılar. Ganimet onlar için büyük m ükâfat oluyordu. Aç kam ına dövüşüyor ve karınları­ nı doyurmaları ancak zafere ulaşmak sayesinde müm­ kün oluyordu. Ancak asla barbar değillerdi. Ebû Bekr şöyle diyordu: Alicenab olun; kadınları, ihtiyarları ve çocukları öldürmeyin; meyva ağaçlarına, ekin m ahsu­ lüne, hayvanlara zarar vermeyin; düşmana karşı bile olsa verdiğiniz sözü tutun.» Halid, (633) de A rabistan’da barışı sağladıktan sonra Irak sınırının ötesindeki b ir âsî kabileyi te’dib etm ek üzere çağırıldı. Yanına 500 kadar asker aldı, ay­ rıca 2500 de göçebe topladı ve İran topraklarına girdi. Ebû Bekr belki de buna izin vermiş değildi. Ama so­ nuçtan m em nun kaldığını şu sözlerle belirtti: «Bir kadın, b ir daha, bir Halid'e gebe kalmaz.» Halid, Hîrc'yi aldıktan sonra halifeden bir mesaj aldı: Çok üstün kuvvetli b ir Bizans ordusu, Şam ya­ kınlarında bir Arap birliğini tehdit ediyordu. Halid $ am ’a beş günlük yoldaydı. Yol, tam am en susuz bir çölde geçiyordu. Halid develerine alabildikleri kadar su içirdi. Askerler, yolda, öldürdükleri develerin kar­ nındaki suyu içliler, atlarını deve sütüyle beslediler. Birlik tam zamanında Şam'ın güney doğusundaki Yerm ük'te bulunan Arap ordusuna yetişti. Müslüman ta­ rihçilerin dediğine göre 40.ÜG0 Arap, 240.C03 Dizans

*S

askerini büyük bir bozguna uğrattı (634). Suriye artık genişleme hâlindeki îslâm İm paratorluğu'nun üssü ol­ muştu. Haüd. adamlarım zafere sevkederken, bir haberci gelerek Ebû Bekr in öldüğünü (634), yeni halife Ömer’­ in de yerine Ebû Ubeyde’yi tayin ettiğini öğrendi. Sayaşı kazanıncaya kadar bu haberi sakladı. Ömer (Ömer ebû Hafs Îbnü'l-Hattab) (582 — 644). Ebû Bekr'in başlıca müşaviri ve desteğiydi, üstelik öylesine müsbet bir şöhreti vardı ki, Ebû B ekr’in yeri­ ne geçmesine kimse itiraz etmedi. Ömer, yapılış bakımındau Ebû Bekr’in tam zıddıydı: îri yapılı, geniş omuzlu ve çok heyecanlıydı. Ona benzeyişi, sade hayat tarzı, açık alnı ve renkli sakalıydı. Yaş ve sorum luluk­ lar, onun için için kaynayan tabiatına büyük bir mu­ hakeme hissi katmıştı. Bir defasında haksız yere bir bedeviyi dövmüş, sonra da —boş yere— adamdan ken­ disine avnı sayıda sopa vurmasını istemişti. Yanında . daima bir kırbaç taşır ve şeriat kaidelerine aykırı ha­ reket eden herkesi döverdi. Bir defasında, sarhoş oğ­ lunu, bu suçundan ötürü öldüresiye kırbaçladığı söy­ lenir. İslâm tarihçileri onun bir gömlek ve hırkadan başka şeve sahip olmadığını yazar. Arpa ekmeği ve burm a yer, su içerdi. Bütün hedefi Müslümanlığı yay­ maktı. Ömer, Allah’ın kılıcı Halid'i kahramanlığının ya­ nında zaman zaman aşırı hareketleri dolayısıyla vazi­ fesinden affetmisti. Bu büyük general, yerinden alın­ masını cesaretten de güzel bir asaletle karşıladı. Gö­ revini Ebû Ubeyde ye devrettiği gibi ona takip etmesi gereken strateji hakkında da bilsi verdi.

Daima usta

binici olan Araplar,

bu bakımdan

İranlIlardan da. Bizanslilardan da üstündü. O devirde,

onların savaş çığlıklarına, insanı şaşırtan manevraları­ na, hızlarına kimse mukavemet edemiyordu. Savaş alan larını taktik hareketlere elverişli düz yerlerde seçer­ lerdi. 635'de Şam, 636'da Antakya, 638’de Kudüs alın­ dı. 640'ta bütün Suriye Müslümanların eline geçmiş­ ti. 641'de ise İran ve Mısır fethedilmişti. Patrik Sophronius, halife bizzat geldiği takdirde K udüs’ü teslim edeceğini söylemişti. Ömer yanında bir çuval buğday, bir sepet hurm a ve su olduğu halde vola koyularak Kudüs'e geldi. Halid, Ebû Ubeyde ve diğer Arap generalleri şehrin dışında, süslü eibiseler ve iyi koşumlu hayvanlarıyla onu karşıladılar. Halife kızarak onîan tersledi: «Defolun» dedi, «bu kılıkla mı beni karşılamaya geliyorsunuz?» Ömer, Sophronius'u büyük bir iyi niyetle kabul etti; onlara hafif bir vergi koydu; ibadet yerlerini muhafaza edebileceklerini söyledi. Hıristiyan tarihçileri, onun patrikle birlikte Kudüs'ü gezdiğini yazar. Ömer, K udüs’te kaldığı on gün içinde kendi adıyla anılan camiin yerini de seçti. Sonra Medine’ye döndü. Suriye ve İran ele geçirilince, Arabistan’dan bu­ ralara göç başladı, öyle ki, 644 yılında Suriye'deki Arap nüfusu varım milyona yükselmişti. Ömer, fatih­ lerine oralarda toprak satın almayı ve tarım la uğraş­ mayı yasak etti. O, Arabistan dışındaki bu ülkelerde sadece askerî birlikler kalacağını umuyordu. Ama bu yasaklar ihmal adildi. Ömer, savaş ganimetlerinin yüz­ de seksenini devlet hissesi olarak ayırıyor, kalanını da halka dağıtıyordu.

Çok geçmeden Kureyş asılzâdeleri zenginleşmeye başladı. Mekke ve Medine'de zengin saraylar yaptır­ dılar. Zübeyr'in çeşitli şehirlerde sarayları, 1000 atı ve 10.000 kölesi vardı. A bdurrahm an'm da 1000, atı, 10.000 koyunu ve 100.000 dinarı (1.912.000 dolar) var. dı. Ömer lüksün yayıldığını üzüntüyle görüyordu. 644 yılında tranlı b ir köle, onu, camide namaz kılarken öldürdü. Gösterdiği adaylar arasında Osman ibni Affan halifeliğe seçildi. Osman, iyi niyetli b ir ihti­ yardı. Medine camiini güzelleştirdi ve artık H erât, Kâbil, Belh ve Tiflis'ten Karadeniz'e kadar İslâm ’ı götü­ ren generallerini destekledi. Ancak onun büyük şans­ sızlığı, Hz. Muhammed'in düşm anı olan Emevî kabi­ lesinden olmasıydı. Onun halifeliğe geçişi üzerine Emevıler Medine’ye koşarak bundan faydalanmaya kalktılar. Halife onların isteklerini reddedemedi. Di­ ğer taraftan Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye tarafından yönetilen Emevî kabilesi, Ali'nin idaresindeki Peygamber'in Haşimî kabilesine karşı olduğunu açıkça göste­ riyordu. Ali'nin meşrû halife olduğu hakkındaki faa­ liyetler sonunda Osman'ın halifelikten çekilmesi istendi. Osman bunu reddetti ve bunlar tarafından K ur’ân okurken öldürüldü (656). Bunun üzerine Emevî şefleri Medine'den kaçtılar. Ve Ilûşim îler nihayet Ali'yi halifeliğe getirdiler. Ali elli dokuz yaşında, açık başlı, cömert, enerjik bir in­ sandı. Kendisinden Osman'ın katillerini öldürn.esi is­ tendiği halde, onların kaçmasına kadar bir teşebbüste bulunm adı, ö te yandan Mtıaviye, Osman'ın kanlı elbi­ sesini teşhir ederek lıaikı tahrik ediyordu. Sonunda Emevîler’in hâkim olduğu Kureyş kabilesi Muaviye ile

birleşıi. Hz Muhammed'in yakınlarından Zübeyr ve Talha. Ali’ye karşı isyan ettiler. Hz. Muhammed'in m ağrur zevcesi de bu işe katıldı, Ali, Kûfe'lilerden yar­ dım istedi, yardım ettikleri takdirde Kûfe'yi başkent yapacağını bildirdi, tki tarafın kuvvetleri Irak'm gü­ neyinde Hureybe’de çatıştı. Ayşe, birliklerini deve üzerinden yönelttiği için bu savaşa Cemel vak'ası (De­ ve Savaşı) dendi. Zübeyr ve Talha yenilerek öldürüldür ler; asilere katılan Ayşe de büyük bir nezaketle Medi­ ne'deki evine götürüldü. Ali bundan sonra başkenti Kûfe’ye getirdi. Ancak Muaviye, Şam ’da yeni bir ordu kurm uştu. 657 yılında Ali'nin kuvvetleriyle Muaviye'nin kuvvet­ leri Sıffîvn'de karşılaştılar. Ali durum a hâkim olduğu b ir sırada Muaviye'nin generali Amr ibnü'l~As askerle­ rin m ızraklarının ucuna Kur'ân taktırarak «Allah'ın kelâmına uygun» bir anlaşma istedi. Ali buna razı ol­ du, iki taraftan hakem ler seçildi ve altı aylık bir sü­ re tanındı. Ancak Ali'nin bazı adam ları ona karşı dönerek Ha­ ricî diye adlandırdıkları yeni bir ordu kurdular. Onlar halifenin halk tarafından seçilmesini istiyorlardı. Ali, H aricîler’i kendi tarafına çekmek istediyse de ba­ şaram adı, sonunda savaş açarak onları yendi. Altı ay­ lık m ühlet dolunca hakem ler her ikisinin de halifelik­ ten çekilmesi gerektiğini söylediler. Ali'nin temsilcisi, efendisinin hilâfetten ayrılacağını söyledi. Muaviye'nin temsilcisi Amr da aynı şeyi yapacağına, Muaviye'yi hâ­ life ilân etti. Bu kargaşalıkta bir Haricî, Ali'yi zehirli bir kılıçla öldürdü (661). F :2

Irak Müslümanları, Ali’nin yerine oğlu Hasan'ı seçtiler. Muavive Küfe üzerine yürüdü. Haşan yenile­ rek Mekke’ye çekildi. Orada kırk beş yaşında iken ze­ hirletilerek öldürüldü (669). İslâm âlemi .ister istemez Muaviye'yi halife tanı­ mıştı. Ancak o, Medine, kalabalık merkezlere uzak ol­ duğu için, Kendi emniyetini düşünerek Şam'ı hükümet merkezi yaptı. Kureyş aristokrasisi, zaferi kazanmış ve cumhuriyet yerine verasetle intikal eden b ir hanedan kurulmuştu.

EMEVÎ HALİFELİĞİ : (661 — 750)

11 Muaviye, tahtını ihtişam ve büyük törenlerle mu­ hafaza lüzümunu duydu. Bizans hüküm darlarını tak. lid etti. Diğer taraftan zamanında artan gelirler saye­ sinde kabileler arasındaki çatışm alar azaldı. Arap ik­ tidarı kuvvetlendi. Halifediğin verasetle geçmesinin mücadeleleri ortadan kaldıracağını düşünerek oğlu Yezid’i veliaht tayin ettiğini ve bütün Müslümanların ona biat etmesi gerektiğim ilân etti. Bununla beraber Muaviye'nin ölümü üzerine (680), yeniden bir saltanat kavgası başladı. Kûfeliler, Ali'nin oğlu Hüseyin'e, Kûfe'ye gelir ve şehri başkent yaparsa, kendisine yardım edeceklerini vaadettiler. Hüseyin ailesi ve kendisine çok bağlı yetmiş adamıyla Mekke'­ den çıktı. Kûfe'ye kırk kilometre kala, Yezid'in ordu­ sundan bir birlik, Ubeydullah kum andasında yollarını kesti. Hüseyin teslim olmak istediyse de adam ları red­ detti Yedeni, onbir yaşındaki Kasım çatışm ada bir ok isabetiyle yaralandı ve amcasının kollarında öldü. Ardından bütün yakınları birer birer vurulup düşm e­ ye başladı. Sonunda kendisi de öldürüldü. Kesik başı Ubevtullah'a götürüldü.. O küçüm ser bir eda ile, kesik başı sopasıyla itti. Bunun üzerine subaylarından biri: «»Yapmayın, dedi, ben bu dudakları kaç defa Hz. Mu-

ham m ed'in öptüğünü gördüm.» Hüseyin'in öldürüldü­ ğü Kerbelâ'da Şiî M üslümanlar b ir m abet yaptılar. Hâlâ her vıl Ali, Haşan ve Hüseyin'in hatırasını anar­ lar. Zübeyr'in oğlu Abdullah, isyan hareketini devam ettirdi. Yezid'in birlikleri Mekke’yi kuşatarak mancı­ nıklarla taşa tuttular. Hacer-i Esved isabet alarak üçe ayrıldı: Kâbe yakıldı (683); ancak Yezid’in Ölümü üze­ rine m uhasara kaldırıldı, tki yıl süren kargaşalıklar Sırasında üç halife tahta çıktı. Nihayet Muaviye’nin bir yeğeninin oğlu Abdülmâlik kargaşalığa son verdi. Ku­ mandanı Haccac ibni Yusuf, Mekke’yi yeniden kuşattı. O zaman altm ış dokuz yaşında olan Abdullah, yüz yaşındaki annesinin teşvikiyle savaşa girişerek öldü­ rüldü. Kesik başı Abdülmâlik’e gönderildi, cesedi de annesine verildi (692). Abdülmâlik bundan sonraki barış yıllarında şiir yazdı, edebiyatı korudu. Yirmi yıllık saltanatı, oğlu 1. Velid’e (705—715), gelişme imkânı sağladı. Arapların ileri harekâtı devam etti. 705’de Belh, 709’da Buhara, 711 ’de İspanya, 712’de Sem erkant alındı. Haccac doğu eyaletlerini yaratı­ cı bir ener ji ve zulümle idare etti. B ataklıkları kurut­ tu, kurak yerleri sulattı, kanallar açtırdı. Velid de iyi bir kral oldu. Yeni pazarlar ve yeni yollarla endüstri ve ticareti teşvik etti. Okullar, hastahaneler, ihtiyarlar körler ve m a'lüller için huzur evleri yaptı. Camileri güzelleştirdi ve yeni cam iler yaptırdı. Bu arada şiir yazmak ve beste yapm aktan da geri durm uyordu. H er iki günde bir. diğer şair ve müzisyenlerle toplantı­ lar düzenliyordu.

Yerine geçen kardeşi Süleyman (715—717), İstan­ bul'a beyhude bir yürüyüş yaptı. Onun yerine geçen II. Ömer (717—720), büyük b ir sadelik örneği vermek istedi, öylesine sade bir hayat yaşadı ki, yabancılar onun bir hüküm dar olduğuna asla ihtim al veremediler. İstanbul'u kuşatan kuvvetleri geri çağırdı, başka ülke­ lerle barış yaptı. Kendisinden öncekilerin aksine, Hı­ ristiyan, Yahudi ve diğerlerini İslâm dinini kabul et­ meye teşvik etti. Vergi m em urları, böyle devam eder­ se hâzinenin tam takır kalacağını söyledikleri zaman şu cevabı verdi: «Varsın olsun. Ben kendi ellerimle top­ rağı sürmeyi tercih ederim ; yeter ki herkes Müslüman olsun » If. Yezid (720—724), dört yıllık saltanatının so­ nunda bir carivesiyle eğlenirken kadının boğazına ka­ çan bir üzüm tanesiyle boğulması üzerine, kederinden öldü. Devleti on dokuz yıl idare eden Hişam (724—743), âdil ve barışçı b ir hüküm dar oldu. İdareyi ıslah etti, m asrafları kıstı, ölünce, ardında dolu b ir hazine bırak­ tı. Ancak onun zam anında ordu birkaç defa yenildi, ülkede ayaklanm alar oldu. Yerine geçen II. Velid ise hâzineyi kısa zamanda har vurup harm an savurdu. Düşmanları onun şarap havuzunda yüzdüğünü nakle­ der. I. Velid'in oğlu Yezid onu öldürerek tahta çıktıy­ sa da altı ay sonra öldü (744). Kardeşi tbrahim ise ge­ neral tarafından tahttan indirildi. II. Mervan adıyla tahta geçen bir general son Emevî halifesi oldu. Emevî halifeleri İslâm 'a faydalı oldu. Siyasî sınır­ ları genişlettiler ve kesintilere rağm en liberal ve metodik bir hüküm et kurdular. Ancak VIII. yüzyılda ikti­

darsız kimselerin tahta çıkması, taht kavgaları, devlet idaresinin harem ağalarına bırakılması birleşik bir Arap iktidarının doğmasını önledi. Eski kabile anlaş­ mazlıkları siyasî anlaşmazlık hâlinde sürdü geldi. Şam otoritesini kaybetmeye başladı. îranlılar, Suriye'nin hâkimiyetini çekemez oldular. Hz. Muhammed'in so­ yundan gelenler Emevî kabilesinin hilâfet makamın­ da olmasını hazmedemiyor her namazda Allah’ın kendi­ lerini bu utanç verici durum dan kurtarm ası için dua ediyorlardı. Hz. Muhammed'in soyundan gelen E bu’l-Abbas, sonunda Filistin’de saklandığı yerden çıkarak tranlı Şii milliyetçileri etrafında topladı, 749'da kendisini Kûfe’de halife ilân etti. II. Mervan'ın, onunla çarpışan kuvvetleri yenildi. Sonunda kendisi de öldürüldü. Şam zaptedildi. Ama yeni halife memnun değildi. «Onlar beni yakalasa kanımı içerlerdi» diyordu. Herhangi bir ayaklanmayı önlemek için Emevî hanedanından olan herkesin yakalanıp öldürülmesini em retti. Emevî şef­ lerinden seksen tanesi bir ziyafet bahanesiyle bir ara­ ya getirilip öldürüldüler.

