March 17, 2018 | Author: furkanhancioglu | Category: N/A
EŞCİNSELLERİN KURTULUŞU aynı zamanda HETEROSEKSÜELLERİ DE ÖZGÜRLEŞTİRECEKTİR
EKİM 1996
YIL 3
SAYI 26
M E R H A B A !
E
T
K
i
N
L
i
K
KAOS GL İSTANBULLU OKURLARIYLA BULUŞUYOR!
Bu sayıyı satın aldığınız zaman belki de biz çoktan İstanbul’dan dönmüş olacağız. Geçen sayımızda da duyurduğumuz yandaki etkinlik haberimizde küçük bir değişiklik var farkettiyseniz. Toplantı saati 16.00’ya alındı. Hepinizi bekliyoruz.
26 EKİM 1996 CUMARTESİ GÜNÜ SAAT 16.00’DA İSTANBULLU OKURLARIMIZI VE EŞCİNSELLERİ
Zeki Müren öldü… Medya birbirine girdi, ne TOPLUMSAL ARAŞTIRMALAR VAKFI’NA SOHBET yapacağını şaşırdı. Bir kaç yazının dışında ETMEYE BEKLİYORUZ. hiçkimse Zeki Müren’i övmekten ve SÖYLEŞİMİZ KESİNLİKLE BASINA KAPALIDIR. eşcinselliğine dair ikiyüzlülükten geri kalmadı. Biz de KAOS GL Grubu olarak ADRES:TOPLUMSAL ARAŞTIRMALAR VAKFI hafta sonu toplantılarımızdan birini Zeki BAŞAĞA ÇEŞMESİ SOKAK NO: 17/6 Müren’le ilgili toplumsal ikiyüzlülüğü GALATASARAY - BEYOĞLU - İSTANBUL tartışmaya ayırdık. Bu tartışmayı derginin sayfalarında bulacaksınız. Konuşmalardaki kopukluk toplantımızı kaydetme tekniğimizden kaynaklanmaktadır. Orta sayfalarımızda size bir sürprizimiz var. Resimler, ARCIGAY-ARCILESBICA FLORENCE grubunun QUIR adlı dergisinin Şubat 94 sayısından. Sevindirici bir haber; ODTÜ’lü gay ve lezbiyenler her Perşembe, 17.30’da Mimarlık Kantini’nde toplanmaya başladılar. Tüm ODTÜ’lü okurlarımıza bu toplantıya gitmelerini öneriyoruz. KAOS GL LONDRA ADRESI: KAOS GL PO BOX 10116 LONDON SE22 8ZD ENGLAND
KAOS GL SATIŞ NOKTALARI: ANTALYA: Akdeniz Kitabevi BURSA: Can Kitabevi (Heykel) ADANA: Püren Kitabevi (Arı Sineması Sk.), Ada Kitabevi (SİEM Dersanesi Karşısı), Kardelen Kitabevi MERSİN: Dilan Kitabevi, İZMİR: Kabile Kitabevi (Konak), Ayrıntı Kitabevi (Alsancak), Ayrıntı Kitabevi (Karşıyaka) DENİZLİ: İleri Kitabevi, Kibele Kitabevi ESKİŞEHİR: Turkuaz Kitabevi İSTANBUL: Taksim Mefisto, Pandora Kitabevi, Zihni (Kadıköy), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı. Bu kitabevinde eski sayılarımızı da bulabilirsiniz) ANKARA: Dost, ABC, Bilim&Sanat, İlhan İlhan ve İmge Kitabevleri
KAOS GL AYLIK POLİTİK GAY VE LEZBİYEN DERGİSİ EKİM 1996
YIL 3
HER AYIN 20’SİNDE ÇIKAR. B u
d e r g i
K A O S
G r u b u
t a r a f ı n d a n
SAYI 26 YAZIŞMA ADRESİMİZ ¨ y a y ı n l a n m a k t a d ı r .
Yasemin Özalp Medyadan takip etmişsinizdir sanırım. Geçtiğimiz günlerde biri 15 diğeri 18 yaşında iki genç kız tabancayla intihar etmişler. Kızların cesetleri birlikte bulunmuş. Önce medyada cinayet mi intihar mı tartışmaları vardı. Her iki kız da başlarından, aynı silahtan çıkan birer kurşunla vurulmuştu. Daha sonra balistik raporları olayın intihar yönünü kuvvetlendirdi. Zaten genç kızlardan birine ait günlükte de intihar edeceklerine dair bir not vardı. Bu olay günlerdir medyayı meşgul etmekte. Bunun da çok önemli sebepleri var. Birincisi, günlükte yazılı bir takım notlar kızların arasında lezbiyen ilişki olma olasılığını çağrıştırıyor. İkincisi kızlardan birisi sevgisizlikten şikayet eden ve özellikle ailesine atfedilmiş notlar bırakmış. Bu kızın anne ve babası iki yıl önce ayrılmış. Yani sorunlu bir aileden gelmekte (!). Üçüncüsü ise ikisinin birlikte tabancayla intiharı trajik ve ilgi çekici bir olay; tabii ki medyaya göre. Her ne ise, geçtiğimiz günlerde patavatsızlığıyla meşhur bir haber programcısının gece yayınlanan haber hattına genç kızlardan birinin annesi canlı telefon bağlantısıyla konuk oldu. Kadına sorulan ilk sorulardan biri, kızının lezbiyen ilişkisi olup olmadığıydı. Kızın annesi tabii ki bunu reddetti. Hatta bu konuşmalar çok üstü kapalı yapıldı. Aslında temel sorun kızların lezbiyen olup olmaması değil ve fakat medyanın bunu işleyiş tarzı. Kızın annesiyle babasının ayrı oluşu, kızın sevgisizlikten şikayet etmesi gündemin baş konusu oldu. Ve olay dolayısıyla medya çürümüş psikiyatri kokan ve aile kurumunun sarsılmaması için çığırtkanlık yapan mesajlar verdi. Yani yine “sap ve saman” bir kez daha birbirine karıştırıldı. Defalarca KAOS GL’de aile ve evlilik kurumlarını sorgulayan ve reddettiğimiz noktaları açıklayan yazılar yazmaya çalıştık. Keza medya konusunda da öyle. Ama önüme böylesi somut ve çok yanlı bir örnek gelince, bir kez daha görünür olanı, yüzeyseli bir yana bırakarak ama görünür olanla da ilişkilendirerek somut olay ve gerisindeki kurumların işlevini gözden geçirelim istedim. Birincisi ortada suçlanan bir sürü insan var. Kızlardan birinin ailesi diğer kızı suçluyor. Patavatsız haber programcısı kızıyla yeteri kadar ilgilenmedi diye, suçlanan kızın annesini suçluyor. Suçlanan kızın annesi eski eşini suçluyor ve onun ilgisizliğinden yakınıyor. Ortada suçlu çok ama sorgulanan hiçbir şey yok. Herşeyden önce, eğer aralarında lezbiyen bir ilişki olmuşsa, bu iki kişinin karşılıklı isteğiyle olur ve biri diğerinden daha eşcinsel değildir. Bu duruma kimsenin müdahale etme hakkı yoktur, olmamalıdır. Ama her nedense eşcinsellik herkesin kendisinden uzak olan ve sebebi başkasında aranması gereken bir olgudur. “Ayartan” ve “ayartılan” vardır. Gerçi cinsel saplantılı toplum psikolojimizde kadın-erkek ilişkisi de aynı konumdadır ama bu başka bir yazının konusudur. Bireylerin doğal yollarla yaşadığı ve bu şekliyle onları rahatsız etmeyen cinsellik, araya üçüncü şahısların ve baskıcı kurumların
KAOS GL 26/3
girmesiyle bir anda kabus haline dönüşebilir. Sonra oturup insanların neden bu kadar mutsuz, şiddet ve nefret dolu, sorunlu olduklarını düşünürüz. İkincisi, eğer bu kızın annesi ve babası ayrılmamış olsaydı, bu kız birbirlerini sevmeyen, birbirlerine saygı duymayan insanların bulunduğu bir ortamda salt anne ve baba imgesi var olduğu için mutlu mu olacaktı? Kadıncağız televizyonda sanki özür diler veya arkasına sığınır gibi, eşinden için çalışmak zorunda ayrıldığı kaldığını, bu yüzden çocuklarıyla yeterince ilgilenemediğini söylüyor. Tabii ki çalışmak zorunda kalacaksın ve birşeyler hep eksik kalacak. Sanki içinde bulunduğumuz sistem başka türlüsüne elveriyor! Ayrıca, karı-koca ayrı yaşamayan ama her ikisi de çalışmak zorunda olan milyonlarca aile var. Bu içinde yaşadığımız ekonomik sistemin bir getirisi. Sanki çalışmayan anneler içinde yaşadıkları ekonomik-kültürelsosyo-psikolojik sorunlardan başlarını kaldırıp çocuklarıyla daha çok ilgilenebiliyorlar. Ayrıca çocuğun yaşadığı kişilik çatışmalarında aile önemli bir etken bile olsa, belirleyici tek etken değil. Şimdi biz aile kurumunun işlevini, ne üzerine temellendiğini bir yana bırakacağız; bireylerin yaşadığı toplumsal ve sosyo-psikolojik etkenleri görmezden geleceğiz, somut bir olayla karşılaştığımızda suçu birbirimizin üzerine atıp vicdanımızı rahatlatacağız. Bu tür sorunların bireylerin iyiniyetinden bağımsız olarak her ne şiddette olursa olsun her ailede yaşandığından söz etmeyeceğiz. Aile kurumuna ve onun asli olarak özel mülkiyet ve statükoyu korumak üzerine
temellendiğine hiç değinmeyeceğiz. “Aman, aile birliği yıkılmasın” diye medya çığırtkanlığı yapacağız. Aile kurumunu bireyselliğimizi reddetmek uğruna da olsa sonuna dek savunacağız. Ölene kadar dişimizi sıkacağız. Nasıl olsa herkes de en az bizim kadar mutsuz ve sorunlu. Neden biz uyumsuzluk çıkaralım? Görüldüğü üzere, yine aile kurumu, toplumsal yanlışlarımız hiç sorgulanmadı ve birileri uyumsuzluk çıkardığı için kurban seçildi. Zaten medya tekellerinin böyle bir sorgulamaya hiç niyetleri olmadığını, eğer kurumları sorgulamaları gerekirse önce kendilerinden başlamaları gerektiğini defalarca dile getirmiştik. Eğer kurumlar bir kere sorgulanmaya başlanırsa, sermaye bundan en büyük yarayı alır. Sermaye-medya ilişkisinin danışıklı döğüşü de yeni bir şey değil. Medya ısrarla bize görüneni vererek bizleri yanlış bilgilendirmeye ve zihnimizi köreltmeye devam ediyor Somut olayda medyanın homofobik yaklaşımlarını bir kez daha gözlemledik. Eşcinsellik ve sorunlu aile sendromu bir kez daha ispatlanmaya çalışıldı. Doğal olarak eşcinsel bireyler sorunlu ailelerden gelebilir. Çünkü günümüz toplumunda sorunlu olmayan aile kavramı ancak düşsel bir olgu olabilir. Eşcinsellerin sorunlu ailelerden geldiğini iddia edenlere bir tavsiyem var. Sorunlu ailelerden gelip heteroseksüel olan bireyler üzerinde bir araştırma yapsınlar. Belki bu konu daha ilginç olabilir (!) Sözün kısası, böylesi olaylarda medyanın farklı bir çizgi yakalamasını ben kendi adıma beklemiyorum. Çünkü yerleşik sistemden konumu gereği en rahatsız olmaması gereken kurumlardan biri de medya tekelleridir. ancak bizlere düşen bu medya kirliliğine aldırmadan, yanılsamaların gerisindeki gerçeği aramaktır. Yazıma bir şiirle son vermek istedim. Anlayana…
Yine de kızmıyorum sana, kızamıyorum Çirkin yaşamamak için Güzel ölmek istedin Anlıyorum Ümit Yaşar Oğuzcan
Dönme! Savaş Ay, Başımızı Döndürdü. 7 Ekim 1996 Pazartesi günü, saat 22:00 sularında ATV’nin iyi kalpli(!) sunucusu medyatör Savaş Ay yine büyük sözler söyleyerek programına (A Takımı) başladı. Programın reklamı öyle bir abartılmıştı ki Ankara dışından bir arkadaşım telefonla arayarak “Mutlaka bu akşamki programı izle” diye beni tenbih etti. Fazlaca ümitli olmadan akşam bakalım neler yumurtlayacaklar deyip televizyonun karşısına geçtim. Önce bilmem ne güzellik yarışmasının yarışmacılarıyla yapılan şaklanbanlıklar haber olarak sunuldu. Buna da “hep sizi üzecek, canınızı sıkacak değiliz ya, hoş bir haber yapalım sizleri eğlendirelim” diye bir kılıf uydurdular.Daha sonra esas haber “araştırmacı (!) (her ne demekse) gazeteciliğin bir örneği olarak sayın (ama gerçekten sayın, 1,2,3) Savaş Ay travesti kılığına girer. Travestilerin yaşantılarını birebir yaşayarak anlamakanlatmak amacıyla hareket eden gazetecimiz İstanbul sokaklarında dolaşır pazarlık eder, falan filan. Oysa ki bu haber birkaç yıl önce falanca (aktüelmagazin) derginin flaş haberi olarak yayınlanmış her eşcinsel-travesti haberi gibi insanlara yaa! dedirtmişti. Allahtan bunu kısaca belirttiler. Onlara sorarsanız dürüst gazetecilik anlayışları, bana göreyse foyaları çıkarsa ayıp olur korkusu. (Ayrıca, “üçyüzbin liraya anlaşan fahişe travesti nerede?” diye ATV’nin telefonları kilitlenirdi, alimallah) İnsancıl gazetecimiz (!) öyle bir programla habere giriyor ki sanki KAOS metin hazırlayıp göndermiş. Toplumsal ikiyüzlülük, ahlakçılık adına yapılan ahlaksızlıklardan dem vuruyor. Bunları duymak beni şaşırtıyor, kendime kızıyorum kötü niyetli düşündüm diye. Fakat laf olsun reyting dolsun hesabı dakikalarca reklamdan sonra kuşa çevrildiği belli olan bir haberle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Hemen Ülker sokak sakinleriyle (travestiler ve aileleri temsilen kafatası avcıları) söyleşiye giriliyor. Güngör Hanım, yanında garnitür olarak faşizan tiplemeyle örtüşen bir gardaşımız ve diğerleri. Ringin (ring diyorum, S. Ay insanların dertlerini anlatmalarından çok, kısa süre içinde alevlendirerek birbirlerine kırıcı davranmalarını sağladı, o hızla devam etse eminim birbirlerine girerlerdi, inanın) diğer ucunda yer alan travestilerden biri oldukça tanıdık bir sima, Demet. Demet’i daha önce yapılan baskılara karşı direnen, basına demeçler veren, kısacası haklarını savunan kimliği ile diğer travestileri de bu anlamda bilinçlendiren yürekli bir kadın olarak tanıyoruz. Her iki taraf da sakin olmaya çalışıyor. Özellikle Güngör hanım bildik ana imajını öne çıkararak “Onlar da bizim kızlarımız, fakat bu kızların suçu yok, ben bunları tanır severim” diyerek orada olmayan diğer travestileri zan altında bırakıyor. Bundan birkaç dakika sonra (Demet’in yapılan baskıları, tehditleri, işkenceleri anlatmasından sonra) sevgili anamız (!) Güngör hanım, bu Ramazan … tanırım, diyerek gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Amaç küçük düşürmek, amaç yaralamak, amaç ismini vererek ailesine ve topluma hedef göstermek, amaç kan görmek. Düşmanlar yok edilmeli. Bir başka kafatası avcısı orada lokanta işleten, önceleri travestilerle içiçe olan 50’li yaşlarda bir adam. O da “asıl tehlike, travestilerin orta okul çağlarındaki çocukları ayartıp yatıyor olmalarıdır” diyor. “Düşünün bir kere böyle devam ederse ne olur. Çocuklarımız tehlikede” falan filan. Başka bir köşeye sıkıştırma yöntemi “sizin anneniz, babanız, ailenizin oturduğu yerde bunlar yapılsa ne yaparsınız” söylemi. Neyse, neyse. Program bitmek üzere ve son söz hakkı olarak her iki tarafa birer dakika süre veriliyor. Tabii ki önce aileler tarafına, onlar diyeceklerini diyor, sıra travestilere geliyor, her nedense (!) program bitiyor. Program biterken de “Kısır döngüsüz ve dönmesiz günler” diliyor sevgili S. Ay. Şimdi Ahmet Vardar gibi bir söylemle “Bak sevgili kardeşim Savaş Ay, iyi niyetli görünmekle iyi niyetli olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Ya hiç böyle bir işe girişmeyecektin. Madem ki giriştin devirdiğin çamlara dikkat et birisinin altında kalabilirsin” demek gerekiyor. Artık programı izlemeyen-izleyemeyenlerin de bir fikri olmuştur. Bunca fütursuzluğun üstüne de ne söylesem boş gibi geliyor. Programın ne için
KAOS GL 26/4
yapıldığı gün gibi ortada. İyi niyetli olduğunu söyleyen bir programcı zaten yeterince düşündürücü. Bırak da iyi niyetli olup olmadığına izleyiciler karar versin. Laf çok icraat yok. Kimsenin eşcinsellik, travestilik, transeksüellik nedir anlamaya anlatmaya niyeti yok. Bizler kendimizi tanımlayamadıkça, ortaya çıkıp bizim üzerinizde oynadığınız oyunlar yetti demedikçe S. Ay’lar prim yapmaya devam edecek galiba.
Dikkat Fato Geliyor, Sığınaklara Saklanın! Tarih 8.10.1996, Kanal D, Söz Fato’da. İşte bir başka medyatör, sevgili Tükürükçü bacımız Fato, nam-ı diğer Fatma Girik olası saldırgan programlarından birisini yapıyor. Daha önce yayınlanacağı duyurulan fakat mahkeme kararı nedeniyle yayımı ertelenen Gebze Uhud Kuran Kursu’nda yaşanan sapıklıklar, tecavüz, vb. gözler önüne seriliyor. Haber reklamından olayın birçok yönden incelenip kanıtlandığını falan sanıyorsunuz. Oysa topu topu bir öğrencinin beyanları tozu dumana katmaya yetiyor. Çok sinirlendiğim için adı geçen kursta kaç öğrenci kaldığını hatırlamıyorum fakat tahminen 200-300
(çünkü gösterilen bina 6-8 kat arası idi) öğrenci var ve bunlardan sadece birisi çıkıp birşeyler söylüyor diye ortalık birbirine giriyor. Neden? Neden olacak canım, çünkü 18 yaşından küçük insanların cinselliği söz konusu, hayır neden Kuran Kursu’nda yaşanıyor oluşu, hayır hayır eşcinsel ilişki yaşanıyor oluşu. Neden haber yapıldığı, amaç-sonuç gümbürtüye gidiyor. Demokrat kimliğiyle Kuran Kursu oluşunu vurguluyor bacımız, bir ana-bacı kimliğiyle küçük yaşta oluşları ilgilendiriyor onu, son ve en önemli yanı ilişkinin türü, eşcinsellik, hepsinden önemlisi bu. Yoksa Sarah-Musa’yı aylarca gündemde tutan ve Musa’yı destekleyen Sarah’yı gelin yapan da aynı medya. Haberden anladığımız göre (tüm söylenenlerin doğruluğunu kabul ederek) Kurs’ta 50-60 kadar öğrenci eşcinsel ilişkide bulunuyor, fakat önemli olan bunları kurstaki belletmenler ve öğretmenlerin alıştırdığı. Bir bok bilmedikleri her yerden anlaşılıyor. Madem ki alıştırma, dahası tecavüz söz konusu neden buna maruz kalanlar çıkıp konuşmuyor. Tamam onların konuşmamalarını da kabul ediyoruz fakat neden buna bütün kurs iştirak etmiyor? Alıştırmak ne komik, ne ayakları havada bir tanımlama. Sonra bacımız (!) bozacı-şıracı hesabı konuyla ilgili birkaç gazeteci, bilimadamı görüşü alarak olayın vehametini belirliştiriyor. Y. Nuri Öztürk (İ. Ü. İlahiyat Fakültesi Dekanı) “Böyle şeyler dini kirletiyor, hatta pisletiyor” diyor. Kuran Kursları’nın denetlenmesi, denetimin yoğun-sık yapılması derken eşcinsel ilişkinin sapıklık, tecavüzlük, iğrençlik olduğunu defalarca vurgulanıyor. Zaten tanımlama sapıklık, “eşcinsellik” tanımlaması bile yok! Sonuç: Ağız dolusu sövüp saysam rahatlatır mı beni ya da onlardan aşağı kalır bir yanım olur mu? Birisi iyi niyetli (!) diğeri gerçekleri göstererek (!) örnek (!) teşkil etmesi için çalışan gazeteciler. Kafalar aynı, yöntem aynı, aşağılamak, göz korkutmak, hırpalamak. Toplumsal yarardan hak getire. Sanırım “zihniyetler” değişmeden “niyetler” bok atmaktan başkaca bir şeye yaramayacak bu ülkede. Hoşkalın! Medyatörsüz kalın!
Atilla A.
Dizgicinin NOTU: Bu yazıyı dizen kişi olarak, arka planda kalmak istemememi hem Atilla’nın, hem de okurların anlayışla karşılayacağını ümit ediyorum. Yazının Fato ile ilgili bölümünde, bazı mantık hataları bulunduğunu düşünüyorum. Fato’nun yaptığı eleştirilmeye çalışılırken, neredeyse islamcı bir dergide yayınlanacak bir yazı ortaya çıkmış. “Bir öğrencinin beyanları” her şeyi ortaya koyabilir, sorunun bu olmadığını düşünüyorum. Tecavüze uğrayan kadınların kaçta kaçı yaşadıklarını başkalarına anlatabiliyorlar ki, korkunç baskıcı ve boğucu bir ortamda yaşayan çocuklardan böyle birşey bekleyelim. Tamam susuyorum. Sanırım bir dizgicinin sınırlarını epey aştım.