III ABBASİ HALİFELİĞİ : (750 — 1058)

I Hârûn - Reşid

Seffah diye anılan Ebûl Abbâs bir anda İndus’tan Atlas okyanusuna kadar uzanan bir im paratorluğun başına geçmişti. Sind (Hindistan’ın kuzey batısı), Bülûcistan, Afganistan, Türkistan, İran, Mezopotamya, Erm enistan, Suriye, Filistin, Kıbrıs, Girit, Mısır ve Ku­ zey Afrika. Müslüman İspanya onun hakimiyetini ta­ nımadı, Sind de hükümdarlığının on ikinci senesin­ de tâbi olmaktan çıktı. Onun iktidara gelmesine yar­ dım edenler, hâlen de devlet idaresindeki başlıca yar­ dımcıları çoğunlukla lra n ’Iıydı. El-Seffah'tan itibaren saraya daha bir şehirlilik, daha bir incelik girdi; art arda gelen aydın halifeler de maddî zenginliği arttır­ dılar, sanat, edebiyat, felsefe ve fennin gelişmesini sağladılar. İran bir asırlık esaretten sonra kendisini frtheden’ere hakim olmaya başlıyordu. Seffah 754 te öldü. Yerine kırk yaşındaki el-Mansur geçti. Uzun boylu, ince, sakallı ve esmerdi. Kadına ya da şaraba düşkünlüğü yoktu. Hükümranlığı boyun­ ca sanat, edebiyat ve fennin koruyucusu oldu. Kendisi­ ni devlet işlerine verdi. Bağdad'da mükemmel bir baş­

kent kurdu. İdarî teşkilâtı ve orduyu ıslah etti. Dev­ let hizmetlerini yakından kontrol altında bulundurdu. Devlet hazînesini en ölçülü ve makul yerlere harcadı. El-Mansur, saltanatının başında İran usulüne göre bir « v e z irlik v müessesesi kurdu. Bu müessese Abbasî ta­ rihinde önemli bir rol oynayacaktır. Vezir tayin edilen ilk şahıs Bermek'in oğlu Halid idi. Bu Bermekî aile­ sinin Abbasî hanedanı üzerine büyük etkisi olacaktır. El-mansur ve Halid sonradan meyvalannı H arun Re şid'in toplayacağı b ir düzen getirdiler. Yirmi iki yıllık saltanattan sonra el*Mansûr Hac yolunda öldü. Yerine geçen oğlu el-Mehdî (775—785) iyi b ir idare gösterdi. Pek tehlikelileri dışında bütün mahkûm ları affetti, şehirleri güzelleştirdi, müzik ve edebiyatı destekledi, im paratorluğu büyük b ir dirayet­ le idare etti. Bizans, Anadolu’daki topraklarını geri al­ maya kalkınca, el-Mehdî, oğlu H arun kom utasında b ir ordu gönderdi. H arun İstanbul’a kadar ilerledi ve im paratoriçe İrini ile bir b an ş anlaşm ası imzaladı, aynca Bizans’ı yıllık altm ış bin dinar (332.000 dolar) vergiye bağladı. O andan itibaren de kendisine Harû n ’ü r Reşid dendi. El-Mehdî daha önce büyük oğlu el-Hâdi'yi veliaht ilân etm işti. Ancak H arun’un kabi­ liyetini görünce, ona taht iddiasından vazgeçmesi­ ni söyledi Fakat el-Hâdi isyan etti. Bunun üzerine H arun'la el-Mehdi onun peşine düştüler. Ancak el-Melıdı yolda öldü Bunun üzerine H alid’in oğlu Bermekî Yahya. H arun'a onu halife olarak tanımasını söyledi. El-Hâdi. H arun’u b ertaraf edince Yahya'yı hapsetti ve Rendi oğlunu veliaht ilân etti. Ama kısa b ir süre son­ ra öldü (786). Kendi annesi tarafından boğdurularak Öldürüldüğü söylenir. O ölünce H arûn tahta çıktı ve

Yahya'yı kendisine vezir yaptı. Böylece İslâm tarihi­ nin en ünlü saltanatlarından biri başladı. Efsaneler, —bilhassa B inbir Gece Masalları— Ha­ run'u neşeli ve kültürlü; zaman zaman sert ve şiddetli, çok defa cöm ert ve insan; devlet arşivlerinde saklata­ cak kadar güzel hikâyeleri seven; zaman zaman iyi hi­ kâye anlatan güzel b ir cariyesi ile yatağını paylaşan birisi olarak tasvir eder. Ancak bütün bunlar, şüphe­ siz eski tarihçileri şaşırtır. Çünkü gerçek tasviri ya­ panlar. onu m û’tekid b ir Müslüman, olarak tanıtm ak­ tadır. Öyle ki, gayr-i müslimlerm hürriyetlerini kıs­ m akta m ahzur görmez, her iki yılda b ir Hacc'a gider, günlük nam azlarında yüz defa secde ederdi. Çok içki içerdi ama, seçkin dostlarıyla ve m ahrem olarak. Ye di karısı, b ir çok cariyesi, on b ir oğlu ve on yedi kızı vardı. Son derece cöm ertti. Şiiri çok severdi. Öyle ki, bazan şairlere aşırı paralar verdiği olurdu. Bir defa­ sında şâir Mervâ’m b ir tek şiirine beş bin altın (32.750 dolar) ayrıca b ir cariye, seçkin bir at vermiş ve hil'at giydirmişti. En iyi meslektaşı hovarda şair Ebû Nüvâs idi. H arun u Reşid, Bağdad’da hiç bir de­ virle kıyaslanmayacak derecede çok, şair, hukukçu, hekim, müzisven dansör ve sanatkâr toplamıştı. Ken. disi de şâir, âlim ve iyi b ir hatipti. Tarihin hiç bir ça­ ğında, bir sarayda böylesine zekâ burcunun toplandığı görülm em iştir H arun İstanbul'da im paratoriçe İrini, Fransa'da Charlemagne ile, Çin’de de Tsuan-Tsıwıg’dan biraz sonra, Chang-an'la çağdaştır. Harun, zenginlik, iktidar ihtişam ve iktidarın süsü olan kültürel terak­ ki alanında onların hepsini geçmiştir. H arun Reşit, hüküm et işlerinde bizzat çalışırdı, mükemmel b ir hakimdi; görülmemiş derecede

çok masraflı olmasına rağmen, ölümünde 48.000.000 dinarlık (228.000.000 dolar) bir h a z i n e bırak* mıştır. Savaşlarda ordulara bizzat kumanda etmiş, bütün sınırlan muhafaza etm iştir. Tahta çıkmasından kısa bir süre sonra Yahya'yı çağırarak şöyle demiş­ tir: «Tebaamı {halkı) idare etme görevini sana veriyo­ rum . Onları dilediğin gibi idare et; istediğini iş basma getir, istediğini uzaklaştır. Bütün işleri sen idare et, çünkü iyi başarıyorsun.» Sonra bu sözlerini Kuvvetlen­ dirmek için yüzüğünü çıkarıp Yahya'ya verdi. Bu ih­ tiyatsız hareket son derece büyük bir itim adı gösteri­ yordu. Gerçekten o zaman yirmi iki yaşında olan Ha­ run, kendisini henüz böyle büyük b ir krallığı idareye m uktedir görmüyordu. Üstelik bu hareketi kendisine hocalık etmiş ve kendisi için hapiste yatm ış olan bir insana minnet borcunun ödenmesiydi. Yahya, tarihin en iyi idarecilerinden biri oldu. Çalışkan, akıllı, nazik idi. td arî işleri en mükemmel seviyeye getirdi. Nizamı, emniyeti ve adaleti kurdu, yollar, köprüler, hanlar, kanallar yaptı. Bütün eyalet­ lerin müreffeh olmasını sağladı. Öte yandan kendisi­ nin ve efendisinin hâzinesinin dolu kalmasını da ba­ şardı. Oğulları el-Fazl ve Cafer de devlet hizmetinde çalışt* ve çok başarılı oldular. Milyonlar kazanarak kendilerine saraylar yaptırdılar kendilerine has şair­ ler ve filozofları oldu. Bermekî saltanatına ansızın son veren sebepleri kesin olarak bilmiyoruz. İbni Haldûn, bunun gerçek sebebini devletin geliri üzerinde büyük bir hakimiyet kurm a ve iktidarın kesin olarak kendi ellerinde bu­ lunduğunu iddra etmelerinde bulur, öyle ki, bazan

\

Harun Reşid'in bir para talep edip de alamadığı olur­ muş. Genç hüküm dar olgunlaştıkça, vezirine verdiği aşın selâhiyetlerden ötürü pişmanlık duymaya başla­ dı. Bir defasında Cafer'den b ir asiyi te'dib etmesini is­ tedi; Cafer ise adamın kaçıp gitmesine göz yumdu. H arun, bunu asla affetmedi. Bir de Binbir Gece Masalları'na lâyık bir hikâye vardır. Cafer, H arun'un kız* kardeşine âşık olur. H arun Reşid, kızkardeşinin saf Arap kanını muhafaza etm esini istem ektedir. Halbu­ ki Cafer İran asıllıdır. Bu bakım dan evlenmelerine izin verir; ancak tek şartı yalnız kendi huzurunda gö­ rüşm eleridir. Aşıklar çok geçmeden bu yasağı bozariar. Harun Reşid'in kızkardeşi Abbâse'nin, Cafer'den iki oğlu olur. Medine'ye götürüierek orada yetiştirilir­ ler. H arun'un karısı Zübeyde işi anlayınca vakit geçir­ meden kocasına haber verir. Halife, baş cellâdı Mesrûr'u çağırarak Abbâse'yi öldürmesini ve sarayın bah­ çesine gömmesini em reder ve bu emrin icrasını biz­ zat tak:p eder. Ardından M esrûr'a, Cafer’in başın; vurm asını em reder. Bu em ir de yerine getirildikten sonra, çocuklarını Medine'den getirtir; b ir süre ko­ nuştuktan sonra, onlar: da öldürtür (803). Yahya ile el*Fazl hapsedilirler. Ancak hizm etkârları ve ailesiyle beraber olm alarına izin verilm iştir. Ne var ki, bir da­ ha asla serbest bırakılmazlar. Yahya oğlunun ölümün­ den iki yıl sonra, el-Fazl'da kardeşinin ölümünden beş yıl sonra ölür. Bermekî ailesinin 30.000.000 dinar (142.500.000 dolar) tahmin edilen servetine el konur. H arun Reşid bu olaylardan sonra fazla yaşamadı. B ir sü re kendisini işe ve savaşlara vererek kendini avutmaya çalıştı. Bizans im paratoru 1. Nic^phore bü­ yük bir tedbirsizlikle im parotoriçe îrini tarafından

ödeneceği taahhüt edilen vergiyi ödemeyi reddettiği gibi, o zamana kadar ödenenlerin de geri verilmesini istedi. H arun şu cevabı verdi: «Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Roma köpeği Nic^phore'a: Ey sa­ dakatsiz bir annenin oğlu. Mektubunu aldım. Cevabını kulaklarınla işitecek değilsin, gözlerinle göreceksin. Selâm.» Derhal savaş açtı ve Rakka’daki yeni ikâmetgâhın­ dan kuzey sınırına yollandı. Anadolu'da öylesine hız­ la ilerledi ki. Nicephore, vergi vermekte devam etme­ yi hemen kabul etti (806). Charlemagne’a da çeşitli hediyeler gönderdi. Bunlar arasında suyla işleyen ka­ rışık yapılı bir saat ve bir fil vardı. Harun henüz kırk iki yaşında olmasına rağmen el-Emin ve el-Me'mûn adlı iki oğlu taht için m ücade leye başlamıştı ve ölümünü sabırsızlıkla bekliyorlardı. Harun, onların mücadelesine bir son vermek için şu kararı verdi. El-Me'mûn, Dicle nehrinin doğusunda ka­ lan topraklara, el-Emin de ülkenin geri kalan kısmına bakim olacaktı. Biri ölürse, diğeri, ülkenin tamamına hükmedecekti. K ardeşler bu anlaşmayı {imzaladılar ve Kâbe önünde yemin ettiler (806). Aynı yıl, İran'da bir isyan patlak verdi. Harun hasta hasta iki oğlunu da yanına alarak isyanı bastırm ak için yola çıktı. İran'ın doğusundaki Tûs’a geldikleri zaman artık b it­ kin bir haldeydi, ölüm halindeyken asi şefi yakalayıp getirdiler. Harun, Beşen adlı âsiyi, kendisini bu sefe­ re mecbur ettiği için payladı sonra da huzurunda parça parça doğranmasını em retti. Ertesi gün de ken­ disi havata veda etti (809). '

2. Abbâsiler'in Gerilemesi El-Me'mûn, Merv’e kadar yoluna devam edip isya­ nı bastırdı. El-Emin ise Bağdat'a dönerek küçük yaş­ taki oğlunu veliaht ilân etti. El-Me'mûn'dan üç doğu eyâletini istedi, sonra da onunla savaşa girişti. El- Me'm ûn’ün generali Tahi, Em in'in ordularını yendi; Bağdad'ı kuşattı ve hemen hemen tahrib etti, Em in’in ke­ sik başını da Me’m ûn’a gönderdi. Hâlâ Merv’de bulu­ nan Me'mûn kendisini halife Hân etti (813). Ancak Su­ riye ve Arabistan'da bazı karşı koymalar oldu ve Me'm ûn'un meşrû halief olarak Bağdad'a girmesi (818)’e kadar gecikti Me'mûn, H arun Reşit ve M ansûr’la birlikte Abba­ si hanedanının eri büyük halifeleri arasında yer almışDr. Zaman zaman şiddet hareketlerinde bulunmasına rağmen sakin yaradılışlı bir insandı. Devlet konseyi­ ne her din ve mezhepten üyeler almıştı, ölüm tarihine kadar da her din ve mezhebe tam bir serbestlik tanı­ dı. Hür düşünce sarayın en fazla hürm et ettiği bir hu­ sustu. Mes’ûdî şöyle yazar: «Me’mûn, her Salı, ilahiyat ve hukuk meselelerini görüşmek için toplantı yapardı. Muhtelif mezheplere mensup kimseler halılarla kaplı bir salona alınırlar­ dı. Burada yemek yedikten sonra, hizmetçilerin getir­ diği buhurdanlarla kokulanır sonra halife tarafından kabul edilirlerdi Halife asla taraf tutm adan hüküm ­ darlık hüviyetini b ir tarafa bırakarak görüşürdü. Gü­ neş batınca m isafirler akşam yemeğini de yedikten sonra evlerine giderlerdi. Me'mûn zamanında, ilim ve felsefe, Harun devrindekine "öre daha da gelişti. İstanbul, İskenderiye

ve Antakya’ya heyetler göndererek eski Yunan üstad(arının eserlerini getirtti ve bunların Arapçaya tercü­ me edilerek yayınlanması için heyetler kurdu. Bağdad’da bir ilimler akademisi, yine Bağdad’da ve Tüdm ür’de rasathane kurdu. Hekimler, hâkim ler, müzis­ yenler, şâirler, m atem atikçiler, astronom lar onun bü­ yük yardım larından faydalandılar. Me'mûn 48 yaşında öldü (833). yerine geçen kar­ deşi Ebû tshak -el Mu’tasım , iyi niyet bakım ından onun gibiydi ama, onun dehasından m ahrum du. E tra­ fında Türk birliklerinden m ürekkep dört bin kişilik b ir muhafız teşkilâtı kurdu. Muhafızlar zamanla ve gerçekte asıl hüküm dar durum una geçtiler. Mu'tasım'ın Türk m uhafızlar tarafından korunm ası halkı rahat­ sız ediyordu, öyle ki, halife Bağdad'ı terketm ek lüzu­ munu duydu ve Sam arrâ’da kendisine yeni b ir başkent kurdu 836‘dan 892’ye kadar sekiz halife aynı yerde hüküm sürdü. Dicle üzerinde kırk kilom etre boyunca büyük cam iler ve saraylar yapıldı. Yüksek rütbeli m em urlar kendilerine şahane konaklar yaptılar. Hali­ fe Mütevekkil 100.000 dinar (3.325.000 dolar) sarfıy la bir cami ve ona yakın bir parayla yeni b ir ikâm et­ gâh yaptırdı. Buraya Câferiye deniyordu. Caferiye’de tncı adlı bir sarayla her tarafı park ve derelerle çevrili bir zevk ve safa şatosu vardı. Oğlu, onu öldürterek el-Muntasır adıyla tahta çıktı. Abbâsi halifeliği, dış etkilerden ziyade iç etkiler neticesinde bozuldu. Aşırı içki, lüks düşkünlüğü, tenbellik hanedana zamanla büyük b ir rehavet verdi. Tahta geçenler devlet idaresinden ziyade şahsî zevkle­ rini düşünür oldular. Bu durum da çok geniş b ir ala­

na yayılmış olan kabile ve eyaletleri birlik hâlinde tutm ak müşküldü. Irk ve toprak anlaşmazlıkları yü> zünden her tarafta isyanlar oluyordu. Türkler, ArapJar, îranlılar, Suriyeliler, Berberîler, Yahudiler sadece birbirine olan nefretlerinde uyuşuyorlardı; b ir zaman­ lar birliğe davet ettiren din ve çeşitli mezhepler yü­ zünden siyasî ve coğrafî bölünmeleri körükler hâle gelmişti. Orta Doğu sulama ile yaşar; sulama olmadı mı ölür Toprağı sulayan kanallar devamlı bakım isti­ yor, ama bunu kimse başaram ıyordu. Devlet de gerek­ li bakımı yapamıyordu. Yiyecek m addeleri artan hüfusun ihtiyacını karşılamaz olm uştu. Fakirlik gittikçe artıyor, salgınlar halkı perişan ediyordu. Sonunda ekonomi, devletin m asraflarını karşılayamaz oldu. Ge­ lirler azaldıkça azaldı, artık askerlerin m asrafını bile karşılayamaz oldu. Türkler, y erin i. aldı. ancak Türk diler, ya da başladı.

devletin silâhlı kuvvetlerinde Arapların Halife el-Muntasır'dan itibaren, halifeler kum andanların isteğine göre iktidara gel­ öldürüldüler. Saray entrikaları artm aya

Merkezî iktidarın zayıflaması, lukta çözülmelere yol açıyordu.

büyük im parator­

Eyaletlerde hüküm süren valilerin hüküm et m er­ keziyle olan münasebeti sadece şekilden ibaretti. Du­ rum ları sağlamlaştırmaya, yerlerini mirasla geçen bir mevki hâline getirm ek istiyorlardı. Böylece tspanya 756'da, Fas 788 ve Tunus 801'de bağımsızlığını ilân et­ ti. Mtsır 868'de, bağımsız olduğu gibi Suriye'nin de büyük bir kısmını eline geçirerek 1076'ya kadar burada hüküm ran oldu. EI-Me’mûn, kumandanı Tahir'e ve

onun soyundan gelenlere bir cemîle olarak Horasan eyaletini vermişri. Bu Tahirî hanedanı (820—872) he­ men hemen bütün İran ’a varım hüküm dar şeklinde hakim oldu. Onların yerine Safevîler geçti (872—903). 929’dan 944’e kadar Şiî Hemdanîler, Mezopotamya'nın bir kısmıyla Suriye'ye hâkim oldular. Musul ve Halep birer kültür merkezi oldu. Seyfü'd-Devle (944—967), Halep'deki sarayında filozof Farabî'yi ve Arap şairle­ rinin en sevileni El-Mütenebbî’yi kabul etti. Büveyhî.er İsfahan, Şîraz ve Bağdad'ı aldılar (945). Bir asır boyun­ ca halifelere tahakküm ettiler. Büveyhîler'in en ünlü­ sü Adüd üd Devle, Şiraz’ı başkent yaptı. Şehir tslâm âleminin en güzel şehirlerinden biri hâline geldi. Onun ve ondan sonra gelenlerin idaresinde Bağdad, Harun Reşid dönemindeki ihtişamına ulaştı. 874'de Sâmânî hanedanı kuruldu ve 999'a kadar Ho­ rasan ve Maveraünnehr'i idare etti. Onların idaresi al­ tında Semerkand ve Buhaıa, Bağdad'la ilim ve sanat merkezi olarak rekabet ettiler. Farsça gelişti. Ortaçağ'm en büyük hekimi Mansurî ünlü tıp eserini bir Sâmânî hüküm darına ithaf etti. 990'da Türkler Buhara’yı aldı. 999'da Sâmânî ikti­ darına son verdiler. Türkler arlık önüne geçilmez bir akın halinde Batı'va akıvordu. öyle ki sonunda Moğol akmıyla da onlar mücadele etti. 962'de, Alptekin komutasındaki Türkistan Türkleri Afganistan'ı fethederek Gazne'vi aldı ve Gazneliler hanedanını kurdu. Alptekin’in yerine geçen Sebüktekin (976—997) iktidarını Pesâver'e ve Horasan'ın bir kısmına kadar

yaydı. Onun oğlu Mahmod (998—1030) bütün İran ’ı aldığı gibi aman vermez savaşları sonunda Pencab’ı da im paratorluğuna kattı. Bu arada Hindistan hâzine­ lerinin önemli bir kısmı da onun hâzinesine aktı. Ün­ lü Gazne camiini yaptıran Türk hükümdarı Gazneli Mahmud'dur. Bir Müslüman tarihçisi camii şöyle an­ latır: «Cami son derece büyük bir alanı kaplıyordu, öy­ le ki. altı bin Müslüman birbirini rahatsız etmeden orada ibadet edebilirdi. Caminin yanında bir kolej ve ender rastlanan kitaplarla dolu bir kütüphane kurdu. Cami duvarlarının içinde öğrenciler, hocalar ve din adamlar? buluşup, çalışıyordu. Bunlar, cami vakfın­ dan aylık, ya df? yıllık bir ücret alırdı.» Gazneli Mahmud bu koleje olsun, sarayına olsun zamanın ünlii bilginlerini celbetti. Bunlar arasında el-Birûnî ile Firdevsî'yi sayabiliriz. Bu dönemde Gaz­ neli Mahmud için, dünyanın zirvesindeydi diyebiliriz, ölüm ünden yedi yıl sonrada, imparatorluğu Selçukluîar’m eline geçti. Türkleri barbar olarak tanımak hatadır. Yani Roma'yı fetheden Germenler için söylendiği gibi, Türklere barbar denemez. Çünkü Türkler, İslâm dünyasını fethettikleri zaman barbar değildiler. Orta Asya’nın kuzey kesimindeki Türkler, Baykal Gölü’nden B atı’ya doğru yürüdükleri zaman Han veya Kağan denen hü­ küm darların idaresi altındaydılar. Yani VI. yüzyılda. Dağlardan elde ettikleri demirleri işleyerek, kanunla­ rı kadar sağlam silâhlar yaptılar. Onlar, vatana ihanet veya cinayeti değil, alçaklığı ve zinayı bile ölümle ce­ zalandırırdı. Kadınlarının yaptığı doğum, savaşta ölenlerin yerini rahatça dolduracak çokluktaydı. 1000 r

P :3

yıllarına doğru, Selçuk adındaki hüküm darlarının idaresindeki Türkler, Türkistan ve M averâünnehr’e hakim bulunuyordu. Gazneli Mahmud, bu rakip Türk iktidarını kösteklemek amacıyla Selçuk’un oğulların­ dan birini yakalatarak H indistan'da hapsetti (1029). Bu harekete pek fazla hiddetlenen Selçuklu Türkleıi, kumandanları Tuğrul Bey’in emrinde hemen he­ men bütün İran’ı aldıkları gibi; müstakbel yayılma ha­ reketlerini de destekleyecek bir davranışta bulunarak, halife Kaaim’e, İslâm ’ı kabul ettiklerini ve kendisine tabi olduklarını bildirdiler. Halife Büveyhîler'den yıl­ gın durumdaydı. Gözü pek Türklerin kendisini kurta­ racaklarını düşünerek Tuğrul Bey'i yardıma çağırdı. Tuğrul Bey 1055'te gelerek Büveyhıler'i kovdu. Halife Kaaim. Tuğrul'un bir yeğeniyle evlendi ve onu Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı ilân etti. Küçük Müslüman hanedanları birer birer Selçuk­ luların karşısında dize geldi. Dolayısıyla, yeniden Bağdad’ın hâkimiyetini tanıdılar. Selçuklu hüküm dar­ ları da Sultan Unvanım aldı. Halifenin görevini de ta mamen dinî alarıa inhisar ettirdiler. Ama bunun yanısıra Müslümanlığa yepyeni bir dirilik, idareye sağlam­ lık getirdiler. Onlar, iki asır sonraki Moğollar gibi, medeniyeti tahrib etmediler, aksine benimsediler. Ken­ di iktidarlarıyla dinin iktidarını birleştirdiler; Müslü­ manlıkla. Hıristiyanlık arasındaki uzun düelloyu de­ vam ettirecek kuvveti getirdiler. Biz. bu düelloya Haçlı Seferleri diyoruz. Selçuklular fetih hareketlerini 1060'tan itibaren Anadolu'ya cloi/ru yöneltmeye başladılar.

İSLÂM

SAHNESİ

632 — 1058 1. İKTİSAT

Medeniyet toprak ve ruhun birleşmesi, toprak kaynaklarının, insanların isteği ve sistemine uygun olarak değişmesidir. Sarayların, mâbetlerin, mekteple­ rin, sanatın edebiyatın endüstrinin, her şeyin temelin­ de insan vardır. Ormandan av getiren avcı; ağaç ke­ sen oduncu; sürüsünü otlatan çt>ban; süren, eken, bi­ çen, hasad yapan, hayvan yetiştiren, bağ bozan köylü; ev işlerinin sayısız gailesine gömülen kadın; toprağı kazan rnadenci; ev, gemi, araba yapan imalâtçı; âlet ve eşyayı şekillendiren zanaatkar; malı üreten ve sa­ tan perakendeci ve toptancı tüccar; endüstriyi ekono­ misiyle besleyen hesap sahibi; malzeme, adale ve ze-< kâyı çalıştırarak yeni yeni şeyler meydana getiren mü­ teşebbis... Bunların hepsi medeniyetimizi zayıf ve tit­ rek sırtlarında taşıyan sabırlı, fakat hareketli unsur­ lardır. Bütün bu insanlar îslâm dünyasında faaldi. Da­ var, at, deve, keçi, fil ve köpek yetiştiriliyor; anlardan bal; deve, keçi ve ineklerden süt alınıyor; çok çeşitli tahıl, sebze, meyva, ceviz ve çiçek yetiştiriliyordu.

Portakal ağacı X. asırdan kısa bir süre önce Hindis­ tan’dan Arabistan’a getirilmişti. Bu meyva Müslümanlar vasıtasiyle Suriye, Küçük Asya, Filistin, Mısır ve Ispanya’ya, bu ülkelerden de Avrupa'ya yayıldı. Şeker ^ kamışı yetiştirilmesi ve bundan şeker imâli usulü ise Araplar tarafından H indistan’dan Orta Doğu’ya geti­ rildi, Haçlılar vasıtasıyla buradan Avrupa’ya intikal etti. Pamuk, Avrupa'da ilk defa Araplar tarafından yetiştirildi. Bu başarı kurak bölgelerin sulanması vasıtasiyle elde edilmişti. Bu alanda halifeler, serbest teşebbüs prensiplerine bir istisna tanıdılar. Büyük ka­ nalların açılmasını hüküm et finanse e tti.'F ıra t, Mezo­ potamya’da; Dicle İran ’da kanalize edildi. Bağdad'da ise büyük bir kanal bu ikiz nehri birbirine bağlıyordu. İlk Abbasî halifeleri bataklıkların kurutulm ası, yıkıl­ mış köylerin onarımı ve terkedilmiş çiftliklerin can­ landı nlm ası işini teşvik ettiler. VI.yüzyılda, Sâmânî hüküm darları zamanında, Buhâra ile Semerkand ara­ sındaki mıntıka, yeryüzünün dört cennetinden biri ola­ rak kabul ediliyordu. Diğer üç cennet ise, güney İran, İrak ve Şam mıntıkası idi. Maden yataklarından altın, gümüş, antimuan, mermer, kurşun, amyant, cıva, demir, kükürt ve de­ ğerli taşlar elde ediliyordu. Dalgıçlar, Basra körfezin­ de inci arıyordu. Neft ve ziftten de faydalanılmaktay­ dı. H arun’un arşivindeki bir vesika Cafer’in cesedini yakmak için kullanılan neft ve kamışın parasını kay­ detm ektedir. Endüstri, el sanatları seviyesindeydi, evlerde ve ya küçük dükkânlarda icra ediliyordu ve hepsi de teş­ kilâtlıydı. Yeldeğirmeninin inkişafı dışında hissedilir

bir teknik gelişmeye şahit olmuyoruz. İm âlât çeşidi de azdır. X. asırda yazan Mes'ûdî, İran ’da ve O rta Doğu'da yeldeğirmeni gördüğünü kaydeder. Halbuki Av­ rupa'da X II. asırda görülmeye başlanm ıştır. Belki bu da, Müslümanların düşmanları olan Haçlılara verdik­ leri hediyelerden biridir. Harun Reşid tarafından Charlemagne'a hediye edilen duvar saati bakır ve deriden yapılmıştı. Zamanı metal süvariler vasıtasiyle bildirir­ di. Bunlar her saat başında b ir kapıyı açarak saat sa­ yısı kadar bilyayı bir simbalin üzerine düşürüyor, sonra çekilerek kapıyı kapatıyorlardı. İm alât ağırdı; buna karşılık işçi bütün emeğini ve m arifetini ortaya koyuyor, böylece hemen hemen bü­ tün endüstriyi bir sanat hâline getiriyordu. İran, Su­ riye ve Mısır halıları tekniklerinin sabırlı mükemmeli­ yetiyle dikkati çekiyordu. Şam, damalı kumaşları, Aden yünü ile, Sidon ve Tîr benzeri olmayan İncelik berraklıktaki cam lan; Bağdad cam ve seramik işi; Rey çömlekçiliği, iğne ve taraklan; Rakka zeytin­ yağı ve sabunu; İran koku ve halılarıyla ünlüydü. Ba­ tı Asya, Müslüman idaresi altında, XVI. asırdan önce Batı Avrupa’da benzeri görülmeyen ticarî ve endüstri­ yel bir refaha ulaşmıştı. Kara nakliyatı, deve, at ve insan tarafından yapı­ lıyordu. At, bütün hayvanlardan üstün tutuluyordu. Bir Arap şöyle diyordu: «Atım diye bahsetmeyin on­ dan, oğlum diye bahsedin... Rüzgârdan daha hızlı ko­ şar, bakıştan daha hareketlidir... Ayaklan öyle hafif­ tir ki, hiç bir zarar vermeden sevgilinin göğsünde dansedebiliı.» Ticaret eşyasının çoğu «çöl gemisi» de­ velerle taşınırdı... Ağır ağır, salınarak yollanan ker­ vanların dört bin yedi yüz devesi bütün İslâm âlemi­

ni arşınlardı. Bağdad'dan çıkan biiyük kervan yollan Rey vasıtasıyla Nişâbûr, Merv, Buhara, Semerkand, Kâşgar ve Çin hududuna; Basra yolu ile, Şîraz’a; Kü­ fe yolu ile Medine, Mekke ve Aden’e; Musul yahut $anı yoluyla Suriye sahillerine giderdi. Kervansaraylar, im aretler ve çeşmeler hayvanlara ve yolculara yardım­ cı olurdu. Diğer taraftan nehirler ve kanallar vasıtaSiyle de ulaştırma yapılıyordu. Harun Reşid, Süveyş kanalının açılmasını istemiş, ama Yahya, muhtemelen mâlî meseleler yüzünden onun cesaretini kırmıştı. Bağdad'da genişliği iki yüz elli metreyi bulan Dicle üze­ rinde üç yerde tekneler üzerine kurulmuş köprülerle karşıya geçilirdi. Bütün bu yollar faal bir ticaretin can dam arlarıy­ dı. Vaktiyle dört devlete bölünmüş mıntıkanın bir tek idare altında birleşmiş olması Batı Asya için büyük bir ekonomik fayda sağlıyordu. Gümrük ve diğer en­ geller kaldırılmış; üstelik ticaret eşyasının trafiği, din ve dil birliği sayesinde daha da kolaylaşmıştı. Müslümanlar, Avrupa’lılaı- gibi, tüccarları hor görmüyordu. Ticaret malını her iki taraf içinde en az kârla m üstah­ silden müstehlike ulaştırmayı, Hıristiyanlar, Yahudiler ve îranlılardan önce Araplar gerçekleştirdi. Şehir­ ler, kasabalar, ulaştırma, alım - satım, mübadele ha­ reketlerinin uğultusu içindeydi. Seyyar satıcılar, ka­ fesli pencerelere doğru bağırarak sattıkları m allan du­ yuruyor; malla dolu mağazalann önünde m üşteriler kaynaşıyor, panayırlar, çarşılar, pazarlar alıcı; satıcı; ticaret eşyası, şâirler için bir toplanma mahalli hâline geliyordu. Kervanlar, Çin ve Hindistan'ı, tran, Suri­ ye ve Mısır'a bağlamaktaydı; Bağdad, Basra, Aden, Kahire ve tskenderiye gibi limanlardan Arap tüccar-

Iarı deniz yoluyla da seyahate çıkıyordu. Müslüman ticareti, bir taraftan Suriye ve Mısır ile, diğer taraftan. Tunus, Sicilya. Fas ve Ispanya arasında Yunanistan, İtalya ve Galya'ya da uğrayarak, Haçlı seferlerine ka­ dar bütün Akdeniz’e hakim oldu. Kızıldeniz'in haki­ miyetini Habeşistan'dan aldı. İslâm ticareti Hazar de­ nizi vasıtasiyle Moğolistan'a; Volga vasıtasiyle Astarhan’dan Novgorod’a, Finlandiya, İskandinavya ve Al­ manya'ya ulaşıyor, buralara binlerce Müslüman parası bırakıyordu. Basra’ya uelen Çin yelkenlilerine, kendi gemilerini Basra körfezi yoluyla Hindistan ve Seylan'dan Çin sa­ hillerine, Khanfu'ya (Kanton) kadar gönderiyordu. Daha VIII. yüzyıldan itibaren orada yerleşmiş Müslü­ man ve Yahudilerden mürekkep bir ticaret kolonisi vardı Bu canlı ticarî hayat, X. yüzyılda zirvesine ulaş­ tı. Q sırada Avrupa ticareti en kötü noktasındaydı. İs­ lâm ticareti gerilemeye başlayınca, Avrupa dillerinde tarife, (tariff), mağaza (magasin), kervan (caravane) pazar (bazar) gibi kelimeleri bıraktı. Devlet endüstri ve ticareti serbest bırakıyor ve nisbeten istikrarlı bir para ile ona yardımcı oluyordu, jjk halifeler, Bizans yahut İran parası kullanıyordu 695'te, halife Abdülmelik, altın dinar ve gümüş dir­ hem olarak para bastırdı (1). İbni Havkal, Faslı bir (1) Dinar (Romanca denarius’tan) 65 gr. altın ihtiva edi­ yordu ve Birleşik Amerika'da 1947 rayicine göre değeri 4,72 1/2 dolardı. Biz bunu yuvarlak hesap 4,75 dolar ola­ rak aldık. Dirhem de (Yunanca drahm i’den) ise takriben sekiz cnets (1 cent doların yüzde biri) değerinde 43 gram gümüş vardı. Paranın saflık derecesi değişeceğinden, koy­ duğum uz karşılıklar yaklaşık bir rakam olarak kabul edil­ melidir.

tüccara gönderilen kırk iki bin dinarlık yazılı bir ve­ sikadan bahseder. Bir çeşit ödeme emri olan bu vesi­ kaya Arapça «sakk» deniliyordu ki, bugün kullanılan çek sözü bu kelimeden çıkmıştır. Kapitalistler, ticarî seyahatlerin ve kervanların masraflarına katılıyordu. Faiz yasak olduğundan, bu yasağın başka şekilde telâfisi yoluna gidiliyor ve ser mayeye kulanılma ve riske girme bedeli şu veya bu şekilde sağlanıyordu. İnhisar kanunsuzdu, ama geli­ şiyordu. Ömer'in Ölümü üzerinden bir asır geçmeden yüksek Arap tabakaları büyük servet toplamıştı; emir­ lerindeki yüzlerce köle ile, lüks bir hayat sürüyordu. Bermekî Yahya, kıymetli taşlardan yapılmış bir inci kutusu için yedi milyon dirhem (560.000 dolar) teklif etmiş v« teklifi reddedilmişti. Halife Muktefî, verilen rakam lara inanmak gerekirse ölümünde yirmi milyon dinarlık (94.500.000 dolar) mücevher ve koku bırak­ mıştı. Harun Reşid oğlunu evlendirdiği zaman gelinin annesi evlilerin üzerine yağmur gibi inciler saçmış, ba­ bası da davetlilere birer misk topu dağıtmıştı. Her misk topunun içinde bir pusula vardı ve pusula sahibi­ ne, bir köle, bir at, bir arazi yahut başka bir hediye alma hakkını veriyordu. El-Muktedir’in on altı milyon dinarım müsadere ettiği kuyumcu İbnel-Jassas, yine de zengin bir insan hüviyetini muhafaza etti. Deniz aşı­ rı tüccarlar arasında dört milyon dinar serveti olan> lar vardı. Yüzlerce tüccarın oturdukları evin değeri on bin ilâ otuz bin dinar (142.500 dolar) arasında değişi­ yordu. Ekonomik yapının en altında ise köleler vardı. Genel ûlarak konuşmak gerekirse, Müslümanlıkta kö­

le, Hıristiyanhktakinden daha çoktu. Rivayete göre halife Mûktedir'in emrinde on bir bin hadım vardı. Musa, Afrika'dan üç yüz bin köle, Ispanya'dan otuz bin bakire cariye aldı ve hepsini sattı. Kuteybe, 'Sog^ diyan'da yüz bin köle elde etti. Ancak bu rakamlarda büyük mübalâğa olduğunu kabul etmek gerekir. Kur'ân, savaş sırasında, Müslüman olmayanlardan köle alınmasına cevaz veriyordu. KÖle ebeveynin çocukları da tek meşrû kölelik kaynağıydı. Hiç bir Müslüman, (Hıristiyanlıkta da Hıristiyan)'Tcöle yapılamazdı. Bu müessesenin sonucu olarak muhtelif savaşlarda elde edilen kölelerle —Kuzey ve Doğu Afrika'nın zencileri, Türkistan'ın Türkleri yahut Çinlileri; Rusya, İtalya ve Ispanya'nın beyazlan ile— faal b ir ticaret gelişti. Kö­ lelerin hayatı doğrudan doğruya Müslümanlann elin­ deydi. Ancak onlar, dinî görgüleri icabı kölelerine çok iyi bakıyor ve onlar için hayatı yaşanmaz hâle getir­ miyorlardı. Müslümanların kölelerinin hayatı XIX. yüzyıl Avrupası'ndaki bir fabrika işçisinden daha emin ve daha iyiydi. Hemen hemen şehir ve çiftliklerdeki bütün işleri köleler yapardı. Evlerde hizmetçi, harem­ lerde hadım lar hep kölelerdi. Oyuncu ve şarkıcılann çoğu da köleydi. Bir erkekle cariyesinin yahut hür bir kadınla kölesinin aşkının meyvası olan çocuk doğuş* lan hür sayılırdı. Köleler de kendi aralannda evlenebi­ lirlerdi. Eğer efendileri kendilerinden memnunsa bun­ ların çocuklannı okuturdu. îslâm dünyasında ne ka­ dar esir oğlunun entellektüel ve politik alanda yüksel­

diğini görmek, Mahmud ve diğer ilk Memlûkler gibile­ rinin kral olduğunu görmek insana hayretler verir. (2) Asya İslâm'ındaki iş âlemi hiç bir zaman eski Mısır'dakine benzeyen insafsız âdetler getirmedi. O de­ virlerde köylü durmadan çalışır buna karşılık ancak kulübesinin kirasını ödeyecek, elbise yerine tutunduğu peştemalin parasını ve ölmeyecek kadar yiyecek bula­ cak parayı kazanırdı. İslâm âleminde dilencilik çok olduğu gibi dilenciliğin istism ar edildiği de çoktur. Fa­ kir Asyalı, ağır ağır çalışma kabiliyeti sayesinde ken­ di varlığını koruyordu; tenbelliğe olan temayülünün çeşitli tezahürlerini yenecek insan azdır. İslâm dünya­ sında da sadaka pek boldu ve işin kötüsü yatacak yeri olmayan bir kimse şehrin en güzel binasında —cami­ de— yatıp kalkabilirdi. Bövlece sınıflar arasındaki eze­ lî mücadele, art arda dizilen yıllarla mayalanıyor ve zaman zaman (778,796, 808, 838) şiddetli isyanlar hâ­ linde patlak veriyordu. Normal olarak din ve devlet adamı aynı şey oldu­ ğundan, isyanlar daima dinî bir mahiyet taşıyordu. Hürâmivî ve Miihayî gibi bazı tarikatlar, tranlı âsî Mazdak'ın komünist fikirlerini benimsediler. 772'ye doğru, bir grup kendilerine Sürh-Alem (kızıl fbayrak) adını taktı; Horasanlı «Pençeli Peygamber» Hâşim elMukanna kendisinin tecessüm etmiş Allah olduğunu ve Mazdak’ın komünizmini kurmaya geldiğini ilân etti.

(2) Müellifin de kaydettiği gibi, kölelerle ilgili rakamda büyük mübalâğalar vardır. İslâm, kölelik müessesesini, ancak denge kurm ak için kabul etmiş ve dolaylı olarak köleliği kaldırmıştır. ■

Etrafında çeşitli tarikatlara mensup insanları topla­ dı, ordularla savaştı ve Kuzey İran'ı on dört yıl hükmü altında tuttu, sonunda yakalanarak öldürüldü (786). 838'de Babek el Hüranî bu teşebbüsü yeniledi. Muhammire (yani Kızıllar) adı verilen bir bayrak açarak Azer­ baycan’ı aldı; yirmi iki yıl elinde bulundurdu, bir çok orduları yendi ve Taberî’nin dediğine inanmak gere­ kirse iki yüz elli beş bin beş yüz asker ve köleyi öldür­ dükten sonra yenildi. Halife Mutasım, bizzat Babek'in cellâdına, efendisinin bütün organlarını teker teker kesmesini emretti. Daha sonra gövdesini sarayın önün­ de kazığa oturttu; kellesi de bu gibi şeylere girişen^ lerin sonunun ne olduğunu göstermek üzere Horasan şehirlerinde dolaştırıldı. Doğu'daki bu kölelik savaşlarının en ünlüsü, Peygamber'in damadının soyundan indiğini iddia eden Ali adlı biri tarafından düzenlendi. Basra yakınlarında güherçile çıkarma işlerinde çalışan bir çok zenci köle vardı. Ali onlara ne kadar kötü şartlar altında çalıştık­ larını anlattı; peşinden gelecek olanlara hürriyet, ser­ vet ve cariyeler vaadederek onları isyana teşvik etti. Zenci köleler kandı, Bulundukları bölgedeki yiyecek maddelerini ve muhafızları ele geçirdiler. Üzerlerine gönderilen kuvvetleri yenerek kendilerine mahsus ba­ ğımsız kövler inşa ettiler. Şefleri için saraylar, esirleri için hapishaneler ve ibadetleri için camiler vaptılar (869). ' Ülke idarecileri Ali'ye, asileri işlerine dönmeye ikna edebilirse şahıs başına beş dinar (23,75) dolar) ödeyeceklerini söylediler; Ali reddetti. Sonra bulun.dukları bölgeyi kuşatarak aç bırakmak suretiyle on­ ları teslim olmaya zorlamak istediler. Ancak berikilerin ı

yiyecekleri bitince Obolla şehrine hücum ederek ora­ daki köleleri de serbest bıraktılar; şehri yağma ettik­ ten sonra ateşe verdiler (870). Bundan cesaret alan Ali, adam lannı başka şehirler üzerine şevketti. Güney îran ve Irak'ta b ir çok şehirleri ele geçirerek Bağdad m kapılarına dayandılar. Ticaret hayatı felce uğradı ve Bağdad açlığa düştü. 871'de Mahallebi adlı zenci generali, kuvvetli bir âsî ordusuyla harekete geçerek Basra'yı aldı. Tarihlere inanmak gerekirse, bunlar üç yüz bin kişiyi öldürdü­ ler. Hâşimîler de dahil olmak üzere binlerce kadın ve çocuk zencilerin kölesi ve metresi oldu. On yıl daha devam eden isyanı bastırm ak için büyük ordular hare­ kete geçirildi. Ali’yi terkedecek olanlara büyük mükâ­ fatlar vaadedildi. Bunun üzerine adamlarından çoğu Ali’yi bırakarak hükümet birliklerine katıldılar. Diğer­ leri kuşatıldı, erimiş kurşun ve tutuşturulm uş neftten yapılma Rum Ateşi ile bombardıman edildiler. Sonun­ da vezic Muvafık'm komutasındaki bir hükümet or­ dusu, âsi şth re girmeye ve Ali’yi öldürmeye muvaf­ fak oldu. Muvafık ve subayları diz çökerek bu başarı­ dan dolayı Allah'a şükrettiler (883). İsyan on dört yıl sürmüş ve .bütün Doğu İslâm âleminin siyasî ve ikti­ sadi yapısını tehdit etmişti. Mısır valisi ibni Tulün, bu fırsattan faydalanarak ülkesini, halifenin toprakla­ rının en zengini yaptı ve bağımsız bir devlet hâline getirdi.

n.