Ç
A
Ğ
R
I
Biz eşcinsellerin maruz kaldığı ayrımcılık, taciz ve tecavüzler dergimizde, TANIKLIK bölümünde birebir yaşayan insanlar tarafından kaleme alınıyor, biliyorsunuz. Bu bölüme daha fazla işlerlik kazandırmak amacıyla, arkadaşlarımıza, yaşadıklarını yazarak bize yollamalarını ve bu konuda tembellik etmemelerini öneriyoruz. Yurttan, işten, vs. atılma, dayak, adli ayrımcılık, tecavüz vb. zulümleri tarih ve şehir ismi belirterek-kişi ismi saklı kalmak koşuluyla gönderirseniz, birbirimizin sessizliğine ses oluruz. Adresimiz ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA
KAOS GL 26/5
HEAVENLY CREATURES YÖNETMEN :Peter JACKSON OYUNCULAR :Melanie LYNSKEY, Kate WINSLET, Sarah PEIRSE, Diana KENT 1994 Yeni Zelanda Yeni Zelanda… 1950’lerin ortaları. Bir kız okulu. Tüm okul, büyükçe bir salonda toplanmış, ilahi ya da benzeri bir şarkı söylüyorlar. Başlarında, kızlar korosunu yöneten, yaptığı işe inançlı bir öğretmen. Siyah, dalgalı, uzun saçlı bir kız yüzünde sır vermeyen bir ifade, koroya katılmıyor. Kameranın onu seçmesi, eğitilmekten nefret eden bir çocuğun öyküsünü izleyeceğimizi haber veriyor. Kızlar gönüllü kölelikleriyle şarkıyı söylerken, kameranın arasıra gözattığı yönetici öğretmen, şarkıyı söylemeyen kızı farkediyor: yüz ifadesi değişiyor. Uzun saçlı kız, hepimiz gibi, annenin bakışının, öğretmenin bakışının, bakışların ne anlama geldiğini iyi biliyor, kafasını önüne eğiyor, şarkı söyler gibi yapıyor. Baş kaldırıyor, ama cesareti yok. Baş kaldırdığı farkedildiği an vazgeçiyor, çünkü korkuyor. Ve biliyoruz ki, korkutulduğunu biliyor. Sınıftayız… Okula yeni bir öğrenci gelmiş. Sarışın. Sınıfta konuşmaktan çekinmiyor. Öğretmenin tahtada yaptığı bir yanlışı söylüyor. Hani hepimiz yapmışızdır böyle şeyler. Hatayı farkettiğimiz an, önce kendimizde ararız yanlışı, hayır, yanılıyoruzdur, öğretmen bu, herşeyi bilir. Zaten anne ve baba da herşeyi bilir. Biz ancak onlardan öğrenebiliriz. Onlar mükemmel insanlardır. O nedenle bir süre kıvranırız, söylenenleri göremez, duyamaz oluruz. Sonra etrafa bakınırız, acaba başkaları da farketti mi. farkedenler arasından en cesuru, aniden söyleyiverir, öğretmen düzeltir, biz rahatlarız. Sarışın kız, belki de bugüne kadar gördüğüm en cesur öğrenci. Hani şu Amerikan filmlerinde olur ya, küçükken gıptayla seyrettiğimiz. Duraksamaksızın söylüyor yanlışı. Öğretmen, duraksıyor. Sarışın kız, “Olsun, diyor, alışırsınız. Ben de zorlanıyorum bazı dersleri öğrenirken.” Kamera bir kızgın öğretmeni, bir güleç sarışını, bir de esmeri gösteriyor. Resim dersi… Görece şirin bir öğretmen. “Kızlar, ikili gruplar oluşturuyorsunuz, biriniz model oluyor, diğeri resim çiziyor.” Ah, okullarda kurmak zorunda olduğumuz gruplar. Önce midenize bir ağırlık çöker, kime soracağım, yoksa yine mi yalnız kalacağım. Midedeki ağırlık sınmaya başlar, genleşir, yavaş yavaş tüm bedenimize yayılır. Kulaklarımıza ulaştığında ısı, artık yapacak bir şey yoktur. Mahcubiyet, korku. Bunu bilen kamera, hemen esmer kızı gösterir. Ardından halinden memnun sarışına ve öğretmene döner. “Juilette! Sana da bir eş bulmalıyız!” Zaman atlar. Kızlar resimlerine başlamıştır. Kamera komik şekillere girmiş kızların üzerinden şöyle bir döner, kollarını göğüsünde kavuşturmuş, asık suratıyla kendini resmeden sarışına bakan, esmer Pauline’yi yalar ve yaptığı resimden haz aldığı her halinden belli Juilette’de durur. Öğretmen Juilette’nin resmine bakar. “Juilette, bu da ne!” Juilette, ballandıra ballandıra çizmiş olduğu ejderhayı ve diğer şeyleri anlatır. “Ama Juilette, Pauline bu resimde nerde!” “Ah! Haklısınız ama daha sıra ona gelmedi.” Bu konuşmayı merakla dinleyen Pauline, resme eğilir, gözleri parlar. “Ne güzel çizmişsin!” İki isyankar ruh… Biri sadece somurtarak, hoşnutsuzluğunu somurtkanlıkla ifade ederek yaşıyor. Diğeri ise, şirinliği ve sempatikliği ile isyankarlığını perdeliyor ve diyoruz ki işte olağan bir film başlangıcı, bu iki yalnız kız arkadaş olacaklar, film boyunca bir takım sıkıntıların üstesinden gelecekler. Benzeri, kimbilir, kaç film izlemiş olmanın getirdiği cansıkıntısıyla, acaba vaktimi harcamasam mı, diye içinden geçiriyor insan. Işte başladılar bile. Ağaçların altında, sağları solları kitap dolu. Gülüşüyorlar, birbirlerine kurgu öyküler anlatıyorlar, ağaçların arasında koşuşuyorlar. Kahkahayla… Yalnızlıkları ve isyanları birleşiyor. Birbirlerini anlıyorlar. Birbirlerine bakışlarından anlıyoruz bunu. Küçük heykeller yapıyorlar. Bir kraliyet sarayının avlusunda, bir kraliyet ailesinde olabilecek herkesi toprakla şekillendiriyorlar. Onların öyküsünü yazıyorlar. Kendi sevgilerini de yerleştiriyorlar bu öyküye. Onların sevgilerini kutsayan bir iyilik melekleri var, bu heykelciklerin arasında.
KAOS GL 26/6
Juilette’nin babası akademisyen. Aile içi yaşantıları sıkıcı görgülerle belirleniyor. Pauline’in ailesi ise orta sınıftan. Bol bol, mutfakta önlüğüyle, gevezelik eden annesini izliyoruz. Yemek masalarında sohbetler daha sıcak, az mesafeli. Yanlarından pansiyoner olarak kalan bir üniversite öğrencisi var. Pauline ve Juilette, ortak kurgularla, ortak sevinçlerle yaşıyorlar. Ağaçların arasında koşuşturup, birbirlerine öyküler anlatıyorlar, birbirlerine sarılıyorlar. Sürekli elele dolaşıyorlar. Bu birliktelik, ruhlarını öyle bir araya getiriyor ki, aynı hayalleri görüyorlar. Kahkahalarla, çığlıklarla dolaştıkları orman bir saray bahçesine dönüşüyor. Koskocaman bir kelebeğin peşisıra koştuklarında sadece ikisi görüyor o kelebeği. Aynı hayallere aynı şekilde hayranlık duyuyorlar. Çimenlerin üzerinde yuvarlanıyorlar. Birbirlerine sımsıkı sarılıp yorgunluklarını giderdiklerinde anlıyorsunuz aşık olduklarını, aynı aşkla, aynı hayalle büyülendiklerini. Aileler kuşkulanmıyor bu dostluktan. Öyle ya, çok iyi iki arkadaş. Zaten herkesin bu yaşlarda kendi cinsinden çok iyi bir arkadaşı olmuştur (ah! gençlik yıllarım! kavuşamadığım, doyamadığım sevdalar!) yarı kıskançlık, yarı sevinçle karşılıyorum filmi. Ekranın karşısında otururken vakit kaybetmediğimde karar kılıyor, uyumakta olan arkadaşlarımı rahatsız etmemeye çalışarak izlemeye devam ediyorum filmi. Yalnız, büyülü görüntüler akarken ekrandan, Pauline ve Juilette’in sevinç çığlıkları da hiç eksik olmuyor. Elimde kumanda, parmağım alıcının ses ayarı üzerinde. Alıcının ses ayarıyla oynuyorum sık sık, aşk çığlıkları sığmıyor geceye. Yine sınıftayız… Artık Juilette ve Pauline aynı sırada oturuyorlar. Öğretmenler de kuşkulanmıyor bu dostluktan. Juilette, tahtada kraliyet ailesi hakkında yazdığı bir öyküyü okuyor, yine sevecen gülüşü yuzünün orta yerinde. Öğretmen dayanamıyor Juilette’nin öyküsüne. Öykü kraliyet ailesine hiç yakışmıyor. Öğretmen, kibar Juilette’e, kibarca “teşekkürler!” diyor, diyorki, kessin bu safsatayı, yerine otursun. Muzip Juilette, öyküye devam ediyor. Öğretmen hiddetleniyor, “yeter artık!” Kamera Pauline’yi gösteriyor. Pauline’de hiddetli, en az şarkılarına katılmadığı koroda, etrafında kızgın bakışlar fırlattığı zamanki kadar. Ayağa kalkıyor, bir şeyler söylüyor. “Yerine otur, Pauline!” Oturuyor… Yine kalkıyor, konuşmaya devam ediyor. “Pauline, sana yerine otur dedim!” Pauline yenik, oturuyor. Cesaretsiz başkaldırıcı, Juilette sayesinde cesaret kazanmış. Seviniyoruz. Juilette’de yerine oturuyor. Bugünlük bu kadar yeter. Öksürmeye başlıyor Juilette, boğulurcasına. Isyanın bitmediğinden emin öğretmen bağırışlarını kesmiyor. Ama Juilette, kan öksürüyor. Ayrılıklar başlıyor… Juilette, hava değişikliği alması, sağlığına kavuşması için başka ülkelere gönderiliyor. Pauline’den bu uzun ve uzak ayrılık, Juilette’in “ama yavrum, sağlığın” şiarlarından nefret etmesine neden oluyor. Sayfalarca aşk mektupları, hayal dünyası yaşamlarını süslüyor her ikisinin. Pauline’in “Geçen gün çok yoruldum. Tam 12 kişiyi giyotine göndermek zorunda kaldım… Seni özlüyorum, nerdesin” satırları, Juilette tarafından da defalarca tekrarlanıyor.
Doktor kekeliyor… ve nihayet…
Din ile pek ilgilenmeyen Juilette’e yumuşak yüzlü bir rahip senatoryumun dinlenme salonunda vaaz vermeye başlıyor. Kameranın ürkütücü bir açıyla izlediği yumuşak yüzün sesi duyulmaz oluyor. Arkadan kızların heykellerinden biri aşklarının koruyucusu geliyor, rahibi idama götürüyor. Kızlar, ancak hayalleriyle karşı koyabiliyorlar düşmana, ancak böyle ayakta duruyorlar.
HOMOSEKSÜEL!
Mektuplarla kısaltmaya uğraştıkları bu uzun ayrılığın ara duraklarında buluşabiliyorlar bazen. O sıralar elim kumandaya gidiyor, acıyla sevinç çığlıklarını boğuyorum geceye. Zaten hiçbir nefeslenişleri yetmiyor onlara, ayrılık bölündüğü yerden devam ediyor.
Seans bitti, tanı kondu.
Yanlarında kalan pansiyoner öğrenci Pauline’e aşık oluyor. Bir ziyareti sırasında, Pauline bunu Juilette’e söylediğinde, kırgın Juilette ağlıyor. Bir oyunmuş gibi birliktelikleri devam ediyor Pauline’le pansiyoner çocuğun. Bir gece Pauline bekaretinden kurtulurken, hayalinde, sarayın avlusunda Juilette’i arıyor. Tam ona kavuştuğunda, çocuk onu sarsıyor, “Pauline, iyi misin, canın acımadı ya!” Gözü yaşlı Pauline, bir daha çocukla görüşmüyor.
Nihayet kavuşuyorlar. Juilette’in babası, Pauline ile birlikte onu karşılamaya gara gidiyor. Arabayla eve dönerlerken, dikiz aynasından kızların kenetlenen ellerini dehşetle izliyor. Gece, birbirlerine sarılmış uyurlarken aynı bakışlarla kirleniyor kızların yüzleri. Artık kuşku başlıyor. Bu dehşet, Juilette’nin babasının ayaklarını Pauline’lerin evine sürüklüyor. “Siz de sezmediniz mi, yani arkadaşlıkları biraz garip…” çekincelerle dolu, nokta nokta bir sürü cümle. “Doktor bir arkadaşım var, çocuk psikolojisinden anlar. Kızınızı ona götürseniz.”
KAOS GL 26/7
Pauline ve annesi, doktorun karşısında oturuyorlar. “Pauline! Anneni seviyor musun?” Yanıt yok. Daha pek çok yanıtsız kalan soru. “Madam! Lütfen siz dışarıda bekleyin!” Soruşturma devam ediyor. “Kızları seviyor musun Pauline?”, falan, ve falan, ve yine falan… Doktorun sesi duyulmaz oluyor, iyilik meleği arkadan yanaşıp doktoru öldürüyor.
. . . HÜLYA ÖZDEN FATMA AYSAN ÇİĞDEM BEKARLI ÜMİT ŞİMŞEK HİKMET YILMAZ
. . . heteroseksist toplum kana doymuyor!
Pauline’nin seansı bitti… Anne içeri çağrılıyor. Kamera doktorun yuvarlakmış dudaklarından bir yere ayrılmıyor. Doktor kekeliyor… ve nihayet… HOMOSEKSÜEL! Seans bitti, tanı kondu. Ama endişelenmenize gerek yok, bu yaşlardaki çocuklarda görülür böyle vakalar, daha fazla ilgi, şefkat… Arkadaşlıkları kısıtlanıyor. Onlara daha fazla ilgi ve şefkat göstermeye çalışan aileler kızların yaşamlarını cehenneme çeviriyorlar. Acı çeken kızlar, telefonlarda ağlıyorlar. Televizyonun sesini kısıyorum. Acı duyuyorum, böyle yapmak zorunda olduğum için, inanın sizden kaçmıyorum, acınızı yüreğimde hissediyorum. Hayalleri, mutsuzlukları, kavuşma sevinçleri akarcasına geçiyor ekrandan. Juilette’in, kızların dostluklarından dolayı dehşete kapılan babası başarılı bir akademisyen. Üniversitede ödüller kazanıyor. Juilette’in annesi ve babası boşanıyorlar. Juilette, ülke değiştirmek zorunda. Pauline de gitmek istiyor, ama pasaportu yok, yaşı 15, ailesinin izni gerekiyor. Pauline ve annesinin kavgaları… İyilik meleği yetişiyor. Ama gerçek değişmiyor. Aşıklar ayrılmak zorunda. Juilette ve Pauline bir plan yapıyorlar: Pauline’in annesini öldürecekler ve önlerinde hiçbir engel kalmayacak. Ve yapıyorlar. Birlikte anneyi öldürüyorlar. Sonra… Sonrası, eğer filmi soruyorsanız, öykü gerçek yaşamdan alındığı için, ekranda Juilette ve Pauline’in yaşamlarının geriye kalanlarını anlatan kısa yazılar; eğer yaşamlarını soruyorsanız, o ne buraya sığar, ne de beyaz perdeye. Ben iyisi mi, size ekrandaki kısa yazıları özetleyeyim. Yaşları küçük olduğu için hapse atılmıyorlar, fakat farklı yerlerde gözlem altına (!) alınıyorlar. Bir kaç yıl geçiyor, birbirlerini görmemeleri şartıyla tahliye ediliyorlar. Başka ülkelerde kavuşamadan ölüyorlar. Yalnızca acıklı bir öykü, öyle mi? Siz roman okurken, ekranda öyküler seyrederken, başka insanların hayatları hakkında öyle mi düşünürsünüz? Juilette ve Pauline’nin karşılarındaki engellere dair kendi yaşamlarınızı gözden geçirsenize: Okul, aile, din, psikiyatri, devlet, hapishane… Birden iş ciddiye bindi, öyle değil mi? Pauline ve Juilette 14 ve 15 yaşlarında, bu kurumların dondurucu gerçekliğiyle karşılaştılar. Hala görmezden mi geleceğiz? Bu iki yaşam, sadece acıklı birer öykü değil, bunlar herkesin yaşantısındaki cendereler. Onlar önce hayallere sarıldılar, birlikte hayal kurmak güzeldi. Ama yetmedi. Yaşam değişmedi. Onlar da bir kumar oynadılar, anne’yi öldürdüler. Bu da yetmedi. Yaşam yine değişmedi. ********** Bu film, 03.10.1996 gecesi gösterildi, atv’de. Yeni Yüzyıl’ın televizyon sayfasındaki konusuna bir göz attığımızda, yalan söylemeden bilgi nasıl verilmez, yeniden görüyoruz. “Yeni Zelanda’da iki genç sevgili…”, kızlar, filmin konusunda sevgili diye geçiyorlar. “…genç kızımız…”, haydi heteroseksizm iş başına, sevgililerden biri genç kızımız, diğeri de genç delikanlımız o zaman, öyle ya. “… çok iyi irdelenmiş iki genç insan kişiliği…”, bu cümle beni iyice çileden çıkarttı. Filmden bahsediliyor, ama aşıkların iki kız, iki lezbiyen olduğu gözardı ediliyor. Ve bu kocaman filmin, iki genç insan kişiliğini çok iyi irdelediği söyleniyor. Yanlış! Bu iki genç insan, yaşamlarıyla hayatın pisliklerini ortaya koyuyorlar. Aman canım, gençlik yıllarında isyankar olur insan! Boş verin, takmayın, bu yaşlardaki çocuklarda görülür böyle vakalar, daha fazla ilgi, şefkat… Aynı günkü Yeni Yüzyıl… “İki Gençkızın Sır Dolu Ölümü” Söylenecek bir söz var mı, Pauline ve Juilette anne’yi öldürdüler, Fatma ve Çiğdem kendilerini.
YEŞİM T. BAŞARAN
KAOS GL 26/8
TEK BAŞINA BİR ADAM “Ve ben sana bunu anlatamam. Kendin bulup çıkarmalısın. Ben okuman gereken bir kitap gibiyim. Kitap sana kendi kendisini okuyamaz ki. Kitap içinde ne yazılı olduğunu bile bilmez. Ben de bilmiyorum.” (Tek Başına Bir Adam, Christopher Isherwood, sayfa 152) Ben de bilmiyorum. Nasıl anlatılabilir bir kitap? Olay örgüsünü dökmek, yazarın yaşamından bir kaç kesit vermek, kimi yüzeysel analizlere girmek yeterli midir? Yetse bile sıkıcı olmaz mı? Okuyucuyu sıkmadan sözü edilen kitabın bir şekilde yolunu açmak, başka kentlerin bambaşka sokaklarında yaşayan insanların koltuklarına, yataklarına, sandalyelerine ya da masalarına gömülüp bu kitaba zaman ayrılmasının yerinde olabileceği düşüncesi tohumlarını ekmek, bir yazıyla mümkün müdür ve ben bunu yapabilir miyim? Yardıma ihtiyacım vardı. Atilla A.’yı eve çağırdım. O da okumuştu Isherwood’un Tek Başına Bir Adam kitabını. Tekrar gözden geçirip, notlar alıp gelecekti. Belki de gelmiştir. Tüm yoksunluklara rağmen şirin, rahat olması için uğraştığım odamda oturuyor olabilir şimdi. Bekletmemeliyim, daha hızlı yürümeliyim, işte geçen saatlerin ağırlığı ayaklarımda çözülmeli, eve çabuk varmalıyım. Lambalarının olmadığı, karanlığın içinden neyin çıkacağının bilinmediği sokakları geçerken, kentin içinde olabildiğince köy olarak kalmayı başarmış yerleşim yerlerinin sırrını düşünürken, Isherwood da bir soru olarak duruyor gövdemin bir yerinde… 1904’te İngiltere’de doğduğunu, 1939’da Amerika’ya yerleşip, 1946’da da Amerika vatandaşı olduğunu biliyorum. Avrupanın çeşitli ülkelrinde İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra, dünyanın bir çok ülkesine gidiyor. Çin’e de W.H. Auden’le… Auden’le dostlukları önemli. Sanırım Kitaplık Dergisindeydi, ikisinin ftoğrafını ilk orda görmüştüm. Isherwood film endüstrisinde çalışmaya İngiltere’de başlıyor. Amerika’ya yerleştikten sonra da Hollywood’da M.G.M., Warner Brother’s, Twentieth-Century Fox şirketleriyle çalışıyor. Bunun yanısıra modern İngiliz edebiyatı dersleri veriyor Amerika’nın çeşitli eyaletlerindeki üniversitelerde. Romanları, oyunları, gezi kitapları, edebiyat kuramları ve çevirileriyle 20’yi aşkın kitabın yazarı Isherwood. Türkçeye çevrilen ilk ve tek kitabı da Tek Başına Bir Adam. Kataloglardan taradım, ulaşabildiğim başka bir kitabı yok Türkçede. Kitap tanıtımlarında olmazsa olmaz yazar biiyografisini de bu bilgiler ışığında yapabileceğimi düşünüyor, üşüyorum. Karanlık bir köpeği doğuruyor sonra, zincirini peşisıra sürükleyerek önümden geçiyor, korkuyorum. Durduğum yerde kalıyorum bir süre. Zincirin sesi otların hışırtısıyla geliyor kulaklarıma, adımlarımı iyice hızlandırıyorum.
“Yazdıklarımın tümü otobiyografiktir” diyordu Isherwood, kütüphaneden bulduğum bir kitapta. “Kendi deneyimlerimi-ilk ya da ikinci elden-yazıyorum. Bir intihar girişimini anlatan romanım “The Memorial” gerçekten yaşanmış ve bir arkadaşım tarafından bana nakledilmiştir, ikinci elden kastım bu.” Bu cümleleri okuduğumda içim de rahatlamıştı. Kitabı okurken kitaptaki düşünceler George’a mı yoksa yazara mı ait, hangisine yüklenmek lazım diye düşünmüş, düz okuyucu mantığıyla kurgulara yaklaşıp “yazarın hayatı bu” demediğimi savunageldiğimden, çelişkiye düşmüştüm. Kütüphanedeki kitapta niçin yazdığının yanıtını da veriyordu yazar: “Yazıyorum çünkü yaşamımın ne olduğunu, nelerden oluştuğunu, neleri kapsadığını araştırıyorum.” Bizler de bu nedenlerle okumaz mıyız? Tek Başına Bir Adam’ı Gay’e Efendisiz’den aldığım gece okuyup bitirdiğimi, bir sonraki gece bir daha okuduğumu anımsıyorum. Gözden kaçırılanlar, üstünden durmamayı bilinçle istenenler, abartılıp büyütülenlerle kitap okumak, yaşamlarımızı bir sigara dumanının ardından küf kokularıyla gözden geçirmeye benzemez mi zaten? Bizim bloklar görünmeye başladı, soluk soluğayım. Adımlarımı yavaşlatıyorum. Roman, George’un sabah yatağında “varım ve şu anda” diyerek uyanmasıyla başlıyordu. Güne hazırlanırken aynadaki yüzünü, yaşını, yalnızlığını sorgularken, arkadaşı Charley’i telefonda atlatırken George’un dünyasına yaklaşıyorduk ilk sayfalarda: George bir üniversitede modern İngiliz edebiyatı dersi veren 58 yaşında, 68 kiloda, Amerikan dogmasının savunucularıyla birlikte bir banliyöde yaşayan, sevgilisi Jim’i trafik kazasında kaybetmiş, İngilizliği, eşcinselliği ve belki de yaşlılığıyla herşeye yabancı duran tek başına bir adamdır. Bir günün anlatımı oluşturur romanın belkemiğini. George evdeki hazırlıklarını bitirince, arabasıyla bir saatlik yolunun sonunu ders verdiği üniversiteye bağlar… Yo, hayır, olayları anlatmak ne kadar da sıkıcı ve kitabı okuyacak olanlara haksızlık olur. Bundan sonrasını kesmeli yazıda diye düşünüp, apartmanın giriş kapısını açıp, asansöre yöneliyorum. Onca kitap varken niye bu kitabı seçtiler sorusuna yazının başında yanıt vermeli mi diye soruyorum kendime asansörün içinde. Shakespaer’de eşcinseldi diyerek cinselliğimi meşrulaştırmaya çalıştığım günleri anımsıyorum sonra. Komik geliyor. Ama şimdi yapmak istediğim eşcinselliğimi(zi) meşrulaştırmak değil, kuşatıcı olan hayatın içinde, baskıların altında kendimize özgür bir yaşama alanı açma yolundayken, kendimizi daha iyi anlayabileceğimiz, sorgulamamızda, kıyasıya eleştirmemizde, kimliğimizi ortaya çıkarmamızda bize birşeyler söyleyebilecek kitaplardan, sanatçılardan söz etmek… Her ne kadar George, kitapları için aynı şeyleri söylemese de, sözünü ettiğim noktadan başlamak önemli geliyor bana: “Bu kitaplar George’u daha soylu, daha erdemli ya da gerçekten daha bilge kılmadılar. Onların sesine kulak vermeyi seviyor sadece.” (s. 10)
KAOS GL 26/9
Atilla gelmiş. Ona sarılıyorum. Yemeğe geçiyoruz. Çayı içip, paketteki sigaraları da bitirdikten, birbirimize verilecek haberlerin çağıltısı durulduktan sonra kitaptan sözetmeye başlıyoruz. George, evden çıkmadan önce çıplaklığını örtme gereksinimi duyar: “Elbiselerle kuşatılıp gizlenmeli, öteki insanların dünyasına çıkıyor, ötekiler onu tanıyabilmeliler. Davranışları onlar açısından kabul edilebilir olmalı.” (s. 6) Bir oyuncudur George (hepimiz gibi mi?) Fakültedeki odasına giderken “On dakika içinde George, George olmak zorunda, adlandırdıkları, görünce tanıyacakları George… Bir eski kurt becerisiyle, yüzüne alelacele oynamak zorunda olduğu şu rolün psikolojik maskesini geçirmeli.” (s. 34) diye düşünür. Altmışların Amerikasında George, eşcinselliğini, yabancılığını komşularından, üniversitedeki arkadaşlarından, öğrencilerinden gizlemek zorundadır. Bu gizlilik üstü örtüklüğüyle yaşanır. Bilen bilir, tahmin de eder ne de olsa ve elbet korkarlar: “Gururlu ve mutludurlar. Çünkü bu erkeklerin en fasaryası bile, Amerikan ütopyasının, yeryüzünde bir eli yağda, bir eli balda yaşama cennetinin hissedarıdır. Korktuklarını bililer mi? Hayır. Ama müthiş korkarlar. Nedir korktukları?… Türlü türlü canavar varken, diyor George, bir zavallı benden korkuyorlar.” (s. 19-20) “O ağza alınmaz şey hala burda, burda tam aramızda.” (s.21) İçinde yaşadığı, yaşamak zorunda olduğu (“Karşımızda duran yaratık düşüp ölünceye kadar didinip duracak, kahraman falan olduğu için değil. Başka seçenek düşünemediği için.” s. 6) toplumun ilerleme adına doğayı mahvetmesine, doğal olana (?) inancı nedeniyle öteki diye tanımladıklarını yoketmeye çalışmasına, iletişim çıldırısına, evrim krallığında hiçbir yerleri olmayan eşyaların dirimi yok etmesine öfkeyle saldırır. Fakültedeki sekreter “Günaydın!” deyince, şunları geçirir içinden George: “Bunda dini bir yan var, kilisede verilen cevaplarda olduğu gibi, temel Amerikan dogmasına duyulan inancın bir kere daha doğrulanması, yani günün hep Aydın bir gün olması. Ruslar’a ve onların bütün füzelerine, insan bedeniyle ilgili bütün hastalık ve dertlere rağmen, Aydın. “(s. 35) Bir öğretici olarak tam da ortasında bulunduğu eğitim sistemini sorgulamaktandan da geri kalmaz George: “Öğrenciler her gün, akarkayış görevi gören otoyollardan gelerek işlenmek, paketlenmek ve piyasaya sunulmak üzere bu fabrikaya boşaltılıyorlar… Burada ne yaptıklarını sanıyorlar acaba? Eh resmi yanıt şu, kendilerini içinde çocuk yetitirebilecekleri bir iş ve güvence ortamı demek olan hayata hazırlıyorlar, sonra çocukları da kendilerini içinde çocuk yetiştirebilecekleri bir iş ve güvence ortamı demek olan…” (s. 36) George, bir de sistemli terör kampanyası düzenlemeyi kurgulamaktadır. Evinin yakınlarındaki dik yamaçlı, denize açılan bir parka gökdelen dikme projesine öfke duymaktadır. Proje sorumlularından biri, itirazlar karşısında “Eh, n’apalım, ilerleme” demiştir.” Amaç manzaradan bedava yararlanmayı önlemektir aslında. Sistemli terörün ilk hedefi bina ve proje sahibidir. İkinci hedefi de yerel bir gazetenin başyazarıdır.” Yazar, cinsel
sapkınlara karşı (George gibilerini kasdediyor) kampanya başlattı… Ayrıca hepsi de istisnasız frengili. Bunlara karşı varolan yasalar, diyor, gereğinden fazla hoşgörülü…”(s. 27) Bir senatör de Küba’ya tüm silahlarla saldırılması gereğini buyurmuştur: “Gerçeği görelim; saldırmamak onursuzluk demektir. Halkımızın dörtte üçünü feda etmeye hazır olmalıyız. (George da dahil)” (s. 27) Bu insanlar eğlendirici değillerdir George için. “Bunlarla hiçbir zaman eğlenceyle başa çıkmaya çalışmamalı. Bunlar bir tek dilden anlarlar; kaba güç.” (s. 29) “Binanın yıkılmasını sağlamak ve cinsel sapkınlarla ilgili yazı yazan diğer yazarlar da dahil kampanya başlatıcısını yeraltında seks oyunları oynatmak gibi militan eylemleri içeren sıradışı, korkusuz düşler.” (s. 28) görür George. Tüm bunlar Jim’in, George’un sevgilisinin, ölümüne de neden olmuşlardır. “Jim’in varlığından haberleri bile olmasa da, sözleri, düşünceleri, tüm yaşam biçimleriyle hazırlamışlardır bu ölümü. Bu noktada Jim, Amerikan halkının dörtte üçünden nefret etmek için bir bahaneden başka birşey değildir.“ (s. 30) “Hiç tek başımıza yemek yemesek, acaba gerçekten yalnız hisseder miydik kendimizi? Oysa bu gece yalnız başıma yemek yemeyeceğim demek, bu ölümüne tehlikeli değil midir? Bu oyun bir toprak kaymasının başlangıcı değil midir?” (s. 96) Yalnızdır George, bir hayatzededir. Hayatzedelerin tipik kolu kanadı kırık inadı onda da vardır.Ama George kitabın arka kapağında da belirtildiği üzere, insan sevdiklerini kaybetmenin, yalnızlığın, yabancılığın üstesinden gelmeyi de başarabilecek güçtedir. Başarmalıdır… George farklılığın da altını çizer sık sık. Kenny’e “siz ve ben farklı olmazsak, birbirmize ne verebiliriz ki? Nasıl dost olabiliriz?” der (s. 135). Farklılık üzerine düşüncelerini ders verdiği sınıfta azınlıklar hakkında konuşurken de geliştirir: “Bir azınlık ancak çoğunluk için gerçek ya da hayali bir tehdit oluşturuyorsa azınlık sayılır. Ve hiçbir tehdit de tümüyle hayali değildir. Buna itiraz eden var mı sınıfta? Varsa, sorsun kendisine; şu küçük azınlık sabah gözünü açınca kendisini bir çoğunluk olarak bulsa neler yapardı acaba?… Liberaller, azınlıklar da tıpkı bizim gibi insandır, diyorlar. Elbette, azınlıklar da insandır. Ama insandır, melek değil… O halde şunun adını koyalım, azınlıklar büyük olasılıkla bizlerden farklı görülen, davranan, düşünen ve bizde olmayan kusurları olan insanlardır. Onların görünüşlerinden, davranışlarından hoşlanmayabilir, kusurlarından nefret edebiliriz. Ayrıca, neler hissettiğimizi güya liberal bir duygusallıkla örtmeye çalışmaktan sa, onlardan hoşlanmadığımızı, nefret ettiğimizi itiraf etmek daha iyidir.” (s. 58-59) George’un azınlıklar ile ilgili düşüncelerinin uzun uzun tartışılması gerekiyor aslında. Azınlığın psikolojisini derinden kavramanın ve kendini yeryüzünde bir azınlık olarak gören her kişinin üstünde durması gereken başat konulara değiniyor çünkü. Peki ya kadınlar? Kadınlardan nefret mi ediyor George diye düşünmüşüz, Atilla da, ben de. Sonra karar verdik ki bu bir öfke. Jim’i elinden almayı düşünen Doris’in aklından geçirdikleri şöyle şeyler olduğunda, heteroseksist iktidara kim öfke duymaz, bundan kim nefret
KAOS GL 26/10
etmez? “Gerogre’un aradan çekilmesini, boyun eğmesini, dişinin önceliği önünde pes etmesini, doğaya aykırı yüzünü utanç içinde gizlemesini buyuran, gençliğin bütün tazeliğine, parlaklığına, esnekliğine sahip, erkeği içine çekip yutan o iğrenç kadınlık organı, o sinsi, o acımasız aç gözlü et. Ben Doris’im. Ben Kadınım. Ben kancık tabiat anayım. Kilise ve yasalar ve devlet benden yana çıkmak için varlar. Ben biyolojik haklarımı isterim. Jim’I isterim.” (s. 81) Sonra, sonra Geroge’un ölümle didişmesinden de söz etmek lazım… Atilla soru dolu gözlerle bana bakıyor. Ordan oraya sıçrayarak sürdürdüğümüz konuşmaların sonunda benim de sorum var: Ne yapıyoruz biz? Bunca alıntı nasıl yedirilebilir bir yazının içine. Sıkıcı. En iyisi bir çoğunu alıntılamadan vazgeçmek. Okuması da zor olur diyor Atilla. Haklı. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Ev soğumuş iyice. Üşüyoruz. Çay demlemek için mutfağa geçiyoruz, konuşmamız orada sürüyor. Yazar, anlatımıyla kitabın dışında, ama anlatıcı özellikle erotizmin ve duygulanımların yoğun olduğu
bölümlerde George kimliğiyle bütünleştiğini hissettiriyor. Cinselliğin gündelik yaşamın bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor. Cinselliğin tensellikten oluşmadığını, bir bedenden diğer bedene geçen elektrikten çok bir beyin faaliyeti olarak anlatıyor yazar. Erotizmi yalın dille anlatıyor olmanın gerçekliği sarsıcı bir hal alıyor, okurken heyecan duymamak pek mümkün değil diyor Atilla. “ Duyan da Henry Miller kitabından söz ettiğimi sanacak, bu kadar cinsellik lafı edince.” diyerek gülüşümüzü kahkahalara uzatıyor. Heteroseksist Henry Miller’ın rezil (bence) kitaplarını unutup, bizim kitaptan kimi bölümleri okuyoruz. Çay yine bitti. Mutfaktan odaya geçiyoruz. Masaya oturuyorum ben. Gel bir plan çıkartalım, nasıl yazacağımıza dair diyorum. Onca alıntıyla karışan kafamızı düzene koymaya çalışıp, uykunun tam da vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Uykumu teslim edebilirim bu gece. Sıcaklığını seviyorum, kuşatıcılığını, korumacılığını, yırtıcılığını… Peki kitapla ilgili yazı ne olacak? O yarına kaldı. İyi de nasıl yazacağız? 9 Ekim 1996, Ankara
murat yalçınkaya TEK BAŞINA BİR ADAM, CHRİSTOPHER ISHERWOOD, çeviren; fatih özgüven, METİS yayınları, 1988
L A N E T Yalnızdım. (Ben konuşmayı ekinoks nkü lanetim bedenimi acıtıyordu. çünkü çocukluğum lanetimi yenemiyordu. (lanet yalanı da saklar.) Ama olmadı işte. lanetin dilini en iyi kendisi çözdü. Ne arka sokaklara gitmem gerekti, (birinin beni bu arka sokaklarda çekip öldürmesi gerekiyordu) ne de yıldız yoksunu kıyı kenti gecelerinde köpek öldüren içmek zorunda kaldım. (lanet kendini kıyı yoksunu yıldız kentinde buldu.) kaçtım. hayır, ben değil bedenim kaçtı. bak bu parmak izleri, bileklerimdeki koku ondan kalma. o kaçıştan sonra, lanet yıkıldı oyun bozuldu. (dudaklarım yalana alıştı, gönlüm orospuluğa.) -- annem bileklerine bir bıçak daha attı. Flashback1 ne istiyorsun çocukluk resimlerimden anne? o, benim; o hala benim. eski
sevmem. bedenim de incitilmeyi) onu da susturmuştum. Susmalıydı. (ben lanetli bir çocuğuyum çünkü.) Çü istanbul resimlerindeki o bebek benim. işte önünde. nereden bilebilirdin, (sen laneti tanır mısın) oysa tanrıyı beraber öldürdük biz, onu kitabının arasına koyup kaldırdık hatırla. Neden lanete karşı dilin lal? hançeri içinde büyütüp öldür dedim, yapmadın.kendine saplandı ucu (senin kanınla beslendi) şimdi oğlun omayra aynen dediğin gibi (aynen korktuğun gibi) ormana çoktan girdi yanında kocaman bir dolunay efsanesiyle (29.5 günde bir lanete gebe) “-- hoşuna gitmedi biliyorum ama seviyorum onu. işte yüzüklerimiz” (gümüş yıla gümüş yüzükler) oğlunu, sakalları öperken batan birinin kucaklaması hoşuna gitmiyordu. hani oğlunun küçük kızını seveceğin günlerin uzak ümitleri? (nasıl istersin bunu benden, niye daha fazla lanet, daha fazla acı...) Flashback2 (eski bir mektuptan) anne ben öldüm. onbeş gündür dudaklarım mühürlendi (gözlerim şehrimin yağmurları) anne bu acı, bunu bana öğretmedin sen, yoksa unuttun mu? hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım ben. ve bu acıyı sen tattırıyorsun bana dolunayımı, aşkımı, eşimi, beni alıyorsun benden. çalıyorsun omayrayı umursamıyorsun. şehr-i hüzne göndermiyorsun. unuttun beni bu soğuk denizin kıyısında. ellerimi bomboş aklımı kalabalık bıraktın. (Trenleri görüyorum buradan. bu kapandığım evin arka penceresinden, sana yalvarmalarımı gönderiyorum onlarla ama toroslara takılıp kalıyor vagonlar) sen susuyorsun. Yoksa tanrıyı koyduğumuz kitabı mı açtın? Final. omayra; hem öldü hem yaşıyor. artık mavi olmaya inanmakta güçlük çekiyor. şehr-i hüzne kaçtı. dolunayına ulaşması için 29.5 gün beklemesi gerekmiyor. gülüyor. anne; sustu, dilini kesti ve şehrinin sulalarına attı, su kanıyor. tanrı; anne kitabı açtı, tanrı serbest. hikaye; bitti.
OMAYRA
KAOS GL 26/11
yasemin: Sanatçı denince Türkiye’de şarkıcı anlaşılıyor. Türk Sanat Müziği önemli yer tutuyor. Zeki Müren’in TRT döneminden itibaren tanınıyor olması önemli. emil: Türkiye’de sağa kayış var. En kutsal değerlerle oynanıyor. Eski sağlar şimdi demokrat kalıyorlar. Zeki Müren eski sağı temsil ediyor olabilir. Yeni sağın verdiği rahatsızlık karşısında bir tepki. meltem: Olabilir. Yapılan belgeselde Zeki Müren’in milliyetçiliği vurgulandı. Ölümünde yapılan tumturaklılık, mirasını bıraktığı iki kurum… özcan: Ölmeden önce eşcinselliğini açıkladığı bir yazı çıktı mı? atilla k:Yıllar önce Nokta’da adı konmadan bahsedilmişti. yasemin: Şoförü, oğlanlarla yattığını söylüyordu. Zeki Müren bunu reddetmedi. barış: Zeki Müren, gizli hayatım yok, kim ne biliyorsa açıklasın, dedi. oktay: Zeki Müren’in eşcinsel olduğunu söylemesi önemli değil. Bütün Türkiye onu eşcinsel olarak biliyor ve onu seviyor. Bu popülerlik niye? Hadi popüler olması mirasını bıraktığı yerlerden dolayı olsun. Zeki Müren eşcinsel olmasaydı da, toplumda daha kötü gözle görülen başka birşey olsaydı, bu toplum yine arkasından gözyaşı dökmeyecek miydi? Bence dökecekti. atilla a: İnsanların Zeki Müren’e olan duyguları samimi mi? Kızıldığında “ne o Zeki Müren gibi mi olacaksın” deniyor. Ben çok samimi bulmuyorum insanların gözyaşı dökmesini. Yaptığı bağışların etkili olduğunu düşünüyorum. murat: Ama kırk yıldan beri var bu adam. Bu saygının geçmişi 1 yıla dayanmıyor. yasemin: Medya bağıştan önce de adamla görüşmek için çabalıyordu. Medyanın ilahlara ihtiyacı vardı. Sanat yönü etkili… gay’e: Medya anlamında medyanın 15 yıllık bir geçmişi var. Oysa öncesinde ona aşık olan kadınlar vardı. meltem: Düzen neye izin verir; eşcinselliğe izin verir; oyunu kurallarına göre oynarsan buna da izin verir. O da öyle yaptı. Çerçevesi sanat dünyasından dışarı çıkmaması. Yeni Yüzyıl’da Gülay Göktürk yazmıştı. O bir erkekti, Cumhuriyet döneminin kadınlarının bir erkeğiydi, nazikti… Kendilerine eziyet etmeyecek, sevilebilecek bir erkek. barış: Bülent Ersoy, Zeki Müren karşılaştırması var. Bülent Ersoy kadın oldu, öyle kabul gördü. Zeki Müren ise rolünü çok iyi oynadı, sınırlarını bildi. Bu kadar iyi oynamasaydı kabul görür müydü? Sadece değişik giyinen biriydi. bahar: Bodrum’daki o koyun, çift cinsiyetliliğe bir vurgusu vardı. yeşim: Çocukluğumda Zeki Müren filmi izlerken, erkek damat rolündeki Zeki Müren’in kadın sevgilisi olması bana garip gelirdi. Bence herkes bunu bilerek izlerdi filmleri. emil: Siyasal alanda da radikal olmadı. Toplum ne diyorsa orada yer aldı. Bir Jean Genet olmadı. Zeki Müren Türkiye eşcinsel hareketine ne kattı? Bunu tartışmalıyız.
yeşim: Sadece Zeki Müren değil ki, eşcinsel olduğu tahmin edilen, gözler önünde bir sürü insan var, hepsi de böyle. emil: Zaten Sabancının cenazesinde Adana’daki tüm işçiler vardı. Ama fabrikatörlerine bakışları değişti mi? devrim: Önyargılara uyan bir tiplemeydi, kabul edilmesi de o yüzden. yeşim: Oldukça kibar konuşarak o tiplemeyi pekiştirdi. O görüntü ve tavırlar saygı uyandırıyordu. devrim: Aynı zamanda sizin değerlerinizi de reddetmiyorum, diyordu. atilla a: Erkeklerin Zeki Müren gibi olması gerektiğini düşünürdüm. İnsanlar Zeki Müren’in hala evlenmemesine şaşırırlardı. Eşcinselliğini farketmeyenler de vardı. Bunu öğrendikten sonra, onu yere göğe sığdıramayanlar, iki yüzlü tepki gösteriyor. meltem: Bülent Ersoy ve Zeki Müren, geleneksel cinsiyet rollerine dair insanların kafasını karıştırdı. yasemin: Psikolojide bir dürtü vardır; onaylanmayan bir şeyi onaylanan birşeyle yapmak. Şiddet dürtüsünü boks yaparak meşru kılmak gibi. emil: “Kimi beğensek gay çıkıyor” başlıklı bir yazı vardı bir dergide. Kişiler, kafalarındaki imaja uymayan insanların da gay olduğunu görüp şaşırıyorlardı. Zeki Müren, kafalardaki imajlardandı. Ve bu imajı hiç sarsmadığı için sorun kalmıyor. gay’e: Zeki Müren bu noktada, eşcinsel hareket tarafından inkar edilmeli. Ama bu sorunu çözmüyor. Bu toplum sanatı yüceltmez ki… Verili cinsel rollerin alt üst edilmesiyle Zeki Müren yüceltiliyor dersek, insanlar dayatılan cinsel kalıplardan haz duymuyorlar. Ama bu doğru mu? yasemin: Bizim oturduğumuz yerde evli, çocuklu bir adam var. Onunla “Zeki Müren” denilerek dalga geçiliyor ve bu adam kabul görmüyor. devrim: Zeki Müren kabul görüyor çünkü hayatımıza yakın durmuyor, bizi tehdit etmiyor. tolga: Babam bütün Zeki Müren kasetlerine sahipken, oğlunun ibne olduğunu öğrenince bütün kasetleri dinlememeye başladı. meriç: İnsanlar Zeki Müren dinlerken, bir de gözümüzü kapatıp dinleyebilsek, diyorlar. atilla a: Türkiye’nin en ücra köşesindeki insanların bile dikkatini çeken birisiydi. yeşim: İyi bir yorumcu olmasının dışında birşey bu bence. Yani tüm dinleyenler sanattan çok mu iyi anlıyor. atilla a: Onun yaptığı şovlarla ilgili bu bence. Sırf sesiyle, sanatıyla ilgili olamaz. barış: Bir erkeğin ünlü ve saygı duyulan biri olması için ulaşılmaz birşeyler yapması gerekir. Bir kadının bir erkekten, bir eşcinselin de bir kadından çok daha fazla güçlü yönlerinin olması gerekir. Sesi çok güçlü olmasaydı kabul görmezdi ki. Zeki Müren biraz ayrı bir yerde. Eğer hetero bir erkek olsaydı bu kadar çok uğraşması gerekmezdi.