İTtKAD

Arzıılar silsilesinde, ekmek ve kadından sonra âhiret saadeti akla gelir. Karın doyduktan ve arzular tatmin edildikten sonra, insanoğlu Allah'a vakit ayırır. Ancak Müslümanlar, çok kanlılık hükümlerine tâbi olmak­ la beraber, yine de büyük bir zamanlarını Allah'a ayınyor; ahlâkını, kanunlarını ve hükümetlerini dinin esas­ larına göre kuruyordu. Nazari olarak tslâm itikadı diğer bütün itikadlann en basitidir: «Lâ ilahe illallah, Muhammed'ün Resûlullah.» Ancak, formül, sadece görünüşte bu kadar ba­ sittir. Aslında bir Müslümanın K ur'ân'da yazılanlann hepsini kabul etmesi, hepsine uyması gerekir. Bu ba­ kımdan mû'tekid bir Müslümamn, cennete, cehenne­ me, melek ve şeytanlara, öldükten sonra vücudun ve ruhun dirilmesine, bütün hadiselerde İlâhi takdirin hakimiyetine, hesap gününe inanırlar. Kelime-i Şahâdet’ten başka, namaz, oruç, zekât ve Hac farzlarını ye­ rine getirmesi ve nihayet Muhammed'den önceki peygamberlerin de peybamberliğine inanması lâzımdır, Kur'ân, her millete bir peygamber gönderildiğini ya­ zar. Bazı Müslümanlar bu peygamber sayısının iki yüz yirmi dört bini bulduğunu söyler. Ancak asıl peygam­ ber Hz. Muhammed’den başka sayılanlar İbrahim, Musa ve îsâ'dır. Bu bakımdan Müslümanlann Tevrat ve Incil'i de Allah kelâmı olarak kabul etmesi gerekir. Eğer bunlarda K ur'ân’la bağdaşmayan kısımlar varsa.

bu, sonradan insanlar tarafından bilerek veya bilme­ yerek değiştirilmiş olduklarını gösterir. Bu bakımdan, Ktır’âtı’ıp hükümleri bütün eski kitaplardaki hüküm­ lerin yerini almakta ve Muhammed de son peygamber olarak diğerlerinden üstün tutulm aktadır. Müslümanlar onun beşer olduğunu kabul eder, ama Hıristiyan­ ların İsa'ya gösterdikleri derecede kutsallaştırm aktan da geri kalmazlar. Bir Müslüman şöyle demiştir: «Eğer ben Hz. Muhammed’in çağında yaşasaydım, onu bir an bile yere bastırmaz ve dilediği yere sırtım da götürür­ düm.» (3) İslâm'da, Kur’ân'dan başka, paygamberlerin yap­ tıkları (sünnet) ve söyledikleri (hadis) de önemle üze­ rinde durulan ve tatbik edilmesi gereken hususlardan biridir. Zamanla, mukaddes kitapta karşılığı bulunm a­ yan ve açıklanamayan meselelerde Peygamber'in söyle­ dikleri ve yaptıkları esas alınır, İslâm'ın ilk asrı için­ de, bazı Müslümanlar bunları araştırarak tesbit etti­ ler. Sonra çeşitli şehirlerde Hadîs mektepleri kurarak, halka bu hususta ders verdiler. O devirde, doğrudan doğruya Hz. Muhammed'in ağzından işittiği bir hadis hakkında konuşan birini dinlemek için, İspanya yahut İran’dan kalkıp gelen Müslümanlar oluyordu. Böylece Kıır'ân'ın yanısıra bir Hadîs ilmi ve eğitimi doğdu. Buhârî, kendisini Mısır ve Türkistan'a kadar sevkeden çok uzun araştırm alar sonunda Hz. Muhammed'e atfe­ dilen yüz bin Hadîs'i inceledi ve bunların yedi bin iki yüz yetmiş beşini «Sahîh» adlı eserinde topladı. Buhâ-

(3) İslâm'da Hz. Peygambere gösterilen beşer ve peygamberlik ölçüsünü aşamaz.

sevgi ve saygı

rî, seçip yayınladığı her Hadîs'i uzun bir isnadlar zin­ ciri ile doğrudan doğruya peygambere yahut ondan naklen sahabeden birine kadar götürüyordu. Üzerinde anlaşmaya varılan Hadîslerin kabul edil­ mesi ahlâk ve ilikad sahasında m û'tekid Müslümanların belirli bir özelliği oldu ve bunlara Sünnî dendi. İslâm ’ın beş şartı olduğunu söyledik. Şahâdet, namaz, zekât, oruç, hac.

Kelime-i

M üslümanlıkta temizlik esastır. Günde beş defa kılınan nam azlardan önce abdest almak şarttır. Te­ mizlik ve dinin birlikte yürüdüğü açıkça görülüyor. Müslümanlık iyi ahlâk için bir vasıta olduğu kadar, temizlik için de b ir vasıtadır. Bazı gerçekleri halka manevî b ir görünüş ve telkinle kabul ettirm ek genel bir kaidedir. Hz. Muhammed, Allah’ın temiz olmayan kimselerin duasını kabul etmeyeceğini bildirirdi. H at­ tâ namazdan önce diş fırçalanm asını bile şart koştu. Ama sonradan abdest almak, el, kol, yüz ve ayakların yıkanmasına inhisar etti. Cinsî m ünasebette bulunan erkek ve kadın, ay hali gören veya çocuk doğuran ka­ dınların bütün vücudunu yıkaması lâzımdır. Namaz, şafakta, öğle vakti, ikindide, güneş battıktan hemen sonra ve bir de geceleyin (sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı) olmak üzere günde beş defa kılınır. Her na­ mazdan önce müezzinler, minareye çıkarak ezan okur: ALLAHU EKBER, ALLAHU EKBER... ALLAHU EKBER, ALLAHU EKBER... EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH, EŞHEDÜ ENLÂ İLÂHE İLLALLAH... EŞHEDÜ ENNE MUHAMMDEN RESÜLULLAH; EŞHEDÜ EN-

NE MUHAMMEDEN RESÛLLAH... HAYYE ALE’S SALÂH, HAYYE ALE’S SALÂH... HAY­ YE ALE’L FELÂH, HAYYE ALE’L FELÂH.. ALLAHI) EKBER, ALLAHÜ EKBER... LÂ ILÂHE İLLALLAH... Ezan, insanları güneş doğmadan önce kalkmaya davet eden asil bir çağınş; günün sıcağında çalışmaya ara veren bir fasıla; akşamın ve gecenin sessizliği için­ de İlâhî bir haberdir. Bütün camilerde okunan ezan, dünyaya bağlı olan insanı bir an için ruh ve hayatın es­ rarengiz kaynağı ile birleşmeye çağıran bu ses, Müslü­ man olmayanlara bile hoş gelir. Bu beş vakitte, dünya­ nın neresinde olursa olsun, bütün Müslümanlar, gör­ dükleri işleri bırakıp Mekke ve Kâbe'ye yönelir, aynı kısa sûreleri okur, aynı hareketleri yaparak namaz k ı­ larlar. Bu, güneşin hareketiyle beraber, bütün dünya üzerinde akıp giden, her gün tekrarlanan çok duygu verici bir tesanüd (dayanışma) örneğidir. Vakîi olanlar, namaz kılmaya camilere giderler. Camiler genellikle bütün gün açıktır. Hangi mezhepten olursa olsun, bütün Müslümanlar ibadet etmek, duâ etmek ve dinlenmek için camiye gidebilir. Camilerde, mâbedin kutsal sükûneti içinde öğretm enler ders ve­ rir, hâkim ler muhakeme eder, halifeler emimâmelerini tebliğ ederdi. Ayrıca m uhtelif kimseler birbirleriyle temas etmek, yeni haberleri duymak, hattâ bir işi gö­ rüşmek için de camide randevulaşır. Cami, günlük "har yatın merkezi, Müslümanların birleşme yeri, ocağıdır. Cuma günleri, öğleden yarım saat önce, müezzinler minarelere çıkarak salâ verirler. Bu, müminleri cami­ ye davettir Camiye gelenler mutlaka banyo yapmış, iemİ7 giyinmiş ve güzel kokular sürünmüş olur. Bun­

lar camiye gelince, avludaki şadırvanda abdest ahp içeri giıerler. Erkekler camiye gittiği zaman, kadınlar evde kalır, yahut da aksi olurdu, ö rtü lü bile olsa, ka­ dınların. erekeklerle birlikte camide bulunmasının, erkeğe huzursuzluk verebileceği düşünülüyordu. Mü­ minler, camiye girerken ayakkabılarını çıkarıyor, ço. rap veya pandüfle (mest) içeri giriyorlar. Cemaat ca­ minin içinde (eğer fazlaysa aynı zamanda avluda) omuz omuza vererek, kıble yönünde olan m ihraba dönüp arka arkaya b ir çok saf meydana getirirler. Sonra ima­ ma uyarak, namaz için gerekli eğilme, diz çökme ve secde etme hareketlerini yaparak ve kendileri de çe­ şitli âyetler okuyarak namazlarını kılarlar. Müslümanlıkta ibadet ederken İlâhî okunmadığı gibi, takdis ve sıra kirası da yoktur. Din ve devlet bir olduğundan caminin m asrafları devlet tarafından öde­ nirdi. İm am lar, birer rahip değil, laik birer insandı. Dünyevî bir iş görerek hayatım kazanırlardı. Bunlar sa­ dece küçük bir ücret mukabilinde belirli b ir zaman için imamlık etmek üzere caminin idarecisi tarafından tutulurdu. İslâm 'da ruhban sınıfı yoktur. Cuma na­ mazlarından sonra isteyen işinin başına gidebilir. Bu namaz sayesinden, günün gailesi arasında bir vakit ay­ rılarak her türlü sosyal ve ekonomik mücadelenin üs­ tünde ortak bir vakit geçirilmiş olur: bu sayede bütün Müslümanlar birbirine kenetlenirler. Müslümanlığın bir diğer şartı zekâttır. Bazıları bu­ nun, zenginlerle fakirler arasındaki farkı azaltmak gayesini güttüğünü ileri sürm üştür. Hz. Muhammed Medine've göçtükten sonra yaptığı ilk iş bütün vatan­ daşların menkul m allarına yüzde iki buçuk vergi koy­ mak oldu. Toplanan para ile fakirlere yardım edileP : 4

çekti. Öze! m em urlar bu parayı topluyor ve muhtaç olanlara dağıtıyordu. Toplanan paranın bir kısmıyla cami yapıldığı gibi, bir kısmı da hükümetin savaş m asraflarına harcanıyor, buna mukabil savaşlarda el' de edilen ganimet de fakirlere dağıtılarak hayat sevi­ yesini yükseltiyordu. Hz. Ömer: «Namaz, bizi Allah yo­ lunun yarısına; oruç onun sarayının kapısına götürür; zekât ise içeri girmemizi sağlar» demiştir. Müslüman­ lık tarihinde çok cömert insanlara rastlanm ıştır. Söy­ lendiğine göre Haşan, hayatında üç defa maddî varlı­ ğını fakirlerle paylaşmış, iki defa da bütün varlığını fakirlere dağıtmıştır. İslâm ’ın şartlarından biri de oruçtur. Genellikle, kan, domuz eti, şarap ve ölü hayvan eti Müslümanlara haram dır. Ancak, Hz. Muhammed, Musa’dan daha müsamahakârdı. İçinde bazı vaşak m addeler bulunan bir çeşit peynir için: «Allah'ın adını anarak yiyin» de^ mişti. Keşişliğe asla taraftar değildi. M üslümanlar ma­ kul bir şekilde ifrata varmadan hayatın nimetlerinden faydalanmalıydılar. Diğer taraftan Müslümanlık baş­ ka dinlerin çoğu gibi, gerek .irade disiplini, gerekse sağ­ lık bakımından orucu öngörüyordu. İslâmî oruç Arabî aylardan Ramazan’da gündüz saatlerinde hiç bir şey yiyip İçmemek ve mukabil cinsle her türlü tem astan sakınmak esasına dayanıyordu. Hastalar, yolcular, çok küçük veya çok yaşlılar bundan muaftı. O zamanlar, Müslümanların kullandığı kamerî aylar her yıl daha önceye geldiğinden, otuz üç yılda b ir Ramazan aynı mevsime geliyor, boylece yılın bütün aylarında yer de­ ğiştiriyordu. Müslümanlar yaza rastlayan en sıcak ay­ larda bile oruçlarını tutuyorlar. Diğer taraftan oruçlu ^ünün akşam larında, iftardan itibaren her Müslüman,

şafak Vaktine kadar yer, içer ve cinsel yakınlıkta bu­ lunabilir. Mağaza ve dükkânlar Ramazan geceleri sa­ baha kadar açık olur, Müslümanları eğlenmeye, dile­ dikleri gibi yemeğe davet ederdi. Ramazan aylarında genellikle gündüzleri çalışılmazdı. Çok dindar bazı kim seler kam azanın son on gününü camilerde geçirir­ di. Çünkü, K ur’ân bu günlerin birinde nazil olmaya başlamıştı K adir gecesi diye anılan bir gece bin aydan daha hayırlı sayılırdı. Ramazan ayı bitince bütün Müs liimanlar Iyd el-Fırt denen Ramazan bayramını kut­ larlar. Bavramın başlıca özelliği herkesin en yeni elbi­ selerini giyinmesi, fakirlere saclaka verilmesi, herke­ sin birbiriyle kucaklaşması ve mezarları ziyarettir. İslâm'ın son farzı Hac’tır. Putlardan temizlenen Kâbe bütün M üslümanlar için Hac yeridir. H astalar ve fakirlerin dışında Hac, bütün Müslümanlara farzdır. Dinin bu şartı hayat boyunca bir defa ifa edilir. Ancak Müslümanlığın sınırları genişledikçe. Hac oranında nüfusa göre değişmeler olur. Çölde büyük bir sabırla ilerleyen kervanı en iyi tasvir eden Dought olm uştur. Alev alev yanan kum lar la güneşin arasında akıl almaz bir sabırla ilerleyen Hac kervanında yedi bin kişi kadar olurdu. Bunlar yaya veya atlı, yahut eşek ya da katır sırtında gider, çoğu da develerin üstünde sallanır dururdu. Varlıklı kimse­ ler de tahtırevanla giderdi. Yorucu bir günün sonuda en çok elli, —eğer bir vahaya ulaşmak bahis konusuy­ sa— haydi haydi seksen kilometre yol alabilirlerdi. Hacı adaylarından bir çoğu hastalanır ve yolda, kade rine terkedilirdi. Hacılar ayrıca Medine'de Hz Muham

med, Ebû Bekr ve Ömer'in m ezarlarını ziyaret e d e r­ di. Mekke görününce, kervan şehrin surları dışında kam p kurardı, çünkü m ukaddes şehre rastgele girılepıezdi. Hacı adayları önce yıkanır, sonra dikişsiz beyaz bir elbiseye bürünürdü. Mekke'de bulundukları sırada h er türlü m ünakaşadan, cinsî m ünasebetten ve akla gelen her günahtan sakınm aları lâzımdı. Hacı adayları şehre, uzunluğu kilom etreleri bulan kuyruklar halinde girerek kendilerine barınacak bir yer arardı. Hac ay­ ları sırasında, m ukaddes şehir, bu kutsal ibadetin har vasi içinde, mevkilerini, m illetlerini ve ırklarını b ir tarafa bırakm ış çeşitli kabilelerin toplantı yeri hâline gelirdi. Daha sonra binlerce hacı adayı Mekke’de Kâbe avlusunun îçinde toplanır, Zemzem kuyusunun kutsal suyundan içer, bazıları da mem leketine götürm ek üze­ re şişelerle yanma alırdı. Nihayet m üm inler Kâbe'nin yanm a gelirdi. Kâbe, etrafını çeviren avlu, başlı başm a b ir m âbettir. İçeri­ si gümüş şam danlarla aydınlatılır, dışı ise yan yanya, zengin ve güzel kum aşlarla kaplanır. Dış duvarın b ir köşesinde Hacer-i Esved (siyah taş) vardır. H acılar Kâbe'nin etrafını yedi defa dolaşır ve Hacer-i Esved'e el sürerler. Hacc'ın ikinci gününde, bütün hacı adayları şehrin dı­ şındaki Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa ko­ şarak gider gelirler. Yedinci gün «Hacc-ı Ekber» yap­ mak isteyenler Arafat dağına giderler —altı saatlik yürüyüş—. Burada üç saat süren b ir hutbal dinlenir. Dönüş yolunda Muzdelife'nin ibadet yerinde b ir gece kalarak ibadet eder; sekizinci gün de Mina vadisini zi­

yaretle üç sütuna yedi taş atarlar. Bu şeytanı taşlam a dır. Çünkü Hz. İbrahim , oğlunu kurban etm ek için ha­ zırlık yaparken şeytan burada onun hazırlıklarına en­ gel olm uştur... Onuncu gün bir koyun, deve, keçi veya sığır kurban ederler. K urban kesme Hacc'ın en önemli noktalarından biridir. O gün bütün İslâm dünyasında K urban Bayramı olarak kutlanır ve dünyanın her ta­ rafındaki M üslüm anlar kurban keserler. Bundan sonra hacılar saçlarını traş eder, tırnaklarını keser. Kesilen­ leri gömerler. Böylece Hac bitm iş olur. Genellikle ha­ cılar, kervanlara katılm adan önce son b ir defa daha Kâbe’yi ziyaret eder, daha sonra dünyevî elbiselerini giyerek uzun dönüş yoluna başlarlar. Bu H acc’ın b ir çok gayesi vardır. H er şeyden önce m üm inlerin itikadını kuvvetlendirir ve kollektif bir heyecanla onu din kardeşlerine bağlar. Hac öyle bir ibadettir ki, orada çölün fakir Bedevileriyle, zengin şe h ır tüccarları, Afrika zencileri, Berberiler, Tatarlar, Türkler, Suriyeliler, Iranlılar, Hintliler, Çinliler bir araya gelir. Hepsi aynı kılıktadır aynı Arapça âyetleri okurlar İslâm ’da ırk tefriki olmaması belki bundan­ dır. Hac sırasında K âbe'nin tavafı, başka dinden olan­ lara tuhaf görünür ama, M üslümanlar da diğer dinle­ rin buna benzeyen âdetlerini tebessümle karşılam ak­ tadır. Başka din m ensupları arasında olduğu gibi Müs­ lüm anlar arasında da batıl itikatlara yer verenler var­ dır. B ir kısmı büyüye inanır, falcıların gelecekten ha­ ber verdiğini sanır. H er yerin ruhlarla dolu olduğunu, bunların çeşitli etkilerde bulunduğunu düşünürler. H ıristiyanların pek çoğu gibi M üslümanların çoğu da