KAOS GL 26/12
yasemin: Tarkan piyasaya ilk çıktığı zamanlar, eşcinselliği her yerde ima edilmişti. Sonra kirli sakal ve bir kadın sevgiliyle görülmeye başlayınca, birdenbire eşcinselliği bir kenara atıldı. meriç: Ama o haberler belki de asparagastı. Efemine ve çok tatlı bir çocuktu. barış: Bilmek ve tahmin etmekle, kişinin söylemesi arasında dağlar kadar fark var. Birilerinin senin eşcinselliğinden emin olması, sen söylemedikçe mümkün değil. Aksi halde, sana olan tavırlarını değiştiremiyorlar. atilla a: Üniversite öğrencisi bir arkadaşım var, efemine bir çocuktur ama sınıfındaki hemen hemen bütün kızlarla yattı. Efeminelikte kadınları çeken birşey var. yasemin: Eşcinsel olduğunu belirtmeden yatabileceğin kimselerle, adı konduktan sonra yatamayabiliyorsun. Sürekli bastırılmış bir cinsellik var. meriç: Müren sanat yeteneğinden dolayı korunaklıydı. Bugüne kadar hiçkimseyle yattığına dair bir dedikodu çıkmadı. Adamın üstünde bir fanus vardı. yasemin: Tıpkı Atatürk gibi, cinselliği yok sayılır, konuşulmaz. gay’e: Meriç’in söylediği gibi, medyanın koruması var. Ama Bodrum’da yemediği çocuk mu var? oktay: Koruma neden? Birincisi sanat… Gücünü tam da çok satan plak-sermayeden alıyor. Uzlaşması gerekiyor. Sınırı aşmıyor. Bunun önemi var. Doğrudan söylendiğinde sistemin kendini devam ettirdiği kamusal senaryoyu bozacaktır. Gücünü rakı sofrasındaki adamla kendisini seven kadınlardan aldı. Ayağını, mezarını öptürdü, gözlerine soka soka. gay’e: Ben buna olanak tanımıyorum. Huysuz Virjin saldırıyor, Zeki Müren’in mezarımı yaladınız kaygısı yoktu. oktay: Kaygı değil de, ortaya çıkan sonuç öyleydi. gay’e: Etnik gruba kadar geliyor bu. Oktay’ın söylediği eşcinselliği anmadan eşcinselliğin yüceltilmesi düşük bir olasılık olarak geliyor bana. yasemin: Sanat ve bilim adamlarının çoğunun neden eşcinsel olduğunu, ulaşılmaz olması nedeniyle bunu yapabildiklerine bağlıyorum. meriç: Ama önce eşcinsel mi, sanatçı mı? Sanat dünyasında çok eşcinsel var. Sebebi ne? yeşim: Onlar gözönünde olduğu için kalabalıklarmış gibi görüküyorlar. gay’e: Bugün KAOS GL’ye Türkiye’nin pek çok ilinden yazan çok sayıda aşçı var. Ama kimse kim bunlar demiyor. Oysa Küçük İskender yazdığında, herkes gerçekten o mu yazdı diye inanmıyor. yeşim: Sanat çevresi derken star çevresi mi kastediliyor? diğerleri: Hayır, filozoflar vs. yeşim: Paparazilerde star peşinde koşuyorlar. İsteseler star çevresindeki eşcinsellerin peşinden koşup, istedikleri haberleri yakalarlar. Ama yok. Demek ki yazılı olmayan bir kanun var, karşılıklı bir alışverişleri var. İsteseler pekala da Güvenpark’tan, bilmemnereden bir sürü haber çıkarıp yazabilirler. Ama yapmıyorlar. gay’e: Star konumuna farklı bir yaklaşımı var. Bilge Karasu’yu isteyen sinemada yakalardı. Star konumunun bir belirleyiciliği var. yeşim: Gazetecilerin böyle haberler yapabilmek için ellerinde onlarca olanak var.
atilla a: Yapmayıp da transseksüel ve travestilerle ilgili yapıyorlar. meltem: Daha önceden de kabul gören biriydi Zeki Müren. Acayip rezil fotoğrafları yayınlansaydı, insanların gözünde ne değişirdi? İlk ortaya çıkışından itibaren geleneksel cinselliğin dışında bir rol çiziyor çünkü. meriç: Satışları düşerdi muhakkak. atilla a: Çok etkili olurdu bence. Eşcinsel olduğumu tahmin edenler bunu öğrendiklerinde tepki gösterdiler. Arkadaşlıkları devam etti ama ben bir erkek için ne hoş dediğimde görmezden duymazdan geldiler. gay’e: Hetero arkadaşlarımız sevgilimle beni bilir ve severler, ama diğer arkadaşlarımıza tahammül edemezler. yasemin: Ben de bu olmuyor. Ama kadın ve erkek ayrımından olan birşey bu. gay’e: Zeki Müren halkın gözünde nerede olursa olsun, bu olumluluk sokaktaki eşcinsele yansımadı. atilla a: Hatta olumsuz olarak yansıdı. gay’e: Türkiye’de hetero kadınlar Zeki Müren gibi ama hetero erkek istiyorlarsa bunu için bir girişimde bulundular mı? Bulunmuyorlar. Zeki Müren gibi bir kişilik, kurumsallaşmış bir kişi olarak dönüştürücü bir etkide bulunmadı. atilla a: Bir kısım eşcinseller “bir Zeki Müren bir de ben eşcinselim sanırdım” diyorlar. Model olarak da kendilerine onu seçmişler. gay’e: Şu an Türkiye eşcinsel hareketinin küçük bir bileşeni olan bizler için Zeki Müren “Sanat Güneşi” olarak hatırlansa bile hiçbir şey değişmedi. Beş-on yılda önemli etkiler bırakacağız. Toplumsal cinsiyeti parçalayamasak bile en azından sarsacağız. serpil: Eşcinsel denince akıllara gelen ne? Erkek. Sonra da kadın. Zeki Müren ise erkeliğini korumuş. gay’e: Zeki Müren’e travesti demek daha doğru. Mini etekle sahneye çıktı ama hiçbir tepkiye, yaptırıma uğramadı. Düzenle uzlaşmış mı, uzlaşmamış mı? Eşcinsel kültüründen bahsetmiyorsan, yatak odasında ne yaptığın kimseyi rahatsız etmiyor. atilla k: Bülent Ersoy, Zeki Müren’den daha sarsıcı olmuştur, ama bu kendisi dışında gerçekleşmiştir. meltem: Eğer Zeki Müren kadın ve de lezbiyen olsaydı durum ne olurdu? oktay: Zeki Müren kadar korunamayabilirdi. meltem: Tartışılmazdı, münferit bir olay olurdu. Çünkü erkekliğe bir saldırı yok. atilla a: Bence lezbiyen olsa övgü bile alırdı. Çünkü, erkekliğe bir halel gelmez o zaman. meriç: Bülent Ersoy’da ilginç bir durum var. Devlet baba eski nüfus kağıdını iptal edip pembe nüfus kağıdını verdi. İlk oydu. Daha önce transseksüellere pembe kağıt verdiklerini sanmıyorum. atilla a: KAOS GL olmasaydı Zeki Müren’in ölümü bende ne uyandırırdı? Böyle düşünmeyecek, Zeki Müren ve onun gibi davranan insanlara kızmayacaktım. Bu tür oluşumlar düşünmemizi sağlıyor, düşüncelerimizi geliştiriyor.
KAOS GL 26/13
T A R T I Ş M A NASIL BİR EŞCİNSEL HAREKET? Yeşim T. Başaran Çok şenlikli bir tartışma. Tüm sevecenliğimle ve coşkumla karşılıyorum yazıları. Bitmesin istiyorum. Bir yazan, bir daha yazsın. Kafa yormamız gereken o kadar çok konu var ki, hep birlikte evrileceğiz. İnancımız, çabamız ve özverilerimizle, hep birlikte yeni günler, yeni ufuklar açacağız önümüze. Önce bir ayrıntı. Siz de dikkat ettiniz mi bilmem. Tartışma, eşcinsel harekete dair. Eşcinsel de, sevdalarını hemcinsleriyle yaşayan kişi. Yani, kadın veya erkek. Başka yerlerde “homoseksüeller ve lezbiyenler” veya “eşcinseller ve lezbiyenler” gibi komik tanımlamalara raslıyoruz. Lezbiyenler, eşcinsel değil mi? Bunu sormak bile anlamsız. Öyleyse, tartışmada, bazen eşcinseller denip, erkek eşcinseller kasdediliyorsa, biz de yanlış yapıyoruz demektir. Bu konuda biraz daha dikkat. Tartıştığımız, gay ve lezbiyen kurtuluş hareketi. Sorumsuzluğa yer yok, tüm yük bizim sırtımızda. Lütfen daha dikkatli; sadece gayleri kasdettiğinizde bunu belirtin. KAOS GL, sadece bir grup gay ve lezbiyeni kapsayan bir oluşum değil. Gelen herkese kapısı açık. Birbirimize ulaşmamız, sorunlarımızı, yaşamlarımızı paylaşabilmemiz için bir olanak. Bu tartışma sayesinde, bu gerçeğin daha net bir şekilde ortaya konduğunu görüyorum. Seviniyorum. Çabalarımız, ortaya koyduklarımız, gay ve lezbiyen hareketi olarak tanımlanabilir mi? Kimine göre evet, kimine göre hayır. Sedat yazısında, varolanın “duyarlılık” olduğunu söylemiş. “Duyarlılık” tek başına her anlama gelebilecek bir kelime, yanıltıcı bir kelime. Televizyonda, okullardaki uyuşturucu tuzaklarına dair programlar izlerken üzülerek, duyarlılığımızı yaşayabiliriz. İşte o zaman, tuzağa düşeriz. Uyuşturucu, uzaydan geliyor ya, o yüzden polis başedemiyor. Çok inandırıcı. Senin, benim geçmeyi başaramadığımız kocaman gümrük duvarları, para babaları, polis; hepsinin işbirliğini o programları seyredip, duyarlanarak göremeyiz. Bu bizim için de geçerli. Duyarlılıkla sorumlulukl sahibi olamaz, kafalarımızı aydınlatamayız. Hayır, duyarlılık değil bizi biraraya getiren. Yaşam ortaklıklarımız, kızgınlıklarımız, sorgulama, çözümleme, anlama isteğimiz. Hareketi belirleyen kafa sayısı değil, çabanın yansımalarıdır. Türkiye’de ilk defa iğneyle kuyu kazarcasına birbirimize ulaşmaya çalışıyor, birbirimizi tanımaya çalışıyor, pek çok konuyu tartışıyor, çevirilerle tarihimizi öğrenmeye, dünyada olup bitenleri izlemeye çalışıyorsak bu önemli bir adımdır. Ki olanlar, sadece bunlarla da sınırlı değil. İstanbul’da, Ankara’da radyo programlarıyla, tartışmalarımızı pek çok insana ulaştırıyoruz. Artık insanların, eşcinseller konusunda kafası karıştı. Üniversitelerde, öğrenciler bizimle ilgili yazıp, çizmeye başladılar, gazeteler ve televizyonlar artık sessiz kalamıyorlar. Günlük yaşantımızda, kendimizi nasıl ortaya koyabileceğimizi öğreniyoruz. Birbirimizle konuşmayı öğreniyoruz. Yalnız olmadığımızı öğreniyoruz, insanlara yalnız olmadıklarını gösteriyoruz. Söyleşiler, paneller, günlük sohbetlerimiz. Arkadaşlar, biz özverilerimizle Türkiye gay ve lezbiyen hareketini oluşturuyoruz. İçtenlik ve sorumlulukla bunu kavrarsak, atcağımız adımlar daha da büyüyecektir. 1969’da Stonewall Inn çatışmasıyla başladığı varsayılan eşcinsel hareketin modern versiyonu, o yıllarda büyük ivmeler kazanıp çeşitli perspektiflere bölündü. Bunlardan en önemli ikisi, üzerinde durup tartışmamız gereken ikisi, “biz sıradan insanlarız” söylemi ve “We’re queer, we’re here, we’re gonna shopping! - Biz ibneyiz, buradayız, alışverişe gidiyoruz!” tuzağıydı. Biz sıradan insanlar değiliz ve alışverişe gitmiyoruz. Sıradan insanlar değiliz derken, önemli, marjinal insanlarız demek istemediğimin anlaşılamayacağındn oldukça eminim. Hatta ne kadar yazmaya çalışsam, anlatamayacağımı, kavranamayacağını biliyorum. Yine de neden sıradan insanlar değiliz, hala anlayamamış olanlara birkaç söz. Evet, sıradan insanlarız. Yemek yiyoruz, ağlıyoruz, gülüyoruz, sokakta yürüyoruz, dolmuşa biniyoruz, okuyoruz, sinirleniyoruz, seviniyoruz; yani biz de yaşamdaki herşeyi herhangi bir heteroseksüel gibi yaşıyoruz. Ama sıradan değiliz. “Biz sıradan insanlarız” sadece bir cümle değil, bir söylem, bir mücadele biçimi. Biz de sizin gibiyiz, bizi kabul edin çabaları. Meşruiyet istemi. Meşruiyeti isteyerek oluşturamayız, bu heteroseksizmin tuzaklarına düşmek demektir. Bu anlamsız bir uzlaşma çabasıdır. Meşruiyeti yaşayabiliriz. Meşruiyeti, kendimizi, tartışmalarımızı her yerde yaşayarak, konuşarak yapabiliriz. Bunun yolu da “biz sıradan insanlarız” söyleminden geçmez.
KAOS GL 26/14
Biz dünyanın en zor şeyiyle uğraşıyoruz. Önyargılarla, önyargıların yarattıkları fiziksel ve manevi şiddetle. Bunun yolu, “Aman yapmayın, acıyın; bakın biz de sizin gibiyiz”in arkasına sığınmaktan geçmez. Türkiye demokratik bir ülke. Hele 80’lerden sonra öyle bir demokratikleştik ki, artık çarşılardan istediğimizi alabiliyor, dolar, mark bozdurabiliyoruz. Özalizm’le özgürleştik, tuzağa düştük. Eşcinsel hareket de bu tuzağa düşmek istiyor zaman zaman. Aktüel gibi boyalı dergilerimiz olsun, reklamlarda kendimizi görelim istiyoruz. Böyle şeyler oluverse, handiyse sevineceğiz. Arkadaşlar, yapmayın, etmeyin, bu tuzağa düşmeyin. Neo-liberalizmle özgürleşilmez, kullanılınır. Neoliberalizmin özgürlüğü, bizim tam da ihtiyacımız olan ötekine tahammülü öğretmez, köşemize çekilmeyi, paralarımızı saymayı, istediğimizi satın almayı öğretir. Böyle bir ortamda, satılabilen herşey satılır, tabular, dogmalar yıkılır ama inançlar da yıkılır. Satılabildiğimiz sürece, özgürleştiğimizi sanırız, ama birbirimizle ve heteroseksüellerle kollektiflik kuramaz, zincirlerimizden kurtulamayız. Birbirimizi, ilk etapta sadece biz anlayabiliriz. Konuşmak, konuşmak, konuşmak… Bugüne kadar sadece içimizde hissettiğimiz baskıları, sevinçleri dile dökmenin yollarını aramalıyız. Gay ve lezbiyenlerin yaşam deneyimlerini anlatacak cümleler, kelimeler ancak bizim kalemimizden çıkabilir. Bu nedenle, artık yola başlamışken, düşe kalka, sakınmadan, vazgeçmeden devam etmeli, kendimizi anlamalı, anlatmalı, yaşamalıyız.
Gay’e Efendisiz Üzerinde yaşadığımız topraklarda aynı cinsten insanların birbirlerini sevmeleri ve sevişmeleri yüzyıllardan beri bilinen ve yaşanılan bir gerçek. “Eşcinsel olmak” ise doksanlı yıllarda bizlere nasip oldu. Türkiyeli kadın ve erkek eşcinseller olarak ne mutlu bizlere! Eşcinsel olmak / lezbiyen ya da gay olmak… Hiç de kolay olmamakta. Maruz kaldığımız zulüm, bu zorluğu açıkca gösteriyor olmalı. Bu zulüm, karşımıza çıkardığı maddi zorluklar bir yana, belki de daha beter bir şekilde hep bilincimize yönelmiş ve yönelmekte. Bu durumda, nedenden değil de sonuçtan hareket ettiği için, tasvirden öteye gitmeyen ve böylece gerçek nedeni manipule eden psikolojik işgalin sonucu olarak, ortalık, inancını ve özgüvenini yitirmiş, (daha doğrusu hiç kazanmamış) eşcinsellerden geçilmez. İnançsızlık ve özgüven eksikliği, her sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel ortamlardan çıkan eşcinsellerde görülebildiği için heteroseksüel toplumun bir kurumu olan psikoloji tarafından bunun nedeninin, eşcinsellik ve eşcinsellerde aranmasının yıllarca doğru ve haklı bir yaklaşım olarak algılanmasına yol açtı. Diğer kurumlarla birlikte psikolojinin denetiminden ve kuşatmasından eşcinsellerin kurtulabilmesi, öncelikle bilinçlerdeki zincirlerin kırılmasıyla başlayacaktır. İşte bu zincirler maalesef psikolojinin tasvirlerini doğrulamakta ve onlara haklılık kazandırmakta. Oysa ‘neden’ sorusunu sorabildiğimizde ‘paronaya’, ‘kendini sevmeme’, ‘suçluluk duygusu’, ‘özgüven eksikliği’ gibi pek çok sorunun kaynağına inebilme olanağı yakalıyoruz. Bu aşamada insanın, “eşcinsellerin, bu sorunlara sahip olmasından daha doğal ne olabilir” diyesi geliyor. Zaten başka türlü olsaydı, kimse bir toplumsal harekete ihtiyaç duymazdı. Çünkü bütün bu sorunlar, heteroseksist toplumun, kendisine benzemeyen eşcinsellik ve eşcinsellere yaklaşımından kaynaklanmakta. Psikoloji, bu yaklaşıma gözlerini kapadığı sürece klinikleri boşalmayacaktır. Aynı şekilde eşcinseller, sorunlarını toplumsal zeminde tanımlamadıkça, gay ya da lezbiyen olamayacaklardır. (Akademik anlamda psikolojinin denetiminden kurtulup sosyolojinin denetimine girmek, eşcinseller açısından tehlikeyi ortadan kaldırmaz ama o ayrı bir konu.) İnanç ve özgüven, herşeyden önce birey olabilmenin de önkoşuludur. Türkiyeli eşcinsellerin belki de en büyük eksiklikleri, inançsızlık ve özgüvensizliktir. Yüksek sosyo-ekonomik düzeylerdeki eşcinseller için de aynı durumun geçerli olduğunu görmek, eşcinseller açısından sorunun ne kadar önemli olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu sorun, kendinden başka birinin olup olmadığını merak eden ve yıllarca arayan bir genç eşcinsel için de, heteroseksüel toplum önemsediği pek çok alanda kendini ispatlamış yaşlı bir eşcinsel için de geçerlidir. Kendi bağımsız varoluşumuzu gerçekleştirmemiz ve gay ya da lezbiyen olabilmemiz için başka seçeneğimiz bulunmuyor. Kendi “dünyamız”ın dışına çıkamadığımız sürece kendi dünyamız içinde boğulup gideriz. Bugün Türkiye’de, ilk adımlarını atan eşcinsel hareketin, çoğu eşcinseli, heteroseksist zulümden daha fazla rahatsız ettiğini düşünüyorum. Bu rahatsızlığın, eşcinsel hareketi için içerden bir ayak bağı mı yoksa mücadele sürecinde kabuğu çatlatmaya yarayacak bir hoş sancı mı olduğunu birlikte göreceğiz. Türkiyeli eşcinseller, artık “eşcinsel olmanın/olabilmenin” mümkün olduğunu gördüler. Bu, tam da oluşturmaya çalıştığımız hareketin ihtiyacı olan şey. Bu güzel ve anlamlı tartışmayı belki de ilk defa kendi üzerimize kendimiz tartışıyoruz ve birbirimizi dinliyoruz. Herkesin söyleyecek bir sözü olduğuna inanıyor ve söylemenin sorumluca bir davranış olacağını düşünüyorum. Bir giriş yapmak istedim. Önümüzdeki sayılarda sürece ve harekete farklı boyutlarda katılmayı umuyorum.
Eşcinsel hareket tartışmasına göndereceğiniz yazıları, derginin yayın takviminden dolayı, yayınlanmasını istediğiniz ayın en geç 10’una kadar “ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA” adresine postalayınız.