nazara inanır ve nazarlık taşır. Rüyalar, gelecekten ha­ ber vermektedir. Hıristiyanlar gibi Müslümanlar da ilim i nücûmu kabul ederler. Gökyüzü haritaları sade­ ce camilerin yönünü tayin, dinî bayramları tesbit et­ mek maksadıyla değil, aynı zamanda mühim hadise­ lere karar vermek için uygun zamanı tesbit etrnek ve yıldızların duruluğuna göre şahısların karakterini tah­ lil maksadıyla yapılırdı. İlk bakışta inanış ve âdetler bakımından yek vü­ cut gibi görünen Müslümanlık çok geçmeden çeşitli mezheplere böiünmüş ve bunlar genellikle birbirleri­ nin kanlı bıçaklı düşmanı olmuştur. Bu arada irade-i cüz'iyyeyi inkâr eden Cebrîler'i, demokratik görüşlü Haricîler'i, irade kuvvetini müdafaa eden Kaadirîler'i, bir Müslümanın edebiyyen cehennem azabına uğrama­ yacağını iddia eden Mürciîler’i sayabiliriz. Ancak Şiîler hiç şüphesiz tarihte iz bırakm ıştır. Bunlar, Emevîler'i devirip, Jran, Mısır ve Müslüman Hind'i ele geçi­ rerek edebiyat ve felsefeyi etkilediler. Şiîlik, çifte bir cinayet —Ali’nin ve Hüseyin ile ailesinin öldürülme­ si— sonunda doğdu. Bunlara göre Muhammed. Allah'­ ın elçisi olduğuna göre, ondan sonra İslâm'ı idare ede­ cek olanların hiç değilse onun soyundan olması, ken­ disinde ulûhiyet ik’tisab etmiş kimseler arasıdan se­ çilmesi lâzımdı. Onlara göre Ali'den başka bütün hali­ feler haksız yere o makama geçmişti. Bu bakımdan Ali halife olduğu zaman çok sevindiler, onun öldürülmesi­ ne ağladılar, Hüseyin'in ölümü de onları çok heyecan­ landırdı. Bövlece Ali ve Hüseyin onlar için birer velî oldu. Bunların türbeleri, Kâbe ve Peygamber’in mezarı gibi kutsal sayıldı. Şiîler ancak Ali'nin soyundan ge­ lenlerin Îmiinî olabileceği kanaatindeydi. Türbesi Meş-

hed’de bulunan sekizinci imam Rıza, Şiî dünyasının medar-ı iftiharı sayılır. On ikinci imam Muhammed ibni Haşan ise 873'te on ikinci yaşında kayboldu. Şiî inanışına göre o ölmemiştir ve Şiî Müslümalnara ci­ hanşümul üstünlük sağlayacağı vakti beklemektedir. O zaman tekrar ortaya çıkacaktır. Bir çok dinlerde olduğu gibi, İslâm'da da bütün mezhepler, kendi sinelerinde barındırdıkları başka din mensuplarından daha çok birbirlerine karşı düş­ manlık hissediyordu. Başka dinden olanlara gelince; Emevîler, kendilerine tâbi olan başka din mensupları­ na (Zımmîler) çağdaş Hıristiyan dünyasında bile na­ diren görülen bir müsamaha gösterdiler. Bunlar kendi dinlerinin ibadetlerini serbestçe yapabiliyor, kiliseleri­ ni muhafaza ediyorlardı. Tek şart, bal rengi bir elbise giymeleri ve gelirlerine göre şahıs başına senede bir ilâ dört dinar (4,75 il-â 19 dolar) bir vergi ödemeleriy­ di. Bu para da ancak askerî hizmete elverişli gayri müslimlerden alınırdı. Rahipler, kadınlar, çocuklar, köleler, ihtiyarlar, körler ve çok fakirler bundan muaf olduğu gibi İslâm cemaati menfaatine toplanan yüzde iki buçuk vergiden de muaftılar; üstelik hükümetin himayesi altında bulunuyolardı. Bunların şahitliği İs­ lâm mahkemelerinde kabul edilmezdi; ama kendi reis­ leri, kanunları ve hakimleri muvacehesinde kendi hak­ larında diledikleri gibi karar verebilirlerdi. Daha son­ ra gelenler arasında zaman zaman daha sert davranan­ lar oldu Emevîler genellikle müsamahakârdı. Abbasîlerde de müsamahakâr ve sert davrananlara rastlandı. I. Ömer, bütün Yahudileri ve Hıristiyanları, İslâm'ın kutsal toprağı olan Arabistan’dan çıkardı. Ama Mısır’

da daha önceki Bizans idaresi tarafından Hıristiyan kiliselerine yapılan yardımı ödemeye devam etti. Orta Doğu'lu Yahudiler, Müslümanları kurtarıcı gibi karşılamıştı. Her şeyden önce hürriyetleri daha fazlaydı, Kudüs’te istedikleri şekilde ibadet edebiliyor, İslâm idaresi altında, Asya'da, Mısır’da ve Ispanya'da büyük bir refaha kavuşabiliyorlardı. Halbuki Hıristi­ yan idaresi altındayken bu refahı akıllarından bile ge­ çiremezlerdi. Batı _Asya Hıristiyanlarına gelince, bun­ lar da Arabistan dışında, dinlerinin emrettiği şeyleri rahatça yerine getirebiliyordu. Suriye, Hicrî III. yüzr yıla kadar çoğunlukla Hıristiyan kaldı. Memun zama­ nında (813—833), İslâm dünyasında on bir bin Hıristi­ yan kilisesinden bahsedildiğine şahit olmaktayız. Aynı şekilde yüzlece sinagog ve ateş tapmağı vardı. Hıristû yanlar bayramlarını açıkça ve büyük bir hürriyet için* de kutlardı. Hıristiyan hacıları her türlü emniyet için­ de Filistin'deki kutsal yerleri ziyaret edebiliyordu. Haçlılar XII. yüzyılda Orta Doğu'da büyük mikyasta Hıristiyan buldular. Bu mıntıkadaki Hıristiyan cema­ ati günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. F.hU Bid'atten sayıldıkları için İstanbul, Antakya, Kudüs ve lskenedrive'deki patrikler tarafından zülme uğrayan bir kısım Hıristiyanlar Müslüman kanunları altında tam bir hürriyet ve emniyet içinde varlıklarını devam ettirme imkânı buldular. IX. yüzyılda Antakya'nın Müslüman valisi, Hıristiyanlann birbirleriyle vuruşma­ larını önlemek için özel bir muhafız teşkilâtı kurdu. Manastırlar Emevîlerin idaresinde gelişti; Müslüman­ lar, keşişlerin tan m alanında çalışmalanna üzüm ye­ tiştirmedeki merak ve hünerlerine hayrandı. Seyahat­ leri sırasında, Hıristiyan manastırlarının serin köşele­

rinde dinlenmekten hoşlanıyorlardı. Bir devirde, iki cemaat arasındaki yakınlık o dereceye geldi ki, Hıristiyanlar, göğüslerinde haç olduğu halde, camiye gidip, oradaki Müslüman dostlarıyla rahatça sohbet edebi­ liyordu. Müslümanlar İdarî işlerde sayısız Hıristiyan me­ m ur kullanıyorlardı. Bunlar bazan oldukça önemli mevkilere de yükseliyor, bazı Müslümanların hallerin­ den şikâyet etmesine sebep oluyordu. Aziz Jean Damascene'in babası Sergius, Abdülmâlik'in maliye nazı­ rıydı; Rum kilisesinin son Pederlerinden biri olan .Tean'ın kendisi de Şam'ı idare eden meclise başkanlık etmişti. Kısacası Doğu Hıristiyanlan, Müslümanları, Bizans kilisesine çoktan tercih ediyordu. İlk asırlardaki Müslümanların takip ettiği bu mü­ samaha siyaseti sayesinde yahut bu siyaset yüzünden, yeni din, Asya, Mısır ve Kuzey Afrika’daki Yahudi ve putperestlerin olduğu kadar Hıristiyanlaıın da çoğu­ nu kendi saflarına aldı. Hakim ırkın dinine girmenin bir çok faydası vardı: Harp esirleri Müslüman dinine girerek sünnet oldu mu, kölelikten kurtuluyordu. Böylece. Müslüman olmayan halkın çoğu K ur’ân dinini kabul etti. Aynı topraklarda Helenizm, bin yıl boyun­ ca kökleşememiş; Roma'mn silâhları, yerlilerin mane­ vî itikatlarını yıkamamış; Bizans Ortodoksluğu isyan­ lara sebep olmuştu. Halbuki Müslümanlık, halkı, ken­ di dinine sokma gayretine girmeden kazanmış, pek çokları kendi isteğiyle, inanarak ve sadakatle İslâm'ı tercih etmişti. İslâm dini Çiır'den, Endonezya'dan, Hindistan'dan tutun da İran, Suriye, Arabistan ve ni­

hayet Fas ve Ispanya'ya kadar sayısız insanı etkilemiş, onların muhayyilelerine hitap ederek kendi tarafma çekmişti. Onların maneviyatını kuvvetlendiriyor, ha­ yatlarına mânâ, ruhlarına teselli edici ümit ve gurur veriyordu. Bugün bu sayede dört yüz milyon insan, her türlü siyasî bölünmeye rağmen, tek bir vücut halinde iftiharla Müslüman olduğunu söylemektedir.

Emevîler zamanında Araplar idareci bir aristokra­ si teşkil ediyor ve devletten aylık alıyordu. Bu imtiyaz karşılığında bütün erkek Araplar her zaman askeri hizmet altındaydılar. Ülkeler fethediyor ve kendi ka­ lıksız, saf kanlarıyla iftihar ediyorlardı. Titiz bir şe­ cere şuuriyle her Arap, babasının adını, kendi adına eklerdi. Meselâ: Abdullah ibni (oğlu) Zübeyr derdi. Bazan doğum yerini ve kabilesini dc adına katar, bövlece biyografi gibi bir isim meydana gelirdi; Meselâ Ebû Ahmet ibni Cerîr el-Azdî. Kanın saflığı, fetihler çoğaldıkça bir efsane hâlini aldı. Çünkü fâtihler, yen­ dikleri milletlerin kadınlarını cariye olarak alıyor ve bunlardan olan çocukları Arap olarak tanıyorlardı. Ama ırk ve kan gururu yine de devam edip gitti. Yüksek mevkili Araplar beyaz ipekten elbise giyer, atla gezer ve kılıç taşırdı. Sokaktaki adam kaba bir pantalon giyer, başına sarık sarar ve sivri uçlu pabuç­ lar giyerdi. Bedeviler entarilerini ve başlarındaki şal ve kemeri muhafaza etmişti. Peygamber uzun don gi­ yilmesini yasak etmişti, ama vine bazı Arapların giy­ diği oluyordu. Bütün sınıflar mücevheri severdi. Ka­ dınlar dar korse, bol ve renkli etek giyer, parlak ke­ merler takarlardı. Saçlarım ya kâhkül olarak öne, ya bukle hâlinde yanlara döker ya da örgü yaparak arka­ ya sarkıtırlardı. Saç örgüsüne bazan siyah ipekten ip-

ier de kattıkları olurdu. Çok defa çiçek ve mücevher­ le süslenirlerdi. 715 yıluıdan itibaren yalnız gözleri meydanda bırakacak şekilde yüzlerini örtmeye başlad?lar. Böylece, her yaşta gözleri çok güzel Arap kadın­ ları romantik bir görünüş kazandı. Kadınlar on iki yaşlarında olgunlaşıyor^ k u k (yaşında ihtiyarlıyordu. Bu aradaki zaman içinde de bütün Arap şiirini ilham edenler oldu. Müslümanlar hiç bir zaman bekârlığa rağbet et­ memiş ve devamlı perhizi hiç bir zaman ideal olarak görmemiştir. İslâm velîlerinin çoğu evlenmiş, çocuk sahibi olmuştur. Evlilik ve çok kanlılık cinsî ihtiyaç­ ları Öylesine tatmin etmişti ki, Muhammed ve kendi­ sinden sonra gelenlerin zamanında fuhuş azalmıştır. Ancak alışkanlıklar zamanla tahrik edici unsurları ger rektirir. Bunun neticesi olarak edebiyatta açık saçık eserler görülmeye, dansözlere önem verilmeye başlan­ dı; tıp eserleri ise tahrik edici ilâçlara büyük Önem veriyordu. Daha sonraları zina ve homoseksüellik gö­ rülmeye başladı. Bunda kadınların hareme çekilmesi­ nin rolü vardt. Diğer taraftan Arapların kadm cazibe­ sine karşı tuhaf bir çekingenliği vardı. Hz. Ömer şöy­ le diyordu: «Kadınlara danışın, sonra onlann dediği­ nin aksini yapın.» Muhammed’in asrında, Müslümanlar kadınların­ dan ayrılmamıştı. Birbirlerini ziyaret edebiliyor, ra­ hatça görüşebiliyor, camide birlikte ibadet edebiliyor­ du. Musa ibnü’l Zübeyr, karısı Ayşe'ye niçin yüzünü örtmediğini sorduğu zaman, şu cevabı almıştı: «Madem ki, Allah beni böyle güzel yarattı, o halde başkaları da bu güzelliği görsün ve kendi aralarında Allah'ın bu lûtfunu tanısınlar.»

Bununla beraber II. Velid zamanında (743—744) hadımlarıyla birlikte harem teşkilâtı kuruldu. Harem, «kutsal, yasak» mânâsındadır. Kadınların bu şekilde ayrılması, âdet görmeleri ve çocuk doğurmaları dola­ yısıyla onlann tabu sayılmasından ileri gelmiştir. Ha­ rem, mukaddes bir yer demekti. Doğuluların ihtiraslı yaradılışını bilen Müslüman koca, karısını korumak için onu hareme koymaktan başka çare göremiyordu. Çok geçmeden kısa mesafelerde ve örtülü olarak göm nm ek dışında, kadınların sokakta dolaşması ayıplalanır bir hareket olarak görülmeye başlandı. Kadın­ lar da sokağa çıkabiliyor, ancak bu durum da perdeli tahtırevanlarla seyahat ediyorlardı. Camideki yerleri önce erkeklerinkinden ayrıldı, sonra camilere büsbü lün alınmaz oldular. Daha sonraları kadınların dük­ kânlara gitmesi de yasak edildi. Bir kadm, istediği şeyleri ancak başkasına aldırabiliyordu. Bir de harem­ lere giren bohçacı kadınlar vasıtasıyla öteberi satın alabiliyorlardı. Aşağı tabaka dışında, kadınlar, kocala­ rıyla birlikte sofraya da oturamıyordu. Karısı cariye leri ve yakın akrabalarının dışındaki kadınların yüzür nü görmek Müslüman erkeğine haramdı. Doktorlar bile ancak vücudun hasta olan kısmını görebilirdi. Kadınlara gelince, Müslüman kadınlan XIX. yüz­ yıla kadar bu hâle itiraz etmediler. Evlerinin kendile­ rine tahsis edilen kısmında konfor ve mahremiyet için­ de yaşadılar. Üstelik bu kapalı durum a rağmen tarihte rol oynamaktan da geri kalmadılar. Harun'un annesi ve karısı VII yüzyılda Ayşe'nin gösterdiği cüret ve te­ siri gösterdiler ve saraylarında şâhâne bir hayat sür­ düler *

Kızların öğrenimi hemen hemen bütün sınıflarda Kur'ân okuma vs ev işlerini öğrenmekten öteye geç­ medi. Yüksek tabakalarda ise kadınlar özel mvirebbiyeler tarafından yetiştiriliyor, yahut okul ve kolejlere gönderiliyordu. Şiir, musiki ve çeşitli dikiş işleri öğ­ reniyorlardı. İçlerinde kendilerini ilme verenler, hattâ hocalık edenler vardı. Diğer taraftan bir çok kadın hayır işlerinde kendine ün yaptı. Bir çok medenî memleketlerde olduğu gibi, evlili­ ği tarafların ebeveyni hazırlardı. Babalar kızlarını di­ lediğine verirdi. Kızlar on iki yaşlarına doğru evlenir, on üç, on dört yaşında da anne olurdu. Erkekler on beş yaşında evlenirdi. Kızların dokuz yahut on yaşında evlendiği de olurdu. Erkek tarafı evlilik sırasında ka­ dına bir mihr (galat olarak mehr) vermek zorundayr di. Bu. evlilikte de, boşanmada da kadının mülkiyetin­ de kalırdı. Evlenmeden önce nişanlısının yüzünü göre­ bilen erkekler nadirdi. Düğün, nişandan sekiz, on gün sonra vapılırdı. Düğün sırasında kısa dualar okunur musiki icra edilir, ziyafet verilir, yeni evlilerin evinin bulunduğu sokak ve evleri en iyi şekilde aydınlatılır, yeni evliler hediye yağmurunda boğulurdu. Düğünün kendine has bütün merasimleri bittikten sonra, damat, zifaf odasının mahremiyeti içinde karısının yüzündeki tülü açarak, onu ilk defa görürdü. Tülü açarken: âdetti.

«Bismillâhirrahmanirrahim»

demesi

Genç evli erkek, eğer karısını beğenmezse, onu verdiği mehr ile birlikte babasının evine yollardı. İs­ lâm'da çok karılılık avnı zamanda olmaktan zivade

arka arkaya idi. Ancak çok zenginlerin bir kaç karısı olurdu. Boşanma kolay olduğundan, bir kimse arka arkaya istediği kadar evlenebiliyordu. Ayrıca varlıklı kimseler istedikleri kadar da cariye edinebilirdi. Mü­ tevekkilin dört bin cariyesi olduğu ve her geceyi bir başkasıyla geçirdiği söylenir. Bazı esir tüpcarları elle­ rinde genç esir kızlara musiki, şarkı ve aşk sanatını öğretir ve onları yüz bin dirheme (80.000 dolar) kadar varan fiyatlarla satardı. Ancak, bütün bunlara baka­ rak haremi bir şehvet yeri olarak görmek hatalıdır. Bir çok durumlarda, cariyeler anne oluyor, evin içinde şerefli bir hayat sürüyordu. Zevceler, cariyelik müessesesini normal karşılıyordu. H arun’un karısı Zübeyde kocasına on cariye hediye etmişti. Böylece, o devirde zengin bir Müslümanm evi bugünkü bir mahallenin nüfusuna eşit nüfusa sahip oluyordu. Veiid'in oğulla­ rından birinin altmış oğlu ve sayısı bu miktarın çok üstünde kızı olduğu bilinmektedir. Zamanla harem ağaiarı da zengin haremlerde yerlerini aldılar. Ancak, çok karılılık, Me’mun'dan sonra maddî ve manevî za­ yıflık kaynağı oldu, çünkü beslenecek ağızlar gıda maddelerinden daha çabuk çoğalıyordu. Kadının evlilikteki durum u çok belirliydi. Koca­ nın sadakatsizliğine göz yummak zorundaydı; kendi sadakatsizliği ise Ölümle cezalandırılırdı. Ama öte yan­ dan evinin içinde çok büyük bir değeri vardı. E bu’l Atıyye'nin şöyle dediği bilinmektedir: «Karım için, hiç tereddütsüz hayatın bütün nimetlerini, dünyanın bütün zenginliklerini reddederim.» Bu şekilde konuş, malara sık sık rastlanırdı ve bunların çoğu da şüphe­ siz samimi olurdu.

Başka bir açıdan düşünmek gerekirse, Müslüman kadını, Avrupa'daki bazı kadınlara göre çok daha iyi durumdaydı. Edindiği her mal ve para tamamen ken­ dine mahsus kalırdı. Kocası da alacaklılar da buna dokunamazdı. Harem kısmının emniyeti içinde örer, dokur, diker, evini idare eder ve çocuklarını yetişti­ rirdi. .Diğer taraftan arkadaşlarıyla oyun oynayacak, şekerleme yiyecek, sohbet edecek kadar vakti de olur­ du. Kadından beklenen şey çok çocuk sahibi olması; pederşahî olan ve ekonomisi ziraate dayanan bir ce­ miyette aktif bir rolü bulunmasıydı. Kadına verilen ehemmiyet doğurduğu çocuk .nisbetinde artardı. Kı­ sır kadınların ise hiç bir ehemmiyeti yoktu. Diğer ta­ raftan gebeliği önlemek ve çocuk düşürmek için de faaliyet olurdu. Bu işle uğraşan kadınlar kocakarı ilâçları ve usullerini tatbik ederken, hekimler de yeni usuller getiriyordu. 924'te ölen Râzî'nin eserinde, ço­ cuk yapmayı önlemek için özel bir kısım ayrılmıştı. Bu kısımda mekanik veya kimyevî yirmi dört çare gösteriliyordu îbni Sinâ (980—1037) ünlü Kanun'unda çocuk yapmayı önleyecek yirmi reçete vermişti. Kur'ân, kumarı sarhoşluğu yasak etmişti. Ancak, kumar daha az, içki daha çok olmak üzere yine varlı­ ğını devam ettiriyordu. Diğer taraftan Müslümanlık ticaret ahlâkı bakımından Hıristiyanlığı geçmişti; ya­ zılı bir mukavele varmış gibi verdikleri sözde durur­ lardı. Müslümanlar yalan söylememekte nümûneydi!er; İslâm'da yalan ancak bir hayatı kurtarmak, bir kavgayı yatıştırmak, bir zevcenin hoşuna gitmek ve din yoluna yapılan savaşlarda düşmanı aldatmak için rnübahtı. Başkalarına karşı davranışlarında teklif ve tekelliife riayet etmekle beraber tabiiydiler. Nezaket

sözlerini hiç bir zaman ihmal etmezlerdi. Birbirlerini özel bir reveransla selâmlarlardı. Selâm veren: «Selâmün alevküm» der; diğeri de «ve aleyküm selâm ve Rahmetullah ve berekâtuhu» diyerek selâmı alırdı. İslâm misafirperverliği dillere destandı. Temizlik­ te de örnektiler, Ancak bu, varlıklı olup olmamaya göre değişildi. Fakirlerin, temizliği oldukça ihmal e t t i r ği görülürdü; hali vakti yerinde olanlar ise sık sık yı­ kanır, kokular sürünürlerdi. “ Çocukların sünnet edilmesine büyük bir önem ve­ riliyordu. Beş, altı yaşına gelen erkek çocuklar sünJie ediliidi. Evlerdeki özel banyolar ancak pek zengin olanlara mahsustu, ama umumî hamamların sayısi pek fazlaydı. Söylendiğine göre X. asırda Bağdad'da yirmi yedi bin hamam vardı. Erkekler de kadınlar gi­ bi koku siirünürdü. Arabistan, günnük ve mersâfî; İran, gül, menekşe ve yâsemin esanslarıyla ün salmıştı. Bir çok evlerin bahçesinde meyva ağaçları ve bilhassa çi, çek yetiştiriliyordu. İran'daki çiçek sevgisi ise başka yerlerin üstündeydi; orada çiçek doğrudan doğruya hayalın kokusu olarak görülüyordu. Müslümanların eğlencesine gelince; muhtelif vesi lelerle verilen ziyafetler, av, şiir, musiki ve şarkı İslâm âleminin başlıca eğlencesini teşkil ederdi. Aşağı taba­ kalarda buna horoz dövüşü, canbazlar, kukla ve sihir­ bazlık gösterileri de katılırdı. İbni Sinâ’nın «Kanun»un dan öğrendiğimize göre X. yüzyıl Müslümanları zama­ nımızın bütün sporlarını biliyorlardı: Boks, güreş, ok­ çuluk, jimnastik, eskrim, kargı atma, polo, tokmakla oynanan top ovunları kroket. Kumar yasak olduğu için iskambil ve zar pek az kullanılırdı. Tavla çok yavgmdı; satranç da çok oynarlardı. At yarışları en sevilen eğlenceler arasındaydı ve bizzat halifelerin himayesin­

de düzenlenirdi. Bir yarış sırasında dört bin atın bir­ den koştuğu söylenir. Av ise sporların fazla aristokra­ tik olanıydı. Genellikle avda şahin kullanılır; yakala­ nan hayvanlar bazan özel bir itina ile beslenirdi. Bazı aileler, köpek, bazıları maymun beslerdi. Bazı halife­ ler ise tebaalarını ve elçileri etkilemek için, aslan ve kaplan beslerdi. Araplar, Suriye’yi fethettikleri zaman henüz ger» çek bir medeniyete ulaşmamıştı. Pervasız, katı bir ce­ saretleri vardı; ihtiraslı, duygulu, şüpheci idiler; bâtıl inançlar» vardı. Müslümanlık bu vasıflardan çoğunu yumuşattı, ama bazıları da sürüp gitti. Diğer taraf­ tan bazı halifelere atfedilen zalimlikler, çağdaş Hıris­ tiyan. Bizans, Merovenj ve İskandinav krallıklarınınkinden fazla değildi. Müslüman hükümdarları hakkında bazı şiddetli işkencc ve zulüm hareketleri anlatıla gelmiştir ama bunlar tamamen istisnaî hallerdir. Normal olarak bir Müslüman, müsamahakâr, zarif ve beşerî duygularla dolu bir insan demektir. Eğer genel­ leştirmek istersek, Müslümanı, anlayışlı, zekî, çabuk hiddetlenen, kolayca gülüp eğlenebilen; mal;k oldukla­ rıyla iktifa eden; başma gelen felâketlere sükûnetle katlanan; bütiin bu hadiseleri sabırla, olgunlukla ka­ bullenen bir insan olarak tarif edebiliriz. Bir Müslü­ man kendisini her an ölecekmiş gibi hazırlıklı bulunduıurdu. Seyahate çıkan bir Müslüman kefenini de beraber alırdı. Çöl yolculuğu sırasında bir hastalık so­ nunda ölümünün yaklaştığını hissedince, diğerlerine yola devam etmelerini rica eder; kendisi de bir çukur kazdıktan sonra, son abdestini alır, kefenine sarıla­ rak çukura uzanır ve ölümü bekler, çok geçmeden rüzgârın savurup getirdiği kumlar, mezarını örterdi.

Nazari olarak Muhammed’den sonra gelen nesil boyunca, İslâm eski anlamıyla demokratik bir cum­ huriyetti. Bürün ergin ve hür erkekler hükümdarın seçimine yahut, siyasette yapılacak bir değişikliğin oylanmasına katılırlardı. Ancak aslında, halife, Medi­ ne’nin ileri gelenlerinden bir grup tarafından seçilir, siyaset de onlar tarafından kararlaştırılırdı. Bunun, böyle olması da lâzımdır. Çünkü insanlar, yaradılış­ tan, dikkat ve zekâ bakımından eşit değildir. Dolavısiyle demokrasinin de izâfî olması lâzımdır. Diğer ta­ raftan ulaştırma imkânları zayıf, öğrenimin sınırlı ol­ duğu yerlerde bir oligarşi kurulması tabiidir. Demokra­ si ve savaş birbirine düşmem olduğundan, İslâm fütu­ hatı, haliyle tek kişinin iktidarını gerektirirdi. Örfî bir yayılma siyaseti, kumanda birliğini ve çabuk karar vermeyi gerektiriyordu. Emevîler zamanında idare açıkça monarşi hâline geldi ve halifeler verasetle veya silâhların hükmüyle iş başına geldiler. Nazarî olarak halife, siyaset adamı olmaktan ziya­ de din adamıydı. Halife, her şeyden önce İslâm âlemi­ nin başıydı; ilk vazifesi dini korumaktı. Yine nazarî olarak halifelik ser’î bir hükümetti. Öte yandan halife bir papa değildi; dinle alâkalı yeni nizamlar getiremez­ di. İktidarı hemen hemen mutlaktı. Ne bir parlamen­ to vardı, ne de bir aristokrasi veya bir ruhban sınıfı,

onun iktidarını sınırlayabilirdi. Halifenin iktidarına Kur’ân’dan başka sınır yoklu. Bu idarenin kendine göre bir bışka demokratik manzarası vardı. Anne ve­ ya babası köle olmayan herkes yüksek mevkilere gele­ bilirdi. İlk Müslümanlar, vaktiyle iyi organize edilmiş ül­ keleri fethettiklerini biliyorlardı. Suriye’den Bizans'ın İran’dan Sâsâniler'in idare teşkilâtı sistemini aldılar. Orta Poğu’nun eski düzeni hattâ eski kültürü bir ba­ kıma devam etti. İslâmî felsefe ve ilimle tekrar şekil­ lendi. Abbasîler zamanında merkezî, mahallî ve eyalet­ lere mahsus olmak üzere karışık bir idare şekli te­ şekkül etti. İdare yapısının başında «hâcib» yani mabeyinci bulunurdu. Nazarî olarak hâcib'in görevi merasimleri idare etmek olduğu halde halifenin mutlak vekili ve vezîr-i âzami sıfatıyla onun faaliyetlerini kontrol eder­ di. Ondan sonra gelen en yüksek rütbeli memur veziı idi. Vezir hükümet memurlarını ve devlet siyasetini tayin ederdi. Mansur'dan sonra, vezirler, iktidar bakı mından hâcibin üstüne çıktılar. Hükümetin başlıca kı­ sımları veryi, hesap, ulaştırma, polis ve posta idi. Bir de şikâyet bürosu vardı ki, zamanla idari ve kazaî hü­ kümler için bir mahkeme durumuna geçti. Halife in­ dinde, ordu kısmından sonra, gelirler kısmı en önem­ liydi. Bu alanda tahsildarlar önemli paralar topluyor ve elde edilen paranın büyük bir kısmı hükümetin ve idarecilerin masraflarına harcanıyordu. Harun Reşid zamanında halifeliğin yıllık geliri beş yüz otuz milyon dirhemi (42.400.000 dolar) geçiyordu. Buna, sayısız ay­ nî vergileri de katmak gerekir. Hükümetin borcıı yok­

tu. Aksi ne 786 yı l ın d a hazînede* yedi y üz m i ly o n diıhemlik bir hesap farkı birikm iş bulu n u y o rd u . P o s ta , s a d e c e h ü k ü m e t ve -çok ö n e m l i şahıslaım işini g ö r ü r d ü . Başlı ca fa yd as ı ve gör evi hükümet m e r k e z i y l e e y a l e t l e r a r a s ı n d a e m i r ve bilgi a lı ş ve riş in i s a ğ l a m a k t ı . Diğ er t a r a f t a n b u v a s ı t a ile vez ir ler , m a ­ hallî i d a r e c i l e r h a k k ı n d a gizli bi l g il e r d e a l ır dı . Diğer t a r a f t a n b u te ş k i l â t j i i z e r g â h l a r ı d a y a y ı n l a r d ı . B u y a ­ y ı n l a r d a n t ü c c a r l a r ve h a c ı l a r f a y d a l a n ı r d ı . G ü z e r g â h ­ la ilgili y a y ı n l a r d a m u h t e l i f nıeı h a l e ve a r a l a r ı n d a k i u z a k l ı k l a r b e l ir ti li r d i. B u n l a r M ü s l ü m a n c o ğ r a f y a c ı l a ­ r ı n a ç o k faydal ı o l m u ş t u r . T a r i h t e ilk d e f a m e k t u p ta ­ ş ı m a iş in de g ü v e r c i n d e n f a y d a l a n a n l a r da M ü s l ü m a n , l a r d ı r (837). M u n z a m bilgiler, s e y y a h l a r , t ü c c a r l a r ve B a ğ d a d ' d a c a s u s vazifesi g ö r e n bin yedi vüz yaşlı k a ­ dın t a r a f ı n d a n s a ğ l a n ı r d ı . A m a k o n t r o l için is te ndi ği kad ar para harcansın, dünyanın her yerinde görülen z o r la p n r a t o p l a m a ve i r t i k â b ö n l e n e m i y o r d u . E ya le t valileri bağlı b u l u n d u k l a r ı m a k a m d a n p a r a b e k l iy o r , d i ğ e r t a r a f t a n m e r k e z i id a re o n l a r d a n m uayyen bir p a r a b e k l iy o r , ak s i h a l d e o görevi p a r a m ukabilinde başkasına Jevrediyordu. H a k i m l e r iyi p a r a a l ı y o r d u ; a m a y ine de c ö m e r t k e s e l e r i n tesiri a l t ı n d a k a l m ı y o r de ğ il le rd i. Hz. M u h a m m e d ' i n üç h â k i m d e n iki sin in c e h e n n e m l i k o l d u ğ u n u söylediği rivayet edilir. İ s l â m h u k u k u k uv v et in i K u r ’â n ' d a n a l ı y o r d u . D a­ h a d o ğ r u s u h u k u k ve d i n b i r b ü t ü n d ü . H e r s u ç b i r g ü ­ n a h , h e r g ü n a h biı s u ç t u . H u k u k ilmi d e il a h iy a t ın b i r dalı ydı . Y a n ıl a n f ü t u h a t s o n u n d a ü l k e gen işl eyi p, İs­ lâm h ’ik ’. ı k u n i ’. n s o r u m l u l u k l a r ı ve m e s e l e le r i a r t m a y a h ı ş l a 1 i r c a , h u k u k ç u l a r tla yeni d u r u m l a r a g ö r e çeşitli

ı tefsirlerde bulundular. Dolayısıyla hadisler İslâm hu­ kukunun ikinci bir dayanağı haline geldi. Hukukun dayandığı hadis ve tefsirlerin artması Müslümanlık, tâki hukuk mesleğine özel bir önem kazandırdı. Kanu­ nu tatbik eden veya ortaya koyan hukukçular (fâkihler) X. yüzyıla doğru ruhani bir mahiyet kazandılar. XII. yiizvıl Fransa'sındaki gibi imparatorlukla birlet­ tiler, Abbasî mutlakiyetinin desteği oldular. Mû’tekid İslâm hukukunda dört hukuk mektebi doğdu. 767'de ölen Ebû Hanife Nu’man bin Sabit, kıyasî tefsir prensibiyle Kur'ân hukukunda ihtilâl yaptı. Ebû Hanife; bir küçük cemiyet için yapılmış olan bir hukuk, bir şehir ve sanayi cemiyetine tatbik edilmek istendiği zaman harfi harfine değil, kıyas yoluyla tef­ sir edilmelidir, diyordu. Böyleçe ipotekli kâr ve ödünç verme sistemini tasdik etti. Ebû Hanife şöyle demiştir: «Hukuk kaideleri, gra­ mer veya mantık kaidelerine benzemez. Umûmî âdet­ lerle ifadesini bulur ve bunlarda meydana gelen şart­ lara göre değişir.» İlerici bir hukukun bu liberal görüşüne karşı, Medineli muhafazakârlar Mâlik ibni Enes'de de (715— 795) sağlam bir müdafi buldular. Malik, hukukla alâ­ kalı bin yedi yüz hadise dayanarak, bu hadislerden çoğunun Medine'de ortaya çıktığını ileri sürdü, orada meydana gelen fikir birliğinin Kur’ân ve hadislerin tefsirinde kritervum olması gerektiğini sövledi. Bağdad ve Kahire'de yaşayan Muhammedü’l-Şâfîî (767—820) yanılmazlığın, Medine’dekinden daha sağ­ lam bir temele dayanması gerektiğini ileri sürüvor.

hak hukuk meselelerindeki en son kararın ancak İs­ lâm cemaatinin tamamının rızasıyla gerçekleşebile­ ceğini söylüyordu. Bu fikirleri fazla geniş bulan, tale­ besi Ahmed ibni Hanbel, hukukun doğrudan doğruya Kur'Sn ve hadislere dayanması gerektiğini ileri süren dördüncü bir sistemin kurucusu oldu. Mutezile'nin fel­ sefedeki akılcılığını reddettiği için Me’mûn tarafından hapse atıldıysa da, fikirlerinde öylesine ısrar göster­ di ki, ölümünde hemen hemen bütün Bağdad halkı ce­ nazesinde bulundu. Bir asır süren münakaşalardan sonra bu dört hu­ kuk sistemi de İslâm âleminde yerleşti. Hanefî, Mâ­ liki, Şâliî ve Hanbelî mezhepleri prensipte aynı esas­ ları kabul etmekle beraber teferruatta birbirinden ay rılıyordu. Hepsi de, aslında kanunsuz olan bir beşeri yeti idare etmek için, ilâhi bir menşe lüzumunu ve İs lâm hukukunun bir ilâhi menşee dayanması hususun da aynı görüşü taşıyordu. Hepsi de Müslümanların tâbi olması gereken n/zamları en küçük teferruatına kadar isiiyor; diş temizliğinden, aile hukuku, giyim kuşam ve sacların edepli bir şekilde düzenlenmesine kadar hiç bir şeyi ihmal etmiyordu. Kaidelerin pek fazla ol­ ması beşeri gelişmeyi boğabilir. Bu bakımdan tefsir­ ler kanunların katılığı ile hayatın akışını bağdaştırıcı bir rol oynar. Hanefî hukukunun son derece liberal ol­ masına rağmen, genellikle İslâm hukukunda fazla mu­ hafazakâr olma temayülü görülmüş bu da ekonomi ve fikir hayatının serbest bir şekilde gelişmesini önle­ miştir. Ebû Bîîkr'den, Me’mûn’a kadar, ilk halifeler, büvıik mcvsaha üzerindeki insan hayatını düzenlediler;

bunlar tarihin en muktedir hükümdarları arasında sa­ yılabilir. Moğollar, Macarlar, İskandinav haydutları gibi onlar da her tarafı mahvedebilir, her şeyi zapte­ dip, müsadere edebilirlerdi. Onlar böyle yapmadılar, basit vergiler koymakla yetindiler. Ömer, Mısır’ı fet­ hettiği zaman, Zübeyr’in ülkeyi arkadaşları arasında bölüştürmek tekilifini reddetti ve kendi fikrini şöyle açıkladı: Varsın ülke bildiği gibi yaşasın ve halkın el­ lerinde faydalı olsun.» Halifelerin idaresi altında, toprak işlendi, arşivler muntazam olarak tutuldu, kanallar ve yollar yapıldı, nehirlerin taşmasına karşı tedbirler alındı, bugün bir çöl halinde olan Irak, o zamanlar bir cennet bahçesi gibiydi; bugün kum ve taş deryası olan Filistin o de­ virde kalabalık, verimli ve müreffehti. Şüphesiz bütün rejimlerde olduğu gibi, o devirde de kuvvet ve kabili­ yet, zayıflık ve geriliğe hakimdi. Ama halifeler iş haya­ tını himaye ediyor, kabiliyeti olanların gelişmesini sağlıyorlardı Ülkeyi, asırlar boyunca, hiç bir zaman göremeyeceği derecede geliştirdiler; öğretime, edebi­ yata, ilme, sanata ve felsefeye gerekli değeri vererek Batı Asya’yı beş asır boyunca dünyanın en medenî ye­ ri haline getirdiler.