KAOS GL 26/15
KAOS GL 26/16
KAOS GL 26/16
DIŞ MİHRAKLAR ARCIGAY - ARCILESBICA FLORENCE Dernek tüzüğünden : Merkezin yapısı ve etkinlik alanı Madde 1: ARCIGAY - ARCILESBICA FLORENCE, ARCIGAY - ARCILESBICA İTALYAN ULUSAL BİRLİĞİ’ne bağlı olarak çalışan gay ve lezbiyenlerin hakları için savaşan kadın ve erkeklerin oluşturduğu bir gruptur. Madde 2 : Dernek, demokratik, ırkçılık karşıtı, anti-faşist, ilerici, özgürlükçü gönüllülerin etkinlikleri için kalıcı bir merkez olma konumundadır. Bireysel özgürlüğü ve kadın hareketinin fikir, değer ve kültürel oluşumlarını destekler, katkıda bulunur. Siyasi arenada gay ve lezbiyenlerin hakları için mücadele eder. Birlik kar amaçlı bir örgüt değildir. Madde 3: Merkezin temel amaçları şunlardır : a) Kişisel değerlerin ve sosyal olarak güçlenmiş öğelerin çeşitliliğini ve farklılığı teşvik etmek b) Çeşitli kurumlar, partiler, sendikalar, her türlü sivil toplum örgütleri ve diğer kitlesel hareketlerle sohbetler ve görüşmeler aracılığıyla, ittifaklar kurarak, bilim ve sanata katkıda bulunarak, genel olarak gay ve lezbiyenlerin ve kendi üyelerinin ihtiyaçları çerçevesinde, her tür kültür ve eğlence etkinliklerinin geliştirilmesi ile, gay ve lezbiyenlerin toplumsal haklarını, özellikle kişisel kimlik ve kendini idrak etme hakkını kabul etmek ve korumak. c) Eşcinsel kişilerin fiziki ve psikolojik mutluluğunu desteklemek özellikle başta AIDS olmak üzere cinsel yollarla geçen hastalıklar ve AIDS hakkında yardımcı olmak, bilgilendirmek ve önlemeyi amaçlamak d) HIV + kişilerin veya AIDS taşıyıcılarına karşı önyargılarla savaşmak, onlarla dayanışma içinde bulunmak, haklarını savunmak e) Bireysel ve kollektif özgürlüğün uygulanması ve korunması için tüm insanlık ve tüm halklar arasında dayanışmanın daha geniş kapsamlı yayılmasına katkıda bulunmak Floransa’daki bu grubun pek çok etkinlikleri bulunmaktadır. Bu etkinlikler arasında çeşitli toplantıları, dokümantasyon çalışmasını, spor ve kültürel etkinlikleri ve iki ayda bir çıkarmakta oldukları QUIR adlı dergiyi sayabiliriz. 32 sayfalık dergilerindeki yazıları İngilizceye de çeviriyorlar. QUIR c/o Arci Gay/Arci Gay Donna Firenze Via del Leone, 5/11r 50124 Firenze (ITALY) TELEFON :055/239 87 72
Derleyen ve Çeviren: Meriç
ausZeiten Kadınlar için eğitim, bilişim, araştırma ve iletişim kurumu, Bochum.
BİZ NEYİZ
NELER SUNUYORUZ
ausZeiten e.V., kendini kadınlar için feminist bir proje olarak tanımlar. Bu proje, kadın ve lezbiyen politikasına ilişkin gazete küpürleri ve benzeri materyallerden oluşan atık kağıtla dost kadınların kişisel insiyatifleriyle oluşturulmuştur. Kurum, gazete küpürleri, dergiler, gri materyaller, şiltler ve videoların toplandığı bir arşiv işletmektedir. Ziyaretçi kadınlar grup halinde ya da bireysel olarak bu koleksiyonları inceleyebilir, bunlar üzerinde çalışabilir ve fotokopi ile çoğaltabilir. Faaliyet sunumları ve sergiler, kendine ait tarihi yansıtma ve belgeleme ereğini destekler. ausZeiten arşivi 100 metrekarelik bir alan ile rahatça çalışma olanağı tanır.
Kadın ve lezbiyenler ile ilintili konulardaki gazete küpürlerini içeren bir gazete küpürü arşivi. Bölgesel, bölgeler ötesi ve uluslararası kadın ve lezbiyen dergilerini içeren bir dergi arşivi. Bochum ve bölgeler ötesi kadın ve lezbiyen hareketlerinin faaliyet duyuruları, el bildirileri, tartışma kağıtları ve broşürlerinden oluşan bir gri materyaller arşivi (kısmen inşa halinde). Bir şilt arşivi (inşa halinde). Bir video arşivi (inşa halinde).
KAOS GL 26/18
NELER TOPLUYORUZ Gazete küpürü arşivi Bochum ve tüm bölgede yaşayanlara eşi bulunmaz bir koleksiyon sunuyor. Arşivlenen gazeteler arasında WAZ, FR, FAZ, taz, Stadtspiegel, BSZ, Zeit, Jüdische Wochenzeitung, Spiegel, art ve Freitag bulunuyor. Zaman süreci olarak koleksiyon 80’lı yıllara, bazı istisnai durumlarda ise ta 70’li yıllara kadar uzanıyor. Arşiv sistematiği kartlama sistemine göre hazırlanmış. Tek kategoriler tematik alanlara ayrılmıştır ve bir sözcük indeksi üzerinden buraya girmek mümkündür. Toplama işlemi aşağıdaki kategoriler altında gerçekleştirilir: ⇒ Kadın / Uluslararası kadın hareketleri ⇒ Nüfus politikası ⇒ Sağlık / Hastalık / Tıp ⇒ Şiddet ⇒ Tarih / Ulusal sosyalizm ⇒ Lezbiyenler
⇒ Kuram / Bilim / Eğitim ⇒ Sanat / Medya ⇒ Dinler ⇒ Eşitleme politikası / Partiler ⇒ Çalışma yaşamı ⇒ Bochum’lu kadın ve lezbiyenlere dair konular, ve daha birçok konu ausZeiten, kendini kadınlar için feminist bir proje olarak tanımlar. Kurumun sürekliliği, Bochum’da böyle bir kurum isteyen kadınların maddi ve fikri desteğine bağlıdır. ausZeiten masraflarını özel bağış gelirlerinden ve kullanıcı kadınların katkılarından karşılar. Josephienenstraße 71 . 44807 Bochum Tel: 0234 - 50 32 82 Bağış hesap numarası: Sparkasse Bochum . BLZ 430 500 01 . Hesap no 14 11 271
Çeviren: Ogün
ALMANYA ESCiNSELLER DERNEGi (SVD) Almanya (erkek) Eşcinseller Derneği, tüm Almanya’yı kapsayan, doğal yurttaşlık haklarını savunan politik bir dernektir. Bu dernek 1990 yılında eşitlikçi eşcinsellerce zamanın Doğu Almanya’sında Leipzig kentinde kuruldu. Kısa adı SVD (Schwulenverband in Deutschland) olan bu dernek, toplumda eşcinsel azınlık için eşitlik, toplumda yeralma ve toplumla bütünleşmeyi destekliyor. Ülke çapında kişisel ve tüzel üye sayısı oldukça yüksek olan SVD, çalışmalarını 8 eyalette alt derneklerle yürütüyor. Bunun yanısıra SVD aynı ad altında birçok yörel ve bölgesel derneklerden oluşuyor ve International Lesbian and Gay Association (ILGA)’ya, Alman Sadakacı Çalışma Grubu (ado)’na, Almanya Eşitlikçilik ve Sosyal Yardım Derneği (DPWV)’ne ve en önemlisi Almanya AIDS’le Savaş (DAH)’a üye bir organizasyon. SVD genel olarak ülke bütününde ve eyaletler düzeyinde, şu konularda yoğun çalışmalarda bulunmaktadır: • Eşcinsellere yönelik ayrımcılığı önleyici yasaların çıkarılmasına dair çalışmalarda bulunmak, • Eşcinsel çiftlerin yasa önünde, eşcinsel olmayan çiftlerle eşitliğinin, aynı hak ve özgürlüklerden yararlanabilmelerinin yasal yollarla güvence altına alınmasını sağlamak, • Eşcinsellere yönelik saldırı ve sataşmalara karşı önlem alacak düzenlemeleri getirtmek (SVD bünyesinde bir yardım ve danışma telefonu, saldırya uğramış eşcinsellere sürekli hizmet vermektedir.), yabancı uyruklu eşcinsellerin topluma uyumunu sağlayıcı önlemler almak ve özellikle eşcinselliklerinden ötürü kendi ülkelerinde (Romanya, İran, Kıbrıs Rum Kesimi’nde olduğu gibi) hapis veya ölüm cezası tehlikesiyle karşı karşıya olan kişilerin Almanya’ya iltica edebilmeleri için çalışmalar yürütmek, • HIV ve AIDS’li, kendi başlarına terkedilmiş, yardıma muhtaç kimselere gerekli sosyal hakların tanınmasını sağlamak, • Yaşlı eşcinsellerin diğer eşcinsel camiaya entegrasyonu için çalışmalar yürütmek (Gay & Gray-bu proje geçtiğimiz yaz aylarında ünlü bir sigara markası WEST tarafından destek bulmuş ve Christopher Street Day şenliklerinde büyük reklam kampanyaları ilgi çekmişti). SVD, bu çabalarda bulunurken elindeki tüm olanakları kullanıyor. Bunlardan en önemlisi, Alman Federal Parlementosu’ndaki bir milletvekili. Bu kişi kendisini açıkça bir gay olarak tanıtmaktadır ve aynı zamanda SVD’de aktif bir üyedir. SVD bu milletvekilinin partisi olan Yeşiller Partisinden yukarıda sayılan projelerin gerçekleşmesi yolunda teşvik görmektedir.
TÜRK-GAY Federal Almanya’da günümüzde 2 milyona yakın Türkiyelinin buradaki en büyük yabancı kökenli kitlesini oluşturduğu biliniyor. Bu aynı şekilde Köln kenti için de geçerli. Köln, Almanya’da eşcinsellerin başkenti durumunda.
KAOS GL 26/19
Bu bağlamda SVD, en yeni projelerinden biri olarak geçtiğimiz Mart ayından bu yana Köln’de Türkiyeli erkek eşcinsellerden oluşan bir gruba önayaklık etmektedir. Kendilerine TÜRK-GAY adını veren ve yaşları 16 ile 40 arasında değişen Türkiyeli eşcinseller iki haftada bir Almanya’nın değişik kentlerinden gelip toplanıyorlar, birbirlerini tanıyıp, sorunlarını anlatma, tartışma olanağı buluyorlar. Bu tür toplantıya gelemeyen veya gelme cesareti olmayanlar için de Ekim ayından itibaren eğitilmiş bir telefonla danışma ekibinin oluşturulması düşünülüyor. Haziran ayında Christopher Street Day şenlikleri dolayısıyla düzenlenen gösteri yürüyüşünde ilk kez kendilerini gösteren TÜRK-GAY’ler bundan böyle mümkün olduğunca kendilerini tanıtmayı istiyorlar. Almanya’daki Türk toplumunun genelinin sosyal, kültürel ve diğer bir çok gelişmeden kendini soyutlamış olduğu bilinmekte. Eşcinsellere yönelik saldırıların çoğunda bilgisiz Türk gençlerinin veya Türk çetelerinin imzası var. Bunun yanısıra en ufak doğal özgürlüklere bile taviz vermeyen ailelerin içinde yetişen eşcinsellerin durumu da oldukça zor. Tüm bu sorun ve zorluklar için TÜRK-GAY tanıtıcı ve bilgilendirici, önyargıları bileyici girişimlerde bulunmayı planlıyor. AIDS konusunda özellikle Türk gençlerinin ilgisizliği ve vurdunduymazlığı da TÜRK-GAY’in diğer bir çalışma alanı olacaktır. Bunun dışında TÜRK-GAY Avrupa’daki diğer Türk gay ve lezbiyen gruplarla (Lambda-İstanbul, KAOS GL, IPOTH) iletişim halinde ve bu iletişim ağını büyütmeye, sıklaştırmaya çalışıyor. Özellikle Türkiye’deki eşcinsellerden büyük ilgi gören TÜRKGAY, kendi olanaklarıyla ve diğer grup ve kişilerin yardımıyla Türkiye’de eşcinsellik, Türk eşcinseller ve Türk yazılı basınında eşcinseller (eşcinsellik) vb. konularını içeren bir arşiv oluşturmayı istiyor. TÜRK-GAY’le ilgilenen veya yazışmak isteyenler için yazışma adresi: TÜRK-GAY c/o SVD Postfach 10 34 14 D-50474 KÖLN ALMANYA
FAX: 00.49.221.240 41 95 e-Mail:
[email protected]
SVD ve TÜRK-GAY hakkındaki bu bilgi TÜRK-GAY tarfından hazırlanıp gönderilmiştir.
İsveç tıp dergisi Laekartidningen, İsveç’te ilk defa bir kadından diğerine, HIV bulaşmış olduğunun Stockholm’de bir hastanede tesbit edildiğini bildiriyor. Bu yolla HIV bulaşımı hakkında çok az bilginin olduğunu Didem 25. Sayımızda “Lezbiyenler AIDS olmaz mı?” başlıklı yazısında söylemişti. Bilgi yok ama korunma yollarını bilmediğimiz bir tehlike söz konusu. Yine geçen sayımızdan hatırlayacağınız RFSL’nin (İsveç Gay&Lezbiyen Hakları Federasyonu) HIV Sekreterliği dünyada bir çok HIV+ lezbiyen bulunduğunu, virüslerin erkeklerden, şırıngalardan veya kadın kadına birlikteliklerden kapıldığını bildirmiş.
Kaynak:
[email protected]
KAOS GL 26/20
YAŞAMIN İÇİNDEN KARTPOSTALLAR.… gay, 21, öğrenci Öyle insanlar vardır ki, Doğanın onlara doğuştan verdiği Bir tek kusurun damgasını taşırlar Oysa bunlar suçlu değildirler; Çünkü doğanın onları neden böyle yarattığı bilinmez Bir tek kusurun lekesini taşıyanlar İnsanlığın en erdemlileri arasında olsalar da Bu tek kusur yüzünden herkesçe ayıplanırlar SHAKESPEARE, Hamlet Güneyde sıcak, tozlu ve denizsiz bir kentte 75 yılında doğmuşum, çok çocuklu ve yoksul bir ailenin son çocuğu olarak. Çok kıllı bir bebekmişim, kırk günlükken dişlerim çıkmaya başlamış. Son çocuk olduğum için biraz şımartılmışım, annemin dizinden ayrılmak, sokakta oynamak istemezmişim. Çok tatlı bir çocuk olduğum söyleniyor. Uzun kirpiklerim, kocaman gözlerim, dolgun yanaklarım varmış. Bütün gün elindeki oyuncaklarla vakit geçirebilen, uysal bir çocuk. Komşu kadınlar gelip beni sever, yanaklarımdan ısırırlarmış. Bir süre sonra yalnızca onların değil, başkalarının da dikkatini çekmeye başlamışım. Bundan sonrasını hatırlıyorum. Alt katta çok kalabalık bir aile otururdu ve onaltı, anyedi yaşlarında iki oğulları vardı. Yaşlarına göre iriyapılı, saldırgan, kavgacı tiplerdi. İkisinden biri beni tek başına yakaladıklarında elimden tutup, bir köşeye çekerlerdi. Yaşlarının verdiği azgınlıkla beni dudaklarımdan uzun uzun öper, küçük bedenimin her yerini okşayıp sıkarlardı. Dillerini boynumda, yüzümde gezdirirlerdi. Olanlar bununla kalmadı. Üzerime çıkar, beni sikme taklidi yaparlardı. Penislerini çıkarıp, bana tutturur, öptürürlerdi ve sonuçta o beyaz sıvı. Hep titrediğimi, her yanımı ıslak hissettiğimi anımsıyorum. Tıpkı evde bir sürü erkek kardeşim olmasına rağmen ablamla birlikte oynamak istediğim gibi, dışarda da etraf erkek çocuklarla dolu olsa da ben kızları seçtim. Onların yanında çok rahattım, erkek çocukların yanındaysa hep ürkek, çekingen ve yalnız. İş yalnızca kızlarla evcilik oynamakla kalmadı, onlar gibi giyinmeye başladım. Elbiseler, etekler giyip, tırnaklarıma oje sürerdim. Bunları çevremdekilere göstermekten, beğenilmekten çok zevk alırdım. Büyüklerden buna kızanlar da vardı, çocukluk diye gülüp geçenler de. Ama artık, ben kızılan, yapılmaması gereken işler yaptığımı anlamıştım. Bir süre annem ve özellikle babamdan saklanarak bunları sürdürmeye çalıştım, sonunda hepsini bırakmak zorunda kaldım. Bunlar küçüklüğümden hatırlayabildiklerim.
Biraz büyüyünce elbette herşey değişti. Babam çok despot bir adamdı, ondan hala çekinirim. Başta o ve büyük abim, bu yakışıksız gidişe bir son vermeye karar verdiler. Okulda, evde, sokakta, heryerde üzerimde dehşet fırtınası estirildi. Yürüyüşüm, gülüşüm, oturuşum, herşeyim değiştirildi. Yaptıklarım bir erkeğe yakışır olmalıydı, kız gibi olmamalııydım. Sonuçta bir özdenetim mekanizması kurudum. Hareketlerimin yaşıtım diğer erkekler gibi olmasına dikkat ediyordum. Babam, Zeki Müren gibi bir evlat istemiyordu. Muhallebi çocuğu, çıtkırıldım biri olmamalıydım. Uzun zaman beni, benim olmayan bir hayatı yaşamak zorunda bıraktılar. Ortaokul ve lisede önde duran, insanların kafasında kalan, çok çalışkan (inek), ağır başlı, efendi bir görüntüm vardı. Futbol, basketbol gibi erkeklerin birlikte yaptıkları hemen her uğraştan uzak durdum. Beden eğitimi derslerinden ölesiye korkardım, hoca hiç durmadan beni aşağılardı. O sıralarda bana yaklaşanların, bende bir gariplik hissettiklerini anımsıyorum. Söylenen en korkutucu şey “kız gibisin”di. Bu bana iğne gibi batardı. Bunu daha çok kızlar söylerlerdi. Erkekler bunu söylemenin bir erkek için ne ağır bir hakaret olduğunu bilirlerdi ve belki de (bazıları) benzer bir hakarete uğramaktan korktukları için bunu pek söylemezlerdi. Gerçi çevremde erkekten çok daha fazla sayıda kız vardı, sebep bu da olabilir. Lise yıllarında insanlar çok acımasızdılar; sanki herşey bir eşcinseli ezmek için kurulmuş gibiydi. Bir keresinde sınıfta benim anormalliğim üzerinde topluca konuşulmuş, erkek olmayı beceremediğim söylenmişti, öğretmen müdahale ederek konuşanları susturmuş, arkadaşlarınız hakkında böyle şeyler söylemeyin demişti. Bir kız arkadaşım “diğer erkeklere benzemeye çalışıyorsun ama olmuyor” derken belki de gerçeği söylüyordu. Çevremde gördüğüm yaşıtım erkeklerle kendi aramda yakın bir bağ kuramıyordum. Hep onlar gibi olmaya çalıştığım, onlara özendiğim için bazıları, erkekliklerini öne çıkaranlar, gözümde erişilmezleşiyorlardı. Bir tanesine deli gibi aşık oldum, hep yanında olmaya çalıştım. Her türlü aşağılanmaya, itilmeye razı olarak. Türlü şaklabanlıklarla sonunda ona kendimi sevdirdim. Onun yanında olmak, hep kendimi frenlemek anlamına geliyordu. Nefesini, tenini hissediyor ama hiç bir şey yapamıyordum. Çok güzel bir vücudu vardı ve her fırsatta soyunurdu. Yaz tatillerinde birlikte vücut geliştirme salonlarına giderdik. Sıska, çelimsiz vücudum genişlerken, erkekliğim de artacaktı. Ama öyle olmadı, erkek bedeninin nasıl güzel olacağı, nasıl geliştirileceği üzerinde dururken, sonunda o bedenlere aşık oldum. Onunla birlikte vücut çalışmak, onun benim sıska bedenimle dalga geçmesini dinlemek zorunda oluşuma rağmen tam bir görsel ziyafetti. Bedeninin her noktasını ezberlemiştim, hala belleğimde. Sık sık birbirimizin evlerine gidip gelirdik. Gece yatarken, ona, uyandırmadan
KAOS GL 26/21
dokunmaya çalışır, en azından seyrederdim. Evden gittikten sonra ona verdiğim giysileri koklayıp, ağlardım. Ona olan yakın ilgim dikkatini çekti ve çok rahatsız oldu. Yanına sıkça gitmemi, fazla yaklaşmamı yasakladı. Hiç durmadan beni aşağıladı, sonunda da kendinden nefret ettirdi.
derginin yayınlandığını öğrendim. Bir süre kitapçılarda dolaştıktan sonra, sonunda buldum. Dergiye gerçek bir hazine bulmuşçasına sarılmıştım. Söylenen herşeyin üzerinde düşünüp yakıp bir-iki dostumla tartışıyorduk. Böyle insanların varlığı ve bir eşcinsel dergisinin çıkması beni bu insanlara katılmaya yöneltti. Önce bir mektup Saygı görmek istiyordum, adam yerine konmak. yazdım ama mektubun cevabı gelmeden KAOSçularla Öyleyse erkek gibi davranacaktım. Bazı kızlarla çıkma okulda yaptıkları bir panelde tanıştım. Gördüğüm insanların girişimlerim oldu. Uzaktan seyrettiğim erkekler karşıma bu yapmacıksız sevecenliği, dürüstlüğü ve idealistlikleri beni kez rakip olarak çıktı. Rolümü iyi oynamaya çalıştım. Ama çok etkiledi. Telefonlaşıp, birlikte yemek yiyerek ve hepsinin sahte, yapma olduğunu unutmadan. Tüm ardından her hafta Pazar günleri yapılan toplantılara çabalarıma rağmen bir türlü bakışlar, söylentiler peşimi katılmaya başlayarak KAOS grubuna girdim. Artık yalnız bırakmıyordu. Birgün okulda su içmek için bir sınıfa değildim, benim gibi hisseden, benimle ortak sorunları olan girdiğimde, sınıftaki erkek öğrenciler “erkek olmayanlar insanların arasındaydım. Artık kampüste tek başıma çaresizlik içinde kıvranarak, çimlerde sevişen çiftleri buraya giremez” demişlerdi. Babam doktor olmamı dişlerimi sıkarak seyretmek zorunda değildim. Benliğimin istiyordu, benimse buna hiç gönlüm yatmıyordu, babam en derinlerine işlemiş yalnızlık, itilmişlik, sevilmeme kızarak “bir insan önce erkek olacak” demiş, beni ağlatmıştı. duygularından kurutlmuştum. KAOS Sonunda anne-babamın yaşadığı kentten toplantıları benim için bir terapi işlevi ayrılıp, üniversiteye başladım. Önceleri KAOS toplantıları benim görüyordu. Konuşurken kekelemekten, yaşamımda pek bir şey değişmedi ama için bir terapi işlevi olur olmaz her yerde pancar gibi dışarıda bir yerlerde ibnelerin yaşadığını, görüyordu. Konuşurken kızarmaktan yavaş yavaş sıyrılmaya buluştukları mekanların olduğunu kekelemekten, olur olmaz başlamıştım. En güzeli de ortak bir çaba duyuyordum. Ancak kendimi kısıtlamaya, her yerde pancar gibi duygularımı bastırmaya devam ettim. ile bir iş gerçekleştirmek, güzel bir şeye kızarmaktan yavaş yavaş Hayalim notlarımı yüksek tutup, burs bulup emek vermek, bana işe yarama, kendimi sıyrılmaya başlamıştım. En yurt dışına çıkmaktı. Kendimi öyle yararlı hissetme duygularını aşıladı. güzeli de ortak bir çaba ile sıkmıştım ki, sonunda evde durup dururken KAOS grubunda yaşadığım birliktelikler sinir krizleri geçirmeye, yastıkları ısırıp, bir iş gerçekleştirmek, güzel de aynı zamanda benim cinselliğimi keşfetmeme, yaşamda başka hiç birşeyin suratımı tokatlayıp, kafamı yumruklamaya bir şeye emek vermek, bana yerini tutamayacağı cinsel doyumu, başladım. Hiç durmadan dudaklarımı işe yarama, kendimi yararlı beğenilmeyi, sevilmeyi yaşamamı yiyiyordum, saçlarım dökülüyordu. Rahat hissetme duygularını sağladı. Sanırım yavaş yavaş yaşam konuşamıyor, bazen kekeliyor, aşıladı. çizgim beliriyor. Eski yaşantımla yutkunuyordum. Çok sık, bazen kendi karşılaştırdığımda, şimdiki özgürlüğümün değerini kendime ortada hiç bir neden yokken kızarıyordum. Bu anlıyorum, ama daha fazlasını istiyorum. Yalnız kendim için lisede başlamıştı ve hala sürüyordu. Artık dayanamıyordum. Duygularımı bastıramıyordum. Yakın bir dostuma sorunumu değil, herkes için. Bunun da yalnız benim bireysel çabamla anlatmakla işe başlamaya karar verdim. Bir kaç kez söyleme gerçekleşemeyeceğini biliyorum. Ne mutluluk ne de girişiminde bulundum ama başaramadım. Bir gün onun özgürlük pencereden içeriye dalmıyor. Onları elde etmek evinde otururken, artık zamanı geldi diye düşündüm. Zangır için uğraşmak, savaşmak gerekiyor, hele de bir zangır titriyordum, gözlerimi utancımdan gizleyerek “ben eşcinselseniz. homoyum” dedim. Bir süre yalnızca bu arkadaşım bildi. Daha sonra çevremde daha fazla insana söyleme cesaretini Şimdi bir yıl öncesiyle ilgisi olmayan bir insanım. buldum. Kitapçılara gidip eşcinsellikle ilgili kitaplar Bunu uzun zamandır yakınımda olan insanlar daha iyi edinmeye çalıştım. Çevremde eşcinselliğimi bilen bu bir kaç gözlemleyip anlatabiliyor. Eşcinsellerle kurduğum ilişkiler, karşıcinsel dostumun, bu dönemi göğüslememde çok karşıcinsel dostlarımla olan yakınlığımı da arttırdı. Artık destekleri oldu. Okuduğum kitapların da eşcinsellik, onların karşısında yalancı kişiliğimle değil, gerçek, eşcinsel Türkiye’de eşcinseller konusundaki bilgisizliğimi ben olarak varım. Bu da arkadaşlıklarımın derinleşmesine azaltmamda yararları oldu. Her ne kadar, “ben bir yol açtı. Yazıma yüzyıllar öncesinden gelen bir çığlıkla eşcinselim” diyebildiysem ve böylece de dışarıya açılma başlamıştım, ona bir karşılık vermek istiyorum. Artık biz sürecimi başlatmış olsam da tanıdığım bir eşcinsel yoktu. kendimizi kusurlu, lekeli, sakat insanlar olarak görmüyoruz. Tanıdığım, açık fikirli olduğunu bildiğim bir asistanla çeşitli Artık utanç bitti, saklanmak, korkmak, gözyaşları yok. Artık konulardan konuşurken, konu benim açmamla eşcinselliğe açığa çıkıyoruz, binlerce yıldır iğrenç toplum ve ahlak yöneldi ve böylece bir gayle tanışmış oldum. Onunla kurallarının maskelerini düşürerek. Erkeğin erkeğe, kadının konuşmalarımızda kafamdaki kalıpların yıkılmasını, kadına özgürce, kaygısızca, sakınmadan sarılacağı güne kadar durmak yok. eşcinselliği insanların benim düşündüğümden farklı algılayabildiklerini gördüm. Ondan KAOS GL diye bir
KAOS GL 26/22
George L. Mosse Derleyen ve Çeviren : emil Erkeklik, gerek burjuva toplumunun gerekse ulusal ideolojilerin kendilerini tanımlarken dayandıkları bir kavramdı. Onsekizinci yüzyılda ortaya çıkan, ondukuzuncu yüzyılda etkisi, gücü artan ahlâk ve görgü kurallarınn yanında, modernleşmenin tehlikelerine karşı mevcut düzeni korumakta kullanılan bir kavram. Bunların yanında erkeklik ulusların maddi manevi yaşam güçlerini de simgeliyordu. Ulusların erkek kahramanları vardı da, kadın kahramanları yok muydu? Elbette ki vardı ancak onlar erkekler gibi canlı, hareketli olarak değil sakin ağırbaşlı olarak gösteriliyorlardı. Kadınlar ilerlemeyi değil değişmez değerleri temsil ediyorlardı. Erkekler ulusların kaderlerini belirlerken kadınlar arkada kalıp onlara destek çıkıyorlardı. Avrupa’da ideal erkeğin somutlaşmış tasvirini eski Yunan heykellerinde buluyoruz. Kadın tasvirleri ise geleneksel Meryem Ana resimlerine göre biçimlendiriliyorlardı. erkeklik değişen bir dünyada soylu şövalye ruhunu, erdemlilik ve diğer bazı davranışları için kaynak olarak kullanmakla birlikte yeniçağda ortaya çıkan bir burjuva kavramıydı. Fransız Devrimi Savaşları sırasında, İngiltere, Fransa ve Almanya’da toplumun orta katmanlarından gelen çok sayıda gönüllü, erkekliklerini kanıtlamak için savaşa koşmuşlardı. Bu benzeri görülmedik gelişme erkeklik idealine iktidarı ele almakta olan burjuvanın kendi tasvirinde önemli bir yer sağladı. Bu dönemde, Alman bağımsızlık savaşlarının şairleri erkekliği övüyor, erkekliğin gücünü, egemenliğini, gaddarlığını vurguluyorlardı. Erkeklik, burjuva toplumu için yalnızca ekonomide değil, toplumsal ve cinsel yaşamda da zorunlu olan işbölümünü destekliyordu. Erkeğin ve kadının rolü net bir şekilde ayrılmalıydı, çocuklar ise kendilerine özgü bir yere konulmalıydı. Aile içinde iş bölümünün, erkek ile kadın arasındaki ayrımın modern çağda zorunlu olduğu sürekli yineleniyordu. Dr. Albert Boll, kadın hakları hareketlerine sempati duymasına rağmen, kadının erkekleşmesinden, erkeğin kadınlaşmasından şikayet ediyor, eğer kültürün zenginleşmesi isteniyorsa cinsiyet ayrımının sürdürülmesi gerektiğini söylüyordu. Erkek-kadın ikiliğinin tehlikeli
olduğunu görmek seksologların en hoşgörülüsü olan Havelock Ellis’i dehşete düşürüyordu. Burjuva davranış normlarını eleştirenler ya da erkek ve kadın için çizilen etkinlik sınırlarını çiğneyenlerin anormal, toplum için tehdit oldukları sonucuna varılıyordu. Alışılmış suçlular, cinsel sapık diye adlandırılan insanlar, yabancılar (birçok Alman için Fransız erkekleri az erkektirler) ve cinsel rolleri birbirine karıştırmakla suçlanan Yahudiler bu gruba giriyorlardı. Cinsel sapkınlık, orta sınıf için alt sınıfların huzursuzluğu kadar, aristokratların kibirliğinden ise çok daha fazla tehdit oluşturuyordu. Eşcinsellik bu konuda özellikle yararlı bir örnek. Eşcinsellerin yalnızca cinsiyetlerin karışmasını değil, cinsel aşırılığı da simgelediği düşünülüyordu. 19. yüzyılın başında eşcinsellik her çeşit ayaklanma ile ilintilendiriliyordu. İngiltere’de, Fransız Devrimi Savaşları sırasında eşcinseller düşmana yardım etmekle suçlanıyorlardı. Almanya ve İngiltere’de ahlaki değerleri belirleyen Protestanlığa karşın Katolik kilisesinin cinsel sapkınlıklara yönelik değişen tutumunu incelemek aydınlatıcı olacak. Katolik tanrıbilimi erkekliğin böylesine önem kazanmasından önce normal ile anormal arasında değişmez bir çizgi çekmemişti. Eşcinsellik, tanrısal düzene, dolayısıyla da doğaya karşı işlenen bir suç olarak görülüyordu. Eşcinsellik tanrının öfkesine ve gazabına, ayaklanmalara, devrimlere neden oluyordu. Lut peygamberin kenti, kentteki bazı insanların bu sapıkça ahlaksızlığından ötürü tanrının öfkesi ile yokolmuştur. Homoseksüel terimi tıp bilimince bulunmuş, daha önce erkekler arası ilişkiler için kullanılan sodomite’nin yerini 19. yüzyılın ikinci yarısında yavaş yavaş almıştı. Katolik tanrıbilimcileri ise hala eşcinselliğin biyolojik yönü üzerinde duruyorlardı. Onlar için önemli olan eşcinsellerin yatakta heteroseksüel ilişkilerdeki pozisyonları alıp almadıkları, kimin hangi pozisyonda olduğu (kadının pozisyonunu alan erkek, diğer erkeğe göre çok daha sert cezalandırılıyordu) ve de cinsel birleşmenin olup olmadığıydı. Katolikliğin günahları sınıflandırması,
KAOS GL 26/23
eşcinsellik gibi hor görülen sözde sapıkça ahlaksızlık için nedenlerinden, sonra da gözlenebilecek belirtilerinden bile geçerli oluyordu. İki erkeğin sevişmesi eğer birleşmeyle bahsediyordu. Dış görünüşün her zaman yapılan ahlaksızlığı bitirilmemiş ise, erkek dölünü boş yere harcayan ele verdiğini düşünüyordu. Kişiyi belli eden özellikler mastürbasyondan daha ölümcül bir günah olabiliyordu. arasında kızarmış gözler, zayıflık, bunalım nöbetleri ve dış 19. yüzyılın ilerleyen yıllarında toplumsal bir sorun görünüşe özen göstermemek vardı, bu liste de uzadıkça diye eşcinselliğe en fazla dikkati çekenler doktorlar uzuyordu. Müller tüm cinsel sapkınlıkları ilintilendirmeyi olmuştu, bir ölçüde de normalliğin korunmasında papazların denedi. Örneğin, mastürbasyonun eşcinselliğe neden yerini almışlardı. 19. yüzyılın sonuna doğru Proust’ın olduğunu öne sürüyordu. Sodomi ve mastürbasyon eşcinsel karakterlerinden biri durumu özetliyordu: “Beni iktidarsızlığa dolayısıyla da nüfus azalmasına neden dinleyen rahip söyleyecek hiçbir şey bulamadı, doktorum oluyordu. Bu tür ahlaksızlıkları yapan erkek ve kadınlar, ya ise akıl hastası olduğumu söyledi.” ahlak duygusundan ya da yurttaşlık sorumluluğundan Eşcinselliğin tıp bilimince çözümlenmesi, normal yoksundular. Bu insanların bedenleri gevşek ve güçsüz ile anormal cinsellik arasında kesin bir çizgi çekilmesini olurdu. kolaylaştırdı. Sodomiye karşı yasaların uygulanmasına adli Yarım yüzyıl sonra Androise Tordieu kitabında kadınsı dış görünüş ve hastalıklı bir vücudun eşcinsel bir tıp, yargıç ve jüriye eşcinsellerin tanınmasında kullanılmak erkeğin özellikleri olduğunu yazıyordu. Bu “hastalığın” için bir örnek tip vererek yardımcı oldu. nedeni denetimsiz düş ve imgelemlerdi. 19. yüzyıl ortasında 19. yüzyılın başında Aydınlanma düşünüşü adli tıp üzerine belki de Almanya’nın en ünlü otoritesi olan eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasını desteklemiştir. (diğer ülkelerde de nüfuz sahibiydi) Johann Ludwig Casper 1810 Napolyon yasaları yalnızca çocuklara tecavüz ve ırza diğer bedensel hastalıklar için geçmeyi cezalandırıyordu. Ancak eşcinselliği suçlamayı reddediyordu, yüzyılın sonuna doğru yasalar tekrar Cinsel sapkınlık, orta sınıf için alt ancak o da eşcinsellerin görünüşünün, sertleştirildi. Devrim sonrasında vücud hareketlerinin tuhaf olduğunu Napolyon tarafından çıkartılan yasalar sınıfların huzursuzluğu kadar, İngiltere’ye hiç etki etmemişti, söylüyordu. Doktor P. Möbius aristokratların kibirliğinden ise eşcinseller için ölüm cezası (1903), Cinsellik ve Yozlaşma adlı çok daha fazla tehdit İngiltere’de ancak 1861’de, kitabında “çoğunlukla uzun ve çevik, oluşturuyordu. Eşcinsellik bu İskoçya’da ise 1889’da kaldırdı. yüzü asla çirkin değildir” diye tarif konuda özellikle yararlı bir örnek. ettiği sağlıklı insana karşı cinsel Prusya’da eşcinsellik için ölüm cezası 1851’de kalktı, yerine hapis cezası ve Eşcinsellerin yalnızca cinsiyetlerin sapkın örneğinin bedenini yerin dibine sokuyordu. Sağlık, erkeklikle yurttaşlık haklarının alınması getirildi. karışmasını değil, cinsel aşırılığı Bu Prusya yasası 1871’de da simgelediği düşünülüyordu. 19. özdeşleştiriliyordu. Adolf Hitler de ideal Almanı tarif ederken sürekli Almanya’nın birleşmesinin ardından yüzyılın başında eşcinsellik her “çevik ve uzun boylu” tabirini yeni ceza kanununun 175. paragrafı çeşit ayaklanma ile kullanacaktı. olarak Reich’ın yasası oldu. ilintilendiriliyordu. İngiltere’de, Möbius’dan uzun zaman İngiltere’de ölüm cezasının önce, hastalıklı ve ahlaksız insan kalkmasının 1885 Ceza Kanunu Fransız Devrimi Savaşları ortaya çıkmakta olan ulusal erkeklik değişikliği izledi, buna göre gizli ya da sırasında eşcinseller düşmana örneklerinin karşısına açıkta yapılan tüm eşcinsel edimler yardım etmekle suçlanıyorlardı yerleştiriliyordu. Erkeklik, güç ve cezalandırılıyordu. Bu tür edimler erkekleri mükemmel bir uyum ve “berbat ahlaksızlıklar” olarak ölçü duygusu ile dengelenen güneşten sırılsıklam Yunan adlandırılıyordu ve yargıçların bu konuda geniş bir karar heykellerince simgeleniyordu. İdeal erkek örnekleri özgürlüğü vardı. Eşcinsellik hakkındaki yasaların yaratmaya çalışanlar güzel erkek vücudunu erkekçe sertleştirilmesinin haklılığı Prusya’da dinsel, İngiltere’de ise erdemlerin belirtisi olarak görüyorlardı. Yunan güzelliği laik düzlemlerde savunuldu. Tıp biliminin eşcinsellerin kendini tutma, iffet ve namusluluk gibi burjuva değerlerin cezalandırılmasını onaylamamasına rağmen, halkın adalet içine yerleştiriliyordu. Klasik kahramanın Müller’in duygusu bunu talep ediyordu. eşcinselleriyle hiçbir ilgisi yoktu. Bu toplum dışına itilmiş Doktor Johann Valentin Müller 1796’da yazdığı The Outline of Forensic Medicine adlı kitabında egemen diğer gruplar için de geçerliydi. Yahudiler, deliler, suçlular, cinsellik anlayışına uymayanlara karşı tıp biliminin vs. tutumundan örnekler veriyordu. Müller değişik türdeki Ancak Yunan örnekleriyle burjuva değerlerinin eşcinsellikler arasında ayrım yapmayı, bazı türlerin birleşmesi her zaman kolay olmuyordu. Hölderlin ve diğerlerinden daha az iğrenç olduğunu reddediyordu. Ona Schiller’in her ikisi de Yunan güzelliğine olan göre ahlaksızlığın asıl yapıldığı ya da bitirildiği önemli hayranlıklarını aile ile değil, erkekler arası dostluk ile değildi, dikkat edilmesi gereken bunun kişisel, kamusal ilintilendiriyordu. Schiller üzerinde 1788’den 1803’e kadar sonuçlarıydı. O dönemde eşcinsellik üzerine yazan çoğu çalıştığı Maltalı St. John’un Düzeni adlı bitmemiş oyununda doktor gibi Müller de sapkınların teşhisi için mahkemelere Yunan tarzında kahramanca eylemi örnekliyordu. Oyunda yardım edilmesine karşıydı. Eşcinsellik hakkındaki tutkulu dostlukları tam ifadesini şehvetli eşcinsel aşkta yazılarda daha sonra standart olacak yaklaşım Müller’e aitti. bulan iki şövalye betimleniyordu. Oyun Schiller’in Kitabında önce eşcinselliğin varsayılan psikolojik ölümünden sonra başkalarınca tamamlanarak 1865 ve 1884
KAOS GL 26/24
yıllarında oynandı. İki şövalye arasındaki aşkı betimleyen sahneler atıldı ve Schiller’in müsveddesinde ikinci derece bir rol taşıyan bir Yunan kızının olduğu sahne genişletildi. Erkek ve kadın arasındaki aşktan farklı olarak erkekler arasındaki aşkın şehvetten yoksun olduğun düşünülüyordu. Buna rağmen, artık 18. yüzyıl Alman yazarlarının yazdıklarında çok geniş yer kaplayan erkekler arası dostulğa duyulan hayranlığa giderek artan bir şüpheyle bakılıyordu. Bazıları hala böyle bir bağı Almanya’nın birleşmesi için bir ön koşul olarak görüyorlardı. Bu kişiler, gerçek aşkın kişisel ilişkileri aşarak vatan sevgisine varması gerektiğini söyleyen Fichte ile aynı fikirdeydiler. Ancak saygınlık ve normallik kavramlarının zaferi ile birlikte bu tür dostluk ilişkilerindeki samimiyet ve duygusal dil saldırıya uğramaya başladı. Dikkati çeken potansiyel homoerotizm tehlikesine rağmen, Yunan güzellik ve dostluk ideallerinin atılmayıp heteroseksüel aşkına uyarlanmasıdır. 19. yüzyılın ilk onyıllarında erkek güzelliği sonsuz güzeli simgeliyordu ve hasta bir dünyayı iyileştirmeyi vaadediyordu. Schiller, 1795’de güzelliği erkekleri vahşilik ve yorgunluğun aşırısından koruduğunu düşünüyordu. 19. yüzyılın en önemli Alman estetikçisi Friederich Theodor Wicher güzellik ve erkekliğin görevinin kaosu önlemek olduğunu söylüyordu. Güzel ve uyumun, tutkuları denetim altında tutacağını düşünürdü. Fransa’da yazar Henri de Motterland spordan çelikleşmiş kaslarını sergileyen bir erkeğin vücudunu seyrederken nasıl “düzen ile sarhoş” olduğunu anlatıyordu. Rupet Brooke’a göre ise hem entellektüeller hem de eşcinseller bedensel ve zihinsel temizlikten yoksundular. Onlar kirli şarkıları ve kasvetli, sıkıntılı halleriyle yarı erkektiler. Erkeklik düşüncesi, kendine malettiği Yunan erkek güzelliği standartlarıyla birlikte ulusal simge ya da örnek olarak Avrupa uluşçuluklarının hizmetinde kullanılmıştı. Yunan erkek heykellerindeki erotizm bir kenara atılarak, uyum, ölçü ve aşkın güzelliği vurgulanıyordu. Erkekliğin, her şeyin değiştiği bir zamanda değişmez değerleri, ayrıca dinamik ama düzenli değişim sürecinin kendisini temsil etmesi bekleniyordu. Bunu yaparken de ona uygun bir ereğin yol göstermesi gerekiyordu. Örnek erkek tiplemisinin karşısına sinirli, değişken mizaçlı, eşcinsel ve mastürbasyoncunun çirkin tasviri koyuluyordu. Bu insanlar, dış görünüşü tıp biliminin ahlaki ve estetik yakıştırmaları sayesinde her zamankinden daha acımasızca resmediliyordu. Eşcinsel ve mastürbasyoncunun çirkin tasviri modern zamanların getirdiği hızlı değişimlerin ortaya çıkardığı uluşçuluk ve saygınlığa dönük tehdidin önemli bir simgesi olmuştu. 19. yüzyıldan başlayarak uluşçuluk ve saygınlığın muhafızları, büyük kentin, sahte ve kıpır kıpır bir çağın bu görünürkeni merkezinin, kendilerini tehdit ettiğini hissettiler. Büyük kentler yabancılaşmaya, dizginsiz cinsel isteklere neden oluyordu. Casper, sodominin İtalyan kentlerinde artmasının nedeninin bu olduğunu söylüyordu. Büyükşehir ormanındaki karanlık ve derin ormanlarının eşcinsellik ve mastürbasyon için zemin hazırladığı düşünülüyordu. Kent, toplum dışıların, yani Yahudilerin, suçluların, delilerin, eşcinsellerin yuvasıydı.
Berlin, Londra ve benzeri büyük kentlerde gerçekten de bir eşcinsel altkültürü vardı. Eşcinsel hakları lideri Magnus Hirschfeld tarafından yapılan bir incelemede (1904) Berlinli eşcinsellerin uğrak yeri olan klüp, restoran, otel ve hamamlar sıralanıyordu. Berlin, saygın toplumun dışında ya da uçlarında yaşayanların evi diye sunuluyordu. Eşcinsellere daha fazla özgürlük verilmesi için çalışanlar bile onlara kabul edilebilir bir erkeklik atfediyorlardı. Çünkü erkeklik, bedensel, zihinsel nitelikleriyle ulusun ayakta kalma savaşımına yardım ediyordu. Eşcinsel hakları için en önde savaşım verenlerden Benedict Friedländer kendini eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılmasının Alman ırkının savaş yeteneğini azaltacağını reddetmek zorunda hissediyordu. Birinci Dünya Savaşından önce bu konu Almanya’da hararetle tartışılmıştı. Acaba eşcinsellere daha fazla özgürlük verilmesi Alman askeri gücünü tehlikeye sokar mıydı? Herkes şehvet ve kadınsılığa karşı erkeksiliğin canlı tutulmasının ulusun sağlığı için zorunlu olduğu konusunda hemfikirdi. Richard von KrafftEbing mastürbasyon yapanların korkak ve kendine güvensiz olduklarını söylüyordu. Ayrıca açıkça bir ulusun tarihinde ahlaki çöküş dönemlerinin her zaman kadınsılık, şehvet ve lükse düşkünlük ile birlikte gittiğini öne sürüyordu. Bloch aşırılığa gitmeden yapılan mastürbasyonu onaylıyordu ama yine de mastürbasyona toplum için potansiyel bir tehlike gözüyle bakıyordu. Ona göre mastürbasyoncu yalnız kalır, çekingenleşir, gençliğin getirdiği coşkunluğunu yitirirdi, sinirli oluşu kalbine zarar verebilirdi. Mastürbasyon tüm cinsel sapkınlıkların dayandığı edimdi, mastürbasyoncu için geçerli olan eşcinsel için de geçerliydi. Özetle, bu tür erkek ve kadınlar toplum için birebir tehlikeydiler. Avrupa ırkçılığı, yozlaşma (degeneration) ve erkeklik kavramlarını benimsedi. Cinsel bakımdan yoz olarak görünen insanların kalıplaşmış tasvirleri hemen hemen eksiksiz biçimde özdeş korkular uyndıran “aşağılık ırklara” aktarıldı. Bu ırkların ahlak ve genle bir özdenetim eksikliği gösterdiği söylenirdi. Zenci ve Yahudiler aşırı cinsellikle yüklüydüler, onlarda aşırı şehvete dönüşen kadın duygusallığı vardı. Hepsi de erkeklikten yoksundular. Eşcinsellerin çoğunlukla kadınsı düşünülmeleri gibi bir cemaat olarak Yahudiler’in de kadın özellikleri sergiledikleri söylenirdi. Bir eşcinsel ve yarı yahudi olan Marcel Proust Geçmiş Zamanın Ardından (1913-27) adlı romanında eşcinsellerin Yahudiler gibi düşmanlarınca ahlaki ve bedensel niteliklerle kuşatıldığını yazıyordu. Proust, Yahudiler ve eşcinsellerin kendilerini bir topluluğun üyesi gibi hissettiklerine ve gruplarının diğer üyelerini sezgisel olarak tanıdıklarına inanıyordu. Proust’a göre eşcinsellik “tedavi edilemez” bir hastalıktı. Geçmiş Zamanın Ardından’a sinen duygu, işkence görenin işkencecisiyle işbirliği yaptığıydı, tıpkı Proust’un kendi “gizli ahlaksızlığı”na duyduğu nefret, kadınsı olarak görülmekten yaralanması ve kendi erkekliğini sorgulayan bir başka eşcinselle yaptığı düello, bunların hepsi onun “lanetli ırk”tan kaçmaya çabalamasının göstergeleridir. O zamanlar
KAOS GL 26/25
böyle bir tepki eşcinseller arasında az görülen bir olay bozukluğun kurbanlarına horlamayla değil merhametle değildi. bakılmalıydı. Tıp biliminin eşcinsellik düşüncesi, ondokuzuncu Havelock Ellis daha dürüst bir duruş almıştı. yüzyılda eşcinseli yerine oturtmuştu; eşcinselin sözde Eşcinselliğin, erkeğin enrjisini kişisel sorunlardan kamusala anormalliği artık yalnızca bireysel cinsel edimlerle yönelterek (ne de olsa eşcinseller ne evlenebilirler, ne de sınırlandırılmıyor, onun psikolojik yaradılışının, dış aile kurabilirlerdi) uygarlığı olanaklı kıldığına inanıyordu. görünüşünün ve vücut yapısının bir parçası olarak Eşcinsel cinselliğini teşhir etmemeli, saldırılara karşı da görülüyordu. Eşcinsellik kavramı mutlaklaşmış, saygınlığın korunmalıydı. Hatta, eşcinsel normal insandan daha fazla karşı savı olmuştu. Ancak, hekimler bilimsel olma değerli olabilirdi. Aslında, Ellis’in söylediği cinsel savındaydılar, ve de artık eşcinsellik üzerindeki bireysel edimlerin özel bir sorunu olduğu, kamusal yargının konusu olaylar üzerinde çalışıyorlardı. olmadığıydı. Sigmund Freud, çalışmalarını çok iyi bildiği, Viyanalı doktor Iwan Bloch’un eşcinselliğe yönelik kendinin psikanaliz kuramlarını da etkileyen bu değişen tutumu, seksolojinin toplumun eşcinsellere seksologlardan biriydi. Çağdaşları Freud’un gelenek olan bakışında yapabileceği değişikliğin bir belirtisiydi. Bloch, Latinceyi kullanmayı reddederek, cinselliği basit, ayrıntılı ilk önceleri yani eşcinsellik üzerine incelemesini ve açık bir dille anlatmasından etkilenmişlerdi. Ancak büyütmeden önce, eşcinselliğin kötü örneklerce teşvik Freud, ne erkek eşcinselliğine ne de lezbiyenliği yasallık edilen -birbirini öpen uzun saçlı erkekler gibi- sonradan kazandırmaya istekli değildi. Kadın ve erkek nesnelerine kazanılmış bir zevk olduğu şeklindeki geleneksel karşı aynı şekilde davranmak özgürlüğü yalnızca inanışdaydı. Bloch, Oscar Wilde’ın mahkum edildiği çocuklukta, toplumun ilkel dönemlerinde, tarihin erken duruşmada bulunmuş ve erkeklerarası ilişkilerde cinsel zamanlarında olanaklıydı. Olgunluk, kişinin kendini duyguların olmaması gerektiğini söylemişti. 1903’te kısıtlaması, cinsel ereğin tanımı yani heteroseksüellik eşcinsellere olan nefreti sürerken, 1906’da çelişkiye düşmüştü. Doğuştan demekti. Freud, kalıtsal olarak eşcinsel Hirschfeld’in üçüncü bir 19. yüzyılın ilerleyen yıllarında toplumsal bir sorun olanlar normal sayılıp, cinsin varolduğu savına, diye eşcinselliğe en fazla dikkati çekenler doktorlar ki bu cins diğer ikisiyle toplum ve devletçe kabul aynı haklara sahip edilmeliydiler. Bu cinsel olmuştu, bir ölçüde de normalliğin korunmasında karşı zevki sonradan kazanan papazların yerini almışlardı. 19. yüzyılın sonuna doğru olmalıydı, çıkıyordu. Doğuştan eşcinsellere Bloch pseudoProust’ın eşcinsel karakterlerinden biri durumu eşcinselliği kabul homosexuals (sahte eşcinsellerin eşcinseller) diyordu. özetliyordu: “Beni dinleyen rahip söyleyecek hiçbir şey etmekle, bulamadı, doktorum ise akıl hastası olduğumu kovuşturulmasına karşı Bunlar modernliğin çıkmakla birlikte, Krafftaşırılıklarını ve söyledi.” Ebing’in eşcinselin huzursuzluğunu bedenin erkek, ruhunun örnekliyordu. Eşcinselleri kadın olduğu şeklindeki sahte ve gerçek diye yapılandırmasını kullanmamıştı. ayırmanın ereği, eşcinselliği yasallaştırırken normallik, Freud’un eşcinsellere acıması onun kuramına anormallik şeklindeki sınıflandırmaları sürdürmekti. dayandırılan sert yargıların hafifletilmesine yardım Yirminci yüzyılın başında belki de en ünlü etmiyordu. Eşcinseller hastaydı ve çağdaş ekinin ne seksolog olan Richard von Krafft-Ebing benzer bir tutum değişikliği gösteriyordu. Önceleri, Krafft-Ebing eşcinsellleri sürdürülmesine ne de ilerlemesine katkıları olabilirdi. vücutlarındaki bozulma belirtilerinden tanıyabileceğini öne Freud’un 1908’de yazdığına göre uygarlık insanın sürüyordu, eşcinselliğin sadizm, mazoşizm gibi bir hastalık içgüdülerinden vazgeçmesi üzerine kurulmuştu. Bireyleri olduğuna inanıyordu. Bunlardan ötürü de zamanın en bir vazgeçişe yönlendiren ise erotik kökleriyle aile radikal cinsellik reformcusu Magnus Hirschfeld’in duygusuydu. Freud, eşcinselliği karşı tavır almıştı çünkü o kadın ve erkeğin varolan topluma uyum sağlamasına, saldırısına uğramıştı. Ünlü Psychopathia sexualis (1877) toplumun huşnutsuzluğunu gidermeye çalışıyordu. adlı kitabında Krafft-Ebing insanların içgüdülerine karşı Magnus Hirschfeld, seksologlar arasında en durmaksızın savaş verilmesi gerektiğini söylüyordu. Ancak köktenci olanıydı. Eşcinselliği, üçüncü cins, kadın ile erkek zaman geçtikçe Kraft-Ebing eşcinselliğe ödün vermeye arasındaki geçiş evresi olarak tanımlıyordu. Eşcinsellik, başladı. 1901 yılında, Magnus Hirschfeld’in cinsellik cinselliğin doğal bir şekliydi ve yasal olmalıydı. reformuna adanmış dergisinde Krafft-Ebing hayatının Eşcinsellerin görünüş ve davranışları normaldi, onlara asla çalışmasını yazıyordu. Cinsel sapkınlık eşcinselin suçu değildi. Eşcinsellik, doğa yasasına aykırı, bir tür yozlaşma sanki anormallermiş gibi davranılmamalıydı. Hirschfeld, olmasına karşın yine de entellektüel yetkinlik ve çok gerçek ve sahte eşcinsellik diye bir ayrım yapmıyordu. gelişmiş ruhsal yetilerle bağdaşabilirdi. Eşcinsellik Zamanlarının ahlak ve görgü kurallarına kesin bazılarınca sonradan kazanılabilirdi, diğerlerinde ise insan bağlılıklarına rağmen Bloch, Ellis, Hirschfeld ve Freud vücudunun yanlış işleyişinin bir parçasıydı ve bu yapısal eşcinsellik tartışmalarının yönünü değiştirmişlerdi. Eşcinsellerin deli ya da çürümüş oldukları savına karşı koyarak, gereğinden fazla katı ahlak kurallarının
KAOS GL 26/26
eşcinsellerin normal ve yaratıcı yaşamlar sürmelerine engel olduğunu söylemişlerdi. Seksologlar, eşcinsellerin yaşamlarını anlatırken onların topluma katkılarını çoğunlukla sanat ve edebiyatla sınırlamışlardı. Toplum dışına itilmiş tüm insanlar toplumun kendilerini kabullenmesi için uğraş vermediler ancak buna çabalayanlar erkekliğin ulusçuluk ve burjuva toplumu için ifade ettiği anlamı kavrayışımızı derinleştirebilir. Her şeyden önce, eşcinseller önüne gelenle yatan eşcinsel tiplemesine karşı cinsel ılımlılık savıyla ortaya çıkıyorlardı. Magnus Hirschfeld, 1904 eşcinselBerlin gezisi sırasında tekrar tekrar seksin eşcinseller arasında “normal” topluma göre daha önemli bir yeri olmadığını belirtiyordu. Cinsel saflık, temizlik saygınlığın temel istemlerinden biriydi ve eşcinselliği savunan hemen herkesçe de destekleniyordu. Bu kişiler, erkeksilik imgeleri iletmeye çabalamışlardı. Küçük ve seçkin bir okuyucu toplululğu için yazılan Corydon’da André Gide kendisi gibi eşcinseller için şöyle diyordu:”eğer onların dış görünüşleri üzerinde duruyorsam, bunun nedeni, kendilerini sağlıklı ve erkeksi göstermeleridir.” Önemli olan, bunların muhtemelen halkın önünde ilk kez eşcinsel deneyimin neşe ve mutluluk getireceğini ilan eden bir yazar tarafından söylenmiş olmasıdır. Ahlaksız’da (1911) Michel’in Baktir adlı genci gördüğünde olduğu gibi. Eşcinseller erkekliklerini kanıtlamak için birçok strateji kullandılar, sık sık yoldaşlık ruhunun onları en iyi askerler yaptığını öne sürdüler. Eski Yunan’da erkek sevgililerin omuz omuza dövüştüğü meydan savaşları bu savı doğrular görünüyor. Benedict Friedländer eşcinselliğin iyi işleyen bir orduya gerekli olduğunu söylüyordu. Die Renaissance des Eros Uranos (1911) adlı kitabında tüm normatif erkeklik ve saygınlık tanımlarını kabul ediyordu. Friedländer bu tür savları olan tek kişi değildi, ancak o savaşçı değerlere övgüsünü içine ırkçılığı alacak şekilde genişletmişti. Eşcinsellere dönük saldırıların, Aryan erkekliğini zayıflatmak amacıyla Yahudilerce yapıldığını yazıyordu. Irkçılık henüz Alman ulusçuları arasında egemen düşünce haline gelmemişti, ancak kendisi de bir Yahudi olan Friedländer ırkçılığı benimseyerek kabullenebilmek için gerekli herşeyi yapmış olduğunu düşünmüş olabilir. Bir toplumdışının, topluma giriş biletini bir başkası pahasına almaya çabalaması oldukça yaygın görülen bir davranış şekliydi. Friedländer’e göre toplumun eşcinseller için yarattığı birörnek Yahudilere daha uygundu. Normatif toplumca iki kez dışlananlar özellikle zor durumdaydılar, bu Friedländer gibilerin kabullenilmek için gösterdikleri çabayı katlamaların yolaçarken diğerleri, örneğin Yahudi ve eşcinsel olan Magnus Hirschfeld, insan haklarının güçlü savunucuları olmuşlardı. Almanya’da 1896 ile 1931 arasında Adolf Brand tarafından yayınlanan ilk eşcinsel dergi Der Eigene’de ırkçılığın saygınlık kazanmak için kullanımı sürekli bir konuydu. Birinci Dünya Savaşına dek yalnızca birkaç bin okuyucusu olanderginin tirajı Weimar cumhuriyeti sırasında, 150.000’e fırlamıştı. Dergide Cermen ırkına has güzellikte çıplak oğlan, genç erkek resimleri basılırdı. Brnad, “Süpermen” başlıklı bir şiirinde erkekliği övüyor, kadınsılığı yeriyor, Yahudi düşmanlığını kullanıyordu.
Bunun açık nedeni Magnus Hirschfeld ile eşcinsel hakları hareketi liderliği için kavgalı olmasıydı. Brnad, Hirschfeld’in eşcinselliğe tıbbi yaklaşımına karşı çıkıyordu. Eşcinseller anormal, acayip bir üçüncü cins değil erkekliğin çiçekleriydiler -Der Eigene Yunan güzellik ve kusursuzluk ideallerinin yeniden canlanışını destekliyordu. Brand cinsel saflığı vurguluyor, erkeklerarası aşkı tüm kültürel etkinlikler için önemli bir etken olarak görüyordu. Der Eigene’nin kabul edilmek için verdiği savaşımda bir tuhaflık vardı. Kendisinin varlığını borçlu olduğu Weimer dönemi hoşgörüsünü yeriyordu. Der Eigene milliyetçi sağı destekliyordu. Almanya, tüm erkekçe temizliğiyle yeniden yükselip savaş sonrası dünyanın ahlaki çürümesine son verebilirdi. Acaba Naziler Brand’ı tutuklamayarak onun sağa verdiği desteğin karşılığını mı ödüyorlardı. Daha sonra görüleceği gibi Heinrich Himmler’in eşcinselliğin zorunlu olarak Mönnerstaat’ı (erkekliğin ifadesini bulduğu durum) tahrip ettiği şeklindeki görüşü kabul edilecek ve Naziler sonunda bu tehdide bir son vermeyi kararlaştıracaklardı. Eşcinselliğin ırkçılıktan kaçınan savunucuları arasında bile bir ölçüde erkek saldırganlığı egemendi. almanya’dan ve ırkçılık ile milliyetçiliğin öyle sıkı sıkıya birleşmediği İngiltere’den örnekler bulunabilir. Eşcinsel olduğu hemen hemen kesin olan Sır Richard Burton binbir gece masallarını 1880’lerde İngilizce’ye çevirirken zevkle doğuda erkeklerin erkekçe ölçülere saygı duyduğunu, batıda yaygın olan sahte insanlıkçı tutumlarca bozulmadıklarını söylüyordu. T. E: Lawrence’da erkeksi doğu ile kadınsı batı arasında benzer bir zıtlık düşünecekti. Bir örnek daha vermek gerekirse, Saki diye daha iyi tanınan ve yine bir eşcinsel olan Hector Hugh Munro, toplumun Yahudilere ve kadınsı erkeklere olan önyargısını anlıyordu. Kendisi de kırk yaşını geçmesine karşın savaşa katıldı ve cephede vuruldu. Toplumsal değerlerin bu abartılı yansımaları, trajik bir kendinden nefreti gösteriyor, kabul edilen normlardan sapanlar üzerindeki toplumun baskısını ispatlıyordu. Gerçekte bu çabaların hiçbiri eşcinsellerin kabul edilmesine yardın etmedi. Gizli cinsel aykırılıkları nedeniyle toplumdan dışlanan Burton ve Munro gibileri normallik bahanesini canlı tuttu. Eşcinsellerin asimilasyonu çabalarına tanık olan bu çağ aynı zamanda burjuva saygınlığına karşı çıkan öncü yazar ve sanatçıların başkaldırısını da görüyordu. Orta sınıfın genç kuşağı içinde de benzer bir ayaklanma vardı ancak benzer bir etki yaratmadı. Burada bizi ilgilendiren edilgin bir protesto, bu protesto kendi düşünce ve hayallerini izleyen, duyguların dünyasına çekilen, her zaman sanatsal güzellik peşinde olan kadın ve erkekleri, sanatsal bakımdan yönlendirdi. İnsanlara ya da nesnelere ait olan bu güzellik zaman zaman güçlü erotik duygular anlatıyordu. Bu sanatçı ve yazarlar “düşkünlük” (decadence) sözcüğünü bir gurur nişanına, bir hareketin ismine dönüştürdüler. Bunu egemen değerlerin tersyüz edilmesinde ilk adım olarak gördüler. Bu düşkün (decadent) çevre bazı eşcinsel ve lezbiyenlere kimliklerini inkar etmek zorunda kalmadan bir kültürel davranış biçiminde birleşmek için ilk olanağı sağladı. Oscar Wilde ve Fransız lezbiyen
KAOS GL 26/27
yazar Renée Vivienne bu ortamda rahatlık buldular. Camille aşabiliyorlardı. Ancak bunu erkeklik ülküsünü Hugsmans ve Baudelaire gibi yazarların örneklediği yaşam benimseyerek değil, normalliğin varlığına, normal tarzı, tütsü kokusunun sindiği, insan ve sanat güzelliğine ait kavramına karşı çıkarak yapıyorlardı. erotik düşlerin doldurduğu, mumların aydınlattığı, havasız Düşkün tepki büyük ölçüde Fransa ve İngiltere ile sığınaklar sunuyordu. Saygın toplumca asimile edilmeyi sınırlı kaldı. Bir grup İngiliz eşcinseli düşkünlüğü Birinci reddeden bu aykırı insanlar erkekliğe ve erkeksiliğe Dünya Savaşı’ndan sonra canlandırmaya çalıştılar. tapınmanın bilinmediği geleceğin neredeyse kusursuz Dışavurumcular ve Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi toplumunu temsil ettiklerini ilan ediyorlardı. bunların bazı tutumlarını paylaşıyordu,ancak Almanya, Oscar Wilde bazı arkadaşlarıyla işbirliği içinde Wilde, Beardsley ya da Baudelaire öneminde pek az insan eğlence için geniş ölçüde pornografik olan eşcinsel bir çıkarabildi. Bu ülkede kültürel muhalefetin merkezi, roman yazmaya karar verdi. Teleny ya da Madalyonun ebeveynlerinin, okulların koyduğu görgü ve ahlak Öteki Yüzü (1893’te gizlici basıldı) adlı bu romanın kurallarına karşı başkaldıran gençliğe kaymıştı, fakat bu kahramanı Teleny’ye “tanrısal kişilik”, “gençlik, yaşam ve gençlik isyanı, İngiltere ve Fransa’daki yazar ve sanatçılarınki kadar ne derin ne de eleştireldi. erkeklik“ gibi nitelikler atfetmekle birlikte onu aykırı bir 1901 yılında bir Berlin varoşunda erkek öğrenciler ortamda yerleştiriyorlardı. Teleny egzotik dekorlu arasında başlayan Alman gençlik hareketi kısa zamanda dairesinde kendine acaip, zengin zevklerine, şehvetli işlere ülkenin hemen her yanına sıçradı. Başlangıçta hareket veriyordu. Romanda olaylar Fransa’da geçiyordu, hatta yalnızca erkek çocukların yetişkin gözetimi olmaksızın romanın kendisi de Hugsmans ve Baudelaire’in büyüsü kırsal bölgelerde gezmelerine, kendi yaşam biçimlerini altında yazılmıştı. Eşcinsellerin düşkünlük hakkında yaratmalarına olanak tanıyan bir birliktelikten ibaretti. Hepsi hissettikleri belirsizlik, çelişki Teleny’nin yaşam tarzındaki varsıl orta sınıf ailelerinin çocukları olan bu onüç-ondokuz zıtlık yoluyla çalışmaya şekil veriyordu. Teleny’nin yaşam yaş arası gençler önceleri harekete serüven ve eğlence için tarzı, düşman bir topluma karşı kişinin kimliğinin bir öğesi katılıyorlardı, ancak daha sonra olarak düşkünlüğe olan hareket siyasallaştı. Daha yaşlı gereksinime işaret ediyordu. Teleny’nin dış görünüşü ise yandaşlar ve yetişkin liderler bunu Normal ile anormal erkeklik ile ilgili düşünceleri “gerçeği” doğada, vatanda arayış arasındaki duvar şimdilik ayakta yansıtıyordu, romanda bitkin, olarak sunuyorlardı. Seçkin kalmaya yazgılanmıştı kadınsı erkeklerin tiksindirici erkeklerin oluşturduğu bu hareket ancak çok şiddetli biçimde yüzleri veriliyordu. Alman ulusal bilinçliliğine taze bir sarsılacak ve kapı Teleny’nin oldukça ince itki verebilirdi. Hareketin kuramcıları sanatsal duyarlılığı eşcinsellerle gelenksel örgüt bağlarının bir grup bir daha asla insanı ortak bir erek için sanatçılar arasındaki düşkünlük güvenle birleştirebileceğine inanmıyorlardı. dünyasının bir parçası olan kilitlenmeyecekti. Onun yerine gerçek bir yoldaşlık bağlaşmayı anlatıyordu. Théophile yaratmak için erkek aşkının gücüne Gautier, “eşcinsellik, sanatçının güveniyorlardı. Bu yoldaşlık, kendisine dayanarak Alman soylu hastalığıdır” diyordu, daha ölçülü, ciddi olan Krafftulusunun canlanabileceği hücre olabilirdi. Başlangıçta Ebing ise 1898’de “eşcinsel düşkünlük” ile sanatsal duygu gençlik hareketi bir Mönnerbund, yani erkek topluluğu idi, arasındaki tıpça kanıtlanmış ilişkiden bahsediyordu. kızların kendi ayrı gençlik örgütlerini oluşturmalarına daha Eşcinselliğin, düşkünlük kavramının merkezi bir öğesi olan sonra izin verildi. yüksek duyarlılığı belirttiği düşünülüyordu. Düşkünler, Hareketin liderleri, kentte yaşayan gençler ilkel “erkeğin inceldikçe daha kadınsı ve tanrısal” olduğunu öne doğanın sertliğinden ve özgürlüğünden etkilenmişlerdi, sürmeyi adet edinmişlerdi. harekete egemen olup, onun erkeklik ve bedensel güzellik Fin de siécle’nin yeni sanatsal tarzının mahmur ideallerini şekillendirmesine yardım eden duygusal ve gençleri yumuşak, yuvarlak hatlarıyla erkeksiden daha çok bedensel sertlik belirtisi gösteriyorlardı. İçgüdüleri üzerinde kadınsıydılar. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nde duran bu genç insanlar, eski bir üyenin söylediğine göre, (1891) çok iyi anlattığı gibi yaşlanmaktan kaçınılmalıydı. cambazlık yaparak, kolkola yürüyerek ya da kollarını Ancak ölüm son duygusal deneyimdi ve dolu yaşanmış bir birbirlerine dolayarak bedensel temasta yapmacıksız bir hayatın gerekli zirvesiydi. Elinde bir gülle ölen genç bir zevk buluyorlardı. Hareket, kendi erkeklik idealini, erkeğin düşküntasviri gençliğin mahmur güzelligiyle son edebiyatında açık ve kesin olarak anlatıp inceltiyordu. duygusal deneyimi birleştiriyordu. Utangaç, sıkılgan, Harekete yakın bir derginin yazdığına göre, Alman erkeklik düşkün için daha fazla duyarlılık, azalan bir yaşam gücünün ediali özdenetim alışkanlığı, sporda ve oyunlarda en iyi yan ürünüydü. Bu duyarlılık beraberinde yapay uyarıcılar, olabilmek için vücudun çelikliştirilmesi, insanın cinselliğini güçlü, sinirli duyumlar için gereken, aşırı, ve yeni durumlar -doğanın hayatının baharındaki bir erkeğe verebileceği en için şiddetli bir istek geliyordu. Eğer bu altkültürün büyük hediye- saçıp savurmadan kızlara karşı kibar olması. erkeklerinin solgun, kassız ve saflığın estetik bir biçimine Vortrupp (öncü) adlı bir derginin her sayısında kapakta adanmış olduğu söyleniyorsa, öyle olsunlardı. Bu ortamda lezbiyen ve eşcinseller benzer düşüncedeki insanlardan yalnızca bel kısmı örtük bir erkeğin vücuduyla bu ideal oluşan bir topluluğu oluşturup, eşcinsel bir örneğini örneklendiriliyordu. Bu ideal erkek daha sonra,
KAOS GL 26/28
hastalıkların, ahlaksızlığın, ikiyüzlü bir yaşamın ve sınırlı bir profesyonelliğin bedenini bozduğu modernitenin “çirkin insan”ının karşısına konacaktı. Alman gençlik hareketinin yandaşları, kendi gerçek değerleriyle, burjuva yaşamının yapaylığını karşılaştırıp, ahlaki ve bedensel sağlığı gönüllü ama birbirine bağlı toplulukların çerçevesinde ve daha anlamlı bir ulusçulukta arıyorlardı. Köklerini, kendi yoldaşlıklarında, bozulmamış Cermen görünümünde ve vatanlarında buluyorlardı. Düşkünlüğün savunucuları, insanın sağlığı, kökü ve doğa gibi idealize edilen olguları küçümseme savındaydılar, ancak yine de iki hareketin ortak olan önemli bir tutumları vardı. Her iki hareket de ondokuzuncu yüzyılın sonundaki insan vücudunun yeniden keşfinde yer almışlardı. İnsan bedeninin duyumsaması ve işlemesinde yeni bir keyfi paylaşıyorlardı. Her iki akım da, burjuva saygınlığına, onun insan vücudu ve işlevleri hakkındaki utanma, saklama tutumuna karşı çıkmışlardı. Herşeye karşın, burada bile derin farklılıklar vardı. Alman gençliği çıplak erkek bedenini erkekliğin tapınağı olarak görürken, çoğu düşkün için o da bir kadın vücudu kadar duyarlıydı.
Saygınlığın bir yüzyıl önceki berraklaşmasından bu yana, bedenin yeniden keşfi onun yüzleştiği en ciddi karşı çıkıştı. Gençliğin karşı koyuşu belki de burjuva toplumu için daha rahatsız ediciydi. “Kötü yola düşmüş” erkeklerin toplumca tecrit edilmiş örnekleri olan düşkün sanatçı ve yazarlar yalnızca toplumdışı bir gruptu. Ancak orta sınıfın çocukları olan asi gençler kendi kuşaklarının seçkinleri olarak görülüyorlardı. Bu gençler kendilerinin sapkın değil sağlıklı olduklarını biliyorlardı ve yaşamlarını vatanlarının sınırları içinde tekrar düzenlemeye çalışıyorlardı. Sonuçta bu gençlerin vücutlarına olan aşkları orta sınıf değerleri için özellikle anadan doğma yıkanma, spor yapma ve güneşe tapınmayı savunan yaşamı yenileme diye adlandırılan hareketler bağlamında, daha büyük tehditti. Gençlik hareketinin erkek bedenini yeniden keşfi gerçek erkeklik adına yapılmıştı. Hareketin devrimci yönlerinden biri de Winckelmann’ın kendi homoerotizminde, Yunan heykellerinin çıplaklığında, ulusal simgelerin erkekliğinde zaten varolan belirtileri açığa çıkarmasıydı. Normal ile anormal arasındaki duvar şimdilik ayakta kalmaya yazgılanmıştı ancak çok şiddetli biçimde sarsılacak ve kapı bir daha asla güvenle kilitlenmeyecekti.
Kaynak: “Nationalism and Sexuality”
KAOS GL 26/29
liseli bir HOMO’nun yaşamında bir ay ERIK PETERSON* çeviren HARUN T. Ortam değişiminin bana yarayacağını düşündüğüm için Şükran Günü’nden bir hafta önce Kuzey Hollywood’dan Roseburg’a taşındım. Kuzey Hollywood’dayken tam anlamıyla gizli bir eşcinseldim. Kütüphanede eşcinsellikle ilgili kitap ararken yakalanma korkusunun nasıl bir macera olduğunu tam anlamıyla yaşamıştım. Buraya taşındıktan iki ay kadar sonra Billy’le tanışıp gay olmanın daha politik bir yönünü benimsedim; önce aileme sonra da okuldakilere açıldım. Akla gelebilecek her çılgınlığı yaptım. Defterlerimin kapağına ve öğretmenlerin duyuru tahtasına GALA (Bir Gay Organizasyonu) Acil Telefon Hattı çıkartmalarından yapıştırdım. Ne zaman birisi gay olmamla ilgili bir yorum yaptıysa, o kişiyi tartışmaya zorladım. Bunlar olup biterken, o tür insanların gaylere yaklaşımlarında ve açılmamış eşcinsellerin içlerinde bir değişim yarattığıma inanıyordum. Buna hala inanıyorum. 22 Şubat 1983 Meslek Eğitimi Binasında otururken masada yanımda oturan çocuk küpemin neden sağ kulağımda olduğunu sordu. Bunun yalnızca bir küpe olduğunu, hiçbir anlamı olmadığını söyledim. O ise bana, ibne olduğum için böyle yaptığımı söyledi. Gay’ler hakkında ne düşündüğünü sordum, o da kendi görüşüne göre gay’lerin hasta olduğunu söyledi. Birkaç dakika daha tartıştıktan sonra, bu fikre inanma hakkına sahip olduğunda anlaştık. 24 Şubat 1983 Okul müdürü Gay-Lezbiyen Acil Telefon Hattı çıkartmalarını yapıştırmama izin vermedi ama bunlardan yedi tanesi danışmanlar adına kabul etti. 25 Şubat 1983 Bugün altıncı saatte, Fen dersinde, Sınıftakilerden birinin tipinden hoşlandığım söylentisi etrafa yayılıp gülüşmeler kulak uğultacak hale gelince, yüksek sesle onun dış görünüşünden hoşlanmadığımı açıkladım. Sınıf karışır gibi oldu; ben de bu konu hakkında söylediklerini önceden bildiğimi söyleyerek kafa tuttum. O zaman sustular. 9 Mart 1983 Birinci dersten çıkıp ikinciye girecekken altı-yedi çocuk arkamdan yürüyüp benimle alay ettiler. Durup onlara doğru döndüm, değişmez sorumu sordum: “Gay’lerin nesi yanlış? Anlamıyorum.” “O BİÇİM.” Yürümeye devam edip bir yandan bağırıyorlar, gözlerini yere çevirerek tehditler savuruyorlardı. Kısa boylu sarışın bir tanesi gözlerimin içine bakıp “ibne-nonoş” dedi. Yemek arasında, bana “ibne-nonoş” diyen sarışın aynı şeyi tekrar söyledi. Durup ona sorular sordum. Bana, okuldan, Roseburg’dan defolmamı ve taşaklarımın kesilmasini ya da kafamın ezilmesini istediğini söyledi. Aman ne korkunç! Ve etrafımda insanların bağırıp çağırmaları sürüp gidiyor. Ders aralarında sınıfa giderken, sigara içme kuyruğunda ve öğle yemeği sırasında, İBNE, NONOŞ, v.s. 10 Mart 1983 Yalnızca bir arkadaştan oldum ve yalnızca bir kişi sınıfta yanımda oturmamak için uzaklaştı. Öğle yemeği arasında sigara kuyruğunda birisi “ibneliğim” ve bunun ceketimdeki kelebeklerle ilgisi hakkında bir yorumda bulundu. Ona doğru yürüdüğümde büsbütün ateşlendi. Gay oluşumun onu neden bu kadar etkilediğini sordum. O da bana neden Roseburg’u terkedip diğer bütün ibnelerin bulunduğu Los Angeles ya da Frisno’ya, hatta daha iyisi neden TIMARHANE’nin bulunduğu bir yere gitmediğimi sordu. Bir öğretmen çocuğu sakinleştirmeye çalıştı, sonra da uzaklaştırdı. Bu arada toplanan kalabalıktakiler ya kendi aralarında konuşuyor ya da çocuğa tezahürat yapıyorlardı. Sürtüşme bittikten sonra, iriyarı-sporcu tiplerden biri çocuğun yanına gidip niye bu kadar çılgınca davrandığını sordu, farklı olmanın anlaşılır olduğunu söyledi. Sonra üç-dört kız yanıma gelip beni desteklediler ve ötekilerin cahilliğine duydukları kızgınlığı dile getirdiler. Pek çok kişinin benden yana olduğunu söylediler. Ben sigara kuyruğundan ayrılırken, sporcu çocuk, “Kuyruğa gelmekten korkma” dedi.
*
Erik Stephen Peterson şu anda Eugene, Oregon’da yaşamakta. Bu günceyi yazdığında Roseburg Lisesi’nin orta bölümündeydi.
KAOS GL 26/30
11 Mart 1983 Birinciyle ikinci ders arasında, “Beşeri Bilimler” binasındaki tuvalete zorla götürüldüm. Dört ya da beş kişilerdi; bir tanesi üzerime çullandı. Bir tanesi de pisuvarın önünde duruyordu. Pisuvarın önündeki dönüp fermuarını kapattı, meğer bizim sarışınmış. Durumun dramatikliği bende oldukça etkili oldu ve ... neyse. Sarışın bana birşeyler söyledi, sonra kapının yanındaki gurup birşeyler söyledi ve sarışın kasıklarıma vurmaya başladı; neyse ki hiç isabet ettiremedi. Çeneme de yumruk attı. Sırtüstü düşüp kafamı lavaboya çarptım (Kafamda küçük bir şişlik oldu), bir iki tekme daha attıktan sonra gittiler. Okul müdürüne gittiğimde okulun içinde ve çevresindeki güvenliğim konusunda “profesyonel” ilgi ve endişesini dile getirdi. Ders aralarında, sigara kuyruğunda ve yemeklerde İBNE,NONOŞ diye bağırmalar devam ediyordu. 14 Mart 1983 Birinci ve ikinci ders arasında beni tuvalete iteleyen çocuk çeneme iki defa yumruk attı. Yine konuşmaya çalıştım, ama bu onu etkilemedi. Sarışın ona habire gaz veriyordu. Arasıra kız arkadaşlarım beni korumak ya da kendilerini bir iki dakikalığına benim yerime koyabilmek için yanımda yürüyecekler. Ailem ve okuldaki öğretmenlerce, okul yatışıncaya kadar “susup oturmam” tavsiye edildi. Bugün öğle yemeğinde bir grup çocuk yanımdaki masada oturuyordu. Birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlardı. Bana cinsellikle ilgili aptalca bir soru sordular; ben onları görmezlikten gelince de aralarından birisi (alçak sesle) umursanmamaya duyduğu kızgınlığı dışa vurdu. Onlara sessizce neden tanımadıkları birine karşı, sırf gay olduğu için böyle olumsuzca davrandıklarını anlamakta zorlandığımı bildirdim. İçlerinden birisi bunun nedeninin benim “zeka oyunları” yapmam olduğunu söyledi. “Zeka oyunları” iş eşcinselliğe gelince kendileri hakkında ki duygularıyla ilgili sordukları sorulardı. Diğer yanımdaki masada oturan bir kızla bir çocuk, gruptakilerin çocukça davranışları ve benim konumumdaki birisine karşı anlayışsızlıkları üzerine yorum yapıyordu. Sonra grubun yanından geçen bır çocuk onlara hep benim yanımda dolaşıp benimle uğraştıkları için acaba benden çok mu hoşlandıklarını sordu. 15 Mart 1983 Bugün beni tuvalette tekmeleyen sarışınla çeneme yumruk atan çocuk okuldan bir hafta uzaklaştırma aldı. Sarışının üvey erkek kardeşi arkadaşlarına sarışının sinirli olduğunu ve öç almak istediğini söyledi. 17 Mart 1983 Okul yolunda her sabah, içinde bir iki sataşkan tiple yanımdan geçen yeşil cip, yanından geçtiğim benzin istasyonunda kenara çekti. “İbne, götveren” diye bağırıp domates ya da elma atmaya başladılar. Sonra da bir şişenin kırıldığını duydum. Kırılan şeyin ne olduğunu tam bilemiyorum çünkü dönüp bakamayacak kadar korkmuştum. Okulda dokuz on kişilik bir grup benimle alay etmeye başlayınca duruma uyandım. Bahar tatilinden önceki son gün olduğunu da düşünerek, çekip gittim. YENİ ERKEKLER, YENİ FİKİRLER. Erkek Geleneğinin Yıkılışı. Bugünün Erkekleri Erkek Olmanın Geleneksel Kurallarını Nasıl Değiştiriyor.
ABONELİK İÇİN YURT İÇİ 1 YILLIK ABONE BEDELİ 1.750.000.-TL (POSTA DAHİL) T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ (ANKARA) ALİ ÖZBAŞ 4213 0544328 NO’LU HESABA YATIRILMALIDIR YURT DIŞI 1 YILLIK ABONE BEDELİ: 75 DM YA DA 50 $ T. İŞ BANKASI MEŞRUTİYET ŞUBESİ ALİ ÖZBAŞ ADINA İSME HAVALE EDİLMELİDİR. DEKONT YA DA FOTOKOPİSİNİ MUTLAKA ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ/ANKARA ADRESİNE POSTALAYINIZ.
KAOS GL 26/31
ILGA BULLETIN, 1996, 3. SAYI
HABER/ÖZET derleyen ve çeviren: emil
Lüksemburg’daki Avrupa Adalet Mahkemesinin 28 Nisan’da aldığı cinsiyet ayrımcılığının transeksüelleri de kapsadığına dair karar İngiltere’de kadın cinsiyetine geçtiği için 1982’de okuldan atılan bir öğrenciyi de kapsadı. Karara dayanarak, yine İngiltere’de çalışma arkadaşlarının birlikte çalışmayı redettiği, bir iş kazası geçirdiğinden bir daha çalışamaz hale gelen bir transeksüel mühendise, Londra Güney Sanayi Mahkemesi işverenin yüklü bir tazminat ödemesini kararlaştırdı. Cinsel ayrımcılık yasasının transeksüellere uygulanması, yasanın lezbiyen ve gaylere de uygulanma olanağını artırıyor. Onsekiz yaşndan küçükler için eşcinsel ilişkinin yasal olmadığı İngiltere’de Evan Sutherland, İngiliz Stonewall grubunun bir üyesi, ailesi ve basının desteğiyle bunun 18’den 16’ya düşürülmesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdu. 16 yaşındayken sevgili olan Sutherland yasayı çiğnediğini kabul ediyor. Yasaya göre bunun cezası iki yıl hapis yatmak. Avrupa Komisyonu işyerinde cinsel taciz konusunda yasa teklifinde bulundu. Komisyon, işveren ve sendikalardan bu sorun üzerinde durmalarını istedi. Bu yasa, Avrupa Birliği genelinde uygulanan kurallar için ilk adım olacak. Avrupa Parlementosu Kadın Komitesinin eşit fırsatlar konusu üzerinde yeterince durmamakla eleştirdiği yasa teklifi işverenleri yasal olarak cinsel tacize karşı savaşmakla görevlendiriyor. Eğer cinsel taciz yasası, lezbiyenler ve gayler için de uygulanacak şekilde yorumlanabilirse, bu, işyerindeki eşcinseller için büyük zafer olacak. Eşcinselliği suç saymayı sürdüren Romanya’ya karşı email protesto kampanyası açıldı. Danimarka Dışişleri Bakanı Niels Helveg Petersen Danimarka’nın, uluslararası sözleşmelere uyması için Romanya üzerindeki siyasal baskıyı sürdüreceğini bildirdi. 1 Haziran 1996’da kabul edilen bir kararla güvenliksiz seks yapanların ve eşcinsel erkeklerin kan bağışlamasının yasaklandığı İsviçre’de, Pink Cross (İsviçre Ulusal Gay Organizasyonu) ve İsviçre AIDS ,Yardım Örgütü basının da yoğun desteğiyle protesto kampanyası başlattı. İlk Yunan Lezbiyen Haftası, ulusal ve uluslararası bir buluşma, Girit’te 7-13 Eylül’de gerçekleşti. Yunanistan ve diğer ülkelerden gay/lezbiyen/feminist dergi ve kitaplar sergilendi. Lezbiyen konulu video filmleri sergilendi, grup, temsilici ve bağımsız kişiler konuşmalar yaptılar Polonya’da ulusal lezbiyen arşivi açıldı. Arşivden önce, Polonya’nın ikinci büyük kenti Lodz’da kadınlar için bir bilgi, danışma merkezi işini gören bir Kadın Evi açılmıştı. Arşivlerin Polonya’da lezbiyenler için toplanma ve dayanışma yeri olması, lezbiyen grup kimliğinin yaratılması
için bir zemin oluşturması ve cinsel azınlıklar için eşit haklar sağlama çabalarını canlandırması umuluyor. Triangle Center’ın öncülüğünde üçüncü Rusya Gay ve Lezbiyen Konferansı Haziran ayında yapıldı. Moskova’ya tüm Rusya’dan 150 katılımcı geldi. Konferansta, Rusya’daki GL hareketinin altı yıllık geçmişi özetlendi. Başarılar arasında erkeklerarası ilişkiyi yasaklayan yasanın kaldırılması, gay ve lezbiyenlerin toplumsal hayata daha fazla katılmaları var. Şu anda Rusya’da yirmiden fazla GL örgütü çalışıyor. Konferansta gelecek dört yılda aile yasasının degiştirilmesi ve cinsel azınlıklara karşı ayrımcılığın yasaklanması için çaba verilmesi kararlaştırıldı. Katılımcılar Duma’ya bu taleplerini içeren mektuplar yolladılar. Duma mektupların ardından Triangle Center’dan diğer ülkelerdeki eşlilik yasaları ve teklifleri hakkında daha fazla bilgi istedi. Fransız Sosyalist Partisi bir tür gay evliliğini yasal kılan bir öneriyi parlementoya getiriyor. Bu, birlikte yaşamak isteyen gay ve lezbiyenler için yasal bir çerçeve sağlıyor. Gay çiftlere, sözleşme uyarınca, toplumsal ve ekonomik sorunlarda, ev ve miras konularında eşitlik sağlanıyor. İzlanda Cumhurbaşkanının da katıldığı bir törenle iki gay ve bir lezbiyen çift, İzlanda’da aynı cinsten evlilik yasasının kabul edildiği gün olan 27 Haziran’da evlendiler. İtalya Pisa’da uzun süreli ilişkiler olan eşcinsel ve karşıcinseller için eşit yasal ve ekonomik haklar veren bir kanun teklifi onaylandı. İspanya’da bir mahkemede alınan kararla, bir İspanyol’la birlikteliği olan Kolombiyalı bir gayin İspanya’da yaşama hakkının olduğu belirtildi. Böylece İspanyollarla ilişkisi olan yabancılara İspanya’da kalmak için başvuru hakkı doğmuş oluyar. Almanya’da savaş sonrası en büyük polis operasyonu Halle’de bir gay bara düzenlendi. Polis bunun bir uyuşturucu operasyonu olduğunu söylerken, yerel gay ve lezbiyen grupları operasyonun eyaletteki eşcinsel hareketi bastırmak amacıyla düzenlendiğini belirtiyorlar. Hükümet, eleştirilerin ardından soruşturma açtı ancak Demokratik Sosyalist Parti ve Yeşillerin gözaltına alınanlardan özür dilenmesi istemini reddediyor. Bulgaristan’da gayler yapılan bar baskınlarıyla kitlesel olarak tutuklanıyorlar. Yasal olarak çalışan, erotik gay ve lezbiyen dergilerin yayımcısı Flamingo Center’in büroları polisce tahrip edildi. Bulgaristan’ın bilinen tek gay eylemcisi Angel Bliznatchki kaçırıldı, kendisinden haber alınamıyor. Dalga dalga yayılan eşcinsel karşıtı saldırıların halkın ilgisini, enflasyon, artan gıda sıkıntısından başka yönlere çevirmek için yapıldığı bildiriliyor.