İ s l â m m e d e n i y e t i n i t e m a y ü z e t t i r e n , o n a m â n â ve­ r e n in s a n ve e s e r l e r i g ö r m e d e n ö n ce , y a ş a d ı k l a r ı b ö l ­ geyi g ö z d e n g e ç i r e li m . M e d e n i y e t i n te m e l i kır , şekli ş e h i r m e d e n i y e t i d i r . İ n s a n l a r , ka rş ıl ık lı o l a r a k b i r b i r ­ lerini d i n l e m e k ve b i r b i r l e r i n i e t k i l e m e k için s i t e l e r halinde to p lan m ak zorundadırlar. M ü s l ü m a n ş e h i r l e r i n i n h e m e n h e p s i o n bin veya d ah a a 7 nüfuslu, mütevazi b ü y ü k lü k te şehirlerdi. Ev­ ler k ü ç ü k b i r a l a n a s ı k ı ş m ı ş o l u r d u . G en el l ik le h e p s i ­ n in a k ı n ve k u ş a t m a l a r a k ar ş ı s a v u n m a s u r l a r ı b u l u ­ n u r d u . S o k a k l a r d a z a m a n ı n b a ş k a ü l k e l e r i n d e k i gibi a y d ı n l a t m a t e r t i b a t ı y o k t u ; ç a m u r ve toz iç in d e y d il e r. E v l e r i n ö n ü n d e u z a y ı p gi d e n y e k n e s a k b i r d u v a r o l u r , / a t e n k ü ç ü k o la n ev le r b u d u v a r ı n a r k a s ı n a s a k l a n ı r ­ dı. Ş e h r i n b ü t ü n i h t i ş a m ı c a m i s i n d e o r t a y a ç ı k a r d ı. D iğ e r t a r a f t a n . M ü s l ü m a n m e d e n i y e t i n i n öyle ş e h ir l e r i d e v a r d ı ki, b ı ı n l a r güzellik, bilgi ve s a a d e t i n zi rv e si n e çıkmıştı M e k k e ve M e d i n e m u k a d d e s ş e h i r l e r d i . Biri Mu h a m m e d ’in d o ğ u m yeri, diğ eri ilk m ü s l ü m a n l a r l a b i r l i k ­ le h i c r e t e t tiğ i ve m e z a r ı n ı n b u l u n d u ğ u ş e h ir d i . II. Vclid, m ü t e v a z i M e d i n e c a m i i n i m u h t e ş e m b i r ş e k i l d e y e n i d e n inş a e t t i r d i . B u iki ş e h i r E m e v î l e r z a m a n ı n d a so n d e r e c e ca nl ı ve p a r l a k b i r h a y a t geç ird i. S a v a ş ga­ n i m e t l e r i , M e d in e ' y e a k m ı ş ve vatandaşlar arasında

taksim edilmişti. Mekke’ye gelen hacı adaylarının sa­ yısı gittikçe artıyor, buna paralel olarak ticaret hayatı canlanıyor, refah yükseliyordu. Böylece mukaddes şehir­ ler zenginleşti, hayat canlandı; şehirlerin çevresi villa ve saraylarla donandı. Kendine mahsus kibar bir hüz­ nü olan melodiler etrafa yayılıyor, şâirler aşk ve savaş şiirleri yazıyordu. Kudüs de İslâm’ın mukaddes şehirlerinden biriy­ di. VIII yüzyıldan itibaren, burada nüfusun ekseriye­ ti Müslümanlara geçmişti. Abdülmâlik Mescid-i Aksa'yı yaptırdı Bu cami 746'da yıkıldı, 785'te tekrar yapıl­ dı. Daha sonra da bir çok tamirler gördü. Mukaddesi, Mescid-i Aksa'nırı Şam'daki Ulucami'den daha güzel ol­ duğunu kaydeder. Kudüs te Beytülharam’m bulunduğu bölgede her üç dince de mukaddes sayılan ve Sahra denen bir ka­ ya vardı. İbrahim'in burada kurban kestiği, Süley­ man'ın mâbedmin burada olduğu, Musa'nın burada Talûtu’L-ahd’i aldığı; Mirac'da Muhammed’in buradan göğe çıktığı kabul edilir. 684 yılında Abdullah ibni Zübeyr, Mekke'yi ele geçirip de buranın gelirine el ko­ vunca, Abdülmâlik, bu kayanın Kâbe'nin yerini alaca­ ğını ve Hac yetinin burası olduğunu ilân etti. Bu taşın üzerine Kııbbetüssahrâ'yı yaptırdı. Kubbetüssahrâ böylece İslâm âleminin dördüncü harikası oldu (diğer üçü. Mekke, Medine ve Şam camileriydi). Kubbetüs­ sahrâ bir cami değil, mukaddes bir taşın üzerine ya­ pılmış bir mâbetti. Haçlılar buraya Ömer Camii diye­ rek büyük bir hata yaptılar. Kare taşlardan sekizgen biçimde yapılmıştır, çevresi yüz yetmiş altı metredir. Kubbe tam Sahra adlı taşın üzerindedir ve otuz yedi

metre yüksekiiğindedir. Ağaçtan yapılmıştır, vc yaldızlı bakır kaplıdır. Dört kapısı vardır. Bu kapılar Bâbü’lCenne (Cennet Kapısı), Bâbü’l Kıble (Kıble Kapısı), Bâhü’n-Nebî Dâvûd (Dâvûd Peygamber Kapısı) ve Bâ­ bü’l Garb (Batı Kapısı) diye anılır. Ağaçtan yapılma kapılar bronz kaplıdır. İçeride, Sahra'nın çevresinde cilâlı mermerden on iki sütun vardır. Bu muhteşem sütunlar Roma harabelerinden alınmıştır. Sütun baş­ lıkları Bizans eseridir. Kemerlerin alınlarında çok nelis ahşap mozayikler vardır. Kubbenin altındaki dav­ lumbazların mozayikleri daha da güzeldir. Dış sütunla­ rın pervazı boyunca, çepeçevre Kûfî yazıyla kaplıdır. Bu yazı mavi kiremit üzerine san hurufatla yazılmış­ tır. Sütunların ortasında çevresi altmış metre olan kava kitlesi bulunur. Mukaddesi şöyle yazar: «Sabahleyin doğan güneşin ışınları kubbeye dü­ şüp de yansıyınca, bina, şâhâne bir manzara alır. Ben, bütün İslâm dünyasında bu manzaranın bir benzerini görmedim. Daha önceki devirlerde de Kubbetüssahrâ ile boy ölçüşecek güzellikle bir bina yapıldığını duyma­ dım» der.. Ancak, Abdülmâlik'in, burasını Kâbe yerine hac mahalli yapma kararı gerçekleşemedi. Eğer gerçekleş­ seydi, Kudüs, üç dinin de itikad merkezi olacaktı. Üstelik Kudüs, Filistin'in merkezi bile değildi. Bu $eref Ramla’ya nasib oldu. Daha bir çok yerler vardı kı, bugün fakir köyler halinde olduğu halde, İslâmî çağda büyük ve canlı şehirlerdi. Mukaddesi, Akkâ'nm 985’te çok büyük bir şehir olduğunu kaydeder. İdrisî 1154'te, Sidon'un ağaçlar ve bahçelerle çevrili büyük bir şehir olduğunu belirtir. Yakubî, 891'de, Akdeniz'e doğ-

n ı u z a n m ı ş kayal ık b i r y e r d e k u r u l m u ş o l a n T î r ’in şa h â n e b i r v e r o l d u ğ u n u ya z a r . Nâsır-ı H u s r e v ise, b u r a ­ d a be ş altı ka tl ı b i n a l a r b u l u n d u ğ u n u ç o k t e m i z ve z e n ­ gin ç a r ş ı l a r ı o l d u ğ u n u 1047’d e y a z m ı ş t ı r . K u z e y d e k i T r a b l u s ’u n «bin g e m i a l a c a k b ü y ü l ü k le m ü k e m m e l b i r l i m a n ı vardı »; T i b e r i a d a s ı c a k s u k a y n a k l a r ı ve y a s e m i n l e r i y l e t a n ı n ı r d ı . M ü s l ü m a n s ey ­ yah ı Y a k u ı , 1224'te N a z a r e t ’te n şöyle b a h s e d i y o r d u : « M e r y e m ’in oğlu M es ih İ s a b u r a d a d o ğ d u . . . S e l â m o l­ s u n ona... A m a ş e h i r ha l k ı, b i r b a k i r e n i n ç o c u ğ u o l a ­ m a y a c a ğ ı n ı s ö y le y e r e k o n a şe r e f s iz l ik is n a d ett il er. » \. » k û b i , B a a l h c k ' i n S u r i y e ’nin e n güzel ş e h i r l e r i n d e n b i n o l d u ğ u n u y az m ış , M u k a d d e s i d e ş e h r i n r e f a h için­ de oUlti'junu ilâve e t m i ş t i . A n t a k y a d a S u r i y e ş e h i r l e r i a r a s ı n d a Ş a m ’d a n geri k a l m a z d ı . B u ra s ı 635’ten 964’e k a d a r M ü s l ü m a n l a r d a kal dı. O t a r i h t e n i t i b a r e n 1084'e k a d a r Bizanslılara geçti. İsidnı c o g n f y a c ı l a ı ı ş e h i r d e k i güzel H ı r i s t i y a n kiliselerinden, ta ra ç a la r halinde sıralanm ış evlerden, b a h ç e ve p a r k l a r d a n , h e r e v d e a k a r s u o l u ş u n d a n s i t a ­ yişle b a h s e d e r Ta rs us biivük b i r şe h ir d i . İ b n i H a v k a l , ş e h i r d e vüz bin e r k e k n ü l u s o l d u ğ u n u t a h m i n e d e r . R u m İmn a r a t o r u N i c e p h o r c % 5 ’te ş e h r i a l m ış , b ü t ü n c a m i l e r i y ı k t ı r m ı ş , K ıı r 'â n l a r ı y a k l ı r m ı ş t ı r . İ ki k e r v a n y o l u n u n k a v ş a ğ ı n d a o la n H a l e p de ze n g in b i r ş e h i r d i . M u k a d ­ desi. H a l e p ' t e n şöyle b a h s e d e r : « B u r a s ı k a l a b a l ı k b i r ş e h ir , evleri kagir; iki t a r a f ı n d a m a ğ a z a l a r ı n sıralan­ dığı gölgelik c a d d e l e r i var.» H a l e p c a m i i n i n f il d iş in d e n y a p ı l m a m i h r a b ı ve pü /e ll i ğ iv le iin sa la n m i n b e r i m e ş ­

h u r d u . C a m i n i n h e m e n y a k ı n ı n d a b e ş ko le j, b i r haslah a n e ve alt: kilise v ar dı . Y a k û b î , H ı ı m ı ı s ' u n , S u r i y e ’n in e n b ü y ü k ş e h i r l e r i n ­ d e n biri o l d u ğ u n u y a z a r . İ s t a h r i , 950’d e b u r a d a n b a h ­ s e d e r k e n : « H e m e n h e m e n b ü t ü n s o k a k ve c a d d e l e r taş k a p l ı d ı r » de r . M u k a d d e s i d e ş e h r i n k a d ı n l c r ı m n g ü ze l­ likle ri yle t a n ı n d ı ğ ı n ı ilâve e d e r . Arap im p a ra to rlu ğ u n u n doğuya d o ğ r u il er le m es i, M e k k e veva K u d ü s ' t e n d a h a m e r k e z i b i r b a ş k e n t seçi m i n i g e r e k t i r d i . E m e v î l e r , b i r k a ç a s ı r l ı k b i r ş e h i r o la n Ş a m ’ı s eç ti ler . Ş e h r i n ç e v r e s i n d e a k a n b e ş su, b u r a s ı ­ nı « d ü n y a n ı n b a h ç e si » h a l i n e g e t i r m i ş t i . Ş a m ’da yüzlercc ç e ş m e , yüz k a d a r h a m a m ve y ü z y i r m i b in b a h ­ çe v ar dı . B a t ı y a d o ğ r u d a genişliği beş , u z u n l u ğ u y i r ­ m i k i l o m e t r c v i b u l a n « M e n e k ş e l e r V adisi» u z a n ı r d ı. İ d ıi s î , Ş a m ’ın, A ll a h ’ın ş e h i r l e r i n i n en güzeli o ld u ğ u nıı y a z m ı ş t ı r . Yüz k ı r k b i n n ü f u s i u şehrin ortasında h a l i f e l e r i n s a r a y ı y ü k s e l i r d i . B u r a s ı n ı i. M u a v iv c vapiırmuşTi. S a r a y b i r a l t ı n ve m e r m e r zengi nli ği i ç in d e y ­ di; d u v a r l a r ve v e r l e r m o z a y i k l e r l e k ap l ıy d ı; s u la r ı hiç k e s i l m e y e n ç e ş m e ve y a p m a ç a ğ l a y a n l a r s a r a y ı ser i n l e i j rd i . Ş e h r i n k u z e y i n d e bi iv ü k b i r c a m i v ar dı ; bu ş e h i r d e k i b e ş yüz v e t m i ş iki c a m i d e n bir iy d i. Emevîl e r z a m a n ı n d a n s o n r a a y a k t a k a l a n te k c a m i d e b u d u r . R o m a l ı l a r z a m a n ı n d a b u r a d a b i r t a p m a k v a r d ı; b u n u n harabeleri üzerine I. T e o d o s v u s , S a i n t - J e a n - B a p l i s t e k a t e d r a l i n i y a p t ı r d ı (379). 1. Velid. 705 yıl ına d o ğ r u , H ı r i s t i y a n l a r ’a k a t e d r a ­ li y ı k a r a k b ir k ı s m ı n a c a m i y a p m a y ı teklif etti; b u n a k a r ş ı l ı k o n l a r a d i l e d ik l e r i y e r d e b i r k a t e d r a l y a p m a iz­ nini ve re c eğ in i ve p er ek li m a l z e m e y i sağla\«cağını

söyledi. Hıristıyanlar razı olmadılar ve «buna teşebbüs edenin boğularak öleceğini» bildirdiler. I. Velid, ka­ tedrali kendi elleriyle yıkmaya başladı. Söylendiğine göre, imparatorluğun bütün toprak vergisi yedi yıl boyunca yapılan camiye harcandı. Ayrıca Hırisjiyanlara da yeni bir katedral yapmaları için yardım edildi. Hindistan, İran, Mısır, İstanbul, Tunus, Cezayir; Lib­ ya’dan getirilen ustalar caminin yapımında çalıştılar. Sekiz yılda tamamlanan caminin inşaatında on iki bin de işçi çalıştı. Müslüman seyyahları bu caminin İslâm âleminin en muhteşem yapısı olduğunda hemfikirdi. Emevîler'i de, Şam’ı da sevmeyen Abbasî halifesi elMemun, burasının dünyadaki bütün yapılardan üstün olduğunu belirtir. İç tarafında sütunlar bulunan büyük ve mazgallı bir duvar, mermer döşeli büyük bir avluyu çevreliyor du. Cami bu duvarın güney tarafındaydı. Kare taşlar­ dan inşa edilmişti. Üç minaresi vardı ki, bunlardan bi­ ri İslâm'ın en eski minaresidir. Zemin kat plânında ve dekorasyonunda Bizans ve bilhassa Ayasofya’nm etkisi vardır. On alt) metre çapındaki çatı ve kubbe, kurşun levhalarla kaplanmıştı. Caminin iç uzunluğu yüz kırk üç metreydi. Burası beyaz mermerden yapıl­ ma sütunlarla ikiye ayrılmıştı. Korent uslûbu sütun başlıkları altın kaplıydı. Bu sütunlar kemerleri tutu­ yordu. Caminin mozayik parke zemini halılarla kaplıy­ dı. Duvarlar renkli mermerden mozayikler ve mineli kiremitten kaplıydı. Altı adet mermer parmaklık ca­ minin içini bölüyordu. Mihrab, altın, çiimüş ve kıy­ metli taşlarla süslüydü. Renkli camdan yapılma yetmiş dokuz pcncere gündüzleri caminin aydınlanmasını safr lıyordıı. Geceler: de on ik' bin kandil yakılıyordu. Bir

Seyyah bu cami hakkında şöyle yazmıştır: «İnsanın yüz yıl ömrü olsa ve her gün oturup Şam camiinde ne­ ler gördüğünü düşünse, her gün yeni bir şey hatırlaya­ bilir.» Camive giren bir Bizans elçisi sonradan şöyle demiştir: «Senatoda Arap iktidarının çabucak geçece­ ğini söylemiştim. Ama bu camiyi gördükten sonra fik­ rimi değiştirdim. Islâm iktidarı muhakkak ki çok uzun sürecektir.»» Şam'dan kuzeybatıya doğru gidilirken Fırat üzerin­ de Rak’a’ya gelinir. Burası Harun Reşid’in ikametgâhı­ dır. Daha sonra Hatla, kuzeydoğuda Tebriz'e gelinir. Burası gelişme yolunda bir şehirdi, doğusunda henüz küçük bir şehir olan Tahran vardı. Daha sonra da Damgan ve Gürgân (Hazar denizinin doğusunda). Giirgân X asırda, kültürlü hükümdarlarıyla lanınan bir eyalet merkeziydi. Bunların en önemlisi Şems cl-Maâlî Kâbûs idi. Hem şair hem ilim adamı olan bu hüküm­ dar İbni Sinâ’vı sarayında barındırmış ve arkasında eski refahın işareti olarak elli metre yüksekliğinde ve Künbet i Kâbus diye anılan bir mezar bırakmıştır. Kuzey yolundan doğuya giderken Nişâbûr’a geli­ nir. Buranın adı hâlâ Ömer Hayyâm'ın şiirlerinde ya­ şamaktadır. Bu bölgedeki diğer şehirler Şiîlerin Mekkesi olan Meşhed; eskiden kudretli bir eyaletin merkezi olan Mevr ile Buhara ve Semerkand’dır. Daha ötedeki dağ zincirlerinin arkasında güneye doğru Gazne vardır. Şâirler, Türk hükümdarı Mahm ud’un büyük saraylarını ve «ay'ı şaşırtan yüksek ku leleri» dile getirmişlerdir. Bunlardan ayakta kalanlar Mahmud'un zafer kulesi ile II. Mesud’un yaptırdığı kuledir

B at ıya d o ğ r u d ö n ü n c e , X I . yüzyıl İ r a n ' ı n d a o n d a n fazkı m ü r e f f e h ş e h i r l e r g ö r ü r ü z : H e r â t , Ş i r â z ( c a m is i ve güzel b a h ç e l e r i y l e m e ş h u r ) . Yezd, İ s f a h a n , K e ş a n . Kazvin. K u m ; H e m e d a n ; K i r m a n ş a h . . Ve I r a k ’ta, k a l a ­ bal ık B a s r a ve K ü fe ş e h ir l e r i. S e y y a h l a r b u ş e h i r l e r i n h e p s i n d e pırıl pırıl k u b b e l e r , k ı v ı l c ı m l a r s a ç a n m i n a r e ­ ler, k o le jl e r , k ü f ü p h a n l e r , .saraylar, b a h ç e l e r ve h a ­ m a m l a r g ör ü r d ü .. .. Vt n ih a y et B a ğ d a d î . . B u ğ d n d es ki b i r B a b i l o n v a ş e h r i d i r . 1848’de, Dicle n e h r i n d e , N e b a k a t n a z a r ’ın a d ı n ı ta ş ı y a n kirem itler b u l u n m u ş t u r . S a s â n i l e r z a m a n ı n d a gelişti. Ş e h i r d e çeşitli H ı r i s t i y a n kiliseleri ve N e s t u r i m anastırları vard ı, tk l im i r ıi n ı n ço k iyi o l m a s ı el-M ansur'un d ik­ k a t i n i ç ek ti . Belki de. isyan e t m e y e h a z ı r b i r h a l k tab a k a s ’m n k a y n a ş tı ğ ı, id a re si m ü ş k ü l B a s r a ve K ü f e ş e ­ h i r l e r i n d e n u z a k t a o l m a k istedi. A m a h e r şeyi n ü s t ü n ­ de, lıic .şüphesi/, h e m ü l k e n i n i ç l e r i n d e o l a n , h e m de, Dicle b âv es in d e o l s u n , b ü y ü k su k a n a l l a r ı y a r d ı m ı y l a o l s u n iki n e h i r k ıy ı s ı n d a k i b ü t ü n ş e h i r l e r ve n ih a y et B a s r a körf ezi \ e d o la yı s ıy la d ü n v a n m b ü t ü n liman lalarıyla ıc nıa sı bı ı 'ı ın an b u ş e h i r d e s t r a t e j i k b i r a v a n t a j g ö r d ü Böylece (762) d e h ü k ü m e t d a i r e l e r i n i K ıı f e’d e n B a ğ d a d ’u taşıdı. Ş e h r i iç içe üç s u r ve g en i ş b i r hcn. d e k l e kubat tı. B a ğ d a d a d ı n ı d a M e d i n e t ü ’s-Selâm ( S u lh Ş e h r i) o l a r a k d e ğ i ş t ir d i. Yiiz bin işçi k u l l a n a r a k , k e n ­ disi. e b e v e y n l e r i ve â m m e tesi sle ri için d ö r t yılda, ş a h a n e b i r inşaat y a p t ı r d ı . U l - M a n s u r 'u n ş e h r i d e n e n b u m u a z z a m in ş a a t ı n o r t a s ı n d a hal ifelik s a r a y ı viikse li yo ıd ıı . Halifelik s a r a \ ı yaldızlı ka p ı sı d o la yı s ıy la -Altın Kypt'> veya pırıl pırıl y a n a n k u b b e s i d o l a v ı s ı v h

«Yeşil Ku bbe» d i \ o a n ı l ı r d ı . Ş e h r i n s u r l a r ı n ı n d ı ş ı n d a vc Dicle n e h r i n i n b a t ı s a h i l i n d e a y r ı c a b ir d e yazlık s a r a y y a p t ı r d ı . H a r u n Re şid h a y a t ı n ı n b ü y ü k b i r k ı s m ı ­ nı b u s a r a y d a g e ç i r d i. Bu s a r a y ı n pencerelerinden, d ü n y a n ı n y a r ı s ı n ı t e m s il e d e n yüz g e m i n i n yüklerini boşalttığını g e r m e k m ü m k ü n d ü . E l - M an s u r . 76S y ı l ı n d a oğlu e l - M e h d î ’ye özel b i r ikam etgâh verebilm ek maksatlıyla nehrin doğu sahilin­ d e b i r s a r a y ve b i r c a m i y a p t ı r d ı . Bu y a p ı l a r ı n e t r a f ı n ­ d a R u s a f â m a h a l l e s f t e ş e k k ü l et ti. B u m a h a l l e ş e h r e iki k ö p r ü y l e ba ğl ıyd ı. H a r u n ’d a n s o n r a g el en h a l i f e l e ­ rin ç o ğ u b u m a h a l l e d e o t u r d u ğ u için, b u r a s ı , ze n g i n li k ve b ü y ü k l ü k b a k ı m ı n d a n M a n s u r ' u n ş e h r i n i geçti. H a ­ ru n'dan sonra Bağdad dem ek Rusafâ dem ekti. H ü k ü m d a r l ı k b i n a i a r ı D ic l e’n in iki y a n m a s ı r a l a ­ n ı y o r d u . G ü n e ş i ö n l e m e k için d a r a c ı k y a p ı l a n s o k a k l a r , s ı r a s ı r a d ü k k â n l a r ı n g ü r ü l t ü l e r i a r a s ı n d a v ar iı k lı va tandaşların ikam etgâhlarına kadar uzanıyordu. Her s a n a t e r b a b ı n ı n b i r s o k a ğ ı ya d a ç a r ş ı s ı v a r d ı : K o k u ­ c u l a r ip ç ile r, s a r r a f l a r , i p e k ç i l e r , k i t a p ç ı l a r vs.. Çarş ı pazarın dah a ötesin d e halkın ik a m et m ahalleleri yer a l ı y o r d u . Z e n g i n l e r i n k i h a r i ç , h e m e n h e m e n h e p s i, a n ­ cak bir ö m ü r bovu d ay an a cak çekikle k erpiçten yapıl­ mı şt ı. E l i m i / d e rıiilııs h a k k ı n d a k es in b i r bilgi b u l u n m u ­ yor. M u h t e m e l e n yedi y üz bini b u l u y o r d u . B a / ı l a n ise ş e h r i n n ü f u s u n u iki m i l y o n o l a r a k t a h m i n e d i y o r . H e r hâili k â r d a , X y ü z yı ld a, İ s t a n b u l ’d a n s o n r a d ü n y a n ı n en b ü y ü k ş eh r i B a ğ d a d ’dı. Ş e h i r d e çok k a l a b a l ı k b i r H ı r i s t i y a n m a h a l l e s i var dı. B u r a d a kilis ele r, m a n a s t ı r -

F : 6

lar ve okullardan başka Nesiurîler vc Ortodoks Hıristiyanlar için de ayr» kısımlar vardı. Harun, el-Mansur'un bir camisini yeniden inşa etti ve büyüttü; el-Mutedid de Harun’un bu camisini yeniden yaptı ve bü­ yüttü Şehirde ibadete açık yüzlerce cami vardı. Bağdad’ın içinde vc yakınlarında binlerce şâhâne ikametgâh, konaklar, villalar yapılmıştı. Bunların dış görünüşü sade olmakla beraber içleri büyük bir ihti­ şam içindeydi Eb'ü-1 fidâ’nın yazdığı şu akıl almaz satırlar bize Bağdad sarayının ihtişamı hakkında bir fikir vermektedir: «Bağdad hükümdarlık sarayının dö­ şemelerindeki halıların sayısı yirmi iki bindi. Duvar­ larında on iki bin beşyüz tanesi ipek olmak üzere otuz sekiz hin duvar halısı asılıydı.» Halife ve ailesinin, vezir ve hükümet adamlarının şehrin doğu kesimin­ deki ikâmetgâhları kilometrelerce karelik bir alanı kaplıyordu. Barmekî Cafer şehrin güneydoğusunda ihtişamı oJürr.iine sebep olan muhteşem bir ikametgâh yaptırarak bıı kesime doğru bir aristokrat göçüne yol açtı. Harun'un kıskançlığından kaçınarak burasını Memım’a sundu; Harun bunu oğlu adına kabul etti. Cafer de düşüşüne kadar Kasr-ı Caferi’de vaşamava tıevam etti. EI-Mansur vc Harun’un sarayları yıkılmaya baş­ layınca yerlerini yeni saraylar aldı. El-Mutedid dört yüz bin dinar (1.900.000 dolar) sarfıyla bir saray yapUfdi. 892'd-* yapılan bu sarayın büyüklüğünü ahırların­ da dokıız bin at, deve ve katır bulunduğunu söyleye­ rek anlatabiliriz. El Muktefî onun çok yakınına, 902'de Tâc Sarayı'nı inşa etti; bu sarayın bahçeleri yirmi ki­ lometrekareyi kaplıyordu. El-Muktedir, Ağaç Saravı'm

yaptırdı. Sarayın bu adla anılmasının sebebi bahçe­ sindeki golde altın vc gümüşten bir ağaç bulunmasıy- " dı. Ağacın gümüşten dal ve yapraklarında gümüş kuş­ lar tünemişti, bunların gagalarından mekanik sesler çıkıyordu Baveyhî hükümdarları, Muizziye sarayına on üç milyon dirhem harcayarak hepsini geride bıraktılar. El-Muktedir'in 917’de kabul ettiği Bizans elçileri hali­ fenin ve hükümet erkânının yirmi dört sarayı karşısın­ da hayretler içinde kaldılar. Bu saraylarda mermer sütunlarla meydana getirilen ravaklar; hemen hemen bütün döşemeyi ve duvarları kaplayan yer ve duvar halılarının sayısı, güzelliği ve boyu; üniformalı uşak­ lar; imparatorluk atlarının altın ve gümüş eğerleri, brokar eğer örtüleri; büyük parklarda gördükleri ehlî ve yabanî hayvanlar; halifenin Dicle nehrinde yüzen birer saraya benzeyen kayıkları gözleri kamaştırıyor­ du. Yüksek tabakaya mensup kimseler büyük bir lüks Ve ihtişam içinde yaşıyordu. Meydana giderek at yarış­ larını ve polo oyunlarını seyrediyor; karılarıyla birlikte en değerli kumaşlardan yapılma elbiseleri giyiniyor; saç ve sakallarına, elbiselerine kokular sürüyor; her tarafta yanan günnük ve amber kokularını teneffüs ediyor: başlarında, boyunlarında, bileklerinde ve ka­ dınlar ayrıca ayak bileklerinde süs eşyası taşıyordu. Bir şair, bir genç kız için şöyle diyordu: «Ayak bilek­ lerinin sesi, aklımı başımdan aldı.» Genellikle kadınlar, erkeklerin toplantılarına ka­ nlamıyordu. Şâirler, müzisyenler, sanatkârlar sık sık loplamr, kendi aralarında konuşurlardı. Külliirlii

k i m s e l e r şiir, ya d a K u r a n d i n l e r d i . Ba zı la r ı d a İlıvan-ı S a f â gibi k e n d i a r a l a r ı n d a b i r k u l ü p k u r m u ş t u . 790 yıl ın a d o ğ r u o n üv es i o l a n b i r k u l ü p t e n b a h s e d i l d i ğ i n e ş a h i t o l u y o r u z : B i r S ü n n î , b i r Şiî, b i r H a r i c i î . b i r şâ ir, b i r H ı r i s t i y a n , b i r Y a h u d i , b i r m e t e r y a l i s t , b i r M an ih eist, b i r Z o r o a s t r i e n ( Z e r d ü ş t ) ve h i r S a b e e n (Sâbiî). S öylendiğine göre b u n la rın toplantısı karşılıklı tole­ r a n s , m ü n a k a ş a l a r d a a n l a y ı ş ve iyi n iy e tl e t e m a y ü z e d i ­ y o r d u . Hiç ş ü p h e s i z İ s l â m â l e m i n i n ç o k s e ç k i n g ö r g ü k u r a l l a r ı v a r d ı . Ş a r k , n e z a k e t ve « ö r g ü d e G a r b ’ı g e ç ­ m i ş t i. B a ğ d a d ’m h a y a t ı n d a b i r b a ş k a a s a l e t d a h a v a r ­ dı: H e r i ü r l ü şi ir ve s a n a t o r a d a h i m a y e g ö r ü y o r , h e r ta ra f okullar, kolejlerle d o lu p taşıyordu. H a l k t a b a k a s ı n ı n ya ş ay ış ı h a k k ı n d a b i l d i k l e r i m i z a z d ı r . O n l a r ı n d a ç a l ı ş m a l a r ı ve h i z m e t l e r i y l e b u y ü k ­ se k yap ıy ı a y a k t a t u t m a k t a fa yd al ı o l d u k l a r ı ş ü p h e s i z ­ d i r . V ar lı k l ı k i m s e l e r , e d e b i y a t , s a n a t , ilim ve fe ls ef e ile u ğ r a ş ı r k e n , h a l k t a b a k a s ı ud ç a l ıp k e n d i ş a r k ı l a r ı ­ nı o k u y a n ş a r k ı c ı l a r ı d i n l i y o r d u . Z a m a n z a m a n g eç e n b i r d ü ğ ü n alayı, s o k a k l a r ı n g ü r ü l t ü s ü n ü u n u t t u r u y o r ­ d u . B a v ı a m l a î d a h a l k , b i r b i r i n i z i y a r e t e g id i y o r , b i r ­ b i r l e r i n e h e d i y e l e r a lı yo r ; z i y a f e t l e r ç e k i y o r l a r d ı . F a ­ k i r l e r bil e z a m a n z a m a n B a ğ d a d ' ı n b a k ı m ı için a l m a n v e r g i d e n h i s s e l e r i n e d ü ş e n i al ıyo r; h a l i f e n i n i h t i ş a m ı n ­ d a n , c a m i l e r i n a z a m e t i n d e n k e n d i s i n e p av ç ı k a r ı y o r ; b i r biiyük h u k û m e ! m e r k e z i n d e o t u r m a n ı n g u r u r u n u l a ş ı v o r d u . Hiç ş ü p h e s i z o n l a r da, g ö n ü l l e r i n c e b i r e r padişahtı

DOĞU İSLÂM’DA FİKİR VE SAN’AT 632 — 1058 I. İLİM Bazı y a n l ı ş i n a n ı ş l a r ı n a k s i n e M u h a m m e t ] i l m e b ü ­ y ü k ö n e m v e r i y o r ve e t r a i ı n d a k i l e r i ilim y a p m a y a t e ş ­ vik e d i y o r d u « Ö ğ r e n m e k için y u v a s ı n ı t e r k e d e n , Allah y o l u n d a y ü r ü y o r d e m e k t i r . . . Â li m in k a l e m i n i n m ü r e k k e b i , şe­ h i d i n k a n ı n d a n d a h a m u k a d d e s t i r . » A n ’a n e l e r b ö y le d er . H e r ne o ' ı ı r s a o l s u n , A r a p l a r ' ı n S u r i y e ’d e e s k i Yu nan kültürüyle teması o n la rd a şiddetli b ir ö ğ ren m e i h t i r a s ı u v u n d ı r d ı ve k ı s a z a m a n d a ilim a d a m l a r ı , İ s ­ lâm diiıısasında b ü y ü k itib a r kazandılar.. Ö ğ r e t i n ; , ço eı ık d a h a k o n u ş m a y ı ö ğ r e n i r ö ğ r e n m e z b a ş l ı y o r ve ilk o l a r a k : E ş h e d ü en lâ il ah e ill'Allah ve eş l ı c d ü e n n e M u h a t m n c d c n a b d ü h ü ve R a s û l ü h » sö zleri ö ğ r e t i l i y o r d u . Özel h o c a l a r ı o l a n bazı z e n g i n ç o c u k l a r ı h a r iç , alıı y a s ı n a «»elen b i i t ü n e r k e k ç o c u k l a r , k ö l e l e r ve bazı k ı z l a r b i r i l k o k u l a g i d e r l e r d i . B u o k u l l a r ge­ n el li k l e b i r c a m i d e , b a / a n d a a ç ı k h a v a d a , b i r ç e ş ı n e b a ş ı n d a o l u r d u . D e r s l e r va p a r a s ı z ya d a h e m e n h e r ­ k e s i n r a h a t ç a k a t ı l a b i l e c e ğ i k a d a r u c u z o l u r d u . Öğret-

menler, öğrenci başına, velilerden cüz'î bir haftalık alırdı. Kalan masraflar hayırseverler tarafından karşı­ lanırdı. Öğretim sade idi: Müslümana gerekli dualar ve K ur’ân’ı okumaya yetecek kadar kıraat; bunun dı­ şında ilahiyat, tarih, ahlâk ve hukuk olarak da doğru­ dan doğruya Kur’ân okunurdu. Yazma vc hesap daha ileri Öğrenim derecelerine bırakılırdı. Bunun sebebi, belki de vazının Doğu'da özel bir hazırlık safhasını ge­ rektiren bir sanat olmasıydı. Her gün K ur’ân'ın bir kısmı öğrenciye öğretiliyor ve ezberletiliyordu. Bu öğ­ retimin amacı, öğrenciye bütün Kur'ân’ı ezberletmek­ ti. Bunu başaranlara «hâftz» deniyor vc bu olay özel olarak kullanıyordu. Aynı zamanda yazı yazmayı, yay kullanmavı öğrenen ve ilmini daha ileri götürenlere «el-kâmiı» deniyordu. Sistem hâfıza, disiplin sopaydı. Normal ceza ayak tabanına bir palmiye sopasıyla vur­ maktan ibaretti. Harun, oğlu Emin'in özel hocasına şövle demişti: «Onun zihnî kabiliyetini boğacak kadar sert, tenbeltiğe alıştıracak vadar yumuşak olma.. Onu mümkün olduğu kadar iyilikle, tatlılıkla terbiye et; am a eğet bundan anlamazsa, o zaman şiddete başvur­ maktan da kaçınma.» ilk öğretim karakteri teşekkül ettirmeyi, ikinci öğretim bilgi vermeyi hedef tutuyordu, ilim adamları bir camide, bir sütunun veya bir duvarın dibine diz çöküp Kur'ân tefsiri yapar, hadis, ilahiyat ve hukuk dersleri verirdi. Bilinmeyen bir tarihte, ikinci derece­ deki bu okullar bir şekil ve nizama bağlandı, devletten vardım görmeye başladı ve bövlece medrese (vahut kolej) hâline geldiler, llâhiyat ilmine gramer, dil, ede­ biyat, mantık, matematik, astronomi ve güzel konuş­ ma sanatı (retorik) eklendi Arapça bütün dillerin cn

mükemmeli kabul edildiği ve iyi Arapça konuşanın da müstesna bir veri olduğu için gramere büyük önem veriliyordu. Bu kolejlerde öğrenim parasızdı; bazı du­ rumlarda da hükümet veya hayırseverler profesörlerin parasını verdikleri gibi öğrencilere de, maddî yardım­ da bulunuyorlardı. Kur’ân hariç, diğer ilimlerde kitap değil, öğretmenin söyledikleri esastı. Yani öğrencilcr, kitaptan değil, insandan öğreniyor; kitabı değil, insanı öğreniyordu. Meşhur bir hoca ile karşılaşıp ondan faydalanabilmek için bütün İslâm dünyasını dolaşan öğrenciler vardı. Kendisine önemli bir mevki sağlar mak isteyen bütün talebelerin Mekke, Şam, Bağdad ve Kahire’dekı büyük ilim adamlarını görmesi lâzımdı. Bunu kolaylaştıran tek âmil de, bütün tslâm dünyasın­ daki çeşitli halklar arasında ilim ve edebiyat dilinin Arapça olmasaydı. Latince de bundan daha geniş bir sa­ haya yayılmış değildir. O devirde, bir Müslüman şeh­ rine giren bir ziyaretçi, günün hangi saatinde olursa olsuıı, bir camiye gitti mi, orada bir ilim adamının kon­ feransım dinleyeceğinden emîndi. Gezici talebeler, çok defa medresede parasız öğrenim görmekle kalmazdı, İkamet ve yemek ihtiyaçları da bir süre için karşılanır­ dı. Herhangi bir derece verilmezdi; talebenin gayesi, bir hocadan tasvib sertifikası almaktan ibaretti, öğre­ nilecek önemli bir şeyde konuşma tarz ve usulleri (âdâb) idi ki, her centilmenin buna vâkıf olması lâ­ zımdı. Müslümanlar Semerkand’ı aldıkları zaman (712) Çinliler’den, keten ve başka bitkileri dövüp hamur yaptıktan sonra, bu hamuru ince yapraklar hâlinde ku­ rutmayı öğrendiler. Bu madde, henüz papirüsün unutıılmadığı bir çağda Orta Doeu'va girerek parşömenin

y e r i n i aldı. İ s l â m d ü n y a s ı n d a ilk k âğ ıt f a b r i k a s ı 794'tc ve zi r H a r u ' u n oğlu el-Fazl t a r a f ı n d a n B a ğ d a d ' d a k u r u l ­ du. Daha s o n ra M ü slü m a n la r kâğıt yapım ını Sic il ya ve Ispanya'ya g ö t ü r d ü l e r ; k â ğ ı t ç ı l ı k b u r a d a n İ t a l y a ve F r a n s a ’ya geçti. K â ğ ı d ı n Ç i n ’d e k u l l a n ı l m a y a b a ş l a m a ­ sı M i l â t ’t a n s o n r a 105 yı lı na r a s t l a r . M e k k e ' d e 797 yı­ lı nd a, M ı s ı r ’d a 800, I s p a n y a ' d a 950, İ s t a n b u l ’d a 1100, S i c i l y a d a 1102, İ t a l y a ’d a 1154, A l m a n y a ' d a 1228, İngil t e r e ' d e 1309 y ı l l a r ı n d a k u l l a n ı l d ı . B u y e n i icat s a y e ­ s i n d e k i t a p ç ı l ı k hızla gelişti. Y a k u b î , k e n d i z a m a n ı n d a (891) B a ğ d a d ' d a y ü z d e n fazla k i t a b e v i o l d u ğ u n u b il d i­ r iy o r. K i t a p ç ı d ü k k â n l a r ı , o d e v i r d e , ay nı z a m a n d a is l ı n s a h iş le r in in , h a t s a n a t ı n ı n ve e d e b î t o p l a n t ı l a r ı n d a m erkeziydi. Talebelerin çoğu hayatını k itap istinsah e d e r e k k a z a n ı r d ı . X. y ü z y ı l d a n i t i b a r e n el y a z m a l a r ı n a özel b i r d e ğ e r ve r il d iğ i n i ve k i t a p k o l e k s i y o n c u l a r ı n ı n n âd ir yazm alara büyük p a ra la r ödediğini görüyoruz. D iğ e r t a r a f t a n m u h a r r i r l e r k i t a p l a r ı n ı n s a t ı ş ı n d a n a s ­ la p a r a b e k l e m e z d i ; o n l a r ı n g e ç i m i n i h ü k ü m d a r l a r ve­ ya b ü y ü k z e n g i n l e r t e m i n e d i y o r d u . O d e v r i n Islâm d ü n y a s ı n d a e d e b i y a t ve s a n a t a s i l z a d e l e r i n veya b ü v ü k z e n g i n l e r i n zevkini t a t m i n e t m e k için b i r v a s ıt a y d ı C a m i l e r d e n ç o ğ u n u n k ü t ü p h a n e s i o l d u ğ u gibi, b a zı ş e h i r l e r d e u m u m î k ü t ü p h a n e l e r d e v a r d ı . 950 y ıl ın ­ da M usul'da hayırseverler tarafından k u ru lm u ş bir kü­ t ü p h a n e v a r d ı ki t a l e b e l e r b u r a d a n s a d e c e k i t a p değil, k â ğ ı t d a t e m i n e d e r d i . Rey ş e h r i n d e k i u m u m î k ü t ü p ­ h a n e d e k i k i t a p l a r ı n list es ini o n t a n e b ü y ü k k a t a l o g a n ­ cak alıyordu. B asra k ü tü p h a n esi, k ü tü p h a n e d e çalışan ilim a d a m l a r ı n a avlık v e r ir d i . CoĞrafvacı Y a k u t , hazır-

ladini c o ğ r a l v a l ü g a t i n e m a l z e m e t o p l a m a k ü z e r e M crv ve H a r z e m ' d e k i k ü t ü p h a n e l e r d e t a m ü ç yıl ç a l ı ş m ı ş t ı . M o ü o ll a r , B a ğ d a d ’ı y ı k t ı k l a r ı z a m a n ş e h i r d e o t u z altı u m u m i k ü t ü p h a n e v a r d ı . B i r h e k i m , k e n d i s i n i s a ­ rayında yaşam aya davet eden B u h ara h ü k ü m d a rın ın davetini reddetm işti. Ç ünkü sadece kütüphanesini n a k l e t m e k içiıı d ü r t y ü z d e v e y e iht iya cı v a r d ı . El-Vakidi, altı s ü z k i t a p s a n d ı ğ ı b ı r a k m ı ş t ı . B u s a n d ı k l a r d a n h e r b i r i n i iki kişi g ü ç l ü k l e y e r i n d e n k a l d ı r ı y o r d u . X. yü zy ıl da , S ^ h i b ibni A b b a s gibi h ü k ü m d a r l a r ı n k ü t ü p ­ h a n e s i n d e k i k i t a p l a r ı n sayısı, b ü t ü n A v r u p a k ü t ü p h a ­ n e l e r i n d e k i k i t a p s a y ı s ı n d a n d a h a ç o k t u . Ç i n ' d e k i M in e H ı ı a n c d e v r i n i s a y m a z s a k , V I I I . , IX., X. ve XI. a s ı r l a r d a d ü n y a n ı n hiç b i r y e r i n d e b ö vl e b i r k i t a p aşkı o l m a m ı ş ı i. M üslüm anlık artık k ü ltü r hayatının zirvesine ulaş­ m ı ş t ı. K u r f ı ı b a ’d a n , S e m e r k a n d ' a k a d a r u z a n a n b in c a ­ m i d e ç a l ı ş a n ilim a d a m l a r ı n ı n sayısı, c a m i l e r d e k i s ü ­ t u n l a r .ı ı s a y ı s ı n d a n d a h a la zl ay dı ; b e l â g a t l e k o n u ş m a k.rı d ü n y a y ı «i
View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF