marifetname.pdf

March 5, 2017 | Author: yottoman | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download marifetname.pdf...

Description

İBRAHİM HAKKI’NIN HAYATI 18. asır Osmanlı İmparatorluğu’nun bilim, kültür, tasavvuf ve edebiyat tarihinde Erzurum’lu İbrahim Hakkı’mn önemli bir yeri vardır. Dini ve tasavvufî bir gelenek içinde bilim ve kültüre hizmet ederek geniş halk kitlelerine seslenmeyi başaran bu bilginin, hem edebî, hem dinî ve hem de müsbet ilim yönü İncelenmeğe değer bir konudur. Hakkında çeşitli eser, makale, broşür ve yazı kaleme alınan Erzurum’lu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin büyüklüğü ile mütenasib ve onu hakkıyla tanıtacak bir inceleme bugüne kadar yapılmış değildir. Toplumları, içine saplandıkları bataklık ve sıkıntılardan kur­ taran, bilgili, faziletli ve üstün zekâlı insanlardır. Bu yaradılış ve kabiliyette olan kişiler, bazan yıllar hatta yüzyıllarca beklenir du­ rur. Umudun kaybolduğu anda kaybolup da yâd ellere giden ve dönüşünden umut kesilen bir insanın ansızın çıkıp kendini gös­ termesi gibi, büyük atılımlara hazır âlim ve düşünürlerin ortaya çıkmasıyla durgun, hareketsiz, şaşkın ve ne yapacağım bilmeyen toplum, o andan itibaren birdenbire canlanmaya başhyarak ayağa kalkar. Doğu Anadolu’nun önemli kültür merkezlerinden biri ve belki de en önemlisi olan Erzurum’a yakın Horasan şehrinden Hasankale’ye göç eden bir aileye mensup olan bu büyük düşünürün dedesi, Molla Bekir isminde çevresinde hayli şöhret temin eden ve cömert­ liği dillere destan olan bir ailenin çocuğudur. Azak seferine giderek orada şehit düşmüş bir daha Hasankale’ye dönmemiştir. İbrahim Hakkı’mn babası ise, Derviş Osman Haseni isminde yumuşak huylu, çekingen, halim selim ve çelebi-meşreb bir zattır. İbrahim Hakkı’nın «hilm ü haya madeni» dediği babası Derviş Osman, yirmi yaşına kadar Erzurum’lu bilgin Karaşeyhoğlu Sey-

MARİFETNÂME yid İbrahim isminde bir zattan zamanın okunması mutad dinî ilimlerini öğrenmiştir. 1701 yılında geçirdiği buhran üzerine kendisini eğitecek ve şi­ faya kavuşturacak bir mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla yanına Erzurum’lu Eyyup Efendi’yi de alarak seyahata çıkar. O esnada çevresinde haklı bir şöhrete ulaşmış ve Siirt’in on kilometre kadar kufcey doğusunda yer alan Tillo’da (Bugünkü is­ miyle Aydınlar Bucağı) ikamet eden Şeyh İsmail Fakirullah ismin­ de bir bilgine bağlanmıştır. Doğumu ve Çocukluk Yılları İbraiüm Hakkı, 18 Mayıs 1703 yılında Muharrem ayının ilk Cuma sabalu, Erzurum’a aşağı yukarı kırk kilometre uzaklıkta bu­ lunan Haşan kale (Pasinler) kasabasında dünyaya gelmiştir. Dokuz yaşma kadar amcalarının yanında kalan Erzurum lu İbrahim Hakkı, gcccli gündüzlü okur ve çok az insana nasib ola­ cak ou bilgi elde eder. Daha sonra Siirt’in Tillö (Aydınlar) Bucağına giderek Şeyh İsmail Fakirullah'a bağlanmış olan babasımn yanında kalır. İlk dl tabiriyle «babamdan daha biliş ve tanış idi» dediği bu zata kend itabiriyle «babamdan daha biliş ve tanış idi» dediği bu zata ken­ disi de bağlanır. Kuvvetli bir tahsil ve terbiye ile yetişen bu ünlü bilgin ve dü­ şünür, arapça, farsça ve türkçe’ye lâyıkıyla hâkim olmuş ve bu üç dilde şiir yazacak bir mertebeye ulaşmıştır. Derviş Osman Efendi Tillo’da oğlunu, büyük bir şefkat ve sev­ gi ile büyütmüş ve birlikte kaldıkları-Şeyh İsmaik-Fakirullah der­ gâhı onlar için âdeta bir eğitim ve kültür merkezi olmuştur. Onyedi yaşında babasım kaybeden İbrahim Hakkı, tekrar doğvım yeri olan Erzurum’a dönmüştür. Okuma imkânları bakımın­ dan Erzurum’u tercih ettiği anlaşılan bu mütefekkir ve şâirin gö­ nül bakımından TUlo’ya bağlı olduğu ve küçüklük yıllarının verdi­ ği mutluluğu tadmak için (1140-1728) tekrar oraya dönmüş, Şeyh İsmail Fakifullah’tan tasavvuf, tarikat ve dini bilgiler almıştır. Tillo’ya gidişinden yedi sene kadar gibi bir zaman geçtikten sonra Şeyh İsmail Fakirullah’m ölümü üzerine tekrar doğum yeri olan Hasankale’ye dönmüş, oradan da Erzurum’a gidip Yukarı Ha—4—

bib Efendi Camii’nde İmam ve hatip olarak görev yapmış, bunun yanında başka camilerde de va’z ü nasihatlarla halkı aydınlatma­ ya çalışmıştır. Hayatının gençlik ve olgunluk dönemlerine rastlayan bu yaş­ larda daha çok şifahî bilgi ve kültüre önem vererek ileride kaleme alacağı eserlere hazırlık yapmıştır. Otuzüç yaşına bastığında Fiıdevs isminde Erzurum’lu bir ha­ nımla evlenir. 1738 senesinde ilk defa hacca gider. Dönüşünde bü­ yük İslâm şâir ve düşünürlerüıin eserlerinden seçmeler yaparak «Lübbü’l-Kütüb» isminde 7 ciltten müteşekkil gayet kıymetli bir antoloji meydana getirir. Bu antolojinin beş cildi halen torunla­ rından Mesih İbrahim Hakkıoğlu’nun elinde ,iki cildi ise Erzurum Atatürk Üniversitesi Kütüphanesinde bulunmaktadır. 1742 yılında zengin bir ailenin kızı olein Fatime isminde ikin­ ci bir kadınla evlenir. Bunu üçüncü ve dördüncü evlilikleri takip ederek Belkis ve Züleyha isminde iki hanımla daha evlenir. Böylece dört hanımla evliliğini büyük bir huzur ve mutluluk içinde de­ vam ettirir. Hasankale’de saçaklı ve eyvanlı bir ev yaptırarak za­ man zaman oraya gitmeyi tercih eder. İstanbul Seyahatlan : İbrahim Hakkı, 1747 yılında, Sultan 1. Mahmud’un tahtta ol­ duğu bir dönertıde İstanbul’a gelir ve Padişah tarafından Saray’a davet edilerek yakın bir ilgi ve alâka görür. İbrahim Hakkı’nın Saray’a davet edilmesinin gâye ve maksa­ dı üzerinde duran kaynaklar, bu davetin ilim ve kitap sevgisinden doğduğunu ve bu büyük düşünürün eline geçen fırsatı değerlen­ direrek Saray kütüphanesinden oldukça fazla yararlandığım ileri sürmektedirler. Marifetnâme isimli eserini yazmada büyük yaran olan bu zi­ yaret esnasında, sarayda bulunan ve başka yerlerde benzerine te­ sadüf edilmesi güç kitaplardan yararlandığı, not aldığı, kendisine gerekli olah malzeme ve bilgiyi topladığı muhakkaktır. Ayrıca bu seyahat esnasında «ders okutmak şartıyla» Sultan I. Mahmut tarafından Erzurum’un Şigveler Dağı eteğinde bulunan Abdurrahman Gazi (Abdurıahman Dede) zaviyedârlığına tayin edilir.

Erzurum’a döndüğünde ufak tefek bir takım esercikler yaz­ ma denemelerine girişir. 1755 yılında ikinci defa İstanbul’a gelir. Buradan hanım ve çocuklarına yazdığı bir takım enteresan mek­ tuplar günümüze kadar ulaşabilmiştir. İstanbul’dan döndükten sonra kendisini tamamiyle eserler yazmaya vererek Hasankale’ye çekilir. En büyük eseri olan Marifetnâme’yi tamamlamak için uğraşır. Daha soma diğer eserleri­ ni yazar. İbrahim Hakkı kadar seyahat yapmış bununla beraber gezile­ ri çalışmalarına engel olmamış bilgin ve şâir nadirdir. Hasankale onun doğum yeri olmasına rağmen hayatında en çok sevdiği ve bir türlü ilgisini kesemediği, içinde mesut günler geçirdiği ve ken­ disine ikinci vatan olarak seçtiği yer şüphesiz Tillo’dur. Sıkıştıkça, huzur bulmak çin Tillo’ya yönelir. Bu esnada, Fatime ismindeki eşinin ölümü üzerine Şeyh İsmail Fakirullah’ın to­ runu, Abdülkadir’in kızı Fatime Azize ile son evliliğini gerçekleş­ tirir. Kayın biraderi Mustafa Fâni ile 2. defa hacca gitmeye karar verir. Çeşitli ilim merkezlerinde, bu arada Halep, Şam, Mekke, Me­ dine, Kudüs ve benzeri tarihi ve kutsal şehirlerde devrin ünlü bil­ ginleriyle temaslarını sürdürür, onlarla çeşitli konularda bilgi alış­ verişinde bulunur. Hasankale kasabasında doğduğu halde daha çok, büyük bir merkez olan ve eskilerin «Erzen-i Rum» dedikleri şehre nisbetle anı­ lan İbrahim Hakkı, hac dönüşünde Tillo’ya yerleşir ve Şeyh İsma­ il Fakirullah’m tekkesinde ders okutmak suretiyle talebeler yetiş­ tirmeğe çalışır. 1768 yılında Erzurum Müftüsü Şeyh Mustafa ile üçüncü de­ fa hacca giden İbrahim Hakkı, amcası oğlu Yusuf, Nesim’e yolla­ dığı bir mektupta, kendi eserlerinin Şam ve civarında okunup be­ ğenildiğini yazar. İbrahim Hakkı’nın, İsmail Fehim, Ahmed Naimi, Muhammed Şakir ve Osman Nedim adında dört erkek, Gülsün, Hanife ve Şem­ si Aişe olmak üzere üç kızı olmuştur. Son demlerini Tillo’da geçiren Erzurum’lu İbrahim Hakkı, 22 Haziran 1780 yılında vefat etmiş ve daha önce şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah için yaptırdığı türbenin içine gömülmüştür. Bu-

gün de senenin hemen hemen her mevsiminde burası ziyaretçiler tarafından gezilmekte ve büyük bir ilgi toplamaktadır. Eserleri: 18. asır, insanlığın eğitim, bilim ve kültürde büyük atılım ve hamlelere giriştiği, buluş ve icatlara yöneldiği bir çağdır. Erzu­ rumlu İbrahim Hakkı da bu keşif ve icatlara yabancı kalmadan, imkânları sınırlı olmasına rağmen aynı yolda yürümüş ve kendi­ sini çevresine tanıtabilmlştir. Müsbet (pozitif) ilimler alanında büyük bir başarı elde eden bu mutasavvıf-şâir, mensur ve manzum olmak üzere on beş ka­ dar eser kaleme almıştır. Her ne kadar bu sayı kaynak ve tetkik­ lerde otuzdokuza çıkarılmakta ise de kendisinin bizzat verdiği ra­ kam onbeştir. 1 — Divanı (İlahinâme) (1755) 2 — Marihetnâme (1756) i — İrfaniyye (1761) 4 — İnsaniyye (1763) 5 — Mecmuatü’l-Maâni (1765) 6 — Tuhfetü’l-Kiram (1767) 7 — Nuhbetü’ 1-Kelam (1768) 8 — Meşakiku’ 1 -Yûh (1771) 9 — Sefine-i Nûh (1773) 10 — Kenzü’l-Futûh (1774) 11 — Definetü’r-Rûh (1775) 12 — Ruhu’ş-Şurûh (1776) 13 — Ülfetü’l-Enâm (1776) 14 — Urvetü’l-lslâm (1777) 15 — Hey’etü’l-İslâm (1777) Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere yazdığı eserlerinin ilk beşini Erzurum’da bulunduğu sıralarda tamamlamıştır. Geriye ka­ lan eserlerini ise Siirt’e bağlı Tillo Bucağı’nda yazmıştır. Marifetnâme: Hafif modernleşme hareketleri arasında eski usulde bir eser olan Marifetnâme, bu cins kitapların son turfandası sayılabilir. İstanbul, Bulak ve Kazan’da değişik tarihlerde çeşitli baskılan ya­ pılan eser, Bir Mukaddime (Önsöz), Üç Fen ve bir Hatime (Son söz) olmak üzere üç kısımdan müteşekkildir.

Her fen, bölümlere, bölümler konulara, konular da kısımlara ay­ rılmıştır. İbrahim Hakkı, önsöze başlamadan önce âlem-i kebir de­ diği kâinatı ve onun sırlarını ele alır. Daha sonra âlem-i sağir di­ ye adlandırdığı insan vücudunu işler. Cenab-ı Hakk’ın birliğini ke­ sin olarak öğrenmek ve masivâdan kurtulma yoluna girmesini tav­ siye ederek bu kısımda menkul ve muteber olan tarzda kâinatın yaradılışım Arş’ı, melekleri, cennet ve cehennemi, Kürsi, Levh ve benzeri konulan açıklamaya çalışır. Bundan sonra hesap (Matematik) ve hendeseye (geometri) dair basit fakat açık bilgiler verir. Alemin küre şeklinde olduğunu ispat ederken Kâtip Çelebi’nin Cihan-nümâ adlı eserinden çokça yararlanır. îmam-ı Gazali’nin «Tehafütü’I-Fclasife» sinden bu bahse dair fıkralan olduğu gibi Türkçe’ye çevirir. Bu aktarmayı yaparken ya­ rarlandığı kaynaklara değinir. Sudan bahsederken dünyanın ev­ velce, sularla örtülü olduğunu, bazı taşlar kırılınca içinden deniz hayvanlan (fosil) çıktığım Fahrettin-i Razi’nin bir sözüne daya­ narak söyler. İbrahim Hakkı’nın bu konudaki inancı, kendinden evvel ya­ şamış olan İslâm bilginlerinin düşüncelerinden ayrı değildir. Yine bu münasebetle Magella’mn seyahatinden bahsederken Amerika'­ nın keşfini haber verir. Erzurum’lu İbrahim Hakkı, bütün bu bilgilerden sonra astro­ nomi ilmine geçer ve birtakım açıklamalarda bulunur. Yaratıkla­ rın eşrefi olan insana gelince anatomi ile konuya girer. Tıptan ve ilâçlardan bahsederken İbn-i Sina’dan yararlandığı görülür. Fenn-i saliste (üçüncü bahis), eserin büyük bir bölümünü teş­ kil eden ve bizim açımızdan pek de yeni addedilebilecek bilgiler ih­ tiva etmiyen dinî meseleleri ele alır. Şeyhi ve mürşidi İsmail Fakirullah’ın hasep, nesep ve kera­ metlerinden bahseder, sonra âdap, ahlâk ve muamelâta dair bilgi verir. İnsanın hayatta takip etmekle yükümlü olduğu kurallar üze­ rinde durur. Anadolu’da yıllarca özel bir itina ve bilgiyle saklanıp okunan Marifetnâme’nin münevver çevrelerde de belli ölçülerde etkili ol­ duğu söylenebilir. Toplum psikolojisini çok iyi bilen ve önce şarkta hakimiyeti-

ni sürdüren bilgilerle işe başlıyan mütefekkirimiz, İslâmî inanç ve düşünceye ters düşmeden yeni fikir ve teorilerin ortaya çıkmasına yardımcı olması ve bunları akli delillerle isbat etmesi küçümsenmiyecek bir anlayışın ifadesidir. Bunalımlara Çare Arayan Şâir: İbrahim Hakkı, yakın tarihlere kadar sadece bir mutasavvuf olarak bilinmekte idi. Oysa ki «Marifetnâme» isimli eseriyle şark kültürünün en güçlü temsilcilerinden biri olduğu muhakkaktır. Bügün de Edirne’den Kars’a kadar birçok kişinin sıkıntıya düştüğü an tekrarladığı: «Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki ğayr eyler Arif anı seyr eyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler.» İbrahim Hakkı, çoğu kez insanlar için ustalığa dayalı bir şiir tekniği çerçevesinde canlandırdığı düsturlar yanında, bazı manzu­ meler kaleme almıştır ki bunlar akılda tutulmaya ve hatırlanmaya değer niteliktedir. «Geçmişle geri kalma Müstakbele hem dalma Hal ile dahi olma Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler.» gibi mısralar bu türdendir. «Tefviznâme» adını alan ve dünya ile tarikat duygularının biribirine karıştığı bu Şiirde, dini terbiye ile huzura kavuşmuş sakin bir ruhun parıltılarını sezer gibiyiz. Klasik edebiyatımızın şâirleri, sıkı bir kural ve disiplin içinde iken ve bu kuralların dışına çıkmaları oldukça güç bir iş iken İb­ rahim Hakkı, rahat söyleyiş ve ifadeleriyle' bu çerçeveyi zorlamış ve kişinin rahatım temin yönünden bazı öğütlerde bulunmuştur.

«Az ye, az uyu, az iç Ten mezbelesinden geç Dil gülşenine göç Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler.» İbrahim Hakkı, görüş ve düşüncelerini insanlara zorla kabul ettirmeye çalışan bir propagandacı değil, çoğu zaman yol göste­ rici, halim-selim bir bilgin, öğreticilik görevini akıl ve mantık çer­ çevesi içinde yürütmeye çalışan bir düşünür, insanlığın haynnı gönülden arzulayan bir şâir olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî ve İktisadî hayatının o çağda bir gerileme, hatta çökmeğe doğru yöneldiği söylenmekte İse de, kültür ve edebiyatımız geçmişten aldığı hız sayesinde 18. asırda da bir dereceye kadar güç yetirebilmiştir. Böyle bir ortamda gittikçe gerilemeye doğru yol alan İmpa­ ratorluğun, manevi koruyuculuğunu üstlenenler arasında İbrahim Hakkı’nın önemli bir yeri vardır. O, sadece yaşadığı çağdaki konu­ larla değil, kendisinden sonra da insanlığı ilgilendiren bazı mese­ leler üzerinde kafa yormuş özellikle kader, tevekkül, çalışma azmi, çağa ayak uydurma, İlâhî aşk ve sevgi gibi duygular karşısında insanların alacağı tavır, biçim ve davranış üzerinde kafa yormuş; hemen hemen her asırda ortaya çıkması muhtemel sorunların hal­ li için şür lisanıyla öğütlerde bulunmuştur. Kütüphanelerimizde büyük iftihar vesilesi nice eserler vardır ki zeytinyağı, mum, gaz lâmbası ve hatta ay ışığında yazılmıştır. Marifetnâme sadece bunlardan bir tanesidir. Halbuki flöresans lâmbalarının ışıkları altında yazılan şimdiki eserlerin yüzde dok­ sanı daha doğar doğmaz ölmeye mahkûmdurlar. «Bir işi murad etme Olduysa inad etme Hak’tandır o, reddetme Mevlâ göreUm neyler Neylerse güzel eyler.» diyen şâir, her şeyi Allah (C.C.)’a havale eden bir tavır içinde da­ lma yeni ufuklara doğru yol almıştır.

MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ Sonsuz hamd, şükr ve sena, var olacak her şeyi ezelî ilmi ile takdir ve tebyîn, kâinattaki her şeyi sonsuz feyzi ile tertîb ve ta­ yin eden, gül bahçesi olan âlemi, âdem gülü ile süsleyip bezeyen Vâhid, Ferd ve Ehad Allah (celle celâlüh) hazretlerine olsun! Hak Teâlâ bütün cihâm insan için, insanı da kendini tanıması için ya­ ratmıştır. İnsanda, yarattığı şeylerdeki bütün hakikatlan ve mâ’na âleminin bütün inceliklerini bir araya toplıyarak açığa vur­ muş, böylece sırların mahallî olan insanı Câmi’ ismine sûret, âlim­ leri, âlemdeki binlerce hikmetlere vâkıf, cihân kitâbımn herbir har­ finden ma’rifet alâmetleri çıkaranları ârif ederek, gönül âlemine giren kullarım, Kâ’be huzûrunda âkif eylemiştir. Salâvatlarm en üstünü, tahiyyatların en ekmeli, selâmın en güzeli, kâinatın efendisi, mahlûkatın en şereflisi, mevcûdatın özü ve Allahü Teâlânın «Eğer sen olmasaydın cihâm yaratmazdım» hitâbına mazhar olan aleyhissalâtü vesselam hazretlerinin ism-i a’zâm ve en evvel olan kâmil rûhuna olsun. Ayrıca bütün sözlerin­ de, işlerinde, îmân ve ahlâkta ona tâbî olan, gönülleri imân nûru ve ma’rifet huzûru ile dolu Ashâbma da dualar olsun. (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn). Bu hakir kulun İbrâhim Hakkı, bu kitabı yazarken «Allahü Teâlâ seni iki cihânda aziz etsin» diye du âettiği, aziz ve şerif oğlu Seyyid Ahmed Na’îmî’ye hitâb etmektedir. Önce bilinmelidir ki, Hak Teâlâ iki âlemi insan oğlu için, on­ ları da ancak kendini tanımaları için yarattığını herkese duyur-

muştur. Nitekim iutf ve keremiyle (hadis-i kudside) : «Ben gizli bir hazîne idim. Tanınmayı sevdiril. Beni tanımaları için mahlûkatı yarattım» buyurmuştur. O halde âlemin ve insanın yaratıl­ masında esas maksad, Cenab-ı Hakk’ı tanımaktır. Fakat bu herşeyden üstün olan Rabbi tanımak, nefsi tanımağa bağlıdır. Nefsi tanımak da bedeni tanımağa, bu da âlemi tanımağa bağlıdır. Âle­ mi tanımak için bir miktar astronomi ve fizik, bir miktar astrono­ mi ve ruh bilimi seçip, biraz da kalb ve ma’rifet ilimlerinden (ta­ savvuf) alarak Türkçeye terceme ile bu kitâbımı bir mukaddime, üç fen ve bir hâtime olmak üzere tertib ettim. Mukaddimede İslâm dinine göre kâinatı tanımayı ve dünya ile âhiretin hallerini bildirdim. Birinci fende, âlemdeki varlıkları ye bunların yaratılmasındaki hikmetleri, ikinci fende insan bede­ ninin yapısını etraflıca açıkladım. Üçüncü fende ma’rifete (Allah-ü Teâlâ’yı tanımaya) kavuşmanın nasıl olduğunu, hâtimede ise dost, akraba ve komşularla bir arada yaşamanın şartlarını ve edeblerini bildirdim. Böylece, önce mukaddimede, Kur’an-ı Kerîm ve hadls-i şerif­ lerle sâbit olan dünya ve âhiretteki olayların akıl almaz incelikle­ rine vâkıf olup, tam bir inanç ile her varlığın yaratıcısını bilip aza­ met ve kudretini düşüneceksin. Sonra birinci fende, kâinattaki in­ ce sanatları birer birer görüp, cihânın sırlarına vakıf olunca .in­ sanın âlem, âlemin özünün de insan olduğunu anlıyarak herşeyden feragat edip kendine döneceksin. Sonra ikinci fende, beden ve rûhunda Allahü Teâlâ’nm kudretinin akıl almaz büyüklüğünü, âlem-i kebîrdeki herşeyin misâlini vücûdunda görerek, vücûdun kü­ çük bir âlem olduğunu anlıyacak kendi nefsinde, Hak Teâlâ’mn açık alâmetlerini müşahede edeceksin. Vücudun sultânı olan rûhun kıymetini anlayıp ma’rifet4 nefs mertebesini bularak ken­ di âleminde sultan olacaksın. Üçüncü fende, kalbleri çeviren Al­ lahü Teâlâ’nm aklın ermediği ilhâm ve tasarruflarını, Zâtının ve sıfatlarının kalblere yakınlığını, âlem-i ekber olan kalbinde ilm-ül yakin ile bilerek, Hak Teâlâ’dan başka .her şeyi unutup yalnız O’nun her işi yapan ve tasarrufunda bulunduran olduğunu anladığında âlem-i vahdete erip, Vâhid ve Ferd olan, Hak Teâlâ’nın varlığını ve birliğini basiretinle ayn-ül yakîn ile görerek marifetullah devletine erecek, bu yakınlık seâdetini hakk-ül yakîn ile bilip, devamlı onun-

la kalacaksın. En sonunda hâtime bölümünü de okuyarak, kesret âleminde mevcûd olan hükümleri de öğrenip, şartlanna riayet ede­ rek Hak Teâlâ’nm mahlûklannm yumuşaklık ve idare ile gönülle­ rini alıp, kolayca cemiyet içinde aziz ve hâtm sayılır olacaksın. Bu kitabdaki konuların sırası, yukarıda anlattığımız lâtif üslûb ile tamamlanacaktır. Basiret gözü ile okuyanlan Mevlânm açık alâmetlerinin hakîkatına eriştirecektir. (Mârifetnâme) ismi­ ni verdiğimiz bu kitab, hicri 1170 (M. 1756) senesinde tamamlan­ mıştır.

Bismillâhirrahmaııirrahîm MUKADDİME Ayet-i kerîme ve hadis-i şeriflere dayanılarak, İslâm âlimleri­ nin tefsirlerine göre, Arş, Kürsî, Cennetler, Gökler, yer ve Cehen­ nemin yaradılışım, kıyâmetin alâmetlerini, o günün hallerini ve dehşetini ,cihânın harab ve yok olmasını, Allahü Teâlâ’yı görme âlemi olan âhiretin sonsuzluğunu dört konu ile anlatır. KONU: 1 ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 Cihâm yaratan Allahü Teâlâ’nm âlemde olan bediî san’atlârrnı düşünmeğe ve hatırlamağa vesile olan âyet-i kerîmeler: Ey aziz: Hak Teâlâ bu âlemi, varlığına ve birliğine delil olarak yaratıp, bütün eşyada, keskin görüşlü olanlara san’atını göstererek hikme­ tini duyurmuştur. Aşağıdaki mealleri alınan âyeti kerimeler, Kur’ân-ı Kerîm’deki sıra iledir. Hak Teâlâ, bu âyet-i kerîmelerle kulla-

nnı kendini tanımağa teşvik buyurmuştur. (Biz bunların bir kıs­ mına yer vereceğiz) : Fatiha sûresi, 1. âyet-i kerîmesi: «Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her hamd ve senâ, âlem­ lerin rabbi, yaratıcı, besleyici ve işlerini tertib edicisi olan Allahü azîm-üşşan içindir.» Bakara sûresinin 107. âyeti çelilesi der ki: «Bilmez misin ki, semâvât ve Arz’ın mülkü Allah-ü Teâlâ’nındır ve sizin için Allah-ü Teâlâ’dan başka, size fayda veren bir dost ve zararları gideren bir yardımcı yoktur.» Bakara sûresinin 255. âyet-i çelilesi (Ayet-el Kürsî) der kİ: «Allah-ü Teâlâ mahlûkata hak olarak ma’bûddur. Ondan baş­ ka ibâdete müstehak yoktur. Devamlı hayât ile bâkî, mahlûkların tedbirinde kâimdir. Dalgınlıktan ve uyumaktan münezzehtir. Gök­ lerde ve yerlerde onlann hepsi O’nun içindir. O’nun mülküdür. Kıyâmette hiç kimse O’nun katında, O’nun izni olmadan şefâat ede­ mez. Gök ve yer ehlinin önlerinde olanı (Dünya işlerinde) ve arka­ larında olam (Ahiret işlerinde) bilir. Mahlûklar O’nun ilminden, bildirmesini irâde ettiğinden başka bir şeyi kavrayamazlaf. O’nun Kürsîsi gökleri ve yeri içine alır. Gökleri ve yeri muhafaza etmek ona meşakkat vermez. O düşünceden yüksek, idrâkin dışındadır.» Âl-i İmrân sûresinin 5. âyeti çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâya yerde ve gökte gizli bir şey yoktur. O, rahmlerde çocuğa erkek ve dişi, güzel ve çirkin dilediği gibi şekil verir. Ondan başka ilâh yoktur. Aziz ve hâkîm’dir.» Al-i îmrân sûresinin 190. âyet-i çelilesi der ki: «Göklerin ve yerin yaratılmasında ve gece ile gündüzün uza­ yıp kısalmasında akıl sahihlerine, varlıkları yaratanın birliğine ve kudretinin kemâline açık işaretler vardır.» itfisâ sûresinin 124. âyet-i çelilesi der ki: «Semâvât ve Arzda olan bütün eşyanın yaratması ve mülkü Allah-ü Teâlâ’ya mahsustur. O’nun ilmi ve kudreti, herşeyi kap­ samıştır.» Mâide sûresinin 123. âyet-i çelilesi der ki: «Göklerin ve yerin ve onlarda olan mahlûkların mâliki Allah-â azîmüşşandır. O Allah-üTe âlâ yokdan var etmeğe kadirdir.» En’âm sûresinin 13. âyet-i çelilesi der ki:

«Gcce ve gündüzde sükûn ve harekette olanlar O’nun içindir. Yani zaman ve mekânın mâliki O’dur. Allah-ü Teâlâ herkesin sö­ zünü işitici ve hallerini bilicidir.» £n’am sûresinin 59. âyet-i çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâ’nın gayb hazîneleri O’nun katindadır. Onlan ancak Allah-ü Teâlâ bilir. Karada olan bitki ve hayvan, denizde olan cevher ,hayvan ve diğerlerini bilir. Ağaçlardan düşen yaprak­ ların ve geriye kalanların sayısını bilir. Karanlık zemine düşen dânenin biteceğini veyâ çürüyeceğini biür. Yaş vc kuru, az ve çok ölü ve diri hepsi Levh-i Mahfuzda yazılıdır.» En’âm sûresinin 75. âyet-i çelilesi der ki: «Biz İbrâhim’e, Azer’in ve kavminin sapıklığım gösterdiğimiz gibi, tevhidde yakim olması için göklerin ve yerin melckûtunu da gösterdik.» A’râf sûresinin 53. âyet-i çelilesi der ki: «Rabbınız o Allah-ü Teâlâ’dır ki, gökleri vc yerleri altı günde yarattı. Sonra Arş-ı a'lâyı yaratmayı kasd eyledi. Gündüzü gece ile örter. Sür’atle gcce gündüzü vc gündüz geceyi taleb eder (birbiri­ ni ta’kîb eder). Güneş, ay ve yıldızlan emrine boyun eğer şekilde yarattı. Biliniz kİ, yaratmanın ve emrin tümü Allah-ü Teâlâmndır. Bütün mahlûkatlaıı O’nun tasarruf undadır. Ulûhiyyet ve rubûbiyyette, vahdaniyyet ve ferdâniyyet ile âlî ve a’zâm, bütün âlemlerin yaratıcısı ve rabbidir.» Tevbe sûresinin 117. âyet-i çelilesi der ki: «Göklerin ve yerin mâliki Allah-ü Teâlâ’dır. Dünyâda dirilt­ mek ve öldürmek O’nun emrindedir. Sizin için Allah-ü Teâlâ’dan başka işlerinize bakan ve yardım eden yoktur.» Yûnus sûresinin 101. âyet-i çelilesi der ki: «Delil isteyen müşriklere de ki: Göklerde ve yerdeki akıl al­ maz san’ata bakınız ki, ne incelikler vardır. İlm-i ezelîde îmân et­ meden ölecekler için delil ve mucize görmek, korkutmak fayda ver­ mez.» Enbiyâ sûresinin 22. âyet-i çelilesi der ki: «Eğer semâvât ve arzda AUah’dan başka ilâhlar olsaydı, semâvat, arz ve içindekiler bozulurdu. Arş’m sâhibi olan Allah-ü Teâlâ, müşriklerin, O’na lâyık olmayan vasıflarından münezzehtir.» Fürkân sûresinin 45. âyet-i çelilesi der ki:

«Rabbinin san atına bakmaz inisin ki, fecrin başlangıcı ile gü­ neşin doğuşu arasındaki zamanda gölgeyi uzun kıldı. Allah-ü Te­ âlâ dilerse o gölgeyi sabit bırakıp, güneş ile gidermezdi. Sonra göl­ genin bilinmesi için güneşi delil kıldık.» Nemi sûresinin 88. âyet-i çelilesi der ki: «Sûr’a üfürüldüğü sırada dağlan yerinde duruyor görürsün. Halbuki bulutlann gitmesi gibi havada sür’atle giderler. Allah-ü Teâlâ herşeyi ilim ve hikmeti üzere mülıkem ve sabit yarattı. O yap­ tıklarınızı bilir.» Rûm sûresinin 48. âyet-i çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâ, rüzgân gönderip bullutu kaldırır. Onu gökde dilediği gibi bazen açar, bazen parça parça eder. İlâhî hüküm ile yağmurun bulutların arasından çıktığım görürsün. Yağmuru kullanndan dilediğinin şehir ve arâzisine isabet ettirerek onlan bol­ luk ile sevindirir.» Rûm sûresinin 50. âyet-i çelilesi der ki: «Allah’ın rahmetine bak ki, o yağmur ile kurumuş toprağı na­ sıl canlandırıp ağaç, meyve ve ekin bitirir. Buna kadir olan Hak Teâlâ kıyâmette ölüleri diriltmeye de diriltmeye kadirdir. O her şe­ ye gücü yetendir.» Secde sûresinin 3. âyet-i çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâ gökleri, yerleri ve onlann arasmda olanlan al­ tı günde yarattı. Sonra O’nun hükmü Arş üzere müstevî ve müs­ tevli oldu. Hak Teâlâ’dan başka size yardım ve şefâat eden yoktur. Acaba siz Kur’an-ı Kerimin nasihatlannı hiç dinlemez misiniz.» Sebe sûresinin İ. âyet-i çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun ki, semâvât ve arzda olan eşyâ ve ni’metler, O’nun mülkü ve mahlûkudur. Dünyada hamd etmek vâcib olduğu gibi, âhirette de O’nun kudret ve ni’metine hamd olu­ nur. O, hâkîm ve habir’dir.» Sebe’ sûresinin 2. âyet-i çelilesi der ki: «Zemine girenleri (yağmur suyu, hayvan, hazine gibi), ze­ minden çıkanları (kaynak sulan, bitkiler ve madenler gibi), gök­ ten inenleri (yağmur, kar, melekler gibi) hep bilir. O Allah-ü Teâlâ (mahlûklara ni’met vermesi ile) rahim, (günahları afv etmesi ile) gâf urdur.» Yâsin sûresinin 36. âyet-i çelilesi der ki:

«Allah-ü Teâlâ ,lâyık olmayan sıfatlardan münezzehtir ve her şeyi yaratmasında büyük kudreti vardır. Yerden bitirdiği ağaç, ne­ bat ve hubûbâtm çeşitlerini ve nefs-i insandan erkek ve kadını ya­ rattı. Onların bilmediği ve bilemiyecekleri şeyleri de yarattı.» ' Yasin sûresinin 37. âyet-i çelilesi der ki: «Vahdâniyyet ve kudretimize diğer bir delil dc gecedir ki biz ondan gündüzü giderip, geceyi getirdiğimizde karanlıkta kalırlar.» Yâsin sûresinin 40. âyet-i çelilesi der ki: «Seyir (hareket) esnasında güneş aya erişemez. (Çünkü ay hızb, güneş yavaş ve farkb felekler de seyr ederler.) Gece de gün­ düzün önüne geçemez. Her biri feleklerinde seyr ederler.» Yâsin sûresinin 41. ve 42. âyet-i ceiileleri der ki: «Kudretimize bir alâmet olarak babalarını ve diğer canlıları Nûh aleyhisselâmm dolmuş gemisine yüklettik veya ticaretle gön­ derdikleri evlâdlannı yahud bir yere gitmeğe güçleri yetmeyen ço­ cuklarım gemilere yüklettik. Ve onlara, binmeleri için kayık ve de­ veler yarattık.» Yâsin sûresinin 82. âyet-i çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâ bütün noksanlıklardan münezzeh ve kudret sa­ hibidir. Her şey O’nun kudret elindedir, öldükten sonra O’na döner, hayr ve şer amelleriniz ile cezâ olunursunuz.» Zümer sûresinin 68. âyet-i çelilesi der ki: «Birinci surâ üförüldüğünde yerde ve gökte olan mahlûkların hepsi ölü veya baygın olur. Ancak Allah-ü Teâlâ'mn diledikleri ka­ lır. Sûr’a ikinci defa üfürüldüğünde bütün ölüler kabirlerinden kalkıp acaba ne olacak diye beklerler.» Zümer sûresinin 69. âyet-i çelilesi ise şöyle der : «Mahşer yeri Rabbinin, nûru ile aydınlanır. Herkesin amel defteri sağ ve sol taraflarından ellerine verilir. Peygamberlerle üm­ metlerin, zâlimlerle mazlumların arası adaletle hükm olunur. On­ lar sevablanmn noksanı ve azablannın fazlası ile zulm olunmaz­ lar.» Zümer sûresinin 71-74 âyet-i çelilesi der ki: «Kâfirler Cehenneme grup grup sevkolunurlar. Onlar Cehenne­ me geldiklerinde yedi kapısı açılır. Zebâniler kâfirlere; size kendi cinsinizden peygamber gelip Rabbinizin âyetlerini okumadı mı, bugüne kavuşursunuz diye sizi korkutmadı mı? derler. Kâfirler,

evet geldi, okudu vc korkuttu, fakat Allah-ü Teâlâ’nm ezelî ilminde kâfirler üzerine kelime-i azâb vâcib olmuşdu, derler. Kâfirlere ,orada devamlı kalmak üzere Cehennem kapılarına girin denilir. Cehennem böbürlenenlere ne çirkin yerdir. Allah'dan korkarak şirk ve günâhdan sakınanlar grup grup Cennete sevk olunurlar. Cennete geldikleri zaman kapılan açılır. Cennet melekleri onlara, selâmet ve emniyet size olsun! Dünyada günahlardan arınmıştınız. Şimdi ebedî kalmak üzere Cennete girin! derler. Mü'minlcr: Allah-ü Teâlâ’ya hamd olsun ki, bize peygamber­ lerle bildirdiği va'dini yerine getirdi. Cennetten bize bir yer miras verdi. Dilediğimiz yerde konaklarız. Amel-i sâlih işleyenlere Cennet ne güzel yerdir, derler.» Mü’min sûresinin 64. âyet-i çelilesi der ki: «Allah-ü Teâlâ arz’ı (yer yüzünü) size karargâh ve semâyı üs­ tünüzde yüksekte bina kıldı. Sizin organlanmzı uygun, şekilleri­ nizi güzel kıldı. Halâl, temiz ve leziz yiyeceklerle sizi nzıklândırdı. Sizi bu güzel şekillerde yaratıp temiz nzıklar veren, Rabbinlz Al­ lah-ü Teâlâ’dır. O bütün hareket ve bereketlerin sâhibi ve âlemle­ rin rabbidir.» Zuhruf sûresinin 84. âyet-i çelilesi der ki: «O Allah-ü Teâlâ gökte meleklerin, yerde insanların ve cinnîlerin ma’bûdudur.» Duhân sûresinin 38. âyet-i çelilesi der ki: «Biz semâvâtı, arzı ve arasındakileri, kullarımız onlan varlı­ ğımıza ve birliğimize delil getirmeleri, ihtiyaçlarım gidermeleri için yarattık, boş'yere yaratmadık.» Rahmân sûresinin 29 ve 30. âyet-i celileleri der ki: «Semâvât ve arzda olan bütün mahlûklar, Allah-ü Teâlâ’ya muhtaç oldukları için ihiyaçlanm O’ndan isterler. Hak Teâlâ her an iradesi mucibince kudretini icra etmektedir.» ve «Ey insan ve cin! Rabbinizin hangi ni’metlerini yalanlarsınız.» Mücâdele sûresinin 7. âyet-i çelilesi der ki: «Yâ Muhammed! Bilmez raisin ki Allah-ü Teâlâ gökte ve yerde olan mahlûkların hepsini bilir. Üç kişi gizli konuştuklarında Al­ lah-ü Teâlâ dördüncü, beş kimse konuşsalar, O altıncı olur. Gizli konuşanlar mezkûr sayılardan az veya çok ve nerede olurlarsa ol­ sunlar Allah-ü Teâlâ onların sırlarına vakıf olur. Kıyamette onlan

rezil etmek ve lâyık oldukları cezayı takrir için işledikleri kötü amelleri kendilerine haber verir. Allah-ü Teâlâ gizli, açık, her şeyi bilir.» Mülk sûresinin 2. âyet-i çelilesi der ki: «O Allah-ü Teâlâ dünyada ölümü, âhirette hayatı yarattı. Siz­ den meydana gelecek amelleri ezelde bildiği halde, hanginizin daha güzel amellerde bulunduğunu sizin de bilmeniz için sizi imtihana tâbi tuttu. AUah-ü Teâlâ’ iyi işleri yapmaktan kaçınanlardan inti­ kam ahr, gâlibdir ve iyi amel işleyenlerin hatâlarım veya iyi işler­ den kaçtıktan sonra tevbe edenleri afv eder.» Mülk sûresinin 3. âyet-i çelilesi der ki: «O Allah-ü Teâlâ yedi semâyı birbirinin üzerinde ayrı tabaka­ lar halinde yarattı. Hak Teâlâmn yaratmasmda uygunsuzluk, nok­ san ve bozukluk görmezsin. Gözünü semaya tekrar çevir ki onda yanlma, çatlama görebilir misin.» Mülk sûresinin 5. âyet-i çelilesi der ki: «Biz dünyaya yakın olan semâyı kandiller gibi yıldızlarla süs­ ledik. Bu yıldızların parçalan ile, semâya çıkıp haber çalmak iste­ yen şeytanlan meleklerin kovmasını emr eyledik. Şeytanlar için dünyada yıldızlann alevli parçaları ile yakılmalarından başka âhi­ rette Cehennem azâbı hazırladık.» Nûh sûresinin 15. ve 16. âyet-i celîleleri der ki: «Görmez misiniz ki, Allah-ü Teâlâ yedi semâyı tabaka tabaka nasıl yarattı. Ve ay’ı dünya semâsında ve diğer semâlarda nûr, gü­ neşi yeryüzünden karanlığı gideren ışıklı çırağ kıLdı.» Nûh sûresinin 17. ve 18. âyet-i celîleleri de şöyle der: «Ve Allah-ü Teâlâ sizin aslınız olan Adem Aleyhisselâmı nebat gibi topraktan yarattı. Sonra öldüğünüzde toprağa iâde eder ve kıyamette sizi ondan çıkanr.» KISIM : 2 KÂİNATIN YARATILIŞI Ey aziz! Bil ki, tefsir ve hadîs âlimleri ittifakla şöyle demiş­ lerdir: Cenab-ı Allah, ehadiyyet mertebesinde bir gizli hazine iken,

bilinmeyi istemiş ve sevdiği için ruhlar ve cisimler âlemini yaratıp kendi merhametinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azametinin ce­ lâlimi, nimetlerinin bolluğunu, sanatının çeşitlerini, hikmetlerinin sırlarını göstermeği dilemiş. Bütün mahlûkattan evvel, yoktan çok nurlu, yeşil bir cevher yarattı. Bazı rivâyetlere göre; kendi nûrundan, lâtif ve azîm bir cevher var edip, ondan bütün kâinatı bir ter­ tip içinde tedricî olarak yarattı. Buna, ilk cevher, Nur-ı Muhammed, Levh-ı mahfuz ,akl-i kül, izâfî ruh adlarım verirler ki, bütün ruhların ve cisimlerin başlangıcı ve esası bu cevherdir. Çünkü Cenab-ı Allah ( muhabbetiyle o cevhere bakınca, cevher, utancından o anda eriyip su gibi akmış, özü su yüzüne çıkınca ondan önce kül­ li nefsi yaratmış, sonra sırasıyla meleklerin, peygamberin, velile­ rin, âriflerin, âbidlerin, mü’minlerin, kâfirlerin, cinlerin, şeytan­ ların, hayvanların, bitkilerin her birisi için, mertebelerine göre bel­ li makamlar göstermiş ve her sınıf kendi makâmına girmiştir. Her ruh, kendi cinsini bulmuş, her toplum kendi makamında kalmış­ tır. Melekût âlemi, bu 14 çeşit ruhlarla tamamlanmıştır. Bu âle­ min en yükseğine ve en lâtifine Gâyb âlemi = Lahût âlemi veya Ce­ berut âlemi denir. Bu âlemin ortancasına ruhlar âlemi = manâ âlemi veya emir âlemi adı verilir. Bu âlemin aşağısına ve cisimlere yakın olanına mücerret âlem = Berzâh âlemi veya Misâl âlemi denir. Cenab-ı Allah, bunları yarattıktan iki bin yıl sonra, ezelî irade­ siyle, adını ve şanım belirtmek için cisimler âlemini yaratmıştır. Sonra yine o ilk cevhere sevgiyle bakmış, o cevher utancından eri­ yip akmış, özünden de arş-ı âzami yaratmıştır. Altındaki yağlar­ dan da kürsi, Cennet, Cehennem, 7 kat gök ve 4 unsur yaratılmış­ tır. Arş-ı alâdan esfel-i-sâfiline (aşağılıkların aşağısına) kadar bu âlem, bu tertip üzere düzenlenmiş ve bu 15 çeşitle Mülk âleminin yaradılışı tamamlanmıştır. Bu âlemin de yükseğine ulvî âlem=bakâ âlemi denir. Ortancasına yıldızlar âlemi = felekler âlemi veya gökler âlemi denir. Aşağısına süflî âlem, cisimler âlemi, unsurlar âlemi, Kevn ve fesad âlemi ve dünya âlemi denir. İşte melekût âleminin müfredatıyla mülk âleminin toplamı, yani çeşitli ruhlarla basit cisimlerin sınıflarının hepsi 29 olarak tamamlanmıştır. Her iki âlemin sayıları kısımlarında üç çeşit bir-

leşim, cisim var olmuştur kİ, bunlar hayvan, bitki ve madenlerdir. Tıpkı harflerin birleşiminden heceler, isim ve fiillerle çeşitli keli­ melerden kurulu bir lisanın meydana gelmesi ve bunlardan Cihan kitabının sonsuz mânalar kazanması gibi... İbret gözü ile bu âleme bakan Arifler, her birinde birçok hikmetler görürler. Böylece evli­ ya, Cenab-ı Hak'ın san’atınm sırlarım idrak eder ve içindeki derin mânayı anlayarak onun yüksek huzurunu bulurlar. KISIM: 3 ARŞI ÂZAM VE HAMLESİ: Ey aziz! Bil ki, tefsir ve hadis âlimleri ittifakla şöyle demişler­ dir: Cenab-ı Hakk’ın kâinatı bir anda yaratmaya kudreti olduğu halde 6 günde yaratması, yani kâinatı yaratmasını pazardan baş­ layıp Cuma günü tamamlaması; kullarına her iş ve hareketlerinde sabırlı ve temkinli olmalarını, acele etmemelerini bildirmek ve an­ latmak içindir. Cenab-ı Allah, yeşil cevherden arş-ı âzami yarat­ mıştır ki, onun nur ve azametini vasıflandırmak imkânsızdır. Arş’ın çevresi .kırmızı yakuttandır ki, bütün yaratıkların sıfat ve sûretleri onda nakşolunmuştur. Göklerin üstünde meleklerin kıblesi olan Allah’ın arşı vardır. Nasıl ki yeryüzünde insanların kıblesi Kâbe’dir. Arş-ı âzamin 70 bin dili vardır ki, her dili başka bir lügat ile Allah’ı teşbih eder. Arş-ı âzamin dört direği vardır ki bunlar, ye­ rin dibine kadar inerler. Arş-ı âzam, su üzerinde, su hava üzerin­ de iken Cenâb-ı Allah, 4 büyük melek yarattı. Bunlar ,arş’ı taşırlar. Bunlara Hamele-i arş (arş’ı taşıyanlar) denir. Bu 4 Melekten her birinin 4 yüzü vardır. Bir yüzleri insan, bir yüzleri arslan, bir yüz­ leri öküz, bir yüzleri de kartal sûretinde tasvir edilmiştir. Bu yüz­ lerin her biri yeryüzünde kendine benziyen yaratıklar için Allah’­ tan nzık istemektedirler. Hamele-i arş melekleri daima ayaktadır ve arş’ı boyunları üzerinde taşırlar. Bunlar, Allah’ın katında bü­ tün meleklerden daha faziletlidirler. Bunlardan biri de İsrafil (f .a.) dır. Arş’ın bir direği onun boynu üzerinde kuvvetli ve muhkem durur. Bu melek, Allah’ın katında diğer üç melekten daha değer-

lidir. Çünkü suru taşıyan bu melektir. Sur’a üfürmek için Levh-l mahfuzdan gelecek emri, kıyamete kadar beklemekte ve Cenab-ı Allah’ın Cebrail, Mikâil ve Azrail (a.s.)’e verdiği emirleri kendi­ lerine bildirmektedir. Hamele-i arş meleklerinin her birinin 4 ka­ nadı vardır. Bu kanatlar 4 yana yayılmıştır. Bu meleklerin vücut­ ları yansı ateşten yansı kardan yaratılmıştır. Buna rağmen biri diğerim söndürmez. Yıldız böceği gibi birbiriyle kaynaşmışlardır. O kadar büyüktürler ki kulaklarıyla boyunlarımı* arası, kuşun 700 yıllık uçuş mesafesidir. Hamele-i arş meleklerine Kerrübiyyun da denilir. KISIM: 4 ARŞ-I ÂZAMİN ÇEVRESİNDEKİ BÜYÜK NEHİRLER VE MELÂİKE-İ KİRAM Ey azizi Bil ki, tefsir ve hadis âlimleri ittifakla diyorlar ki: Hak Teâlâ, arş-ı âzamin çevresinde 8 büyük nehir yaratmıştır. Dör­ dü kardan daha beyaz ve soğuk. Dördü de baldan daha tatlı ve lez­ zetlidir. Bu nehirler, devamlı olarak Arş’ın etrafında akar ve onu tavaf ederler. Cenab-ı Hak, Herkâil adında bir melek yaratmıştır ki, bütün eşyanın sırlarını ona vermiştir. Bu melek, Allah’tan arşı tavaf için izin istemiş. Allah’dan izin alınca ycla çıkmış, 8 bin ka­ nadıyla 3 bin yıl uçmuş, yorulunca Allah ona kuvvet vermiş ve uç­ masını emretmiştir. Üç bin sene daha Arş’ın etrafında uçmuş, yo­ rulunca Allah ona kuvvet vermiş ve uçmasını emretmiştir. 3 bin yıl daha uçmuş ve yorulunca bakmış ki 9 bin senede ancak arş’ın bir direğinden diğerine gidebilmiştir. O hayretler içinde seyrederken Allah’tan ona nidâ gelmiş: Ya Herkâil! Kıyamete kadar uçsan yine de arşımı tavaf edemezsin. Bu 8 nehrin arkasında, aış-ı âzamin etrafında nurdan ve ka­ ranlıktan biner perde yaratılmıştır. Bu perdeler nurun şiddeti, arş’ın etrafında bulunan melekleri yakmasın diye, onlara karşı geril­ miştir. Bu perdelerin arkasında da 70 bin melâike yaratılmıştır. Bunlar arş’a dönük, devamlı olarak Allah'ı teşbih ederler. Arş’ı ta­ vaf etmek için etrafında dönerler ve günde iki defa hamele-i arş meleklerine selâm verirler. Bunlara Saffun ve Haffun melekleri de­

nir. Bunların arkasında da 70 bin saf melâike yaratılmıştır. Bun­ lar daima ayakta durur ve «Sübhan-Allah velhamd-ü-lillah ve lâ ilahe illallah vallah-ü ekber ve lâ lıav’le velâ kuvvete illa billah-il aliy-yılazîm» diye zikrederler. Bunların arkasında da büyük bir yı­ lan yaratılmış ki, Arş-ı âzami çevirmiş, başını kuyruğu üzerine koy­ muştur. Başı beyaz inciden, vücudu sarı altından, gözleri kırmızı yakuttan yaratılmıştır. Yüz bin kanadı vardır ,her püskülü yanın­ da bir melek olup Allah’ı teşbih eder. Bu san yılanın teşbih sesin­ den bütün melekler dehşet duyar, teşbih sesi bütün meleklerinkini bastırır. Ağzı, açtığı zaman gök ve yeri bir lokmada yutacak kadar büyüktür, eğer bu yılana teşbih yaptığı zaman yavaş emri verilmeseydi, sesinden bütün melekler helâk olurdu. Cenab-ı Hak, melekleri çeşitli renkteki nurlardan yaratmıştır. Arş’a yakın olan meleklerin nurları beyaz ve şiddetlidir. Bütün me­ lekler, Cenab-ı Hakk’m emirlerine göre hareket ederler, insanlar gibi Allah’a isyan etmezler. Onlar için, yemek, içmek, cinsî müna­ sebet yoktur. Gıdaları Allah’ı teşbihtir. Çoğu insan suretindedir. Lâtif cisimler oldukları için çeşitli suretlere bürünürler ye Cenab-ı Hakk’ın emriyle şimşek hızıyla giderler. Herbirinin vazifesi ayrıdır. Kimi arş’ın etrafında teşbih ve tavafla meşguldür, kimi kürsüde, kimi Sidre’de, kimi Cennette, kimi Cehennemde, kimi gökte, kimi yerde, kimi ayakta, kimi oturuşta, kimi rükûda, kimi sücûdda de­ vamlı olarak Allah’ı teşbih ederler. Kimi insanların hizmetinde olup gece-gündüz onları korur, amellerini yazar. Bunlara kiramen kâtibin ve koruyucu melekler denir. Meleklerin de kendilerinden Peygamberleri vardır. Bunlardan biri, Sur sahibi İsrâfil (A.S.) dır. Biri Cebrail (A.S.) dır. 600 kanadı vardır. Hera kanadının yüz püskülü vardır ki her püskülün uzun­ luğu batıdan doğuya kadardır. Bütün kanadları .renkli nurlardan­ dır. Büyük vücudu kardan daha beyazdır. Öyle kuvvetlidir ki ka­ nadının bir püskülü ile dağları yerinden oynatır. Bu melek, yeryüzündeki peygamberlere Allah’ın selâm ve emirlerini getirir. Şekil ve büyüklüğü İsrâfil (A.S.) gibidir. Meleklerin bir peygamberi de Mikâil (A.S.) dir ki kanatlarının sayısını ancak Allah bilir. O, kız­ gın denizlerdeki meleklerin gözcüsüdür. Yer ve gökteki meleklerin her biri, yağmurun yağışını idare etmek gibi bir çok ilşleri yapma­ ya emir alırlar. Yağmurların her damlasını bir melek yere indirir

ve kıyamete kadar o meleğe bir daha sıra gelmez. Yere yağan yağ­ murlar Mikâil (A.S.)’in emir ve tedbiriyle yağar. Bu, onun vazife­ sidir. Bir peygamber de Azrail (A.S.)’dır. Bunun vazifesi ruhları almaktır. Bütün yer, önünde duran bir sofraya benzer. Rahmet ve gazab meleklerinden nice yüzbin yardımcıları vardır. İsrâfil, Ceb­ rail, Mikâil ve Azrail (A.S.), bütün meleklerin başı ve peygambe­ ridirler ki yer ve gökteki bütün melekler bunların emrindedirler. KISIM: 5 ARŞ-I ÂZAMİN ALTINDA OLAN KÜRSİ, LEVH, KALEM, SİDRETÜL-MÜNTEHA, TUBA AĞACI İLE İSRAFİL SURU VE BERZAH ÂLEMİ Ey aziz! Bil ki, tefsir ve hadis âlimleri ittifakla şöyle demişler­ dir: Cenab-ı Allah, kürsi’yi 4 direk üzerinde, Arş-ı âzamin nurun­ dan ve onun altında, kırmızı yakut renginde Arş’ın bir direğine bi­ tişip olarak yaratmıştır. Onun direkleri, yerin dibine kadar uza­ nır. Bütün gökler ve yer, Kürsi’nin ortasında, sahradaki bir halka kadardır. Kürsi de arş-ı âzamin altında sahradaki bir sofraya ben­ zer. Lâkin bu çeşit benzetişlerden maksat miktarları belirtmek de­ ğil, belki büyüklüklerini ifade edebilmek içindir. Çünkü onlann bü­ yüklüklerini ve sayılarım ancak onları yaratan Cenab-ı Allah bilir. Arş’tan murad’m taht mülkü, Kürsiden murad’m Allah’ın ilmi ol­ duğunu iddia edenler hatâ etmişlerdir. Çünkü bu görüş, âyet ve hadîslere aykırıdır. Cenab-ı Allah ,arş-ı âzamin altında ve onun nurundan yeşil zeberced renkte büyük bir Lehv yaratmıştır. Çevresi .kırmızı ya­ kuttandır. Zümrüd renginde de yeşil bir kalem yaratmıştır ki, uzunluğu yüz yıllık mesafedir. Onun mürekkebi beyaz nurdandır. Çünkü Cenab-ı Hak, kaleme yaz diye emrettiğinde kalem sarsılmış, üzüntü duyarak yıldırım sesi gibi bir sesle teşbihe başlamış ve ilâhı emirleri, kıyamete kadar olup bitecekleri Levh-i mahfuzda yazmış­ tır. Böylece Levh-i mahfuzu yazıyla doldurmuş vazifesini bitirdik­ ten sonra mürekkebi kurumuş, artık mutlu olan mutlu, mutsuz olan mutsuz olmuştur. Lâkin Cenab-ı Allah, her gece ve gündüz Levh-ı mahfuza 360 defa bakar, her bakışta bir şeyler siler, yerinde

başka bir şey tesbit eder. Cenab-ı Allah, yer ve gök halkının bil­ mesi ve bütün mahlûkatının kaderlerinin yazıya göre cereyan et­ mesi için kullarının başından geçecek bütün işleri Levh-i mahfuza yazdırmıştır. Levh ve kalemi inkâr eden münafıktır. Cenab-ı Hak, arş-ı azanım altında ve onun nurundan, Kürsî’nin karşısında, Cennetlerin üstünde beyaz inci gibi bir feza yarat­ mıştır ki bu Sidret’il münteha’dır. Burası Cebrail (A.S.) ile mukarreb meleklerin mekânıdır. Cenab-i Allah, Sidre-tül-münteha’da san altından büyük bir ağaç yaratmıştır ki, buna Tuba ağacı derler. Gövdesi altından, dal­ lan kırmızı mercandan, yaprakları yeşil zümrütten, meyveleri şe­ kerdendir. Nihayetsiz dallan, Cennet köşkleri üzerine sarkmıştır ki, sayısız meyvelerini Cennet ehli toplar. Sidre-tül-münteha ile Arş-ı âzam arasında 70 bin perde yaratılmıştır ki Sidrede bulunan melekler, Arştaki nurdan yanmasınlar. Yine Cenab-ı Allah, Arş-ı âzamin altmda ve onun nurundan, Arş’m direğine bitişik, kırmızı mercan renginde bir boynuz biçi­ minde, büyük ve çok uzun, içi boş bir şey yaratmıştır ki onun boş­ luğunda birinci ve ikinci Berzah’ı yapmıştır. İnsan bedenine gire­ cek ruhlar ile gelmiş ve gitmiş olan bütün ruhlann yeri burasıdır. Gök ve yer kürreleri, daireler gibi hiç biri diğerine dokunmadan bu boşlukta dizilmiştir. Bu boş yer İsrafil surudur ki onun iç dü­ zeyine bir mum yuvarlağına açılan çukur gibi çukurlar kazılmış­ tır. Birinci Berzah âleminde, bedene girecek ruhlarla, bedenden çıkıp Haşre kadar ikinci Berzahta bekliyecek ruhlar için o düzeyin çukurlan mesken olmuştur. Uçan ruhların her biri, mertebelerine göre o çukurlarda kendi makamlarında yaşarlar . KISIM: 6 SİDRE-TÜL-MÜNTEHADA OLAN MELEKLERİN VASIFLARI, DURUMLARI ve ARŞ’IN HOROZU OLAN TAVUS’UN RENGİ VE ZİKİRLERİ Ey aziz! Tefsir ve hadîs âlimleri ittifakla diyorlar ki: Cenab-ı Hak, Sidre-tül-münteha’da vekil tayin ettiği meleği,büyük ve aca­ yip bir cüssede yaratmıştır. Bu meleğin 70 yüzü vardır. Her yüzün­

de 70 ağzı, her ağzında 70 dili vardır. Her dili başka bir lügatla Cenab-ı Allah’ı devamlı olarak teşbih eder. Sidre de ayrıca 4 bin saf melâike yaratmıştır. Her saffın sayısı 10 bin melektir. Birinci saf­ taki melekler, daimi secdededir ve «Süphanallah» diye teşbih eder­ ler. İkinci saftaki melekler de daimi oturarak «Elhamdü-lillah» di­ ye teşbih ederler. Üçüncü saftaki melekler de daima rükûda olup «Lâ ilâhe illallah» diye teşbih ederler. Dördüncü saftaki melekler de devamlı olarak ayakta «Allah-u Ekber» diye teşbih ederler. Cenâb-ı Hak, Sidre’de yeşil zümrütten minare biçiminde büyük bir direk yaratmıştır. Bu direğin Sidreden yüksekliği 70 bin fersah mesafededir. O direğin başında beyaz inciden, büyük bir kubbe yaratmıştır ve o kubbenin üzerinde Tavus kuşu şeklinde çeşitli renkteki cevherlerden acayip bir melek yaratmıştır. Bu meleğin 1500 kanadı ve her kanadında 100 bin püskül vardır. Her püskül üzerinde, yeşil yazıyla yazılmış üç satır vardır. Birinci satırda: «Bismil-lahir-rahmânir-râhîm» ikinci satırda: «Lâ ilâhe-illal-lah Muhammedün-Resûlullah» üçüncü satırda ise: «Küllü-sev'in hâlikün-illâ-veche hû» yazılmıştır. Buna Arş’m horozu derler. Bu, ka­ natlarını gerince, püsküllerinden Cennet halkı üzerine, Allah'ın izniyle, yağmur gibi rahmet iner. Beş farz namazın her birinin vakti gelince o arş horozu, kanat­ larını birbirine çarpar. Bağırarak ve kanadının her püskülünden başka bir sada çıkararak seslenir. Bu ses, Cennet ağaçlarının dalla­ rım bir rüzgâr gibi sallar ve o sesten sevmen Cennetteki huri ve gılman; «Muhammed ümmetinin namaz vakti gelmiş ve şimdi hepsi namazla meşgul olacaklar» diye birbirlerine müjde vermeye başlarlar. Cenab-ı Hak, Arş horozuna seslenir ki: «Ya kuş! Niçin böyle bağırırsın?» O melek de der ki: «Ey Allah’ım, mü’min kulla­ rın ,ibadet için sana yöneldikçe ben de onlar için senden rahmet ve mağfiret isterim.» O zaman Allah-u Teâlâ ona yine şöyle hitab buyurur: «Ya kuş: Ben de, dünyada beş vakit namazım kılan kul­ larıma rahmet edip onlan Cehennem ateşinden korur, Naim Cen­ netleriyle sevindiririm.» Bu İlâhî hitab, horozu sevindirir, Allah'a dua ve niyazlarım tekrarlar.

KONU:2 4 KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 CENNETLERİN İSİM VE VASIFLARI, NEHİRLERİ, MEYVELİ AĞAÇLARI, YÜKSEK KÖŞKLERİ VE DEĞERLİ GİYSİLERİ Ey aziz! Tefsir ve hadîs âlimleri ittifakla diyorlar ki: Hak Te­ âlâ kudretiyle yedi kat göklerin üstünde Arş ve kürsî’nin altında, Arş’m nuruyla 8 Cennet yaratmıştır. Biri diğerinden üstün olan bu cennetlerin en yücesi Eden Cennetidir. Cenab-ı Hakk’m görme konusudur. Birinci Cennetin ismi Darül-Celâl’dir. Bu cennet beyaz inci­ dendir. İkincisinin adı Darüs-selâmdır. Bu cennet kırmızı yakut­ tandır. Üçüncüsünün ismi, Cennet-ül-me’vâ’dır. Bu cennet yeşil Zeberceddendir. Dördüncüsünün adı, Cennet-ül-Huld’dur. Bu cen­ net sarı mercandandır. Beşincisinin adı, Cennet-ün-naim’dir. Bu cennet beyaz gümüştendir. Altmcısmm adı Cennet-ül-firdevs’tir, kırmızı altındandır. Yedincisinin adı Cennet-ül-karar’dır, sarı misk­ tendir. Sekizincisinin adı, Aden Cenneti’dir, en güzel Lü’luden’dir. Aden Cenneti, büyük bir şehrin ortasmda ve yüksek bir dağ üze­ rinde bulunan bir iç kale gibi bütün cennetlerin içerisinde ve or­ talarında bulunmakla yeri, hepsinden daha güzel ve daha üstün­ dür. Cennetlerdeki nehirlerin çoğunun kaynağı buradadır. Sıddıklarm ve Kur’an hafızlarının yeri burasıdır. Ayrıca Cenab-ı Allah’­ ın tecelli ettiği (göründüğü) yerdir. Her cennetin eni ve uzunluğu yüz yıllık yol olan bir kapısı vardır. Her kapının san altmdan olan iki kanadı vardır. Rengârenk çeşitli mücevherlerle süslenmiştir. Birinci cennetin kapısı üzerinde «Lâ ilâhe illallah Muhammed’ün Resûlullah» yazılıdır. Diğer kapı-

lan üzerinde «Ene la a’zap men kale La ilahe illallah» (Ben, La ila­ he illallah diyene azap vermem) yazılıdır. Bütün Cennetlerin top­ rağı misk, taşları mücevherdir. Bitkileri çeşitli renkte, çiçekleri kırmızı Za’ferran’dır. Binalarının bir taşı altın, bir taşı gümüş, toprağı ise amberdir. Köşkleri, en güzel lü’lü’den ve sarı yakuttan­ dır, hepsinin kapılan mücevherdir. Her köşkün önünde dört nehir akar. Bu nehirlerin, biri hayat suyu, biri halis yoğurt, biri temiz şarab, biri süzülmüş baldır. Nehirlerin çevresi, meyveli ağaçlarla dolu ve süslüdür. Bu ağaçların ebediyyen dalları kurumaz, yaprak­ ları çürümez, dökülmez, meyveleri tükenmez. Birbirinden güzel ve üstün olan bu sekiz cennette akan daha bir çok nehirler vardır. Bu nehirlerden biri Rahman nehridir. Suyu bütün nehirlerden saf, ta­ dı baldan tatlı olan bu nehrin rengi kardan beyazdır. Kumu inci­ den üstündür. Cennet nehirlerinden bir de kevser nehridir. Cenab-ı Hak, onu habibi Peygamber (SA.) Efendimize vermiştir. Bu nehrin eni 900 mildir, kaynağı Arş’m altında olup orada Sidreye gelir. Oradan da Firdevs Cennetine dökülür. Yaydan atılmış ok gi­ bi, süratli bir şekilde Firdevs-i âlâ ile diğer cennetlerden akar. Kev­ ser nehrinin kokusu amberden hoştur, ondan bir kez içen hasta­ lık görmez, tadını asla unutmaz. Birinci cennetin kapısı yamnda ve kesver nehrinin kenarında renkli cevherlerden sayılan yıldızlar­ dan daha çok olan kâseler vardır. Haşır olmadan, Sırat köprüsünü geçmeden ve Peygamber (S.A.V.) Cennete girmeden önce, ümme­ tiyle bu nehirden su içeceklerdir. Kevser nehrinin bütün çevresi en güzel Lü’lü ve kırmızı yakuttan saf saf yüksek ağaçlar ile donan­ mıştır. Dallannın çoğu çeşitli güzel sesler çıkarır. Dallanmn üs­ tünde başka türlerden kuşlar vardır ki çeşitli lügatlarla Allah’ı teşbih ederler. Cennet nehirlerinin biri kâfur, biri nesim, biri selsebil, biri rahik-ı mahtum’dur. Bu saydığımız nehirlerden başka yüksek Cennetler içinde akan binlerce nehir vardır ki, çevrelerin­ de 100 binlerce ağaçlar, güzel meyveler vardır. Cennetlikler için Sündüs ve istibrak gibi binbir renkte değerli giysiler, türlü lezzetli yemekler ve tatlı içkiler vardır ki, sayısını ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cennetlerin eni, yâni sekiz surundan her iki surun arasmdaki mesafe, gökle yerin eni kadar, uzunluğu ise nihayetsizdir. Bütün cennetlerin derecelerinin toplamı, Kur’an-ı Kerim’in âyetlerinin toplamı kadardır. Yani 6666 derecedir. Her

iki derecenin arası 500 yıllık mesafedir. Çünkü Cennet ehli, ezber­ ledikleri Kur’an âyetleri kadar dereceler nail olurlar. Bu nedenle Kur’an hafızlan Cennet derecelerinin en üstününe nail olmuş ve yerleri Aden Cennetinin ortası olmuştur. KISIM: 2 CENNET NİMETLERİNİN ÇEŞİTLERİ, CENNET HURİLERİ VE GILMANLARI, CENNET EHLİNİN ALLAH’I NASIL GÖRECEKLERİ Ey aziz! Tefsir ve hadis âlimleri ittifakla diyorlar ki: Cennet ehlinin arzuladığı, özlediği nimetler derhal önlerine ge­ lir. Yüksek ağaçlann dallanndan sarkmış meyveleri, bir işaretle ellerine gelir, istedikleri çeşitli meyvelerin lezzetini alırlar. İstedik­ leri her yemek ve içkiyi anmda önlerinde hazır bulurlar. Uğraşma ve pişirme derdi yoktur. Çünkü Cennette zahmet ve ateş olmaz. Cennet ağaçlanmn çoğu Tuba ağacıdır. Kökü Sidre’de, dal ve yap­ raklan ise bütün Cennet köşklerinin içine yayılmıştır. Tıpkı gü­ neşin kendisi çok yüksekte olduğu halde ışığının dünya evlerine girmesi gibi. Cennet halkı, bu ağacm çeşitli meyvelerinden her an lezzet almaktadır. Mü’minler için rengârenk süslenmiş ve döşen­ miş köşkler ve bu köşklerdeki tahtlar üzerinde saçlan amber ko­ kulu, hilâl kaşlı, kara gözlü, güneş gibi parlak yüzlü, tatlı sözlü, nazlı, işveli, inci dişli, mercan dudaklı, gül yanaklı, selvi boylu, güzel huylu, gülden taze ve körpe huri kızları vardır. Onlar Cen­ netteki erkeklere mahsusdur. Bu hurilerin her biri 70 kat, çeşitli renklerde gayet ince ve hafif değerli elbiseler giyer. Başlarında renkli nurlarla nurlanmış taçlar vardır. Çeşitli mücevherlerle süs­ lenmiş, tahtlar üzerinde yaslanmış, ait oldukları mü’min erkekle­ ri beklerler. Karşılarında, hizmetleri için binlerce gılman (cennet delikanlıları) saf halinde ayakta dururlar. Cennete giren mü'minler, hiç çıkmamak üzere ebediyyen ora­ da kalırlar. Birbirlerine selâm vererek tatlı konuşur, dedikodu gi­ bi kötü huylardan arındıkları için kimse kimseden usanmaz. Cen­ net ehli için ihtiyarlık ve ölüm yoktur, elbiseleri eskimez. Gönülleri zengin, gözleri toktur. İstediklerini yer, içer, buna rağmen tuvalet ihtiyaçlan olmaz. Yiyip içtikleri, güzel kokulu bir ter halinde gül suyu gibi bedenlerinden yayılır.

Cennetteki huriler, hayızdan, nifasdan ve kötü huylardan annmışlardır. Cennet halkı, her zaman emniyet ve huzur içinde, tedbirden, kazanma külfetinden, keder ve üzüntülerden uzak, has­ talıklardan selâmettedir. Sıhhat ve afiyetleri, sevinç ve mutluluk­ ları ebedidir. Görevli melekler, haftada bir defa, mücevherden eğerlerle süslenmiş Burakları mü’minlere getirir, Allah’ın selâm ve çağrışım iletir, müjde verirler. Onlar da buraklanna binip Aden Cennetine yükselip giderler ve Cenab-ı Hakk’ın misafirhanesine vanp ikram ve izzetlerini görür, çeşitli nimetlerini yer, sözlerini işi­ tip Cemalini görürler. Allah’ın hitabından o kadar zevk duyarlar ki, Cennetteki bütün nimetleri unuturlar. Sonra, yine Allah’ın iz­ niyle eski yerlerine dönerler. Bütün cennetlerin hakimi ve hâzi­ nelerinin bekçisi olan büyük bir melek vardır. Adı Rıdvan olan bu meleğin Cennetlerde gece-gündüz diye bir zaman kavramı yok­ tur. Cennetler, bir an bile ışıksız kalmaz. Çünkü Cennetlerin tava­ nı, Cenab-ı Hakk’ın arş’ıdır. Arş’m nurları, daimi olarak orada parlar. KISIM: 3 CENNET NİMETLERİ VE O SAADETE NAİL OLAN Ey aziz! Bil ki Cenab-ı Hak, kutsi hadîsinde şöyle buyuruyor: «Ey Ademoğlu! Dünyaya nasıl değer verir ve bağlanırsın? Halbuki dünya fani, nimetleri ve hayatı geçicidir. Muhakkak ki benim katımda bana itaatli olan kullarım için 8 cennet hazırladım. Sekiz kapısı olan bu cennetlerin her birinde Zağferandan 70 bin bahçe vardır. Ki her bahçede inci ve mercandan yapılı 70 bin şe­ hir her şehirde de kırmızı yakuttan yapılmış 70 bin köşk, her köşk­ te Zebercedden yapılmış 70 bin ev, her evde sarı altından 70 bin oda ve her odada san yakuttan 70 bin taht, her tahtın üzerinde ipekten işlenmiş 70 bin yatak ve her yatak üzerinde bir huri kızı, her hurinin önünde san altmdan bir tepsi, her tepside renkli mü-. cevherlerden 70 bin tabak, her tabakta ise başka bir çeşit yemek vardır. Her köşkün altmda dört nehir akar. Bu nehirlerden biri su, biri süt, biri temiz şarap ,biri de süzülmüş baldır. Her nehrin ke­ narında 70 bin ağaç vardır. Her ağacın 70 bin çeşit meyvesi ve 70

bin renkte yapraklan vardır. Her ağaç üzerinde rengârenk kuş­ lardan 70 bin kuş vardır ki her kuş 70 bin çeşit sesle Allah’ı teşbih eder. Cenab-ı Allah buyuruyor ki: «Bana itaat etmiş olan kullanma, bunlardan başka her saat başında gözlerin görmediği, kulaklann İşitmediği, gönüllerin duy­ madığı 70 bin hediye bağışlanın. Cennet halkının elbiseleri 70 kat hülledir ,o kadar incedir ki birbirini kapamaz, altındakinin rengi üstündekine vurup birbirinin güzelliğini arttırır. Bunlar ebediyyen cennetten çıkmaz, ihtiyarlamaz, ölmez, üzülmez, ağlamaz, na­ maz kılmaz, oruç tutmaz, hastalanmaz, tuvalete gitmez, tuvalet ihtiyaçlarını gülsuyu gibi terle dökerler, kadınlar hayız ve nifas görmezler. O halde benim nzamı ve Cennetimi isteyen, dünyada kanaatkAr olsun. Dünyanın fani ve geçici olan izzet ve lezzetlerine bağlanmasın, sadece habibim Muhammed (S.A.)’e bağlanıp onu içten sevsin ve onun izinden gitsin.» KISIM : 4 LİVA-I MUHAMMED VE BEYT-İ MAMUR Ey aziz! Tefsir ve hadis âlimleri ittifakla diyorlar ki: Cenab-ı Allah Habibi Peygamber (S.A.) Efendimize Liva-ülHamd adlı sancağını verecektir. Mahşer gününde Hz. Muhammed’in ümmeti bunun altında toplanacak ve peygamberimizin makamı­ na geçip ümmetine şefaatte bulunacaktır. Liva-ül-Hamd, halen Cennette olup, sonsuz bir sahrada, Hamd dağı üzerinde dikilmiş bin yülık yol uzunluğunda çok büyük bir sancaktır. Kabzası beyaz gümüşten ve yeşU zebercedden, ucu kırmızı yakuttandır. Onun üç köşesi vardır. İki köşesinin arası 500 yıllık mesafedir. Sancağın üzerinde her birinin uzunluğu 500 yıllık mesafe olan üç satır ya­ zılıdır. Birinci satır: «Bismillahir-rahmanir-rahimn, ikinci satır «Lâ ilâhe İllallah», üçüncü satır, «uElhamdü-illâhi-rabbil-alemin» yazı­ lıdır. Bu büyük sancağın altında 70 bin sancak ve her sancağın al­ tında 70 bin saf melâike vardır. Her safta 70 bin melâike durup Cenab-ı Hakk’ı teşbih ederler. Bir de Beyt-ül-mamur vardır. Rahmetül flrdevs’te kırmızı yakuttan yüksek bir kubbedir. Cenab-ı Al­

lah, Adem (A.S.)’ı, Cennetten yeryüzüne indirdiğinde tövbesini ka­ bul etmiş ve ona ikram olarak Beyt-ül-mamuru Cennetten yeryü­ züne indirip bugünkü Kabe’nin yerine koymuştur ki, Adem (A.S.) için, Cennetin bir yadigârı olup tavaf ve ziyaret etsin. Onun, do­ ğuya ve batıya açılan iki kapısı vardır. İçinde de nurdan iki kan­ dil vardı ki, aydınlatabildikleri yerin tamamı, bugün Kâbe olmuş­ tur. Cenab-ı Hak’kın emriyle 7 kat göklerdeki melekler, nöbetle inip Adem (A.S.) ile birlikte Beyt-ül-mamuru tavaf ederlerdi. Beytül-mamur, Adem (A.S.)’den sonra Nuh (A.S.)’a kadar yeryüzünde idi. Tufandan önce dünya semasına çıkarılmıştır. Kıyamet günü­ ne kadar burada kalacak, sonra yine Cennetteki eski yerine alına­ caktır. Bugün onun dünyadaki yerinde İbrahim (A.S.)’ın Cenab-ı Allah’ın emriyle inşa ettiği beyt-i-şerif vardır. Eğer Beyt-ül-mamur gökten düşse,'yine Kâbe’nin üzerine konar, ikisinin arasmda kalan yer de Harem-i-şerif olurdu. Bugün Kâbe duvarının bir köşesinde bulunup öpülen Hacer-i-Esved, Beyt-ül-mamurdan yadigâr kalmış­ tır. O taş, kırmızı yakutken, tufanda Allah’ın emriyle siyah olmuş­ tur. Dünya semasındaki Beyt-ül-mamura her gün 70 bin melek girip orda namaz kılarlar. Bunlar bir sınıf meleklerdir. İblis onlar­ dan çıktığından cin olarak da adlandırılırlar. Sayılan o kadar çok­ tur ki, Beyt-ül-mamura bir kere girene, kıyamete kadar bir daha sıra gelmez.

KONU:3 2 KISIMDAN İBARETTİR. KISIM: 1 YÜKSEK CENNETLERİN ALTINDA OLAN MELEKLERİN ÇEŞİTLİ PERDELERİ İLE ALLAH’IN DENİZ VE HÂZİNELERİNİ VE HALLERİNİ, 7 KAT SEMAYI VE HER BİRİNDE OTURAN MELEKLERİN ŞEKİLLERİ VE TEŞBİHLERİ Ey aziz! Tefsir ve hadis alimleri ittifakla diyorlar ki : Cenab-ı Allah, yüksek Cennetlerin altında, güneş ışığından 70 bin perde ya­ ratmıştır. Bunlann altında da karanlıktan 70 bin perde yaratmış­ tır. Bu perdelerde çeşitli melekler vardır. Onların altında kızgmateşli deniz, onun altmda Rakkı-menşur denilen deniz, onun altın­ da da Kumkan denizi, onun altmda da hayvan denizi vardır. Bu denizlerin adları, Allah'ın hazînelerinden kinayedir. Bu denizlerin altmda 7 kat sema vardır. Parlak nurdan olup adı Ariban’dır. Bu­ rası erkek suretinde olan meleklerle doludur. Teşbihleri «Süphanallah ve bi-hamdihi, adede halkıhi vezneti arşîhi ve midâdi kelimâtihiodir. Bunlar, Allah’tan gayrisini bilmezler, birbirlerine dahi bakmazlar. Allah’ın korkusundan kıyamete kadar ayakta ağlarlar. Bu melekler, mukarreb melekler olup Ruhiyyin olarak isimlendi­ rilir. Başkanlanmn ismi Rukyaîl olup 7. kat semamn bekçisidir. Onun altmdaki göğün adı Ruka’dır ,en güzel Lü’lü’den yaratılmış— 36 —

MARİFETNAME

tır. Melekleri genç oğlanlar suretindedir. Yüzleri gülden tazedir ve hepsi de Allah’ın korkusundan rukü’a gitmişlerdir. Teşbihleri «Süphane rabbi’külle şey»dir. Başları ,adı Kemhail olup Altıncı sema­ nın bekçisidir. Bunun altında adı Dinka olan beşinci gök vardır ki, kırmızı altından yaratılmıştır. Melekleri huriler suretinde olup hep­ si de Allah’ın korkusundan oturmuştur. Teşbihleri: «Süphanel halikün-nur ve bihamdihi»dir. Başları, adı Semhail olup beşinci se­ manın bekçisidir. Onun altında ismi Erkulun olan beyaz gümüşten yapılı dördüncü gök vardır. Melekleri süvari şeklinde olup teşbih­ leri : «Süphanel-melik-il-kuddus rabbuna ve rabbül melaiketi verruh»’tur. Başlarının adı Kâkâil olup dördüncü semanın bekçisidir. Onun altında adı Maun olan sarı yakuttan yapılmış üçüncü gök vardır. Melekleri, kartal suretinde olup, teşbihleri: «Süphanel-melik-ül hayyillezi lâ yemut»dur. Başlarının adı Safdail olup, üçüncü semanın bekçisidir. Onun altmda kırmızı yahuttan yapılmış ikinci gök vardır ki Adı Kadyum’dur. Melekleri, deve suretinde olup teş­ bihleri : «Süphane zil-izzeti vel ceberut»’tur. Başlarının adı Mikail’dir. İkinci semanın bekçisidir. Onun altında da adı Berkia olan yeşil zebercedden yapılmış birinci gök vardır. Melekleri inek sure­ tinde olup teşbihleri: «Süphane zil-mülkivel-meleküt» ’tür. Başlan İsmail’dir. Dünya semasının bekçisidir. Bu melek, çok büyük ve çok güzeldir. Vekili, yağmurları her yere ayırıp gönderen Mikaü’dir. Yağmur damlaları, onun hesabına göre dünyaya iner. Bulut­ lar ,onun sürdüğü yere gider. Bu 7 kat semanın kırmızı altından sayısız kapıları vardır ki kapalıdır. Anahtarları, «Allahu-ekber» ism-i-celilidir. Her semanın kapıları, reislerinin izniyle bekçileri tarafından açılırlar. Bu 7 kat semanın her birinin kalınlığı beş yüzyıllık mesafedir. İki sema arasındaki mesafe de beşyüz yıldır. Bu yedi kat semanın büyüklük ve mesafelerini belirtmekten maksat, rakamlarım göster­ mek değil, Cenab-ı Hak’km kudret ve azametine işaret etmek için­ dir. Çünkü onun kudreti, sonsuzdur. Bu 7 kat sema, şekil bakımın­ dan 7 çadıra benzerler, Dünyanın etrafında bulunan 8 Kaf dağın­ dan 7’si üzerine konmuşlardır. Sekizinci Kafdağı da dünya seması­ nın içinde dünyamızı çevrelemiştir. Bu göklerin çevresi, bu dağ­ larla son bulmuştur.

— 37 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

KISIM: 2 7 KAT SEMANIN ALTINDA DÜNYA SEMASINA BİTİŞİK OLAN DENİZLE BUNUN İÇİNDE BULUNAN GÜNEŞ, AY VE YILDIZLARIN DOĞUŞ VE BATIŞI VE BAZI HALLERİ : Ey aziz! Tefsir ve hadîs alimlerinin bazıları diyorlar ki: Cenab-ı. Hak, dünya semasınm altmda ve ona bitişik bir su denizi yaratmıştır. O deniz, semanın içini bütün çevresiyle kaplamış olup dalgalarıyla birlikte, Allah-u Taâlâ’mn emir ve kudretiyle havada durmakta, bir damlası dahi havaya düşmemektedir. Kendi arşının nurundan yarattığı güneş, ay ve yıldızlar, adı geçen denizin içinde balık gibi yüzmektedirler. Cenab-ı Allah, önce bütün kürelerin en büyüğü ve parlağı olan güneşi, sonra ayı yaratmıştır. Daha sonra Cebrail (A.S.) Cenab-ı Hak’kın emriyle Ayın yüzünü kanadıyla silerek ışığını yok etmiştir. Böylece aydınlığı sönüp gece ile gündüz ayırdedilsin ve onunla sene ile ayların hesabı bilinsin. Ay yüzünde çizgiler gibi gö­ rünen siyahlıklar, sönmüş olan ışığının izleridir. Cenab-ı Allah, adı geçen deniz içinde Güneş için 360 ilikli elmas cevherinden bir va­ sıta yaratıp güneşi onun üzerine yerleştirmiş, her iliğini tutmak için de bir melek tayin etmiştir ki güneşi, o vasıtasıyla o denizde doğudan batıya çekip götürsünler. Cenab-ı Allah, Ay için de 300 ilikli, san yakuttan bir vasıta yaratıp ayı onun üzerine koymuş, her iliğini tutmak için de bir me­ lek tayin etmiştir ki Ayı, vasıtasıyla o deniz içinde doğudan batı­ ya çekip götürsünler. Ayrıca yine Ay için Lahür cevherinden 60 ilikli bir kılıf yaratmıştır ki ona da 60 melek tayin etmiştir. Sonra aym vasıtasını çeken melekler, onu güneşten gün be gün uzak­ laştırdıkça, kılıfına tayin olunan melekler.de Aydan, azar azar kı­ lıfını uzaklaştınrlar. Böylece ay güneşe karşı tam geldiği zaman, kılıfı da tamamen çıkmış olur ki, o zaman Ay tam Bedir halinde görünür. Melekler güneşi, aya yavaş yavaş yaklaştırdıkça öbür ta­ raftan da kıbfını aynı oranda yaklaştırırlar. Ay, güneşe yaklaşın­ ca kılıfım da ona tamamen giydirirler. Bu durum kıyamete kadar böylece devam edecektir. Bunun için Ay, bazen hilâl, bazen yarım ay, bazen de Bedir halinde görünür. Diğer küre ve yıldızların en — 38 —

MARİFETNAME

büyüklerine onar, en küçüklerine birer melek tayin edilmiştir. Böy­ lece, Cenab-ı Allah’ın emir ve takdirine göre o denizde onlan yü­ rütür, belli zamanlarda doğuş ve batışlarını sağlar ve Kaf dağının arkasında,

adı

geçen

denizden

gezegenlerle

yine kendi doğuş yerlerine götürürler. Yıldızlardan çıkan ateş parçalan len

şeytanları

döver

ve

yakarlar.

yıldızların

Allah’ın

Hak

her

emirlerine

Taâlâ’nm

birini

karşı

kudretiyle

ge­

güneş,

ay ve bütün yıldızların yalnız beş tanesi için dünyanın iki tarafın­ da çok sayıda doğuş ve batışlar yaratmıştır. Onun için bunlara 7 gezegen derler ki her gün her biri başka bir yerden doğar ve baş­ ka bir yere batar. Cenab-ı

Allah,

güneş

kaynayan

180

pınarı,

balçıktan

çıkan

180

üzerinde

fıkır

fıkır

için

doğu

doğurmakta pınarı

ve

tarafından,

siyah

yine

tarafından

batırmaktadır

kaynayan

kazanlar

batı

ki,

gibi

bunlar

topraktan siyah

şiddetli

kaynamaktadır.

ateş Sonra

güneş, Allah'ın takdir ve bilgisiyle altı ay kadar her gün yeni bir yerden doğup başka bir yerde batmaktadır. 6 ay bitince yine doğuş ve batış yerlerine döner, sene tamamlanınca yine eski yerine dön­ mekte ve böylece kuzeyden güneye, güneyden kuzeye doğru daimî hareket halindedir. Bu sebepten kış mevsiminde güneşin doğuş ve batışı

güney

yönünden

olmakta,

yaz

aylarında

ise

kuzey

yönünde

olmaktadır. Bu hal, kıyamete kadar böyle devam eder. Eğer güneş, adı geçen denizde batık olmayıp havaya gelseydi o, bize çok yakın olacak

ve

yerdeki

bütün

yaratıkları

yakıp

kavuracaktı.

Eğer

aym

güzel ve ışıklı yüzü o deniz vasıtasıyla örtülmeyip olduğu gibi görünseydi

dünya

halkının

ayın

güzelliğine

lerine ilâh edineceği söylenmektedir.

hayran

kalıp

onu

kendi­

KONU:4 4 KISIMDAN İBARETTİR. KISIM: 1 CEHENNEMİN YARADILIŞI VE HALLERİ : Ey aziz! Tefsir ve hadîs alimleri ittifakla diyorlar ki: Cenab-i Allah, yerin 7 kat altmda yedi tabaka Cehennem yaratmıştır ki her tabakası birbirinden aşağıdadır. Bu tabakalardan herbirinin arası ise beşyüz yıllık mesafededir. Cehennemin 7 kapısı vardır. Herbirinin içinde ateşten 70 bin dağ vardır. Her dağda ateşten 70 bin dere, her derede ateşten 70 bin kale, her kalede ateşten 70 bin ev, her evin içihde, kızgın yağlar, kelepçeler, zincirler, sandıklar, köpekler, yılanlar, akrepler, zehirler, kaynar sular, buzlar ve zak­ kum gibi bin türlü azab verici şeyler vardır. Cehennemde kara yüz­ lü, gök gözlü Zebani denilen, merhametsiz ve sayıları hesapsız melekler vardır. Cenab-ı Allah, zebanilere Mâlik adında korkunç bir başkan tayin etmiştir. 7 kat cehennemin hâkimi budur. Her Ce­ hennemin azabı, bir altındakinden daha hafiftir. Birinci kat ce­ hennem Ümmet-i Muhammed’in asileri içindir. İkinci Cehennemin adı, Sâîr olup Hıristiyanlar içindir. Üçüncüsünün adı Sakar’dır. Yahudiler içindir. Dördüncüsünün adı, Cehim’dir, dinden dönen­ ler ve şeytanlar içindir. Bunun azabı elimdir. Beşincisinin adı Hutma olup, dipsiz kuyuları vardır. Yecuc - Mecuc kâfirler içindir. Al­ tıncı Cehennemin adı, Lazza’dır. Puta ve ateşe tapanlar ile sihir­ bazlar içindir. Yedinci Cehennemi adı Haviye’dir. Zındıklar (din­ sizler) ve münafıklar içindir. Bu cehennemin azabı, hepsinden şid­ detlidir. Bütün cehennemlerin 7 binden fazla basamakları vardır. — 40 —

MARİFETNAME

KISIM : 2 ADEM (A.S.)’IN YARADILIŞI, CENNETE GİRMESİ, SONRA ORADAN ÇIKMASI, ZÜRRİYETİYLE YERYÜZÜNÜ ŞENLENDİRMESİ, PEYGAMBER (S A V.) EFENDİMİZİN DOĞUMU, VEFATI, YÜCELİĞİ VE ŞERİATI :

Ey aziz! Tefsir ve hadîs alimleri ittifakla diyorlar ki: Haktaâlâ, ruhlar âlemini yarttıktan 2 bin yıl sonra cisimler âlemini ya­ rattı. 6 günde Arş-ı-âlâdan karanlık perdelere varıncaya kadar, hepsinin düzenini tamamladı. Sonra Kerrübiyyün meleklerine arş-ıâzamı, Hafun ve Saffun meleklerine Arşın yanını mesken yaptı. Diğer meleklerin de herbirine bir makam tayin etti. Bir sınıfım Kürside, bir sınıfını Sidre’de, bir sınıfım livaül-hamd altında, bir­ çok sınıflarını da Cennette huriler ve gılmanlar ile yerleştirdi, me­ leklerin binlerce sınıfını da göklerde, yerde, denizlerde, Cehennem­ de doldurmuş ve buradaki yaratıklarının hizmetine vermiştir. Ce­ hennemdeki melekler Zebanidir. . Kâinatın her tarafım meleklerle dolduran Cenab-ı Allah yer­ yüzünü de çeşitli yaratıklarla doldurdu. Yeryüzünün her yanında dan bitirdi ve bir Tavus kuşunu yaratıp bütün o darılan kendisi­ ne rızık yaptı. Kuş, zamanla bütün o darılan yemiş, yalnız on de­ rede kalan taneleri, biter korkusuyla, günde her dereden onar tane yemeye başlamış. Bir zaman sonra bir tek derede darı kalmış. Son­ ra o kuş, günde yalnız on tane yemeğe başlamış ve ona takdir edil­ miş olan rızık taneleri bitince ölmüş. Bir düşünün ki, bu dünya, ne kadar zamandan beri bugünkü düzenini bulmuş ve nelerden geri kalmış?... Sonra Hak Taâlâ, yeryüzünde hikmetiyle renksiz, dumansız ve hararetsiz ateşten Cân’ı yarattı, adını Maric koydu. Sonra karısını yarattı, ona da Marice adını verdi. Onların izdivacından Cin tai­ fesi üremiştir. İblis, bunlardandır. Zamanla bu Cin taifesi öyle ço­ ğalmış ki yeryüzünü doldurmuş. Onların asıl sureti insanlarınkine benzer. Fakat bedenleri, meleklerinki gibi lâtif olduğu için diledik­ leri şekillere girerler. Nihayet dünyaya sığamayacâk kadar çoğa­ lan cinler, Allah’ın emriyle dünya semasına çıkmış ve orada yaşa­ maya başlamışlar. Bütün Cinler, gece-gündüz Allah’a ibadet eder,

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ

emirlerine asla karşı gelmezler. Fakat' 7 bin sene sonra, cinlerin yeryüzünde kalanları kötülük yapmaya ve kan dökmeye başladılar, ibadeti terk edip Allah’a isyan ettiler. Cenab-ı Allah’ın her yüzyıl­ da bir kendilerine gönderdiği Peygamberi öldürdüler. Böylece 12 bin senede 120 Peygamberi katlettiler. Sonra Cenab-ı Allah onlara gazap edip dünya semasında ya­ şayan iblis ile çocuklarını yeryüzüne göndermiş ve dünyadaki cin­ lerle birlikte toplandıkları yerde, tümünü ateşle yakmış. Sonra başka bir gökten gönderdiği İblisin torunlarını, bir denizin adala­ rına yerleştirmiş. O zaman İblis, Allah’a çok itaat ve ibadette bu­ lunduğundan Hak Taâlâ, onu yedinci kat göğe çıkarmış, nihayet ondan razı olmanın karşılığı olarak Cennete sokmuştur. Yeryüzü­ nü de boş kalmasın diye dünya semasından gönderdiği meleklerle doldurmuş. Bunlar da bin yıl Allah’a ibadet etmişler, böylece Cin­ lerin yaradılışının üzerinden yirmi bin yıl geçmiş. Sonra Cenab-ı Allah, Adem (A.S.)’ı yaratmak istemiş, bunun için de Azrail (A.S.) ’ı gönderip o kuru toprağı yoğurup hamur haline getirmesini emretmiş ve 40 gün o şekilde bekletmiştir. Sonra Cenab-ı Hak, bu hamura Numan vadisinde ,en güzel şekilde suret vermiş ve kendi ruhundan başına üfürerek diriltmiş. Adem (A.S.) ’a secde etmeleri için meleklerine emretmiş. Bütün melekler Adem (A.S.)’â secde et­ miş. Yalnız İblis, ona secde etmemiş, onun için de lanetlenmiştir. O da bütün zürriyetiyle Adem oğullarına musallat olmuştur. Bun­ lar, insanın vücudundan girer, kan gibi damarlarında akar ve ves­ vese vererek kötülüklere sürükler. Fakat hiç kimseyi zorla isyana ve kötülüğe yöneltmezler. Ancak ibadetleri, iyilikleri güç, kötülük­ leri güzel bir eğlence, sefahati tatlı gösterir, bu yolla insanları is­ yana sürükler. Cenab-ı Allah, Adem (A.S.)’ı yaradılışından 40 yıl sonra göklere çıkarmış ve Fiıdevs Cennetine sokarak ona her çe­ şit nimeti ihsan etmiştir. Sonra onun sol böğründen Havva anamı­ zı yaratmıştır. O zaman Adem (A.S.), çok sevinmiş, bu nimetinden dolayı Allah’a sonsuz hamd ve şükürler etmiştir. Cenab-ı Hak on­ lara : «Cennetimde kalın, her çeşit nimetimden faydalanın, yalnız şu ağaca sakm yaklaşmayın, ondan yiyip bana asi olmayın» diye buyurmuştur. Onlar da Allah’ın bu emrini dinlemiş ve tam bin yıl Cennette nimet ve zevk içinde yaşamışlardır. Fakat bu zaman akabinde — 42 —

MARİFETNÂME

Adem atamız, Havva anamızın sözüne uyup yasak ağacından yi­ yince ikisi de Cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilmişlerdir. Adem (A.S.) Hindistan, Havva anamız da Cidde’de iki yüz yıl gözyaşı dö­ küp pişmanlık içinde yaşadıktan sonra, Cenab-ı Allah tövbelerini kabul edip onları Arafat dağında birbirlerine kavuşturmuştur. Adem atamız ile Havva anamız bundan sonra Şam taraflarına git­ miş, beşyüz yıl oralarda yaşamışlar. Habil ve Kabil’in doğumun­ dan sonra yine Hindistan’a gitmişlerdir. Ömürleri iki bin olunca Adem (A.S.) Serendip adasında, 40 yıl sonra da Havva anamız Cid­ de’de vefat etmişlerdir. Sonra evlâtları yeryüzünde çoğalıp dünyayı şenlendirmişlerdir. Adem (A.S.)’dan altı bin yıl soma Mekke’de, Hz. İsmail (A.S.)’ın soyundan, Kureyş kabilisine mensup Haşim oğullarından olan Abdullah ile Amine’nin evlenmelerinden Hz. Mu­ hammed (S.A.V.) Efendimiz dünyaya gelmiştir. Hz. Muhammed 40 yaşma gelince Peygamber olmuş, Kureyş kabilesi halkından gördüğü kötülükler ve çektiği eziyetlerden dolayı Medine’yi göç­ müş ve İslâmiyeti yaymış. 63 yaşında iken orada vefat etmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.), son Peygamber’dir. Şeriatı Kıyamete ka­ dar bâkidir. KISIM: 3 KIYAMETİN ZAMANI VE ALAMETLERİ, SURUN ÜFÜRÜLÜŞÜ, ZELZELE VE YARATIKLARIN HELÂKI, GÖKLERİN YIKILIŞI: Ey aziz! Tefsir ve hadîs alimleri ittifakla diyorlar ki: Kıyamet zamanı ve alâmetleri; biri gizli, diğeri açık olmak üzere ikidir. 1 — kıyametin gizli alâmetleri: İnsanda, izzet-i nefis, saygı, sevgi, şefkat ve merhamet, haya ve edep, cömertlik, sözünde dur­ ma, vefalı olma, doğruluk, koruyuculuk, dostluk, din, takva ve şe­ riata bağlılık kalmayacak, şehirlerde cami çok, fakat cemaatları az olacak, her tarafta binalar yükselecek, ince elbiseler giyilecek, ka­ dın ve gençler fazla süslenecek ,kadınlar erkeklere, erkekler de ka­ dınlara giyim, kuşam, davranış ve diğer şeylerde benziyecek, er­ kekler kadın, kadınlar erkek işlerini yapacak, hayır ve bereket azalacak, doğum kısılacak, ahkâm satılacak, kötü insanlar beğe— 43 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ

nilip övülecek, faziletli ve iyi insanlar hakaret görecek, zinalar ve gayrı meşru doğumlar artacak, fısk, fücur ve sefahat çok fazla olacak, mezarlar süslenecektir. 2 — Kıyametin açık alâmetleri: Deccal’m çıkışı, Ay tutulma­ larının artması, üç yıl boyunca kıtlık olması, yoğurt bir dumanın ortalığı kaplaması, İsa (A.S.)’nm, Şam’daki beyaz minareye inip Deccal’ı öldürmesi ve İslâm şeriatini yayması, Hz. Muhammed Hz. İsa (A.S.) ile buluşması, Dabbet’ül ard’ın ortaya çıkması, Ye(S.A.V.) soyundan Mehdi’nin çıkması, 40 yıl adaletle hüküm sürüp cuc ve Mecuc’un İskender şeddini aşarak yeryüzüne dağılması, Hz. İsa (A.S.)’nm Mekke’ye gitmesi ve orada vefat etmesi ve Allah’ın evi olan Kâbe’nin yıkılması, sonra güneşin batıdan doğup yine oradan batması. Bu alâmetlerin hepsi olup bittikten sonra misk ve amber ko* kuşuna benzer güzel ve serin bir rüzgâr esecek, bununla müminle­ rin ruhları şenlenecektir. Bundan sonra Kur’ân’ın hükümleri yer­ yüzünden kalkacak, bütün insanlar cehalette kalacaktır. Bu du­ rum yüz yıl sürecek ondan sonra Cenab-ı Allah, İsrafil (A.S.)’e sura üfürme emrini verir. Surdan çıkan sesin şiddetinden o anda 7 kat gökte bulunan melekler ve dünyadaki bütün yaratıklar, kıyametin koptuğunu sanarak yüzüstü düşüp bayılırlar. Göklerle yer sarsılır, yıldızlar dökülür, insanların saçı sakalı bir anda ağarır, gebe ka­ dınlar çocuklarını düşürür, insanlar şuurunu yitirmiş sarhoşlara döner, bu şekilde birinci sur üfürüşünün korkusu 40 yıl sürer. Son­ ra Cenab-ı Allah, İsrafil (A.S.)’e ikinci defa sura üfürmesini emr­ eder. O da ikinci üfürüşü öyle şiddetli yapar ki bütün dağlar yerin­ den kopar, tıpkı havaya savrulan pamuk hallacı gibi dağılır. 7 kat gök, parçalanarak su gibi eriyip yeryüzüne dökülür. Bütün deniz­ ler kurur. Güneş ve ayın ışıkları yok olur, bütün dünya karanlığa bürünür. Kainattaki bütün yaratıklar bir anda mahvolup yok olur. Yalnız Allah’a mukarreb olan 8 melek sağ kalır. Sonra Azrâil, bu 7 meleğin de ruhunu alır. En sonra kendi ruhunu alırken öyle bir haykırışla bağırır ki yer ve gökler sarsılır. Böylece bütün âlemde hiçbir canlı kalmaz, yer yıkık ve boş olarak böyle devam eder. İş­ te o zaman Cenab-ı Allah, bu mülk kimindir? sorusunu sorar, fa­ kat kendisinden başka bir canlı olmadığı için yine kendi kendine; Bu mülk yalnız ve yalnız kahhar olan Allah’ındır, cevabım verir. — 44 —

MARİFETNÂME

KISIM : 4 ÜÇÜNCÜ SURUN ÜFÜRÜLÜŞÜ, ÖLÜLERİN DİRİLİŞİ VE MAHŞERDE TOPLANMALARI, AMEL DEFTERİNİN VERİLİŞİ, HESAP VE TARTI İŞİ, SIRAT KÖPRÜSÜ VE ÂRÂF : Ey aziz! Bil ki, tefsir ve hadis alimleri ittifakla diyorlar ki: Cenab-ı Hak, yeryüzünü şiddetli bir rüzgârla dümdüz edip Mahşer yerini Dımeşk sahrasının bir yerinde, bu yeryüzünden yüzbin defa daha geniş yapar. Sonra Arşın altında olduğu bildirilen denizden 40 gün erkek menisi gibi bir yağmuru yeryüzüne indirir ve bütün dünyayı deniz gibi su ile doldurur. Yerde bulunan ve toprak olmuş olan bütün insan ve hayvan vücutları o yağmuru çeker ve sonra bedenin bütün kısımları bir araya gelip her cesed eskisi gibi yerde bakla gibi biter ve evvelki haline gelir. Sonra Cenab-ı Allah, 8 mukarreb meleğini tekrar yaratır ve İsrafil (A.S.)’e, sura üçüncü defa üfürmesini emreder. O da bu üçüncü üfürüşü, öyle yavaş ve şefkat­ le üfürür ki, surun içinde bulunan bütün ruhlar etrafa yayılır ve her ruh kendi bedenini bulur. Tıpkı, bir sürü içinde kendi anasını bulan kuzu gibi. Bütün melekler, huriler, insanlar, cinler, şeytan­ lar ve hayvanlar bir anda dirilir ve Mahşer yerinde toplanırlar. Bütün Peygamberler, veliler, âlim ve salihlere, cennetten giyecek ve burak (binek) gelir. Hepsi giyinir ve buraka binip gider, Arşın gölgesindeki minber ve kürsilerde rahat ve selâmetle otururlar. Geri kalan bütün yaratıklar ise aç, susuz, başları açık, vücutları çıplak, yalın ayak yürüyerek bitkin ve yorgun bir halde mahşer alanında toplanırlar, sıklaşıp ayakta dururlar. Kendilerine çok yakın olan güneşin hararetiyle ter döküp dururlar. Günahına göre, kimi topuğuna, kimi dizine, kimi göğsüne, kimi boğazına kadar te­ rin içine gömülürler. 700 bin Zebani, Cehennemi, yer altından mahşere götürürler ve halkı çepçevre sararlar. Mahşer ehli, elli bin yıl kadar o halde hesaplarının görülmesini beklerler. Dünyada iken her insanın sağ ve sol omuzunda bulunan ve Kiramen, kâti­ bin denilen iki meleğin tuttuğu amel defterlerini sahiplerine verir­ ler. Müminlere ve İyilere sağdan, kâfirlere ve kötü insanlara soldan verirler. Sonra Cenab-ı Hak, insanlarla vasıtasız konuşur. Hesaplarım — 45 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

görerek mazlumun hakkım zalimden alıp, onun iyilikleri varsa alır mazluma verir, yoksa mazlumun günahlarını zâlimlere yükler. Hesap görüldükten sonra Cenab-ı Hak, hayvanları tekrar toprak eder. O zaman kâfirler .hayvanlan kıskanıp; «keşke biz de toprak olsaydık» derler. Sonra Mahşerde iki direk üzerinde çok büyük bir terazi konur ki, her direğin uzunluğu beş yüz yıllık yoldur. Bu te­ razinin her kefesi dünyanın büyüklüğü kadardır. Bu teraziyle mah­ şer gününde insanların iyilikleriyle kötülükleri tartılır. İyilikleri günahlarından ağır olanlar Cennete, hafif olanlar da Cehenneme gönderilir. Cenab-ı Hakkın kerem ve. merhametine veya peygam­ berler, veliler, âlim ve salihlerin şefaatine uğrayanlar müstesna. Ancak bunlarm da imanla ölmeleri şarttır. Çünkü dünyadan iman­ sız gidenlere, mağfiret, şefaat ve Cennet yoktur, ebediyyen Cehen­ nemden çıkmazlar. İmanla ölüp, kötülükleri ağır gelenlere, eğer Allah mağfiret eder ve peygamberlerin, velilerin şefaati nail olmuş­ sa, kötülükleri kadar Cehennemde yanacak ve sonra Cennete gire­ ceklerdir. Zerre kadar dahi olsa imanla gidenler, muhakkak Ce­ hennemden çıkıp Cennete gireceklerdir. Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskin, uzunluğu üç bin yıllık yoldur. Bunun bin yılı yokuş, bin yılı düz, bin yılı da inişdir. Bu köprü, Cehennem üzerine kurulur ve bütün Mahşer halkı bu­ nun üzerinden geçerler. Kimi şimşek hızıyla, kimi ok hızıyla, kimi de atm koşması hızıyla geçip giderken, kimi de kötülüklerini yük­ lenmiş olarak yürür. Kimi Cehenneme düşüp yanar. Cehennem ise şöyle bağırır; «Ey mümin, çabuk geç! Çünkü senin nurun mu­ hakkak benim ateşimi söndürür.» Sonra bütün müminler, Sırat köprüsünü selâmetle geçerler. Kevser havuzundan su içer ve onda yıkanarak ayıp ve kusurlanndan temizlenirler. Ondan sonra Cen­ nete girerler. Herkes orada rütbe ve makamım bulur ve onda ebe­ diyyen zevk-u safa içinde kalır. Çünkü Cennet ehli her an oramn çeşitli nimetlerinden zevk ve lezzet alır, her hafta Cenab-ı Hak’kı görme şerefine ererek, kendilerinden geçerler, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla ve hayale gelmiyen mutluluklar içinde yaşarlar. Cennetle Cehennem arasında kale duvarı gibi gayet büyük bir sur vardır ki .yüksekliği tam beş yüz yıl, mesafe uzunluğu ise ni­ hayetsizdir. Parlak ve renkli cevherlerden yapılmışta. Ona Araf — 46 —

MARİFETNÂME

derler ki deliler ve kâfirlerin çocukları bu surun üstünde kalırlar. Cennet ehline bakıp içinde bulundukları nimetleri gördükleri za­ man üzülürler. Cehennem tarafına bakıp halkım azap içinde gör­ dükleri zaman da sevinir, Cenab-ı Hak’ka şükrederler. Bunların ebedî hayatları da böyle geçer. Tenbih: Biliniz ki, bu anlattıklarımız dinin emir ve bilgileridir. Bu bil­ gilere inanmak ve güvenmek lüzumludur ve şarttır. Çünkü hepsi de Ayet-i Kerim ve hadîs-i şeriflere dayanır. Bunları, akim delille­ riyle kıyaslamak ve üzerlerinde mantıkî fikirler yürütmek caiz de­ ğildir. Çünkü insan aklı, bunları idrakten acizdir. Ancak bizim en büyük arzumuz, Cenab-ı Allah’a kavuşmak, O’nun kudret ve aza­ meti üzerinde düşünmek, bize yol gösteren Kur’an ve hadîse bağ­ lanıp bu yolda yürüyerek her iki dünya saadetine nail olmaktır.

— 47 —

FEN: 2 ANATOMİ (TEŞBİH) İLMİ, BEDENİN MUHAFAZASI, CANIN KIYMETİ, DUYGULAR, BİTKİ VE HAYVANLARIN CANLI OLUŞU, İNSAN RUHU VE RUHUN BAZI HALLERİ BEŞ BÖLÜMDEN İBARETTİR BÖLÜM: 1 TEŞRİH (ANATOMİ) İLMİNİN FAYDALARI, BEDEN VE CANIN BAŞLANGIÇ VE SONU, HAYVANİ RUH’UN BEDENDEKİ BAZI TASARRUFLARI, İNSAN BEDENİNİN BAŞLANGIÇ VE SONU, BEDEN VE CANIN DÜŞÜŞ VE YÜKSELİŞ HALLERİ, BEDENİN DEĞİŞMESİ, RUH’UN DEVAMLILIĞI, ANNE MİSALİ OLAN DÜNYA TERBİYESİ ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 TEŞRİH (ANATOMİ) İLMİNİN FAYDALARI Ey Aziz! Hikmet ehlinden olanlar diyorlar ki: Bedenin terkibinin neleri ihtiva ettiğini inceleyen ilme, teş­ rih ilmi denir. İmam-ı Şafiî Hz.’leri diyor ki: «İlim ikiye ayrılır:

1 — Bedenî ilimler. 2 — Din ilimleri.»

MARİFETNÂME

Onun bu sözleri, bedenî ilimlerin en önemli ilimlerden biri ol­ duğunu bildiriyor. Şu halde anatomi, yani teşrih ilmi çok kıymet­ li ve leziz bir ilimdir. Çünkü anatdftü; hakikate erenlerin hikmet­ lerinin sonucu; işinin ehli doktorların sermayesi, ehl-i yâkîn’in nimeti, dinin ve dünyanın kazanılmasının vesilesi, Allah’ı bilme ve tanıma âletidir. Doktorlar, sırf mesleklerine yardımcı olması için bu ilmi öğ­ renirler. Onu bilmeyenler, ne tıbbı, ne de hikmeti bilemezler. Hem kendilerini ve hem de kendilerini yaratan Allah’ı tanımaktan ga­ fil ve uzaktırlar. İnsanların birçoğu O’nu bilmek hususunda aldanmışlardır. Öğretim görenler varsa da bu öğretimlerim tıp il­ minde ihtisas için yaparlar. Allah’ı tanımak, bilmek için öğrenen, onunla metanet bulur. Kendini tanıyacağı gibi, sonra da kendi­ sini yaratan Allah’ı tanır. Şu halde anatomi ilmine gereken önemi veren, bu hususta araştırmalar yapar. Cenabı Hakk’ın kudretini müşahede eden bir kul olursan, senin istifade edeceğin üç türlü fayda sana ula­ şır ki, bu faydalar şunlardır: 1 — Bedenî seyredersen aklın hayrete düşer. Şaşırır kalırsın ve görürsün ki, eşyamn benzerini taşıyan bu bina ve bu süslü şe­ kil, kemâl düzeni, en güzel yaradılış üzeredir. Cenabı Hakk, onun yaradılışım böyle yapmıştır. Onun için âcizlik ve noksanlık düşün­ mek mümkün değildir. Onu gören yüce yaratıcı, karşısında ne de­ rece âciz olduğunu görür. Sen de aynı durumdasın. Bedenim gör, o zaman Allah’ın kudreti ne derece sonsuz olur. Bunu ilmelyakîn üe ancak böyle bilebilirsin. 2 — Bu eşsiz, anlayışlı, faydalı ve süslü eseri yoktan vareden ve onu süsleyen yaratıcının ne derece âlim ve ne derece hâkim ol­ duğunu görür ve bu hususta en küçük bir şüpheye düşmezsin. Bu­ nun için de Hakk-ı Bâri olan Cenabı Hakk ay-ı yâkın ile, yani yapının şehadetiyle görerek anlarsın. 3 — Bu ilmi öğrenmekle Allah’ın sana verdiği türlü lütuf ve ihsanlarını, yardımlarını, merhametini ve şefkatinin olgunluğunu anlar, böylece de Rabbinin seni her an için terbiye etmekte oldu­ ğunu inanarak Hakkel yâkln ile idrak edersin. Çünkü Cenabı Hak, vücut binasını öyle hassas bir temele oturtmuş ve yapım ve çalışmasında en ufak bir noksanlık bırak- W-

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

mamış ve bu binayı çok mükemmel bir şekilde kurmuştur. Cena­ bı Hakk’ın zikrettiğimiz bu ihsanı lütfü, merhameti ve yardımı sadece insanlara mahsus değildir. Onun lütfü ve inşam sınırlı olmayıp 18.000 (on sekiz bin) âlemi kaplamıştır. Atları, kedileri, yırtıcı hayvanları, kuşları, si­ nekleri, anları ,yılan ve karıncaları yaratan, nesillerinin devamı­ nı sağlıyan, süslerine ve gıdalanmalarma temel sebep teşkil eden hallerinde ve tavırlarında hiç bir noksanlık bırakmıyan ve hepsini kendi cinslerine ait vasıfta kemâl üzere yaratan O’dur. İmam-ı Gâzâli diyor ki:

«Mahlûkattaki mevcut açık halden (Allahını varlığını isbat. eden) daha açık bir hal olamaz.» Demek oluyor ki, anatomi (teşrih) ilmi, insanın kendini bil­ mesinin ve tanımasının anahtarı olup, bu da (kendini bilmekte) Rabbini tanımanın anahtarıdır. Ancak ikisi arasında büyük fark vardır. Allah’ı bilmek ve tanımanın, kendini bilmek ve tanımak­ tan farkı, güneşten bir zerre, denizden bir damla gibidir. Ancak beden, ruhun bineği durumundadır. Esas gaye, Allah’ı bilmek ve tanımak olup ,beden bineğinin süvarisi de nefistir. Kendini bilmeyen ve tanımayan kimsenin Allah'ı tanımak ve bilmek iddiasına kalkışması, kendisinin yemeye birşeyi olmıyan, fakat buna rağmen şehrin fakirlerini ziyafete davet eden kimse­ nin haline benzer ki, bua çık bir iflâstan başka birşey değildir. Her insan, önce kendini bilmesi ve ondan sonra da Rabbini tanıma gayret, şefkat ve iddiasına girmesi, böylece sevgiye ermesi, sevkiliye kavuşmasının husule gelmesi icabeder. Çünkü kendini tanı­ mak, Hakk’m tanınmasını icabettirir. Hakk’ı tanımak ta, O’nun sevgisini k&anmay ıicabettirir. Meselâ güzel bir yazıyı veya fasîh bir şiiri görüp okursan, yazanını ve söyliyeninin tanıyıp onu sev­ mesi ve görmeği candan istersin. O da seni sevip muvafakat eder. Yarabbi, bize kendimizi tammayı, seni bilmeyi ve sevmeyi nasib buyur. Ya vedûd, ya Allah, ya Rahim!..

marifetnâme

KISIM: 2 İNSAN BEDENİNDE OLAN ALLAHÜ TEALA’NIN BAZI GARİB SAN’ATLARI VE HAKKIN EMRİ İLE HAYVANİ RUHUN BAZI TASARRUFLARI VE BEDENİN BAZI UZUVLARININ ÖZELLİKLERİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki; İnsanın en büyük direği kalbi, en küçüğü de kalıbıdır. Beden, kalbin kılıfı ve kabuğudur. Aynı şekilde insanın bedeni âlemin özüdür. Kalb de bedenin özüdür. O halde özün özü olan gönül, Beyt-i Rahmandır. Aleme âit bilgiler, beden ilmine yardımcı ol­ duğu gibi, beden ilmi de, kalb ilimlerine yardımcı ve yol gösterici­ dir. Zira bedenin yaratılışında sayılamıyacak kadar acâib san’atlar, garib hikmetler, çeşit çeşit ziynetler, türlü türlü hizmetler vardır. Dışta ve içte olan organların herbirinde o kadar fayda vardır ki, insanların çoğu onlardan habersizdir. Meselâ insanın vücudun­ da yüzlerce kemik, sinir, damar ve yine yüzlerce ihtiyâri hareket­ ler tertîb olunmuştur ki, her biri, bir başka sıfatta, bir başka hiz­ mette ve bir başka harekette bulunmuştur. Her biri birer iş için yaratılmıştır. Biraz sonra anlayacaksın. Çünkü hepsini kısaca an­ latacağız. Ama tekrâr edelim ki, insanların çoğu bunları bilmiyor ve nasıl olduklarından gâfil duruyorlar. İnsanlar, ancak şu kadar bilir ki, göz bakmak, el tutmak için yaratılmıştır. Göz, on tabaka olup, bu tabakaların ne olduklarını, ne işe yaradıklarını bilmezler. O tabakalardan biri çalışmasa, göz artık göremez. Bu bozulma ne­ den meydana gelir. Niçin göz, görmez olur bilmezler. Elde kaç ke­ mik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu, her birinin hangi hey’ette nizâm bulduğunu, ne tarzda hareket ettiğini bilmezler. İç organla­ rının şekillerini, tabiatlerini ve herbirinin kuvvet ve hizmetini ve ruh kuvvetlerinin herbirinin san’at ve faydasını bilmezler. Meselâ iç organları olan yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi, akciğer ve böbrek gibi organlar; çekmek, emmek, hazmetmek .ayırmak, İşe yaramıyam dışarı atmak, şekil vermek ve üremek gibi .hepsi be­ dende hizmetçi olarak tayin olunmuşlardır. Her biri kendi işini — 51 —

MARİFETNÂME

KISIM : 2 İNSAN BEDENİNDE OLAN ALLAHÜ TEALA’NIN BAZI GARİB SAN’ATLARI VE HAKKIN EMRİ İLE HAYVANİ RUHUN BAZI TASARRUFLARI VE BEDENİN BAZI UZUVLARININ ÖZELLİKLERİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: İnsanın en büyük direği kalbi, en küçüğü de kalıbıdır. Beden, kalbin kılıfı ve kabuğudur. Aynı şekilde insanın bedeni âlemin özüdür. Kalb de bedenin özüdür. O halde özün özü olan gönül, Beyt-i Rahmandır. Aleme âit bilgiler, beden ilmine yardımcı ol­ duğu gibi, beden ilmi de, kalb ilimlerine yardımcı ve yol gösterici­ dir. Zira bedenin yaratılışında sayılamıyacak kadar acâib san’atlar, garib hikmetler, çeşit çeşit ziynetler, türlü türlü hizmetler vardır. Dışta ve içte olan organların herbirinde o kadar fayda vardır ki, insanların çoğu onlardan habersizdir. Meselâ insanın vücudun­ da yüzlerce kemik, sinir, damar ve yine yüzlerce ihtiyari hareket­ ler tertîb olunmuştur ki, her biri, bir başka sıfatta, bir başka hiz­ mette ve bir başka harekette bulunmuştur. Her biri birer iş için yaratılmıştır. Biraz sonra anlayacaksın. Çünkü hepsini kısaca an­ latacağız. Ama tekrar edelim ki, insanların çoğu bunları bilmiyor ve nasıl olduklarından gafil duruyorlar. İnsanlar, ancak şu kadar bilir ki, göz bakmak, el tutmak için yaratılmıştır. Göz, on tabaka olup, bu tabakaların ne olduklarını, ne işe yaradıklarını bilmezler. O tabakalardan biri çalışmasa, göz artık göremez. Bu bozulma ne­ den meydana gelir. Niçin göz, görmez olur bilmezler. Elde kaç ke­ mik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu, her birinin hangi hey’ette nizâm bulduğunu, ne tarzda hareket ettiğini bilmezler. İç organla­ rının şekillerini, tabiatleıini ve herbirinin kuvvet ve hizmetini ve ruh kuvvetlerinin herbirinin san’at ve faydasını bilmezler. Meselâ iç organları olan yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi, akciğer ve böbrek gibi organlar; çekmek, emmek, hazmetmek .ayırmak, işe yaramıyanı dışarı atmak, şekil vermek ve üremek gibi ,hepsi be­ dende hizmetçi olarak tayin olunmuşlardır. Her biri kendi işini —51 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

yapmakta ve hiç gafil olmamaktadır. Zira hayat kaynağı olan yü­ rek, her an bu organlara çeşit çeşit hareket ve kuvvet göndermek­ tedir. Sonra midede olan çekme kuvveti, çeşit çeşit yiyecekleri mi­ deye çekmekte; tutma kuvveti tutmakta, sindirim kuvveti pişir­ mektedir. Sonra ayırıcı kuvvet, pişmiş gıdaların kalınım incesin­ den ayırmakta, dışarı atıcı kuvvet, o kalınları mideden barsaklara itmektedir. Ondan midede kalan latif ve inceleri, karaciğer kendine çeker. Ciğerde olan musavvire kuvveti onu kan rengine boyamaktadır. Onun üzerinde meydana gelen siyah köpük —ki ona sevda derler— onu dalak çekip .kendine tebdil etmektedir. Ka­ lan san köpük —ki ona safra derler— onu öd kesesi kendine çekip, değiştirmektedir. Onda olan balgamı da .akciğer çekip nefesle bo­ ğaza çıkarmaktadır. Sonra bunlardan süzülüp ayrılan kan, ciğer­ de su ile karışıp kıvam bulmadığından, kandaki o fazla suyu böb­ rek çekip süzmekte ve ayırmaktadır. Böbreklerde kalan artık, sidik olup mesaneye gider. Kalan kan, kıvamında olup, damarlarla bü­ tün vücuda yayılmaktadır. Besleyici kuvvet, oluşan bu kandan, organlara ihtiyaçlarına göre büyüme ve beslenme kuvveti verir. Bu da bedende et ve yağların oluşmasına, kişinin kuvvet ve hudret te­ min edip hayat bulmasına sebep olmaktadır. Damarlarda dolaşan kandan erkekte insanların üremelerini temin eden meni, kadında da yumurta ve süt meydana getirir. Bü­ tün bunlar kendilerine ayrılan depovari yerlerde toplanmakta, meselâ süt göğüslere gelmektedir. Bedende arıza olur mu? Olursa ne olur? Evet. Meselâ, diyelim ki; Dalakta bir arıza olsa durum ne olur? Bu durumda dalak, kandan sevda adı verilen siyah köpüğü ayıramaz. Kan onunla beraber kalır ve bedene öylece yayılırsa bu durumda hamma, cüzzam, delilik gibi hastalıklar meydana gelir. Öd kesesinde bir rahatsızlık olması halinde, öd kesesi kan­ dan ayırması gereken safrayı ayıramaz ve bundan da sarılık, si­ roz, su toplanması ve safra gibi hastalıklar meydana gelir. Beden­ deki mevcut azalardan herbiri kendi yerinde ve kendine ait görev­ leri ve hizmetleri yerine getirirler. Bunda bir aksilik olması ve aza­ lardan birinin görevini yerine getirememesi halinde çeşitli hasta­ lıklar olacağı gbi, bu hastalıklar insanların bedenini mahveder. — 52 —

MARİFETNAME

KISIM: 3 İNSAN BEDENİNİN BAŞLANGICI VE SONU

Ey Aziz! Hikmet ehlinden olanlar diyorlar ki: İnsan bedeninin başlangıcı da sonu da topraktır. Cenabı Hak buyuruyor ki: «Sizi ondan (topraktan) yarattık. Ölümünüzden sonra da sizi yine ona döndüreceğiz.» (Ta’ha sûresi, âyet: 55) Yukarıda anlatıldığı gibi, yıldızların ışınlarının etkisiyle Anâsır-ı Erbâa (dört unsur) birieşir, kanşır ve belirli bir ortam oluşturunca toprak artık aslından döner. Yani, toprak olduğu hal­ de sonradan bitkiye döner, bitki suretine girdikten soma da ya ekmek ,ya da hayvanlara yem olur. Et ve hayvan da insanlara gı­ da olur. Böyle olunca da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, cazibe adını verdiğimiz çekici kuvvet —iştiha da denilmektedir— gıdayı kendine doğru çeker. Tutucu kuvvet ise onu midede muhafaza al­ tına alır. Sindirici kuvvet ise sindirim (hazım) ini yapar. Ayıncı kuvvet, kalın ve incesini ayırarak kana dönüşecek kısmı diğerlerindenç ıkarır. İtici kuvvet ise geride kalan kanın haricindeki yo­ ğun kısmı baısaklar yoluyla dışarıya atar. Bu durumda midede tabii sıcaklığın zayıf veya kuvvetli olu­ şuna göre 2-3, ya da 4 saatte bir meydana gelir ki, buna Birinci sindirim adı verilir. Sözünü ettiğimiz süzülen lâtif sıvıyı karaciğer kendisine doğru çeker ve midede meydana gelen olayların aynısı burada da meydana gelir. Orada yoğunlaşan bu sıvı, dört kısma ayrılır: 1 — Dalağa giden kısım ki, bu karasevda adını verdiğimiz sıvıdır. 2 — Ödkesesine giden kısım ki, bu da safra olur. 3 — Böbreklere giden kısım ki, orada idrar olur. 4 — Akciğere giden kısım ki, o da göğüste balgama dönüşür. Bu hallerin oluşu da kuvvet ve zayıflığa göre 2-3 veya 4 saat­ -53 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

te meydana gelir ki, buna da İkinci sindirim adı verilmektedir. Ciğerde kalan lâtif ve temiz kan, damarlar ile başı ve bütün bedeni dolaşır. Kanın bütün bedeni dolaşıp dolanımını tamamla­ masına da Üçüncü sindirim adı verilmiştir. Bu sindirim sonucunda kalan yoğun kısmı, deliklerden çıkar, kulaklarda kir, gözlerde çapak, burunda sümük, kıllarda ve tırnak­ larda ter ve bedende de kir olur. Yoğun kısım bu yollardan dışarı­ ya çıkmadığı takdirde bu durumda bedende nezle, verem, yara, çıban, cerahat gibi şeyler meydana gelir. Sonra damarların içinde kalan ve dolaşan temiz kan, bütün organları dolamr; organların herbirine görevlerini yapma, güç ve kuvvetini verir. Buna da Dördüncü sindirim denilir. Bu sindirimin yoğun kısmı bedenden noksan kalan uzuvla­ rın eksiklerini tamamlar. Bedende et ve yağ yaparak bedeni toplu ve şişman yaparak güzelleştirir. Sıvının kalan lâtif ve temiz kısmı ise, insanın soyunun devamına sebep olan mani olur. Bu sır; er­ keklerde meni, kadınlarda ise hem meni, hem de süt olur. Gıdamn özü durumunda olan meni, bir nutfedir. Erkeğin ka­ dınla cinsî münasebette bulunması anında kadının döl yumurtalarıyle birleşerek ana rahmine gider. Orada yerleşen nutfe, 40 günlük bir müddet içinde şekil değiştirir ve kan pıhtısı haline dö­ ner ki buna alaka denilir. 40 gün daha geçtiğinde, yani meninin ana rahmine girmesinden 80 gün sonra çiğnenmiş et haline gelir ki ,buna da müdga adı verilmektedir. 40 gün daha geçince (yani 120 gün sonra) sözünü ettiğimiz müdga içinde kemik, sinir, damar, uzuv, et, yağ, tüy, tırnak gibi şeyler meydana gelir. Şu halde 4 ayın sonunda cenin kemâline erer ve Cenabı Hak, ona ruh verir ve o da göbek yolu vasıtasıyla gıdasmı kandan temin eder. Beslenen çocuk eğer sekizinci ayda dünyaya gelirse ölür. Ancak 7. ve 9. aylarda dünyaya gelirse ya­ şar. Bu hususta Kur’an da bize bilgi veriyor: Cenabı Hak buyuruyor ki: «Andolsun ki, biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra Adem neslini sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe yaptık. — 54 —

MARİFETNÂME

Sonra o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Derken, o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık. O et parçasını da kemiklere çevir­ dik de o kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaradılış (can) verdik. Şekil verenlerin en güzeli olan Cenabı Hakk’ın şa­ nı ne yücedir.» (Mü’minün sûresi, âyet: 12-13-14) Şu halde, söylediklerimizi hülâsa edecek olursak, insan bede­ ninin esasının toprak olduğunu hemen zikredelim. Önce bitkilere dönüşen toprak, ekmek veya hayvanlara yem olur. Sonra o ekmek ve hayvanda insanlara gıda, erkeklerde me­ ni, kadınlarda da süt ve üreme yumurtaları olur. Erkek-kadın bir­ leşmesi sonucu sıra ile nutfe, alaka, müdga, cenin olur ve sonra da et, kemik ve damarlar dolar. Sonra Allah’ın takdiri ile ya ka­ dın, ya da erkek olarak kendilerine can verilerek dünyaya gelir­ ler. Dünyaya gelen insan, ya ömrü uzun olur ve uzun seneler ya­ şar, yahut da gençliğinde, çocukluğunda vefat eder. Göklerin felek leri ve yıldızların ışınlarından müsait kıvamını bulan toprak un­ surlarının bin parçasından da ancak binde biri ekmek ve hayvan, hayvanın da ancak bin parçasından biri insan gıdası olur. Gıda­ nın da ancak bin parçasından biri meni olur. Bir damla meniden rahime giden sperma ise sadece birdir. Rahme düşen nutfeleıden ancak binde biri çocuk olarak dün­ yaya gelir. Doğanlar için de yaşayanların sayısı da binde birdir. Yaşayanlardan ancak binde biri büluğ çağına kadar yaşar. Yine yaşayanlardan da binlercesinden ancak biri gerçek mü’ min olur. Mü’minlerin nice binlerinden ancak biri âlim olabilmek­ te, binlerce âlimden de ancak biri hakikati bulan olmakta ve ni­ ce hakikati bulan âlimden de ancak biri arif olmakta, onların nice bininden de ancak biri insan-ı kâmil derecesine erebilmektedir. Şu halde, gök feleklerinin hareketleri ve unsurların birleşme­ si sonucu canlılar meydana gelir. Görünen kâinattan gayemiz, yalnızca insan-ı kâmilin var oluşudur. Çünkü, onun haricindeki herşey onun hizmetinde ve ona tabidir. İnsanlar içinde en kâmil —55 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

olanı O’nun sevgilisi olan Resulüllalı S.A.V.’dir. Cenabı Hak, onun hakkındaki bir hadis-i kutside: «Habibim, Sen olmasaydın, eğer Sen olmasaydın, Ben bu âle­ mi yaratmazdım.» buyurdu. BEYT: Her bin senede bir gönül burcuna Semâ-ı aşktan böyle bir yıldız gelir. Verilen bu kadarcık bilgi ile insanın başlangıcı hakkında bil­ gi edinilmiş oldu. Herşey aslına döndüğüne göre, topraktan ge­ len insanın yine toprağa döneceğini bilmek herhalde zor olmasa gerek. KISIM : 4 BEDEN VE CAN (RUH’UN) DÜŞÜŞ VE YÜKSELİŞİ, BEDENİN DEĞİŞMESİ, İNSAN RUHU VE RUH’UN DEVAMLILIĞI. Ey Aziz! Hikmet ehlinden olanlar diyorlar ki: Eğer bir insan, kendisinin hangi devrelerden geçerek kemâl bulduğunu ve âkıbetinin de ne olacağını bilmek ister ve bunu araştırmaya ve bundaki mevcut konakların esasına ermeyi arzu ederse, baştan şunu bilsin ki .ihtiyarlamadan evvel genç idi, on­ dan evvel çocuk idi, ondan önce de geriye doğru sıra ile alaka, rahimde toplanan nutfe, babasımn sulbünde meni, annesinin göğsünde süt, döl yatağında yumurtalık idi. Yine ondan önce de geriye doğru sıra ile, damarda kan, anne-babasına gıda, hayvan ve bitki, dört unsurun birleşimi olan toprak, mutlak cisim, küllî tabiat ve nihayet en evvelinde mücerred (soyut) cevher idi. Ken­ dinde çeşitli değişiklikler meydana gelerek dünyaya gelen insan, cisim ve ruha ait bütün yollan geçmiş ve bugünkü hale gelmiştir. Artık karanlık ve aydınlık perdelerini tamamıyle ortadan kal­ dırmış, kendini tanımış ve idrak etmiş, sonra da kendini yaratan başlangıcının ne olduğunu, sonunun ne olacağını, nereden gel­ diğini ve tekrar nereye gideceğini bilmiş ve böylece ârif vasfına lâ­ yık olmuştur. Bu ruhî ve İnsanî yükseliş onun bütün güçlük ve — 56 —

MARİFETNAME

zorluklarını çözmüş ve onu bütün arzularına ve muradına nail etmiştir. Evet, yaptığımız bu kısa izahtan da anlaşılacağı üzere, insan ruhu hemekadar bedenle beraber ve ona yakın görünüyor ise de, esasen ruh, zâtı itibariyle bedenden ayrıdır. Beden geçici ve her an değişmeye müsait olup, bilfasıla değişikliğe uğramaktadır. Ruh, bedenden bu cihetten ayrılır, bedenin bütün konaklarını, uğradığı değişiklikleri seyrederek konakları birbirinden ayırır. Şu halde ruh, kalıcı, yani bâkidir. Ruh, bedenin değişim hallerini seyreder ve başlangıç ve sonunu teşkil eden yollarını tefekkürle geçip, tezek­ kürle sonuna varmıştır. Ruh, gerek araştırma ve gerekse yakîn ile hallerin hakikati­ ne vasıl olmuştur. Eğer bir insan, birşey hakkında bir fikir yü­ rütmüş ve hakkında takdir etme yoluna gitmişse, bu o kimsenin ölçtüğü ve düşünüp takdir ettiği şeyin haricinde olduğunu göste­ rir. Hikmet kitaplannda ruh’un bedenden ayn olduğunu isbat eden birçok deliller vardır. Bu hususta delillerin hepsini zikretmek sözü uzatır. Ancak buna uygun gelen bir delili buraya almakta fay da umut edilmiştir. (Meselâ, 50 yaşında bir insanı ele alalım. Bu insan, hem ru­ ha ve hem de bedene sahiptir.) Bu insanın 5 yaşındayken ruhu nasıl idiyse bugün de aynıdır. Ruhta cismî hiçbir değişiklik ol­ mamıştır. Ama beden öyle mi? Elbette değil, çeşitli değişikliklere uğramış ve hâlden hâle girmiştir. Şekil değişmiş, sıfatlar değiş­ miş, boy, en ve hareketlerinde çeşitli değişiklikler görülmüştür. Önceleri genç ve kuvvetli iken şimdi yaşlandı ve zayıf düş­ tü. Önceleri çok güzeldi, fakat şimdi eski cevvaliyetini kaybetti. Bu yaşlı bedenin geneç bedenden başka birşey olduğunu gösterir. Yine genç beden de çocukluk haldeki bedenden başkadır. Beden­ de bu ve buna benzer çeşitli değinmeler oluyorsa da ruh aynen eski halindedir, ölüm anında terkettiği bedenle mahşer yerinde tekrar buluşur. Sonra da bedenle birlikte ya cennete erip mes’ut ve bahtiyar olur, yahut da cehennem azabıyla azaplanan bir bed­ baht olur.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

KISIM: 5 BEDENİN DEĞİŞİKLİĞE UĞRAMASI VE RUHUN BAKİ KALIŞI Ey Azizi Hikmet ehlinden olanlar diyorlar ki: İnsan ruhunda herhangi bir değişiklik olmayışının, buna karşılık bedeninin çeşitli değişikliklere maruz kalmasının sebebi, ruh’un yüksek âlemden (Alem-i Ulvî) gelmiş olmasındandır. Ruh, yüksek âlemin bir parçasıdır. Yüksek âlemde bir değişme olma­ dığına göre, onda da olmaz. Bedenin parçaları, yani bedeni meydana getiren bölümler ise aşağı âlem (Alem-i süfli) dendir. Bu âlem, değişmekte ve bozul­ makta olduğuna göre, bedende de çeşitli değişmeler olur. Bu âlem 4 unsurdan yaratıldığından, bu terkibden oluşan insan da bu bo­ zulan ve değişen âlemin bir parçası olmuştur. Parçalar daima kendilerini meydana getiren asla bağlıdırlar. Bu sebeple külün­ de cüz’üne meyilli olduğu bilinmiştir. İnsan yaşlanınca can âle­ mine döner. Cenab-ı Hakk’m Kur’an’da: «Biz Allah için var olduk ve tekrar O’na döneceğiz.» âyetinin sırn budur. İlâhî fazlın feyzinin mülk âlemine gelişi akl-î kül vasıtasiyle olur. Cenab-ı Hakk’ın Kur’an’mda: «Alemlerin Rabbı olan Allah’a hamdolsun.» buyurması buna delildir. Şu halde kül cüz’e eğimli olduğu gibi, cüz de kül’e eğimli ve ona dönücüdür. Bu hususta diğer bir delil de şudur : Normal hayatını yaşayan insan acıkıp susar ve bu sebeple de yemek ve içmek ihtiyacını duyar. Çünkü her zaman için cüz­ ler kül tarafına döner. Bu, bedene noksanlık ve zayıflık verir. İn­ sanın yemesi ve içmesi, onun bu husustaki noksanlığını giderir. Bu demektir ki, unsurlar tarafına yönelen beden, cüzlerinin ye­ rine, gıda vasıtasıyla bedene girer ve bedene ihtiyacı olan kuv­ veti verir. Çünkü bedenin gıdası unsurlara dahil olan bitki ve hayvanlar vasıtasıyla temin edilir. Gerçekten de 5 yılda bir insan bedeni bütünüyle erimekte ve küle dönmektedir. Meselâ, 55 yaşma girdiğimiz zaman, bedeni­ — 58 —

MARİFETNÂME

mizin mevcut cüzleri, 50 yaşına girdiğimiz zamanki bedenimizin cüzlerinden tamamen farklıdır. Eski cüzler (hücreler) gider ve onların yerine yenileri gelir. Bedene giren cüzler bedenin kendi­ lerine ayrılan kısmına girer ve bedenin durumuna göre şekil alır. Bu durumdan haberi olmayanlar, bedenin de ruh gibi sabit bir halde olduğunu zannederler. Meselâ, bir kimse herhangi bir çölde siyah direk ve iplerle bir çadır kursa, bu kimse her hafta o siyah direk ve halatlı çadırı değiştirip yerine beyaz kazık ve halat koysa, bu duruma bir se­ ne devam etse, sonunda da tamamen beyaz kazık ve halatlan koysa, bu durumdan haberi olmıyanlar bütün sene o çadırın be­ yaz kazık ve halatlarla kurulu olduğunu zannederler. Bilmezler ki, o çadırın ip ve kazıklan değiştirilmiştir. İnsanın bedenindeki hücreler de aynı şekilde, hem içte ve hem de dışta değişmektedir. Eskiler gider, yerini yenileri doldurul- ki, bu da alınan gıdalardan meydana gelir. Hücreler 5 yılda bir bütünüyle değişir ve başka bir şekil alır. Cüz’ün külle ve külün de cüz’e eğilimi işte böyle olmaktadır. Her şeyi bütün hakikatiyle bilen yalnız Allah’tır. KISIM: 6 CİHANIN BİZLERİ BİR ANNE MİSALİ TERBİYE ETMESİ Ey Aziz! Hikmet ehlinden olanlar diyorlar ki: Üzerinde yaşadığımız bu âlem, âdeta bizim için şefkatli bir annedir. Meselâ, bir anne, dünyaya gelen çocuğunu hem büyütür ve hem de terbiye eder. Çocuğun alamadığı gıdaları annesi yi­ yip içer ve bu gıdalardan da süt olur. Bu çocuğa gıda olacak du­ ruma gelir ve göğsüne çıkar, bunu emen çocuk, büyümesi için gerekli gıdayı alır. Çocuk nasıl böyle büyüyor ise, ve annesinin şefkatine ihtiyaç duyuyor ise, âlem de aynı şekilde bizler için şefkatli bir annedir. Anne diye ad verilen bu âlemin diğer anne­ lere nisbetle büyük bir değişikliği vardır. Çünkü bütün anneler, yüzlerini dışlarına çevirdikleri halde, âlem yüzünü batınına çe­ virmiştir. Bu durumda bizler esasta kendi annemizin (dünyanın) karnında yaşamaktayız.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Peygamberimiz buyuruyor ki; «Saki, annesinin kanunda Said olan kimsedir. Şaki de anne* sinin kanunda iken şaki olan kimsedir.» Şu bir hakikattir ki, anadan doğma âmâ olan kimsenin göz­ lerinin görmesi imkânsızdır. Bu da gösteriyor ki, hem dünya ve hem de âhiret saadetinin dünyadayken kazanma imkânı vardır. Zira biz, daha ana kamında bir çocuk gibi, yani bu dünya âlemindeyiz. Bundan gaflete düşmek, insanın kendini tanımaması ve görmemesi olduğu gibi, Rabbini bilmemesi ve tanımamasıdır. Bu durumdaki insan, hem dünyada ve hem de âhirette kör olur. Allah tarafından Peygamberlerin, Velîlerin ve Alimlerin gön­ derilmelerinin sebebi, insanlara Allah'ın varlığım haber verip O'nun yoluna çağırmaktır. Bu davete kulak veren insanlar, Al­ lah'ın sevgilisi olurlar.

— 60 —

KONU: 2 BEDENİN TERKİBİ (BİRLEŞİMİ), GÖRÜNEN VE GÖRÜNMİYEN AZALARIN MAHİYETİ, İNSANIN HAKİKATİ, DÖRT RÜKNÜN KARIŞMASI VE BUNUN SEBEP OLDUĞU DOĞUM. KISIM: 1 BEDENİN TERKİBİ (BİRLEŞİMİ). Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Basit cisimler 4 tanedir. Bu cisimler insan ve diğer canlı varlıkların bedenlerinin temelini teşkil ederler. Çünkü birleşik ci­ simlerin değişik türleri bu madenlerin birleşmeleri sonucu meyda­ na gelir. Bunların esası dörttür. Bunlardan ikisi hafif, ikisi de ağır­ dır. Hafif olan cisimler: 1 — Ateş, 2 — Hava. Ağır olan cisimler: 1 — Su, 2 — Toprak. Ateş, havanın kendisini etkilemesiyle diğer cisimlere karışır ve hararetiyle soğuk ve ağır olan iki unsurun soğukluk dereceleri­ ni azaltır. Onlar da unsur oluş özelliklerini değiştirir ve mizaceyye mertebesine girerler. Bu ağır unsurlar, uzuvların kısalmaları­ nın ve sakinleşmelerinin esası olur. İki tane olan hafif unsur da azalann hareket ve canlılığına sebep olur. Unsurların tamamına esas teşkil eden 4 unsur vardır. Bun­ lar: — 61 —

MARÎFETNAME

1 — Sıcaklık (ısı), 2 — Soğukluk, 3 — Nem (yaşlık), 4 — Ku­ ruluktur. Bu dört unsur esas olup, esas maddelerde mevcuttur. Bunlar tabiî suretler üzerinde tesir icra ederler. Çünkü onlar, sıcaklık ve soğukluk hallerinde değişikliğe uğrarlar. Esasen tabiî suretler zatlanyle kâimdirler. Dört keyfiyet şayet tabiî suretler olsalardı, on­ lar da hareket eder ve sabit kalmaları mümkün olmazdı. Basit maddeler dediğimiz bu dört esas küçülseler ve bir araya toplansalar, maden, bitki, hayvan, yani mevâlidi selâse gibi tam birleşik cisünlerle temas kurup .birbirlerinin kemiyetlerinin zıt­ lıklarıyla birbirlerini etkileseler, o basit cisimler onun keyfiyet şiddetini kırsa, o birbirine zıt kemiyet (nicelik) 1er arasında her birinde veya hepsinde eşit ve birbirine benzer müşterek bir keyfi­ yet meydana gelir. İşte bu ortak mizaca, tabiat derler ki, mevâlid-i selâse onunla meydana gelir. Ancak noksan cisimler, bulut ve kayan yıldız v.s. gibi şeyler gök boşluğunda bu unsurlarla birleşme temin edemedikleri için, derhal yok olur giderler. KISIM: 2 UZUVLARIN ADLARI VE KUVVETLERİ Ey Aziz! Anatomi (teşrih) ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Her şeyi yoktan var eden Cenab-ı Hak, âlemde var olan herşeyi yerinde ve güzel bir mekânda yaratmıştır. Canlıların herbirine kendilerine yaraşan ve uygun olan, her uzvun mizacına ve ta­ biatına uygun gelen yapıyı vermiştir. Alem içindeki tabiat ve mi­ zaçların en güzelini, en mükemmelini insana ihsan buyurmuştur. Uzuvların herbirine en uygun gelen ve ona en faydalı gelen tabi­ atı vermiştir. Bir kısım organları çok sıcak, diğer bir kısmını da kuru yapmıştır. Bedende mevcut en sıcak kısım ruhtur. Ruh, lâtif bir buhar­ dır. Ondan sonra da gönül (yürek) gelir. Sonra kalbe giden kan, ondan sonra da uyuşmuş kana benzer halde olan karaciğerdir ki, kanın oluşması orada olur. Ondan sonra saf et ve et ile sinirin bir­

MARİFETNÂME

leşmiş han olan adale (kas) dir. Adaleden sonra dalak gelir ki, onda da kan 'fardır. Ondan sonra da sıra ile kanı az olan böbrek, atardamarlar, toplardamarlar ve ^1 r.yasıdır. Bedende mevcut en soğuk şey, balgamdır. Ondan sonra soğuk­ luk derecesine göre, Saçlar, kemikler, kıkırdak kemiği de denilen kulak kemiği, kemik uçîcrında birbirine geçen bölümler, kirişler, zarlar, sinirler, murdar olan, ilik, beyin, ilik, içyağı ve deridir. Bedende mevcut en nemti şeyler sırasıyla, balgam, kan, yağ, içyağı, beyin, murdar olan ilik, kadınların göğüs etleri, nefes alı­ nan yer olan akciğer, karaciğer, dalak, böbrekler ve deridir. Bedende mevcut en kuru yer, saçirrdır. Duman buharında olan saçlardan sonra kuruluk sırasına göre, ezaların temeli olan kemik, kıkırdak, kemik başları, kirişler, perde ve zarlar, damarlar, toplardamarlar, hareket sinirleri, yürek sinirler ve deri gelir. KISIM: 3 İNSANIN YAŞI Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: İnsanın yaşını dört devrede incelemek mümkündür: 1 — Büyüme devresi: Bu, 30 yaşına kadar devam eden dev­ redir. 2 — Durgunluk devresi: Bu da, 40 yaşına kadar devam eder. 3 — Hafif çöküş devresi: 660 yaşma kadar devam eder. 4 — Tam çöküş .devresi: Ki, bu da hayatın sonuna kadar de­ vam eder. Büyüme devresi de kendi içinde ikiye ayrılır: 1 — Çocukluk Devresi: 15 yaşma kadar devam eder. 2 — Gençlik Devresi: 15 yaşından 30 yaşma kadar olan dev­ redir ki, buna aynı zamanda, cömertlik devresi de denir. Delikan­ lılık devresini de içine alan bu devrede genç çok sıcak ve nemli bir tabiate sahiptir. Bu tabiatı taşıyan gençler, çok sinirli ve öfkeli olurlar. 30 yaşından sonra sıcaklık maddesi olan tabii nem hava ta­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

rafından çekilir ve böylece sıcaklık düşmeye başlar. Geçen bölüm­ de de kısaca anlatıldığı gibi, bedenin bütün cüzlerinin bir sonu vardır. Harcanan kuvvet ile alınan gıda birbirini karşıladığı sü­ re içinde beden dinç kalır. Ancak, bozulma her geçen gün daha da fazlalaştığı için, gelen gidenin yerini tam mânâsıyla doldurmaz. Bu durumda gelen harcanan kısmı karşılayamadığı için bedende­ ki mevcut nem yokoluı* ve sözünü ettiğimiz sıcaklık da günün bi­ rinde ölür ki, işte ölüm budur. Demek oluyor ki; her insanın nemini muhafaza kuvveti ne derece ise tabiî eceli de o kadardır. Hariçten bir kazaya maruz kal­ mazsa ömrünün müddeti o kadardır. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın em­ riyle, yüksek âlemin aşağı âleme olan etkileri neticesinde ana rah­ me düşen nutfeye mesut, ya da talihsiz, cemâl veya kemâl, akıllı veya akılsız, hırslı veya kanaatkâr, fakir veya zengin, cömert ve­ ya cimri, rahat veya kederli, sevimli veya düşman ,güzel veya çir­ kin, cahil veya bilgili, sıhhatli veya hastalıklı, kısaca hangi suret ve şekilde olacaksa o yazılır. Zira o nutfe, ceninin levhi mahfuzu durumundadır. Levh-i mahfuz da bu âlemin aynasıdır. Bu demektir ki, Said olan saadete daha anne karnında iken, şaki olan da şakiliğini yine anne karnmda iken bulmuştur. Bu hu­ sustaki hadisi Kısım: 6’da zikretmiştik. İnsanların şekilleri, suret ve sıfatları, feleklerdeki durumlarına göre rahimlerde başka olunca, kendilerine takdir olunan ecel-i müsemmalan da aynı şekilde mizaçlarına göre çeşitli olmuştur. İnsan bedeni çocukluk devresinde sıcak ve nemli, delikanlılıkta sı­ cak ve hiddetli, durgunluk ve ihtiyarlık devrelerinde ise soğuk ve kurudur. Kadınlanh vücutlarının erkeklere oranla daha soğuk ve nemli olduğu tecrübe ile sabit olmuştur. KISIM: 4 BEDENİN 4 KARIŞIK MADDESİ, DOĞUŞU VE İNCELİĞİ Ey Azizi Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Bedenin temelini teşkil eden 4 akıcı cisim vardır : 1 — Kan, 2 — Safra, 3 — Sevda, 4 — Balgam. — 64 —

MARİFETNAME

Gıdalar önce nemli olan bu cisimlere dönüşür. Bunların herbiri ya normal, ya da anormal bir halde bulunur. Tabiî kan: Normal kan da denilen bu kan, sıcak ve nemli olup, rengi kırmızı, tadı tatlıdır. Sağladığı fayda bedende et, içyağı ve uzuvlara besin olmaktır. Tabii olmıyan kan : Buna anormal kan da denilir ki, soğuktur Rengi de bulanıktır. Tadı acı ve sağlıyacağı bir fayda da yoktur. Normal (tabiî) balgam: Soğukça olup, yumurta akı renginde ve tatlıdır. Bağlıyacağı fayda, kan veyahut da kanın yerinde uzuv­ lara gıda olmaktır. Normal olmıyan (gayri tabiî) balgam: Bu, kuru ve değişik renklidir. Tadı acı olup, tuzlu ve asitli bir halde olur. Normal (tabiî) safra: Sıcak, turuncu renkte ve yapışkandır. Bağlıyacağı fayda kana kanşıp ona yardımcı olmak ve bedenin cüz­ leri olmaktır. Normal olmıyan (gayri tabiî) safra: Bu, yakıcı zehirdir. Normal (tabiî) sevda: Kanın dibindeki tortulu kısmıdır. Tadı tatlıya yakın olup, dalağın yakınındadır. Sağlıyacağı fayda açlı­ ğı ve şehevî duygulan harekete geçirmektir. Normal olmıyan (gayri tabiî) sevda: Buna acı sevda adı ve­ rilmektedir. SORU: Bu dört sıvının meydana gelişi nasü olur? CEVAP: Hariçten alınan gıda, önce çiğnenir, yutulur ve sin­ dirilir kİ, bu ağız ve midede olan bir faaliyettir. Şu halde sindirim kuvvetinin ağızda ve midede olduğunu söyliyebiliriz. Çünkü çiğ­ nenen bir şeyin bu sindirim sonucu başlangıçtaki tadı ve kokusu kaybolur. Çiğnendikten sonra yutulan gıda, mideye vardığı zaman midenin üst kapağı kapanır ve orada bütünüyle sindinlir. Bu, sadece midenin faaliyeti ile olan birşeydir demek doğru olmaz. Bunda sağ yanda karaciğerin, sol yanda dalağın ve ondaki mevcut atardamarın, sıcaklık kabiliyeti olan içyağının midenin üst yanında bulunan perde, sonrasındaki yürek sıcaklığının da te­ sirleri vardır. Böyle bir faaliyet sonunda 2-3 saatlik bir zamanda birinci sindirim tamamlanmış olur. Midede sindirimin kolay olmasını temin edecek asit bezleri (herire suyu) vardır. Sonra kaba olan kısmı mideden bağırsaklara .gider ve oradan da dışarıya çıkar. Midede bilindiği gibi ince lâtif — 65 —

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

kısmı kalmıştı. Bu kısım damarlar vasıtasiyle karaciğere gider ve oradaki mevcut ince damarlarda sünger misâli süzülerek toplanır ve belli bir süre içinde orada pişer ki, bu da ikinci sindirimin ta­ mamlanması demektir. İkinci sindirimin tamamlanması sırasında pişen madde kır­ mızı renge boyanır. Bu sırada onun üzerinde kaymağa benzer bir madde oluşur ki, buna da safra denilmektedir. Dibinde de tortu halinde kalın bir kısım kalır ki, buna da sevda denilmektedir. Eğe karaciğerde meydana gelen pişirme hareket fazlalığından çok olur­ sa, bunun sonucunda da oluşan safra ve sevda sıvıları anormal ha­ le gelir. Ayrıca orada yakıcı birşey meydana gelir. Hind kavunu tabiî (normal) balgam demektir. Bunlar için de temiz olanı kandır. Fakat bu kanın suyu fazladır. Bu fazla su ka­ nın ciğerden ayrılmasından evvel, böbreklere giden damarlar va­ sıtasıyla çekilir. Böbrekler kendileri için lâzım gelen kan tfe yağı alır. Artakalan san su da sidik torbasma iner ve sonra da dışarı atılır. Kıvamına erişen kan, ciğerin üst kısmından çıkan büyük damar tarafından çekilir ve o damardan bütün bedene dağılan da­ marlar vasıtasiyle yüreğe ve oradan da bütün vücuda yayılır. Bu da kanın bütün aza ve hücrelere gıda olması demektir. Herşeye hâkim ve herşeyin yapıcısı olan Allah her türlü nok­ san sıfatlardan uzaktır. KISIM: 5 DÖRT KARIŞIMIN TABİAT VE FAYDALARI, HAREKET SEBEPLERİ VE BUHARLARINDAN HASIL OLAN TABİİ RUH Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Tabiî kanm meydana gelişine sebep, alman gıda ile normal haldeki sıcaklıktır. Şu halde kanın oluşmasının asıl sebebi, bede­ nin beslenmiş olmasıdır. Tabü safranın oluşmasının sebebi, normal bir sıcaklık, mad­ dî bakımdan sebebi ise sıcak, lâtif, tatlı ve yağlı gıdanın alınma­ sıdır. Şekil olarak sebebi ise, alınan gıdanın çok pişmesidir. Tam sebebi ise kan ve bedenin gıdalarının karışmasıdır. — 66 —

MARİFETNAMK

Yakıcı (anormal) safranın sebebi de, ciğerin normalinden fazla olan sıcaklık ve pişmedir. Normal (tabii) sevdanın yapıcı sebebi, normal sıcaklık, haddi sebebi az nemli sıcaklık ve sert yiyeceklerdir. Şeklen sebebi akıcılı­ ğı ve bozulması olmıyan tortudur. Tam sebebi ise, kanı kuvvetlen­ dirmesi ve bedeni beslemesidir. Anormal (gayri tabiî) sevdanın sebebi, normali aşan sıcak­ lıktır. Anormal maddi yönden sebebi, nemin az oluşu, gıdanın sıcak­ lığının noksan oluşu ,az pişmesidir. Tam sebebi de, kan ve beden gıdalarının karışmış olmasıdır. Demek oluyor ki, normal sıcaklıktan kan, fazla sıcaklıktan safra, çok şiddetli sıcaklıktan sevda ve soğuktan da balgam meyda­ na gelir. Kan ve damarda dolaşan sözünü ettiğimiz dört tabiat da­ mar içinde 2-3 saat kaldıktan sonra üçüncü sindirim meydana ge­ lir. Azalara dağılması, her azanın kendine ayrılan mikdarı alması aynı zaman içerisindedir ki buna, dördüncü sindirim adı verilmek­ tedir. Damarlardaki üçüncü sindirim ile azalarda olan dördüncü sin­ dirimden artakalan artıklar, bundan önce de ifade ettiğimiz gibi, kulak yolunda kir, gözlerde çapak, burunda sümük, bedende kıl ve tırnak şekline girer ve böylece dışarıya atılırlar. Bu dört tabiatin nasıl oluş sebepleri var ise, aynı şekilde hare­ ket etme sebepleri de vardır. Çünkü bedenin hareketi kana ve saf­ raya da hareket verir. Bazen sevdanın da harekete geçtiği, tahrik edildiği olur. Ancak bedenin hareketsiz kalışı, balgamı kuvvetlen­ dirir. Bu dört tabiat vasıtasiyle oluşan yoğun (kesif) bir madde meydana gelir ki, buna uzuv, ya da uzvun bir parçası denilir. Yine bu 4 tabiatın buharlarından lâtif bir cevher meydana gelir ki bu­ na da Tabii ıulı adı verilmektedir. Buna hayvani ruh da denilmek­ tedir ki, nefse kuvvetini veren de bu ruhtur. Şayet bedenin bir organı nefsâni ve hayvani kuvvetlerden ke­ silse, tabiî ruhla olan irtibatı kalmasa ,o organ yine hayattadır. Bu organ, hernekadar uyuşmuş, felç olmuş, his ve hareket kuvvetinden mahrum kalmış ise de, hayatı son bulmamıştır. Bilâkis yaşamasına devam etmektedir. Eğer ölseydi, çürümesi ve kokması icabederdi. Organın çürümesini ve kokmasını engelliyen görünmez bir kuvvet vardır ki, o da tabiî ruhtur. — 67 —

KONU:3 ORGANLARIN KEYFİYET, MAHİYET VE FAYDALARI, İSİM VE KÜVVETLERİ OLUŞ VE ÖZELLİKLERİ KISIM: I ORGANLARIN KEYFİYET VE MAHİYETİ Ey Azizi Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Dört tabiatın karışımı sonucu oluşan organların bir kısmı tek, bir kısmı da birleşiktir. Tek organ; hangi parçasını alırsan al, yine bütünün, ya­ ni küllün adını taşıyan organlardır. Kemikler, etler ve sinirler, da­ marlar buna örnektir. Bunlara parçalan birbirine benziyenler di­ ye de isim verilmektedir. Birleşik organ; hangi parçasını alırsan al, ne isimde ve ne de parçasında bütüne (küle) ortak olmıyan organdır. Meselâ, yüz, el, ayak buna misâldir. Çünkü yüzün bir kısmı yüz değildir. Onlar, ge­ rek hareket ve gerekse yaptıkları işlerde nefsin âletleri durumun­ dadırlar. Gözleri, parçalan birbirine benzeyen organlara misâl olarak kemiği vermiştik. Kemiğin yaratılışı serttir. Çünkü o, bedenin ça­ tısıdır, arazların temelidir, bedenin direğidir. Kemikten sonra kıkırdak gelir. Bu, kemikten biraz daha yu­ muşak, diğer organlardan da serttir. Kıkırdak kemiği yumuşak azalara bağlamak gibi önemli bir vazife görür. Kıkırdak yumuşak or­ ganlar ile sert organlar arasında bağ vazifesi görür. Herhangi bir düşme, çarpma veya dövülme anında yumuşak azalannın sert ke­ miklerden acı duymamasını sağlar. — 68 —

MARİFETNÂME

Daha sonra sinirler gelir ki, bunlar beyin ve omurilikten çı­ karlar. Bunlar katlanacak şekilde esnek, gerilecek şekilde sağlam ve beyaz maddelerdir. Duyu ve hareket için azalann tamam olu­ şu, ancak sinirler vasıtasıyledir. Sonra kirişler gelir ki, bunlar kasların çevresinde ve sinirlere benzeyen cisimlerdir. Hareket halindeki azalara bitişiktirler. Bazen araya kas girer, kirişlerde çekilir ve bu da hareket eden uzvun çe­ kilmesine sebep olur. Kasın açılıp kendi haline avdet (dönüşü) iyle .kirişler rahatlar ve azayı da kendi durumuna bırakır. Sonra kemiklerden çıkan sinire benzer cisimler gelir ki, bun­ ların bir bölümü kasa uzanır, diğer bir bölümü de kemik ve diğer uzuvları birbirine bağlar. Bunlar histen yoksun oldukları için de bedenin hareketi halinde acı vermezler. Bunlardan mafsalları, ek­ lemleri ve diğer azalan birbirine bağlıyanlara «ribat-ı akab» adı verilmektedir. Sonra kalbden çıkan atardamarlar gelir ki, bunlar, hem uzun ve hem de içleri boştur. Uzun oluşlan sinirlere benzer. Bunlar açı­ lan ve yumulan can damarlarıdır. Bunların yaratılmış olmalarına sebep de, yürekten duman buharını çıkararak, ona rahat vermek ve bütün bedenin uzuvlarına ruhu dağıtmaktır. Sonra ciğerlere bağlı olan damarlar gelir ki, bunlar da hepsi hareketsiz ve can damarlarına benziyen cisimlerdir. Bunlara kan damarları denir. Çünkü bunlar, kanı bütün bedene dağıtmak için yaratılmışlardır. Sonra duyuları olmıyan ve lâtif bir haldeki perdeler gelir ki bunlar da diğer cisimlerin yüzlerini örter ve daha başka birçok faydalar temin ederler. Azalann bütününü hey’et ve suretleri üze- . re örter, korur ve birbirleriyle olan temaslarım sağlarlar. Bir di­ ğer faydası da, sinir ve bağlar vasıtasiyle, azayı birbirine bağlar­ lar. Sağladığı birdiğer fayda da, karaciğer, akciğer, dalak ve böb­ rek gibi duyusu olmıyan azalan sarar ve bunlara yakından uzntılrla teması temin eder. Sonra et gelir ki; et, bütün organlar arasındaki boşlukları dol­ durur ve kuvvet meydana getirirler. Cenabı Hakk’ın izni ile vasıta olan uzuvlan bundan sonra izaha çalışacağız.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKJ. HZ.

KISIM : 2 ORGAN (AZA)LARIN İSİM VE KUVVETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Bedendeki bütün azaların kendilerinde tabiî bir kuvvetleri mevcuttur. O organın beslenmesi de ancak kendisindeki kuvvet sayesinde olur. Gıdayı çeken, tutan, emen ve işe yaramayan kıs­ mım atan şey hep o kuvvettir. Organlar içinde en kuvvetli olanı, beyin ve karaciğer kuvvetini, tabiî sıcaklığı ve ruh’u kabul ederler. Beyin bütün hislerin toplandığı merkez, karaciğer de bütün uzuvları besliyen bir merkezdir. Kalb, göğüs kısmında, sol memenin altmda ve karaciğerin rengine yakın bir renkte olup, fincan şeklinde, çok kıymetli ve çok şerefli bir azadır. Büyüklüğü ise herkesin kendi yumruğu ka­ dardır. Sivri ucu aşağıya doğru dönük olup, orta kısmında gözbe­ beği gibi siyah bir nokta vardır. Buna sevda da denilmektedir. Süveydâ adı verilen bu organ, çok kıymetlidir. Ruh ve bütün kuv­ vetlerin kaynağı odur. Gönül hayvani ruhun, insanı nefsin mekâ­ nı ,İlâhi ilhamın menzili Yüce Allah’ın cemâlinin görüldüğü yer­ dir. Bütün organları harekete geçiren, onlara hayat veren, gıdalandıran ve terbiye eden odur. Organların ve kuvvetlerin hepsi onun emri altındadırlar. Amir, yani reis olan odur. Bu da demek oluyor ki, bedendeki or­ ganların bir kısmı âmir (reis), diğer bir kısmı da memur, yani âmire hizmetçidir. Bazıları da ne âmir, ne de memurdur. Amir olanlar, bedendeki mevcut ilk kuvvetin merkezi durumundadırlar. Kişinin hayatını devam ettirmesi de onlara bağlıdır. Kişinin bekâ­ sını temin eden âmir uzuvlar 3 tanedir. 1 — Hayatî kuvvetin başı olan yürek. 2 — His ve hareketlerin merkezi durumundaki beyin. 3 — Beslenme kuvvetinin merkezi durumunda olan karaci­ ğerdir. Çeşidin üreme ve neslinin devamını sağlıyan âmir organlar da 3’tür. 1 — Meniyi toplayan organlar. — 70 —

MARİFETNÂME

2 — Muhafaza eden organlar. 3 — Akıtan organlar. Tenasül

uzuvları

neslin

devamını

temin

ettikleri

hey’e-

gibi,

tin tamamını erkeklik ve dişilik olan hali de ifade ederler. Hizmetçi

organlar

da

kendi

aralarında

sınıflara

ayrılır.

Bun­

lar : 1 — Hazırlayıcı organlar. 2



Yerine

getiren

organlar,

diye

isimlendirilirler

ki,

vazife­

leri de isimlerine uygundur. Hazırlayıcı hizmet

ise,

hizmet

âmirin

bin

hazırlayıcı

tiren

hizmeti

nin

hizmet

gören

hazırlayıcı

demek,

fiilinden

gören

organı

hizmet

âmirin

sonraki ise

gören

fiilinden

hizmet organı

can

evvel,

Meselâ,

akciğer,

yerine

damarlarıdır.

organı

edâ

demektir. Aynı

karaciğerdir.

edici kal­ ge­

şekilde

bey­

Karaciğerin

yar­

dımcıları, mide ve atardamarlardır. Ünseyeynin organlar

ile

ünseyeyn lardır.

yardımcıları,

erkeklerde

arasındaki

Burası

rahim

onlardan

zeker’in

damarlar, olarak

(erkeklik kadında kabul

evvel

meniyi

organı) yumurtayı

edilebilir.

tevlid

deliği Zira

ve

ileten orası,

eden

onunla damar­ meninin

ihtiyacının tamam olup, ceninin oluşacağı yerdir.

KISIM : 3 CENİNİN ORGANLARININ ANA RAHMİNDE OLUŞMASI Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki:

Cüzleri birbirine benziyen beden organlarının tamamının oluşması iki menidendir. Et ve yağ buna dahil olmaz. Çünkü bun­ lar, kandan meydana gelir. Şu halde, et ve yağların haricindeki cüzleri birbirine benzeyen organlar .babanın menisinden meydana gelir. Bu organik, mayalanan sütün yoğut veya peynir olması gi­ bi, anne yumurtasından meydana gelirler. Sütün nasıl kendisinden meydana gelen peynir veya yoğurdun tamamından bir cüz oldu­ ğu açıksa, bunun gibi, menilerden heıbiri rahimdeki ceninin, gev­ herinin tamamından birer cüzdür. Yağ ile kanın sulu ve yağlı kısmından oluşur. Sıcaklık ile eri— Tl —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

meşinin sebebi de budur. İki meniden meydana gelen organlar* dan biri bedenden ayrılacak olsa, diğerinin tam olarak oluşması mümkün olmaz. Noksan parçanın karşılığında birşey olmaz ve yeri tamamlanmaz. Kemik gibi. Bazı organların bu gibi noksan­ lıkları özellikle gençlik devresinde aynen eski haline gelerek ta­ mamlanır. Et böyledir. KISIM i 4 BEDEN ORGANLARININ ÖZELLİK VE FAYDALARI Ey Azizi Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki; Duyan ve hareket ettiren azalann hissetme ve h&reKet etme­ lerinin başlangıcı bir sebebe bağlı olabileceği gibi, birkaç sebeb de bağlı olabilir. Etli organlar ya lifli, yahut da lifsiz olurlar, bitil olanlara Ör­ nek kaslardaki etler, lifsiz olanlara örnek de karaciğerdir. Bede­ nin hareket etmesi lif ile olduğu gibi, tabi! ve iradeye bağlı olan hareketler de böyledir. Ancak isteğe, iradeye bağlı olan hareket­ ler kasların lifleri ile olur. Tabii hareketlere gelince : Et ve damarların hareketleri tabiî hareketlerdir. İsteğe bağlı hareketler ile, tabiî hareketlerden oluşan iki hareket. Uzunlukla genişlik arasındaki bir hey’ete ait Uf ite olur. Bu demek oluyor ki, uzun lifler çekmek, genişler itmek görevini ifa eder. İkisi ara­ sında kalan lif ise, tutma görevini görür, Kan damarları gibi bir tabakalı azalann üç bölüm lifleriyle örülü haldedir. Gelen lifler ile iten lifler birbirleri ile birleşmezler, ancak çekici ve tutucu özelliği olan birleşebillr. Ancak bu durum? bağırsaklarda değişiktir. Çünkü bağırsaklar tutmaya ihtiyaç duymazlar. Ancak çekme ve itme kuvvetine ihtiyaç duyarlar, Da­ marların bir bölümü bir ,bir bölümü de iki tabakalıdır, İHI taba­ kalı.olmanın sağladığı faydalar vardır ki, bunlar : I — İçlerindeki mevcut maddelerin yayılmasını önlerler, Kan damarlan böyledir. — 72 -

MARİFETNAME

2 — İçlerindeki saklı maddelerin çıkmalarım önler. Kan da­ madan içindeki kan böyledir. 3 — Organ çekme ve itme hususunda kuvvetli hareket etmek ihtiyacım duyarsa ,itici âlet bir tabakada çekici âleti de diğer ta­ bakada ve değişik bir halde bulunurlar. Mide ve barsak gibi. 4 — Organın iç kısmı sinir olup, saklamak, dış tabakası da et olup sindirim içindir. Çünkü sindiren sindirilenle karşılaşmadan kendisindeki mevcut kuvvetle onu etkiler. Ancak bazı organların tabiatı kana yakındır. Bunun için de kanm o organa gıda olması için büyük değişikliklere uğraması gerekmez* Et gibi. Bunun için de gıda ete vardığı zaman bir müddet kaldıktan sonra ete dönüşür. Bazı organlar da tabiatı itibariyle kandan uzak olur. Bunun için de kan o organın halini almak için çok değişik hallere girmek ihtiyacım duyar. Kemik gibi, Bu sebeple, gırası bir süre onda kalacak şekilde ya boşluk bulunur, tıpkı baldır ve kol kemikleri gibi, veya değişik değişik boşluklar vardır. Alt çene kemikleri buna misâldir. Bu durumda olan organ gıdasını alırken ihtiyacından fazlasını alarak çeker ve kendi durumuna döndürür.. Fakat kuvvetli organ kendisinin ihti­ yacı olan gıdadan fapla kalan kısmım ihtiyacı olan zayıf komşu­ sunun tarafına doğru iter. Yüreğin karma, iç organlara, beynin kulak arkasına, karaci­ ğerin böbreklere fazla gıda göndermesi böyledir.



73 —

BÖLÜM: 2 İNSAN BEDENİNDEKİ KEMİKLERİN BİRLEŞİMİ, İSİMLERİ VE ÖZELLİKLERİ KONU: 1 KAFA KEMİKLERİNİN BİRLEŞİMİ, ÖZELLİKLERİ VE İSİMLERİ *\

KISIM: 1 BEDENDEKİ ORGANLARIN FAYDALARI

Ey Azizi Anatomi (teşrih) ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Bedende öylek emikler vardır ki, binanm temeli olduğu gibi, bunlar da bedenin temelidir. Omurga kemikleri buna örnektir. Çünkü bütün uzuvlar onun üzerine kurulmuş ve ona dayanmıştır. Bir kemiğin her tarafı nasıl bir omurga üzerine kuruluyorsa, or­ ganların hepsi de aynı şekilde omurga üzerinde kurulur ve insa­ nın bedeni böylece düzene girer. Bazı organlar vardır ki, beden­ deki varlığı geçicidir. Meselâ ,küçük çocukların başlarındaki bın­ gıldak böyledir. Bazı kemikler vardır ki, onlar bedenin maruz kal­ dığı sadmeleri karşılayan bir kalkan gibidir Omurgalar üzerinde­ ki omurlar bunun misâlidir. Bir kısım kemikler vardır ki, onlar da mafsallar arasında bu­ lunur. Parmak kemikleri arasında kalan karınca kemikleri buna örnektir. Bazı kemikler vardır ki, ilgiye muhtaç cisimlere bağlı­ dır. Hançere kemiği, dil kemiği ve lam’a benzer diğer kemikler bu­ na örnek teşkil eder. Kemiklerin birçok faydaları vardır. — 74 —

MARİFETNÂME

Bedenin direği olan kemikler, aynı zamanda bedenin temeli ve koruyucusu olurlar. İçleri boş olup yapılan serttir. İçindeki boş­ luklarda ilik vardır. Kemiklerin içindeki ilik, onun gıda ihtiyacım karşılar. Ayrı­ ca, kemiklerin içindeki boşlukların bulunmasının başka bir fayda­ sı vardır ki, o da hafifliktir. İçi boş olunca daha hafif olur. Kemik ler bilindiği gibi, serttir. Bunun da sağladığı faydalar vardır. Sert olması zorlu anlarda kırılmamasını temin eder. Az önce belirtti­ ğimiz gibi, ilik kemiğin gıdasını teminettiği gib, aynı zamanda kemiği yaş tutar. Kemiğin tahammül gücüne göre boşluğu azdır. Meselâ, baldır kemiklerinin yaratılışı öyledir. Bedenin organları onlara yüklenmiş durumdadır. Kemikte hafiflik ihtiyacı hasıl olduysa, boşluğu daha fazla olur ki, burun kemikleri buna örnektir. Burun kemiklerinin öyle yaratılmasına sebep .gıdalanmak, hava ve kokuyu kolayca almak ve beynin ar­ tıklarını dışarıya atmak içindir. Vücut kemkleri birbirlerine yakın ve karşılıklıdır. Arala­ rında var olan kısa uzaklık, kıkırdakların menfaati için halkedllen »kıkırdak bağlarıyle doldurulmuş vaziyettedir. Bu faydaya ih­ tiyaç duyulmıyan yerlerdeki kemiklerin arası boştur. Alt çene ke­ miği buna örnektir. Kemiklerin aralıklı olmalarının çeşitli şekilleri vardır. Bazen kemiğin biri hareket etmediği halde diğeri hareket eder. Bilek mafsalları buna örnektir. Bazıları da var ki, bunlar zor hareket eden mafsallarda bulunan kemiklerden olduklarından .birinin di­ ğeri olmadan hareket etmesi çok zor ve çok azdır. Parmak mafsal­ ları buna örnektir. Bazen öyle olur ki, birbirine komşu iki kemi­ ğin mafsalları kuvvetli olur ve onlardan birinin hareketi öbürü­ nün hareketiyle ilgili ve ona bağlıdır. Kısa kemik mafsalları buna örnektir. Bazı kemikler var ki, dişli olur ve iki dişliden birinin dişleri diğerinin boşluğunu doldurur. Kafa kemiği buna örnektir. Sübhanel halıkul bâri. KISIM: 2 KAFA KEMİKLERİNİN TERKİBİ Ey Aziz! - 75 —

■I

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki : Şüphesiz kafa kemiklerinin çok faydaları vardır. Çünkü onlar beyni her türlü tehlikelerden korurlar. Kafatası kemiklerinin sayılan çoktur. Çok olmasının da çeşitli faydalan vardır. Bu fay­ dalan maddeler halinde şöyle ifade edebiliriz: 1 — Kafatasının herhangi bir yerinin kırılmış olması, diğer tarafı etkilemez. Ancak kafatası şayet bir kemik olsaydı, tama­ mının etkilenmesi icabeder ve tamamı zarar görürdü. 2 — Sertlikte, yumuşaklıkta, ince ve kalın olmakta bir ke­ miğin başka başka parçaları olmaz. 3 — Beyni, beyne zarar verecek durumda olan buharlardan temizler. Eğer kafatası bir kemik şeklinde teşekkül etmiş olsaydı bu zararlı buharlar dışarıya çıkamaz ve bunun için de beyin ko­ kar, küflenir ve bozulurdu. 4 — Kemiklerin sayısının çok olması başa giren damarlara geçit teşkil eder. Kafatasının yuvarlak olmasının da ayıı sebepleri ve faydala­ rı vardır ve bu sebepler de iki tanedir: 1 — Dairevî şeklin alanı, düz ölçüye göre daha fazladır. 2 — Değirmi, yani yuvarlak şeklin kendisine dokunacak şey­ lerden korunması düz şekillere göre daha kolaydır. Kafatası, ken­ disine zarar veren şeylerden ne derece korunursa, o derece sağlam olur. Kafatasının yuvarlak olmasına sebep, bunlardır. Beyin or­ ganlarının başları beyne uzunluğuna konulmuştur. Bu kemiğin ön ve arkasından çıkan yuvarlaklar, iki taraftan inen sinirlerin korunması içindir. Yuvarlakta üç tane yank mevcuttur. Birincisi yay şeklinde olup, alınla ortaktır ki, buna iklil de­ nilmektedir. ' İkincisi düz olup, baş uzunluğunu ikiye ayırır. Alın yarığına bitişik olan bu yarığa da, sehmî yank denilir. Üçüncüsü ise, başın arka tarafıyle kaidesi arasmda ortak olup, dik açı şeklindedir. Bu köşeden sehmî diye adlandırılan ikinci yanğa bitişiktir. Bu, lâmi yarık diye adlandınlmaktadır. KISIM: 3 İNSAN BAŞININ KAİDE VE DUVARI DURUMUNDA OLAN BEŞ KEMİK Ey Azizi —76 ~

MARİFETNÂME

Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: İnsan başının sözünü ettiğimiz kemiklerinin haricinde 5 ke­ mik daha vardır ki, bunlann dördü duvar gibi geriye, kalan biri ise kaide gibidir. Bu dört duvarın yaratılışı alın kemiğinden de serttir. Çünkü çarpma ve düşme daha çok onlar üzerine olur, önduvar dediğimiz kısım alın kemiğidir. Alın kemiğinin sonu üst ta­ raftan iklîl yarığına vasıl olur. Alt kısmı ise kaşın yan tarafından gözün ise üst tarafından geçer. Sonu aynı kemiğin ikinci yanına birleşen yivlerdir. Fakat sağ ve soldaki ikinci duvar 12 kemiktir. Kulaklar bu kemiklerdendir. Duyma hissini muhafaza eden sert yapıh iki küçük odacık mevcuttur. Bu adı geçen odacıkların de­ liklerinin arasmda inciye benzer yuvarlak iki kıkırdak bulunur. Bunlar hava aracılığıyle gelen sesleri toplıyarak kulak deliklerin­ den içeriye verir. Bu odacıkların üst tarafının ağzı kabak yarığı­ dır. Alt tarafının ağzı ise ayırıcı yarıktır. Bu iklîl yarığında sona erer. Bunlann ön kısmındaki, iklîlin, arka taraftaki de leminin bi­ rer parçasıdır. Geri kalan duvarm hududu, üstten lemi yarığının, alttan da baş ile kaide arasmda müşterek (ortak) yarıktır ki, bu lemi yan­ gının iki yanını birleştirir. Beynin oturduğu bir kaide kemik vardır ki, sert olan bu kemiğe veter denilir. Bunun sert oluşunun sağla­ dığı 2 fayda vardır: 1 — Sertlik, dayanıklı olmaya yardımcı olur. 2 — Sert olduğu için boşuboşuna bozulmaz, küflenmez ve çürümez. Şakaklann iki tarafında, şakaklara geçen sinirleri örten iki sağlam kemik vardır. KISIM: 4 ÜST ÇENENİN YAPILIŞI VE KEMİKLERİNİN BİRLEŞİMİ Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Üst çenenin sının kendisi ile yüz arasmda bulunan müşterek (ortak) yivdir. Bu yiv, kaşların alt kısmından geçerek bir şakak­ tan diğerine gider. j» — 77 -

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Alt çenenin sının, dişlerin sona erdiği yere kadardır. Çenenin iki taraftan sının, dişlerin arka kısmında kalan sivri kemikler ile, kendi arasındaki ortak yivdir. Bu kulak yönünden gelen bir ya­ rıktır. Diğer tarafının son sının, çeneyi uzunlamasına kesen yivin arasını ayıran bir yarıktır. Üst çenenin içindeki yivlerden biri kaşların arasından iki du­ dak arasına inmiştir. Biri sağa doğru eğilmiş olup, dişler arasına doğru uzamış, biri de sola doğru eğilmiştir. Orta yank üçgen kemik arasında bulunur. Fakat bu üçgen kemik dişleri bitirmeyip, daha önce burun deliklerine gelen bir yunğı keser. Çünkü bu üç yiv, kesen yivi geçerek mezkûr yerlere vanrlar. İki üçgenin haricinde hasıl olan iki kemik daha vardır ki, oniaıı iki üçgen kaideleri ile dişlerin sona erdiği yerler ve yiv­ ler tarafından iki kısım kuşatmıştır. Orta yivden inen kısım bu iki kemiğin arasını birbirinden ayırır. Üst çenenin yanklanndan biri ortak yarıktan inerek göze doğru gider ve göz çukuruna vardığı zaman da üç kısma aynlır. Biri alın ile ortak olan yivin altında ve göz çukurunun üst kıs­ mından geçip kaşa ulaşır. Diğer bir dalı göz çukuruna girmez, yivin üçüncü kısmına gi­ rer ve girdikten soma birleşir. Üçüncüsü de çukura girmesinden sonra birleşir. Birincinin ayırdığı ilk kemiği İkincisinden, ikinci kemik de üçüncü kemikten daha büyük görünür. KISIM: 5

BURUN;

FAYDALARI, KEMİKLERİNİN YAPISI VE ALT ÇENE

Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: İnsanın yüz kısmında yaratılan burnun birçok faydalan var­ dır. Bu faydalan şöyle sıralayabiliriz : 1 — Mevcut boşluk ile burun su çekmeye yardımcı olur. 2 — Başlangıçta burna çok hava girer. Fakat burun bu ha­ vayı düzenliyerek ılık hale getirir. Burna çekilen havanın bir kıs­ mı beyine gider, diğer büyük kısmı da akciğerlere iner. — f8 —

MARİFETNÂME

3 — Burun koklama organıdır. Havadaki türlü kokulan alır. 4 — Harflerin doğru çıkanlmasma, kesilmesine ve güzel söy­ lenmelerine yardımcı olur. 5 — Baştan atılan işe yaramıyan şeyleri toplar ve sümük ha­ line sokarak dışarıya atar. BURUN KEMİĞİ Burun kemiği üçgen iki kemikten meydana gelmiş olup, üst tarafında birer açıları birleşir. Tabanlan bir açı ile birbirine doku­ nur ve iki açı ile de birbirinden ayrılırlar. Bu kemikler, yüz kemiklernin izahında da ifade edildiği gibi, iki taraftan gelen yivlerden birine gelir. Kemiklerin alt tarafında yumuşakça iki kıkırdak mevcuttur. İkisi arasmda orta yivin uzunluğu kadar bir uzunluk­ ta kıkırdak vardır. Bu kıkırdağın üstü altından daha serttir. Orta kıkırdağın sağlıyacağı fayda, beyinden süzülen işe yaramıyan maddeleri toplayıp dışarıya atarak ruha huzur ve rahat vermektir. Çünkü bu fiilini, ruhu rahatlatan havanın girmesinin engellenmemesi için yapar. Beyinden inen artıklar daha çok burun deliklerinden birinde toplanır ve ruhu rahatlatan havanın beyne gidişi engellenmez. Çünkü burun deliklerinin biri ekseriyetle açık kalır. İki yanda bulunan mevcut kıkırdakların sağladığı bellibaşlı faydalar üç tanedir: 1 — Kemiklerin çevresindeki kıkırdaklarla işbirliği halinde­ dir. 2 — Fazla nefes alma veya su çekme ihtiyacı duyulunca ge­ nişler. 3 — Burundan nefes alınırken titreme yaparak buhan saç­ maya yardımcı olur. Burunun iki kemiği hafif ve incedir. Böyle olmasına sebep de, bu halinde daha çok faydalı olacağı içindir. Alt Çenenin Yapısı: Alt çene büyük bir nizam üzere yaratılmıştır. Çünkü alt çene­ yi meydana getiren iki çene kemiği olup, sağlam bir eklem onlan çene altında birleştirmiştir. Arkaları yüksek ve eğri vaziyettedir. — 79 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ki, iki kemiğin yanında yükselmiş, birbirlerine bağlarla bağlanmış, lardır. Ağzın alt çene hareketiyle açılıp kapanması, konuşmak, lok­ maların çiğnenmesi v.s. gibi birçok faydalan vardıı\ KISIM: 6 DİŞLERİN YAPISI, İSİM VE ŞEKİLLERİ VE TEŞEKKÜL SIRLARI

Ey Azizi Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar kİ: Bir insanda 32 diş vardır. Bazı kimselerin yan taraftarından 4 diş yok olur (azı dişleri) ki, bu durumda dişlerin sayısı 28’e İner» Ortadaki dişlerin üst çeneden 4, alt çeneden de 4 tanesi kesmek içindir, yani kesici dişlerdir. Yine üst çeneden 2, alt çeneden de 2 tane sivri diş kırmak içindir. Bunlardan sonra gelen 4’er diş de öğütmek içindir. Onlardan sonra gelenler çiğnemek «ondan sonra gelenler de çiğneme işini tamamlamak içindir. Şu halde diyebiliriz ki: Kesici dişler 8 tane. Kinci dişler 4 tane. öğütücü dişler 8 tane. Çiğneyici dişler 8 tane. Tamamlayıcı dişler 4 tane. Toplam olarak 32 tanedir. Çoğu kimsenin sondaki tamamlayıcı dişleri büluğdan veya daha sonra çıkarlar. (Bunlara halk arasında 20 yaş dişleri de de­ nilmektedir). Dişler; kök, baş ve ayrıntı olmak üzere üç kısımdan ibarettir» Bunlar çene kemiklerinin boşluklarına yerleşmiş vaziyettedirler. Deliklerin çevresinde gayet sert etler bitmiş olup, üzerinde küçük bir kemik bulunur. Bu, dişi sarmış ve kuvvetli bağlarla bağlan­ mıştır. Çiğneyicilerin haricindeki dişlerin sadece bir başı vardır Alt çenedeki çiğneyicilerin 2, ya da 3 başı vardır. Sondaki tamamlayıcı dişlerin başı 4, üst çenedeki çiğneyici dişlerin 3, ya da 4’er başlan vardır. Bu başlardan kasıt, dişlerdeki çıkıntılardır. Son



80



MARİFETNAME dişlerde bilhassa 4’er baş (çıkıntı) vardır. Bunlann fazla oluşu­ na sebep ise, büyük olmalan ve fazla iş yapmış olmalarındandır. Üst dişlerdeki çıkıntıların fazla olmasına sebep ve hikmet ise, çıkmtılann aşağı tarafa olması, ağırlıklan ile çıkıntıların zıddına meyledebilme özelliklerinin olmasındandır. Alt çenedeki azı diş­ lerinin ağırlıkları olduklan yerde olduğu için, bir aykırılık sözko-'. nusu değildir. Bedendeki kemikler esasen duyarsızdırlar. Ancak diş etleri böyle değildir. Onlar beyine bağlı olduklanndan, duyucudurlar. Bunun için de sıcak ve soğuğu, tatlı ve ekşiyi v.s. gibi şeyleri ayırdedebilirler.

— 81—

KONU:2 OMURGA, BOYUN, GÖĞÜS VE BEL KEMİKLERİ BEŞ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 OMURGANIN YAPI VE TEŞEKKÜLÜ Ey Azizi Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Omurganın insan bedenine sağladığı faydalar pek çoktur. Birinci faydası: İnsan hayatının devamını sağlamak husu­ sunda çok büyük bir önemi olan omurilik organını kendisinde bu­ lundurmasıdır. Eğer bütün sinirler beyinde sona ermiş olsaydı, insan kafası­ nın bugünkü bildiğimiz şeklinden çok daha büyük olması gereke­ cekti. Bu da bedene büyük bir yük olurdu. Sinirler uzak yerlerde­ ki organlara kadar gitmek için uzun olmak ihtiyacında olur ve bazı tehlikeler ve hattâ kırılma ve kopmalara maruz kalır, bunun için de ağırlığı olan uzvu esasına çekmek kuvvetinden mahrum kalırdı. İşte heışeyi yoktan vareden Yüce Allah, sonsuz hikmeti ve yardımıyle beyinden bir parça olan murdar iliğini aynen bir ma­ den sıvısı gibi akıtmış ve onun üzerine de omurgayı kılıf yapmış­ tır ki, bu kılıf çok sağlamdır. Böylece omurga çevresinde, sinirlerin dağıtım merkezi olması daha uygun görülmüştür. İkinci faydası: Omurga önünde bulunan organları kalkanın sahibini koruması gibi tehlikelerden korur. Boğumlarının ve ek yerlerinin olmasına sebep budur. Üçüncü faydası: Bedendeki kemiklere temel olmuştur. Bina-

MAKİFETNAME nın

temeli

Omurga

ne

da

kadar

aynı

sağlam

şekilde

olursa,

çok

bina

sağlam

da

ve

o

derece

kuvvetli

bir

sağlam

olur.

şekilde

yara­

tılmıştır. Dördüncü reket

meydana linde bu

faydası

etmesini gelmiş

ve

surette de

İnsanın

gevşek

yaratılmıştır.

de

budur. tutan

olmayıp,

için

durmasını

omurganın

birbirini

Mafsallar

Bunun

ayakta

Zaten

sebep

olmayıp,

çok

değildirler.

eder.

olmasına

büyük

bağlarda

:

temin

güzelce

çok

de

Omurga

kolayca

yumuşak

bütün

da

ha­

ibarettir

ve

en

ki,

güzel

olmadıkları

ya

ha­

omurlardan

bir

bağlardan dizilmiş

kırılmak,

ve

sağlam

bir

gibi,

katlanmak

sert

gibi

bir

durum meydana gelmez. Omurlar olan

içi

liklerin kısmı

yan

6

omurilik

kemiklerdir. bir

adet

çıkan

kısmı

olup,

uzantının

4’ü

olduğu

nüfuz

Omurların

taraflarından

yukarıya

larda 8

ortasında

boş

da bir

da

dört

aşağıya yanda,

olur.

aittir.

ve

vardır.

Bu

bir

şekilde

sağ

uzantı

2’si

Bu

edecek

bazılarının

de­

Bunların

bir

uzantılar

yandadır.

uzantıların

delikleri

solunda bazı

Bazı

omur­

omurlarda

sağladıkları

birtakım

faydalar vardır. Bu

faydalardan

muntazam tıya

bir

girmiş

biıi;

halde

ve

aralarındaki

dizilmiş,

böylece

icabeden

larda

bu

sözünü

ettiğimiz

tılar

da

vardır.

Bunlar

zifesi

görür

yönüyle rına

ve

aynı

şevk,

bunların

bir

birinin

ve

uzantıların

kalkan

sol

vazifesi

de

sağlamlık

çarpmalarda gibi

istikamettedir.

sağ

mevcut

bağ

uzantısının temin

dışında

ile

ucu

uzan­

edilmiştir.

Omur­

daha

başka

sağlamlıklarıyle

korurlar.

Bunlann

tarafta

olanlarına

bedendeki

sinir,

Bunlann

arka da

omurlar

diğer

uzan­

koruma yönü

taraflanndan

«kanatlar»

damar

ve

adı

va­

omurların olanla­

verilir

kasları

ki,

korumak­

tır. Kaburga burga

kurlarıyle luğu

kemiğinin

kemiklerinin ve

ona her

bağlanırlar.

Çünkü

kanatlardan

kaburganın

rin

çıktığı

ve

ve

çıkan

damar

deliklerinin

ve

kanatlann

onlara

orta

bu

olan

başları

rın giren

yakınında

yumru da

damarların damarların sinirler

iki

haricinde

yumru daha

girdiği

uzantısı başka

birçok

korunmaya

omurganın

geçmiş

ön

faydası,

halde

herbirinin vardır.

iki

çuboş­

Bu

omurla­

kendilerinden

sinirle­

delikler ihtiyaçları

tarafında

vardır. yoktur. olsaydı,

normal kendi ağırlığı ile ve isteğe dayanan hareketi ile eğimli (rae-

| 83 —

ka­

olup,

Çünkü Şayet bedenin

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

yil) yerlerde zayıf kalır ve bağlantı kuramazlardı. Bu koruma va­ zifesi olan uzantılarda sinir ve nem (yaşlılık) bulunur ki, onu sarmış ve örterek kaypak bir hale getirmiştir. Bunun sebebi de, dokunduğu yerleri acıtmamak içindir. Yani, ona dokunan et acı­ maz. Mafsallarda bulunan uzantılar da aynı durumdadır. Onlar birbirlerini ard arda takip ederek kuvvetle tutar ve her taraftan bir başkasına bağlanırlar. Fakat ön taraftan gelenler çok kuvvet­ li, arkadan gelenler ise kaypaktır. Çünkü, öne eğilmek ihtiyacı geriye eğilme ihtiyacından daha çoktur. Şu halde, birbirlerini takibeden ve birbirlerine kuvvetle bağlanan omurlar, âdeta bir ke­ mik kadar sağlam olmuşlardır. Eğiliş ,bükülüş ve esneklikleri se­ bebiyledir ki, kemiklerin çoğu hareket için ve esneklik temini için olmuştur. Bunun içindir ki, tek kemik gibi hareket edebilen belkemiğinin eğilmesi ve bükülmesi kolay olmaktadır. Yapıcı Hâkim olan Yüce Allah her türlü noksan sıfatlardan uzaktır. KISIM: 2 BOYUN KEMİKLERİNİN TEŞEKKÜLÜ Ey Azizi Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Boyun kemiğinin yaradılışı akciğer için .akciğerin yaradılışı ise birçok faydaları temin içindir. Boyun omurları ile .omurganın omurları üst üstedir. Bunun için de omurlardan herbiri kendini taşıyan omurdan daha hafif ve daha küçük olmuştur. Organın hareketleri bu sayede belirli bir düzen içindedir. Omurganın en alt, yani en son omuru omurların hepsinden hem daha büyük ve hem daha serttir. Kuyruk sokumu kemiği de denilen bu omur, ana rahminde kemiklerin dizilişinden önce yaratılmıştır. Yine bu ke­ mik mezarda da bütün kemiklerin çürümesinden sonra çürür ve toprak olur. Omuriliğin üstü fazlaca ve sertçe olduğu için, boyun omurla­ rının delikleri daha geniştir. Zira, yukarıya ait sinirlerin sayısı — 84 -

MARİFETNÂME

aşağıya ait sinirlerin sayısından daha fazladır. Şu

halde

olduğunu ve

boyun

dişleri

küçük,

hareket

etmeye

dukları

ihtiyaçtan

aşağıdaki Çünkü dır.

Bunun

kanatlar daha

mafsallara

nisbetle ve

olmaları

7

içindir.

ve

iki

hareketsiz Bunun

daha

Bu

deliklerinin

hepsinden

büyük

oluşuna

de

Omurların

omur

ve

daha

de,

duy­

mafsalları yumuşaktır.

ihtiyaç

normal

herbirinde

geniş sağlam

durmaya

duydukları

sebep

omurların

başlıdır.

için

olmaya

de

daha

halde

kaypak

kuvvetli

tane

ve

de

ihtiyaç,

fazladır.

sağlam

omurlarının

küçük için

ıise

duydukları

bunların

Boyun

lukta

omurlarının

söyliyebiliriz.

ll’er

bir

az­

uzun­

uzantı

var­

dır. Ancak birinci omur değişiktir. Onbir uzantıdan başka s l’er diş. 2’şer kol. 2’şer kanat ve üstünün ve altının 4’er mafsal çıkıntısı vardır. Sinirlerin

çıkışındaki

lünmüş

durumdadır.

mayan

değişik

hareketi tir.

Başın

birinci

öne

kalan

ile ve

baş

mevcut ve

delikli diğer

vardır.

Çünkü

omur

arasında

kalan

arka

tarafa

hareket

etmesi

ile

olmuştur.

uzantısında biri

Ancak

sabit

yani

ile

2.

omur mafsal

omurun

iki

boşluğu

de

boşluğuna

diğeri

olan

birleşmiş­

birinci

Bu

bö­

bulun­

sola

ile

kendisi

girdiği

yükselse,

sağa

mafsal

ilk,

yarıya

omurlarda

durmaktadır.

uzantılarının

boşlukta

daire

omurun

hususiyetleri

kemiklerin

uzantılardan

yuvarlak

ikinci

ilk

mafsal

omurun

tarafında Bu

çeşitli

kendisi

arasında

Bir

üst

vardır. iyice

gömülmüş olsa, baş o tarafa eğilir. Ancak

ikinci

da

bir

ten

geçerek

ğimiz

uzantı

mafsal,

kafa

omurdan

ikinci

yaratılmıştır. kemiğindeki

geçerek

o

omurda

Birinci omura

omura

olmuş

ve

omurun vanr.

girecek

ön Bu

onun

uzantı

olursa

ön

kısmın­

tarafındaki

bu

delik­

sözünü

etti­

durumda

baş

ayağa taraf, yani öne eğilir. Şayet olur.

Şayet

uzantı

gömüldüğü

uzantı

deliğinden

çukurdan de

çıkacak

çıkacak

olursa

olursa, baş

baş arka

düz tarafa

eğilir. İkinci Fakat

bu

omurun uzantı

arka

birinci

kısmında omurdaki

kısa

bir

çukurunda

geçmez.

— 85 —

uzantı hareket

daha eder

vardır. ve

onu

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Birinci omurun bir özelliği de dişlerinin olmayışıdır. Bunun faydası da, ağır olmaz, çevresindeki sinir ve damarlara eziyet et­ mez. Sözü edilen çukur, kafatasında âdeta gömülmüş bir lıalde olduğundan, kanatlan da yoktur. Çünkü sinirlerin başlangıç kıs­ mına yakın ve yerleri de dar olduğu için, kanatlarının olmaması Allah’ın bir hikmetidir. Bu omurun bir özelliği de, sinirlerin ondan çıkmış olmasıdır. Öbür omurlar gibi iki yandan ve ortak delikten doğmazlar. Fakat arka tarafının üstünde bulunan iki delikten lif gibi ince bir şe­ kilde hepsi çıkarlar. Uzadıkça da yavaş yavaş kalınlaşır ve duruma göre de sert ve kuvvetli olurlar. Ancak ikinci omurun kısa uzantısı üst tarafta ve arka kısmın­ da bulunur. Onda-sinir çıkışları imkânsız olduğundan bunun de­ likleri dişli tarafmdadır. Bunun uzantıları birinci omura kuvvetli bağlarla bağlanmıştır. Başın mafsalı selis, yani yumuşak haldedir. Bu ikinci omur ve diğer omurların mafsallarından daha yumuşaktır. Çünkü bu iki mafsalla oluşan baş hareketlerine çok ihtiyaç vardır. Bu, Yüce Al­ lah’ın sanatının büyüklüğünü gösterir. KISIM: 3 GÖĞÜS KEMİKLERİ Ey Aziz! Anatomi (teşrih) ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Göğüs kemiği (buna göğüs omurgası da diyebiliriz) kaburga­ lara bitişmiş bir halde olup göğüsteki nefes alıp verme gibi en kıy­ metli organları- korumaktadır. Bunlar oniki kemikten oluşmuş olup, ll’inde diş ve kanatlar vardır. Sadece birinin dişi yoktur ve kanatlan da birbirine eşit değildir. Çünkü bu çok şerefli ve kıymetli organımız olan kalbe yakın ve bitişik halde olup, diğerlerin­ den daha büyük ve sağlamdır. Göğüs omurlannm kanatlan diğer birinin kanatlarından da­ ha serttir v6 kaburga kemikleri de onlara vasıl olmaz. Göğüsten 7 üst omurgalarının dişleri büyük ve kanatları sert, sağlam ve dayanıklıdır. Bütün organlann Meliki durumundak —

80 -

MARİFETNAME

kalbi ancak bu kuvveti sayesinde korur ve muhafaza ederler. Çün­ kü bu omurların bünyesi kendisini senâsin, yani diş ve kanatlara getirmiştir. Bu sebepledir ki, bunların mafsallarında uzantılar kısa ve geniştir. Onuncu omurun üstündeki uzantı mafsallarında, dilimli boş­ luklar vardır. Uzantıların aşağıya inen yumru başlan o boşlukla­ ra girer ki, bu durumda dişleri aşağıya tutunmuştur. Onuncu omurun dişlileri kubbe gibi yapılmıştır. Mafsal uzantılarının yan­ larındaki çukurları dilimli değildir. Çünkü üstü altıyla birlikte limlenmiş değildir. Zira, üstü, altı ile birlikte dilimlidir. Onuncunun altındaki dilimler üste, çukurları da alta meyilli olup, dişleri de üste doğru yumru bir hal almıştır. Onikinci omur kanatsızdır. Çünkü onda kaburga vardır ve bunun içinde kanatlara ihtiyaç duymaz. Ancak mide zarı buna (12’ omura) bitişiktir. Bunun üstünün yapısı küçük oldu­ ğundan, çok mafsal bulunmaz. Göğüs omurları boyununkilerden daha büyük olduğu için, müşterek delikleri iki bağ arasında bö­ lünmemiş, yükseldikçe artmış, aşağıya doğru inildikçe noksan olup, sinir delikleri bütünüyle onuncu omuru bulmuştur. Göğüs omurlarının geri kalan diğer parçaları ve iki oyluk ara­ sı bel bölgesinin bütün dikişleri ve delikleri bütünüyle içine aldığı için sinirlerin çıkabilmesi için bu omurların sağ ve sol tarafında yaratılan birer delik vardır. Bel bölgesi omurlarında dişler ve ge­ niş kanatlar mevcuttur. Bel bölgesinde beş tne omur bulunur. Bunlar, kuyruk soku­ mu ve bel kemiğine bir kaide gibi oturmuş ,onun taşıyıcısı, kası­ ğın tutucusu ve ayak sinirlerinin sonu, yani bitiş yeri olmuştur. Kuyruk sokumu bölgesinde 3 tane kemik vardır. Bunlann mafsalları daha kuvvetli ve daha sert, kanatlan da daha geniştir. Ön ve arka kısımda sinirler için delikler mevcuttur. Bu oyluk maf­ salının kendilerine engel olmaması ve eziyet etmemesi içindir. Kuyruk sokumu kemikleri, yukarıda sözünü ettiğimiz bel bölgesi kemiklerine benzer. Kuyruk kemiği, üç kıkırdak omurdan meydana gelmiş olup, uzantıları yoktur. Küçük oldukları için, boyun omurları gibi, sinir­ leri ,ortak deliklerden doğmuştur. Sadece üçüncü omurun yazım­ dan çıkan bir sinir mevcuttur. — »7 —

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Buraya

kadar

yaptığımız

açıklamalardan

görüleceği

üzere,

omurganın ,belkemiğinin tamamı birşey gibidir. Şekli, daire şek­ lindedir Çünkü bunlar, herhangi bir çarpma veya tehlike anında, bunlan kabulden en uzak şekil dairedir. Bel kemiklerinin omurbaşlanmn aşağıya, alttakilerin de yukanya dönük olmasının se­ bebi budur. Onuncu omur, bel kemiğinin, omurganm uzunluğu sebebiyle senâsin (çıkıntı) lerin ortalaması olup, iki taraftan birine dönük­ tür. Bunun sebebi de, iki taraftaki 9 omur, bu onuncu üzerine top­ lanıp düzen ve intizam içinde olması içindir. Boyunda ve omurgadaki omurların tamamı 26’dır. KISIM: 4 KABURGA KEMİKLERİ Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Kaburga

kemiğinin

yaratılması,

yukarıda

da

ifade

ettiğimiz

gibi, solunum ve sindirim organları olan nefes borusu ile yemek borusu

v.s. gibi organları muhafaza etmek içindir. Bu organlar

herhangi bir yükün binmemesi ve birine gelen zararın diğerlerine de dokunmaması, alınan gıdanın ve kişinin muhtaç olduğu hava­ nın dışarıdan alınabilmesi, solunum, yani nefes alıp verme organ­ ları olan göğüs kaslarının rahat çalışabilmeleri ve bu çalışmaları­ nın sekteye uğramamas ıiçin kaburga kemiklerinin yaptıkları gö­ reve büyük ihtiyaç vardır. Bu vazifenin rahat ifa edilebilmesi için büyük ve tek kemik halinde değil, ayrı ayrı olmuştur. Kaburga

kemikleri, organların

Meliki durumunda

olan,

kalbi

ve onun yanında olan organlan içine alıp, muhafaza etmiştir. Bun­ lan çok dikkatle korumak gerekir. Çünkü, bu organlarda meydana gelecek bir zararın, bedene vereceği zarar diğer organlara nisbetle

daha

büyük

olur.

Kaburgalar

muhafaza

altına

aldıkları

bu

önemi büyük organlan düz değil, kavisli bir şekil almış ve bu or­ ganlan her taraftan sararak çember içine almışlardır. Aşağıdaki

kaburgalar

.sindirim

organlanna

yakın

olduğun­

dan, karaciğer, dalak ve diğer organları arkadan korurlar. Bun­

MARİFETNAME lar

birbirinden

ayrı,

yani

bitişik

olmayıp,

tedrici

olarak

uzunla­

masına birbirlerinden ayrılmışlardır. Yukarıda bulunanların uç­ ları birbirine yakın olduğu halde, aşağıdakilerin uçlan birbirine uzaktır. Midenin yeri bu sayede genişlemiş, gıda ve hava ile dolsa bile

,insana

zahmet

vermiyen

Üst

tarafta

bulunan

yedi

ve

acımayan

kaburga

bir

kemiğine

duruma

aynı

gelmiştir.

zamanda

göğüs

kaburga kemikleri de denilir. Bunlardan

ortada

bunun çevresinde kemiklerin böyle daha

güzel

bulunan

iki

kaburga

kemiği

daha

uzun,

kalan diğer kemikler ise daha kısadır. Çünkü olması göğüsteki muhafaza edilen organların

sarılmalarını

sağlar.

Kaburga

kemikleri

önce

aşağıya

doğru eğilir, sonra da yukarıya döner ve ortada tekrar birleşirler ki, bu da göğüs kafesinin daha geniş olmasını sağlar. Kaburgalardan kanatlanndaki

herbirinden

mevcut

iki

çıkan

omur

iki

uzantı,

bel

çukuruna

girerek

çift

kemiğinin bir

eklem

meydana gelmiştir. Bu kaburga kemiklerinin göğüs kemiği ile olan birleşmeleri aynen omurga ile olan birleşmeleri gibidir. Bu arka

iki

kaburga

taraftadırlar.

kemiğinin

Bunların

haricinde

uçlan

kalan

kıkırdakla

5

kaburga

örtülmüş

kemiği

ve

muha­

faza altına alınmış olup, kendilerine gelecek çarpma, darb ve kırıl­ ma ve

tehlikelerinden ne

de

fazla

uzaktır.

serttir.

Kıkırdak

Kaburga

maddesi

kemkleri

bu

fazla

yumuşak

kıkırdakla

ne

yumuşak

organlarla birleşme temin etmektedir. Göğüs kemiği 7 kemikten meydana gelmiştir. Yumuşak kıkır­ dakla

bağlanmış

alıp

verme

hat

hareket

rine

bitişik

olup,

eklemleri

sağlam

ve

kuvvetlidir.

Bu

nefes

işini gören solunum organlarının kabarmalanna ve ra­ etmelerine haldeki

sebep

olur.

kaburgaların

Bu

sayısına

kemiklerin eşittir.

sayısı

Yani,

7

kendile­ tanedir.

Bu kemiğin alt tarafına geniş denecek kadar bir kıkırdak bitişmiştir ki, bunun alt tarafı da daire şeklinde olup, hançere benzer. Bu sebepledir ki, buna hançer kemiği denilmiştir. Hançer kemiği, mideyi korur, göğüs kemiği ile diğer organlar arasında geçit temin eder. Sert ve yumuşak arasında, yani bunla­ nn birleşmesinde uygun zemin hazırlar ki, bu da hançer kemiğinin önemli vazifeler gördüğünü gösterir.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 5 EYE (KÖPRÜCÜK) KEMİĞİ Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki : Köprücük (eye) kemiği, göğüs kemiğinin üstünün iki tarafın­ dan çıkar ve göğüs kemikleri üzerinde bulunur. Onun boğazın ya­ nında kalan derin ve boş bir yeri vardır. Beyne inip çıkan damar­ lar ve sinirler onun bulunduğu yerden geçiş temin ederler. Sağ ve sola eğimli halde olan bu kemik, omuz tarafıyle bitişik haldedir. Omuz bu kemikle bağlanmıştır. Bunların ikisi beraberce kol kemiğine bağlanmışlardır. Köprücük

(eye)

kemiğinin

bedene

sağladığı

birçok

faydala­

rı vardır ki, önemlileri şunlardır: 1 — El ve kol kemikleri ona bitişmiş olup, göğse yapışmış değildirler. Böylelikle eller kolayca ve zorlukla karşılaşmadan ha­ reket eder. 2

— Omuz kaburgadan uzak olunca kolların hareket açıla­

rı daha geniş ve daha rahat olur. 3

— Bu kemik, göğüse mahsus en şerefli organları muhafa­

za eden bir kalkan vazifesi görür. Omurların diş ve kanatları sa­ bit durur ve göğsü de çeşitli zarar ve tehlikelerden muhafaza eder. Bu kemiğin bir tarafı ince olup diğeri kalındır. Omuz kısmında, yani kalın tarafında çok derin olmayan bir boşluk vardır ki, kol kemiğinin yuvarlak kısmı araya girmiştir. Bunun iki uzantısı var­ dır ki, biri yukarı diğeri de arka tarafa dönmüş haldedir. Onunla omuz köprücük kemiğine bağlanmıştır. Uzantı kol kemiğinin başının yukarı doğru eğilmesine mani olur. Diğer uzantı ise aşağıya ön tarafa doğru gelmiştir ki, bu da kol kemik başının çıkmasını engeller. İnce taraftan uzaklaştıkça daha

da

genişlemiştir.

Bu

uzantmın

dışında

üçgen

şeklinde

bir

uzantı daha vardır. Bunun kaidesi omuzdan taraf, geniş açısı ise göğüsten

taraftır.

Arka

düzlüğünün

şeklinin

bozulmaması

için

omurganın dişlerini muhafaza etmiş, bu uzantıya bitişik haldeki kıkırdağın daireye benzer yanıyla, omuz genişliği son bulmuştur. Bu kıkırdağın bitişmesi aynen öbür kıkırdakların bağlanmasına benzer şekilde olur.

KONU:3 EL VE AYAK KEMİKLERİ, İSİM VE HUSUSİYETLERİ YEDİ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 PAZU KEMİKLERİ Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Pazu

kemiğinin

denilmektedir. malini na

girecek

yerden

yuvarlak

oluşu

uzaklaştırmıştır.

rahatça

duğu

şekli

Yuvarlak

Üstü

buna

kol

zarar

isabet

yumru

şekildedir.

çıkmasına

olup,

kendisinden ve

Rahat

yol

açar.

omuz

durması

Fakat

kemikleri

kemiğinin

onun

böyle

sık

de

etme

ihti­

boşluğu­

sık

olmasının

bulun­ sağladığı

iki fayda vardır: ------- 1 — İhtiyaç. 2 — Emniyet ve selâmet. İhtiyaç selâmet hareket sürekli Kol

»dilediği

ise,

sabit

etme

ihtiyacım

değildir.

ekseriyetle

ğundan,

o

ratılmıştır.

yöne

yakın

ve

diğer

kol de,

kopma

kolun

mafsalını

etme

Çünkü

hissederse

Bağlarının

mafsallar, Kol

hareket

kalmaktır.

yapacağı

tehlikesi

eklemlerle

mafsalından

tutan

4

serbestisidir. kemiği,

mafsal

Emniyet

gerçi

her

hareketler

ortadan

hareket

çok

kalkmış

eder

daha

kuvvetli

olup,

biri

ve

yönden

halde

ve

olur. oldu­

olarak

genişliğine

ya­ per­

de olup diğerleri gibi çevresini sarmıştır. Bağlardan zuyu

sarar.

ikisi Birinin

arkadan yanı

iner,

enli

olup

birinin

tarafı

büyüklüğü

genişçe de

olup,

fazladır.

pa-

Diğer

biri de vardır ki, o da içlerinde en büyük ve en sert olanıdır. Usan-

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

tı çukurundan dördüncü rabıta üe uzantı teşkü eden kargaburnundan iner. Şekilleri genişçe olup pazuya dokunmuş haldedir. Kol kemiği, göğüs tarafmdan çukur olup, arka tarafa doğru yumrudur. Bunun faydası, üzeri, kas, sinir ve damarlarla örtülü olur, kucağma aldığı şeyi rahatça ve kolayca alır. Eller birbirine kolayca yetişir ve kenetlenir. Ancak kol kemiğinin alt kısmında bitişik halde iki uzantı var­ dır ki, bunların içte olam hem daha uzun ve hem daha incedir. Bu birşeye ayrıntılı değildir. Görevi sinirleri ve damarları muhafaza etmektir. Dış çevredeki uzantı ve dirsekteki çukur ve ondaki lok­ ma ile dirsek eklemi tamamlanmıştır. Bunlar arasında bir boyun ve bu boynun iki tarafında da çukurumsu iki oyuk vardır. Üstteki önde »alttaki de arkadadır. Üst dış oyuğun engeli yoktur. Gayet düzgündür. Bu karşılık diğer oyuk daha büyük, yeri ön kol kemi­ ğine yakın bir yer olup, düz değildir. Oyuğu da yuvarlak değildir. Duvar misâli dik bir halde olduğundan arkaya doğru hareket edil­ diğinde aniden durur. Bu eklemlere eşikler adı da verilmiştir. KISIM: 2 KOL KEMİKLERİ Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Kol kemikleri iki kemikten meydana gelmiş olup, bunlara çift bilek de denir. Bu kemiklerden başparmağa yakın olanı, yani üstteki incedir ki, buna ön kol denilir. Alt tarafta, yani küçük par­ mağa 'yakın olam ise daha kalın oı> p, ona da arka kol denilir ki, bu aynı zamanda taşıyıcı görevini yapar. Kol onun sayesinde eğik ve bükük olarak hareket eder. Arka kol kemiğinin faydası ise; ko­ lun açılması ve kapanması bunun sayesindedir. Bu kemiklerin orta kısımları ince ve lâtif olup kalın kaslar ta­ rafmdan satılmışlardır. Çevreleri et ve kaslardan sıyrık ve bağ­ larla gizlendikleri ve mafsalların hareketleriyle yıkıcı ve sert çarp­ malara maruz kaldıkları için sağlam ve kuvvetli bir yapıya sahip­ tirler. Üstte olanı eğridir. Fakat eğri hareketleri yapmaya uygun olduğundan, faydalıdır. Altta olan ise düzdür ve bu da açılıp ka­ panmaya yarar. — 92 —

MARİFETNÂME Dirsek

eklemi

,pazu,

ön

ve

arka

kolların

eklemlerinden

ha­

sıl olmuş olur, üst kol kemiğinin üstünde küçükçe bir çukur var­ dır.

Pazunun

kurda

kemiğinin bir

arkasındaki

dönmesi

hal

iki

eğik

uzantısı

mevcuttur.

lokma

ona

hareketin vardır.

İçindeki

bağlıdır.

meydana Bunlar

yüzü

Bu

lokmanın

o

çu­

sağlar.

Alt

kol

gelmesini

arasmda

yumrudur.

sin

şekline

Girintiler

ve

benzer

çıkıntılar

alt tarafa ve arkaya hareket edecek olsa, bu durumda el açılır. Gi­ rinti

duvarı

lokmayı

tutmakta

olan

çukurdan

ayrılsa,

bu

durum

elin çok açılmasını engeller. Pazu ve kollar aynı yönde dururlar. Eğer sözünü ettiğimiz bu iki boyun birbiri üzerinde ön ve yukarıya doğru hareket edecek ol­ salar, bu durumda el kapanır. İki uzantının alt yanlan birleşse tek parça halinde birşey olur vs bunlardan da genişçe bir çukur meydana gelir. Uzantıların lan

ekserisi

tehlikelerden

ratılmıştır.

Alt

alttakinde

korunması için

kol

kemiğin

bulunur.

yumru

arka

Bu

çukur

ve kaygan

tarafında

uzunca

geride

ka­

bir

şekilde ya­

bir

uzantı

var­

dır. Bunun görevi, saklama ve muhafazadır. KISIM: 3 EL BİLEK KEMİKLERİ Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Bilekte mına

mevcut

gelen

kemikler Kemik

zarar,

sayesinde

eklemleri

ğılmalarını

ve

birçok

kemikler

diğerlerini et

çukurlaşır

birbirine avucun

vardır

etkilemez.

bağlı

ve

bir

tuttuğu

ki,

El

sıvı

maddeleri

haldedir

şeyleri

bunlardan

yumulduğu ki,

bu

kuvvetlice

dahi da

bir

kıs­

zaman

bu

tutabilir.

onlann

tutmasını

da­

temin

içindir. Şayet elin iç kısım derisi soğulsa bu kemiklerin tamamının birbirine bitişen tek kemik halinde olduğu görülür. Kemiklerin sağlam da

avu

olduğu çiçi

böyle gibi,

bir biraz

çukurunun

birleşme da

ile

uygunluk

meydana

gelişini

birbirine kabiliyeti temin

bağlanmalan

çok

kazanmıştır.

etmiştir.

Bilekte

Bu 7

kemik ile 1 uzantı vardır. Mevcut yedi kemik, belirli iki sıra üzeredir. Bu sıra kola ta­

— 83 —

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ. raftır ki, bu kemikler 3 tane olup, narin ve ince yapılıdırlar. İkinci sıradaki

kemikler,

parmakların

tarak

kemiklerinin

tarafında

ve

geniştirler ki, bunların sayıları da 4 tanedir. İlk sıradaki sözünü ettiğimiz üç kemik, sarılı bir halde ve bi­ leğe yakın yanlan ince ve uzantısı ile bitişmiştir. Öbür sıraya ya­ kın olan yanlan geniş ve birleşmeleri de azdır. Sekizinci kemik bi­ lekteki

iki

sıra

gemiği

sağlamlaştırmak

için

olmayıp,

el

ayasına

yakın bir yerdeki siniri korumak içindir. Üçüncü sıra kemik, ke­ mik başlarının birleşmesiyle bir tek baş meydana gelir. İki kol ke­ miği

uçlarından

açılıp

kapanır.

meydana Alt

bilek

gelen kemik

geniş

çukura

uzantılarına

girmesiyle yakın

olan

eklemler kemiğin

çukuruna giren eklem, onunla yapışmış ve sarılmıştır. da

Tarak kemikleri dört tanedir ve bunlar 4 parmağın karşısın­ bulunurlar. Bileğe yakın olan kısımda birbirlerine yaklaşmış­

lardır. Yapışık bir durum aızeden bu kemiğin bileğe birleşen kıs­ mı küçük olmuştur. Parmaklara doğru olan kısımlan ise biraz da­ ha açık olup ,açık kemiklerle birleşmeleri daha güzel ve daha uy­ gun olmaktadır. İç taraftan ise biraz çukurlaşmıştı ki ,buna sebep de genişliğine yardımc lolmasıdır. Bilek eklemleri ve tarak kemik­ leri çevresindeki çukurlara kıkırdaklar ıile tarak kemiklerinin parçalannın girmesiyle kurulu bir halde yaratılmışlardır.

KISIM: 4 EL PARMAK KEMİKLERİ

Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanla diyorlar ki: El parmaklan eşyaların tutulmasına yardımcı olan çok önem­ li âletlerdir. Parmak etleri kemiklerden boş olarak yaratılmış de­ ğildir. Eğer kemikli olarak yaıatılmasaydı çeşitli hareketleri yapa­ maz, tıpkı solucan ve balık gibi olurdu. Evet, parmaklar titrek bir el gibi zayıf değildir. Bilâkis, sağ­ lam, kuvvetli ve içleri kemikle doldurulmuştur. Parmaklar sadece bir kemikten yaratılmamış olup, birkaç kemikten meydana gelmiş­ tir. Böyle olması onun zor işini kolaylaştırmıştır. Parmaklardaki kemikler 3 boğumdan meydana gelmiştir. Eğer daha fazla olsay­

MARİFETNÂME

dı, ağır şeyleri kaldırmakta zorluk çeker veya kuvveti kâfi gel­ mezdi. Boğumlar 3’ten az olsaydı o zaman da parmakların hare­ keti noksan olurdu. Parmak kemikleri sıra iledir. Yani dipten iti­ baren uca doğru incelir. Uçtaki kemik ince, ondan sonraki biraz kalın, en sondaki ise diğer ikisinden daha kalındır. Yani, en uçta olanı en küçük, en dipte olanı en büyük olmuş oluyor. Bu durum, taşıyan ile taşınan arasındaki münasebetin güzel olmasını temin eder. Parmak kemikleri şekil itibariyle yuvarlaktır ki, bu da onla­ rın tehlikelere karşı korunmalarına yarar. Parmakların içi boş ve ilikli yaratılmamıştır. Bu sebep de hareket etmede, tutmada, çek­ mede sağlam ve kuvvetli olmaları içindir. Tutmak ve oğmanın ko­ lay temini için de parmakların içleri oyuk, dışları yumrudur. Dış tarafları baş ve küçük parmak gibi parmak olmıyan yerleri yum­ rudur. Bu da onların tehlkelerden ikorunması için dairevî bir şe­ kil almalarım sağlamıştır. Parmakların içinde çok et vardır. Bunun faydası da, tutma­ yı kolaylaştırdığı gibi, tutulan şey ile kemik arasında perde teşkil eder. Parmak dışları etsiz olup, hafifliğin temini içindir. Parmakların ucunda tırnaklar vardır ki .bunlar gerektiğinde silâh ve gerektiği zamanda daha başka işler yaparlar. Sağlamlık ve eşitlik bakımından hepsi birdir. Şayet baş parmak bulunduğu yerden başka bir yerde olsaydı, hiçbir fayda temin etmediği gibi, diğer parmakların yapacağı işlere mani olurdu. Meselâ, elin iç kısmında olsaydı el içi ile yapılan işlerin hemen hemen hepsi ol­ mazdı. Şayet küçük parmağa yakın bir yerde olsaydı, iki elin bir­ likte kaldırdıkları birşeyde aralarında uygunluk ve denge sağla­ namaz ve eller birbirinin yardımcıları olamazlardı. Baş parmak eğer elin üzerinde olsaydı, çok uzak olacağından, sağlıyacağı hiçbir fayda olmazdı. Baş parmak avuç tarağına bağ­ lanmamıştır. Buna sebep de, baş parmakla diğer dört parmak ara­ sındaki uzaklığın kısa ve dar olmaması içindir. Şu halde, 4 parmak herhangi birşeyi kavrar, baş parmak da tam onların karşısına ge­ lir ve kavranan şeyin tutulmasmı sağlar. Böylece büyük birşeyin tutulması, alınması, ya da kaldırılması mümkün olur. Eklemleri­ ni kuvvetli bağlar tutmuş olup, birbirine kıkırdak perdeleri ile do­ kunmuşlardır. Bu da kuvvetli ve sağlamlığı artınr. _ 95 _

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Parmakların daha kuvvetli ve daha sağlam olabilmeleri için eklemlerindeki boşluklar küçük kemiklerle doldurulmuş ve böylece daha sağlat» ve daha kuvvetli olmalan sağlanmıştır. Tırnakların yaratılış sebepleri 4 faydanın temini İçindir ki bu faydalar şunlardır: 1 — Herhangi birşeyin bağlanması ya da iliklenmesinde par­ mağın dayanağı olur. 2 — Ufak şeylerin kaldırılması ve toplanmasmi temin eder. 3 — Kanşmayı, kazanmayı ve temizlemeyi kolaylaştım. 4 — Kendisine iş düştüğü takdirde ,âdeta silâh gibi kullanı­ lır ve'düşmandan intikam alır. Saldırılardan korunmak daha kolay olacağı için, tırnakların uçlan yuvarlak yapılmıştır. Tırnaklar yuvarlak kemikten yapıl­ mış olup, herhangi bir zorluk karşısında eğilmeleri ve bükülmeleri mümkün olmaktadır. Aynca mukavemet anında yarılıp kırılmak­ tan uzak dururlar. Tırnaklan koruma ve kazıma mevkiinde olup, devamlı bü­ yürler. Buna sebep de, kırılanların yerine daha düzgün olan tır­ nakların çıkmasıdır. Normal seyrinde zaman zaman tırnakların kesilmesi, yani kısaltılması gereklidir. KISIM: 5 KASIK VE BALDIR KEMİKLERİ Ey Azizi Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Vücuttaki mevcut kemiklerden biri de kuyruk sokumu yanın­ daki sağlı sollu iki kemikten meydana gelen kasık kemiğidir. Ka­ sık kemiğini meydana getiren kemikler kasık ortasındaki sağlam bir ekletale birbirlerine geçmiş haldedirler. Bunlar, yukarıdaki ke­ bir eklemle birbirlerine geçmiş haldedirler. Bunlar .yukarıdaki ke­ miklerin de taşıyıcısı durumundadırlar. Bu iki kemik 4'er bölüme ayrılmış vaziyettedir. Dış kısım­ da olanlara kalça kemiği, ön kısımda olanlara da kasık kemiği adım vermişlerdir. Arkada kalan parçalarına ise, oyluk kemiği, altta ve iç tarafta olanlanna da baldır kemiği denilmiştir. Çünkü — 88 —

MARİFETNAME bunlarda oyluk kemiklerinin yumru şekildeki başlarının gireceği biçimde çukurlar vardır. Bu kemikler üzerinde bulunan organlar şunlardır: 1 — Meni âleti. 2— Rahim. 3 — Mak’ad (oturak). 4 — Sidik torbası (mesane). Bunlardan başka çok önemli başka organlar da bulunmakta­ dır. Ayakların iki faydası vardır ki, onlar da: 1 — Ayağa kalkmak, düzgün bir şekilde ayakta durmak ve, 2 — İniş, çıkış ve düz hallerde geçiş, yani yürümektir. Bun­ lar da ancak iki baldır gemiği ile ayak kemikleri sayesinde olabil­ mektedir. Çünkü ayağa herhangi bir zarar isabet etse veya ayak iş yapamaz duruma gelse, ayakta durmak zorlaşır. Yürümek ise durmaya nisbetle daha kolay olur. Eğer oyluk veya baldırlara her­ hangi bir âfet gelse, hu durumda ayakta durmak kolay olur, fa­ kat yürümek güçleşir. Ayak kemiklerinin ilki bedendeki kemiklerin en büyüğü du­ rumunda olan oyluk kemikleridir ki, bunlar iki tanedir. Bu kemik­ ler üstteki organları yüklenmiş olup, alttakilerini de çekmektedir­ ler. Bunların üstü kubbe gibi yumrudur ve oyluk kemiği istikame­ tindeki bir çukura girmiş durumdadır. Bu kemikler, dıştan ve ön­ den yumru ,içten ve arka taraftan çukurumsu ve kesiktirler. Böy­ le olmalarına sebep de .birçok sinirlerin ve damarların korunma­ sının güzel olması, hepsinde düzgün birşey meydana gelerek bu şekille en güzel oturma şeklinin bulunması içindir. Eğer kalça ke­ miğinin üst tarafı beraber olsaydı, oylukların (2 oyluk) arası uy­ gun olmıyan bir şekilde geniş ve yamuk olurdu. Bu kemiklerin alt taraflarında diz eklemleri için herbirinden çıkan iki uzantı vardır. Biz diz ekleminden önce baldır kemiklerini anlatalım. Bunları anlatırsak diz kemiklerinin anlatılması ve an­ laşılması daha kolay olur.

KISIM: 6 BALDIR KEMİKLERİ VE DİZ Ey Aziz! #1

_

KEMİKLERİ

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Baldır kemiği de 'aynen kol kemiği gibi iki kemikten meydana gelmiştir .Bu kemiklerden biri hem daha büyük ve daha uzun, diğeri de buna karşılık daha küçük ve daha kısadır. İkinci kemiğin üstü oyluk kemiğine kadar varmaz. Buna, kaval kemiği adı veril­ mektedir. Baldır kemiğinin dış kısmı aynen oyluk kemiğinde olduğu gi­ bi yumru olmuştur. Hareketinin hafifletilmesi için baldır kemiği oyluk kemiğinden daha kısa olmuştur. Bu öyle bir ölçüdedir ki, üstündekini taşıyamadığı zaman olmadığı gibi, hareketinde zor­ luk çektiği de olmaz. Buna bir de küçük kemikle yapılan bir tak­ viye vardır. Bu küçük kemiğin faydası, hem büyük kemikle arasın­ da olan kas, damar ve sinirleri korur ve hem de ayak ekleminde büyük kemiğin ortağı ve yardımcısı' olur. DİZ EKLEMİ Diz eklemi, oyluk kemiğinin altındaki iki uzantının, baldır kemiğinin üstündeki iki girintiye ulaşmasıyle meydana gelmiştir. Bunlar, sarılmış birer lifle bağlanmış ve iki yanından iki kuvvetli ve sağlam kirişle birbirlerine bağlanmışlardır. Ön kısımları dizka­ pağında birleşmiştir. Dizkapağı yuvarlak bir kemik olması dolayısıyle, aynürrekehe adı verilmiştir. Bunun sayesinde, dizin üzerine oturtulduğu za­ man, diz eklemi ayrılmaktan kurtulmaktadır. Bu, ağır vücudu ta­ şıyan eklemlerin hareketiyle kuvvetlendirip ,ona direk olmaktır. Bu kemik eklemin ön kısmmdadır. Zira bu ekleme vaki saldırı ve tehlikeler ekseriyetle ön taraftan gelir. Zorlansa bile arkaya eğil­ mesi mümkün olmaz. Sağa ve sola eğilmesi ise çok az olur. Bu du­ rumda, aniden yerden kalkış ve oturuşta diz eklemine önden zor­ luk gelmektedir. KISIM: 7 AYAK KEMİKLERİ Ey Aziz!

MARİFETNAME Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Ayak, bedenin ayakta durmasına yarayan bir âlet olarak ya­ ratılmıştır. Biçimi öne doğru olup, uzundur. Üzerine dayanmak ve durmak böylece mümkün olmuş olur. İçi ortaya doğru incelir. Bu­ na sebep de, ayağa kalkıldığı zaman ön tarafın ayağa eş olması ve yürürken inecek ayağın eşi üzerine emin olup adımlan güven­ le atması, ayağa dikenin girmemesi için dikene dikkatli basması, merdiven v.s. gibi şeylere basarken sağlam basması ve ayağın kay­ maması içindir. Ayakta birçok kemiklerin olması çeşitli faydalar sağlamıştır. 1 — Faydaların biri, ayak üzerine bastığı şeyi, elin birşeyi sağlamca tutması gibi sağlam bir şekilde durur. 2 — Diğer faydası da, aynen diğer kemiği çok organlann fay­ daları gibidir. Bir ayaktaki mevcut kemiklerin sayısı 26’dır. Kemiklerden biri, kendisiyle baldır kemiğinin eklemi ta­ mamlanan topuk kemiğidir. Kemiklerden bir diğeri ökçe kemiğidir ki, ayakta durmak esase nona bağlıdır. Ayak kemiklerinin bir diğeri, kayık kemiğidir ki ,ayak ortası onunla yükselir ,ön tarafı da onunla yere konar. Ayak bileğinde 4 kemik bulunur ki, ayak, tarağına bunlarla yetişir. Kemiklerden biri 6 gen şeklindeki merdiven kemiğidir. Ayak dışardan bunun üzerine konulmuş vaziyettedir. T tarafın yer üze­ rindeki sebatı küçük olur. Baş kemik de ayak tarağının olduğu kısımdadır. Topuk kemiğinin çıkıntısı insanlarda hayvanlardan daha fazladır. Bu bakımdan insanın ayağı küp şeklinde olup, ön tara­ fından yürümede en büyük rol de onundur. Ayakta dururken de bu kemiğin büyük önemi vardır. Topuk, sözü edilen iki baldır kemiğinin alt tarafında yuvar­ lak kısımları arasında bulunur ki, onu üst, arka sağ ve solundan sarmışlardır. Onun iki yanı topuk kemiğinin iki çukuruna girmiş­ tir. Topuk kemiği baldır ile topuk arasında bir geçit teşkil ettiği gibi, onları güzelce birbirine bağlıyarak aralarında kuvvetli bir eklem meydana getirir. Ancak topuk ortada ve önden kayık kemi­ ği eklem bağları ile ona bağlanmış haldedir. —

»0



ERZURUMLU İBRAHİM İlAKKI HZ. Kasık kemiği arkadan ökçe kemiğine önden bilek kemikleri­ nin üstüne, dıştan baldır genliğine yapışmış vaziyettedir. ökçe kemiği, topuk kemiğinin alt kısmında ve sert bir kemik­ tir. Arkası yuvarlak olup, tehlikelere böylece karşı koyar. Kendisi­ ne şiddetle çarpan şeyleri yana atar ve darbenin fazla olmasını en­ geller. ökçe kemiğinin altı düz olup, düzgün basmaya yarar. Bas­ tığında rahatça durur. Biçimi itibariyle büyük bir kemiktir. Bu haliyle bütün bedeni taşıyacak güçtedir. Üçgen şeklinde olup ya­ vaş yavaş incelir. Ayağın ortasına vardığında sona erer. Ayak ucu ortaya doğru tedrici olarak genişler. Ayak bileğinin durumu el bileğine uymaz, tamamen elin ter­ sidir. Ayak bileğine ait kemikler bir sıra ,el bileğine ait kemikler ise iki sıradır. Ayak bileğindeki kemik sayısı daha azdır. Çünkü tutmak ve almak ihtiyacına el daha çok muhtaçtır. Ayağın gayesi bedeni sağlamca ayakta tutmaktır. Eğer kemikler ve eklemler faz­ la olur», ayağın bedeni ayakta sağlamca tutmasına zararlı olur. Hiç olmamış olsalar bu durumda aynı şekilde zararlı olur. Cenabı Hak Jıerşeyin hayırlısını bildiği için ayağın şeklini böyle yarattı. Ayak tarağı 5 kemikten meydana gelir. Böyle olmasına sebep, herbirine ayak parmaklarının bitişmesi ve dizilişlerinin düz olma­ sı içindir. Ayak parmaklan el parmaklarından daha kısadır. Çün­ kü ayaktan kasıt .ayakta durmak; elden kasıt, yani gaye ise tut­ maktır. Baş parmağın haricindeki parmaklar 3 boğum, baş par­ mak ise 2 boğum olur. Bu, yürümenin daha düzenli şekilde olma­ sını temin eder. İnsan bedenindeki kemikler direk ve dayanak olan kemiklerle toplam 300 tanedir. Bu kemikleri, dizilişlerini ve büyük bir âtıenk içerisindeki çalışmalan görebilen gözler için, bir hayret ve şaşkınlık vesilesi ve ibret dersidir. Onların noksansız ve garip çalışmalanndaki Allah’ın yüce sanat ve kudretini düşünen­ ler hayretle riçerisinde kalırlar. Buna hayret edenler ise, bu yüce sanata bakıp onun yapıcısını tanımak ve bilmekten zevk alırlar. Sübhâne Hâlik il-Bari.

100

BÖLÜM: 2 ORGANLARIN HAREKETLERİ ,KASLARIN MAHİYETİ VE CÜZLERİ, SAĞLAMLIK VE HUSUSİYETLERİ ÜÇ KONUDAN İBARETTİR KONU: 1 KASLARIN BİR ARAYA GELİŞİ İLE BAŞ VE BOYUNDA OLAN HAREKETLERİ YEDİ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 KASLARIN OLUŞMASI VE ONLARCA MEYDANA GELEN HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: İnsan bedenindeki mevcut 420 tane irade ve isteğe bağlı olan hareketlerin

tam

ve

noksansız

olması

sinirler

aracılığı

İle

yürek­

ten beyine ve oradan da diğer organlara geçen kuvvetle meydana gelir.

Hareket

halindeki

organlarm

temeli

durumundaki

kemik­

lerle ,ince ve yumucak sinirler arasında bir birleşmenin meydana gelmesi uygun görülmediğinden, Cenabı Hak yardım ve. inayetiy­ le lütfederek organlardaki kemiklerden, sinirlere benzeyen bağ­ lantılar çıkarmış ,ikisini birşey gibi biraraya getirmiştir. Bağ ve sinirlerin birleşimiyle oluşan cisim, baş, beyin ve omur­ ilik, hacimlerine uymak suretiyle buralarda incelmiş, özellikle

101

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

organlara bölünüp dallara ayrıldığı zaman her kemiğe düşen bir pay, çok İnce ve zayıf olup esas çıkış yerinden uzaklaştıkça, bozul­ ma tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Cenabı Hak yüce hikmetiyle bu­ nun tedbirini almış, sinir ve bağlardan oluşan kasları gayet güzel kalınlaştırmış ve aralarını etle doldurmak suretiyle zorla perdele­ miş ve sinir cevherinden olan direğin orta kısmında muhafaza et­ miştir. Şu halde, sözünü ettiğimiz bu organ bütünüyle sinir, lif, et, perde ve zardan oluşan bir organ olmuş oluyor ki, burada kas (adale) adı verilmiştir. Kas toplanıp kısalınca organ tarafına ge­ çen lifi çeker ki, bu durumda o organ büzülür ve çekilir. Bu kas kendi açılma mikdarmca açılıp uzayınca, o lif gevşer. Bu durum­ da da o organ açılır ve uzaklaşır. Bütün istekli hareketlerin mey­ dana gelişi böyledir. Yani, türlü ve değişik durumlarda ve değişik yerlerde değişik şekillerde meydana gelir. KISIM: 2 BAZI YÜZ KASLARI VE ONLARLA MEYDANA GELEN HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Yüzdeki kaslann sayısı, yüzdeki hareket halinde olan organlann sayısına eşit, yani onlar kadardır. Yüzün hareket eden organları : 1 — Alın, 2 — Göz, 3 — Göz kapakları, 4 — Yanaklar, 5 — Burun uçları, 6 — Alt çene, 7 — Dudaklardır. Alın hareketi, ince geniş ve örtülü bir kasla meydana gelir. Bu kas, alnın derisi altına öyle yayılmış ve orasıyla öyle kaynaş­ mıştı ki, âdeta alın derisinin bir parçası haline gelmiş ve ondan ayrılması imkânsızlaşmıştır. Alm derisi hareketini kastan alan or­ gana kiriş olur ve bu kasın toplanması kaşların yukanya doğru kalkmasını temin eder. Rahat bırakılmasıyla kaşlar yine eski ha­ line döner. Bu derinin gözün yumulmasına yardımcı olduğu da bi­ linmektedir. Göze hareket veren 6 kas vardır. 4 kas gözün 4 yanındadır. 102

MARİFETNÂME

ve herbiri de gözü kendine doğru çekmek ve hareket ettirmek ister. Kaslardan ikisi gözün arka kısmında bulunur ve gözün daireye benzer hareketinin meydana gelmesine yardım eder. Gözün arka tarafındaki bir kas sonra anlatılacak olan çu­ kurumsu bir sinire dayanak olmuş ve ona kendi perdeleriyle da­ yanıklılık vermiştir. Bu hal, onun geçmemesini engellemiştir. Üst gözkapağınm harekete geçmesiyle gözleri kapama işi tamamlanır. Bu durumda ilk göz kapaklarının hareket etmesine ihtiyaç kal­ maz. Allah’ın inayet ve yardımı mümkün mertebe az âlete har­ canmıştır. Çünkü âletlerin sayısı ne kadar çok olursa isabet ede­ cek âfet ve tehlikeler de o kadar çok olur. Üst göz kapaklarının hareketi yerme alt göz kapaklan hare­ ket edebilir ve üst göz kapakları sabit kalabilirdi. Fakat üst kapak sinirlerin çıktığı yere yakın olduğu içinğ sinirlerin ona kavuştuğu anda katlanmaya veya değişmeye hitiyaç duymadığı bilinen birşeydir. Üst göz kapakları için gözün açılması anındaki hareket yukanya doğru yumması anındaki hareketle aşağı doğru olmayı icabettirir. Gözün yumulması için aşağıya çeken adalelere ihtiyaç olduğu için, gözün iki tarafında iki kas vardır ve bu kaslar göz kapağım aşağıya taraf çeker. Göz kapaklarının açılması için ortadan bir si­ nirin inmesine gerek vardır. Kirişin yanı göz kapağının yanına ta­ raf açılınca o büzülüp toplandığı sürece göz açüır. Bu iş için yara­ tılan bir sinir vardır ki, bu doğruca aşağıya iner, göz kapağının perdeleri arasında kıkırdak gibi genişçe bir cisimdir. Bu cisim göz kirpiklerinin bittiği yerin alt kısmına yayılmıştır. Göz kapağının görevi, gözü korumak, kirpiklerin görevi de isabet edecek tozlardan gözleri korumaktır ve zaten yaratılış se­ bepleri de budur. Şu halde bedenin bütün parçalan çeşitli ve türlü hikmet ve faydalar için yaratılmıştır. KISIM: 3 YANAK, DUDAK VE BURUN UÇLARINDA HAREKETE SEBEP OLAN KASLAR Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: 103

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ IIZ. Yanağın iki çeşit hareketi vardır : 1 — Alt çeneye bağlı olan hareket. 2 — Dudağa ortak başka bir organın

hareketine

tabi

olan

kendi hareketidir. Bu sebeple yanaklar o organın müşterek bir si­ nirleri vardır. Bu sinir her yanakta geniş olup, bu isimle bilin­ miştir. Bu hareketlerin iki sinirinin herbiri dört cüzden meydana gel­ miştir. Çünkü herbirine dört yerden gelen lif vardır. Bir sürü bo­ yun kemiğinden çıkmış olup, sonları aşağıdan dudak kenarlarına bitişmiştir ki, bu durumda ağzı aşağıya ve yana çeker. Diğer cüzü, iki yanda göğüs ve boyun kemiğinden çıkıp lifleri dudak yanlarına kadar gitmiştir. Sağdan çıkan, soldan çıkanla keşişmekte ve öyle gitmektedir. Bu durumda sağ taraftan çıkan lif dudağın soluna, sol taraftan çıkan da sağ tarafın üst kısmına var­ mıştır. Ağız iki lifin birleşmeleriyle daralır ve dudaklar öne doğru gelir. Kesenin ipi sıkıldığında kesenin ağzım nasıl bir araya topluyorsa, ağız da aynı şekilde toplanır. Üçüncüsü, omuzda bulunan göğüs kemiğinin yan tarafından çıkar ve o kasın bitiştiği yerin üstüne varır ve orada birleşerek du­ dağı iki tarafa eşit bir şekilde eğer. Dördüncüsü, boyundaki dişli çıkıntılardan çıkar, kulakların yamndan geçerek yanaklara varır. Yanağın öyle hareketi vardır ki, bu harekete dudak bile uyar. Fakat önceden izahını yaptığımız gibi dudak kaslarının biri yanakla ortak olan kastır. Dudaklara ait 4 kas vardır. Bunlardan ikisi adına elmacık de­ nilen göz altıdaki kısmın üstünden gelerek dudağın iki tarafına varmıştır. Diğer iki kas ise, aşağıdan gelerek dudağa kavuşur. Bu dört kas dudakların hareketleri için kâfidir. Çünkü bu kaslar ken­ di kendilerine hareket ettikleri takdirde, dudağı kendi taraflarına çekerler. İkisi bir taraftan diğer ikisi öbür taraftan çektiği takdir­ de dudak iki tarafa ayrılır. Dördü birlikte hareketederlerse duda­ ğın 4 tarafa doğru olan hareketi tamamlanır ve herhangi bir nok­ sanlık olmaz. Bunun haricinde de zaten dudağın hareketi olmaz. Ortak kasların uçlan dudak ile öyle kaynaşmıştır ki, onun ana cevheri olan etten ayırdedilemez. Burun kanatlan küçük iki sağlam kasın birleşmesi sonucu meydana gelmiştir. Küçük oldukları için çok hareket eden dudak

104

MARİFETNAME ve

kaslarının

yerlerinin

elmacık

yanak

kemiklerinin

yanından

rışarak

burcun

kanatları

ve



diğer

geniş

kapaklarını bütün

olmaları

çıkarlar. o

tarafa

organların

icabeder.

Çünkü. doğru

yerli

Bu

elmacık

kaslar

lifine

kımıldatır.

yerine

ka­

Burun

konmaları

Allah’

m hikmetiyle olmuştur. KISIM: 4 ALT ÇENENİN HAREKETLERİ, FAYDALARI VE KASLARI Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Üst çene hareketsizdir, yani yerinden oynamaz. Fakat alt çe­ ne

hareket

halindedir

ki,

böyle

oluşunun

sağladığı

birçok

fayda­

lar vardır ki, bu faydaların başlıcaları şunlardır : 1

— Hafif olan şeyin hareketi daha uygun ve hem de daha

kolay olur. 2 ket



Hareket

ettirmek

etmesi

hatalı

doğru

olmayan

organları

taşıyan

hare­

olacağı gibi, bu azalan taşımayan hareket et­

tirmek daha uygun ve daha doğru olur. 3



Sabit

duran

üst

çene

eklemiyle

baş

eklemini

kuvvetli

ve sağlam tutar. Hareket halinde olan alt çenenin 3 çeşit hareketi vardır : 1 — Ağzı açmak. 2 — Ağzı kapamak. 3 — Çiğnemek ve öğütmek. Ağzın açılması halinde çene rıya

çıkar.

doğru

Çiğneme

hareket

ettirir.

vardır. Bu kaslar ru çekerler.

ma

ve

insan çenesi ve kesmeye

öğütme Çenenin

yukarıdan

aşağıya

hareketi

iner. ise

kapanmasını

inerek

çeneyi

Kapanınca

çeneyi temin

aşağıdan

yuka­

sağa

ve

eden

iki

yukarıya

sola kas doğ­

hafif ve hayvanlarda olduğu gibi sertçe kopar­ muhtaç olmadığından, bu kaslann mikdan kü­

çük şekilde yaratılmıştır. Çok yumuşak bir cisim olan beyin, bun­ ların başlangıcıdır. Beyine yakın olduklarından bunlar da yumuIOS

Erzurumlu İbrahim hakki hz. şaktırlar. Çünkü bu kaslarla beyin arasında sadece bir kemik var­ dır.

Beyinden çıktıkları zaman iki kemik Allah tarafından çift olarak gömülmüş ve perdeden geçirilmiştir. Böylece kemiklerin boyu, çıkış yerlerinden uzak kalır ve yapılarında biraz sertleşme olur. Sözünü ettiğimiz bu iki kasın herbirinde birer büyük kirişleri . vardır ki, bunlar alt çeneyi çevrelemişlerdir. Bir araya geldikle­ rinde çenenin önünü kaldırır ve üst çene ile birleştirirler. Bu iki kasa yardımcı durumda olan iki kas daha vardır. Onlar ağızdan gelerek alt çene boşluğuna inerler. Ağızdan gelen kaslardan çıkan kirişlerin sağlam olmaları için ortalarından çıkmaları gerekmiştir. Ağzın açılmasıyle çenenin inmesini temin eden kasların lif­ leri kulak arkasındaki etlerden inmek suretiyle toplanır ve tek kas haline gelir. Bu kastan çıkan bir kısım kiriş, çene kemiğine katla­ nacak yere gelir. O kasa eklendiğinde çeneyi alt tarafa çekerek aşağıya iner. Çünkü çenenin tabiî şekli onun aşağıya kolayca inmesini temin etmiştir. Bunun içindir ki, ona iki kas yeterli ol­ muş ve başka bir yardımcıya gerek kalmamıştır. Ancak çiğneme ve emme işini görmek üzere yaratılan iki kas vardır ki, bunlar her tarafa birer üçgen kaş şeklindedirler. Kapalı köşeleri olan tarafı elmacık kemiğine girince gövdeleri uzar ve biri alt çeneye iner, diğeri de karşı tarafa geçer. Üçgenin tabanı ara­ larında düz olarak yerleşir ve her köşe kendine ait olan yere gider. Böylece sözü edilen üçgen kasın toplanmasıyle çeşitli yönleri mey­ dana çıkar, çiğneme ve öğütme ihtiyacı giderilmiş olur. Subhanellah-i ve bihamdihi. KISIM: 5 BAŞ VE BOYNUN HAREKETLERİ VE KASLARI '

Ey Aziz! Anatomi (teşrih) ile meşgul olanlar diyorlar ki:

Başın kendine has bazı hareketleri vardır. Meselâ, başın eğil' meşine boynun eğilmesi de ilâve olunur. Bu iki ortak hareket, ya öne, ya arkaya, ya sağa, yahut da sol tarafa dönük olur. Bazan 106

MARİFETNAME

bu hareketlerin birleştiği görülür ki, bu durumda hareket dairevî bir şekil alır. Başa ait olan hareketin başın yan tarafından çıkan iki kası vardır. Çünkü lifleriyle yukarıda kulak ardından, aşağıda göğüs kemiklerinden çıkıp, birleşmiş ve bu şekilde başa çıkmıştır. Şayet biri hareket edecek olursa baş o tarafa meyleder (eği­ lir,) ikisi beraberce hareket edecek olurlarsa o zaman baş normal olarak ön tarafa eğilir. Baş ve boynu birlikte ön tarafa eğdiren kaslar yemek borusunun altmda olup, bir çifttir. Bunlar, 1. ve 2. omura kavuşmuş ve onlarla birleşmiş ve kaynaşmıştır. Bu durum­ da şayet yemek borusuna yakın cüzleri topladıysa, sadece baş eği­ lir, boyun eğilmez. Şayet omurlara karışan cüzleri de topladıysa o zaman boyun da öne doğru eğilir. Başı arka tarafa doğru eğen kaslar 4 çifttir. Bunlar izahım yaptığımız bir çift kasın altında saklıdırlar. Bunların bitiş nokta­ ları eklemin üstündedir. Bu çiftlerden biri .omurun iki kanadına gelmiş vaziyettedir. Diğer bir çift de .omurun dişlisine bitişiktir. Bunun hususiyeti, başın arka tarafa eğildiği anda başı dik tut­ mak ve eski normal haline getirmektir. Dördüncü çiftin çıkış yeri, onların üstü olup, 3. çiftin altın­ da, dıştan yana doğru geçmiş ve 1. omurun kanadına varmıştır. Önceki iki çift, başı sağa ve sola eğmeden arkaya çevirir. Ancak hemen ifade edelim ki, başı boyunla birlikte arkaya çeviren kasla­ rın sayısı dört çifttir. Bunlardan 3 çifti 4. çift kasın altında giz­ lenmiş olup, dördüncü çift durumunda olan kas bunları çepeçevre sarmıştır. Dördüncünün heıbiri üçgen şeklindedir ve tabam da beynin arka kemiğidir. Öndeki boyuna iner. Bunun altında yay­ gın olan üç çiftin birisi boyun omurunun iki yanıyla aşağıya iner. Çiftlerden biri de, sağ kanatlara eğilip gider. Bir çifti de omu­ run yanla rıyle kanatların uçlarını birleştirir. Başı iki yana eğen kaslar kafa eklemine bitişmiş olup, iki çift­ tir. Çiftlerden birinin yeri ön taraftır. Onun biri baş ile ikinci omu­ run arasım sağdan, öbürü de soldan bitiştiımiştir. İkinci çiftin yeri arka taraftır. Kasların biri baş ile omur ara­ sını sağdan, diğeri de soldan birleştirmiştir. Söaü edilen bu kas­ lardan biri kısalır veya büzülürse baş onun tarafına doğru eğilir. Eğer bunlardan ikisi bir tarafta ise ve ikisi birlikte kısalırsa bu du­ rumda bazı onların tarafına doğruca, yani dik olarak döner. Kas107

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ. lann, hepsi birlikte hareket ettiği takdirde baş olduğu gibi durur ve hiç bir tarafa hareket etmez. Bu kaslar öbür kaslardan küçük oldukları halde yerleri yakın ve diziliş itibariyle diğer kasların al­ tmda bulunduklarından, büyük kasların yaptığı görevi yapmakta­ dırlar. KISIM: 6 HANÇERE (GIRTLAK KIKIRDAĞI) NİN KAS VE HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olan âlimler diyorlar ki: Hançere, kıkırdaktan meydana gelen bir organ olup, ses çı­ karma vazifesini görmek için yaratılmıştır. Hançere 3 kıkırdaktan meydana gelir. Bunlann biri, boğazın ön kısmında ve çenenin de altında bulunur ki ,el ile yoklanıp tutulması mümkündür. İç kısmı çukurum­ su, dış kısmı yumru şekilde olduğu için, ona durkî (kalkan mânâ­ sına gelir ki, burada gırtlak kapağı demektir) denir. İkinci kıkırdak ise onun arka tarafında ve boyna yakın bir yerde olup, boyna bağlanmış haldedir. Üçüncü kıkırdak, ikinci kıkırdağın üzerine tas misâli kapan­ mış ve onunla birleşmiş halde olup, birincisiyle birleşme yapma­ mıştır. 3. kıkırdak ile 2. kıkırdak arasında iki çukurlu bir mafsal mevcuttur. 2. kıkırdaktan çıkan iki uzantı sözünü ettiğimiz çuku­ ra girer ve gırtlak borusu genişleyip sonra da daralınca hançerenin genişliğine göre birbirinden uzaklaşır ve aynhrlar. Hançere (gırtlağın) nin daralması ve açılması 2. kıkırdağın Ü kıkırdak üzerine eğilmesi, ona yaklaşması ve uzaklaşmasıyle olur. Böylece hançere açılır ve kapamr. Gırtlağın ön kısmında üçgen biçiminde bir kemik vardır. Bu­ nun şekli Lâtince L harfine benzediğinden/ ona L ya da «lam» kemiği adı verilmiştir. Bu kemik, hançereye dayanak olur. Kasla­ rın lifleri buradan çıkar. Birinci kıkırdağa 2. kıkırdağı ilâve etmek, 3. kıkırdağın diğer ikisi ile uyum sağlamasını temin için, 3. yü diğer iki kıkırdaktan

108

MARİFETNAME

uzaklaştırarak hançerenin açılmasını temin için daha başka bir­ çok kaslara ihtiyaç vardır. Zaten bu görevleri ifâ eden birçok kas vardır. Gırtlağın önüne gelmiş ve onun üzerine yayılarak ona yapışmıştır. Büzülerek toplandığında, eğik halde olan 3. kıkırdak, önde olur ve yukarıya çıkarsa, gırtlak açılır ve genişler. Bir çift kas, boğazı aşağı doğru çeken kaslarla ortaktır. Bun­ ların başlangıç yeri .birinci kıkırdağın tarafındaki görüş kemiği­ nin içidir. Ondan çıkan iki çift kas vardır ki, bir çifti iki kastır. On­ lar 3. kıkırdağa gelerek arkadan onunla birleşmişlerdir. Büzülmek­ le bir araya gelseler de, 3. kıkırdağı kaldırarak arkaya çekse, bağ­ lar birinciden uzaklaşır ve gırtlak genişler . 2. çiftin iki kası 3. kıkırdağın iki yanına gelerek açılmıştır. Bunlar büzüldükleri zaman 3. çifti birinciden yere doğru çekerek gırtlağın genişlemesine yardım eder. Gırtlağı daraltan kaslann bir çifti lam kemiğinden gelerek, birinci kıkırdağa bitişir. Sonra genişleyerek ikinci kıkırdağa sarılarak arka kısmında iki adalenin iki tarafı bitişir. Bu kaslar büzüldüğünde hançere daralır ve 4 ka­ sı da 1. ve 2. kıkırdağın yanlarının arasını birbirine bitiştirir. Son­ ra büzüldükçe de hançerenin altı daralır. Hançereyi örten ve uyu­ munu sağlıyan bir çift kas vardır. Bu kıkırdağın aslına eğilir ve 3. kıkırdağın sağ ve soluyla bitişir. Kalktıklarında eklemi bağlar ve gırtlağı öyle sararlar ki, nefesi tutar ve bu hususta göğüs kaslan ile göğüs perdesine karşı dururlar. Bu küçük kaslann yaratılışı sağlam ve kuvvetlidir. Böyle yaratılmalarına sebep de, hançereden zorlukla karşılaşmadan kuvvetle hançereyi kapatıp nefesi tutma­ ları içindir. Bu kasların sapmaları gayet azdır ve doğru olarak yükselmişlerdir. 1. ve 2. kıkırdağın arasını birleştirmeye giden bu iki kası büzülen 3. kıkırdağın altındaki küçük kaslara yardım et­ mekle görevlendirilmişlerdir. Bu kasların yaratılmasında da çeşitli ve nice san’atlar vardır. Subhanellah ve bihamdihi. KISIM: 7 BOĞAZ, LAM KEMİĞİ, BOYUN KASLARI VE HAREKETLERİ Ey Aziz! 109

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki:

Onun kendisini aşağıya çeken çifti hançerede anlatılanlardır. Diğer çifti ise, göğüs tahta kemiğinden çıkar ve yukarı çıkarak lam gemiğine, oradan da boğaza kavuşup, onu aşağıya çekerler. Boğaz kasları, boğaz İçindeki iki ettir. Bunların görevi yutmaya yardımcı olmaktır. Lam kemiğinin kendine ait ve diğer bir kas ile ortak kasları vardır. Kendine ait olan kasları 3 çifttir. Bunlardan 1 çifti çenenin iki tarafından gelerek bu kemik üzerindeki düz hat­ ta bitişmiş ve kemiği çeneden tarafa çekmiştir. Diğer bir çifti de, çene altından çıkmış olup, dilin altından geçmiş ve bu kemiğin üst kısmına varmıştır. Bu da aynı şekilde kemiği çeneden tarafa çekmiştir. Diğer bir çifti de, kulakların yanındaki uzantılardan çıkarak bu kemiğin üzerindeki doğru hattın altına bitişmiş ve onu aşağı­ Boğaz bir bütün halindedir.

iki çift kası vardır.

Bu

kasların bir

ya çekmiştir. Dile hareket veren kasların sayısı dokuzdur. Bu kaslann ikisi uzantılardan

çıkmış ve genişlemesine gide­

rek iki tarafında birleşmişlerdir. Diğer iki kas

lam kemiğinin üstünden çıkar, uzun olup dilin

orta kısmına bitmiştir. Diğer ikisi de, lam

kemiğinin altından çıkar. Geniştir, uzun onu bükmek suretiyle hareket et­

kaslann arasından dile varır ve

tirir. dili açar. Bunların yeri anlattıklarımızın alt dilin altında genişlemesine yayılmıştır. Bu İki kas aynı zamanda at çene kemiğinin alt tarafına yayılmıştır. Biri de dil ile lam kemiğini birleştirmiş ve birbirine çekmştr. Bu izahtan insanın sadece başında ve boynunda Cenabı Hakk’m eşsiz sanatından örnekler görmenin mümkün olduğu an­ laşılıyor. Artık bunu düşünmeli ve her kul, yaratanını iyice tanı­ Diğer iki kas ise

kısmındadıı* ve lifleri

malıdır.

110

KONU: 2 GÖĞÜS KEMİĞİ, OMUZLAR, EL VE PARMAKLARDAKİ KASLAR VE HAREKETLERİ ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 GÖĞÜS SIKAN VE AÇAN KASLAR Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Göğsü hareket ettiren kasların bir kısmı sadece göğsü açar göğsü sıkmaz. Solunum, (nefes alıp verme) organlan ile, yeme içme organları perde görevini gören kısımdaki kaslar bunlardan­ dır. Ayrıca* boyun kemiğinin altmda da bir çift kas vardır ki, bu kaslar omuz başlarmdan çıkarlar. Bunlar, sağ ve soldan göğsün bi­ rinci kaburgasına bitişip kaburgayı çekmek içindirler. Bir çift adalenin her birinin iki cüzünün üst kısmı boyun kıs­ mına bitişik halde olup, ona hareket vermektedir. Aşağılan da göğüse hareket verirler. Göğüsün 5. ve 6. kaburgasına bitişik olan bir kasa kanşıp gitmiştir ki, ilerde bu kas hakkında izahat veri­ lecektir. Kaslardan bir çifti de, omuzun biraz derininden gitmiş ve bi­ rinci omurdan omuza inmekte olan bir çift kasa gelmiştir. Bunla­ rın ikisi arka kaburgalara gitmiş olup, âdeta bir kas haline gel­ mişlerdir. Dördüncü çift kası da boyunun yedinci omuru ile göğsün ilk iki omurundan çıkıp göğüs kemiğine gitmiştir ki, bunlar göğsü açan kaslardır. Göğsü tutan, yani sıkan ve daraltan kaslardan bi­ lil

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

ri genişliğine sıkan perdeden ve bizzat tutan kaslardan bir çift kasdır. Bunlar üst kasların altında uzanıp göğsü bir araya topla­ mıştır. Bu kaslardan bir çifti de, kaburga uçlarına yakın boyun ke­ miği ile gırtlak arasındaki yere bitişmiş bir haldedir ve düzgün iç kaslara kanşmıştır. Kaslardan iki çifti de, bu çifte yardımcı olmak üzere yaratıl­ mıştır. Göğsü hem daraltan ve hem sıkan kaslar, kaburgaların ara­ sım birleştiren kaslardır. Kaburga kemiklerinin herbirinin arasında 4 kas vardır. Ba­ zı lifler kaburgaların dışına, bazıları da içine bitişmiş haldedir. İki kas boyun kemiğinden geçerek omura doğru gelir, sağ ve soldan birinci köprücük kemiği ile birleşir. Bitiştiği köprücük kemiğini yu karıya kaldırarak göğüsün genişlemesine yardımcı olur. Bu du­ rumda göğüsteki mevcut kasların sayısı doksana çıkmıştır. Omuza hareket veren kaslar yedi çifttir. Bu çiftlerden ikisi başın arka kısmından gelir. Diğer bir çifti, omuzun üstünden eye kemiğine kadar gider ve baş tarafına eğilmesiyle, omuzu kaldırır. Çiftlerden diğer biri de, esas omuz köküne birleşerek onu ba­ şın hizasma kaldırır. Kaslarm diğer bir çifti de, birinci omurdan gelerek, omuzun yukan kısmına bitişir ve omuzun boyuna yaklaşmasını temin eder. 4. çift kas, lam kemiğinden çıkar ve tekrar omuzun yukarı kısmı­ na bitişir ve omuzun boyuna yaklaşmasını temin eder. 4. çift kas, lam kemiğinden çıkar ve tekrar omuzun yukarı kısmına giderek onu yukarı kaldırır. Kaslardan diğer iki çifti ise, göğüs ve boyun omurlarındaki uzantılardan çıkar. Bunların faydası da, omuzu arka ve aşağıya doğru hareket ettirmektir. Yedinci çift kas ise, bel bölgesinden çıkar ve yalnızca omuzu aşağıya ve öne çekme işini görür. Bir de omuzu damarlarla bera­ ber yukarıya kaldırır ki, bu da onların göğsün gerilip açılmasına yardımcı olduklarını gösterir. La havle ve lâ kuvvete illa billahil aliyyil azim. 112

MARİFETNAME

KISIM : 2 OMUZ EKLEMİNİ PAZU İLE HAREKET ETTİREN KASLAR Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Omuz eklemini hareket ettiren kaslar uçlan göğüsten çıkan pazu kaslarıdır. Bu kaslar pazuyu aşağıya doğru çekerler Kaslar 3 tane olup, bir memenin altından çıkar ve pazuyu yakından omu­ zun önünde, pazunun ön kısmına bitişir. Omuzun altma geldiği için de pazuyu göğüse yaklaştırır. Kasların diğer biri ve en büyüğü, bütün göğüs kemiğinden çıkmış ve pazunun ön aşağı kısmına bitişmiştir. Üst parçanın li­ fiyle amel etmesi halinde pazuyu yukarıdan aşağıya doğru bir ha­ reketle göğse getirir. Eğer iki parça ile iş görmesi halinde pazuyu göğüse düz olarak getirir. Pazunun iki kası koltuk altından çıkar ve sözü edilen büyük kasın bağlanışından sıkıca bağlanır. Bu bü­ yük kaslann biri koltuk altı kemiğinden ve arka kaburgadan gele­ rek pazuyu düz olarak bu kaburgalara taraf çeker. İkinci ince kas da ,koltuk altı derisinden eğili olarak ortaya gelir ve memenin ya­ nından yukarıya çıkan kasın kirişi ile birleşir ve arkaya dönerek içe gömülür, yani kaybolur. Bu kas da önceki kasa yardımcı ol­ muştur. Bu pazunun hepsi omuz kemiğinden çıkan 5 kası vardır. Bu kaslardan biri ,omuzun üst kemiği ile aralığı doldurmuş olup başı, pazudan dış kısmının üstüne geçer gider. Yine bu kaslardan ikisi­ nin çıkış yeri omuzun üst dili, yani köprücük kemiğidir. Bu kaslalarla (diyafram) alt kaburga arasındaki kısmı doldurmuştur. Ka­ sın biri büyük olup, lifini kasların üst cüzlerine göndermiş ve Pa­ zunun ucuna, dışının son kısmında bitişmiş ve pazuyu dıştan eğe­ rek uzaklaştırmıştır. İkinci kas kendisinden evvel olan birinci kasa bitişmiş olup, birlikte onun işini görür olmuşlardır. Fakat ikinci kas, omuzun üs­ tüne bağlanıp pazunun dışına eğri olarak bitişmiş olup, onu dışa­ rıya doğru eğdirmiştir. Dördüncü kas omuz kemiğinin iç kısmını doldurmuş, kirişi 113

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

pazu başının iç tarafından giren kasın parçalarına bitişmiş ve böy­ lece pazuyu arkaya doğru bükmüştür. Beşinci kasın çıkış yeri omuzun alt köprücük (eye) kemiği­ nin alt kısmıdır. Kirişi, koltuk altının üstünden yükselen büyük kasın birleştiği yerin üstünde pazu ile birleşir. Bu kasm işi kol ke­ miğini, yani pazu ucunu yukarıya doğru çekmektir. Pazunun iki başı olan bir kası daha vardır ki, bu boynun al­ tından ve boyundan gelen pazuyu sarma işini görmektir. Bu ka­ sm başlarından biri pazunun içinde ve dolaşık halde bulunur. Di­ ğer başı ise dışardan omuzun alt kısmından çıkmış olup, biraz bü­ külmüş ve eğiktir. İki cüz ile iş görmesi halinde kolu düz olarak kaldırır. Pazunun biri meme üzerinden gelen iki küçük kas daha var­ dır ki, diğeri de omuz eklemi içine gömülmüş haldedir. La havle velâ kuvvete illa billahil aliyyil azîm. KISIM: 3 KOL KASLARI VE HAREKETLERİ Ey

Azizi

Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Kolu açan ve kapayan kaslar, pazu üzerinde bulunur. Kasla­ rın bir kısmı açma bir kısmı da kapama vazifesi görür. Kasların bazısı pazuyu yüzüstü kapadığı gibi, bazısı da açar. Ancak bu kas­ lar pazu üzerinde değildirler. Kolun açılmasını temin eden kaslar bir çifttir. Bu kaslardan biri içeriye doğru kıvrılarak kolu açar. Çünkü bu pazunun ön kıs­ mının aşağısından omuzun alt kaburgasından çıkar ve iç parça­ lan ile dirseğe bitişir. Diğer kas ise dışa dönük olup, bileği açar. Çünkü bu kas, pazunun arka tarafından gelerek dirsekten çıkan cüzlere bitişir. Bu kaslar bu işi görmek üzere birleştikleri zaman kolu düz olarak açarlar. Kolu kapayan kaslar, bir çift kastan ibarettir. Bunlardan bü­ yük olanı kolu içe doğru eğerek kapatır. Çünkü bu kas, omuzun alt uzantısından ve karga burnundan meydana gelerek, pazu içine eğilerek, dirseğin ön üst kirişine bitişmiştir. İkinci kas ise bileği IH

MARİFETNÂME

dışa doğru eğerek tutar. Çünkü bu kasın çıkış yeri, dış pazunun arka tarafıdır. Bu öyle bir kasdır ki, etli iki başı vardır. Bu başlardan biri, pazunun arkasından, diğeri de önünden geçerler ve dış tarafa meylederek tutan alt dirseğin ön altına ve içine mey­ lederek tutan kasın üstüne bitişmiştir ki, bunun sebebi de kuvvet­ le çekmelerini temin içindir. Bu iki kas, bu iki işi beraberce yapmak için bir araya geldik­ leri zaman kolu düz olarak tutarlar. Bu basit kasların içinde pazu kemiğini kuşatan ve tutan bir kas daha vardır. Kolu yüzüstü ola­ rak tutan bir çift kas vardır ki, bunlar dışarıdan görülebilirler. Bu kasların biri pazu başının iç yanının üstünden çıkmış ve üst dire­ ğe bitişerek bileğin mafsalı olmuştur. İkinci kas birinciden daha kısa, lifi geni, uçları sinirlidir. Bu dirseğin alt kısmından çıkmış ve bilek mafsalının yanında üst kıs­ ma çıkmıştır. Fakat kolu dıştan açan kaslar bir çifttir. Bu kasla­ rın biri iki eklemin dışmda olup, üst direğe kirişsiz olarak birleşti­ rilmiştir. Diğer kasın çıkış yeri ise pazu başımn dışından ve sadece üstünden uzanan ince kemiktendir. Koldan geçerek içerisine gir­ miş ve bilek mafsalına yaklaşana kadar gitmiştir. Bu suretle bile­ ğin üstünden iç kısma gelerek kiriş perdeleri ile bu kasa bitişmiş­ tir. KISIM : 4 BİLEK KASLARI VE HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Bilek eklemini hareket ettiren kasların bir kısmı basit, yani açıcı ve yayıcı, bir kısmı kapatıcı ve birleştirici, bir kısmı arkaya açıcı, bir kısmı da temeli üzerine kapatıcıdır. Bileği aşan kasların bir kısmı birbirine bitişmiş haldedir. Bunlardan biri, bileğin alt or­ tasından çıkar ki, bunun kirişi baş parmağa bitişik olup böylece işaret parmağından uzak durması temin edilmiş olur. Diğeri de, üst mafsaldan çıkar ve kirişi de, bilek kemiğinden itibaren baş parmak hizasındaki evvelki kemikle birleşir. Bu iki kas aynı işi görmek için birlikte hareket edince bileği US

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ. az

bükülmüş olacak şekilde açarlar. Eğer beraberce değil de, sade­

ce pazu hareket ederse, hem bileği büker ve hem de baş parmakla işaret parmağını birbirinden ayırır. Bir kas, pazu ucunun alt kıs­

mından çıkar, üst direğin dış yanında allıyarak iki ucu olan bir kirişini uzatır. Bunun bir ucu işaret parmağı ile orta parmağın önündeki tarağın ortasına bitişir. Diğer baş ise bileğin yanındaki üst dirseğe dayanarak bileği kavrar ve açar. Ancak bileği tutan kaslardan bir çift kas, bileğin dış tarafı üzerinde bulunur. Onun altmda bulunan tek kas, pazunun ucunun içinden çıkar ve küçük parmağın önündeki tarağa bitişir. Üstteki ise, onun üst kısmından çıkmış ve yine sözünü ettiği­ miz tarağa bağlanmıştır. Onunla bir kası pazunun alttaki cüzle­ rinden çıkmış ve açıklanan iki kasın yerlerini ortalamıştır. Bunun birbirine çaprazlamasına gelen iki başı vardır ki, bunlar işaret par­ mağı ile orta parmak arasında kalan kısma bağlanmışlardır. Bu İkisi aynı işi görmek üzere hareket ettikleri takdirde bileği tutar­ lar. Yukarıda izahı yapılan açan ve kapayan kaslar, bileği bizzat eğer ve bükerler. Şayet küçük parmağın önündeki tarak kemiğine bitişmiş du­ rumda olan kas yalnız başına hareket etse, eli biraz da olsa sırt üstü döndürür. Şayet baş parmağın izahını sonra yapacağımız ka­ sı bu sözünü ettiğimiz kasa yardımcı olursa, eli tamamen döndü­ rebilir. Şayet baş parmak önündeki bileğe bitişmiş vaziyetteki kas tek bir hareket ettirici bir halde olsa ,eli biraz yüz üstü katlar. Şa­ yet küçük parmağın izahını yapacağımız kası buna yardımcı olur­ sa el bütünüyle kapanmış olur. KISIM: 5 PARMAKLARIN KAS VE HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul olanlar diyorlar ki: El parmaklarına hareket veren kasların bir kısmı el ayası ke­ miklerinin üzerinde meydana gelmekte, diğer bir kısmı da kol ke­ miklerine bitişik halde bulunmaktadır. Şayet bunların hepsi avuç 116

MARİFETNAME

içinde topjlansalardı, avuç fazla et sebebiyle büyük ve ağır olur, hafifliği gider ve kendisinden hiç bir lâtif özellik kalmazdı. Bilek kasları parmaklara uzun olmaları sebebiyle, kirişleri yu­ varlak, sağlam ve uzun olup, her taraftan gelen zarları ile kuvvet­ lenmişlerdir. Hareket halindeki organlarla birleşme temin edebil­ meleri için geniş ve kaplayıcı liflere sahiptirler. Parmaklan arala­ yıp, onları aşağı doğru hareket ettiren kasların hepsi kol kemiğindedir. Öyle ise, parmakları aşağıya doğru hareket ettirerek açan kasların biri kolun dış yüzünün ortasındadır. Bu kas ,pazunun alt ucunun dış yüzünden çıkmış, kirişlerle .dört parmağa gönderilmiş ve o da parmaklara aşağıya doğru ha­ reket vererek onları açmıştır. Bu açan kaslann hepsi bir tarafta ve birbirine bitişmiş bir haldedirler. Bunlardan biri, pazunun dışta­ ki başının iki uzantısı arasında ve ortadan çıkar, küçük parmak ile onun yanındaki parmağa iki kiriş gönderir. îki katlı olan bu kasların birincisi pazu kemiğinin iki uzantı­ sının altından ve alt dirseğin yanından çıkmış ve ortasından orta parmak ile işaret parmaklarına iki kiriş göndermiştir. Üçüncü kas, üst dirseğin yukarı kısmından çıkmış olup, baş parmağa bir kiriş göndermiştir. Bu kasın yanında bir kas daha vardır ki, onun hakkında gerekli bilgi bilek kasları anlatılırken verilmişti. Bu kasın çıkış yeri alt dirseğin ortasıdır ve bu kasın ki­ rişi baş parmağı işaret parmağından ayırmıştır. Parmaklan toplıyan ve yuman kasların bir kısmı kol kemiği üzerinde, diğer bir kısmı da avuç içindedir. Kol üzerindekiler 3 kastan ibarettir. Ko­ lun ortasında ve birbirinin üzerinde sıra halinde düzenli olarak koyulmuşlardır. En kıymetlileri altta ve içte olup, bileğin alt oy­ nak kısmının kemiğine bitişmiş durumundaki kastır. Gördüğü iş çok önsnıli ve kendisi de kıymetli olduğu için yeri de korunmuştur. Bu alt kas, pazunun dış uzantısının ortasından çıkar. Kirişte oradan genişler. Beşe ayrılan kirişin her bir parçası baş parmağa gider. Dört parmaktaki eklemlerin 1, 2.ve 3. lcrini tutar. Baş par­ mağın kirişi ise 2. ve 3. eklemleri tutar. İkinci kas bunun hem üze­ rinde bulunur ve hem de ondan daha küçüktür. Bu kasın çıkış ye­ ri pazu kemiğinin içidir. Alttaki dirseğe bitişmesi pek nadirdir. Üst dirseğin üst yüzü iç ve dış yüzlerin biıleştğ ortak çzgidir. Onun üs­ tünden geçerek beş parmak yanına geldiğinde, içi eğilmiş, kirişleri­ 117

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

eklemlerine göndermiştir. Buna sebep de parmak tutma ve yummalarını temin içindir. Üçüncü kas, tutmak ya da yummak için değildir. Fakat ki­ rişiyle, avucun içine girerek avuç ayası içinde genişlemiş ve ya­ yılmıştır. Böylece avuç içine dokunma hissi verilmiştir. Tüy çık­ masına engel olmuş, alma ve vermede kuvvetli olmasını sağla* ni dört parmağın eklemlerinin

mıştır.

La havle eveiâ kuvvete illa billahil aliyyil azîm. KISIM: 6 EL AYASINDAKİ KASLAR VE FAYDALARI Ey Aziz! Anatomi Ue meşgul olan âlimler diyorlar ki: El kaslarından baş parmağın tutmak için sadece bir kası var­ dır. Geriye kalan dört parmağın ikişer kas ile kapanmalarının hik­ meti şudur': Dört parmağın yapacağı en önemli iş, yumulmak ve tutmak­ tır. Baş parmağın en önemli işi ise ,açılmak ve şahadet parmağı dediğimiz parmaktan uzaklaşmaktır. Avucun kendisinde 18 kas mevcuttur. Birbiri üzerine iki sıra halinde düzenli olaraks ıralanmışlardır. İlk sıra el ayasının altın­ dadır. Bu elin dış yüzünün en yakınında olan sıradır. İlk sırada sı­ ralanmış halde bulunan 7 kas vardır. Bu kasların beşi eli yukarı­ ya çeker ve bükerler. Baş parmak kasının çıkış yeri bilek kemik­ leridir.

Altıncı kas, kısa ve genişçedir ve lifi de düz değildir. Fakat kuvvetlidir. Başı ortası hizasında elin tarağına bitişmiştir. Kirişi baş parmağa varmış ve onu aşağı yollamıştır. Yedinci kas, küçük parmağın yakınındaki tarak kemiğinden çıkmış ve küçük parmağı aşağıya indirmiştir. Bu yedi kasın hiçbi­ ri elin parmaklannın yumulması için değildir. Ancak 5 tanesi kal­ dırmak için, 2 tanesi de indirmek içindir. İkinci sırada, yani üstte sıralanan 11 kas vardır. Bu kasların sekizinden her ikisi, dört parmağın eklemlerinin birinci eklemle­ rine ve birbirinin üstüne bitişik haldedirler. Bu durumda ilk ek­ 118

MARİFETNÂME

lemlerini sağlamca yumarlar. Bu kaslann geriye kalan 3’ü de baş parmağa ait olup ,biri ilk eklemini, ikisi ikinci eklemini tutarlar. Sonra baş parmak ile serçe parmak ile serçe parmağa üçer kas ko­ ruyucu ve indirici olarak görevlendirilmiş olup, diğer üç parma­ ğın birbirine de ikişer kas, indirici ve koruyucu olarak verilmiştir Her parmak için dört tutucu ve. bird e kaldırıcı kas yaratılmış tır. Sübhane men hüvel-hâlik.

119

BÖLÜM: 3 BEL KEMİĞİ, KARIN, TENASÜL (ERKEKLİK VE KADINLIK) ORGANLARI, AYAK VE PARMAKLAR, KAS, HAREKET VE FAYDALARI. YEDİ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 BEL KASLARI Ey Azizi Anatomi âiimleri diyorlar ki: Beli hareket ettirmekte olan kaslarm bir kısmı, beli ön tara­ fa, diğer bir kısmı da arka tarafa eğerler. Belin öbür hareketleri de bu iki hareketten doğar. Beli bu tarafa eğen kaslar iki çifttir. Bunlann bir kısmı üst tarafta olup, boynun ucuna hareket veren kaslardandır. Bunlar yemek borusunun iki yanından geçerek, aşa­ ğısı göğsün üst omuzlarından beş omurla birleşir. Üstü ise boyuna ve başa gelmiştir. Bunun alt kısmında bir çift kas daha vardır ki, ikisi de göğ­ sün 10 ve 11. omurlarından çıkarak aşağıya iner ve bel kemiğini fazlaca öne doğru eğer. Belin arkaya eğilmesini sağlıyan iKi kas vardır ki, bunlara bel kaslan denir. Bu kaslardan herbiri 23 kas­ tan meydana gelir. Çünkü bunlann herbirine birinci omurun ha­ ricinde her omurdan bir kas gelmiştir ki, bunlar tam ve birleştirici liflerdir. Bu kaslarm hepsi normal şekilde uzasalar, bel kemiği düz olur. Çok uzayacak olurlarsa, bel kemiğini arkaya eğer ve bükerler. Şa­ yet bir taraftaki mevcut kaslar, hareket etse ve uzansalar bu du­ 120

MARİFETNÂME

rumda bel kemiği diğer tarafa eğilir. Bu kaslar bel kemiğinin diğer normal hareketlerinin yapılması için yeterlidir. Zira, bel kemiği­ nin her yöne eğilmesi ve bükülmesinde ön tarafa ve arka tarafa olan hareketlere bağlılığının esas olduğu bilinmiştir. KISIM: 2 KARIN KASLARI Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Karın kasları 8 tanedir. Bunların birçok ortak faydalan var­ dır ki, bazıları şunlardır: 1 — Sidik torbasındaki sidiği, rahimdeki cenin, yani küçük çocuğu tutup korumaya yardım eder. 2 — Zar (perde) a dayanak olur ve ona kuvvet verir. Yellen­ me ve kabızlık hallerinde yardımcı olur. 3 — Sıcaklığı ile mide ve barsakları ısıtır. Bu sekiz kastan bir çift düz kas gırtlak kıkırdağının yanın­ dan inip lifi, kasığa ulaşıncaya kadar uzunlamasına giderek uçla­ rı kasıkların çevresini sarmıştır. Bu çiftin temeli, başlangıcından itibaren sonuna kadar et­ ten oluşmuştur. İki kas daha vardır ki, bunlar da kasm üzerindeki uzayan perdenin üzerinden çıkar ve sözü edilen iki uzun kas ile genişle­ mesine ve dikine kesişerek aşağıya iner. Kaslann iki çifti de bah­ sedilen kaslarm uzvunda olup herbiri bir yanda, sağda ve soldadır. Çiftlerin herbiri iki kas olup, köprücü kemiğinin yumuşak kısmın­ dan kasığa kadar ve böğürden gırtlağa kadar bel kemiğini kolayca keserek ikisinin iki yanından; sağdan ve soldan kasığın yanından birbirleri ile karşılaşırlar. öbür iki kasın iki tarafı da gırtlağın yanında karşılaşır­ lar. Bu ikisi her yönden genişlemesine iki kasın et cüzlerine konul­ muştur. Bu iki çift kasın esasları da, tadü zkaslara kadar ve zar lar gibi geniş kirişlerle dokununcaya kadar ettendir. Bunların üze­ rine konulan iki uzun kas daha vardır. Bunlar da Cenabı Hakkın yüce sanatının açık delilleridir. Sübhane-sâni-ül-Hakîm. 121

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. KISIM: 3 TENASÜL ORGANLARI VE KASLARI Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Erkeklerin yumurtalık (husye) kasları dört tanedir. Bu kas­ lar, yani yumurtalıklar erkeklerdeki yumurtaları korumak ve yu­ karı çıkarmak (uyandırmak) için yaratılmışlardır. Böylece yumur­ talıklar aşağıya uzamaz ve maruz kalacakları tehlikelerden uzak kalırlar. Her bir husye için bir kas görevlendirilmiştir. Yumurtalık­ lardaki yumurtalar katıdır. Bunlann tabiatleri sıcak olduğu için, duman çıkarmakta ve bu da erkeklerin yüzünde sakalların ve bı­ yıkların çıkmasına sebep olmaktadır. Çünkü, yumurtası olmayan veya yumurtası olup da sıcak olmayan kimsenin sakallan çıkmaz. Bir kimsenin yumurtaları kesilip alınacak olsa mevcut sakallan da dökülür. Kadınlar için bir çift kas yeterli olmuştur. Çünkü, onların yumurtalan erkeklerde olduğu gibi dışarıda asılı vaziyette değil, iç kısımda ve yapışık haldedir. Yumurtaların herbirine bu sebeple bir kas görevlendirilmiştir. Rahmin ağzında lifi çok geniş olup rah­ min ağzım bütünüyle kaplayan bir kas vardır. Bu kasın görevi, ka­ dının âdet göreceği zamana kadar rahmin ağzını sıkıca tutmak ve orada hayız kanım muhafaza etmektir. Bu kas âdet halinde açılır ve âdet kanının dışanya çıkmasına izin verir. Böylece rahimdeki pis ve kirli kan âdet kam olarak dışanya çıkar. Bu kasın diğer bir.faydası da, cinsi münasebet anında gevşe­ yip rahmin ağzım açmak ve rahme bırakılan erkekten gelen nut­ fe (meni) yi içeriye almaktır. Nutfenin rahme alınmasından son­ ra rahmin ağzın üyice kapatır ve cenini orada koruma altına alır. Artık çocuk dünyaya gelinceye kadar açılmaz. Çocuk dünyaya ge­ lirken tamamen yayılarak iyice açılır. Sidik torbası (mesane) mn ağzı üzerinde lifi genişlemesine olan bir kas vardır. Bu kas, sidik torbasını ve ağzım sarmıştır. Bu kasın faydası, küçük abdest bozana kadar geçen saman içinde sidiki tutmaktır. İnsan küçük abdest bozmak istediğinde, bu kas sıkışık halden çıkarak gevşer. Karın kasları da sidik torbasını sı­ 122

MARİFETNAME

kar ve itici kuvvetin de yardımıyle sidik dışanya atılır. Zekeri (erkeklik organı) hareket ettiren kaslar iki çift olup, bunlardan biri kasık kemiğinden çıkarak zekerin iki yanından ge­ çer. Bu kaslar gevşeyince gerek sidik ve gerekse meni zekerden ko­ layca akarak dışarıya çıkar. Diğer kas da aym şekilde kasık kemiğinden çıkar ve esas ze­ ker âletine bitişir. Bu kaslann ikisi bir iş için ortak hareket ede­ cek olsalar ,âlet doğru olarak uzar. Eğer kalbden şehvet rüzgân gelit de damarlara dolarsa âlet uyanır, damarlara dolan şehvet rüzgârı şiddetli olursa âlet hem büyür ve hem de sertleşir ve aynı zamanda kasığa taraf eğüir. Şayet bu uzama bir kas üzerinde olursa âlet bu durumda o ta­ rafa eğilir. Mak’ad, yani oturak (kıç, anüs) kaslarma gelince, bunlar 4 tanedir. Bu kaslardan biri mak’ad deliğinin ağzım sarmış olup ete de fazla mikdarda karışmıştır. Bu kas bir ipin kesenin ağzım büzmesi gibi mak’adı büzer ve bir araya toplar. Mak’adı sıkmak suretiyle ağzındaki işe yaramıyan pislikleri dışanya atar. Mak’adda bir kas daha vardır ki, zikredilen kasın üstünde, mak’adın iç kısmında olup erkeklerde âlete bitişir, kadınlarda ise kadınlık organı (fere) nin çevresini sarar. Bu kasların üzerinde bir çift kas daha vardır ki bunlar inak’ attaki eti çekmek ve içeri almak vazifesini görürler. Bu kaslarm gevşemesi halinde mak’ad dışarıya çıkar. Sübhanellahi ve bi hamdihi. KISIM : 4 OYLUK KASLARI VE HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Oyluğa hareket veren kasların en büyüğü, onun eklemini açan kaslardır. Sonra eklemini kapayan kaslar gelir. Çünkü oyluk hare­ ketlerinin en kıymetlisi .oyluğun açılıp kapanmasıdır. Ayakta dur­ mak ancak açılmakla mümkün olabildiğinden ,açılması kapanma­ sından daha önemli ve daha üstündür. 123

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Oturma kasları da çok büyük kaslardır. Bunlardan sonra oy­ lukları birbirine yaklaştıran kaslar ile oyluğu arkaya eğen kaslar gelir. Oyluk eklemini açan kasların en büyüğü aynı zamanda be­ dendeki kaslarm da en büyüğüdür. Bu kas, oyluk ve kasık kemikle­ rini içine alacak şekilde oyluğun arkasına ve iç kısımlarına dön­ müş, ta dize kadar inmiştir. Bu kasın liflerinin başlangıç kısımla­ rı değişik olduğu için gördüğü işler de başka başka olmuştur. Çünkü bazı liflerin çıkış yerleri kasık kemiğinin alt kısmı ol­ duğundan,

oyluğu

dışarıya

doğru

eğerek

açar.

Bir

kısım

liflerin

çıkış yerleri, bunun biraz daha üstünde olup, sadece oyluğu yu­ karıya kaldırır. Bir kısım liflerin bitiş yeri de oyluk kemiğinden olup »oyluğu dış tarafa eğmek suretiyle açar. Bir kas da oyluk ek­ lemini arkadan sarmıştır. Bu kasın iki ucu ve genişlemesine de üç kirişi vardır. Bu kirişlerin çıkış yerleri leğen (böğür) kemiği, kal­ ça kemiği ve kuyruk sokumunun yanındaki kemiktir. Kirişlerin ikisi etten birisi de zardan yapılmıştır. İki tarafı oyluğun ucundan başka tarafa bitişiktir. Şayet bu kas bir yan yo­ la çekecek olursa, oyluğu kendi tarafına eğerek açar. İki tarafıyle çekecek olursa oyluğu düz olarak açar. Kaslardan birinin çıkışı böğür (leğen)

kemiğinin

tamamen

dışarıdan olup, en büyük uzantısının üstüne bitişir ve onu biraz öne çekerken oyluğu da içe eğer ve böylece açar. Böyle kaslar ev­ velâ küçük uzantının altına bitişmek suretiyle oradan iner ve ev­ velki

kasların

yaptıklarını

yaparlar.

Bu

kasın

diğerlerinden

bir

farkı vardır ki, o da eğilmesinin çok ve açılmasının az olmasıdır. Çıkış yeri böğür (leğen) kemiğinin alt kısmıdır. Kaslarından biri de, oyluk kemiğinin alt kısmından halkaya doğru eğimli olarak çıkıp oyluğu o yöne doğru, biraz dışa doğru ise çok eğerek açar. Oyluk eklemini yuman kaslardan biri, oyluğu dış tarafa hafifçe meylettirerek yumar. Bu kas böğür (leğen) ke­ miğinden çıkar ve oradan merek iki kirişinin biri oturak kemiği­ nin sonuna diğeri de küçük uzantıya bitişir. Kaslarından

biri

kasık

kemiğinden

çıkarak

küçük

uzantının

altına yapışır. Kaslarından biri de, bu ikinci kasının yanma eğri bir şekilde ve büyük uzantının bir kısmıymış gibi olur.

uzar

124

MARİFETNÂME

Kaslann

dördüncüsü

de,

leğen

kemiğindeki

mevcut

uzantı­

dan çıkar ve oyluğu yumarak baldırı da geçer. Oyluğu ma bir

kası

boyu da

içeriye

kısmında vardır

çok

bu

doğru

ve

bu

uzundur,



eğen

açıklanmıştır.

için

kasın

ta

dize

yaratılan

kaslardan

Bu

tür

çıkış

kadar

hususi

bir

bir yeri

iner.

bir

kısmı,

açma

hareketin de

kasık

Oyluğu

kasdîr

kapa­ mahsus

kemiğidir.

dışa

ve

ve

kendine doğru

bunun

Bunun

eğen

kas

da

enli

çıkışı

kemiktendir. Oyluğu

arkaya

dış

kısmından

ğinin yük ve

uzantının birbirine

reket

eğen

.diğeri

sonuna

de

Eğer

Bu

ortak

vardır

ki,

kısmından girintili

çukur hangisi

çekerse

oyluk

hareket

biri

çıkar.

kasların

kendisine

kas

kas



yakından

oyluğu

iki

iki

de

kanşmışlardır.

eder

eğilir.

doğru

ederlerse

kasık

Bu

yerde

bu

başına

o

tarafa

durumda

olarak arka tarafa eğilir. Yapılan ce

bu

ha­ doğru

kas

düz

.T"

izahları

sanatındaki

bü­

karşılaşmış

yalnız biraz

kemi­

kaslar

akıl

düşünen

ve

sırrın

ve

ibret

ermediği

alan

işleri

kimse,

görür.

Allah'ın

Bâki

ve

yü­ Kâim

olan Allah her türlü noksan sıfatlardan uzaktır.

KISIM: 5 DİZ EKLEMİNİN KAS VE HAREKETLERİ Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olan âlîrnler divorlar ki: Diz

eklemini

sımdadır. lileridir. sanki

hareket

Bunlar, Çünkü

iki

ğeri

de

biri

etli

kat

dizleri imiş

oyluğun olup

Diğer

ucu

riye

kalan

da

ettirmekte

oyluktaki

açmak

gibi

ön

kirişten

ki,

kaslardan

bu

biri,

olan

kasların

kasların

onların

görünür.

kısmından

birinci zardır

mevcut

önce

da

Bu

biri

büyük

iki

ucu



tutan

tanesi ve

uzantıdan, Bu

önüne

kısmında kaslarla

ön

kı­

kıymet­

kaslardan

vardır.

dizkapağının

oyluğun

oyluğu

3

büyük

işidir.

Bunun

biten

en

biri, di­

uçlardan

bitişmiştir.

sona

erer.

birlikte

Ge­

anlatıl­

mıştı. Bu böğür (leğen) kemiğinden olan ayırıcıdan çıkmıştır. İkinci mış

ve

miğine

kas

ise

altındaki gitmiş

ve

dış

uzantıdan

kısımlara dizi

çıkmış

dayanıklık

açarak

uzamasını

12S

ve

dizkapağı

vermiştir. temin

kemiğini

Oradan etmiştir.

baldır Geniş

sar­ ke­ bir

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kası, kasık kemiğinin birleşme mahallinden çıkar ve eğri olarak oyluğun iç kısmından iner gider ve baldır kemiğinin yukarısında­ ki derin yere varır. Baldın içe doğru eğerek açan başka büyük bir kas ise oyluktan gelerek yan tarafından dolaşık bir şekilde iner ve sözü edilen kasın karşısına gelir. Oradan da geçerek batma ma­ halline gider ve baldırı dışanya doğru eğdirerek açar. Şayet bu kaslarm ikisi ortak hareket edecek olsalar, ayak düz bir şekilde açılır. Baldın tutan kaslann biri ince ve uzun bir kas olup, bitişi leğen ve kasık kemiğindendir. Geniş olan iç kasın çıkış yerine ve leğen kemiğinin ortasındaki köprünün yakınına gider. Daha sonra dizin yanlarına bükük bir şekilde girmiş ve sonradan oradan da çıkarak dizin batış yerinde nihayete ermiş ve oraya bitişmiştir. Böylece baldır, yukarıya çekilmiş olup ayağı ucuna ta­ raf eğmiştir. Daha başka mevcut 3 kas vardır ki, biri dış yüzde, biri içte ve biri de orta yüzdedir.Dışta ve ortada olan kas, baldırı dışanya doğ­ ru eğmiş ve kapamıştır. Fakat iç yüzde olan ise baldırı kendine doğru çeker ve tutar. İçe bakan kasın çıkış yeri oyluk kemiğinin arkasına geçerek ta iç kısımdaki çukura giderek ona bitişir. Ren­ gi yeşile yakın bir renktir. Dışa bakan ile ortada olan çıkış yerleri oyluk kemiğinin da­ yanak yeridir. Ancak bu ikisi çukur yere vardıklan zaman dışa doğru eğilir. Diz ekleminde bir de gömülü haldeki bir kas daha var­ dır ki, bu ortada olana yardımcıdır. Allah'ın bu eşsiz sanatlarını seyreden ve düşünen kimse, deh­ şet ve hayrette kalır. Allah'ın yarattığı hikmetin acayipliklerini seyreder. Bedenini tanıyan insan, kendini de tanır. Kendini tanı­ yanın Rabbini tanıması ve bilmesi elbette gereklidir. KISIM: 6 AYAK EKLEMİNİ HAREKET ETTİREN KASLAR Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki Ayağı hareket ettiren kaslarm bir kısmı ayağı yukanya kal­ dırdığı gibi, diğer bir kısmı da yere indirir. Ayağı kaldıran kasla126

M AftİFETN A M E

nn içinde büyük bir kas vardır ki, ayağın dış kısmında bulunur. Bitişi, baldırın başının dış tarafı olup, baş parmağa taraf geçerek baldıra meyilli olarak varmış ve baş parmağın' kökünün yakının­ da bitirerek ayağı yukarıya kaldırmıştır. Bir başka kas da yine dış kısımdan çıkmış ve ondan da bir kiriş bitmiştir. Bu kasda küçük parmak köküne yakın bitişir ve ayağı kaldırır .Eğer birinci kas onunla uyum sağlarsa ikisi birlik­ te ayağı düz olarak kaldırırlar. Ayağı yere indiren kasların bir çifti oyluk başından çıkar ve sonra da birleşir. Baldırın arkasına doğru ete giderek et olur. Bunlar büyük bir kiriş çıkar ve ökçe kemiğine bitişir. Bu kirişe, «ökçe kirişi» adı verilir, Bu kiriş, ökçeyi dışarıya doğru çek­ me işini görür ki, ayak da böylece yerde sabit halde durur. Buna yardımcı olan bu^yı:T3aha vardır ki, bu kas dış uçtan bitmiş etten bir kiriş olduğu halde iner ve ökçenin arka tarafın­ daki ilk kasın birleştiği yerin üst kısmında birleşmiştir. Bu kaslara veya bunların kirişlerine bir zarar isabet edecek olsa, ayak kötü­ rüm olur. Kaslardan biri de, baldırın iç kısmından çıkarak aşağıya iner ki, ondan da ayrılan iki kiriş vardır. Kirişlerin biri baş parmağın önünden bileğin altı ile birleşmiştir. Ayak bu kiriş sayesinde top­ lanır ve aşağıya iner. İkinci kiriş, öncekini çekerek baş parmağın ilk eklemine gider ve onu içeriye doğru dolaşık olarak sarar. Oyluğun dış başından bir kas çıkmış olup, bu iki kastan biri­ ne varır. Ancak baldırın içine geçtiğinde yine ondan ayrılır. Nasıl kirişi ayak altına geçen kas ayağın iç yüzüne yayılıyorsa, bu da aynı şekilde ayağın altına tamamen yayılmış ve her tarafını sa­ rarak ayağı rahat ettirmiştir. Böylece el ayasmda sağlanan fayda ve rahatlığın aynısı ayakta da sağlanmıştır. Bu sanatlar sayesinde bilinen nice hikmetler vardır. Allah’ın yüce kudreti kullarına alınacak birçok ibretler bahşeder. Yaratıcı ve Hâkim olan Allah’ü Zülcelâl her türlü kusur, ayıp ve noksan­ dan uzaktır. Bunlardan ibret alan bir kyl, Allah'ın şanının yüce­ liği karşısında huşû içinde kendinden geçer ve O’nun azametine boyun eğer.

127

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ UZ. KISIM: 7. AYAK PARMAKLARININ KASLARI Ey Aziz! Anatomi ile meşgul olanlar diyorlar ki: Ayak parmaklarını hareket ettiren kaslarm ekserisi yumucu kaslardır. Bu kaslardan biri kaval kemiğinin dış yüzünden çıkar ve üze­ rinde uzanır gider. Bu kastan bir kiriş çıkar ki bu kiriş te ikiye ay­ rılır. Bu kirişin parçalarından biri orta parmağı, diğeri de onun yanındaki parmağı kapatır. Kaslardan biri de anlattığunız kastan daha büyük olup, bal­ dırın arka tarafından gelerek ayağın arka tarafına bir kiriş uzatır. İkiye ayrılan-bu kiriş te 3. ve 4. parmağı yumar. Bu iki kısımdan birer kiriş daha çıkar ve diğerinden çıkan ki­ rişe bağlanır. Bunlann ikisi tek kiriş haline gelerek baş parmağa gelir ve baş parmağı kapatır (yumar). önceden izahı yapılan 3. kas .bacağın dış kısmından çıkar ve baldır kemiklerinin arasından aşağıya uzanır. Bunun bir bölümü ayağı, diğer bölümü de baş par­ mağı yummak ve ona hareket vermek içindir. Bir de topuğa in­ dirilen kaslar vardır ki, bunlar baldır kemiğinde bulunur ve par­ maklan kapamak ve hareket ettirmek işini görürler. Ayak altında bulunan kasların 10 tanesi 5 parmağa gelir, sağ­ dan ve soldan onların lıerbirine bilişir. Bu kaslardan ikisi birlikte hareket edecek olurlarsa parmaklan düz olarak yumarlar. Kaslar­ dan biri yalnız başına hareket edecek olursa ayağı kendi tarafına eğmek suretiyle yumar. Kaslardan 4 tanesi bilek üzerine konmuş haldedir. Bunlardan herbiri ayn bir parmağa bitişir ve parmağı yumar. Kaslardan 2 tanesi de baş paraıakla küçük parmağa ait olup, onları kapatmaya ve tutmaya yarar. Ayağı kaplayan kasların çok olmasının sebebi ve hikmeti, parmaklann kuvvetli oluşundandır. Böyle oldukları içindir ki, otururken, kalkarken, yürürken, çalışır­ ken bedenin ağırlığına tahammül ederler. Güzel yürümenin sağ­ lanması ayaklann kuvvetli oluşu sayesindedir. Ayak parmaklarının kaslarından 5 tanesi ayak üzerinde bu­

tu

MARÎFETNAME

lünur ki ,bunlar parmakları dışa eğerler. Kaslardan 5 tanesi de ayağın altmda vardır. Bunlar iç yarıktan kendilerine yakın olan parmağa gider ve onu içeri tarafa çeker. İşte insan bedenindeki 420 tane isteğe ve içgüdüye bağlı ha­ reketin tam ve mükemmel olarak yapılmasına âlet olan kaslann tamamı anlatıldığı gibi 530 tanedir. Hâlik, Bâri ve Musavvir olan Allah her türlü ayıp ve kusur­ dan uzaktır. Bu, akıllara durgunluk veren ve büyük bir sıra ve düaen üzere olan yüce bir sanattır. Bunu düşünüp tefekkür eden kimseler bundan çok ibretler almışlar ve bu sanatın yapıcısı olan Allah’ı bilmişlerdir. Ey Kerim Mevlâ, Bizleri de Senin yüce sanatından ibretler alan bahtiyar kulla­ rından eyle!

129

BÖLÜM: 1 SİNİRLER, ATAR VE TOPLARDAMARLAR, BEDENİN KUVVETİ İLE KALBİN ÇEŞİTLİ HALLERİ, İNSANLARIN SIFATLARI, ORGANLARIN ÇEKME VE SEĞİRMELERİ BEŞ KONUDAN İBARETTİR KONU: 1 SİNİRLERİN ÇIKIŞI VE FAYDALARI BEŞ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 SİNİRLERİN

HAL VE ŞEKİLLERİ

Ey Aziz! Anatomi ilmi ile meşgul ulan âlimler diyorlar ki: Vücudumuzda

bulunan

sinirlerin

bir

kısmı

olarak,

direkt

bir

kısmı da dolaylı yollardan bedenimize fayda temin ederler.

organ­ Dolay­ lı olarak sağladığı fayda ise, etin sağlam bedeninde kuvvetli olma­ sını sağlamasıdır. Sinirlerin kökü, yaııi başlangıç merkezleri beyin, bitiş noktaları ise deridir. Beyinin sinirlerin doğuş merkezi oluşu Sinirlerin

sağladıkları

zâti,

yani

direkt

fayda,

beyinin

lara verdiği duyu ve hareketin sinirler vasıtasiyle olmasıdır.

iki yöndendir. Çünkü kısım le

beyin,

sinirlere

başlangıç

bazı

ise

yeri

sinirlerin

kendinden

olmuştur.

bizzat omurgaya

Beyinden

çıkış

noktasıdır.

akan

doğan

sinirler

içinde

edenler ve hissedenler sadece baş, yüz ve iç organlar olmuştur.

130

Diğer

omurilik

bir

vasıtasıyhareket

MARİFET NAMli Bunlar haricindeki organların hareket ve hisleri omurilik vasıtasiyle olmakladır. Şanı yüce olan Allahü Zülcelâl lütlu ve ihsaniyle beyinden iç organlara İnen duyu ve hareket sinirlerini koruma­ ya büyük önem vermiş ve çok dikkalli davranmıştır. Çünkü çıkış noktalarından çok uzaklara gittikleri için çok sağlam olmaları icabelmektedir. Bunun için de, üç yerde kıkırdak ile sinirler ara­ sında dayanıklığı orla kıvamda olan şeylerle perdelemiştir. Bun­ lar da sıra ile: 1 — Nefes borusu. 2 — Kaburga kökleri.

3 — Göğsün alt kısmıdır. Beyinden .çıktıktan sonra bedene yayılan sinirlerin en mü­ him vazifeleri .organlara his ve hareket etme hassasını vermektir. İlk baştaki tesirin kuvvetli olması için bu sinir maksudu olan or­ gana en yakın yerden geçer ve onunla birleşme temin eder. Bu du­ yusal (hissi) sinirler ne kadar yumuşak olurlarsa duyu kuvvetleri de o kadar fazlalaşır. Bunlar sağlam olma ihtiyacında olmadıkla­ rından, hareket sinirleri kadar sert ve sağlam değil, bilâkis lâtif, yumuşak ve narindirler. Beynin ön kısmı arkasından daha duyar­ lı (hassas) olduğundan, ön taraftan duyu sinirleri .arkadan da hareket sinirleri yaratılmıştır. Cenabı Hakkın bu şaşırtıcı sanatından alınacak birçok ibret­ ler vardır.

KISIM : 2 BEYİNDEN ÇIKAN SİNİRLER

Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki : Beyinden çıkan sinirlerin tamamı yedi çifttir. 1. çift sinir koklama âletinin merkezi olan ve meme ucuna benziyen iki uzantıya yakın, beyinin ön iç kısmındaki boşluktan çıkarlar. Bu çiftin soldan doğan siniri sağa, sağdan çıkan siniri de sola gelerek birbirleıiyle karşılaşmış ve birbirlerini lıaç misâli kes­ mişlerdir. Sonra sağ taraftan çıkan sağ göze, soldan çıkan sol gö­ 131

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ze gider. Bu sinirlerin ağızları sırça denilen rutubetliliği sarmak için geniştir. 1 — İki gözden birine akan rüzgâr (ruh), diğer göze de geçer. Biri herhangi bir âfete maruz kalacak olursa, diğeri onun yerini tutabilir. Gözün birinin yumulması halinde diğer gözün görmesi­ nin kuvvetlenmesinin sebebi budur. Çünkü yumulan gözün nuru diğerine geçer. 2 — Gözlerin ikisinin görmesi bir noktada kesişerek bir gör­ me halini alır. Bakılan şey ortak boyutlarla ve tek olarak görülür. Bunun içindir ki, şaşı olan kimse birşeyi iki taneymiş gibi görür. Çünkü birşeye bakarken bir gözü aşağıya ve diğeri de yukarıya ka­ yar, böylece görüntünün kesişme noktasında sağlaması gereken denge bozulur. Sinirlerin doğru kesişmeleri mümkün olamaz. Or­ tak sinirde damar kırılması yeni bir sinir meydana getirmiştir. 3 — Sözünü ettiğimiz sinirler birbirlerine destek olur ve böy­ lece kuvvetli olurlar. Aynı zamanda çıkıntıları göze yakın olur. 2. çift sinir açıklanan 1. çiftin çıkış mahallinin aksi yönünden çıkar ve gözü saran çukurun deliğinden çıkıp göz sinirlerine bölü­ nür. Bu sinirler çok serttir. Sert oluşu .çıkış yerine yakın oluşun­ dan ileri gelen yumuşaklığı giderir. Onunla kuvvet kazanır ve gö­ zü hareket ettirir. Gözün 10 tabakasının izahı uzun sürer. Kısa yaptığımız bu izah bile Allahü Zülcelâl’in kudret ve kuvvetinin kemâline kâfi gelir kanaatindeyim. O ne güzel vekil ve O ne güzel ihsan sahibi­ dir. Süzhane-el-halikul bâri. KISIM: 3 BEYİNDEN ÇIKAN SİNİRLERİN GERİ KALAN BEŞ ÇİFTİ Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Beyin sinirlerinin 3. çifti, ön, arka ve tabam arkasından çıkar. Evvelâ dördüncü çifte biraz karışır. Sonra ondan uzaklaşır ve dör­ de ayrılır, dört kol halinde dağılır. 1. kol, izahım yapacağımız boyun damarının aralığından çı-

MARÎFETNAMİS kar

ve

boyundan

iner.

Mide

perdesini

aşarak

onun

altındaki

organ­

çıkar.

Oradan

ayrılın­

sinirler

olup,

lara (mide, barsak v.s.) dağılır. 2.

kol;

elmacık

kemiğinin

çukurundan

ca izah edeceğimiz 5. çiftten ayrılan sinirle birleşir. 3.

kol’un

gayesi,

çıktığı

delikten

geçip

onun

en

yüzün

kıymetli

çukurumsu

ön

tarafındaki

sinir

haline

olan

1.

çift

zorlukla

sinirin

uyar

ve

2.

giriş

çiftin

yerinden

onun

boşluğunu

kapatır. Bu kol, o delikten uzaklaştığı zaman üçe bölünür : 1.

kısmı,

göz

köşesine

(pınar)

meyleder

ve

2

elmacık

kemiği,

iki göz pınarı, gözkapakları .kaşlar ile alın sinirlerine birleşir. 2.

kısım : Göz ucu yanındaki deliklerden burna girer ve burun

içinde gömülür. 3.

kısım;

ve

ikiye

üst

dişlere

kemiği

büyüktür.

ayrılır.

ile

ve

Bu

dişlerin

burun

Elmacık

parçalar etlerine

deliklerinin

kemiğindeki

ağzın



ayrılarak

ve

dudak

mevcut

çukuruna yayılır.

derileri

2.

çukura

iner

girer.

Oradan

parçası

elmacık

gibi

görünen

azala-

ra dağılır. Bunlar 3. çift sinirin 3. kolunun üç kısmıdır. 4. kolu üst çene

deliğinden

yesinde ki

tat

dişlerde

yılır,

Dile

dile

alma ve

geçer

ve

özelliğini

onların

ulaşan

dış

yüzünde

bulur.

gözbebeği

DU

de

geriye

kalan

etlere

ve

alt

dudağın

daha

ince

köklerindeki

kolu,

dağılır.

Ondan

sinirinden

onun

alt

sa­

çenede­ içine

ya­

olduğu

için

bu ondan daha sert olmuştur. Bu sertlik kalınlığına göre aynı ve dengelidir. 4.

çiftin çıkış vc sona eriş yeri 3. çiftin ardından olup, beynin

oturduğu

yere

meyillidir

ve

3.

çiftile

biraz

karıştıktan

sonra

çene­

ye geçer ki damak da bundan duyarlı olmuştur. 4. çift 3. den hem daha küçük ve hem de daha serttir. 5. çiftin herbiri yeniden bir çift haline gelir ve beynin iki tara­ fından rına

çıkar.

dayanak

Bu

çiftlerden

olup,

onun

herbirinin içinde

birinci

dağılmış

ve

kısmı, kulağın

kulağın



duyması

za­ onun

sayesinde olmuştur. 2.

si 1. den daha küçük olup gırtlak kemiğinde kör diye isim­

lendirilen sinin

delikten

fazlası,

geçer.

elmacık

Çıktığında kemiğine

3.

taraf

çift

siniri

gelmiştir.

ile

karışır

Diğerleri

ve

iki­

göz

ile

kulak arasına ulaşmış ve yayılmışlardır. 6.

çift

ise

beynin

arkasında,

5.

çifte

bitişik

yerden

yivinin sonundaki delikten çıkmış ve sonra da üçe ayrılmıştır.

çıkmış

ve

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

1.

kısım.

7.

çiftin

hareketine

yardım

içiıı

boğaz

kaslarına

ve

oradan da dile kadar gelmiştir. 2. kısım, omuz kaslarına bölünmüştür. 3.

kısım,

yüksekliği anında

gırtlak

daklarıyle geçince açan nir

diğer

ikisinden

noktada

ona

hizasına

kaldıran

yine

uçları adım

kollara aşağıya

daha

büyük

bağlanmıştır. geldiğinde,

kollara

uçları

üzerindeki

ayrılır

ve

kıvrılan

vermişlerdir.

Sinir

ayrılır

beyinden

inişi

gırtlağı

kıkır-

bağlar.

Gırtlaktan

kıkırdağım

Tabipler

inmiş

damarının

organlara ve

üçüncü

gelir.

uyku



kaslara

gırtlağın

kaslara

olup,

Oradan

buna

ve

kapatıp

dönen

omurilikten

si­ çık­

mış değildir. Düz olan bu sinirin çekilmesi kuvvetli olur. Bu sinir 6.

çifttendir,

yoksa

5

.ve

7.

çiftten

değildir.

Çünkü

bunun

çıkışı

yumuşak sonu da eğri olduğu için bunun gibi sert ve doğru olarak inmezler.

Bu

kuvvetten

noktalarından fım

sebeple

mahrum

fazla

kaslara

ondan

leri

ile

kan

damarlarına

me

temindir.

kapayan

kısmı

dayanıklılık Şu

kaslarına

dağılır.

temin ederek iç

iner,

olan da

diyafram

kalb,

Artakalanları

içinde

sinirlerdir.

dalları

Oradan

organların zarlarına

ciltten

inmek

kolların kuvvet

en

kuvvetli

ve

yayılarak

vas­ olan

bu

sinirin

göğsün

perde­

kırmızı inen

gibi ,çıkış

ve

Sonra

akciğer,

3.

ve

dönen

sertlik

sinirlerin

ayrılmış

çıkmak

geri

hikmeti

Dönen

aşağı

ulaşır.

bulup

halde

uzaklaştırılmasının

kazanmasını

gırtlağı

de

olurlar.

ve

kolla

siyah birleş­

taze kemikle

ni­

hayet bulur. Yedinci risi

dile

kemiği

çift

beyinle

hareket

ile

lami

veren

omuriliğin kaslara

kemiğinin

gelir.

oılak

birleşmesinden Oıadaıı

kaslarına

çıkar

kollara

ve

ayrılıp

yayılır

ve

çok

az

sıralanış

ve

acayip

ekse­ kalkan kısmı

da bunlara komşu olan sinirlere dağılır. İnsanı

dehşet

ve

hayrette

bırakacak

birleş­

me, Hâlık ve Bâri olan Cenabı Hakkın kudreti ve hikmetiyle düze­ ne girmiştir.

KISIM : I BOYUN OMURLARINDAKİ OMURİLİKTEN ÇIKAN SİNİRLER

Ey Azizf Anatomi âlimleri diyorlar ki

MARİFETNAME

Boyundaki omurilikten çıkan ve omurlarda ilerliyen sinirle­ rin hepsi 8 çifttir. 1. çift: Bunlar 1. omurun iki deliğinden çıkar. Bunlar sadece baş kaslarına yayılmış olup, ince ve küçüktürler. Zira menşeinin, çıkış yerinin dar olması ve omurganın dayanıklılığının bozulmama­ sı gerekmektedir. 2. çift: Bunların çıkış yeri birinci qmur ile ikinci omur ara­ sındaki ortak deliklerdir. Bu çiftin büyük kısmından, baş organla­ rı dokunma duyusunu alır. Başııı üzerine karışık bir halde çıka­ rak ön kısmına eğilir ve kulakların dış tabakalarına yerleşerek yu­ karıda kendisinden söz ettiğimiz küçük çiftin noksanım tamamlar. Geriye kalan bölümü ise boynun arkasındaki kaslara ve bilhassa geniş kasa gelmiş ve onlarla hareket etme imkânı bulmuştur. 8. çift: Bu çiftin çıkış yeri ikinci omur ile üçüncü omur ara­ sındaki müşterek deliklerdir. Bunların herbiri iki kola ayrılmış olup, kollardan biri oradaki kaslara dağılmıştır. Bu kolun dallan bilhassa başı boyna bağlıyan kaslara gelmiş olup, oradaki omur­ ların uzantılarından çıkmış ve köklerine, yani parçalarına yapış­ mıştır. Yine oıdan da onların başlarına çıkmış ve dikenvari uzan­ tıdan çıkan zar bağları ile karışmış ve orayı da geçerek kulakla­ rın çevrelerine eğilmiştir. Hayvanların kulaklarım hareket etti­ rebilmeleri için onların iki kulağına varmış, ikinci dalı öne mey­ lederek geniş kasa ulaşmıştır. Yukarıya çıkmaya başladığı anda ona damarlar ve kaslar tesadüf eder. Damar ve sinirlerle birleşme temin ettiği için de kuvvet bulup dayanıklı hale gelmiştir. Sözünü ettiğimiz bu ikin­ ci kol hayvanlarda şakakla kulak arasına ve kulak kaslarına ka­ rışmıştır. 4. cü çift: Bu sinirlerin çıkış yeri, üçüncü omur ile dördün­ cü omur arasında kalan ortak deliklerdendir. Üzerindeki gibi bir bölümü öne, bir bölümü de arkaya bölünmüş ve öne bölünen da­ ha küçük olduğu için de 5. ei çiftle birleşmiştir. Arkaya bölünen geriye dönerek oradaki kaslara gitmiş ve dikenvari uzantılara ulaşmıştır. Kollarını baş ve boyun arasında kalan ortak kaslara göndermiş, oradan bele inerek nihayete ermiştir. 5. H çift: Dört ve beşinci omurlar arasmda müşterek olan deliklerden çıkar ve yukarıda anlatıldığı şekilde iki kola ayrılır. 135

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

ön kısmı küçük olduğa İçin yüz kaslarına gelmiş, başın öne eğil­

mesini sağlayan kaslar İle boyun kaslarının ucuyla ortak olan kaslara yayılmıştır. 2. d kısım olan arka kısmı ise, ikiye bölünmüş ve bir kolu ön kolla İki kol arasmda ortaktır. Bu omuzun üst kısımlarına ge­ lerek altı ve yedinci çiftlerin bir bölümüyle kanşmıştır. İkinci kol ise 6 ve 7. d çiftlerin kollanna karışarak karın zarının ortasından geçmiştir. 6. a ve 7. d çiftlerin menşeleri yukarıda izahını yaptığımız deliklerin sırasına göre alttaki deliklerden oluşmuştur. 8. d çift: Bu çiftin çıkış yeri boyun omurlarının bölümleri ve bel kemiği omurunun 1. cisi arasındaki müşterek deliklerden­ dir. Bu çiftlerin kolları birbirlerine kanşmış vaziyettedir. 6. cı çif­ tin büyük kısmı omuz düzlüğüne gelmiş vaziyettedir. Geride ka­ lan az kısmı da 4 ve 5. ci çiftin az kısımlarıyla birlikte kann za­ rına inmiştir. 7. d çiftin çok kısmı kola gelir. Azı ise 5. d çiftin azıyla bir­ likte baş, boyun ve bel kasları ile oradan da kann zarına gider. 8. d çiftin azı omuza gelir. Çoğu ise kaslara ve kola gider. Kann zan sözünü ettiğimiz bu sinirlerden kendisine düşen payı alır. Bunun hikmeti de, yukarıdan kann zarına inenlerin bölün­ mesinin kolay olması içindir. Çünkü kann zarının gördüğü iş önemli olduğu için, sinirlerinin geliş yerleri çeşitlidir. Böyle olun­ ca da maruz kaldığı herhangi bir âfet karşısında kendini korur ve yapacağı iş aksamaz. İ3übhanellâh-i ve bihamdihi Halik ve Bâri olan Cenab-ı Hak her türlü noksan sıfatlardan uzaktır. KISIM: 5 GÖĞÜS İLE BEL OMURLARINDAN ÇIKAN SİNİRLER Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olan âlimler diyorlar ki: Göğüs omurlarından 12 çift sinir çıkar. 1. d çift: Bu çiftin çıkış yeri, göğüs omurlarının ilki ile 1. ve 2. d omur arasındaki ortak deliklerden olup bunlarda büyük ve 136

MARİFETNAME

küçük olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Büyük kısım sert kas ve kaburgalara yayümiştır. Küçük kısmı, başlangıçtaki kaburga ke­ miklerinin ilk ikisine uzanır ve boyun sinirlerinden 8. ci çift si­ nirlere eş olarak ellerin tarafına gelir ve kollar ile bileklere var­ mıştır. 2. ci çift: Bunlann çıkış yeri izahı yapılan ortak deliklerdir ve bunlar da ikiye ayrılmıştır. Bir cüzü pazu kemiğinin dış kıs­ mına nüfuz ederek ona dokunma hassasını vermiştir. Diğer cüzü de geriye kalanlarla birleşerek omuz eklemini ve bele hareket ve­ ren kaslara gider. Bel omurlarından çıktığı halde omuza ulaşmı-. yan sinirlerin kolları, bel kaslanyle kaburga kaslarına gelir. Ka­ burga omurlarından çıkan sinirler sadece kaburgalar arasındaki kaslar ile karın kaslarına gider. Bu sinirlerin kollanyle birlikte atar ve toplar damarlara girerek izahı yukarıda yapılan sinirlerin çıkış yerlerine girer. •

Kasık kemiği: Bunlar, karm, bel sinirleriyle ortaktır. Çünkü kasık sinirleri ikiye bölünmüş durumdadır. Bunlardan bir cüzü kaslardaki gibi 3 çifttir. Diğer cüzü ise iki çift olup, kann kas­ larına ulaşmış ve onlarla birleşmişlerdir. Beyinden inen sinir, bi­ rinci cüz ile birleşmiştir. Karından gelen iki çift kas da, ikinci cüzü meydana getirir. Bunlar bacaklara büyük kollar göndermiş olup, birinci cüzün ikinci çiftinden de onlara kollar gelmiştir. Bir kol da kuyruk sokumu sinirlerinin ilkinden gelir ki bunlann hepsi birbirine karışmış vaziyettedir. Bunların bir kısmı kasıkta kalmış olup, diğer kısmı da bal­ dıra inmiştir. Ancak bedenin arka tarafında ve oyluklarda kas ve damarlar çok olduğu için, kasık kemiğinin yanından biten kasla­ nn arka taraftan ve oyluktan ayakla yol bulamıyacaklan için, ayakların kaslarma ait sinirden bir kol ayrılı rve iki torbanın içi ne inerek sidiğin akış yerme gider. Bu kasık kaslarına yönelmesi ve oradan da dizlerin kaslarına yönelmesi içindir. Kasık kemiğinin sinirleri 6 çifttir. Bu sinirlerden bir çifti kasık kemiğinin kasıyla karışmıştır. Geriye kalan 5 çift sinir ile kasık kemiğinin yanından biten tek sinir, yani bunların tamamı, makad, zeker (erkeklik âleti), sidik torbası (mesâne) ve kadın­ 137

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. daki rahmin kaslarına, karın zarına, kasık kemiğinin iç kısmında­ ki dışa bakan kısımlar ile kuyruk sokumundan gelen kaslara da­ ğılmışlardır. Bu konuda anlatılan sinirlerin sayısı daha evvel anlatılan kaslann sayısı gibi 530’a kadar çıkmıştır. İzahına çalıştığımız be­ dendeki incelik ve çalışmasındaki yüce sanat, Allahü Zülcelâl’in kudretine delildir. Bu, Allah’ın yaratıklar içinde insana ne dere­ ce önem verdiğini, O’na olan nimetinin sonsuzluğunu gösterir ki, zaten insan bedeninin her uzvu bunun en açık şahididir. Bu eşsiz ve ince sanatı Seyreden, kalb gözü açık bir kimse, kendisinin yapıcısı ve yaratıcısı olan Allah’ı bilir ve tanır. Ken­ disinin O’nun yardımı denizine garkedilmiş olduğunu görür. Mevlâsını kalbden, içten gelen ve tarifi imkânsız bir sevgi ile sever, Her işinde, her hareketinde O’na dayanır, O’na uyar ve O’nun emirlerine baş eğer. Ne mutlu böyle kullara! Ey Kerîm Mevlâ, bizleri de onlardan eyle!

KONU: 2 ATAR DAMARLARIN BİTTİĞİ YERLER VE FAYDALARI BEŞ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 ATARDAMARLAR Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Atardamarlar, bedende hareket halinde olan can damarları­ dır. Atardamarların birinin haricinde hepsi hareket halindedir. İçindekilerini koruyabilmeleri için de bütün damarlardan daha sert yaratılmışlardır. Zira bunlar, ruh cevherinin kuvvetli olan hareketlerinin çoğalmasına yardımcı olurlar. Çıkış yerleri kalbin sol karıncığıdır. Çünkü, sağ karıncık, karaciğerin yakımnda oldu­ ğu için besinini içeriye çekmek ve sindirmekle uğraşır. Akciğere giden damarlara atardamarlar denir ki, bunlar bü­ tün kan damarlarından önce gelir ve damarların da en küçükleri­ dir. Kalbin sol karıncığından çıkmış olup, akciğerde solunum yeri olan ciğerin iç kısmına girmiştir. Bu damarlar akciğerlere gıda olan kanı kalbden akciğerlere götürürler. Çünkü akciğer gıdasını kalbden sağlamaktadır. Bu atardamarların bittiği yer kalbin boyun kısmında olup, bu damara girecek yerdedir. Atardamar, öbür damarlara zıt olarak bir tabakadan oluşmuştur. Açılması ve kapanması daha yumuşak ve daha kaygandır. Akciğer cevherine bağlı lâtif kan, kalbden ci­ ğerlerin içine doğru yayıldıkça o saçılma ondan evvel ve daha ko­ lay olur. Sonra izahı yapılacağı gibi .toplardamar içinde akan ka-

ıao

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

nin pişmesine ihtiyaç vardır, fakat atardamarda kanın pişmesine İhtiyaç yoktur. Toplardamarın yeri kalbe yakın olup, iki perdesi vardır. Da­ yanıldı olmaya İhtiyacı olmadığı için iki zar (perde) kâfi gelmiş­ tir. Bu durum karbondioksit dumanının sıcaklığı ile pişen kanın ciğer tarafına gönderilmesinin daha kolay olmasını sağlar. Sonra­ dan izahı yapılacak olan siyah kan daman hernekadar akciğere yakın ise de, omurgaya yakın ve ciğerin arka kısmından gelmiştir, ön tarafından kollara aynlmış ve kolları akciğerin içine kadar gir­ miştir. Bunlann hepsi Allahü Zülcelâlin kudretinin delilleri ve lütfunun ve inayetinin açık şahitleridir. KISIM: 2 BÜYÜK DAMARLAR Ey Azizi Anatomi ilmi ile meşgul olan âlimler diyorlar ki: Büyük atardamar kalbin sol kanncığındançıkar ve sonra da ikiye bölünür. Büyük kol yüreğin çevresini dolaşır ve bir kısmı yü­ rek cüzleriyle karışır. Küçük kol da kalbin arka tarafından geçe­ rek biraz kısmı sağ karıncığa ayrılır. Bu iki kolun ekseri kısımları \ tekrar ikiye ayrılmıştır. Bu kısımlardan büyüğü aşağıya inerken küçüğü yukarıya çıkar. İnen kısmın yukanya çıkan kısımdan faz­ la olmasının hikmeti, aşağıya inen büyük kısmın kalbin altında bulunan büyük-küçük birçok uzuvları sıcaklığıyle yetiştirip bü­ yütmesi ve onlara hayat vermesidir. Kalbin üzerinde bulunan kıymetli uzuvların hem kendileri küçük ve hem de sayılan azdır. Bu sebepledir ki, onlan terbiye gö­ revi küçük atardamara verilmiştir. Büyük atardamarın çıktığı yer­ de 3 tane sağlam damar zan bulunur. Bunlar büyük atardamarla birlikte kalbin içinden çıkmış, ona dayanak ve kuvvet olmuştur. Bu İki kısımdan üste çıkanlar kalbin üstünde aynca iki kısma ay­ rılmışlardır. Bu kısımlardan büyük olanı boyuna yakın bir yerden çıkmış vie oradan sağa meylederek dönmüş ve oradaki bol miktar­ daki ete vannca bu da kendi içinde üçe aynlmıştır. Bu üç kısım­ 140

MARİFETNÂME

dan ikisi iki çatal olmuş ve izahı ilerde yapılacak olan şahdamarlarla birlikte boynun sağından ve solundan başa çıkmalarında ve bölünmelerinde onlara eş olmuştur. Üçüncü kısmı ise göğüs kemiğine, ilk iki kaburga kemiğine, boyun omurlarının üzerindeki altısına ve boyun halkasının kemi­ ğine ayrılır ve omuzun üzerine varır. Oradan ellerin organlarına inerek dağılır ve sona erer. Yukarıya çıkan kısmın küçüğü, omuzun sol içine doğru çıkar ve büyük kısmın üçüncüsü gibi ayrılır. İşte bedendeki organlar bu atardamarlar sayesinde hayat buluyor. Her organın can damarla­ rından hayat, kan damarlarından gıda veren ve bunu belirli bir sı­ ra dahilinde yapan. Cenabı Hakk’m kudreti ne yücedir ve O ne büyük bir yaratıcıdır. KISIM: 3 BAŞA GİDEN DAMARLAR Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki; Büyük atardamarın yukarı kısmı, can madan, şahdaman adı ile iki kısma ayrılır ki, bunların birine ön, diğerine arka damar is­ mi verilir. Ön kısım adını alan damar da kendi içerisinde bölüne­ rek ikiye ayrılmış, bir kısmı içeriden dik gelmiştir. Kalan kısmı da alt çenenin iç kaslarına dağılmıştır. Birazı üstten kulak kasla­ rıyla yanaklara gelmiş ve çok miktardaki kollanyle başın yukansına çıkarak sağdan gelen kolların uçlan, soldan gelen kolların uçlanyla başın ortasında bütünüyle birleşmişlerdir. Fakat geride kalan kısmı da kendi içinde ikiye bölünmüş, ve biri küçük, diğeri de büyük adım almıştır. Küçüğünün çoğu arka tarafa çıkarak baş eklemini saran kas­ lara yayılmıştır. Artakalanlar beynin arka tabanına yönelmiş lam yivine yakın büyük delikten içeriye girmiştir. Büyük kısmı da di­ rek olarak çıkıp önde bulunan büyük delikteki gırtlak deliğinden sinir şebekesine girer. Orada kat kat olmuş, tabaka halindeki ya­ pışık damarlara şebeke gibi dokununca ön, arka, sağ ve sola aynlır ve böylece esas şebekeden aynlır. Sözünü ettiğimiz bu ağdan 141

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ayrıca

önce

toplanır

ve

kısımlarına yukan den

olduğu

bir

çift

beyine

girer.

dağılır,

sonra

da

çıkan

inen

gibi

zardan

dallarının

atardamar Evvelâ,

beynin

daralan

toplardamarların

içine

ve

bu

zar

geni

şve

sebebiyle

içinde

ulaşmaya

toplanan

dallarının

dokunuş

beynin

bulunan

kadar

bunun

ağızlan

başın

eğilmiş

olan

için­ ağızla­

rına girmiş ve onlara uyum sağlamıştır. Ruhu

ifade

lâtif

ve

hareket

müş

olmasına

doğru ve



ruhun

li

olan

can

edici

ruhun

ondaki

sıcaklık

Ancak,

içindeki

v.s.

gibi

taşırlar. kabı

ruhun

kanın

hareketinin

doğru

ruhu

olmadığından,

yoktur.

olsaydı

yukarıya

damarları

vasfı

ihtiyaç

çevrilmiş

na

eden

daha

faydaların

ruhun büzül­

kabı

haddinden

zorlaşmasına

hareketi

Esasen

çevresinin

sebep

kolay

beyne

şayet

fazla

olur.

çıkıp

aşağıya

boşalması­

olurdu.

Çün­

Beyine

oradan

gerek­

ayrılmaları

için ruhtaki mevcut hareket ve letafet yeterli olmuştur. Bu mış

ve

ve

sebepledir önce

pişmiş,

meli

ki,

böylece

olarak

sözünü

atardamarların beynin

kemik

ile

ettiğimiz kanı

mizacına

zar

ağ,

ondan

arasında

beyinin

geçmiş,

benzetmiştir. uzanmış

ve

altında

ruh

ile

Sonra beyne

yayıl­ ısınmış

da

kade­

girerek

on­

daki uzuvlar ile duyu organlarına dağılmıştır. Bu alanlar

sırayı için

yapıcısının ren na

ve

bu

bpnlar herşeye

Allah’hm kalbden

birleşmeyi

getiren İbret

birer

kadir

olduğunu

kendine bir

aklına ibrettir.

büyük olan

sevgi

ile

anlamış

yardım

ve

yönelerek

ve

ve

lütfunu

O’nun

bundan

sahipleri böylece bilmiş

varlığı

ibretler

bu

sanatın

şekil ve

ve­

Mevlâsı-

karşısında

ken­

di varlıklarını yok saymış ve kendilerinden geçmişlerdir.

KISIM: 4

KALBDEN İNEN BÜYÜK DAMAR Ey Aziz! Anatomi ilmiyle meşgul olanlar diyorlar ki: Kalbden

organlara

dağılan

atardamarın

açıklanan

büyük

kıs­

mı evvelâ kalbden dümdüz olarak aşağıya inmiş ölüp, beşinci omu­ ra

dayanmıştır.

ga

üzerinden

Büyük

kısmın

Çünkü

onun

aşağıya

inmiş

inişi

anında

yeıi ve

kalbin

kııyıuk

kalbin

142

sağ

aşağıya

sokumu

bükülmüş, kemiğine

karıncığında

omur­

varmıştır.

dağılan

atar­

MARİFETNÂME

damar,

göğüs

ciğerin sine

hizasına

göğüsten varmıştır.

omurlara

geldiğinde

tarafına Bu

kısım

geldiğinde,

bu

küçük

yayılmış,

bir

sonradan

omuıiarm

kol

ciğerin

gönderir nefes

göğüse

hepsine

ki,

inenlerin

bir

bu

borusu

kol

ak­

çevre­

yanındaki

gönderir.

Gön­

derilen bu kollar göğüs ve omurilik arasında dağılmış vaziyettedir. Göğsü

geçtiği

ve

soldan

karın

zarına

bu

inen

kısımdan

bir

kolların varır. lir.

biri

çevresindeki üç

sol

böbreğe

inen

ince

bir

bulur.

daha

çıkar

ve

böbreğin

gelmiş

o

yaşamasını

kola

sidik çıkar

inen en

Daha

torbasına

ge­

barsakların

kısımdan

temin

Bu

(oturak)’a

ki,

küçük

Sağ sonra

aynlır.

mak’ad

ve

bu

bunların

üç

de

geçer

çıkar.

dağılır.

da

atardamar

Sonra

ki,

atardamar

biri

karaciğeri

kanalları

atardamar

ki

dalağa,

kısımdan

iki

cüzlerine

uzar

biri

kol,

ondan

onun

atardamar

giden

bu

rar

itibaren giderek

karaciğere,

Karaciğere Sonra

andan

da

olanı

etmiştir.

tek­

hasseten Bu

atar­

içine

gir­

damar o böbreğin tellerine ve onu saranlara dağılmıştır. Geriye miştir.

kalan

İki

keklerde

ve

böbrekten

diğer

böbrekten gerekse

çıkan

iki

büyük

ayrıca

iki

kadınlarda

atardamar

atardamar, atardamar

böbreklerin

çıkmış

yumurtalara

sağ

yumurtayı,

olup,

kadar sol

gerek

inmiştir.

er­ Sağ

böbrekten

çıkan

atardamarlar

çıkmış

atardamar da sol yumurtayı bulmuştur. Daha ve lan

düz

sonra barsak

omur

bu

inen

kısımdan

çevresindeki

aralıklarından

da

damar

omuriliğe

birçok

kanalcıklarına

girer

ve

bölünür

hepsi

onun

ve

İçinde

kol­ da­

ğılır. Sonra kasıktaki

bu

inen

leğen

tenasül

kısımdan

kemiğine

organ

ciltlerine

iiç

diğeri varır

atardamar de

ve

gerek oraya

çıkar kadın

ki,

bunlarm

ve

gerekse

dallanarak

kılcal

atardamar

çıkmış

ikisi erkek

damarla­

ra ayrılır. Sonra erkekte

ve

inen

bu

hem

asıldan de

küçük

kadında

bir

ön

çift

kısma

gelerek

oradaki

ve

hem

damarlara

karışmıştır. Sonra lince

en

büyük

açıklaması

Bunlardan sokumu

bir

olarak

yapılacak kısmı

kemiğini

sağa

çepeçevre

inen olan ,diğer sarar

asıl

kısım

damarlarla kısmı ve

da

oradan

omurganın birlikte sola da

iki

uzanarak iki

oyluğa

Yine bunların herbirinden de kuyruk sokumu kemiğinin altındaki

143

sonuna kısım

ge­ olur.

kuyruk inerler.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ »HZ. kısımdan bir kol ayrılır ve bu kollardan biri sidik torbasına, öbürü

de göbeğe gider. Bu kollar göbekte birbirleri ile karşılaştıkları gibi, bunlardan birçok kollar da ayrılır. Bu kollardan bazıları kasık kemiği üzerin­ deki kaslara dağılır ve bazısının uçlan da sidik torbası yoluyla di­ rek olarak erkekte âlete gider. Bu, kadınlarda ön kısımlarının ucu­ na gelmiş ve katlanmış haldedir. Ondan kalan küçük bir çift var­ dır ki, o da rahime gelmiş ve içeri girmiştir. Sanatında, yaratmasında akıllara hayret veren, kalbleri deh­ şete düşüren, insanlardan bazısını erkek, bazısını kadın olarak ya­ ratan, yorulmaktan, âciz kalmaktan, unutkanlıktan »gevşeklikten uzak olan Cenabı Hak her türlü noksan sıfatlardan uzaktır. KISIM: 5 OYLUK BALDIR VE AYAKLARA İNEN ATARDAMARLAR Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Ayaklara inen damarlann herbiri ikişer büyük kol halinde bulunur. Bu kollardan biri dış, diğeri de iç kol olarak bilinir. Oy­ luktaki kaslara gönderilen kollar mevcut olup, baldırlara inerek Ön tarafta bulunan baş parmak ile onun yanında bulunan parmak arasına saldığı büyük bir kol vardır. Kalan kollan ayak cüzlerine girmiş durumdadır. İzahı yapılacak olan toplardamarların alt kıs­ mından geçmiş ve diğer parmaklar^ ulaşmıştır. Açıklamasını yap­ tığımız ve can damarlan adlannı verdiğimiz atardamarlar ki, bunlann' bazısı atardamar kollan gibi, beşinci omura giren atar­ damarlar gibi ve gerdanlığa çıkan atardamarlar gibi, kol altına eğilmiş vaziyetteki atardamar gibi ağ (şebeke) da yayılan iki de­ lik ve rahimde çocuğun gıdalanmasmı sağlayan meşime ve barsaklara inen atardamarlar gibi, mide, karaciğer, dalak ve barsaklara inen atardamarlar gibi, iç organlardaki atardamarlar, damar­ lar ile eş olmayıp tek kalmışlardır. Fakat geride kalan dış organlardaki atardamarlar herhangi bir çarpma ye âfetten korunmak için damarların altmda saklan­ mış ve toplardamarlarda bu damarlan koruyan bir nevi kalkan vazifesi görmüşlerdir. 144

A

MARİFETNAME

Bu damarlann birbirlerine yakın olmalan şu iki faydanın te­ mini* içindir. 1 — Kan damanna bağlamşı parlak bir zar ile olup, onlara temas eden uzuvlar kan ve can olarak faydalanırlar. 2 — Atrdamarlar ile kan damarları birbirlerinden hem kan ve hem de can alırlar. İnsan vücudundaki mevcut can damarları bunlardan ibaret­ tir. Bunların toplamı 200 tanedir. İnsanı ahsen-i takvim (en güzel şekilde) üzere yaratan Ce­ nabı Hak, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.

145

KONU: 3 SAKİN DAMARLARIN ÇAKIŞI VE FAYDALARI ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 KARACİĞERDEN DOĞAN BAB DAMARLARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Duran

damarların

tamamı

karaciğerden

doğar.

Karaciğerden

ilk önce meydana gelen iki damar vardır : 1. li

si:

fayda,

Karaciğerin gıdayı

dip

mideden

kısmında alıp

bulunur.

karaciğere

Sağladığı

götürmektir

en

önem­

ki,

tabipler

buna, bab adını veriyorlar. 2. en

si de : Karaciğerin kürevi yerinden çıkmış olup, sağladığı

önemli

fayda,

karaciğere

gelen

besinleri

oradan

alıp

organlara

taşımak ve paylaştırmaktır ki, buna evcef damarı denilmektedir. Bab

adı

verilen

damarın

ciğer

boşluğuna

giren

kısmı

evvelâ

beş kısma varmış ve kürevi kısma gelince de kollara ayrılmıştır. Bu kollardan biri öd kesesine gider. Bunun kolları karaciğerin içi­ ne

,ağaç

köklerinin

toprak

damarının

ciğer

Fakat

bab

sekiz

kısma

kalan

ikisi

ayrılmıştır. küçüktür.

altındaki dibiyle

yayılması

birleşen

gibi

kısmı,

Bu

kısımlardan

altısı

Küçük

kısımlardan

biri,

yayılmıştır.

ondan

büyük oniki

ayrılınca

olup,

geri

parmak

bar-

sağına bitişmiş olup ,ondan gıdasını çekmektedir. Diğer ikinci kıs­ mın altlan mideye iner ve midenin alt ağzı olan kısmında dağılır ve orada gıdayı emerler. Geri kalan alt ıkısımdan biri .midenin düz kısmına gelmiştir.

148

MARtFETNAME Bunun

dış

yüzü

besinini

ondan

alır.

Zira,

midenin

işi

.gıdalar

ve

besinlerle uğraşmak olduğundan, gıdasmı almaktadır. Altı

kısımdan

almaktadır.

2.

Dalağa

si

dalağa

varmazdan

inmiş

evvel

olup,

ondan

dalak

daha

gıdasını

başka

ondan

kollar

ay­

rılmış ve bu kollar pankreasa gelerek ona ihtiyacı olan gıdayı ver­ mişlerdir. rek

Dalağa

midenin

gittiği

ön

zaman

kısmıyla

ondan

çıkan

bölünmüştür

ki,

bir

o

geriye

döne­

tarafta

kol,

muhtaç

oldu­

ortaya

gelince

ikiye

aşağıya

iner.

ğu besini ondan alır. Dalağa bölünür

giren

ve

Yukarıya

kol,

kollardan

çıkan

kısım

dalağın

da

yardımıyla

biri

yukarıya

ikiye

bölünür

çıkar, ve

o

diğeri

ise

yarının gıdası

ondan

ge­

lir. Diğer cüz ise dış kısımda kalır ve midenin kürevi kısmının so­ nuna dış

ulaşarak tarafına

alır.

Diğer

zuları

ve

arada

ikiye

yayılmıştır kısmı

iştahı

da

ki,

ayrılmış,

parçalardan

o

muhtaç

midenin

artıran

da

taraf ağız

kısmma

budur.

Dalak

biri

olduğu

midenin besini

yayılmıştır. ortasındaki

sol

ondan

Şehevi koldan

ar­ inen

cüzü de ikiye bölünmüştür. Birisinin gıdasını

kolları

ondan

dalağın

almaktadır.

alt

yarısına

İkincisi

yayılmış

de

olup,

içyağından

o

kısım

(şehm)

çıkmış

barsağın

çevre­

ve onda dağılmış olup içyağı gıdasını ondan almaktadır. Altı sindeki

kısımdan

3.

damarların

sü,

ince

öne

doğru

kanallarına

giderek

dağılmış

düz olup,

o

kısım

gıda­

sını ondan almışlardır. Altı kısımdan 4. sü kıl misâli incecik kollara ayrılmış olup, bir kısmı, dır.

midenin

Midenin

halde

kürevi

kuzey

yayılmıştır.

marlarının

kısmının

tarafına,

Bir

kollarından

kısmı ve

dış

yani da

ve

sağında

önüne

rahmin

midenin

gelen soluna

solundan

olup, cüze

dalağa

yakın­

karşı

olduğu

dönerek sağına

dalak gelen

da­ cüze

karşı geldiği halde yayılmıştır.— Altı

kısımdan

5.

si,

kalın

barsaklar

çevresindeki

ince

kanalla­

ra dağılmıştır. İhtiyaçları olan besinleri ondan alırlar. Altıncı

kısmın

ekseri

kısmı,

yukarıya

çıkmakta

ve

dağılmak­

tadır. Bütün

insanları

yoktan

vareden

bı Hak, her türlü noksan sıfatlardan uzaktır.

147

ve

onları

rızklandıran

Cena­

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

KISIM: 2 ECVEF (İÇİ ÇUKUR) DAMARLAR VE FAYDALARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Esasen ecvef (içi çukur) damar öncelikle karaciğerde kılcal damarlar halinde dağılmış ve kılcal damarlar halinde bölünmüş olan bab damar kollarından gıdaları emeı* ve böylelikle çekerler. Bu damarın kollan karaciğerin dış yumru yüzünden kann boşlu­ ğuna gelmişlerdir. Bab damarımn kolları ise karaciğerin yumru dış yüzünün yanından çıkmış ve ikiye ayrılmıştır ki, bunların biri büyük, diğeri ise küçüktür. Küçük kısmı yukarıya çıkmış, buna zıt olarak da büyük kısmı aşağıya inmiştir. Yukarıya çıkan küçük kısım karın zarına geçmiş ve ona iki damar vererek onda yayılmış ve gıdasını temin etmiştir. Yukarıya çıkan kısım, kann zarına geldiği zaman ona birçok kollar salmış olup, onda kılcal damarlar halinde dağılmıştır. Karın zarının gı­ dası ondan sağlanmaktadır. Yukarıya çıkan kısım sonradan ikiye bölünmüş olup, cüzlerden biri küçük, diğeri de büyüktür. Büyük parçası sağ kulakçığa gelmiş ve oradan içeriye girmiştir. Bu damarın yürek damarlarının en büyüğü olmasının sebebi ve hikmeti: Öbür damarlar hava taşımak vazifesi gördükleri hal­ de bu gıda taşıma vazifesi görmektedir. Gıda malum olduğu üzere havadan daha sert ve daha kabadır. Bu sebeplede geçiş yerinin daha geniş ve kabının da daha büyük olması gereklidir. Adı geçen bu büyük damar, kalbe girdiğinde ona 3 zar verir ki, bunlarm faydalan dışandan içeriye girmiş olmasıdır. Bu zarlar diğer zarlardan daha serttirler. Uzama anında kalb onlardan be­ sini çeker ve genişlediği anda besin artık yayılarak dışarıya çık­ maz. Küçük cüzü de birlikte çıktığı zaman ona üç damar gönderi­ lir ki, bunlardan biri akciğere doğru gider. Bu damarın doğuş ye­ ri ise, yüreğin soluna yakın bir yerdir ki, burası aynı zamanda atar­ damarın bitiş yeridir. Sağ boşluktan akciğer tarafına dönmüş gibi» iki zan vardır. Doktorlar bu özelliği için ona şiryân daman demiş­ lerdir. Bunun şöyle bir faydası vardır: 148

MARİFETNAME

Bundan sızan kan, çok ince ve yufka olup, akciğer cevherine benzemektedir. Çünkü bu sözünü ettiğimiz kan ,kalbde az bir za­ man kalmış olduğundan, burada pişmez, atardamara döküldüğü zaman oradaki mevcut sıcaklıkla pişer. 2. damar kalb çevresinde dolaşmış ve içinde dağılmıştır. Kal­ bin gıdası ondan gelir. 3. damar özellikle insanda sola eğilerek göğüs omurlarından 5. omura gitmiş ve onu kendisine dayanak yapmış, alttaki 8 ka­ burgaya ve onlara yakın kaburgalara taksim olmuştur. Üste çıkan kesimi kalp çevresini geçtiğinde göğsü ikiye bölen zar ile kılıfın üstüne’ ve tev’e adı verilen yumuşak etlere çekince damarlar halinde dağılmıştır. Üste çıkan kısım boyun kemiğinin halkasına geldiğinde ikiye bölünmüş ve parçalar birbirlerinden uzaklaşarak boyun kemiğinin bölgesine gelmişlerdir. Her iki kol da kendi içinde ikiye bölünmüş­ tür. Bu kolların biri sağdan, diğeri soldan göğüs kemiği üzerine in­ mişler ve gırtlağa gelmişlerdir. Üste çıkan kısım sonradan 3 kola ayrılmış olup, bunlardan ikisi göğüs kemikleri arasmda bulunan kaslara dağılmış olup ,ağızları onlardaki atardamarlarına tesadüf ederek onlarla uygunluk sağlamıştır. Bu iki kollardan birçok da­ marlar çıkmış olup, göğüsten çıkan kaslara dağılmış ve gırtlağın tamamlanmasından sonra birçok damarlarda düz kasların alt kıs­ mına inmiş ve kollar ıonlara dağılmıştır. Uçları —izahı ileride yapılacak— kuyruk sokumu olan yu­ karı çıkan kaslara ve atardamarlara ulaşarak onlarla bitişmiştir. Yukarıya çıkan üst kısmın üç üncüsü kol ve omuzlara besin ver­ miştir. Herşeyi yoktn yaratan, böyle yüce san’at ve hakikatle, şekil ve hikmetlerle biz insanları hayrete düşüren Cenabı Hakk’ın şanı ne yücedir. KISIM : 3 ECVEF DAMARININ GÖĞÜS VE GÖĞÜS ÜSTÜNDEKİ ORGANLARDA BULUNAN KOLLARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: 149

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Göğüs ve omuz kaslarına dağılan iki kolun geri kalan kısmı bir çift daldır ki, bunlar da kendi içlerinde beşer kola ayrılmışlar­ dır. Bunlardan herbirinin bir kolu göğüste yayılmış halde olup, göğüs kemiklerinin dört üst kemiği besinlerini onlardan alır. Bunlann 2. kollan omuzda dağılmıştır ve orada bulunan kas­ lar da besinlerini oradan temin ederler. Üçüncü kolları iki yandan boyunda dağılmış haldeki kaslara yayılmış ve onlara muhtaç oldukları besini temin etmişlerdir. Dördüncü kollan boyun üstünde bulunan altı omur delikleri­ ne aynlmış iki yandan bu omurlara girdikten sonra başa geçmiş­ tir. Oradaki kaslar, muhtaç oldukları gıdayı buradan alırlar. Beşinci kolları bütün kollardan büyüktür. Bunlar çift taraftan onun içine gelmiş ve herbiri dört kola ayrılmıştır. Kolların herbirisine ait bir kol göğüs kemiğinde omuz eklemine hareket veren kas­ lara bölünmüşlerdir. İkinci kolları gerçek ete ve koltuk altındaki damarlara dağıl­ mışlardır. Üçüncü kolları göğüs üzerinden geçer ve yumuşak yere iner. Dördüncü kolları büyüktür ve kollardan herbiri üçer bölüme ayrılır. Bu üç kısmın ikisi omuz diplerine gelmiş ve oradaki büyük-küçük kaslar ile omuz kemik altlarındaki büyük kaslara dağıl­ mışlardır. Geri kalan üçüncü kısmı ise, büyüktür ve herbiri. kendi içinde iki kola ayrılır. Göğsün üzerinden ellere gelir ve ellerdeki kaslara dağılır. Doktorlar buna ıbtî derler. Üste doğru yükselen kısmın 3. kolu boyuna yükseldiği sırada ikiye bölünmüş ve bunlardan biri dış boyun damarı, diğeri de şahdamar şeklini almıştır. Boyun dış damarı boyun halka kemiğine gelince ikiye ayrılır. Bunlardan biri ondan aynldığı zaman yükselerek öne gelmiş, di­ ğeri ise önce öne doğru inmiş, sonra da yukarıya çıkarak boynun dış kısmına varmış, önceki kısımla buluşmuş ve onunla birleşmeyi temin etmiştir. Bu sözünü ettiğimiz iki kısım, meşhur şahdamarı meydana getirmiştir. İkinci kısmın evvelki kısımla karışma temin etmesinden ev­ vel, bundan iki kol çıkar, birisi genişlemesine gidip, çukur yerde köprücük kemiklerinin birbirleriyle karşılaştıkları yerde yine bir­ leşir ,İkincisi boynun dışında eğilmiş durumda bulunur ve sonra­ dan iki ferdinden aynlarak yalnız kalır. 150

MARİFETNAME

Sözünü ettiğimiz bu damarlardan 2. çifti örümcek ağma ben­ zer kollara ayrılır. Bu kollar, omuzlara doğru uzandıklarında her­ biri omuz damarı ismiyle anılır. Bu omuz damarlarının yanların­ dan iki damar omuzun üst kısmına kadar ona arkadaşlık eder. Fa­ kat bir tanesi orada tutulur ve dağılır. Ancak omuz daman her ikisini de geçer ve elin sonuna ulaşır. O da boyun dış damarının kanşmasından sonra ikiye ayrılır. Bir kısmı içten olup küçük kü­ çük dalları vardır ve dağılışı da üst çenedir. Bu kollardan da daha başka aynlan büyük kollar olup, bunlar da alt çenede dağılmış va­ ziyettedirler. Beyan ettiğimiz bu iki sınıf koldan çıkan çok miktardaki ince • damarlar dil çevresine dağılmış vaziyettedir. İkinci kısım belirlen­ miş olup, kulaklar ile başa yakın yerlere dağılmış haldedir. Fakat şahdamarı yemek borusuna yukarıya çıkarken arkdaşlık etmiş ve onunla yukarıya doğru kollar göndermiştir. Bu kollar dış şahdamarmdan gelen kollarla birleşmiştir. Sonra bu damarların tümü yemek borusuna, gırtlağa ve iç kaslara aynlmış olup, nihayet lam yivine varmıştır. Daha sonra ondan da çok miktarda kollar çıkmış bir ve ikinci omurdan sinirlere dağılmıştır. Oradan da çok ince kılcal damarlar halinde baş ile boyun eklemlerine gelmiştir. Yine oradan da daha başka kollar çıkmış ve beyin üzerindeki kafa kemik zarına gelerek iki tarafın birleştiği noktaya çıkmış ve oradan da kafa kemiğine inmişlerdir. Bu kolların gönderilmesin­ den sonra geride kalan damar lam yivinin nihayetinde kafa boşlu­ ğuna girer ve ondan beynin iki perdesine ayrılan kollar bulunur ki, bu perdeler muhtaç oldukları besinleri bu kollardan alırlar. Sert perdeler çevrelerindeki kısımlarla bu kollan bağlamış ve ondan uzaklaştırmışlardır. Kafatası perdelerine gelen gıdalar onlardandır. Bunlann dağılışı ince zardan beyne inen atardamarla­ rın dağılmasına benzer. Atardamarları sağlamca bağlamış ve geniş yerde de karşılamıştır ki, buna sebep de ağızların kanın dökülme­ si ve orada pişip yanması içindir. Sonra da iki tek arasına dağılmış ve 1. musıva adım almış tır. Oradaki kanın aktığı kollardan kam emdiği sırada örter ve ön kanna uzanmış ve oraya kadar uzanan atardamarlarla birleşmiş­ tir. Bu zar meşime ,yani ana rahmindeki çocuğu besleyen kan tor­ bası ağıyle örülmüştür. ısı

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

Bütün bunlar Allahü Zülcelâlin kudret ve azametini gösteren birer delil olmuştur. KISIM : 4 ECVEF DAMARININ KOLLARI VE FAYDALARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Ana toplardamar (kıfal)m esasını omuz damarı oluşturur. Ondan çıkan ve çoğalan kolların başlangıcı ana toplardamardır ki buna kıfal denilmektedir. Pazuda kol boyuna uzanan bu damar, aynca pazu dışına ve derisine dağılan kollar gönderir. Dirsek ek­ lemine yaklaştığında üç kola ayrılır. Bu kolların birine kol ipi mâ­ nâsına gelen Habluz-zırâ’ adı verilmektedir. Bu kısım üst dirsek oynağının dışı üzerinden uzamıştır. Oradan dışa ve aşağıya, yani dirsek altının yumru dışına bükülerek eğilmiş ve alt oynağın cüz­ lerine yayılmıştır. İkinci kısmı bilek dışından meylederek dirseğe taraf dönmüş ve koltuk altındaki bir kolla birleşmek üzere gitmiş ve bu iki ke­ mikten ehhâl, yani baş ve gövde damarı meydana gelmiştir. Geride kalan üçüncü kısmı ise derinden gidip tekarr ibtîden gelen bir kolla birleşmiştir. İbtînin, koltuk altının evvelki kolla­ rı pazunun içine inmiş ve oradaki kaslara yayılmışlardır. Bu kol­ lardan biri, kol kemiğine kadar uzanmıştır. Adı geçen ibtî dirsek eklemine yaklaştığında ikiye bölünür. Bunlardan bir kısmı içeriye girmiş ve ana toplardamardan kifâlden de geçer ve kol ile biraz birleştikten sonra ondan ayrılır. Bu kolun bir kısmı içe doğru in­ miş, küçük parmak ile yanındakinin tamamına ve orta parmağın da yarısına kadar inmiştir. İkinci ekleme çıkıp kemiğe dokunan elin cüzlerine ayrılmıştır. İbtinin, yani koltuk altının. 2. kısmı bilek içinde dörde ayrıl­ mıştır. Bu kollardan biri de bilek altında ve bileğe ulaşıncaya ka­ dar yayılmıştır. Diğer bir kolu da birinci kolun üzerinde olup, ya­ yılışı onun gibi olmuştur. Üçüncü kol, kol ortasında ve yine bilek­ ten türemiş olup, çeşitli kollara ayrılmıştır. Kolların içinde en büyüğü 4. sü olup, hem yüksek ve hem de 152

MARİFETNAME

açıktır. Bir kolu ana atardamarın koluyla birleşmiş ve bunlardan da baş ve gövde damarı denilen ekhal hasıl olmuştur. Geri kalanı da derine gidip gömülmüştür. Ekhal damarı içten doğar, üst dirseğe kadar çıkarak dışanya gider ve L şeklinde iki kola bölünür. Üst kolu üst bilek oynağına doğru inmiş ve bileğe dönmüştür. Baş parmağın arkasında ve baş parmak ile şehâdet parmağının arasında ve şehâdet parmağında, yani bizzat kendisinde yayılır. Alt kolu ise dirseğin alt kısmına inerek üçe ayrılmıştır. Bu kollardan biri, şehâdet parmağı ile orta parmak arasına gelir ve üstten şehâdet parmağına gelen bir damar koluna yapışarak onun­ la bir damar oluşturur. İkinci kol sağlam ve kuvvetli olup orta parmak ile onun yanmda bulunan parmak arasmda yayılır. Bu kollann tamamı kolların eklemlerine bölünmüştür. Ellerin parmakları Cenabı Hakk’ın inâyet ve yardımıyle ha­ reketini bunlar sayesinde yapıyor. İnsanı yaratıklann en üstünü ve en güzeli kılan Allahü Zülcelâl her türlü noksan sıfatlardan uzaktır. KISIM: 5 ECVEF DAMARININ BEDENİN AŞAĞISINDAKİ BÜYÜK KISMI VE KOLLARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Ecvef damarının aşağı inen büyük kısmı, karaciğerden çık­ tığı zaman daha bel kemiğine dayanmadan önce kendisinden bü­ yük bir damar ayrılır ve bu damar da kıl misâli incecik damarlara ayrılır. Sağ böbrek liflerine giderek böbrekte ve onun yakınında kalan yerlerde yayılır ve onların hepsini sıcak gıda ile gıdalandırır. İnen kısmından daha sonra büyük bir damar aynlır ve kıl da­ marlara bölünerek dağılır. Sol böbreğe gelerek onun liflerini bu­ lur, onların civarında kalan yerlerde dağılır. Bunların tamamının gıda ihtiyacı bu koldan sağlanır. Sonra inen bu kısımdan ayrılan iki damar var ki bunlara Talûn adı ve153

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

rilmiştir. Bu damarlar gıda vermek gayesiyle böbreklerin içine ka­ dar girmişlerdir. Çünkü izahı yapılan atardamarlarda olduğu gibi, bu talûnlar da böbreklerin besinini çekerler. Bu talûn’ün sol ta­ rafından çıkmış olup, hem erkek ve hem de kadınlarda sol yu­ murtaya kadar inmiştir. Çıkan bu damar da ayrıca sağdan kolla­ ra ayrılarak sağ yumurtaya varmıştır. Bu damar iki böbrekten gerek kadınların ve gerekse erkeklerin cinsiyet organlarına doğru meyleder. Bunların daireye benzer şekilleri olduğundan, böbrek­ lerden yumurtalara akan saf kan, onlarda pişer ve kırmızı kan şeklinden beyaz meniye dönüşür. Yine bel kemiği (omurga) nden yumurtalara ulaşan iki da­ mar vardır ki, bu erkek cinsiyet organında kaybolur. Sonra inen bu kısım, omurgaya dayanarak inerken her omurun yanında o damardan daha başka kollar ayrılır. Ayrılan bu kolların bir kısmı girmiş ve omurilikte sona ermiştir. Diğer bir kısmı ise, yanlarında­ ki kaslara dağılmışlardır. Yine bir kısmı da leğen kemiklerine gel­ miş ve karın kaslarında sona ermişlerdir. Bu inen kesim izah edildiği şekilde omurga omurunun sonuna geldiği zaman orada ikiye bölünmüş olup ,biri sağ, diğeri de sol oy­ luğa varmıştır. Sözünü ettiğimiz bu iki kısım henüz oyluklara var­ madan evvel herbirinden on tabaka damar ayrılmıştır. Birinci ta­ bakaları sert bir yere gelmiş, ikinci tabakaları ise kılcal damarlar olarak ortaya gelmiş. 4. tabakaları mak’ad kaslarına ve kuyruk sokumunun dışına ayrümış. 5.tabakaları kadınlarda ana rahmi boyunca uzanmış ve bir kısmı orada ana rahmine bitişik halde kısımlara ayrılmışlardır. Bunlardan biri,sidik torbasına ayrılmış, diğeri ise sidik torbasının boyun kısmına gelmiştir. Bu 5. tabaka genellikle erkeklerde daha çok bulunur. Bu sebeple hem sidik torbasını sarmış ve hem de er­ keklik âleti olmuştur. 6. tabakaları kasık kemiği üzerindeki mevcut kaslara gitmiş ve orada dağılmıştır. 7. tabakaları, karın üezrinde bedenin yukarısına doğru çıkan kaslara yükselmiştir. Bu esas damarlardan ayrıca kadınlarda 4 da­ mar daha çıkar ve dört yandan an rhmine iner. Yine onlrdan çı­ kan 8 damar göğüs üzerindeki memelere çıkar. 154

MARİFETNÂME

8. tabakaları erkeklerde cinsiyet organına, kadınlarda ise ön tarafa gelir ve oralarda dağılır. 9. tabakaları oyluğun iç kaslarına inmiş ve bu kaslarda dağıl­ mıştır. 10. tabakaları baldır yanlarından leğen kemiklerine çıkmış ve ellerin tarafından inen damarların çevresine ulaşmış ve hep­ sinden çıkan büyük cüz’ü bacaklarda inmiş ve onda başka kolla­ ra bölünmüş ve böylece 20 tabakaya ulaşmışlardır. Damarlardaki bu sınıflandırma ve dağıtım, bilginleri hayret içine düşürmüş ve yaratıcılarını bilmek hususunda büyük ibret olmuştur. Damarlardaki kanı nehir suları misâli akıtan bir ve kahredici olan Allah’ın sanı ne yücedir! KISIM: 6 ECVEF (BOŞ) DAMARIN UYLUK AŞAĞISINA İNEN DALLARI VE FAYDALARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki : Açıklaması yukarıda yapılan tabakalardan geri kalanları, oy­ luğun içine inmiş ve her kısım bir oyluğun içinde 15 dal meydana getirmiştir. Bunlardan; Biri oyluk önündeki kaslara bölünmüştür. Biri dışarıdan içeriye doğru kaslara taksim olunmuştur. Biri dış yüzdeki odalara dağılmıştır. Biri dıştaki kaslara varmıştır. Dördü bacak içine doğru gömülmüş ve kaybolmuştur. İkisi bacak altında bulunan kaslara varmıştır. İkisi diz mafsallarına kadar varmıştır. Geri kalan üç daldan dış yüzde olanları akciğere giren soluk borusundan topuk mafsalına kadar uzar. Orta dal, dizin sonundan baldır içindeki kaslara bırakır ve kendisi de aşağıya iner. Ondan kalan iki daldan biri baldırın iç kısımlarına gömülerek kaybol­ muştur. Birisi İse, iki kemik arasında uzar ve ayak önüne inerken ay­ nı dış yüzden bir kol ile karışır. Dallardan 3. cüsünün iç yüzü bal­ 155

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

dır içine eğilmiş büyük bir ciğer borusunun bombeli tarafından topuğa gider ve ayağın iç kısmına gelir. Sözünü ettiğimiz 3. dal, orada dört kola ayrılır, bunlardan iki­ si aşağı dış kısımdan ve küçük kemik yanından ayağa girmiş, ikisi ise yukan iç kısmındadır ve birisi hariçten gelen ile birleşme temin eder. Ayağın üst yüzüne çıkarak yayılmıştır. İç yüzdekinin dışa bakan kolu İkincisiyle birleşmiş ve ayağın alt tarafında dağılarak sona erer. İnsan bedenindeki mevcut kan damarları bunlardan İbaret­ tir. Hepsinin toplamı 360 damar eder. Şekil veren ve Hâkim olan Yüce Mevlâ'nın en güzel surette yaratmış olduğu insan vücudun­ daki yüce, bedii ve sanatının ne derece yüksek olduğunu düşünme­ ye ve anmaya vesile olması için insan vücudundaki cüzleri ve uzuvlan kısca da olsa burada ifade etmeye çalıştık. Aıtık bundan sonra duyu, kuvvet ve hikmetli şeyle rile, organlann diğer şekillerini de iki konu başlığı altmda izaha geçiyo­ ruz. Bedendeki mevcut ince sanatlar sayısızdır. Biz bu kadarını an­ latmayı yeterli gördük. Çünkü, insan vücudundaki organların bo­ zulan kısımlan hakkında âlimler yüzlerce, binlerce eser yazmış ve yine de bitirememişlerdir.

KONU:4 İNSAN BEDENİNDEKİ KUVVETLER ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 İNSANDAKİ KUVVETLER VE ORGANLARIN HAREKETİ Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Kuvvetler ve fiiller birbirleriyle bilinebilen ve birbirine bağlı olan iki kavramdır. Çünkü kuvvetlerden herbiri ayn bir iş, ve fiil­ dir. Yani, her fülin mutlaka bir kuvveti vardır. Şu halde fiiller na­ sıl iki çeşit ise, kuvvetler de aynı şekilde iki çeşittir. 1 — Tabii kuvvetler. 2 — Nefse ait (nefsanî) kuvvetler. Bu kuvvetlere başkanlık eden ve onları idaresi altında bulun­ duran bir uzuv vardır ki, kuvvetlerin kaynağı (madeni) nı o or­ gan teşkil eder. Fiillerin meydana gelişi de organlar sayesindedir. Nefsî nebatî olan tabi! cins, iki kısma ayrılır. Bir kısmının gayesi, bedeni gelecek tehlikelerden korumaktır ki, bu ‘kısım bedeni gıdalandırmak ve böylece büyümesini ve yaşa­ masını temin etmek hususunda tasarruf sahibidir. Hayatının sonu­ na kadar ona tazelik verir ki, bu kısmın yeri ve hareket merkezi karaciğerdir. Diğer kısmın gayesi ise, bedenin soyunu, yani neslini devam ettirmek vazifesini görmektir ki, bu da kadın ile erkeğin cinsi münasebette bulunmasıyle olur. Bu ise bedendeki karışımların oluşturduğu meni cevherinin kadının rahmine düşmesiyle, Allah-' m muradıyle ve can vermesiyle mümkün olur. Bu kısmın yeri ve hareket alanı kadın ve erkek cinsiyet organlarıdır. 187

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

'Nefsani (hayvani) cinse gelince; bu da iki kısmı içine alır : 1 — İdrak edici (müdrike) kuvvet. 2 — Hareket edici kuvvet. İdrak edici kuvvet de kendi içinde 2’ye ayrılır : 1 — Dış kuvvet. 2 — İç kuvvet. Bedenin dışında görülebilen beş kuvvet vardır : 1 — Duyma kuvveti. 2 — Görme kuvveti. 3 — Koklama kuvveti 4 — Tad alma kuvveti. 5 —Dokunma kuvvetidir. Bedenin içinde bulunan idrak edici kuvvetler de beşe ayrılır : 1 — Ortak duyucu kuvvet. 2 — Hayal kuvveti. 3 *— Fikir (düşünce) kuvveti 4 — Vehim kuvveti. 5 Hafıza kuvveti. İç idrak edici kuvvetlerin merkezi ve hareket alanı beyindir. Hareket edici kuvvet icra ettiği iş ve fiillere (gördüğü iş) gö­ re kısımlara ayrılmıştır. Çünkü her kasın yaratılış şekli ve tabiatı başka başkadır. Bunun bir kısmı, beden damarlarını ve kirişlerini hareket ettirip titreterek, tutarak, salarak açan ve kapıyan bir kuvvet görevini ifâ eder. Bunlar sayesinde eklemler açılıp organlar hareket eder. Bu kuvvetlerin yeri, hareket alanları kaslara bitişen sinirlerdir. Hareket ettiren kuvvetin bir kısmı gadab, diğeri de şehvet kuvvetidir. Kızma hali, hayvanı kuvvete arız olan sıkma ve daralmadır. Şehvet ise, hayvani kuvvetteki genişlemedir. Kızgınlığın ve şehevî kuvvetin yeri ve hareket sahası yürektir. Esasen bütün kuvvetle­ rin başlangıcı kalbdendir. Fakat bildirilen yer ve hareket merkez­ leri, sözü edilen kuvvetlerin harekete, yani füle dönüştükleri yer olduğu için herbirine başlangıç ve merkez denilmiştir. Meselâ, duyuların merkezi beyin olduğu halde, her duyu için­ de aynca bir organ tayin edilmiştir. Çünkü o duyunun, özel fiili o organ tarafından yapılmıştır. Fakat yemeklerin sindirilmesi bazı basit işler his kuvvetle tamamlanabilmiştir. Bazıları da yemek ye­ 138

MARİFETNÂME

meye iştahı olma ve yemek yeme gibi çift hareketle tamamlanırlar Çünkü bu iş bir çekici kuvvet ile bir de midenin ağzındaki his kuv­ vetiyle tamamlanmıştır. Fakat çekici kuvveti uzun ve nemli olan lif tellerini harekete geçirir. Duyucu kuvvet ise bu hareket saye­ sinde iştahı çeker ve kişide yemek yemeye istek uyamr. Eğer du­ yucu kuvvete herhangi bir hastalık ya da âfet anz olursa, yemek yemeye olan istek, iştiha kaybolur. Sübhane musebbi bul esbâb. KISIM: 2 İNSAN VÜCUDUNDAKİ TABİİ NEFS, NEBATİ NEFS VE YARDIMCILARI Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Ana rahminden şehâdet âlemi olan dünyaya gelen çocuk dört can ile hayat bulmuş olarak doğar. Bunlar: 1 — Tabiî nefs. 2 — Nebati nefs. 3 — Hayvani nefs. 4— İnsanî nefstir. 1— Tabiî nefs : Bedenin parçalarım muhafaza eden ve birbi­ rinden ayrılıp dağılmalarım önliyen bir kuvvettir. Bu kuvvetin ye­ ri bütün bedendir. Bu kuvvetin iki ayrı hizmetçisi vardır ki bun­ lara da hafiflik ve ağırlık denilmiştir. Hafiflik bedenin dış muhi­ tine ağırlık ise içine, yani merkeze doğru eğimlidir. 2 — Nebatî nefs: Bedenin uzunluk, genişlik ve derinliğine yayılan ve bedenin cismini büyüten kuvvettir. Bu nefsin bulun­ duğu yer karaciğerdir. Az evvel izahım yaptığımız tabiî nefs ve ona hizmetçi vazifesini görenler, hepsi birlikte nebatî nefs’in hizmetin­ de bulunurlar. Nebatî nefsin bunların haricinde ayrıca kendisine ait 9 hizmetçisi vardır ki bunlar: 1 •— Çekici kuvvet. 2 — Tutucu kuvvet. 3 — Sindirme kuvveti. 4 — Ayıran (mümeyyiz) kuvvet. 5 — Dışarı atan kuvvet. 199

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

6 — Üreten kuvvet. 7 — Şekil verici (musavvir) kuvvet. 8 — Besleyici kuvvet. 9 — Büyütücü kuvvettir. Şimdi bunlar üzerinde kısa izahlar yapalım : 1 — Çekici kuvvet (cazibe) : Bedene fayda temin edecek gı­ daları hariçten bedenin içine çekme görevini yapan kuvvettir. Bu işi kendi yeri olan mide ile ve onun ağız lifleriyle yapar. 2 — Tutucu kuvvet: Midede gıdayı tutan kuvvettir ki ,bu işi midenin aşağısındaki genişlemesine olan eğik bir lif ile yapar. 3 — Sindirme kuvveti: Çekici ve tutucu kuvvetlerin sakla­ mış oldukları faydalı gıdayı yoğurarak hasıl eder, besleyici ve artırıcı (doğurucu) kuvvetlerin işine hazır hale getirir. Geriye ka­ lan kısmı kanşır ve gıda haline getirerek organlara dağılır. Bu ya­ pılan işe sindirim denilmektedir ki, bu kuvvet, pişirmek ve karış­ mak işi kendi bölgesi olan mide, karaciğer ve damarlarda onların mevcut sıcaklıklanyle olur. 4 — Ayıran kuvvet: Gıda piştiğinde kalım ile incesini birbi­ rinden ayıran kuvvettir ki, bu kuvvet işini kendi yeri olan mide­ nin iç yüzünde yapar. 5 — Dışarı atan kuvvet: Gıdalar içindeki fazlalıkları ve işe yaramayan kısımları veya kâfi miktardan fazlasını yollarından ve­ ya kendisine ait deliklerden çıkararak atar. Meselâ, ağacın zamkını dışarı atması veya bu kuvvetin fazla­ lığı kıymetli organdan kıymetsiz organa aktarması buna misâldir. Bu kuvvet, işlerini midenin altındaki sıkan ve genişlemesine olan lifin kirişiyle yapar. 6 — Üreten (doğurucu) kuvvet: Bu besinlerin en incesi ve yufkasını toplar ki, bu gıdalardan da o cismin bir benzeri meyda­ na gelir. Bu toplanan gıdalann en ince kısmına bitkilerde tohum, hayvanlarda da nutfe (meni) adı verilir. Bu kuvvet iki çeşit olup, biri erkek ve dişideki meniyi meydana getirir. Diğeri de rahim içi­ ne gelen menideki kuvveti ayırır ve her organa ait olan tabiatın meydana gelişine kadar birleştirir. Bu kuvvetin çalışma sahası da kendi yeri olan vücut damarlan olup, işlerini orada yapar. 7 — Şekil veren (musavvir) kuvvet: Allahü Zülcelalin kud­ retiyle bütün azalann şekil, biçim, karışım, girinti, çıkıntı, boşluk 100

MARİFETNÂME

ve deliklerinin sonuna kadar olan her türlü işlerini görür. Muha­ faza içinde besinlerin çeşitleri üzerinde çalışamalar yapar ve onu cisme benzer hale getirir. Bu kuvvetin çalışma yeri de kendi saha­ sı olan atardamarların içidir. 8 — Besleyen kuvvet: Gıdayı gıda alacak organa faydalı olacak hale getirir. Bedendeki alacağı vaziyeti aldırır. Bu kuvvet çalışmasını bütün organlarda yapar. 9 — Büyüten kuvvet: Bedenin her tarafmı uygun bir şekil­ de büyümesini ve gelişmesini sağlıyan bir kuvvettir. Bedene giren gıdalarla bedenin büyümesine yardım eder. Bedene giren besin­ lerle hayat bulmasına hizmet eder. Bu kuvvet işlerini kendi yerleri olan bedenin tamamında'yapar. Anlatmaya çalıştığımız bu iki nefis, kendisine yardımcı olan­ larla birlikte hayvani nefse hizmet eder ve ona itaatten dışarı çık­ mazlar ve onun isteğine ram olurlar. Hayvani nefs, konuşan nefse binek olmuştur. Bizi ona hâkim, onu da bize memur kılan Cenabı Hâk, her türlü noksanlıktan uzaktır. KISIM: 3 İNSAN BEDENİNDEKİ HAYVANİ NEFS VE ONUN HİZMETÇİLERİ OLAN DUYULAR

Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Hayvani nefis, bütün bedeni saran bir kuvvettir. Bedenin ha­ reketi onun isteğine göre olur. Duyusu ile eşyayı bilir, tanır, öğ­ renir. Hayvani nefsin yukarda izahını yaptığımız hizmetçilerinden başka 12 tane hizmetçisi vardır ki, 40 tanesi his, diğer ikisi de hid­ det ve şehvettir. Duyuların beşi beden dışında olup, bunlar, göz, kulak, burun, dil ve deridir. Geri kalan beşi de bedenin içinde ve beyin boşluğundadır ki bunlar da: 1 — Ortak duyu. 2 — Hayal. 3 — Vehim. 4— Fikir (düşünme). 5 — Hafızadır. Bu duyuların hepsi için tesbit edilen ayn bir iş vardır ve her

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. duyu kendi işini yapmakla meşgul olur. Beden dışındaki duyular­ dan biri, işitme duyusu olup görevi sesleri ve harfleri duyarak bir­ birinden ayırmaktır. Sesleri ve sözleri duyup anlamamız ancak bu duyu sayesindedir. Bu özellik sadece bu duyuya mahsus olup, di­ ğerleri bundan mahrumdur. İşitmenin meydana geldiği yer iç ku­ lakta nohut tanesi kadar büyüklüğü olan ve içi sıvı ile doldurul­ muş bir yerdir. Görme duyusunun görevi, şekilleri ve renkleri görmek ve anla­ maktır. Beyaz-siyah, uzun-kısa, büyük-küçük, uzak-yakm, güzelçirkin ,aydınlık-karanlık v.s. gibi birbirine zıt vasıflar ile bunun gibi şeyleri birbirinden ayırır ki, bu vasıf da ancak gözde, yani görme duyusunda vardır ve diğer duyularda bu yoktur. Bu kuvve­ tin çahşma sahası gözdür. Koklama kuvvetinin görevi, güzel ve çirkin kokuları algıla­ mak ve birbirinden ayırmaktır. Bu işte ancak koklama duyusuna has birşey olup, diğerlerinde yoktur. Bu kuvvetin çalışması beynin ön tarafındaki meme uçlarına benziyen iki küçük et parçasıdır. Tatma kuvvetinin görevi, ağza alman gıda v.s. gibi tatlı-acı, ekşi-tuzlu v.s. gibi tatları almaktır. Acıyı tatlıdan, ekşiyi tuzlu­ dan ayırmak ile her türlü yemeğin ve meyvelerin tatlarını almak ancak bunun sayesinde mümkün olur. Bu işi yapma hususiyeti ancak bu kuvvetin olup, diğer duyularda yoktur. Bu kuvvetin ye­ ri, boğazın aşağı kısmı ile dil üzerinde yayılan kastır.

Dokunma kuvvetinin görevi, yumuşak ile serti ,sıcak ile soğu­ ğu, yaş ile kuruyu, hafif ile ağırı birbirinden ayırmaktır. Yine bu işi görme vasfı da ancak dokunma kuvvetine ait olup, diğer duyular bundan yoksundur. Bu Kuvvetin yerin bütün bede­ nin dış yüzüdür. Fakat el ayasıyla parmaklar arasında bu his çok daha açık olup, orta parmak üzerinden zirve noktasına çıkmıştır. Gerek bu durum ve gerekse bu sıra, Yaratıcı ve Bari olan Al­ lahü Zülcelâlin kudret ve kemâlini, nimetlerini, çokluğunu ayan beyan ortaya koymuştur. Bu yüce sanat, âlimler için büyük ibret olmuştur. İnşam varlıkların en güzeli olarak yaratan Sâni ve Ha­ kim olan Allahü Zülcelâl her türlü ayıp ve noksanlardan uzaktır. O di. Keşke

yüce Mevlâ bize lütfü ve inamıyle göz, kulak ve kalb ver­ O’na lâyık olabilsek ve hakikî bir kul olabilsek! 162

MARİl'ETNAME

KISIM : 4 HAYVANİ NEFSİN BEŞ İÇ DUYUSU Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Beş



duyu

kuvveti

beynin

üç

boşluğunda

hayal kuvveti, düşünme kuvveti, vehim dir. Şimdi bunları izaha gayret edelim :

kuvveti

olup; ve

ortak

hafıza

duyu,

kuvveti­

1 — Ortak duyu kuvveti : Bu,

hizmetçi

duyuların

ilkidir.

Buna

bu

ismin

verilmesine

se­

bep iki mânâdır. 1. mânâ : Gözlerin idrak ettiği birşey in şekli ortak duyu saye­ sinde

birşeymiş

gibi

görünür.

Çünkü

bir

duyu arasında herhangi bir arıza olması leri şaşı olur ve birşeyi iki taneymiş gibi görür.

kimsenin halinde

gözü

,o

ile

ortak

kimsenin

göz­

2. mânâ : Ortak duyu, dış duyuların arkasında ve iç duyuların önünde başlangıç kısmında olduğundan, dış duyularla algılanan şeyler önce ortak duyuya gelir. Nehire benzeyen bu duyular, ortak duyu denizinde birleşir ve sonra da iç duyulara karışır. Kalbe gelen fikir ve düşünceler evvelâ beyne çıkar ve oradaki duyuları geçerek ortak hisse gelir. Bu nehirler ve çeşmeler ortak duğunda oradan da bedenin dışındaki duyulara gider. Bu

kuvvete

ortak

duyu

kuvveti

duyu

denilmesinin

denizine sebebi

Onun işi yazılan birşeyin tercümesini yapmaya benzer. duyulara tercümanlık olan ortak kuvvetin bu vasfı diğer lerde yoktur. Bu kuvvetin

çalışma

merkezi

önce

de

açıkladığımız

dol­

budur. Şanında kuvvet­ gibi,

üç

boşluktan ilkinin ön tarafıdır. 2 — Hayal kuvveti : Bu kuvvetin iş ve sanatı dış algılanması (idrak) halinde. Meselâ, dığını

veya

başka

ne gösterebiliyor. görebiliyor. yere

birini

görse

Yani,

adamın

de,

duyulara olan herhangi birşeyin bir kimse .gördüğü bir tanı­ önceden

kendisi

onu

göreceğini

olmadığı

halde

kendisi­ hayalinde

Veya bir kimse herhangi bir şehri görse ve sonra da başka bir gitse ve önceki gördüğü şehri tekrar görmeyi arzulasa o şe­

hir orada olmasa bile o kimse hayalinde o şehri görebiliyor. lin gördüğü iş, hayal kuvvetiyle mânâları idrak etmektir.

Haya­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Esasen hayal, bir kâtibe benzer. Çünkü mânânın şekilden uzak kalmamasını temin kâtibin işidir. Yani, bir kelime söyleniş­ le şekil haline gelmedikçe mânâsı meydana gelmez ve hiçbir kim­ seye telâffuzu ulaşmaz. Fakat kâtip, şekil ve ses halinde olmıyan mânâyı başkasına ulaştırabiliyor. Aynen kâtibin yaptığı iş gibi ha­ yal de şekil halinde olmıyan şeyleri diğer duyulara gösteriyor. Bu gibi mânâların algılanması bu kuvvete mahsus olup, diğer kuv­ vetler bundan yoksun kalmışlardır. Bu kuvvetin yeri ve iş merkezi ortak duygunun arkasında ona bitişik haldeki ilk boşluğun arkasıdır. 3 — Düşünme kuvveti: Şayet bu kuvvet bir insamn konuşma kuvveti ve kendi fay­ dasına kullandığı bir kuvvet olarak kabul edilirse bu durumda ona, düşünen, hatırlayan, istediğini yapan kuvvet denilir. Şayet hayvani vehim kuvveti bunu kullanır da bu kuvvet- de onun için hazı rolursa, onun ihtiyaçlarını görürse bu halde kuv­ vete hayal gücü denilir. Düşünme kuvvetinin işi budur. İç ve dış duyulardan hafıza kuvvetinde yazılan ne varsa düşünme kuvveti o şekillerin hepsini görür ve okur. Bu kuvvetle diğer kuvvetler arasındaki fark şudur: Diğer duyu organları algılananlardan kendilerine gelenlerin sadece birini benimser ve toplar. Diğeri de o toplanan şekilleri mu­ hafaza eder. Fakat üçüncü kuvvet dediğimiz düşünme kuvveti, ikinci kuvvetteki suretleri istediği şekilde kullandıktan başka, o suretlere uygun olan ya da olmıyan mahalleri de hazırlayabilir. Bunun içindir ki, bu düşünme kuvveti vehime kuvvetinin bir âle­ ti. gibidir. Bu anlayış sadece buna aittir. Halbuki diğer kuvvetler­ de bu vasıf yoktur. Bu kuvvetin yeri ve hareket merkezi beynin orta boşluğunun ön tarafıdır. 4 —• Vehim kuvveti: Bu kuvvetin gördüğü iş .görülen, görülmeyen şeyler ile doğru ile yanlış gibi şeylerden nefsi haberdar etmek ve dış âlemde sureti olan ve olmayan mânâ ve suretleri idrak etmektir. Meselâ, âlemde yüzbin güneşin varlığı vehmediliyor. Fakat âlemdeki güneş sadece bir tanedir. Yahut da yüzbin cıva denizi bu* lunduğu vehmedilebilinir. Fakat dünyada bir tane cıva denizi bile mevcut değildir. Yahut da, altın ve gümüşten ya da diğer cevherlerden mey­ 164

MARİFETNÂME

dana gelen birçok dağlar ve tepeler düşünülebilir. Fakat dünyada bunun tek bir benzeri yoktur. Vehim kuvveti, konuşamıyan hayvanlarda insanlardan çok daha kuvvetlidir. Zaten onlar bu sayede, hayatlarını devam ettirebilmekteler. Meselâ, küçük bir kuzu binlerco annesine benziyen ko­ yun içindeki annesini bu duygu ile kolayca bulabiliyor ve tanıya­ biliyor. Çobamn kendisine sadık bir dost, kurdun ise amansız bir düşman olduğunu bu kuvvet sayesinde bilebiliyor. Yani demek olu­ yor ki, hayvanlardaki vehim kuvveti insanlardaki akim gördüğü işi görüyor. Çünkü hayvan, dostunu ve düşmanım bu kuvvet sa­ yesinde bilir. Bu kuvvetin tesiri altmda kalan insan, bazen hayvanların yaptığını yapar. Vehim kuvveti hayal kuvvetlerini kullanıp olma­ sı mümkün, olağan, alelâde şeylere uymayan, gerçeğe aykırı nice yollara sapar. Türlü sapık ,yalan, yanlış hayaller ortaya koyar ki bunların hepsi boş, yanlış ve olmaları da mümkün değildir. Akıl bunları kabul etmez. Bu sebepledir ki, vehim kuvvetine bedenin şeytanı adı verilir. Çünkü, bedenin kuvvetlerinin tamamı insan akimın hâkimiyeti altmda ve hareketleri onun emrine göredir. An­ cak vehim kuvveti insana bağlı olmadığı gibi onun emri altmda da değildir. Meselâ, bilindiği gibi, bütün melekler Hz. Adem’e secde et­ mişti de Şeytan etmemişti. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Dünyaya gelen çocuk, şeytanı ile birlikte doğar.» Bu hadiste vehim kuvvetinin varlığına işaret etmektedir. Çünkü vehim kuvveti öyle bir kuvvettir ki, hiçbir zaman boş dur­ maz. Daima yalan söyletir. Eşyayı olduğu şekilden başka gösterir. Daima hile ve aldatmada ısrar eder. Vehim kuvveti insana hücum ettiğinde aklın hâkimiyeti ortadan kalkar. Bu kuvvetin yeri beyin, işinin başlangıç yeri ise orta boşluğun arka tarafıdır. 5 — Hafıza kuvveti .* Bu levhaya benzer bir kuvvettir ki, Levh-i mahfuz’un insan âlemi olması mümkündür. Çünkü iç ve dış duygulardan buna ne gibi bir şekil gelirse gelsin, onun resmi aynen bu levha üzerinde sabit olur ve görünür. Meselâ, iki adam birbirini bir defa görmüş olsalar, başka za­ man bir kez daha karşılaşsalar, tabii ki birbirlerini hatırlar ve ta­ nırlar. Çünkü ilk defa olan karşılaşmalarında birbirlerinin sima­ ları hafızalarında yer etmiştir. Önceki görüşmelerinde hafızaya 165

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. yerleşen nakış, sonraki görüşmelerinde hafızaya yerleşen (yazılan) nakışa tatbik olunduğu zaman bu nakışlar uygun hale gelir ve birleşirler. Bundan da bu adamların daha önce görüşmüş oldukla­ rı meydana çıkar. Hafıza kuvveti, duyulabilen ve duyulamıyan suretlerden vehim kuvvetine gelen anlamların hâzinesidir. Aynı şe­ kilde duyulan suretlerin ortak duyularına gelen anlamların hâzi­ nesi hayaldir. Muhafaza, hıfz kuvveti sadece bu kuvvete aittir ve öbür kuv­ vetlerde bu yoktur. Hafıza kuvvetinin yeri ve başlangıç yeri .beyi­ nin üçüncü boşluğu ile, son boşluğunun ön tarafıdır. Şu halde de­ mek oluyor ki, gerçekte bu kuvvet yazılan bir levhaya benzer. Dü­ şünme kuvveti ise bu levhayı okuyan âlime benzer. Hayal kuvveti ise önce de zikrettiğimiz gibi, kâtip gibidir. Vehime kuvveti de söydeğimiz gibi şeytana benzer. Ortak duyu bir denize benzer ki, burası dış nehirlerin ve ır­ makların toplandığı ve dağıldığı yerdir. Beden şehrinin sultam ve hükümdarı İnsanî ruh olup, diğer kuvvet ve nefisler onun yar­ dımcısı durumundadırlar. MANZUME Tain şehri oldu canın padişahı Gönül, arş ve beyinin taht yeri Hayalin kâtip, hıfzın ise defter Fikir ilimleri o defterde musavver. KISIM : 5 HAYVANİ NEFSİN HİZMETÇİLERİNDEN HİDDET VE ŞEHVET Ey Aziz! Anatomi âlimleri diyorlar ki: Herhangi bir zararın savuşturulması veya başkasına galip gel­ mek için yapılan bütün hareketler, yürekte meydana gelmiş olup, hayvani nefstedir. Bu kuvvete hiddet, gadab, kırgınlık adı veril­ miştir. Hiddet, başkasını yenmeyi veya gelecek herhangi bir zararı defetmeyi kendisine meslek bilmiştir. Bunun yeri ve hareket mer­ kezi yürektir. Sözünü ettiğimiz hiddet, kızgınlığın orta derecesi şecaattir ki, yüreklilik, gayretlilik ve atılganlık demektir. Bu duygu, yapılacak l^te sebatkâr olmayı ve işi tamama erdirmeyi temin eder. Bu, be ğenilen bir huy ve övünmeye lâyık bir ahlâkî vasıftır. Bu duygu­ 168

MARİFETNÂME

nun ifratı ise tehevvürdür ki, çok aşın gitmek ve kudurmak de­ mektir. Bu duyguya sahip olan kimse, yapamıyacağı işleri yapma­ ya kalkar. Bu insanı kötülüklere duçar eden fena bir huydur ve daima yerilmiş ve kötü görülmüştür. Ancak bunun da haddinden fazla noksan olması da bir nevi aptallık olup, hoş görülmemiştir. Çünkü bu durumda olan bir kimse, yapabileceği bir işi yapmaktan da kaçar ki bu da evvelki gibi kötü bir vasıftır. Şehvet, hayvanı nefis tarafından bir faydayı kazanmak yahut da bir tat almak için yürekte meydana gelen harekete denir. Şeh* vet kuvvetinin isteği ve sanatı adı geçen faydayı temin etmek ve arzusuna nail olmaktır. Bunun yeri ve çalışma sahası ise yürek­ tir. Bunun orta ayarı iffettir. Bu vasıfla dine ve insanlığa yakı­ şan istek ve işlere girişilmiş olur. îffet güzel ahlâkın şubelerindendir. Şehvetin aşırısına şeref denilir ki, onunla dine ve insanlığa aykırı iş ve isteklere girişilir, bu da kötü huylardan biri sayılır. Şehvetin normalden aşağısına da amûd denir ki, istenen şehe­ vî arzu ve istekler bununla yapılamıyacağı için, bu da bir evvelki gibi hoş görülmemiş .beğenilmemiş, bilâkis zemmolunmuştur. Öf­ ke ve şehvet kuvvetleri izahı yapılacak olan İnsanî nefsin (ruhun) emrine girer ve ona kölenin efendisine itaat etmesi gibi itaat eder­ lerse ikisi de ortayı, yani itidali bulur ve insan iki güzel huyun sa­ hibi olur ki,bu huylar da şecaat ve iffettir. Gerek öfkeye ve gerek şehvete üstün durumda olan iman nefsi hür ve kâmil (olgun) dir. Eğer durum aksine olur da öfke (hiddet) ve şehvet ruha galip gelirse ve ona hâkim olarak emri al­ tına alırsa ve onu köle gibi kendine hizmet etmeye mecbur ederse, artık öfke ve şehvet normal halinden çıkar ve bu husus kişide dört fena huyun yerleşmesine sebep olur ki, bu huylar şunlardır : 1 — Tehevvür (aşırı gitme, kudurma). 2 — Cûbu (pısırıklık, aptallık). 3 — Şeref (kötülük yapmak). 4 — Hamud (haksızlığa maruz kaldığı anlarda susmak.) Bunlardan başka, daha birçok kötü ahlâk ve huy sözünü et­ tiğimiz bu huylardan çoğalır. Öfkeye ve şehvete yenilen ve onla­ ra mahkûm olan ruh, noksan ve esirdir. Çünkü kendini bilmekten âciz kalır. Kendisini yaratan Mevlâyı bilmekten ve tanımaktan gafildir. Ya Rabbi, bizi gaflete düşen kullarından eyleme! 187

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 6 İNSANİ NEFS (RUH) VE YARDIMCILARI

Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Emri Rabbani ve konuşan bir nefs olan İnsanî nefs öyle bir cevherdir ki, kendisinde bütün maddelerden arınmış uzak kalmış iken, büyük bir aşk ile bağlandığı bedenin işlerini görmek için hay­ vani nefsin mekânı olan kalbin ortasındaki karasevda noktasın­ da —ki ona suveyda denilir— hayvani nefs ile yakınlık teşkil et­ miş ve onunla sarılmışlardır. Hayvanı nefsin âlet olmasıyle bütün bedenin organlarında idareci olma ve onlara hükmetme imkânı bulmuştur. Çünkü toprak maddesi çok kaba, buna karşılık ruh ise çok lâtiftir. Hayvani nefs, kıymetli ile kıymetsiz arasında bir yer­ de olduğundan, onlar arasında münasebet kurulmalarına âlet ol­ muştur. Hayvani ruhun geçit oluşu, kaba bedene meyilli olan lâ­ tif ruha münasebet kazandırmıştır. Hayvani ruh ile beraber bulunması sebebiyle bu ulvî ruha Gö­ nül adı verilmiştir. Bunun bir tarafını hayvani nefsin yoğunluğu karanlık hale getirmiştir. Bunun için de güzelliğin aynası ve Alla­ hü Zülcelâlin nazargâhı olmuştur. Bu noktada şeref kazanmış, izzetli ve aziz olmuştur. Fakat şu var ki ,bu adı geçen ayna, hay­ vani sıfatlarla tozlanır, ben ve egoizm perdesiyle örtülürse, bu durumda ruh artık kendisinden habersiz olduğu gibi, Mevlâsmı bilmekten de gaflete düşer. Kendi âlemine yüz çevirmiş ve hayva­ ni nefsin emrine girmiş ve onun emirlerine itaat eder olmuş ve on­ dan ayırdedUemez olmuştur. Kendisine hizmet edene hizmet eder­ ken ona esir olmuştur. Esasen anlatüan üç nefis, hizmetçileriyle birlikte İnsanî nefs hükümdarının beden ülkesine hizmetçi ve çoban olmuştur. Beden hükümdarının bu hizmetçilerin haricinde üç özel hizmetçisi daha vardır ki bunlar da : 1 — Nutk. 2 — Nazarî (teorik) akıl. 3 — Amelî (pratik) akıl. Şimdi bunlan kısaca izaha çalışalım : 1 — Nutk: öyle bir idrak kuvvettir ki, ince mânâlar onun vasıtasiyle birbirinden farkedillr. Nutk kuvvetinin orta derecesi hikmettir. Hikmetin sayesinde doğru ile yanlış birbirinden aynlır. Nutk’un aşın derecesi cerbere (beceriklilik) dir. Anlaşılması im­ kânsız mânâlar onun sayesinde anlaşılabilmesi arzu edilmiştir.

MARİFETNAME

Nutk’un yetersiz derecesi belâdet (izansızlık) tir ki, hayır ve şer, iyi ile kötü ayrılamaz. İkisi de aynı olarak bilinir. Şu halde nutk’un hâl ve şanı mânâların idrak olunmasıdır. 2 — Nazarî (teorik) akıl: Bunun işi ve sanatı ,kurulacak dü­ zenin nasıl olacağını ve işlerin nasıl görüleceğini tasarlamaktır. Meselâ; yapılacak olan bir binayı bu nazarî akıl evvelce tasar­ lar ki buna da kaç oda, kaç pencere gereklidir. Nazarî akıl bunları uygun gelecek şekilde düşünür ki, bütün işi odur. Ameli aklın iş ve mesleği ise nutk kuvvetinin idraki ile nazarî aklın tasarılarını tasavvurdan kuvveye ve kuvveden de füle çıka­ rarak âmel, yani yapılan iş haline getirmesidir. Cihandaki mevcut bütün şehirlerde ve köylerdeki yapılan bina ve inşaatlar, sanat ve zenginlikler, süsler, lügatler, yiyecek ve giyecekler, kitaplar, ilim­ ler, nakış ve resimler ,bağ ve bahçeler, dünyadaki özel ve genel âdetlerin hepsi, nutk kuvvetiyle nazarî ve âmelî kuvvetin nazarî ve âmelî olarak yaptıkları çalışmalarla meydana gelmişlerdir. Yine bu halk âlemi, o emir âleminden meydana gelmiştir. Şu halde, âmeli akim, nutuk kuvveti ile nazarî akıl kuvvetinin hizmetçisi olduğunu söyliyebiliriz. Onların her emrini yerine geti­ rir ki bu üç kuvvetin tamamı insan ruhuna hizmetçi olmuştur. Hürmete lâyık ve hizmet edilmeye değer olan insan ruhunun be­ dendeki mevcut hizmetçilerinin sayısı 28 tanedir. Bunlann izahı şimdiye kadarki açıklamalarımızda yapıldı. İnsanî nefsin hizmetinde olan ve onun emirlerini yerine geti­ ren akıl, Allahü Zülcelâlin nurundan varolmuştur. Küllî akıl deni­ len bu akıla, izrafî ruh ve İlâhî aşk denilmiştir. İradî bir ölümle hayvanî nefsinden fena bulan o ruh ile hayat bulmuştur. Alemde­ ki varolan herşeyi kendi bedeninde bulur. Gönlündeki benlik per­ desi ortadan kalkar. Kendini ve Rabbini bilir ve tanır. Ruhu ayın ondördü gibi batmıyan güneşe karşı gelmiş gönlü nur ile, huzur ve sevinç ile dolmuştur. Dünyanın bu resim ve suretleri ile cisim ve candan geçerek gönül âlemine göçmüş ve gerçek vatanına dönmüştür. Nereden gel­ diğini, nereye gideceğini bilmiş, muradını ve isteğini alıp ölmeden önce sonsuz bir hayatı bulur ve dünya adındaki düşmanından kur­ tulur ve gerçek dostu olan Allah'ına kavuşur. İnsan vücudu bir duvara benzer. Bu duvarın bir yüzü mücerred (soyut) gayb âle­ mi, öbür yüzü de şehâdet (görülen) âlemdir. Bu duvann sağlam kalması ve tamiri; yemek, içmek ve uyumaktır ve bu iş her gün için âdet haline gelmiştir. Onun kahnlığı içinde bine yakın boş, seyrek köşeler vardır ki, bunlar kemik ve damarların boşluklarına işaret teşkil eder. 169

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Bu sözü edilen duvarın arkasına konulan bir ayna vardır ki, bu gönül aynasıdır. Onun nurlu ve parlak yüzü bilinmiyen gayb âlemine taraf dönüktür. Bu yüz, insanın ruhî hali olup arkası du­ var içindeki karanlıktır kİ, onlar da öfke ve şehvet kuvvetleridir. Kalbin arka kısmı aydınlatan lâmbanın yeridir. Bu da hayvanî ruha örnek teşkil eder. Bu lâmbanın kalıcı oluşu fitilin yağ ile buluşmasına bağlıdır. O da, câmn rutubetliliği ve sıcaklığıdır. O kandilin nuru hisler ve kuvvetler olup, duvarın, yani bedenin ya­ rıkları ve köşeleri bu ışıkla aydınlanır. Bütün organlar onunla, ya­ ni o ışıkla hayat bulur ve varlıklarını onunla devam ettirebilir. Bu duvarın görünen dış yüzünde beş tane açık pencere var­ dır ki, bunlar malum olan duyu organlarıdır. Aynanm yüzü toz­ ludur ve bu tozlar da kendisine kötü ahlâktan gelen lekeler ve du­ manlardır. Bu kendi kılıfında örtülmüştür ki, buna sebep de ken­ di benliğinde utangaç ve şaşkın olmasıdır. Öfke ve şehvet kuvveti­ ne mağlup olan ve benliğinde mahçubiyet olan gönlün kendini bil­ memesinin sebebi budur. Böylg gönül kendini bilemediği gibi, Mevlâsmı da tanıyamaz. Kendisini duvar, yahut dâ lamba zannetmesi boş ve batıl bir hayaldir. O, sadece görünen 5 pencereden görünenlere meyillidir. Görünen zahir âlemin halleri ise devamlı olarak vaki olan bir uy­ ku ve gölgedir. Çünkü aynanın kılıfı kendisiyle bilinmiyen gayb âlemi arasında bir perde, bir engel teşkil eder. Beş duyu penceresi Ue o âlemden bütünüyle yüz çevirmiş ve yaratılanların tarafına dönmüş, görülen şehâdet âlemine tam olarak yönelmiş olanlardır o âleme meyletmiş ve ona bağlanmışlardır. Zira bu hal içindeki gönül geçici olan bu dünya hayatını asıl, ayrılığı kavuşma, bulanıklığı saf ve duru, alman gıdayı yeterli, bu el memleketini vatan, bu çöplük diyeceğimiz yeri ev, bu ayrılık­ tan doğan şansızlığı şans .noksanlığı olgunluk, yokluk ve mahru­ miyeti nimet, dünya hapishanesini âdeta bir cennet zanneder ve aldatıcı dünya hayatına kanarak onunla mağrur olur. Artık o kim­ se, hayvanî nefsine esir olmuş ve ruhu kötü ahlâk Ue dolmuştur. İki âlemde kör kalmış ve âdeta insan suretinde hayvan olmuştur. Benlik perdesi altında cehâlete dalmış ve böylece başı dönmüş, Al­ lah’ı anmaktan uzak kalmış ve nefsindeki vesvese ve kuruntular ile belâsını bulmuştur. Birleşme, topluluk ve cemiyet nimetinden uzak kalmış ve yalnızlığın, tefrikanın dayanılmaz azabına düş­ müştür. Hülâsa, Cenabı Hakkın huzurundan uzaklaşmış, dünyanın iş, dert ve düşüncelerine dalmıştır. Hayatının paha biçilmez kıymetli 170

MARİFETNAME vakitlerini boşuna harcamış ve kendini âdeta yüksek bir tepeden aşağıya atmıştır. Çünkü Allah’ın huzurundan uzak kalmış düş­ man eline düşmüştür. Dünya nimetine karşılık en çok lezzetli ve paha biçilmez kıymetli nimetlerden vazgeçmiştir. Artık böyleleıinin hâli Allah’ın lütfuna ve hidâyet etmesine kalmıştır. MANZUME Ruhanî zevkten ol kim, meyl-i zevk-i cism eder. Saltanattan eylemiştir, irtikâb-ı züll-i dâr. İzzet ve câh-ı fâniyi bil züll-i akl ve şâh-ı cân Ey azizim zillet şâhmdan uzak dur, kıl zinhâr. Eğer bir gönül, nefsin öfkesine ve şehvetine galip gelir, ciha­ nın nimetlerinden uzak durup kendi âlemine kaçar, Mevlâsım arar, bulur ve tanırsa, artık o> benlik perdesini yırtmış, hem ken­ dini ve hem de Rabbini müşahede etmiş ve her türlü halin sırrına ermiştir. Gayb semasının nur ve aydınlığı o aynaya varmış olup, kendisini Allah’ın güneşi karşısında olan bir ay bilir. Küllî aklın ışık ve nurunu kendisinde bulur. Bu bütün âleme yayılan bir hal­ dir. Küllî akıl (akl-ı küll) ruhlara vatan, cesetlere de kavşak ol­ muştur ki, onu bulan kimse, dünyada ârif olur ve onun sayesin­ de her türlü muradına erer .Bu gönül, kendi âleminde bu devlete nail olmuş, sözü edilen o daman, kandili ve aynayı geçmiş ve tam ayın ondördü haline girmiştir.

171

KONU: 5 BEDEN ORGANLARININ ŞEKİLLERİNDEKİ HİKMETLER SEKİZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 BAŞTAKİ ORGANLARIN ŞEKİLLERİNDEKİ HİKMET

Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Cihanın yaratıcısı olan Cenabı Hak, insanın bedenini en gü­ zel ve en lâtif bir şekilde yaratmıştır. İnsan bedenindeki uzuvları öyle yerleşmiş ve birbirleri ile öyle uyum sağlamışlardır ve organ­ lar öyle nazik yaratılmıştır ki, onu diller anlatamaz .akıllar tefek­ kür edemez. Onun tertemiz ruhu anlamak ile ve feraset ile, ilim ile ve hikmet ile öyle güzel doldurulmuştur ki artık ucu bucağı olmıyan bir derya haline gelmiştir. Yüzündeki güzellik, içindeki temizlik ve olgunluk, huyunda­ ki itidâl ve yumuşaklık, tabiatının iyi oluşu, pürüzsüz ve tekleme­ den konuşması onu dünyada eşsiz bir yaratık haline getirmiştir. Edalı yürümesi, güzel ve şirin sözler söylemesi, mütebessim güler yüzlü olması, güzel hareket etmesi ve hoş sedasıyle âlemin aklım almış, güzelliği ve tatlı canı ile cihanın sevgilisi, irfan ehlinin de rağbet ettiği bir varlık olmuştur. Aşıklara onun sebebiyle nice haller gelmiştir, insana, en gü­ zel şekli veren Cenabı Hak, insan bedenindeki mevcut 4 karışım (kan, balgam, safra, sevda) dumanıyle onun şerefli başında lâtif ve güzel saçlar ihsan buyurmuş, yumurta dumanlarından erkek­ lerin göğüslerinde ve yüzlerinde kıllar halketmiştir. Kadınlar saçlanyle süslenirken, erkekler de sakal ve bıyıklarıyle süslenirler. Dumanların fazla oluşu, saçların siyah olmasına sebep, bal­ gamın fazla oluşu ise saçları sarı olmasına sebeptir. Saçların beyaz oluşu, sıcaklığın az oluşundandır. Sıcaklığın azlığının sebebi çok 17a

MARIFETNAME inzalin vaki olmasından, çok cinsi münasebette bulunmaktan ve çok üzülmektendir. Almn nuru kalblerin sevincidir. Kaşlar gözlerin muhafızı olup, onlara gölgelik yapar, gözleri tehlikelerden korurlar. Kaşlar başa âdeta iki ay hilâli gibi yerleşmişlerdir. Gözlerin burun ile kaşlar arasmda bir bölgeye yerleşmiş olma­ ları kendilerini çarpmalardan ve darbelerden korumak içindir. Yü­ zün ön yüzünde yerleşmiş olmalan ise bedene her türlü işlerinde yol gösterici olmalan sebebiyledir. Gözkapaklarımn yaratılmasının sebep ve hikmeti, gözü din­ lendirmek, gözün bakılması haram olan şeylere bakmasım engel­ lemek ve uyku halinde kapanıp göze perde olmaktır. Kirpikler de aynen kaşlar gibi gözleri süslemek ve korumak için yaratılmışlar­ dır. Gözbebeğinin siyah oluşu, göz akının da beyaz olması, gözlerin süslü ve güzel görünmeleri içindir. Göz nurunun siyah noktada toplanmış olması .organın en lâtif olması sebebiyledir. Gözün orta kısmında bulunmuş olması sözü edilen tabakalar sebebiyledir. Göz organının yuvarlak şekilde olması, görme aydınlığının çevresine bakabilmesinin kolay olmas ıiçindir. İnsan başının da yuvarlak olması, çarpmave darbelerden korunmasının kolay ol­ ması ve beynin alanının geniş olması içindir. Büyüklüğünün şekli ise bedene uygunluk sağlamak için bilinen şekilde olmuştur. Yüzün yuvarlak olması, güzellik yönünden ay ve güneşe ben­ zemesi içindir. Dudakların kırmızı ve dişlerin de beyaz oluşu yü­ zün güzelliğine uygun bir süs ve güzellik katması içindir. Burun organımn .kıkırdaktan ve çift delikli olarak yaratılmış olması, yu­ muşak olması ve çarpmalara karşı dikkatli olması içindir. Burun deliklerinin genişçe oluşu koku alma işini kolaylaştırmak ve çok koku almak içindir. Görünüşünün bilindiği şekilde oluşu, haricî maddelerin kolayca, atılabilmesi ve nezle içindir. Bir kısım dişlerin dar ve uzun olması, kırmak ve kesmek içindir. Geniş olan dişlerin görevi ise çiğnemek ve öğütmektir. Sı­ ra halinde dizilmiş olmaları sesin çıkmasını sağlamak içindir. Dil kemiksiz olarak yaratümıştır. Bunun sebebi de, harflerin kolayca çıkması ve lokmaların hareket ettirilmesini temin etmek içindir. Ses, sözlerin bildirilmesini sağlamak için, dilin dudaklar Ue dişle rarasında mahpus edilmesi, fazla konuşmamas ûçindir. Di­ lin bir tane buna karşılık kulak ve gözlerin çifter yaratılmış olma­ lan daha çok duymak ve daha çok görmek içindir. Kulaklann ba­ şın yan taraflannda olmalar ıher yönden gelen sesleri kolayca duymaları içindir. Kulak kepçesinin bilindiği şekilde oluşu, sesleri 173

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

almakta hassas olması, kıkırdaktan olması ise hem hafif ve lâtif ve hem de çarpmalardan korunmak içindir. Boynun hem uzun ve hem de geniş olması baş ile uygunluk sağlamak ve başı taşıyacak güçte olmasını temin içindir. Boyunun bir kemikten değil de yedi omur oluşu, her tarafa dönecek özelliğe sahip olması içindir. Başın, bedenin en üst kıs­ mında bulunması şan ve görünüşünün büyük olması ve akıl cev­ herinin kıymetinin takdir olunması içindir. On duyu merkezinin başta olması, ona verilen değer ve kıy­ metin daha fazla olması içindir. Bu kadar çok organların ve kuv­ vetlerin bir yere toplanmış bulunmaları onları yaratan Hâlikîin ve Hakimin kudret ve sanatını ispat etmeye ve açığa vurmaya de­ lil olmaz mı? KISIM: 2 BEDENDEKİ DİĞER ORGANLARIN ŞEKİL VE HKMETLERİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: İnsanın iki ayak üzerinde rahatça durabilmesi ve edâ ile sal­ lanarak yürüyebilmesi, onun şerefli ve diğer yaratıklardan üstün olduğunu ispat içindir. Omuzlarının ve kollarının şekli sevdiğini ve dostlarım kucaklaması ve sevmesi içindir. El, parmak ve tır­ nakların bu şekilde oluşlarının binlerce faydayı temin etmesi ve sanatlarını icra etmesi içindir. Baş parmağın diğer parmaklara oranla daha kalın ve daha kısa olması, dört parmağın karşısına gelerek tutmakta ve kaldırmakta kuvvetli olması içindir. Tırnakların kıkırdaktan ve yumuşak olarak yaratılmış olma­ lan derinin kaşınması ve düğümlerin çözülmesinde kullanılması içindir. Tırnağın eğme ve bükmeye yarayan daha nice faydaları vardır. Gümüş gibi beyaz bir sine ve bunun üzerindeki memeler .er­ kekler için bir ziynet, kadınlar için ise hem süs ve hem de çocuk emzirme vasıtasıdır. Memelerin göğüste yerleşmiş olmaları, çocu­ ğun kolayca emzirilebilmesi içindir. Cildin ince ve lâti folması, kolay terlemek ve böylece ruhun rahatlığını sağlamaktır. Derinin diğer görevleri gerek iç organla­ rın örtülmesi ve gerekse dış organlann süslenmesi gibi önemli işlerdir. Memelerin ve göbek deliklerinin görevi, vücuda havanın gir174

MARİFETNAME meşini sağlamak ve ruhu ıahata kavuşturmaktır. Koltuk ve ka­ sıklarda sık sık kılların büyünesi bedende varolan pis kokuların dışarıya atılması ve onların beyusç çıkmalarını önlemek içindir. Aksırmak ve öksürmek ,genize ka^n birşeyin dışarıya atılma­ sını sağlamak ve kalbden balgamın soğukluğunu uzaklaştırmak içindir. Gülüş, kalbde olan sevinç ve hayretin dışanya aksetmesini sağlar. Ağlamak ise, kalbde olan bir acının, derdin ve üzüntünün de aynı şekilde dışanya vurulmasıdır. Titremek, sinirlerin gevşeme­ sinden meydana gelir ki ,bedenin nizam ve intizam içinde olması­ nı arzulamaktır. Uyku, bedenin rahatı, alman gıdaların sindirilmesi ve bütün beden uzuvlarının huzura kavuşmasının teminidir. Omurganın bir kemikten meydana gelmeyip bir dizi kemik halinde olması, bedenin her tarafa kolayca eğilmesini temin etmek içindir. Erkeklerin cinsiye torganlarının yuvarlak, silindir şeklinde olması, gerek yürürken ve gerekse otururken oylukların arasına geldiğinde zararlardan ve darbelerden kurtulması içindir. Temeli­ ni kemiklerin değil de sinirlerin oluşturması, yürekten çıkan atar­ damarlar ile gelen şehvet rüzgârıyle büyümesi, dolması ve rahim ağzına geldiği zaman da nutfesini ona bırakarak boşalması ve bu olay vuku bulduktan sonra yeniden eski haline dönerek kılıfına çekilmesi, kişinin ve bedenin rahata ermesi içindir. Cinsiyet orga­ nının uç kısmının çok yumuşak bir etten meydana gelmesi, kadı­ nın fercine girdiğini hissetmesi ve cinsî münasebet duygusunun zevkinin devamlı olması içindir. Yine erkeğin cinsiyet organının kertik olması, kendinde ve kadının ferci içindeki can damarlarının sürtülmesiyle meninin inzal olması ve bundan erkeğin büyük bir zevk duyması içindir. Yemek yemeye duyulan istek, cinsî münasebete istek duyma­ yı temin, bu da çocuk olmasını temin içindir. Şayet Cenabı Hak, çocuğun dünyaya gelişini böyle bir şehvet ve lezzete bağlı kılmasaydı, bu istek ve lezzetlerin sonucu çocuk olmasaydı, hiç kimse kendi isteği ve arzusuyla bu fitnesi ve belâsı olan işlere girmez ve çeşitli dert ve sıkıntılara katlanmazdı. Bu da insan nesli kesilirdi. Kadının fercinin bacaklarının arasına gelmiş olması, zorla cimada bulunmaktan kurtulması ve emin olması içindir. İç kısmı­ nın nemli oluşu, erkek âletinin hareketini kolayca yapabilmesi içindir. Sıcak ve hararetli oluşu, erkeğe cima isteğini uyandırması ve birleşme zevkini tattırması ve cana can katması içindir. İleri geri gidip gelmekte zevke zevk katmak için ayrı bir sebeptir. Ka-

175

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

dinin fercinin uzun olması erkek organındaki meninin kolayca akması içindir. Kadın tenasül organının sinirlen ve damarları otu­ rak yanına gelir ve oradan tekrar geriye döner. Böyle olmasına se­ bep de, âletin yumru hale gelmesini ve kadının menisinin soğuk­ tan etkilenmeden erkek menisiyle birleşme temin etmesi ve rah­ me kolayca girmesini temin içindir. Rahim ağzı, iki yol ağzındadır ki ,buna sebep de rahimdeki ço­ cuğun doğumunun kolayca olması içindir. Erkeklerde yumurta (testis)ların dışarda oluşu hem büyük ve hem de sert olmalan içindir. Büyük oluşları sahibine cesaret ve kahramanlık vermek içindir. Sert oluşları nutfeye sertlik vermele­ ri ve kırmızı halde iken beyaz yapmaları içindir. Nitekim memeler kendilerine kırmızı olarak gelen kanı beyaza dönüştürmektedirler. Kadınlann yumurtalan hem küçük ve hem de yumuşaktır. Bunun için de nutfeleri hem küçük ve hem de suya benzer şe­ kilde olmuştur. Erkeklerde yumurtaların iki tane oluşu, tenasül işinin ne derece önemli olduğunu bildirmek içindir. Bu yumurta lardan birine herhangi bir âfet anz olsa, diğeri sağlam kalır ve neslin devamını sağlar. Yumurta torbalanmn bacaklar arasmda olması, geniş ve rahat olduğu yerlerde tehlikelerden kendini ko­ ruması içindir. Kadın yumurtalarının küçük san ve yumuşak olması yüzünün ve göğüslerinin tüysüz, parlak ve yumuşak olması kadınlann sevilmeye, öpülmeye lâyık olmaları içindir. Kadınların derilerinin ince, parlak ve tüysüz olması, erkeklerin kendilerini sevmesi ve meyletmeleri içindir. Oylukların çift ve etli oluşu, oturma amnda yatak vazifesi görüp, oturak (mak’ad) halkasını muhafaza etmek içindir. Yellenmek, midedeki mevcut gıdalardan meydana geldiği gibi kalbi ve kamı rahatsız eden pis kokulu havamn çıkmasını da te­ min eder .Oyluk kaslarının kaim oluşu, ayakların sağlam olarak basmalarım temin edip yavaş yavaş yumuşayıp üst ve altında bu­ lunan organlan münasip kılmak içindir. Dizlerin ve topukların malum şekilde oluşlaıı her çeşit yü­ rüyüşün ve oturuşun rahatlıkla yapılması içindir. Ayaklann ile­ riye doğru uzanması ve ayak parmaklarının bildiğimiz şekilde ya­ ratılmış olması ,dört ayaklı hayvanlar gibi ayakta durmak ve yürü­ menin de rahat bir şekilde olmasını temin içindir. Buraya kadar açıklaması yapılan insan bedenindeki azalann yaradılış hikmet ve faydaları esasen insan bedenindeki organların çok az bir kısmını teşkil eder. Bu organların ve bunların dışında­ ki diğer organların daha başka nice faydaları vardır. 178

MARİFETNÂME

Yaratıklar içinde en dayanıklı, en sağlam, en güzel ve en mü­ kemmel olanı insan bedenidir ki, bu İlâhî sanatın şaheseridir. Bu­ na delil de Resûlüllah S.A.V.’in şu hadisidir: «İnsan, Rabbinin binasıdır ,o (binayı) nu yıkan lânete uğra­ mıştır.» Cenabı Hak buyuruyor ki: «Gerçekten Biz, Adem olgunu (diğer hayvanlar üzerine) üs­ tün kıldık. Onlara karada, denizde taşıyacak vasıtalar verdik, gü­ zel nzıklarla nzıklandırdık ve yarattıklarımızın birçoğundan üs* tün kıldık-» (İsrâ sûresi, âyet: 70) İnsan, âlemin efendisi ve yaratılmışların en üstünüdür. İnsa­ nı yaratıkların en üstünü kılan ve onu en güzel şeküde yaratan Allahü Zülcelâl her türlü ayıptan ve noksan sıfatlardan uzaktır. MANZUME Muin etti bu mânâyı kıldı hüccet ve burkân (delil) İki cihanın zübdesidir Hazreti insan. Bu sözü sana bin defa söyledim inan Kendi kıymetini bil, ey hülasay-ı devrân. Meşreb-i irfan bilinse hayat-ı can bulur Ki hayat suyunun gözü oldu meşreb-i irfân. KISIM: 3 İNSAN ORGANLARINA BAKMANIN KALBE VE CANA VERDİĞİ GÜVEN VE SELAMET Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Alemi böyle bir şekil ve görünüşte yaratan Allahü Zülcelâl, ona benzer olan insanlık âlemini en güzel bir şekilde ve en hoşa giden bir şekilde tasvir ettikten ve ona gereken şekli verdikten son­ ra ona kendi ruhundan üflemiş ve onu süsliyerek nurlandırmıştır. Hayvan cinsinden olan insanlık âlemini güzellikle ve muhabbetle süslemiş ve ona konuşma vasfım vererek ,beyân Ue onu varlıkla­ rın en üstünü ve en mükemmeli yapmıştır. İnsan cinsine bu vasıfları veren Cenabı Hak, hernekadar tıy­ net ve yaradılışta hepsini bir yaratmış ise de, fertlerini suret ve 177

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. sîret bakımından, değişik yaratmıştır. Bu sebeple insanlar, şekil yönünden birbirlerine benzemezler. Cenabı Hak, lütf ve inayetiyle hikmetinin icabını ve ince sa­ natını insan âleminde açıklamış ve meydana çıkarmış, yüzünü, şeklini ve organlarının biçimini ahlâkına ve karakterine alâmet yapmıştır. Böylece insan kendi suret ve yapısından kendi vasfını bilmiş ve ona göre ahlâk, huy ve hareketlerindeki kusurlarını ve hatalarını düzeltme yoluna gitmiştir. İnsan daha sonra arkadaş­ larının ve dostlarının şekil ve kıyafetlerine bakarak düşünce, an­ lama ve karakterlerini, huylarını ve tabiatlerini zekâ ve ferâsetiyle bildir veya onların ahlâkına göre kıymet verir, yahut da onları sevgi ve muhabbetle bağrına basar veya kendisine göre bir plân kurar ve onlarla elinden geldiğince güzel geçinmeye çalışır. Böyle yapabileceği gibi, onların hepsinden uzaklaşır ve ken­ disince emin ve sâlim olan, izzete, rahat ve huzura kavuşur. Ken­ disi kimseyi darıltmadığı gibi, kimse de kendisini darıltmaz. Gö­ nül huzuru içinde yalnız başına hayatını yaşar. BEYT Cihan bağında ey âkil, budur nıakbûl-ı insûcin Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin. Peygamberimiz buyuruyor ki: «İyiliği yüzü güzellerin yanında arayın.» Bu hadis gösteriyor ki, iyi insanlar güler yüzlü, tatlı sözlü olurlar, onların kendileri de güzel, söz ve hareketleri de güzeldir. Onlar daima iyi işler yapar ve hayırlı sözler söylerler. BEYT Kim insana hikmetle kıldı nazar Her işi zâtı gereğince sezer. Cenabı Hak, Kur’ân’ında vâ’dini ve kereminin çokluğunu bil­ dirmiş ve şöyle buyurmuştur: «Dc ki: Herkes yaradılışına göre hareket eder.» (İrsâ sûresi, âyet: 84) Şu halde Cenabı Hak herşeye karşı gafur, hâlîm, cömert, ke­ rim, rahim olduğunu lütfuyla bildirmiştir.

MARtFETNAME KISIM : 4 BAŞ VE IJOYUN ORGANLARI Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki : MANZUME Kim boyudur tevil (uzun) sâde (kalb) olur cemîl Kim ki boyudur kasîr (kısa). Hilesi vardır kesîr (çok) Kim orta boyludur, akıl ve hoş huyludur. Kim ki saçı sarıdır kibr ü gadab kâr (işi) ıdır. Kim ki saçıdır kara sabrı var onu ara Kumral ise saç güzel sahibidir bîbedel (eşsiz) Saçı az olan latif oldu nazik ve zarif. Saçı uzun olsa kadının, anlayışı az olur onun Başı küçük aklı az, olsa ona deme raz Başı büyük olanın aklı çok olur anın. Başının tepesi yassı ise, sahibi çekmez keder Başının derisi ince olan hayır yapar etmez ziyan Kel adama olma yakın, kötü huylu olur ondan sakın Alnı dar olanın içi de dar ve sıkıntılı olur anın Yumru olursa alnı, sahibi çiıkin ve kötü olur. Alnı olan arız (geniş) kötü huylu olur çimmariz (hasta) Normal olsa alnı, emin bil sahibini Alnı kırışıksız olan, tembel olur bigümân (şüphesiz) Uzun olandır fehîm (anlayışlı), az ise olmuş kerim (cömert) Kaş arası buruşuk olan,'gam yüküdür ol hemân Kulağı büyük olsa bol (çok) cahil ve tembeldir ol Kulağı küçük olan eğridir, orta boy olan doğrudur. Kaş ucu kimin incedir, onun işi gücü fitnedir Kimin kaşında var çok kıl, çok olur üzüntü hem de kederi Kaşı açık doğrudur. Çatma ise uğurdur (eğri) Kaşı ince olan güzel olur, uzun ise kibirli oluşa delildir. Kaş yay gibi olan güzel olur her zaman Gözü çukur olsa kelil (az) olur o kibre delil Siyah gözlüler itaatli olur, kızıl gözlüler cesur olur Gök gözlü olan zeki olur ,elâ gözlü olan edebli olur. Çeşmi küçüktür hafif çeşmi (gözü) büyüktür zarif Yumru gözlü olan hasûd, orta olan da dost olur.

179

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Göz kırpak oldu şeyn (ayıp) bakışı gevşek oldu bundan Köre yakın olma, çok bakan güvenli olmaz Şaşıya eyleme nazar, çünkü o sana eğri bakar Güler yüzlü olan güzel, kirpiği sık olan bîbedel Yüzü büyük olandır âlîl (illetli) küçük yüzdür kibre delil İnce yüzlü olur muhil (sevimli) kalın yüzlü olur sakil (sevimsiz) Yüzü pek uzun olan lâf ile söyler yalan Kimin ki eksidir yüzü acı olur onun çoğu sözü Yüzü yuvarlak olan aydan daha nurlu olsa gerek Böylesi çok güleç olur, onu gören kâm (nasib) alır. Benzi kızıl olandır edib (terbiyeli) esmer olandır lebib (zeki) Benzi sarıdır alîl (hasta) siyaha meyleden olur muhil Kimin gözleri oldu kızıl ve çok, durasın ondan uzak Burun olursa dirâz (uzun) sahibidir fehmi (anlayışı) az Eğer burnu olursa top sahibi olur turûb (neşeli) Kimin ki burnu ağza yakın, o adamdan sen sakın. Burun delikleri olsa bol (geniş), kibir ve hased dolmuş ol Olsa kulkul-i kanad, onda toplana küsme ve inad Burnu kimindir arız (geniş) şehvet iledir narîz Kimin burnu eğridir himmet onun fikridir. Ağzı küçük olur güzel, fakat olur pür vecel (korkak) Ağzı büyük olur (olan) şeci (cesur) eğri ağızlı olan bir şeni (kötü) Kadının tenasül uzvu kendi ağzı gibidir. Genizden konuşmalar kibrin alâmetidir. İnçe sesli erin işi, kadına şehvettir anın işi Erkek sesli kadınlar, hemen hepsi yalancıdırlar. Kim ki konuşur seri (hızlı) fehimdir anın refî Kimin sesidir kaba .gayreti var merhaba Sesi çatal olsa o can, halka eder bed gümân (kötü zan) Gülmesi çok olsa ha, sakın ondan umma hâyâ Yufka ve kırmızı dudak, sahibi (kolay) anlar sebâk (ders ilim) Dudakları kalın olsa bil .sahibinin kızgınlığıdır sakil (ağır) Dişleri iri olan, işlerin çoğu olur yaman Mu’tedil olan dişi, hoş ve doğrudur işi. Kokusu hoş olanın, huyu da hoştur anın Çene kemiği ince olanın aklı da hafif olur anın Kimin çenesi geniş olur, ol sahibi çok kaba olur Kimin çenesi normal olur, ol sahibi akıllı ve güzel olur. 100

M ARİFETN AME

Cihyesi (sakalı) sıktır sakîl sohbeti eyler tavil (uzatır)

Uzun sakallı olsa eğer, o kimse olur bi hüner Kim ki sakalı siyah ve azdır, onlar zekâsına ‘olur delil Bir kimse ki sakalsız kösedir, o ada'mın hilesi çok olur. Olsa değirmi sakal, sahibidir pür kemâl Olsa kafası arız (geniş), ahmaklık ile ol marîz (hasta) Boynu olan'çok.dırâz, rüşdü olur anın az İnce ki gerdâri ölür sahibi nâ’dân (bilgisiz) olur. Boynu kalın olan ol, gece-gündüz yeyici (obuf) olur Boynu olursa kasîr (kısa) hilesi olur kesir (çok) Boynu mu’tedil olan, odur hayırla uğraşan Het yeri orta kararda olan, dilber olur bi güman (şüphesiz) R U B A İ Çalış bir bilgin ârifi bul Ya bir senem-i lâtif ü ra’nayı bul; Eğer bunlardan biri kısmet olmazsa Vakitlerin boşuna harcama tenhayı bul. KISIM: 5 BEDENİN DİĞER ORGANLARI Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Omuzu sivri olan hırsız olur çok yaman Eğri omuzlu kişi, eğrilik olur hep işi Kısa omuzlu eblehin, düşkün omuz esfelin (en aşağı) Mu’tedil olsa omuz, sahibi anlar rumuz. Sâidi eğri ve kesir olsa olur ol şerir Eğer küçük olsa el, bi bedel olur güzel Parmakları olan uzun, ehli hüner züfünûn (bilgili) Parmakları yumuşak olan ,zeki olur bigüman. Tırnağı geniş olmıyanı, gece gündüz sev anı Tırnağı yumru çizik olsa o bilmez yazık. Göğsü açık olanın tabiatı da kötüdür anın Göğsü eğer olsa dar, gam yer o leylâü nahar (gece - gündüz) Göğsü geniş olanın, gece-gündüzü üzüntü olur anın Göğüs ve omuzdaki kıl atılanlığa olur delil Kadın memeleri olsa kebîr (büyük) şehveti olur kesir (çok) Memesi olsa tâvîl (uzun), anda olur süt kalîl (az) 181

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Memeleri olsa sağır (küçük) süt olur anda kesîr (çok) Sütlü memeli velûd (doğurucu), kocasınadır ol vedûd (sevgisi) Olsa mu'tedil meme, kocası hem anı eme Yumuşak etli olan tende olur lâtif ve cân Hoş ve lâtif etli olan, odur ince ve nazik olan Eti olan çok katı oldu kavi gilzatı (kabalığı) Arkası yassı olan kişi, olur safahat anın işi Sırtı geniş olanın, kuvveti çoktur anın Eğer beli ince olur, şekli yerince olur Arkada bittiyse kıl, şehveti olmuş delil Karnı büyük olan az kavrayışlı, karnı küçük olan titiz olur. Karm büyük ve kesîr (kısa) huyu kötü olur hem de asîr Kasığında bitmezse kıl, huyu vahşi olur anın bil Oyluğu geniş olan tembel olur bigüman (şüphesiz) Aleti olan sağir (küçük) oldu reşid ve habîr Aleti olan tavıl (büyük) sahibidir pek leim (alçak, pinti) Yumurtaları büyük olan, sahibi olur pehlivan Olsa küçük ünsiyan (tenasül uzvu) sahibi olmuş cebân (korkak) Bıd’ı eğer olsa sağır, sahibesidir lıatîr Olsa âleti etli ve kebir, şehvetli kadındır kesîr (çok) Bacağı olan pek tâvıl şehveti olur kalîl (az) Topal olan bir kıçı, kibir ve hasettir işi Dizi olan büyük yüklenir bir hayli yük Baldın kaim olanın, olmaya lütfü anın Ökçesi etli olan kadını, güzel huylu say anı Ökçesi yufka olan, güzel olur bigüman Ökçesi kalın erkek .oldu şecaatle fert. Ayağı geniş kişi cevrû cefâdır işi Eğer uzun olursa pâ (ayak) sahibidir pür hâyâ Parmakları uzun olanın f elimi ve anlayışı çok olur Adımları kısa olanın, yürüyüş ve hareketi hoştur anın. Çünkü salınarak yürür, akıl olan hayran olur O çeşit yürüyüş adam öldürür, sözleri konuşanı canlandırır.

KISIM: 6 KADINLARIN GÜZELLİKLERİ VE BUNUN DELİLLERİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: 182

MAltİFETNAME

Kadının güzelliklerine delil, otuz iki resim vardır bil Dört yeri lâzım siyah, saç ü kaç kirpik ve göz ah'. Dört yeri ak ola zeyri (süs), yüz, diş, tırnak, ve gözü Dört yeri lâzım siyah, saç ü kaş kirpik ve göz ah\ Dört yeri ak ola zeyn (süs), yüz, diş, tırnak ve gözü Dört yeri dar olsa gerek, burun, kulak, koltuk altı ve tenasül Dört yeri büyük olmalı, meme, kasık, kadınlık organı ve diz Dört küçük olmalı, burun, ağız, ayak ve e\\. Sesi, beli ince hem, şekli de bir nice hem Bedeni tavlı ve taze .olmalı kıldan beri Böyle kıyafetli ten, olsa güzeldir o zen (kadın) Böyle kadın sevilir, ahlâkı da hem sevimli olur. Hamdi-i Şirin beyan kadınların güzelliklerini anlatırken Hz. Zâliha’yı şöyle vasfetmiştir:

Gerçi güzelliği beyana sığmaz idi Nitekim aşkı cânâ sığmaz idi Lik bir harf duy kitabından Diye ben bir zerreyim güneşinden Kameti Rahmet bağının serv-i idi Dal ve meyve safa ve lezzet idi.

Lütuf suyu ile çünkü buldu nema Hil’at olmuş idi letafet ona Aklın tuzağı idi başının mûy (kıl, saç)u 8yırd edilemezdi miskten bûy (koku)u, İnce kıl yardı sone sa’y ile cûst Fark-ı nâzın kodu miyâne dürüst.

İnce kıl yardı sâne sa’y ile cust Gece içinde gündüz maeeyni (arası) Alnını nurun levlıi edip Allah Ondan güzel ders alırdı Mâlı (hy). Gözleri tuzak ehlinin ellisidir Ay gibi yüzünün güneş zavallısıdır. Lâle haddinde amber gibi hâli Guyıya gülistandır Ufl-ı habeş.

Burnun elifi ve saler nokta-ı hâl Toplanıp bir iken on oldu cemâl Yanağı cennete nümune idi Ondaki gülleri çeşit çeşit idi. Ağzı sığmadı onun sözüne Bir göz sığmaz iken ol ağzına 183

ERZURUMLU İBRAHİM IlAKKI HZ.

Gülse akıtır nuru Süreyyâdan Sözü lezzetli kand ve helvâdan Lütfiyle gülse Lâl’i handanı Dil düğümünü açardı den dânı Dürr-i dendanı lâl-ı handandan Görünür Hakk’m nuru gibi candan Hak çenesin kıldı şekerden sebep Güzelliği iki bayrama verdi süs ve reyb Elman-ın şekeri iken zenahdânı Çah-ı âsib olurdu zindanı Nice dili can verirdi ol sîbe Düşerdi o lâh-ı asibe Zeynâhı sîbinin halâveti can, gadab-ı siminin zekâtı cihan Boynu olmuş idi zûlile mesrur, birisi kâfir, birisi kâfûr Gün gebi doğdu çün o simin ber, eksiğini bildi kul oldu kanier Göğüs bir gümüş levh idi ol hemân, ol gümüş levh’e nakşibendi cihan İM resmetmiş o turunca gibi, bir gül üstündeki iki gonca gibi Kollan olmuş iki sütun-ı sim, ondan umar, zeâtı durr-i yetim Hüsnü icâzena onun bürhan Yedi beyzâsı kâfi idi heman Kefi uşşaka raha ül revah (ruhlar) Parmağı dil kilidine mitfah (anahtar) O dilberin güzelliğini kim eder iyân Ki açıklamasında aciz kaldı beyyân (açıklayıcı) Lâkin ondan yazılsa bir parmak Kaleme şu kadar gelir ancak Kim onun parmağını gören âdem, öldü divana kaldırıldı kalem Güher sardı kollarım hemân İnce belin kamer kuçardı hemân öyle güzel idi ki beli kim anı Kılca olurdu görenin canı O huma kuşunu seyreden takından Bir güvercin sanırdı sâkmdan Alem-i güzellik emrinde idi Güneş ve ay hizmetçi ve cariye idi. Olmaz iken zib u zivere hacet o Eyledi meyl-i zlver ti ziynet Ne yazık ki zamanın kadınlan mennânedir, hannâne değildir. Onlara tatlı kavuşmaktan ise hayaliyle yaşamak bin defa daha iyidir. 184

MARİFETNAME

KISIM: 7 ORGANLARIN ŞEKİLLERİNİN ZIT DELİLLERLE TA’DİLİ VE NEFSLERİN DEĞİŞİKLİĞİNE GÖRE OLAN HÜKÜMLERİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Organların şekilleriyle alâkalı olarak anlatılan zıt deliller, bir şahıs üzerinde toplansalar hepsi o adama normallik verir ve onu âbâd eyler. Meselâ, köse bir adamın şayet boyu uzun olmuş olsa, o kimse kösedir diye ayıplanmaz. Çünkü boyu normal olmuştur. Şayet yü­ zünde Hakkın nurunda alâmet var ise kalb gözü açık olan mü’minler ondaki nuru görebilirler. Bu demektir ki bir kimsede hangi ta­ rafın delilleri daha çok ise, o kimse o tarafla, bilinir ve tanınır Eğer bir insanda Cenabı Hakk’ın nuru görülse artık onun sa­ hip olacağı feraset ile başka delillere ihtiyaç duymaz. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Mü’min’in ferasetinden sakının, çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.» Çünkü sözü edilen alâmetlerin hepsi İnsanî nefsin ahlâk ve vasıflarının alâmetleridir. Eğer insandaki nefsi emmâre ise, o hayvanî nefsin hâkimiyeti altında ve onun emirlerine memur olduğundan, ona tabi olmuştur. Karanlık, zulmet, cehalet ve bulanıklıktan sıyrılamamış ve temizlenememiştir. Bunun için de bazen bir şeytan, bazen vahşi bir hay­ van, bazen canavar ruhlu, bazen de hayvanî vasıflı olur. Fakat şe­ kil olarak insanlığım muhafaza eder. Eğer insandaki nefsi nevvâme (kınayan nefs) ise, hayvani nefse karşı bazen galip, bazen mağlup olduğu için, bu nefs bazen hayvan sıfatlı olabileceği gibi, bazen de insan sıfatlı olabilir. Eğer insandaki nefs, ilham alan nefs (nefs-i mülhime) ise, devamlı olarak hayvanî nefse galip gelir. Eğer insandaki nefs tatmin olan (nefs-i mutmaine) olursa, savaşı barışa, kavgayı da razı olmaya döndürür. Onda her türlü kötülükler hayra döner. Bu hayır ve şerler onu bağlamaz. Nefsi gerçek bir ruh olur ve bütün varından, yoğundan vazgeçer. Bunun için de ona düşman olanlar düşmanlığı bırakır ve ona dost olur. Onda benlik namına birşey kalmaz. Mertebesi bu derece âli, yük­ sek olanlann durumlarım anlatmak .mümkün değildir. 1AS

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Ey Hakkı Gel! Halkı unut. Benlikten vazgeç. Kendisini toprak eyle, Allah’ın nazargâhı olan kalbini maddeye esir olmaktan kurtar. Allah’ın kalblere teselli olduğunu idrak eyle. O’na olan aşk ve sevginle düşmanlarını çatlat! Kalb gözüyle Allah'ı görmek isteyen kimse, kalbini dünyamn istek ve heveslerinden temizlesin. KISIM: 8 DAMARLARDAKİ KANLARIN AKIŞI

Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: (NOT: Aşağıda yazacağımız manzumede ihtilâç kelimesi çok geçmekledir. İhtilâç : Titreme, seğirme ve hareket etmek demek­ tir.) M A N Z U M E

İhtilâc-ı fark-ı ser (başın tepesinin titremesi) makamdan verir haber İhtilâc-ı piş-i ser oldu devlete eser İhtilâc-ı cenb-i ser sağ ve solu hayreder İhtilâc-i sebhe ter sağı ıyş (yaşama) ve solu haber İhtilâc-ı hâcib ol dostluk oldu sağ ve sol Ortası ederse ger sağı zevk ve solu keder. İhtilâç etse zenb, Sağı hüzn ve solu tareb. İhtilâc-ı beyt-i nur Sağı renk ve sol sürme İhtilâc-ı zir-ı çeşm Sağda mihr ve solda haşini İhtilâc-ı ruhda dal Sağda hayır solda mal İhtilâc-ı enf-i rah Sağda kahr, solda câh İhtilâc-ı favk-ı leb Sağda zevk, solda tarab İhtilâc-ı küc-i leb Sağ zarar,so 1da tareb İhtilâc-ı eden zekan Sağda İş, solda hasen 186

MARİFETNAME

intilâc-ı gûş eder Sağ ve solda hoş haber,

İhtilâc-ı boğaz hem Sağda mal ve solda da gam İhtilâc-ı düş eder Sağda üzüntü, solda keder İhtilâc-ı pazu el Sağda rızık, solda mal Bilek ihtilâç eyler Sağ ve solda hoş haber İhtilâc-ı saideyn Sağda lağv, solda şîn İhtilâc-ı zahr-ı kef Sağda hüzün, solda şeref. İhtilâc-ı kefden al Sağda ve solda rızık mal. İhtilâc-ı ebhâm Sağda hami (yük), solda kâm Titrer ise sebabe Sağda solda esbâba İhtilâc-ı vusta hep Sağda vusûli taıab İhtilâc-ı bınsır hem Sağda mevki, solda gam İhtilâc-ı hınsır el Solda hayır, sağda mal İhtilâc-ı sadr olur Sağ hüzün, solda sürür.

İhtilâc-ı sedi hep Sağda üzüntü, solda larab İhlilâc-ı batına tam Sağda vasi, solda kâm Ihlilâc-ı naf (göbek) olur Sağda keder, solda sürür Ihtilâc-ı peklü (bedenin yanı) al Sağı dert ve sol mal. İhtilâc-ı tekigâh Solu rızık, sağı câh İhtilâç-ı oyluk ol Sağı mehr, solu oğul. 187

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

İhtilâc-ı âne bir Sağ clmâ ,sol sefer. İhtilâc-ı husye hem Sağda çocuk, solda gani İhtilâc-ı mak’ad el Solda yol, sağda mal İhtilâc-ı fehz (bacak) eder, • Sağda lyş, solda sefer. İhtilâc-ı rekbe (diz altı) olur Sağda keder, solda sürür. Diz altı kılsa eğer Sağda yol, solda keder. İhtilâc-ı saka (baldır) rah Sağda mal, solda câh. İhtilâc-ı vech-i sâk (baldır yüzü) Sağda râh, solda erzak İhtilâc-ı batn-ı sak Sağda mal, solda firak İhtilâc-ı ka’b eder Sağda vasi, solda sefer İhtilâc-ı püsşt-i pâ (ayak sırtı) Sağda keder, solda cefâ İhtilâc-ı kâb-ı el Sağda avuç, solda mal Eğer titrerse kef Sağda yol, solda şeref İhtilâc-ı ebham (başparmak) Sağda mal, solda kâm İkinci parmak eder Sağda ve solda hoş haber. Orta parmaklardan al, Sağ ve solda var cidâl Olsa muhteliç eğer Bir yerin eyle nazar. Bunda kıl ahkâmı Şüphesiz et itimâd Kim damar oynar eden Hakdır onu depreten. Anla işaratım (İşaretleri) Bekle beşaratını (müjdelerini). însan bedeninin anatomi ve fizyoloji yönünden organlann188

MARÎFETNAME

daki kuvvetler esasen çok daha fazladır. Bunlann anlatılması çok uzun sürer. Bizim bunları kısaca anlatmış olmaktan gayemiz; Ya­ ratan ve Hakim olan Allahü Zülcelâli tanımak ve bilmek hususun­ da deliller ve yardımcı bilgiler vermektir. Artık yaratıkların en güzeli olan ve iki cihanı kendi nefsinde toplayan insan bedeninde Allah’ın ince sanatını ibret ve hayret gözü ile görmeyi ve bu husus­ ta tefekkür etmeyi, anlayış, idrâk hususunda akıl ve ilmin âciz ve noksan olduğunu kabul ederek konuyu değiştiriyoruz. Çünkü akıl ve ilim, bunu vasfetmekten ve açıklamaktan âciz kalmıştır. Aklın bundan aciz kaldığım idrak edip Allah'ın varlığı karşısın­ da eğilmek ve secdeye varmak gerçek mü’minlerin vasfıdır.

189

BÖLÜM: 5 ALEME TATBİK VE ENFÜSÜ AFAKA UYGULAYIP EMSALİ Cİ1IAN ECZA VE MANALARINI BU İNSAN VÜCUDUNDA BULUP BEDENİNDE OLAN UZUV VE KUVVETLERİ

İNSANI

DÖRT KONUDAN İBARETTİR KONU:1 İNSAN

BEDENİNİN ZAMAN VE MEKANLARA BENZEYİŞİ SEKİZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1

ALEM İNSAN İÇİN YARATILMIŞTIR. Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: Cenabı Hak iki cihanı ve onlar içinde bulunan herşeyi insan­ lar için yaratmıştır. Bunu insanlar için yaratmasına sebep de, in­ sanlar, âlemde bulunan ilâhi sanatlara baksınlar da eşyada varo­ lan hikmetlerini bilsinler. Eşyada varolanlardan hepsinden bir ör­ neği kendi nefislerinde bulduklarında nefislerini tanısınlar ve bundan hareketle de Allah’ı tanısınlar. Çünkü:

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ben, cinlcri vc insanları, ancak bana kulluk yapmaları için yarattım.» (Zâriyât sûresi, âyet: 56) Yine bir hadisi kudside, insana hitabeden Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: «Ey insan, beni bilmen için önce kendini bil.» Bu hadis gösteriyor ki, kişinin kendini bilmesi Allah’ı bil­ mesine ve tanımasına vesiledir. Zira, Cenab-ı Hak, insanı kendi­ sini bilmesi ve tanıması için yaratmış ve buna da insanın kendi­ sini tanımasını şart koşmuştur. Şu halde insan, kendisini tanıya­ cak ve bilecek kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetiyle önce ken­ dini, sonra da kendisini yoktan vareden Rabbini tanır. 190

MARİFETNAME Haberde geldi ki:

«Nefsini bileıı Rabbini bilir.» Bu demek oluyor ki, kişinin kendisini bilmesi Rabbini bilme­ sine anahtar olur. Nefsin bilinmesi ise de, âlemin bilinmesi de­ mek, Allah’ın seyrine doyum olmıyan eşsiz ve ince sanatlarım görmek ve bunlardaki gizli sırları sezebilen bir anlayış kuvvetinin kendinde mevcut olduğunu bilip bir insan için dilek ve isteklerin en yücesi olan Allah’ı bilmenin çok yüce bir sır olduğunu ve bu sırra ermenin büyük bir nimet olduğunu bilmenin idrakine var­ maktır. Zira, insanın yüksek dağlara çıkması, denizlerin derinliğine inmesi ve arz içindeki aşağı âlemin herşeyini görmesi, incelemesi ve araştırması ve hepsinde bulunan halleri ve sırları anlaması mümkün değildir. Feleklerdeki ve yıldızlardaki hakikatleri ve in­ celikleri, bütünüyle bilmek ve ulvi âlemin hal ve sırlarını gerekti­ ği şekilde anlaması için göklere çıkması gerekir ki, bu da imkân­ sızdır. Ruhlar âlemindeki hal ve sırlarını olduğu gibi bilmesi ve fe­ lekler âleminde olanları gözleyebilmesi için de göklerin bilinmeyen (melekût) âlemine girmesidir. Bu bilgilerle Allahü Zülcelâl’in bu derece büyük kâinatı yaratmasından ve âlemin bütün zerrelerini her an için değiştirmesi ve terbiye etmesinden fiillerini seyretmek­ le, görmekle sıfatlarını ve isimlerini anlayıp zatını tanımaya yol bulması da mümkün olmaz. Ancak Rahman, Rauf ve Rahim olan Allahü Zülcelâl, lütfü ve inayetiyle, âlemin hem içinde hem dışın­ da aşağılık ve yüksek şeylerden birçok şey halketmiş, insan bede­ ninin içini ve dışını da aynı şekilde ve en güzel surette yaratmış ve ona şekil vermiş, onu kâinatın bir nümunesi yapmıştır. Allahü Zülcelâl, insanın ruhunu zatındaki bütün İlâhi ve ul­ vi vasıflarla süslemiştir. Bütün zerreleriyle âlemi ona itaatkâr kıl­ mış ve onun emrine vermiş ise, insan bedenini bütün âzalanyla aynı şekilde temiz ve ulvi bir yaratık olan ruhunun emrine vermiş ve ona itaatkâr kılmıştır. Bu vesile ile kendisine bakan insan, or­ ganlarının birleşiminden ve kuvvetlerinin teıkibedilmesinden ba­ yağı ve ulvî âlemlerde bulunan benzerleri ve alâmetleri bulup kendisini âlemde bir örnek görür ve kendisindeki mevcut ruhu, bedeninde olan türlü türlü tasarruf ve tedbirlerini görür ve bun­ dan ibretler alır. Ondan da Cenab-ı Hakk’m fiil ve sıfatlarını an­ lar ve yüce zatını sever ve bu sevgi ile O'nun varlığı ve azameti karşısında secdeye vararak ona ibadet eder. Bu hal ise onun bil­ 101

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

gili olmasını temin edeceği gibi, ibadetin kendine bahşettiği saade­ te erer ve böylece marifet ehlinden bir kul olur. Mevlâ cümlemize nasibeyleye! KISIM : 2 İNSAN ALEMİNİN BÜYÜK ALEME BENZEMESİ, BAZI ORGANLARIN ARZA BENZETİLMESİ Ey Aziz! İrfan ehli diyorlar ki: İnsan bedeni küçük bir âlem, fakat ruhu ise büyük bir âlem­ dir. Çünkü âlemde varolan herşeyin bir benzeri insan bedeninde vardır. Bu demektir ki, insanın bedeni ve ruhu, âdeta bir kopya­ sı halindedir. İki âlem böylece bir insan bedeni üzerinde var edil­ miştir. Meselâ; bütün hissolunan cansızların örneği insandaki organ­ lardır. Bütün hayvanlara örnek insanm ahlâkı ve huyudur. Mev­ simlerin örneği insandaki dişlerdir. Adet ve sanatların örneği, in­ sandaki his ve kuvvetlerdir. Alem-i berzah’a örnek insandaki dü­ şünce ve akılda kalan hatıralardır. Bilinmeyen (melekût) âlemine örnek de insanın kalbi ve ruhudur. Bu benzetmeler devam ettikçe uzar gider. Bu hakkıyla açıklanacak olsa böyle bir kitap değil, yüz tane kitap az gelir. Anlatmakla bitmeyen bu bilgiler arif bir ku­ lun küçücük kalbine sığabilir. Bizim buradaki açıklamamız, güneşten bir zerre ve denizden bir damla kadardır. Bu da gösteriyor ki, insan bedeni kişinin ken­ disini tanımaya yeterli delil olan bir âlemdir. Bununla kişi­ nin Allah’ı tanıması daha kolay olur. Aleme bir nümune, bir ör­ nek olan insan bedeni çok şerefli bir varlık olup, yer ve gök yerin­ de bulunur ki bu da cihan adım verdiğimiz dünyadır. Ay ve se­ neye örnektir ki, bu da zamandır. Şehire örnektir ki, bu da me­ kândır. İnsanın bedeninin yeryüzüne benzemesi: Yeryüzünde nasıl dağlar var ise, insan bedeninde de kemik­ ler vardır. Yeryüzünde ağaçlar ve bitkiler vardır. Buna karşılık insan bedeninde de saçlar ve kıllar vardır. Arzda çeşitli kıtalar vardır, buna karşılık insan bedeninde de çeşitli âzalar vardır. Yeryüzünde deprem v.s. gibi sallantılar ol­ duğu gibi, insan bedeninde de titremeler ve aksırmalar vardır. Arz­ da çeşitli vadiler ve akarsular olduğu gibi, insan bedenindeki da­ marlarda kan bulunur.

MARİFETNÂME Yeryüzünde çeşitli kaynaklar ve ırmaklar olduğu gibi, insan bedeninde de çeşitli kaynaklar vardır. Meselâ, kulaktan gelen kir, gözden gelen yaş, burundan akan sümük v.s. böyledir. Kulak kirinin acı olmasının sebep ve hikmeti şudur: Uyuyan bir kimsenin kulağına bir haşere girecek olsa, kulak kirinin acılı­ ğını görünce derhal geriye döner ki bu da onun kulak içinde öl­ memesini temin eder. Böylece uyuyan kimse, haşerelerin şerrin­ den emin olur. Gözden çıkan gözyaşlarının tuzlu oluşu, göz yağından olmak­ tadır ki, yağ da tuzlu olmazsa bozulur. Gözyaşının tuzlu oluşuna sebep de budur. Bu hal gözün devamlı olarak taze ve aydınlık ol­ masını sağlar. Burundan gelen sıvının hoş olmamasına sebep, koku alma or­ ganı olmasındandır. Bilindiği gibi, herşey zıddıyla değer kazanır. Burna gelen güzel kokular böylece anlaşılır. Eğer burundan gelen sıvının kokusu güzel olsaydı burna gelen kokular farkedilemezdi. Ağız suyunun hoş oluşu, dilin tatma organı olması ve tatma duyusunun devamlı tatlı kalması içindir. İnsan bedenindeki mevcut hikmetlerin sayısı sayılmayacak kadar çoktur. Burada sadece iki âlemin birbirleri ile uyuşmalarına ve benzeşmelerine dikkat çekilmiştir. Harici âlemde herşey insan

âleminde olan şeylerden bir örnektir. KISIM : 3 İNSAN ALEMİNİN FELEKLERE BENZEYİŞİ Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: İnsan bedeninin göklere benzeyişini şöyle gösterebiliriz: Meselâ; göklerde 12 burç vardır. İnsan bedeninde de aym şe­ kilde dıştan içe doğru 12 yol vardır ki 2 kulak, 2 göz, 2 burun de­ liği, ağız, 2 meme, göbek küçük ve büyük abdest yollandır. İnsan bedeni ile gökler arasındaki diğer bir benzerlik de şu­ dur: Gökte yedi büyük gezegen vardır, buna karşılık bedende de yedi büyük organ vardır. Bunlardan: Akciğer Ay’a Mide Utarid gezegenine Böbrek Zühre gezegenine Yürek Güneş’e Safra Merih’e Karaciğer Müşteri’ye Dalak Zühal’e benzer kabul edilmiştir. 193

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Semada birçok sabit yıldızların olması gibi bedende de bir çok sinirler vardır. Felekte 28 ünlü konak olduğu gibi, insan bedenin­ de de 28 tane duyu ve kuvvetler bulunur. Semada 360 derece var­ dır. Buna karşılık insan bedeninde de 360 tane kan daman vardır. Evvelki derslerde anlattığımız gibi, göklerin gerek küllî ve gerekse cüz’i feleklerinin gezegenler ile sabit yıldızların tabii ve mecburî hareketleri vardır. Buna karşılık bedenin de isteğe bağlı ve istek dışı mecburi hareketleri vardır. Bilindiği gibi gökler, hava, su, toprak ve ateşten meydana gel­ miştir. Dört unsuru içine aldığı gibi, bedenin de içine aldığı dört un­ sur vardır. Havanın dört unsuru ile bedenin dört unsuru arasında­ ki benzerlik şöyledir : Kan havaya Safra ateşe Balgam suya Sevda toprağa benzer. Bu unsurlar üç oluşumu meydana getirdiği gibi ,insan bede­ nindeki karışımlar da organları meydana getirmiştir. İnsanın neşesi ve sevinci gündüze, üzüntüsü ise geceye örnek teşkil eder. Ferahlığı açık havaya, sıkıntısı da buluta örnektir. Sesi gök gürültüsüne, gülmesi şimşek çakmasına, ağlaması, gözyaşı dök­ mesi yağmur yağmasına, nefes alış-verişi rüzgâr esmesine, konuş­ ması oluşa ve bozuluşa, yay gibi kaşları gök kuşağına, kulağı hilâl’e yuvarlak yüzü dolunaya ,siyah saçları gece karanlığına, alnı sabah oluşuna, yani aydınlığa örnek teşkil eder. Saymaya çalıştığımız bu benzerliklerinden başka, insanın be­ denindeki dış âl^me benzer tarafları pek çoktur. Fakat düşünenler için uzatmaya lüzum yok, bir işaret kâfi gelir ki, biz de bu işareti verdik. KISIM: 4 İNSAN BEDENİNİN ZAMAN VE MEKAN RUHUNDA SULTANA BENZETİLMESİ

Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: İnsan ledir :

bedeninin

ay’a

ve

yıl’a

(zaman’a)

benzetilişi

şöy­

Senede dört mevsim olduğu gibi, bedende de 4 esas vardır : Balgam; ilkbahar misâli hem yaş ve hem de soğuktur. Safra; yaz misâli hem sıcak hem de kurudur. '

İYIARİFETNAME

Kan; sonbahar misâli hem sıcak ve hem de yaştır. Sevda; kış misâli lıem kuru ve hem de soğuktur. Yine insan bedeni ile mevsimler arasında diğer bir benzerlik vardır ki o da şudur : İnsanın çocukluğu ilkbahara. Gençliği yaza. Olgunluğu sonbahara. İhtiyarlık devresi dc kış mevsimine benzer. Bir diğer benzerlik de şudur : Senede 12 ay olduğu gibi, insan bedeninde de 12 delik, haftada yedi gün olduğu gibi, bedende de 7 aza, senede 360 gün olduğu gibi, bedende de 360 tane damar var­ dır. Bedenin bir şehire, ya da bir ülkeye benzemesi ise şöyledir ; Bir ülkenin ya da şehrin bir hükümdarı olur. Ondan sonra da sıra ile vezir, emniyet müdürü, maliye müdürü, mâliyesi olur. Bun­ lardan başka, hükümdara mahsus saray, ülke, binek, tab’a (halkı), hazine müdürü, elçiler .bekçiler, polisler, hakimler, doktorları, sa­ natkârları olur. Şehirde çeşitli işler yapan sanatkâr ve mühendisler olduğu gibi, tüccar, değirmenci, fırıncı, kasap, bakkal, temizlikçi v.s.’ler de vardır. Şehrin ya da ülkenin idaresini ve imarını gören bu gibi kimselerin bir benzerleri de bedende vardır ki onları da şöyle izah edebiliriz : Bedenin hükümdarı ruh, başveziri ise akıldır. Emniyet amiri öfke kuvveti, maliyecisi şehevî kuvvettir. Hükümdar sarayı yürek­ te bulunan süveyda, ülke ise bedenin kendisidir. Bedenin bineği nefs, halkı ise bedenin organlarıdır. Hazine müdürü, tutucu kuvvet, bekçileri de gözler »elçileri ise kulaklardır. Eller polis, koku hissi casus, tatma kuvveti de hâkim mevkiin­ dedir. Bedendeki sanatkârları da şöyle sıralayabiliriz : Amelî akıl mimar, tabiati bina, çekici kuvveti marangoz, dişler değirmen, sindirim kuvveti fırıncı, ayırıcı kuvvet doktor, musavvir kuvveti kasap, büyütücü kuvvet kuyumcudur ki, bunların hepsi beden ülkesine hayat verirler. Beden ülkesinin temizlikçisi i vi ve fazlalıkları dışarıya atan kuvvettir. Bedenin diğer kuvvetleri de, beden ülkesinin diğer sanat­ kârlarıdır. Bu açıklamamızdan da m'aşılacağı üzere ,ruh insan be­ denindeki hükümdar ve Allah’ın beden ülkesindeki hafiyesidir. MANZUME İnsan âlemin efendisidir, başkasından sevdayı kes Zâhid’in vehmi gerçi ıraktan sevk eyler feres (atı sürer) 105

ERZURUMLU İBRAHİM IİAKKI HZ.

Gönülde taşınan dost misâli içinde yör der. Bu beraberlikten habersiz figân eyler ceres (can). KISIM: 5 İNSAN KALBİNDEKİ KÖTÜ AHLAKIN HAYVAN SURETLERİNE BENZEMESİ HECE HARFLERİYLE OLAYLARIN VE RÜYALARIN TABİRİ Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: Alemde yaratılan bütün hayvanların şekil ve suretlerinin ben­ zerleri, insanda da mevcuttur. İnsandaki kötü huylar ve ahlâk, hay­ vanlara benzemesinin alâmetidir. Bunlara şöyle misâl vererek da­ ha kolay anlaşılmasını temin etmeye çalışabiliriz : Kibir kaplana benzer, saldırgan olan bir adamın sureti asla­ na, kıskanç olan bir adamın sureti de kurda benzer. Bunun açık misâli, Hz. Yakub’un gördüğü rüyadır. Hz. Yakub, çok sevdiği oğ­ lu Hz. Yusuf’u sevmesini çekemiyen diğer oğulları tarafından ken­ disinden uzaklaştırılmasından evvel, onların oğlu Yusuf’a bir kurt misâli saldırdıklarım rüyasında görmüştü. Bunun içindir ki, ço­ cukları kardeşleri Yusuf için: jfc- Onu bizimle gönder, dediklerinde, onlara : — Onu kurdun yemesinden korkuyorum, demiş ve onu götür­ melerine engel olmayı arzulamıştı. (NOT : Bu kıssa ile ilgili olarak Kur’an’da Yusuf sûresinde ge­ niş açıklama vardır.) Kalbinde öfke ve kini olanın sureti köpeğe, hilekâr olamnki tilkiye, aldatıcınınki tavşana, fere (kadınlık organı) e aşırı şehvet duyanınki merkebe, arkadan cima’da bulunanınki domuza, kadın şehvetininki koyuna, çok yiyenin, yani obur olamnki ineğe, tamahkâr olamnki karıncaya, cimri olamnki fareye, kindar olamnki deveye, zevk halindeki olamnki kırmızı devenin suretine benzer. Düşmanlık edenin sureti yılana, üzen ve inciteninki akrebe, vesveseninki de san anya benzer. Bu husus daha çok devam eder ve diğer huyların suretleri de diğer hayvanların suretlerine benzer. Kötü huylardan birine galip gelen gönül, kendisini rüyada o hayvanın suretine galip gö­ rür. Meselâ, kadınlık organı olan ferce fazla şehvet duyan gönül, rüyada kendisini merkebe binmiş halde görür. Eğer bu şehvete mağlup olursa rüyasında kendisini merkebin altında imiş gibi gö­ rür. 196

MARIFETNAME Bu ve buna benzer diğer huylar da bununla kıyaslanabilir ve anlaşılabilir. Kâianttaki mevcut varlıkların hepsi insanın dışında ve içinde şekil bulmuş ve duruma göre keyfiyet kazanmıştır. Ah­ lâkım güzelleştiren bir kalp, saf ve tertemiz bir ayna olur ve herşeyi kendisinde bulur, saf ve temiz olmayan gönül ise uyku halin­ de bütün geçmişini ve geleceğim, herşeyini rüyasında görür. Derin olan rüyanın tabiri hususunda şu manzumeyi yazmak uygun görüldü: MANZUME

Çûn gıdanın buharı beyine gelir Önce burun duyusuna engel olur. Hayvani ruh ol zaman ne der Bedeni bırakır içine döner. O zaman burun duyusu işlemez olur Beden uyku halini onunla bulur. Çünkü beyinin duyusu kalbe iner Kalb o zaman ruhun içme döner. Kalbe ilham olur işaretler Asıldan ahr kalb müjdeler. Vasıtasız bulursa faydalıdır Aynı vak’â olur ki olaydır. Şayet kalb vasıtasıyla öîsa habir Sonra gelir kalbe gördüğü rüya Ya işaret veya beşaret ona. Arabî ismin evveli alınır Rüyanın ne olduğu o harflerle bilinir. Elif ululuğa işaret olur Yüce kıymetine müjde olur. Gördüğü rüyadır tabîr olunur. Ta ise o husûl-ı hacettir. S ise düşman üzre nusrettir Cim olduktan fersat ve ganimettir. Ha izzet ve saadettir Hı her murada vuslattır. Dal zahmet hem meşakkattir Zâl ise mal, mülk ve devlettir. Ra dahi devlete delâlet eder La kalbi sağlam itikâda yeder. Sin emin olmaya alâmettir Şin yaptığına pişmanlıktır 107

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Sad kâm almaya müjdedir Dâd mal bulmaya işarettir. Tı ise düşman helâk olacak Zı ise kalbi hüzün dolacak. Ayn gönülde bulacak teşvişi (şaşkınlık) Gayn ise zulm-ı nefs olur işi. Fe ise rütbesi olur âlî Kaf bula devlet ve malı Gaf ise gaibi gelir hurrem Lâm ol emîn olur hoş-dem Mim muradını alacak Nun hatırı melûl olacak. Vay ise işleri olur asan Ha hüzünle olur giryân. Ya taata muvaffak olur Bu tabirler muhakkak olur. KISIM: G ALEM İLE NEFSİN BİBBİRİNE UYGULANMASI İNSAN ALEMİNİN BÜYÜK ALEMİN SURETİNDEN AYRI OLMASI Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: Nefis âlemi her yönden görünen âleme uymuştur. Çünkü bü­ tün âlemin cüzlerinden bir kısmı açık, bir kısmı da gizlidir. Açık olanlar dokuz felekler, dört unsur ve üç oluştur. Kapalı olanlar ise on akıl ile dokuz nefistir. Aynen bunlann açık, kapalı olması gibi insanın da içi ve dışı vardır. Bütün beden uzuvları dış kısmını, bü­ tün eşyayı idrak eden on duygu ise içini meydana getirir. Bu hal insanın bütün âlemin bir kitabı durumundadır. Alemdeki herşeyin bir benzeri insanda da vardır. Şu halde in­ san küçük bir âlemdir ve büyük âlemdeki felekler ve unsurların örnekleri onda mevcuttur. Bu husus birçok kez açıklanmıştır. An­ cak insan demlen küçük âlem, hey’et yönünden büyük âlemin zıddıdır. Çünkü büyük âlemin dış yüzü her tarafı saran Atlas Feleği­ dir ki, buna dinî terimlerde Arş-ı A’zam, yani en büyük arş deni­ lir. Onun içinde bulunan Burçlar Feleğine de Kürsî denilmekte­ dir. Onun içinde Zühal gezegeninin feleği ve sonra da sıra ile bir­ birinin içinde olmak üzere Müşteri, Merih feleği vardır. Merih fele­ ğinin alt kısmında Güneş ve onun altmda da sıra ile Zühre, Utarid vardır. Utarid’in içinde Ay, onun içinde hava küre, onun için­ 108

MARIFETNAME

de su küre, onun içinde de toprak küre, yani arz vardır. îşte büyük âlemin kuruluşu, düzen ve sureti böyledir. Ancak insan âleminin kuruluşu düzen ve sureti ona uymayıp tamamen onun zıddıdır. Çünkü insan bedeninin dış çemberi toprak olup, be­ denin cildini meydana getirir. Cildin altında (iç kısmında) su var­ dır ki bu da kandır. Kanın içinde de hava vardır ki bu da insanın yaşamasını te­ min eden can buharıdır. Bu havanın iç kısmında ateş vardır ki bu da yürekteki hayvanî ruhtur. Bu ruhun içinde yedi kat sema var­ dır ki bu da kalbin yedi türlü hareketi ve tavrıdır. Kalb içerisinde­ ki mevcut ruh da insanı ruhtur ki, bunun dışı Küraî, içi Rahman olan Allah’ın arşıdır. Çünkü marifet ehlinin kalbi Allah-u Zülcelâl’in evi durumundadır. Nitekim bununla ilgili olarak bir hadisi kudside : Cenabı Hak buyuruyor ki : «Ben yerlere sığmanı, göklere sığmam, fakat takva sahibi mü’miıı kulumun kalbine sığanın.» Bu hadis insan ruhunun âlemlerin en büyüğü olduğunu gös­ termeye yetmez mi? Bu demektir ki insan ruhu manevi yönden büyük bir âlemdir. Hernekadar insan görünüşte küçük bir âlem ise de mânâ yönüyle büyük bir âlemdir. Kendisi beden yönünden Hz. Adem’in evlâdı ise de ruhi yönden âlemin babası sayılır. Hernekadar dünyaya gelişi diğer varlıklardan sonra ise de Hu­ zuru İlâhide bulunması bütün varlıklardan daha evveldir. Büyük âlem kollan ve cüzleri ile büyük ağaç durumundadır ki insan âlemi ondan meydana gelmiş bir meyvedir. Alemdon kasıt, yani âlemin yaratılışının gayesi, insanlık âlemi olup, inssm büyük âle­ min meydana gelişinde bir çekirdek (tohum)tir. Ağaçların küçü­ cük bir çekirdeğinde o ağacın bütünü küçültülmüş halde mevcut olması buna örnek değil midir? Aynı şekilde bütün âlemde insan ruhunda küçültülmüş bir halde bulunur. Meyvenin varolması ağaç dallarının büyümesi, ve olgunlaş­ ması sonucudur. însan bedeni de aynı şekilde bütün organ ve uzuvların birleşmesi sonucu meydana gelir. Nasıl meyve ağacın bütün dallarında oluşuyor ve tepesinde meydana geliyorsa, insan da bu âlemin yüksek ve bayağı cüzlerinden oluşarak ve hepsinden bir fayda, bir zarar, bir huy ve tabiat almış ve bımların hepsini kendi nefsinde toplıyarak varolmuştur. İlâhî Feyz İkabul etme ka­ biliyetine sahip olması ve bu kabiliyetin kendisine fjağladığı derece 130

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI JI2.

İle diğer varlıklardan üstün olmuş ve en güzel bir surette yaratı­ larak bu yüce derece ve mertebeyi kazanmıştır. Cihanın esası ve başlangıcı bu insan ruhu olduğu gibi, ciha­ nın aslına dönecek olan da yine bu insan ruhudur. Çünkü insan ruhu İlâhî bir feyizdir. İlâhî aşk ise Akl-ı küll ve ruh-i İzafîdir. Akl-ı kül ise bütün cihanın cüzlerini sarmış olup, her an ve mekân­ da onun bütün işlerinin idarecisi durumundadır. Nefsim böyle gören ve bilen arif bir kul, Mevlâsını bildiği gibi, cihana da can olmuş ve sonsuz bir hayata ermiştir. Gönlünde bütük âlemi görmüş ve âlemlerin en büyüğü olmuştur. KISIM: 7 İNSANIN İÇ VE DIŞININ CİHANIN İÇ VE DIŞINA OLAN UYGUNLUĞU Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: İnsana düşen önce kendi nefsini bilmesidir. Kendi nefsini bil­ sin ki iç ve dışındaki hakikati, nasıl yaratıldığını ve nasıl bir hu­ susiyetinin olduğunu bilsin ve bundan hareketle kendisini yok­ tan vareden Allah’ı ,ismini ve fiillerinin âlemin içinde ve dışında­ ki tecellilerini bilebilsin ve bulabilsin. İnsanın Rabbine gitmesi gönül yolundan olur. Eşyanın hakikati ile derin mânâların neler olduğu onunla açığa çıkar. Artık bu kemâli kazanan bir mü’min huzuru İlâhide sonsuza dek kalır. Büyük âlemde var olan her şe­ yin küçük bir benzeri, suret itibariyle küçük bir âlem olan insan­ da vardır. Meselâ, büyük âlemde 4 büyük deniz olduğu gibi, insanlık âleminde de 4 deniz vardır. Büyük âlemin denizleri şunlardır : 1 — Sevgi hâzinesi. 2 — Sır (gizlilik). 3 — İlk cevher. 4 — Bilinen ve bilinmiyen âlemdir. İnsan âleminin denizleri ise, 1 — Babamn sulbündeki meni. 2 — Ana rahmindeki nutfe. 3 — Görünmiyen ruh. 4 — Görünen bedendir. Cenabı Hak, sevginin âlemin yaradılışına maya olduğunu bil­ dirmek üzere, «Ben saldı bir hazine idim, bilinmemi sevdim» buyurmuştur. Bu demektir ki, âlemin yaratılmasında esas, sevgidir. İlâhî âle200

MARİFETNAME

min ilk denizinin sevgi olduğu böylece anlaşılmış oluyor. Sevgi denizinde hareket olmuş ve onun feyzinden cevherin il­ ki olmuş ve büyük âlemin 2. denizi olmuştur. O denizin içi ve dışı olup .içinden felekler ile unsurların hayatı oluşmuştur. Melekût âlemi, büyük âlemin 3. denizi olmuştur. O cevherin içinden felek­ ler ile unsurlar olan cisimler olmuştur. Mülk âlemi, Alem*i Kebîr’ in dördüncü denizi olmuş ve böylece dört deniz tamamlanmıştır. Gezici feleklerin yedi büyüğüne yüksek babalar, unsurlara da aşağı analar adı verilmiştir. Babalar ve anneler devamlı olarak hareket halindedir. Üç oluşum (Mevâlid-i Selase) bunlardan mey­ dana gelmiştir. Cenabı Hak ,Nûn sûresinin baş tarafında bu hu­ susa işaret ediyor. Nûn, sevgiden gizli hazine .Kalem ,ilk cevher, Vemâ yesturun ile de mülk âleminin fertleri ve melekût âleminin mücerretleri olduğunu haber vermiştir. Fertler ve mücerretler ene fe ene kitabında yazılmaktadır. Eğer o yazmasa mürekkeb cisim­ ler meydana gelmez. Mürekkeb cisimler aynen kitaptaki kelimeler gibi hikmetle düzene konulmuştur. Cenabı Hak, lütfü ve kere­ miyle ilâhi kelimelerin ebedi olduğunu bize bildirmiştir. Kur’ân’ da : «Rabbinin kelimeleri tükenmez» buyurulmuştur. İnsan âleminin yaradılışının mayasını oluşturan şey, babanın sulbünde bulunan menidir ki, bu onun ilk denizini oluşturur. İkin­ ci denizi ise, ana rahminde bulunan nutfedir. Nutfenin melekût âlemi ile mülk âlemine uyan nutfenin içi ve dışı vardır. Nutfenin içinden cenin durumunda olan meninin duyu ve kuvvetleri mey­ dana gelir ki, bu da 3. denizini oluşturur. Nutfenin dışında da ço­ cuğun cüzleri ve organları meydana gelir ki, bu da onun dördüncü denizi olur. İnsan âleminin sözünü ettiğimiz dört denizi de böylece nihayete erer. Çünkü baba sulbünde gizlenen meni .mücerret (so­ yut) bir sevgi durumundaydı. Bir hareketle ondan zahir olmuş, ana rahminde ilk cevher oldu, içi ve dışı çocuğun bedeni ve ruhu oldu. İnsanlık âlemi de böylece vücuda geldi .Büyük âlem ise, in­ san âlemine boyun eğen bir hizmetçi olmuştur. KISIM: 8 İNSAN ALEMİNİN AIIİRET ALEMİNE BENZEMESİ VE ORTAK TARAFLARI

Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: İnsan âlemiyle ebedî âlem arasındaki benzerlik ve ortak taraf­ ları şöyle izah edebiliriz : Ebedî âlemin giriş kapısı durumunda olan ölüme örnek insan 201

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI Ut.

âlemidir. Birinci sindirim gıdadır. Bedenin geçici oluşunun örne­ ği ise ikinci sindirimdir. İkinci neşeye ferahlanmaya örnek 3. sin­ dirimdir ki artık 3. sindirim sonunda saf kan meydana gelir. Ce­ setlerin öldükten sonra tekrar dirileceklerine örnek dördüncü sin­ dirim olup ,ondan da meni meydana gelir. Mahşer yerinin misâli, babanın sulbü olup, insanların mahşerde toplanmaları gibi meni de babanın sulbünde toplanır. Hesaba kitaba ve mizana misâl, nutfe cevherinde meydana gelen etkilerdir. Sırat köprüsünün misâli, babanın sidik yolu, Ce­ hennemin misâli, fercin içi, Kevser’in misâli, annedeki nutfe, Cen­ netin misâli, ana rahmidir. Onda türlü türlü nimet olan duyular ve kuvvetler canlanarak hayat bulur. Allah’a kavuşmaya ve O’nu görmeye misâl, ondan olmuş olmaktır. İnsanın güzelliğini görüp dostun güzel yüzüne hayran olur. İnsan âlemi ile âhiret âlemi arasındaki bir benzerlik de şöyledir: Ölüme misâl uyku .şeytana misâl vehim ve kuruntular, Berzâh âlemine misâl rüya, meleküta misâl de vakıadır. Mezarın mi­ sâli göğüs içi, inkâr etmeye kötülüklere misâl tedbirdir. Kabir ka­ ranlığına misâl Allah’tan gafil olmak, kabir azabının misâli de nefsini bilmemek ve tanımamaktır. Kabirdeki aydınlığa misâl gönlün huzur içinde olması, kabirdeki nimetlerin misâli de nefsi bilmek ve tanımaktır. İsrafil'in misâli İlâhi aşk ,İsrâfil’in sûrûnun misâli insanın ya­ ratılmış olması, mahşer yerinin misâli ortak duygu, amel defteri­ nin misâli de hafıza kuvvetidir. Mizâmn misâli nazarî (teorik) akıl, Sırat’m misâli düşünme kuvveti, cehennemin misâli ruhî sı­ kıntı, zebanilerin misâli kötü huy ve ahlâk, şiddetli azabın misâlî Allah’a ortak koşmak ve şehevî arzulara tabi olmak ve sadece dün­ yevî işlerle meşgul olmaktır. Her zaman için halinden şikâyetçi ol­ mak ve daima itiraz etmektir. Kevser havuzunun misâli sevgi şa­ rabı, Yüce ve âli cennetin misâli arif kulların kalbi, hurilerin ve gılmanların misâli, güzel ahlâktır. Dört nehrin misâli de şunlardır : 1 — İlim suyu, 2 — Merhamet sütü, 3 — Rıza balı, 4 — Aşkın şarabı. Sonsuz nimette kalışın misâli, çoklukta birliğe ermek ve yal­ nızlığa çekilmektir. Mevlâyı görmenin ve O’na kavuşmamn misâli fakirliği bulmak ve yok olmaktır. Sidrenin misâli insanın yüzü ve başı, Tuba ağacı202

MARİFETNÂME

nin misâli kadınların saçları, süslü Tubanın misâli ise bedenin öl­ çülü ve düzenli azalardır. Çünkü eller, ayaklar, parmaklar tıpkı Tuba dallarında oldu­ ğu gibi, aşağıya dönüktür. Levh-i mahfuz’un misâli hafıza kuvve­ ti, kalem-i a’lânın misâli hayal kuvveti, Kürsî’nin misâli beynin tamamıdır ki, ondaki mevcut olan yerdeki ve gökteki meleklerin misâli bedenin hisleri ve kuvvetleridir. Arş’ın misâli olgun insanın kalbidir ki o Hakka kavuşan bir yaratıktır. Allah’ın eşi ve benzeri olmadığına göre, O’nun insan bedenindeki bir benzeri de bulunmaz. Bu hususla ilgili olarak; Cenabı Hak buyuruyor ki: «Yerde ve gökte O’na benzer birşey yoktur.» (Şûra sûresi, âyet: 9)

KONU:2 İNSANIN KENDİ VÜCUDUNDAN IIALİK’İN VÜCUDUNU, KENDİ SIFATLARINDAN SANİ’NİN SIFATLARINI VE KENDİ BEDENİ ALEMİNDE BULUNAN TASARRUFLARI ANLAMASI. ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 İNSANIN KENDİ BEDENİNDEN YARATICININ VARLIĞINI ANLAMASI Ey Azizi Marifet ehli diyorlar ki: İnsan kendi bedenine dikkatle baksa ve tefekkür etse, bedeni­ ni nasıl idare ettiğini ve ona nasıl hükmettiğini düşünse, yarata­ nın varolduğunu bilen bir arif kul olur. Çünkü insan, ruhun bede­ ni nasü idare ettiğini düşünse, kendi bedeninden daha bir haber ve eser olmadığı halde, şu anki bedenini görse ve yaradılışına dik­ katle baksa, kendisinin evvelki halinin iki damla meni olduğuna kesin olarak inanır. Meni halindeyken et, yağ, kemik, damar ve kan namına kendisinde birşey olmadığı gibi, canı ,aklı ve fikri de yok­ tur. Fakat Allah’ın kendisini halketmesi ile hem içte ve hem de dış­ ta çok acayip haller meydana gelmiş ve iki damla halinde olan meni çok güzel ve maharetli organlarla süslenmiştir. Bütün bunları düşünen insan, kendini yoktan vareden bir kuvvetin olduğunu, bu kuvvetinde Allahü Zülcelâl olduğunu, O’ nun cihanın zerresinden kürresine varıncaya kadar herşeyde O’­ nun tasarruf sahibi olduğunu ve herşeyde O’nun etkileyen ve yanan (fail) olduğunu, herşeyin dışını ve içini bildiğini ve lıerşeyi çepeçevre sardığım bilir. Yine bilir ki, O’nun kudreti, hikmet ve rahmeti bütün cisim ve uzuvlarda sari ve kâmil olup cereyen eder olduğunu ,insan kendi bedeninin mükemmelliğine ve organlarının kendisine ne kadar çok faydalar sağladığına ne kadar çok bakarsa, 204

MARİFETNÂME

kendini yaratan Allah’ını tanıması ve sevmesi de o derece artar ve böylece bu ince ve nazik yapılmış makinenin duyu organ ve kuvvetleri ilim ve tekniği ile Allahü Zülcelâl’in lütfunun ve rahme­ tinin eseri olduğunu bilir. Bu insanlara Allah'ın bir lütfü ve inaye­ tidir. Bu hususla ilgili olarak; Peygamberimiz buyuruyor ki:

KAUahü Zülcelâi’in kuluna olan merhameti ve acıması, çocu­ ğunu emziren annenin çocuğuna olan şefkatinden daha şefkatli­ dir.» Vücudun bu şekildeki incelenmesi Hayy ve Kayyum olan Al­ lah’ı bilmenin ve tanımamn anahtarıdır. MANZUME Vücud-ı ilâhi, hayat bahş-ı Kerîm Nefs-i atıyye-i rahmet, Kelâm-ı fadl-ı kadîm. Beden Hakkın binası, ruh nefha-i kerîm Kuva vadia kudret, havas hakim • Bu kârhânede neyim bilsem, neyim var benim Bu kârhânede başka bir kâr ve bârım yok benim. Cihana gelip gitmede ihtiyarım yok Ben neyim diyecek elde medânm yok. Etti beni âdemden kudretli berâverde Gıdamı hazır eyledi rahm-ı maderde. KISIM: 2 KENDİ RUHUNUN VASIFLARINI BİLEN İNSAN, BİR OLAN ALLAH’IN BİRLİĞİNİ İDRAK EDER Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: İnsan bedeninde varolan azalar, nasıl cisimler âlemine benzi­ yorsa insan ruhunun vasıflan da Rahmanın sıfatlarına ve güzel isimlerine benzer. Cenabı Hakkın sıfatlan içinde : Hayat (diri olmak), ilim, şemî (duyucu), basar, kelâm, kadir, irade ,tasarruf sıfatlan vardır. Bu sıfatların benzeri insanda da vardır. Fakat insan ruhu bu vasıflar ıkazanabilmesi İçin bedene ihvardır. Fakat insan ruhu bu vasıflan kazanabilmesi için bedene ih­ tiyaç duyar. Ailahı’ın sıfatları ise böyle bir eşyanın âlet olmasına ih205

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. muttasıf olması gibi insan /uhu da muttasıf olabilir. Fakat insan azarlananm âlet oluşunog .ihtiyaç hisseder. Fakat hâşâ Allah’ın böyle âletlere ihtiyacı yoktur. Şayet O’nun dilemesi olmasa felek­ ler hareket edemediği gibi, O’nun tesiri olmaksızın zerreler birleşemez, yıldızlar ve lıikmeler meydana gelemez.

Aynı şekilde insanın ruhu istemedikçe de dil konuşamaz, ku­ lak duymaz, el'tutmaz, göz görmez, ayak gitmez ve organlar hiçbir iş yapmazlar. İnsan ruhu nasıl beden üzerine hakim ve tasarruf sahibi ise, Cenabı Hak da aynı şekilde âleme hâkim ve onda tasar­ ruf sahibidir. İnsanın bedeni nasıl ruhu sayesinde ayakta durabi­ liyorsa, âlemin varlığı da ancak Allahü Zülcelâl ile mümkündür. Aleme bakıldığında, onu meydana getiren unsurların felek­ lerin, oluşumların şekil, hal ve renkleri, Kudretli ve Hakim olan bir Yaratıcının eseri, O’nun emri ve idaresi altında olduğu kolay­ ca anlaşılır. Tıpkı bunun gibi, bedenin cüzlerine, kemik ,damar ve sinirleri ile onların şekil, hal ve sayısı çok olan fiillerinin de bir ruh tarafından idare edildiği ve O’nun emirlerine tâbi olduğu ko­ layca anlaşılır. İşte bu his, kuvvet ve organların ruhun hâkimiye­ ti altmda olduğunu gösterir. Şayet sana Allah’ın hidâyeti ulaşır da bu mânâlara vakıf olan bir kul olursan, sıfatların çokluğu içindeki Zâtın, yani Allah’ın var­ lığım ve birliğini bulursun .Böylece kalb gözünle Hz. İbrahim A.S. gibi göklerin ve yerlerin bilinmiyen yönlerini görürsün. Çünkü nefsini bilmek ve Rabbini tammak yalnızca kalb âleminde müm­ kün olur. Nefsini tanıyacak kadar idrâki olan, Hakkı bilmek şerefi­ ne nail olur. «Nefsini tanıyan, Rabbini de tanır» sözleri bu hususu çok güzel anlatıyor. Çünkü, cilâlı bir ayna kadar parlak olan insan ruhu, Hakkın tecelligâhı olur. Sende şayet bedenin acılarından geçer de kalbin zevkine erer, aşk nuru üe dolar vahdet âlemine gelirsen Allah’a dost olur ve O’na kavuşursun. Ey kerim Mevlâ, bizi de kendine dost kıldığın mü’ minlerden eyle! KISIM: 3 İNSAN KENDİ BEDENİNİ NASIL İDARE ETTİĞİNİ BİLİRSE ALLAH’IN ALEMİ NASIL İDARE ETTİĞİNİ ANLAR Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: İnsan kendi bedenindeki saltanatım, hükmünü, hareket ve tasarrufunu bilebilirse buna benzetmek suretiyle Allahü Zülcelâ206

MARÎFETNAME

lin mülk âlemindeki saltanatını, hükmetmesini, bütün eşyayı tesi­ ri altında bırakmasını, âlemdeki zerreleri terbiye ve tasarruf etme­ sinin nasıl ve ne şekilde olduğunu bilebilir. Çünkü âlemdeki her zerrenin Allah’ın emirlerine nasıl boyun eğdiği herkes tarafından bilinmektedir. Ancak kendi nefsindeki hâkimiyetini ve tasarrufunu bilemiyen insan, Allah’ın âlem üzerindeki hâkimiyet ve tasarrufu­ nu elbette bilemez. Meselâ, herhangi bir kâğıt üzerine besmele yazmayı arzu eden kimse, önce besmele yazmayı kalben ister, sonra beyine ulaşan bu istek hafızadaki Bismillah sözünün sureti meydana gelir. Sonra bu suret bir sinir tarafından parmakların uç kısmına iner. Sonra par­ maklar bedendeki irade kuvveti ve öbür organların da yardımcı olmasıyle kâğıt üzerine, «Bismillah» ibaresini yazar. Aynen bu şe­ kilde Cenabı Hak da birşeyin olmasını murad ettiği zaman, bu irâ­ denin eseri önce Arş’ta hasıl olur, sonra bu eser iik akıl vasıtasiyle Kürsîye inerek Levh-i Mahfuz’da zahir olur. Sonra Rûh’ul Küds, akl-ı esîr, onu feleklerden unsurlara indirir. Sonra feleklerin hare­ ket etmesi, güneşin ve yıldızların ışık saçmalanyle, istenen mad­ de, yani olması murad olunan şey tabiatın ısı, nem, soğukluk ve kuruluğundan hasıl olur. Kâğıt üzerine yazılan harfleri nasıl mu­ hafaza ediyorsa, tabiat da o şekilleri öylece muhafaza eder. Şu halde Allahü Zülcelâl, Arştaki mânâlan aşağ, âleme göndermesi ve cisimleri 4 unsurdan dilediği ve istediği şekilde yapması bu yolla oluyor. Demek oluyor ki, insan ruhunun birşeye meylederek arzu duyması ve bu arzunun gönülde belirmesi nasıl oluyorsa .Cenabı Hakkın bir eserinin Arştan belirmesi de öylece olur. însan bedenindeki hayvanî ruh, cihanda ilk akla benzer. Ha­ fıza kuvveti Levh-i Mahfuz’un mahallindedir. Sinirler, meleklerin yerinde, parmaklar anâsırın yerinde, duyu organlan güneşin ve yıldızların, yazı âletleri tabiat yerinde, yazılan satırlar bitki, hay­ van ve madenlerin mahallindedir. Bu misâller bize gösteriyor ki, Cenabı Hak, kendisinin bu âlemi nasıl idrak ettiğini bilebilmesi için ruha bedeni idare etme ,ona hükmetme ve kendini bilme kud­ retini verdi. öyle ise, Cenabı Hakka binlerce şükür olsun ki sana bu bede­ ni vermiş ve seni de ona sultan yapmıştır. Çünkö sultanı ancak sultan tanıyabilir ve sultanlığın kıymetini de ancak sultan bilir. Seni eğer bedene sultan kılmasaydı ve bütün organlan senin em­ rine âmâde kılmasaydı sen bu âlemin Yaratıcısını nasıl tanıyacak­ tın? Allahü Zülcelâl, senin kalbini Arş, beynini Kürsi, hafızanı Levh-i mahfuz, damar ve duyu organlarım feleklere ve yıldızlara, 207

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

diğer organlarını da unsurlara benzetmiş ve ruhun emrine vermiş, tir. Artık seni kendi bedeninde sultan kılan ve bedeni senin emri­ ne veren Allah’a nasıl olur da yüzbinlerce şükretmezsin? Seni ya­ ratıkların en güzeli ve en mükemmeli olarak yaratmış, seni bütün kâinattan üstün tutmuş ve seni ona hakim ,kendine de kul kılmış­ tır. Sana, Kendisini bilmek ve sevmek gibi yüce bir nimeti ihsan etmiştir. Şu halde sen de kalbinden, bedeninden, saltanatından gaflete düşmemelisin. Allah’tan uzaklaşma, Rabbini unutma. Şayet herşeyi bütünüyle normal görür, kibirlenmez ve beğenmemezlik etmez isen huzura ve rahata erersin. Çünkü zerreden kürreye varıncaya kadar varlıkların tamamı Allah’ın yüce sanatının ve kudret elinin açık bir eseridir. Eğer bu eserleri beğenmez isen onların Yaratıcısı ve Sani’i olan Allah’ı da beğenmiyorsun demektir. Eğer huzur ve saadet istiyorsan, unutma ki, her zulümde bir adalet ve şerde de bir hayır vardır. Çünkü insanların kendi hak­ larında hayırlı gördükleri şey şer, şer gördükleri şeyler de hayır olabilir. MANZUME Hakkı, Hak’dan gaflet etme, hazır ol Her işinde hikmetine nâzır ol, Şer cüz’ünün zimmnda küll-i hayrı bul Kazasına razı olmakta mâhir ol. KISIM: 4 v İNSAN, KENDİNİ TENZİHTEN HAKKI TENZİHİN YOLUNU BULABİLİR. Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: İnsanın kendi nefsini tenzih etmesinden Hakkı tenzih yolunu bulabileceğini şöyle misâllendirebiliriz: İnsan ruhu bütün organlann hâkimi ve idarecisidir. Halbuki o, diğer yandan Rabbani bir emir olup, hakikatinin bilinmesi müm­ kün değildir. Ruh her türlü şekilden, renkten, ölçüden, hayal ve suretten uzaktır. Yani, bu saydıklarımızın hiçbirine uyması ne rengi, ne şekli, ne ölçüsü, ve ne de sureti vardır. Aynı şekilde Ce­ nabı Hak da her türlü şeküden, renkten, ölçüden ve hayale sığmak208

MARİFETNAME

can uzaktır. Ancak O’nun tecelli ve tasarrufları, zaman ve mekân­ dan uzak değildir. îman bedeninde bulunan sevgi, rahat, sıkıntı, tat, lezzet ,keder, sevinç, huzur, safa, zevk, duyma, görme, kokla­ ma, ses ve diğer his ve kuvvetler sayesinde bir ruhun mevcudiyeti ve sıfatlarının varlığı anlaşılabilir. Fakat onun nasıl birşey oldu­ ğu, mahiyetinin ne olduğu bilinemez. Allahü Zülcelâl’in sıfatlan, isim ve fiilleri de aynı şekilde, âlemde açığa çıkmış herşey O’nun sıfat, fiil ve isimlerinin ajoıası olmuştur. Fakat O’nun fiillerinin, sıfatlarının nasıl olduğu ve mahiyetinin ne olduğu asla bilinemez. Meselâ, gözün, kulağın duymasından, burnun yemeklerin ta­ dım bilmekten haberi olabilir mi? Elbette olmaz. Aynı şeküde, ha­ ricî duyulann da akıl tarafından bilinebilen şeylerden haberi ol­ maz. Akıl da ruhî hallerden haberdar olmaz. Çünkü insan ruhu Rabban-i emr olup, bağlantısı gönül iledir ki, onun hakikatinin ve mahiyetinin ne olduğu bilinemez ve ona hiçbir vasfa ve surete gir­ mez. însan ruhunun bütün bedende tasarruf hakkı olduğunu söy­ lemiştik. Ancak insan aklı bunun nasıl meydana geldiğini anlıyamaz. Alemlerin Rabbi olan Allah da kâinattaki herşey üzerinde ta­ sarruf sahibidir. Beden, ruhun hizmetçisidir. Beden bölünmeyi ka­ bul eder, fakat ruh asla kabul etmez. Allah’ın nuru da bütün kâi­ nata yayılmış olup her zerre O’nun kudretiyle varolmaktadır. Bü­ tün eşya O’na muhtaçtır. Herşey O’nu teşbih eyler. Herşey O’na ibadet ve hizmet eder. O’nun lütfü ve keremi sonsuz olup, kimseye muhtaç değUdir. Bazı âlimler, insan ruhunun bedenden.ayrı olduğu, bazıları ise bedenle beraber olduğunu söylemişlerdir ki, onun bedenden sayanların sa­ yısı daha çoktur. KISIM: 5 ÎNSAN RUHUNUN ÖLDÜKTEN SONRA DA BAKİ KALMASI, BEDENİN YOK OLMASI Ey Aziz! Hikmet sahipleri diyorlar ki: însan ruhu, bedenden ayrıdır. Çünkü devamlı olarak kendi za­ tım bilir. Yani sen kendi zatından sonsuza kadar gaflette kala­ mazsın. Uyurken ve gözünü yı ı uğun zaman bile kendini unuta­ mazsın. Geçici olarak beden uzuvlarından birini unutabilirsin. Ama küll’ün anlaşılması tek ile değil, bütün kısımlanyledlr. Eğer sen bedenden, yahut da omur kısımlarından olan bir par­ ça olsaydın, kendini unutur ve devamlı olarak kendini büemezdiıu 209

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Şu halde sen bedenden ve cüzlerinden ayıırsın. Tabiî sıcaklığın be­ denin yaşlığında tasarrufu sebebiyle vücudun devamlı olarak çö­ zülmekte ve akmaktadır. Alınan gıdaların eskisi eriyip gitmekte ve yenileri ise bedeni yenilemektedir. Eğer böyle olmasaydı bede­ nin şimdiki halinden çok daha büyük olurdu. Alman gıdalar .eri­ yen gıdaların karşılığı olduğundan, beden cüsse itibariyle çok bü­ yümemiş ve bu haliyle kalmıştır. Sen bedene gelen cüzlerden biri olsaydın gıdaların cüzleri gibi sen de değişir ve zamanla yokolurdun. Şu halde, sana ,sen diye hitabedilince beden olarak sen değil­ sin. Sayılamazsın, çünkü bedenin değişikliğe uğramasından, çök­ mesinden haberin olmaz. Sen kendi zatından gafil olmadığına gö­ re, bu şeylerden ayrısın. Cenabı Hakkın âlemden münezzeh olması da böyledir. Küllî akıldan bir cüz olan insan ruhu da kendini bil­ diği gibi,eşya ya tasarrufta bulunur ve bedenin yaşaması ve korun­ ması için bütün tedbirleri alır. Şu halde konuşan nefis dediğimiz nefsi- natıka, hislerle işa­ reti tasavvur olunamıyan bir cevherdir. Çünkü bu küllî aklın açı­ ğa çıkışından meydana gelen küllî nefistir. Nefs, onun yarımda fer’i, yani ikinci derecede olup, gölge durumundadır ki varlığı ge­ rekli olan Allah’ın feyzi ondan buna geçer. Eşyanın tartılması, cis­ min korunması v.s. gibi işlerin düzenlenmesi bunun şanındandır. Mahiyeti kudsi olan bu varlığın cisim oluşunu düşünmek asla mümkün olmaz. Hattâ denilir ki: Nefs-i natıka ,bir yerde mevcut olmadığı halde vardır ki, o Al­ lah'ın nurlarından bir nur olup, zuhur etmesi Allah’tan, batması da Allah’adır. İnsan ruhu bu cesetle kaplı olduğuna göre, bedenin pisliklerinden kendini temizleyebilen yüksek ruhlar, İlahî sırlan bi­ lerek Allah’ı tanıyan Arif kul olur ve yüce makamlara ererler. Ancak bizim bu suretimizi terbiye eden ve güzellik nurları ile güzel hale getiren ruhlarımızı bedenlerimize indiren ilmî ve amelî olgunluklar ile mükemmelleştiren şey akl-ı küldür. Bizim başlan­ gıcımız da sonumuz da Allah’a kavuşmak hususunda vasıtamız da odur. Bizim terbiyemizi yapan ve bizi lâhi nurla temas ettiren şey dini tabirle, Ruh-u Muhammed’dir. O âlemin babasının bizi terbi­ ye etmesi ve kemâl haline getirerek tamamlaması, fe’al aklı vasıtasıyle olur. Beden hernekadar bozulursa da ruh bakidir ve asla bozulmaz. Çünkü onun başlangıcı akl-ı'küldür. Bunun içindir ki, o yokolmaz. Olgun bir kalbe sahip olan kimse, bunu kendi nefsinde idrak eder ve bilir ki, bütün bedenin organlan dağılsa, çürüse ve yokolsa, ru­ hu asla yokolmaz. Hatta ruh, bedeni kuvvetler kendisinden gittiği 210

MARİFETNÂME

için nefs-i natıkanın nazarî (teorik) kuvveti ve şerefi tamam olur ve asla yokolmaz. Çünkü mücerred nura yokluk gelmiyeceği için insan nefsi, yani ruhu da asla yokluğu kabul etmez. Bu izahlardan anlaşılıyor ki, beden bozulup yokolması halin­ de, nefs-i küllün o naksanlık özelliği yokolmaz. Eğer o hey’etler ka­ lıcı olmsaydı, nefs-i küllün bu benlikleri de kalmaz, yok olur ve gü­ neşin ışıkları gibi esas haline dönüp nefisler ,enfüz) olmazdı. Ruh ile beden arasındaki alâka geçicidir. Bu alâkanın bitmiş olması mücerret varlık olan ruhun yokolması anlamına kemâlleri kadar olur. Kuvvetlerin kemâl derecesi kendine lâyık olam bulmak ve eksikliği de lâyığından yoksun kalmak olunca ,bu durumda nefs-i natıkanın kemâli bedene ait kuvvetlerden uzak kalmakla olur. Baş­ langıç ve sonunu bilmek, kendi hakikatini bilmek ve Hakkı bul­ maktır. Bedenden uzaklaşan ruh, hakikati idrakte mesafe katettikçe Allah’a yaklaşır ve kalbi marifet nuruyla dolarak büyük bir haz içinde kalır. Kalbin üzüntü ve elem içinde kalması bilgisizliği ve gaflet karanlığına dalmasıyle olur. Fakat insan ruhu nefsin istek­ lerine tabi olursa, adı geçen manevî haz ve zevklerden yoksun ka­ lır. Ruhanî faziletlerin hazzını duyamaz. Çünkü o, nefsin tabiatiyle kendinden geçmiş ve maddî zevklerle sarhoş olmuştur. . însan ruhu bedenden ayrılınca o da düştüğü maddî sarhoşluk ve gafletten uyanır. Ancak nefsinin isteklerine boyun eğmiyen, uyanık ve zeki insanlardan ise ilmi kuvveti ve ahlâk güzelliği ile Cenabı Hakk’ın nurlarını müşahede eder ve gözlerin görmediği, ku­ lakların duymadığı, kalblerin hissetmediği manevî lezzetlere ve ni­ metlere erer. Mücerred nurlar ile ülfet eder ve her muradına nail olur. Sonsuz bir devlet ile yeniden hayat bularak ebedî saadete erer. Başlangıç ile yetinmiyerek insanlar içindeki seçilmişlere nev’i olarak bağlanır ve onlara yardımcı olursa bizden daha üstün bir mertebeye sahip olan cinniler zümresinden olur. Eğer kötü ruhlardan ise .bedenden ayrılış vakti geldiğinde bilgisizlik, karanlıkları içinde ve hayvanî huyları dolayısıyle redde­ debilir ve büyük acı ve ızdıraplar içinde kalır. Bu his âleminden koptuğu zaman kudsî âleme gidemez .berzah karanlığında (kabir azabında) kalır ki oradaki korkusu, pişmanlığı, keder ve ümitsizli­ ği dayamlmaz dereceye varır ve bu hal kıyamete kadar devam edici insanların kötülerine bağlanır ve onlara yardımcı olursa (bozgun­ culuk ve kötülük hususunda) hepsinden daha kötü olan şeytanlar sınıfından olur. Esasen ruh, melekût cevheri idi, bu bedeni kuvvet 211

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ler ve şehevi arzular onu kendi yerinden almış, aşağı âleme çekerek karanlıklara düşürmüştür. Eğer ruh (nefs-i natıka) yüksek ahlâk ile vasıflanmış ve ma­ rifet kuvvetleri ile kuvvetlenirse ve yavaş yavaş uykuyu ve yemeyi azaltırsa, hiddet ve şehvetine mahkûm olmayıp onlara galip gelirse bu durumda kendi âlemini ister, aradan perdeler kalkar ve kendi­ sine ilâhî sırlar açılır. Çok acayip ve garip şeyler görür .Çok hoş kimseler görür ve seslerini duyarak onlarla konuşur. Veya hiç kim­ seyi görmeyip manzum halinde söylenen sözler, ölçülü nağme ve güzel sesler duyar .Bu hal rüyasında meydana gelirse sadık rüya­ dır. Uyku Ue uyanık hali arasmda gördüyse bu bir vakıadır. Eğer nefis uyurken başlangıcı (mebdein)na karşı gelmeksi­ zin, bir âletle bu hallere vakıf olursa bu hoş bir rüya olup, hayal ve kuruntudan başka birşey değildir. Hernekadar bilinmeyen âle­ min nurlan bu nurlan alacak kabiliyette olan nefislere şualar ha­ linde gelmektedir. Ancak bu kapının açılması, kapıyı Allah’ın adı­ nı anarak çalanlara olmaktadır. Bu cihandaki mevcut mânevi tat, lezzet ve zevkleri inkâr eden ve bunlann bir boş hayalden ibaret olduğunu iddia eden kalb gözü körler, cima’ iktidan olmayanın cima’ lezzetini inkâr etmesine benzerler ve hayvanları meleklerden üstün görmüş olurlar. Ya Rabbi, bizi hiddet ve şehvetine esir olanlardan değil, İlâhi rahmetine nail olan kullarından eyle. MANZUME Kalbinde nefs-i nâtıkayı bil özün özü Viranede hazine misâli saklanmış yüzü Bedenin pınan odur ,kendini iyi bil Çünkü bu benlik ondan serabdır, o değil Nefs-i natıka herkese hayat veren denizdir İnsan hakikati ona, intisab edicidir Fiili kemâl-i hikmet, sözü dosdoğru Hubbu vefa-i daim, hüsnü (güzelliği) hayat yolu Mirac-ı vasıl-ı nâtıkayı dilde taleb kıl Yoksa misâl diye yakar bedeni her şehâb Ey Hakkı, kim Hakkı bildiyse bildi nefsini Zahmet yok, taklid için ihtiyarı, gencini. 212

MARİFETNAME

KISIM: 6 ALEMİN ÖZÜNÜN İNSAN-I KAMİL OLDUĞU VE İNSANIN İBADETLE RIZA MAKAMINI BULABİLECEĞİ Ey Aziz! Marifet ehli diyorlar ki: Dokuz felek ve üç unsur »toplam 12 perde .hurma çekirdeğinde bulunan etli kısım gibi toprak noktasım her yandan sarmışlardır. Bu 12 kat perde, toprağın elbisesi gibidirler. Kıymet itibariyle top­ rak onlardan hem üstün ve hem kıymetlidir. Toprak maden ve bitkiye ,bitki de hayvana örtü ve elbise olmuştur. Hayvan, insan vücudunun, vücut kalbin elbisesi olup .insanın kalbi de Allah’ı bil­ menin ve tanımanın yeri ve sevginin temelidir. Demek oluyor ki, cihanın özü Allah’ı bilen ve tanıyan insandır. Bu kâmil insanın ne derece şan sahibi olduğunu, ne derece büyük olduğunu bir kez düşünsene. O şanlı ve kâmil insan 15 kat elbise giymiş, şeriat sancağı ve sevgi tacıyla yaratıklar içinde en büyük sultan olmuştur. Zira bütün kâinat ona yardımcı ve hizmet­ çi kılınmıştır. Şeriat, onun şahsında kemâle ermiştir. Onun sözleri de güzel, işleri de güzel, ahlâkı da güzeldir. Çünkü o, Resûlüllah SA.V.’in : «Şeriat sözlerim, tarikat hareketlerim, hakikat de ahvalimdir.» hadisine uymuşlardır. Demek oluyor ki, hadiste geçen bu üç alâmet kimde var ise o, hem mü’min, hem ârif ve hem de kâmil bir insandır. Alâmetlerin ikisi bulunursa mü’min ve ariftir. Bir tanesi var olursa mü’min ve gafil, hiçbiri olmazsa bilgisiz ve cahildir. Alem bir insan olarak ka­ bul edlmiş ,onun nurlu kalbi olarak da insani kâmil olmuştur. FARSÇA BEYİT Ne felekte olur ne de melekte var İnsanların kalbinde bulunanlar. Bu izahlardan anlaşılıyor ki, insamn kendi dilediği şekilde bir Şey yapma kudreti yoktur. Bunun için de kendi isteklerini terketmiştir. Hernekadar insan yaratılmışların kâmili ve marifet yönün­ den mâhiri ise de .istediğini elde etmek yönünden âcizdir. Meselâ, peygamberlerin, velilerin, nice sultan, abid ve zenginlerin binlere varan istekleri gerçekleşmemiş ve nice binlere varan işleri de İste­ medikleri halde, kendiliğinden meydana gelmiştir. Demek ki, İn­ sanların hepsi âlim, cahil, tebaası olan sultan da olsa istediklerini 213

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

elde etme hususunda âcizdir ve işlerinin düzene konulması husu­ sunda ise şaşkındır. İsteği olmayan ise rahat ve huzur içindedir. Kâmil insan, hakikate ve sırra erdiği için bilir ki kimse kendi dilediğini elde edemez. Ne kadar çok çalışsa da bir dereceden ileriye gidemez. Öyle ise isteği ve tedbiri terkedip Allah’a tevekkül etmek gerek. İki dünyanın saadeti ancak böyle dünyevî zevkleri terketmekle her çeşit korku ve kederden uzak kalmakla temin olunur. Cenabı Hak buyuruyor ki: «Ey mü’minler, hoşunuza gitmemesine rağmen, din düşmanlanyle savaşmak üzerimize farz kılındı. Hoşunuza gitmediği halde

olan, hoşunuza gittiği halde hakkınızda sır olan nice şeyler vardır. Siz bunları bilmezsiniz, Allah bilir.» (Bakara sûresi, âyet: 216) Bu âyetten anlaşıldığı gibi »insanlar neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmekten âcizdirler. Kâmil insan bu sırra erdiğine gö­ re, onun bütün işleri Hakkın nzasına uygun olmuş demektir. Kâmil insan kendini Allah’a teslim etmiş, O’nun huzuruna durmuş, hükümlerine razı olmuş olup, tercih, azm, tedbir ve seç­ me namına birşeyi kalmamıştır. Bütün isteğini, ümidini, dua ve yakarışım kaldırmış ve isteklerinden vazgeçmekle her türlü arzu ve isteğine nail olmuştur. Nefsiyle ölmüş, aşkıyla dirilmiş, huzur ve mutluluğa ermiştir. hakkınızda hayırlı

KONU: 3 SIHHATİN KORUNMASI ONBİR KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 KORUNMASI GEREKLİ ORGANLAR, YER VE FAYDALARI Ey Aziz! Tıb âlimleri diyorlar ki: İnsan bedenindeki ruhun mürekkeb uzuvlarının sıhhatinin korunması icabeder ki, bunları kısaca izah etmek lüzumu hasıl olmuştur. 1 — BEYİN: Beyaz, renkli, yumuşak ve boğumlu bir organdır. Atar ve top­ lardamarların cevheri ile beyin zarmdan ve kafatasına bitişik zar­ dan mürekkebdir. Üçgen şeklinde olup tabam başın ön yüzünde, açısı ise arkadadır. Bedenin duyu ve hareketleri beyinle tamamlanır ki, bunun duyuları da yumuşak, sinirler ve organların hareketi ve omurilik sinirleriyledir. 2 — GÖZLER : Herbirinde 7 tabaka ve 3 sıvı olup, toplam 10 tabakadan mey­ dana gelmiştir. 1. tabaka : Hava ile temas eden tabakadır. 2. tabaka : Renksiz, olup, altındaki tabakadan almıştır. 3. tabaka : Siyah, sarı veya mavi renkte olup, bundan sonraki tabaka ağ tabakasıdır. 4. tabaka : Örümcek yuvası gibidir ki, yukarıda da dediğimiz gibi, ağ tabaka da denilmektedir. Bundan sonraki tabaka, eriyen cama benzer nemli ,şeffaf ve berrak bir tabakadır. 5. tabaka : Cam sıvısı gibi olan tabakadan sonradır. 6. tabaka: Zara benzer. 215

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

7. tabaka : Hepsinden serttir. Bunlann ve bundan sonraki lasımlann temin edeceği faydalar sözü çok uzatır. 3 — KULAKLAR: Kıkırdaktan ve çok hassas sinirlerden meydana gelmiş olup, seslerin duyulmasını temin eder. 4 — DİL: Atar ve toplardamarlar ile çok hassas sinirlerden ve perdeden meydana gelmiş olup, gıdalann tadım almaya, ağızda lokmayı çe­ virmeye, yutmaya ve konuşmaya yardımcı olur. 5 — AKCİĞERLER : Et, kıkırdak ve yürekten çıkıp gelen atardamarlardan meyda­ na gelmiştir. Duyusu olmayıp sadece zarm biraz duyucu hissi var­ dır. Akciğerler, yürekte hasıl olan tabiî sıcaklığı bütün bedene ya­ yarlar. Kam temizler ve kirlenen kısmı dışarı atarak havanın oksi­ jenini emerler. 6 — KALB: Koza şeklindedir. Başı sol memenin altında, tabanı göğsün ortasmdadır. Nar kırmızısı renginde, lifli etler ve omurga perdesiyle terkibolunmuş olup, bedenin hararet kaynağıdır. İki karıncığı olup, sağdaki çok kan ile ve az ile dolu, sol karıncığı ise az kan çok ruh ile doludu. Atardamarların kaynağıdır. 7 — DİYAFRAM (HİCAB) : Göğsü açmak ve daraltmak gibi bir faydayı tömin eden diyaf­ ram et, duyucu ve hareketli sinirlerin birleşimidir. 8 — MİDE: Et, sinir, atar ve toplardamarlarmbirleşimi olup üç kısımdan ibarettir. Bu kısımlann herbirine sıra ile; yemek borusu, mide içi, mide tabam denilmiştir. Yemek borusu ağızda başlar, göğüs kemiğinin nihayetinde bi­ ter. Mide ağzı da orada ve etsizdir. Mide tabanı etli olup göbeğin üstündedir ve besin sindirilmesini temin eder. 216

marifetnâme

9 — KARSAKLAR: Sinirler, içyağı, atar ve toplardamarların birleşiminden mey­ dana gelmiş olup, 7 tanedir. Bunlara sıra ile : 1 — Kapakçık barsağı, 2 — Oniki parmak barsağı, 3 — Koru­ yucu barcak, 4 — İnce barsak, 5 — Eğri barsak, 6 — Kolon barsağı, t — Düz barsak adı verilir. Bunlann faydası, midede artakalan ve sindirilmeyen gereksiz tasımlan dışanya atmaktır.

10 — KARACİĞER : ’ Et, atardamar ve toplardamar ile kendisini örten zann birle­ şiminden meydana gelmiş olup, perdesi çok hassastır. Sağ tarafta bulunan karaciğerin rengi pıhtılaşmış kana benzer. Faydası; organların gıdasını temin edecek olan kam hazırla­ maktır.

11 — SAFRA KESESİ: Safrayı toplayan kese olup, karaciğerin bitişiğindedir. Kara­ ciğerdeki safrayı çekerek kana kanşmasma engel olur.

12 — DALAK: Karaciğerin renginde olan dalak, et ve damarların birleşimin­ den meydana gelmiş olup, sol tarafta arka kaburgalar Ue mide ara­ sında kalan kısımdadır. Kendisi duyucu olmayıp, perdesi hassas­ tır.

12 — BÖBREKLER : Az et çok içyağı ve damarların birleşiminden meydana gelen böbrekler, kendileri duyarlı olmak üzere, zarı duyarlıdır. Ciğerden gelen maddelerden sidiği ayırır ve sidik torbasına yoUar.

14 — MESANE : Mak’ad ile kasık arasında bir bölgede bulunur. toplamak ve dışarı atılmasını temin etmektir.

Faydası; sidiği

15 — ÜNSELER: Beyaz yağlı et ile çok atardamarların birleşimi ile meydana gelmişlerdir ki, görevleri; meninin pişmesini temin etmektir.

16 — KAMIŞ : Çok sinir az et, damar ve şiryanın birleşimiyle meydana miştir ki, faydalan yukarıda anlatılmıştır.

217

gel­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

1? — RAHİM: Kadınlara has sinirli bir uzuv olup, düz barsak, böbrek ve si­ dik torbasının arasında kalan bölgedir. Uzun boynu olup, ferce ka­ dar gelir ve nutfeyi içine çekerek ceninini tehlikelerden korur 18 — MEMELER: Göğsün iki yanında olup, kadınlarda yumuşak, beyaz, yağ­ lı ve atardamarları çok etin birleşmesiyle meydana gelmiştir. Kandan ve alınan gıdalardan süt yapar. Bunlardan başka, bedende birçok uzuvlar vardır. Bu derece büyük sanatı olan binayı yapmak, her yanını güzelleştirmek çok mühimdir. Kalb gözü açık mü’minler için bu misâllerden alınacak büyük ibretler vardır. Bu yüce sanatın Sani’i olan Allah-u Zülce­ lâl her türlü noksan sıfatlardan uzaktır. KISIM : 2 İNSAN BEDENİNİN SIHHATİNİN KORUNMASININ

RÜKÜLERİ Ey Azizi Tıb âlimleri diyorlar ki: Tıb .bedeni inceleyen bir ilim olup, esasen bir nazari (teorik), diğeri de âmelî (pratik) tıb olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, sıhhatin korunmasıdır. Diğeri de mevcut bir hastalığın tedavisine çalışmaktır. Sıhhatli bir bedene sahip olmak dünya ve din ehli için kıymeti her türlü takdirin üstünde bir ni­ mettir. Sıhhati muhafaza saadet, onun kıymetini bilmek ve sıhha­ ti korumak için gerekli tedbirleri almak da büyük bir akıllılıktır. Çünkü akıllı insan, süıhatini koruyunca afiyet içinde, olduğu gi­ bi, hastalıklardan da uzak kalır. Hahata ka vuşan beden Allah’ı bilme, tanıma ve ibadet etmek fırsatım bulur.. öyle ise Marifetname’de sıhhatin korun imasının şartlarının yazılmasına ihtiyaç vardır. Artık sana hastalık ulaşmadan, elinde­ ki büyük sermayenin kıymetini bil ki, yaşadığım müddetçe sıhhat ve afiyet içinde kalabilesin. Allah’ı tanıma ve bilme gayreti üzere bulunasın. Evet, sıhhati korumanın şartlarına uyan kimse, Allahü Zülcelâlin de kendisine yardımcı olmasıyle hastalıklardan korunabilir. Ancak doktor da olsa kuvvet ve gençliğini devam ettiremez ve aza­ mi yaş olan 120'nin üzerine çıkamaz. Ölüm anıı gelip çatınca hiç kimse onu sonraya bırakamaz. Çünkü bedenin yaşaması ve haya218

MARİFETNAME

tıru devam ettirmesi sulu gıdalar almasıyle mümkündür. Eğer sö­ zü edilen tabiî hararet azalırsa tahlil ettiği tabii rutubet de azalır ve artık besinlerin sindirilmesi zayıflar. O zaman bedeni yaşatan besin kaynaklan azalmaya ve beden de her geçen gün zayıflama­ ya başlar. Nihayet günün birinde tabiî rutubet ve tabiî hararet sona erer. Herkes için takdir olunan ecelin gelişi, yani ölüm işte budur. İnsanın elinden geldiğince sıhhatini korumanın yollarım ara­ ması ve bedendeki mevcut rutubetin azalmasını ve bozulmasını Önlemeye çalışması ve ölümüne kadar böyle sıhhatli ve âfiyet için­ de bir ömü rsürmeye çalışması lâzımdır. Bedenin mizaçlarının alâmetleri on tanedir. Birinci alâmet: Dokunma (lems)dır. Normal mizaca sahip olan bedenin dokunması sıcaklıkta ve soğuklukta orta karardadır. Değişen mizacı olamn dokunması da yeni kazandığı mizaca göre­ dir. İkinci alâmet: Et, yağ ve içyağı olup, bunlann haddinden faz­ la olması, bedenin rutubetli oluşuna, az olması da bedenin kuru­ luğuna delildir. Etin fazlalığı, bedenin nemli ve sıcak oluşuna, ya­ ğının ve içyağmın fazlalığı ise bedenin nemli ve soğuk olduğuna alâmettir. Üçüncü alâmet: Saç ve tüylerdir. Bunlann çok, kıvırcık, sert ve siyah oluşu, bedenin sıcak ve kuru olduğuna alâmettir. Eğer saçlar az, düz, ince ve beyaz olursa, bu da bedenin soğukluğuna ve nemli olduğuna alâmettir. Dördüncü alâmet: Bedenin rengidir. Eğer beden beyaz olursa, soğukluğuna, çok balgam olmasına alâmet olur. Eğer kırmızı olursa, bedenin harareti ve kanın fazlahğına alâ­ met olduğu gibi, bunların karışımı normal olduğuna alâmettir. Eğer beden buğday renginde ise, hararetli, san ise hararetli ve çok safralı, siyah ise soğukluğu ve sevdası fazladır. Bcşinci alâmet: Organların hey’etidir. Göğüs geniş, nabız kuvvetli atar, kanı belli olur ve koyu olur, el ve ayak kemikleri, bü­ yük olursa, bedenin sıcaklığının, bunlann tersi ise soğukluğunun alâmetidir. Altıncı alâmet: Tesir altında kalma keyfiyetidir. Meselâ, so­ ğuktan çabuk etkilenmek, o bedenin soğuk olduğuna alâmettir. Yedinci alâmet: Tabiî fiillerdir. Sekizinci alâmet: Uyku ve uyanıklık halidir. Çok uyku bede­ nin soğuk ve rutubetli, çok uyanıklık çok hararetli ve kuru oldu­ 210

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

ğuna alâmet olduğu gibi, bunların normali de bedenin itidâl üzere olduğunu gösterir. Dokuzuncu alâmet: Büyük abdesttir. Eğer o çok kokulu ve sağlam renkli olursa beden hararetli, bunun zıddı ise bedenin so­ ğukluğuna alâmettir. Onuncu alâmet: Nefsi intikallerdir. Kuvvet ve hızın fazlalığı, bedenin hararetine, hissinin az ol­ ması da soğukluğuna delildir. Daim olması ve sebatkârlığı kuru­ luğa, hızlı gitmesi rutubete, hiddet ve şiddet, cesaret ve gadab, hızlı ve çok konuşmak hararetine, hâyâ ve vakarının fazlalığı so­ ğukluğuna, zayıf kalbli oluşu rutubetliliğine, çekingen ve korkak oluşu kuruluğuna delildir. Sıraladığımız bu on alâmetin dışında, bedende bulunan dört esasın fazlalaşmasının birçok delilleri vardır. Meselâ, kanın fazla olmasına alâmet, baş ağrısı, tansiyonun yükselmesi, esneme, durgunluk, duyuların hareketsiz kalması, dil ve yüzde kızarma, çıban çıkma, yüzde deliklerin oluşması ve bu­ run kanamasıdır. Yine rüyada kırmızı şeylerin görülmesi, uyanıldığında ağzın tatlı hissedümesi aynı şekilde kanın fazlalığının alâmetidir. Balgamın çok olmasının alâmetleri de şunlardır : Bedenin ren­ gi beyaz olur, hissiz ve derisi yumuşak olur. Soğuk ve tükrüğü çok, harareti az olur. Sindirimi zayıf, bön tabiatlı olur. Çok uyur, ge­ ğirir, rüyasında su ve kar görür. Uyandığında ağzında tuzluluğun varlığım hisseder. Safranın çok olmasının alâmetleri şunlardır : Bedenin rengi.ve gözler sarı olur, ağız ve burun deliklerinin uçlan kuru olur ve sahibi çok sıcaklar, iştahı kesilir. Dili sertleşir, çok kusar, rüyasında ateş görür, uyandığında da ağzının acı oldu­ ğunu hisseder. Sevdanın çok olmasının alâmetleri şunlardır : Beden kuruyup derisinin rengi başkalaşır. Kanın rengi siyah olur. Düşüncesi artar, midesinde ekşime olur. Sidik ve kan katı­ laşır. Rüyasında duman ve akrep görür ve uyandığında ağzının ek­ şi olduğunu hisseder. Herşeyin doğrusunu yalnız Allah bilir. KISIM : 3 SIHHATİ KORUMANIN ŞARTLARINDAN ALTI LÜZUMLU SEBEP Ey Aziz! Tıb ehli diyorlar ki: 220

MARİFETNÂME

için zaruri olan sebepler altıdır : 1. sebep : Bizi saran havadır. Temiz havayı akciğere çeker ve oradaki kirli, yani karbondioksitli havayı dışanya atarız. Hava ci­ ğerlere çekilince temiz havayı (oksijeni) oraya verir, sonradan bu temiz hava kana karışır. Eğer havaya pis ve kirli dumanlar kanş-, mazsa hava temiz bir şekilde kalırsa bedenin devamım sağlar ve sıhhtini korur. Eğer havaya kirli ve zehirli dumanlar kanşır da havanın te­ mizliğini değiştirirlerse, sonuç öncesinin tersi olur. Bu durumda mevsimler kendilerine ait hastalığı getirir, diğer hastalıklan da giderir ve tesirsiz kılarlar. Meselâ, yazın safra çoğalır, bedenin rutubetini bozar, kalbe hararet verir ve böylece sahibi sık sık sıcaklar ve su içme ihtiyacını duyar. Sonbahar mevsimi gece ve gündüzde değişiklik yapar. Soğuk ve sıcaklar değişik olduğundan hastalıklan artırır. Meyveler çoğa­ lınca kan azalır, sevda çoğalır. Kış .balgamı artırarak hastalığım verir ki, başı daraltır, nez­ le ve gribe yol açar, öksürüğü fazlalaştırır. İlkbahar da kendine ait hastalığı vererek kam artınr, badem­ cikleri şişirir. Bu mevsimler içinde sıhhate en az zararlı olan mev­ simdir. Sıhhate uygun tatlı ve hoş bir mevsimdir. 2. sebep : Cismanî hareket ve sabit kalıştır. Bedenin bu nevi hareketi, zayıflıkta ve kuvvette azlık ve çoklukta, yavaş ve hızlılıkta değişiktir. Bunun içindir ki, kısa ve çabuk yapılacak bir ha­ reketin bedene vereceği zarar bir yana, daha çok bedeni ısıtır. Kı­ sa, fakat yavaşça yapılacak bir hareketin sonucu, birinci hareke­ tin tersidir. Çok hareket etmek ve sonra durmak bedene soğukluk verdiği gibi, normal bir hareket de,yemek yedirir ve sindirimde yar­ dımcı olur. 3. sebep: Nefse ait hareket ve duruşlardır. Bu hareketin olu­ şu ruh ile kanın hareketi sayesinde olur. Şu halde, hiddetli anlar­ da olduğu gibi su, ya bedenin dışınadoğru hareket eder, veya ya­ vaş hareket eder ki, sevinçli anlardaki hal böyle olur, korku ve ko­ runma hallerindeki durum böyledir. Ruhun bu gibi hareket ettiği durumlarda hareket eden tara­ fının ısınması, hareketsiz tarafımn ise soğuk kalması gerekir. Zi­ ra beden hareketin sürekli oluşundan ısındığı gibi, hareketsizliğin* den veya yavaş hareket etmesinden de soğur. Fazla hareket bede­ ni mahvedeceği gibi, devamlı hareketsizlik de bedenin soğumasına yol açar. Bedenin devamım sağlaması

221

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ UZ.

4. sebep: Uyku hali ile uyanıklık halidir. Uyku hareketsizli­ ğin, uyanıklık da hareketliliğin misâlidir. Çünkü ruh, uykuda alı­ nan gıdaların sindirimi için bedenin içine yönelir. Bunun için de bedenin dış kısmı soğur. Bedenin uyurken daha çok örtünmeye ih­ tiyaç duyması bundandır. Uyku uzun süreli olursa bedenin nemi­ ni ve soğuğunu artırır. Uyku halinde sindirim işine yönelen ruh sindirilecek birşey bulursa onu sindirerek bedeni ısıtır. Sindirimi imkânsız bir besini, yahut da karışımı bulursa ısının tahrik etme­ siyle onu yayar ve böylece bedeni soğutur. Uykusuzluğun zararı var mıdır? Evet, haddinden fazla gece uykusuz kalmak, beyni zaafa uğratır, sindirimi bozar ve acıkma verir. 5. sebep: Yiyecek ve içeceklerdir. Bunlar, ya keyfiyetleriyle ve suretleriyle veya sadece maddeleriyle tesir eder Keyfiyetleriyle tesir edrleıs, ilâç olurlar. Eğer bu bedene aykırı olursa öldürücü zehir gibi olur. Maddeleriyle ve keyfiyetleri de tesir ettikleri de olur ki bunlar da ilâç durumundaki gıdalardır. Keyfiyet ve suretleriyle bedeni etkiledikleri olur ki, hususen etkisi olan ilâçlar buna mi­ sâldir. Gıdalar, lâtif, kaba ve bu ikisinin arası olmak üzere üçe ayrı­ lır. Bunlar bedene az ya da çok beslenme temin ederler. Su basit olduğu için bedene gıda olmaz, fakat alman besinleri yumuşatır ve pişmek üzere dar yollardan geçmeleri için hazır eder. 6. sebep : Çıkarmak ve tutmaktır. Bunlar normal aylarda olur sa sıhhati korurlar. Çıkarma haddinden fazla çok olursa bedeni soğutacağı gibi, boşaltır da. Besinlerin bedende çok fazla kalma­ ları kanın aktığı yolları doldurup dolaşımını engeller, rutubete ve iştahın kesilmesine ve bedenin ağırlaşmasına sebep olur. Soğuk su ya' da gülsuyunun yüze çarpılması halinde baygınlık v.s. gibi ha­ reketleri gidererek normal harekete kuvvet verir ve baygınlan ayıltır. Arif kul, bunlann hepsini Allah’tan bilir. Zira Yaratıcı olan da O, sıhhati veren de O’dur. KISIM : 4 ALTI SEBEPTEN ÜÇÜNÜN TADİLATI Ey Aziz! Tabibler diyorlar ki: Sıhhatini korumak isteyen kimse, izahı yukarıda yapılan altı sebebi göz önünde bulundurması ve buna göre itidâl yolunu bul­ ması gereklidir.

222

MARİFETNAME önce havanın ayarlanması gereklidir. Bahar mevsiminde tes­ kin edici şeyler kullanmalı ve yemelidir. Kuvvetli hareket etmek­ ten, tatlılardan ve hamam v.s. gibi sıcaklıklardan sakınmalı, ye­ meyi azaltmalı ve ince elbiseler giymelidir. Yazın ise, hareketlerini azaltmalı, gölgeli yerlerde durmayı tercih etmeli ve safrayı gideren lâtif, soğuk yiyecekler yemelidir. Kuru gıdalardan kaçınmalı ve kavun, karpuz gibi sulu şeyleri seç­ melidir. Elbiselerinin rengini beyazlardan seçmeli ve bedene serin­ lik veren keten elbiseleri giymelidir. Sonbaharda ise, soğuk ile yıkanmaktan sakınmalı, fazla cima’dan uzak durmalı, kuru şeyler yemekten, soğuk şeyler içmek­ ten, çok yaş meyve yemekten, başını açmaktan sakınmalı, gece so­ ğuğundan ve öğle sıcağından kendini korumalıdır. Kış mevsiminde kaim ve yünlü elbiseler giymeli, et, keşkül v.s. gibi kuvvet verici, bedeni ısıtan gıdaları yemelidir. Bu mev­ simde çok ve kuvvetli hareketlerin bedene zararı olmaz, bilâkis fay­ dalıdır. Kışın kusmak bedenin kuvvetten düşmesine sebep olur. Cismanî hareket vc ruhunda ta’dil : Beden gıdasız duramaz, devam etmez. Her an için kendisini besliyecek gıdaya ihtiyaç duyar. Beden, sindirim yoluyla aldığı gı­ daların haricinde kalan fazlalıkları dışarıya atar. Eğer bu fazlalar dışarıya atılmaz da bedende kalır ve çoğalırsa bedene zararlı olur. Bedeni ısıtır, soğutur, pörsütür, hararetini giderir. Kan damarları­ nı tıkamak suretiyle bedeni ağırlaştırır. Gündüz uyumak iyi değildir. Çünkü rengi bozduğu gibi, dala­ ğa da zarar verir ve sahibine de üzüntü kaynağı olur. Şayet gün­ düz uyumak bir alışkanlık haline getirilmiş ise, birdenbire terketmek iyi olmaz. Fakat yavaş yavaş terkedilmesi gerekir. Uyku ile uyanıklık arasında kararsız kalmak da hoş birşey değildir. Şaşkın­ lığa ve kedere yol açar. Bedendeki fazlalıkların bedende kalması halinde de istifra yo­ luyla dışarı atılması halinde de bedene zararı dokunur. Çünkü is­ tifra ile dışarı çıkarılan devalar kendileriyle beraber bedene yara­ yışlı olanları da dışarı çıkarırlar. Ancak beden kendine mahsus ha­ reketiyle bütün organları ısıtır. Sindirim ile faydalı olan gfdaları alır ve fazlalıkları da öyle atar ki, artık sindirim mahallinde hiç­ bir fazlalık kalmaz. Bedenin bu mutedil hareketi bildirilecek şe­ kilde kullanılırsa bu durum bedene sevinç, rahatlık ve huzur ve­ rir. Eklemlere kuvvet verir. Sinirleri ve kirişleri sağlamlaştırır. Maddî hastalıklardan bedeni koruyabileceği gibi, mizaca ait bir­

223

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

çok hastalıkları da bedenden uzak kılar .Bedenin riyâzetinin nakli gıdaların bütünüyle alınıp sindirilmesinden sonra olur. Demek olu­ yor ki, bu vakit gıdaların sindirilmesinden sonra, yani diğer bir ye­ mek vaktinin girdiği zamandır. Mutedil riyâzct nasıl olur?

Bu riyâzette yüz kızarır, cildde damarlar görülecek şekilde be­ lirir, kanın akışı artar ve bedene hararet vererek kurutur, nemi giderir. Mutedil riyâzeti fazla olan uzuv, daha kuvvetli olur. Me­ selâ, çok eşya taşıyan elin kuvveti, ham ellerin kuvvetinden da­ ha çoktur. Her uzvun hareketi kendisine kuvvet verir. Meselâ, hafızlığa çalışan bir talebenin ezber kuvveti artar. Beynin riyâze­ ti arttırmakla olur ki, ondaki ezayı tabiat o hareketle giderir. Ak­ ciğerin riyâzeti öksürmektir ki, bununla ondaki ağır balgam veya göğüsteki aşırı soğukluk giderilmiş olur. Azalardaki titreme illeti âdeta sert bir rüzgâr gibidir. Onun sayesinde kaslar ve deri hare­ ket edeh Bu da hareket ettiren kuvvetin kasa hareket vermesiyle olur ki genellikle korku, hiddet, heyecan, üzüntü v.s. gibi zaman­ larda olur. Göğsün riyazeti, okumaktır. Hafiften başlayıp giderek sesi yükseltmek rahatlıktır. Kulağm riyâzeti kulağa hoş gelen sesleri dinlemektir. Göğsün riyâzeti, güzel olan şeylere bakmaktır. El ve ayağınki de, tutmak ve yürümektir. Ata binmek bütün bedenin riyazetidir. Isınmaktan ziyade bedenin tamamına hare­ ket verir. Salıncakta sallanmak da böyledir. Yarışmak, bedenin riyâzeti olduğu gibi, gemiye binmek de ruha rahatlık vereceğin­ den, mideye fayda verir. Cüzzam ve istirka gibi hastalıkların te­ davisinde fayda sağlar. Çünkü nefsin onlarda sevinci ya da elemi sürekli olarak cereyan eder. Kusmak gerektiğinde mutlaka kus­ mak gerekir. Çünkü beden için çok faydalı olur. Azaların oğulması da riyâzet sayılır. Sert bir bezle oğulursa kam deriye çekeceğinden deri, kızarır. Oğma eğer normal olursa âzalara kuvvet vereceği gibi, normalden fazlası da acı ve zahmet verir. Nefsi hareket ya da sükûnun tadilinde şüphesiz hareket kay­ nağı ruh ve ondaki hiddet ve şehvet kuvvetidir. Hiddetin fazlalı­ ğı tekevvür, yani kudurmak, azlığı ise bönlük, yani aptallık, nor­ mali ise gayret, kahramanlık ve yiğitliktir. Bu mutedil hareketin bedene sıhhat, nefsî yükseltme, dini ve dünyasını korumak gibi faydalan vardır. 224

MARİFETNAME

Şehvetin fazlalığı şeref, azlığı hamd, normali ise iffettir. Nor­ mal olanı bedene sıhhat, nefse tat, dünya ve âhirette sahibine selâmet verir. Ancak şehvet fazlalığı ile nefsi kaplar ve akla üstün çıkarsa, mecazi aşk olur. Bu mali hülyanın bir çeşidi diye adlandırabile­ ceğimiz bir hastalıktır ki, daha çok gençlere isabet eder. Bunda kendisine âşık olunan kimse, âşığını başkasına olan hevâ ve is­ teğinden vazgeçirtir. Bu hastalığın sebebi, sevgilinin şekil ve yüzünü çok güzel bu­ lup devamlı olarak onu düşünmek, onu anmak ve onun hayaliyle yaşamaktır. Bu düşünce de çoğu zaman sahibine cima’ İsteği ve­ rir. Bunun alâmetleri ise şunlardır: Renk sararır ,beden zayıflar, gözkapaklan şişer, gözler çu­ kur hale gelir. Aşık bakarken sanki gözleri güler ,o sanki kendisi­ ne çok hoş gelen lezzetli birşeye bakıyor gibidir. İçten bir «ah!» sesi çıkar ki, bu ses çok hazin bir şekilde çıkar. Hal ve hareketle­ ri düzensizdir. Uykusu kaçar ve geceleri uyuyamaz. Bir doktor, onun nabzına baksa, yaramn sıfat ve isimlerini saymaya başlasa, âşığın sevdiğinin adı ne ise o söylendiğinde hem rengi ve hem de nabzı değişir ve bu da onun o isimde birine âşık olduğunu ortaya çıkarır. Onun hastalığına ilâç, sevdiğine kavuşmaktır. Eğer bu müm­ kün olmazsa, o zaman ilâç sevgilisini ayıplamak ve onun sevgili­ sine kızmasını sağlamaktır. Aşık eğer akıllı ise, nasihat ve öğüt yolüyla bu sevdadan vazgeçer. Yahut da alay ederek, aşka deli­ liktir, denilerek aşkından vazgeçer ve sıhhatine kavuşur. Eğer âşığın bu rahatsızlığı semâ ile .aşktan vazgeçmekte veya çok cima’da bulunmakla çabucak tedavi edilmezse, bütün benliğini kaplıyan aşk, onu mahvedebilir. B E Y İ T

Aşk bir dert ki, ona biri tutulsa Çare olmaz, tabibi Hz. Musa olsa. KISIM: 5 KALAN ÜÇ SEBEBİN İTİDALİ Ey Aziz! Tabibler diyorlar ki: Sıhhatinin muhafazasını isteyen kimse, izahım yaptığımız üç sebebe dikkat ettiği gibi, geri kalan diğer 3 sebebe de dikkat et-

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ. m_eli ve bunlarda da itidali elden bırakmıyarak bütün hayatını sıhhat ve âfiyetle geçirmeye çalışmalıdır.

Uyku ve uyanıklığın itidali: Uykunun en iyisi, en sıhhatlisi 4 saat kadar müddetle derin bir uyku uyuyarak, itidali sağlamaktır. Yemek yenildikten bir sü­ re geçtikten, (birinci sindirim tamamlandıktan) sonra uyumalıdır. Zayıf midelilerin sindirime yardımcı olmak üzere uykunun da yardımını sağlamak için yarını saat sağ tarafına yatmaları gerekir. Karaciğerin sağa eğik olan mideden gıdaları çekmesi ko­ laylaşır. Karaciğerin sıcaklığı onlan ısıtır. Sonra da sola dönmeli, 2 saat kadar da sol tarafa yatmalıdır. Bu birinci sindi­ rime yardımcı olur. Sonra 2 saat kadar da sağ tarafına yatmalı­ dır ki, bunun faydası da, 2. nci sindirimedir. Bu sırada gıdalar karaciğere daha kolay gider. Maddeyi etkileme ve kaplama yö­ nünden uyku, uyanık halden daha tesirlidir. Çünkü uyurken ha­ reketler işe dönük olduğundan, maddeye daha çok galip gelir. Maddenin tabiatım akıtmak ve götürmek bakımından ise uyanık­ lık uykudan daha tesirli olur. Çünkü uyanık halde hareketler be­ denin dışına yönelik olduğundan, maddenin tahlili ve götürülmesi daha kolay olur. Uyurken hiç yoktan terliyen kimse, fazla besin almış demek­ tir. Sekiz saatten çok uyuyan kimsenin, yani derin uykuya dala­ nın beyninde nem galip gelir. Alınan hafif gıdalar uykuya da ha­ fiflik vereceğinden, bu husus itidalm sağlanmasında bir yol teş­ kil eder. Uykusuz kalan meselâ, bir gün bir gece uyumadığı halde yine de uykusu gelmiyen kimsenin hamama gitmesi faydalı olur. Süt v.s. gibi nemli şeylerinde uykuyu artıracağı unutulmamalı­ dır. Uykudayken üzerine ağırlık çöken kimsenin bu hali kâbus di­ ye vasfedilir ki uykudayken kişinin kendini sıkarak bedenini ha­ reketten menetmesidir. Kâbus, buharın tahlili için gerekli olan hareket olmayınca kan, balgam ve sevda buharının beyne çıkışın­ dan olur. İlâcı ise istifra etmek ve beynin temizlenmesini sağla­ maktır. Yiyeceklerde itidal: Hâli üzere olduğu gibi kalması istenen bedene ihtiyacı kadar gıda verilmelidir. Normali değişen bedenin daha üstün, daha sıh­ hatli hale gelmesini temin için mevcut halinin zıddına olan gıdalan vermek gerekir.

Meselâ, bedeni bulunduğu hal üzere tutmak isteyenler, temiz­ 226

MARİFETNÂME lenmiş buğday ekmeği, hafif tatlı, koyun ve tavuk eti yemeyi ye­ terli görmelidir. Yerken küçük lokmalar almalı, çok çiğnemeli, meyvelerden de incir, üzüm ve kuru üzüm yemelidir. Bu sayılan yiyecekler var ise yer; iştahı, yeme arzusu yok ise kendisini ye­ meye zorlamamalıdır. Yeme isteği gelince de yemeyi geciktirmeyip çabuk yemelidir. Yazın soğuk, kışın da sıcak yemekleri yemeyi tercih etmeli, sindirilenler üzerine başka yiyecekler almamalıdır. Yemeği zamanında yemeli ve midenin sindirimdeki düzenini bozmamalıdır. Sindirim akışının seyrini bozmamak için de had­ dinden fazla çeşitli yemekler yememelidir. Fazlaya kaçılmadığı takdirde- lezzetli gıdalar daha faydalıdır. Ekşi yiyecekler bedene zarar verir, uzuvlan kurutur, bedeni çabuk kocaltır. Tatlı yiyecekler, bedeni ısıttığı gibi, mideye de rahatlık verir. Tuzlu yiyecekler, safra yapar, bedeni kurutur, âzalara ve kuv­ vetlere zaran dokunur. Tatlıdan gelecek zarar, ekşi tarafından önlenir. Ekşiden gelecek zarar da tatlı tarafından önlenir. Tuzlu tuzsuz dengesi de aynı şekilde sağlamr. Yani, tuzlu yiye­ cekler tuzsuzlara, tuzsuzlar da tuzlulara destek olur ve normale döndürür. Yemek yerken daha yemeğe olan istek sona ermeden yeme­ ği bırakmalıdır. Yemekler vaktinde yenilmeli, kötü yiyeceklere alı­ şanlar yavaş yavaş bu alışkanlıklarını terketmelidirler. Yemekten vazgeçip bir veya iki defa yemekle iktifa etmelidir. Zira, gündüz ve gece birer defa yemek yemek bedene sıhhat, ruha rahatlık ve­ rir. Unutmamalıdır ki, birçok hastalıklar fazla yemekten olur.. Oburluktan kendim koruyan kimse, yaşadığı müddetçe bedeni sıhhatli olur. Balık ile yoğurdu birlikte yemek bedene zarar verir. Felç ve cüzzam (ya da zehirlenme) gibi hastalıklara yol açar. Yoğurt ile ekşi yemek de iyi olmaz. Yine paça ile üzüm, keşkül ile nar .pilâv ile sirke yemek de aym şekilde beden için zararlı olur. «Kuru üzüm ile ekmeği yiyen kimse,( hayatı boyunca doktor yüzü görmez» sözü doktorlar tara­ fından sık sık söylenir. Zayi folan kimse, şişmanlamak istiyorsa besinleri midede ve barsaklarda beklenen şeyleri kullanmalıdır. Meselâ fındık, fıstık, badem v.s. gibi kuru yemişler, pişmiş buğday, pilâv, karpuz ve haş­ haş çekirdeği v.s. gibi şeyleri inek sütüyle kaynatmalı ve kırk gün devamlı olarak sabahlan ikişer bardak içmelidir. Böylece şişman­ lar.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Normal bir kiloya sahip olmak isteyenler de ilkbaharda inek sütünü kaynatmalı, sonra onu tuz ile çürütmeli ve onun mayasın­ dan 50 sabah devamlı olarak yemekten evvel 2-3 fincan içmeli, sonra da bir süre sırtüstü yatmalıdır. Çok şişman olan bir kimse, kilo vermek, zayıflamak isterse az yemeli, çokça hamam yapmalı, aç haldeyken çok hareket etme­ li, sert yerde yatmalı, yiyeceklerden de mercimek, arpa ve peynir ile yetinmelidir. Böyle yaparsa etleri ve içyağı eriyip gideceğinden," beden normal hale gelir ve bu da ruha rahatlık verir. İçeceklerde itidal: Sindirimden, hazımdan evvel ırmak suyu ile kuyu suyunu bir­ likte içmek iyi olmaz. Çünkü kalınlık ve incelik yönünden bu su­ lar birbirine uymaz. Suların en güzeli ırmak suyudur. Bilhassa temiz ve taşlık yollardan gelen ve içine pislikler karışmamış, tadı ve kokusu tiksindiren şeylerle bozulmamış, doğuya, ya da kuzey istikametine akan, yüksekten aşağıya doğru akan, kaynak yerin­ den uzak olan, yani çok aktığı için ağırlığı az olan, hızla akan su­ lar en güzel sulardır. Nil nehri bu vasıfların ekserisini taşır. Kaynak sular, az hareket ettikleri için ağır ve sert olurlar. Yeraltında parmaklar halinde akan sular sert olduğu gibi, mağa­ ra ve kuyu suları daha da serttir. Suyun içilme vakti yemek, yedik­ ten 2-3 saat (ikinci sindirim başladıktan) sonradır. Böyös içitfliesi daha faydalı bulunmuştur. Yemek sırasında içilen su hastalığı tahrik eder. Ancak hararetli midesi olanların yemek sırasında ya da sonuna doğru su içmeleri daha uygun olur. İştahsız olanın iş­ tahım açar. Çünkü iştahsızlık sıcaklığın fazla olmasından ileri ge­ lir ki, su içilince hararet normal hale gelir. Unutmamak gerekir ki, kann açken, terli iken, cima’dan son­ ra, hamamdan ve müshil içtikten sonra, meyve yedikten sonra, bilhassa kavun yedikten sonra su içmek, hele soğuk su olursa çok zararlı olur. Eğer kişi, zikredilen zamanlarda susuzluğa dayanamıyorsa, aynen çocuğun meme emmesi gibi suyu emmek suretiyle iç­ meli ve uç soluğu da açmamalıdır. Bir nefeste de azami 3 yudum içmelidir. Çünkü susuzluğa ekseri uzayan balgam sebe polur. Böy­ le olunca insan kendisini suya alıştırırsa daha çok su içmeyi arzu­ lar ve harareti daha da artar. Buna kendini alıştırırsa tabiatı bu hararetin maddesini eriteceği için harareti kendiliğinden geçer ve artık susamaz. Ayakta su içmek hatalı ve tehlikelidir, bundan kaçınmak ge-< reklidir. Ancak zemzem ayakta içilirse bşdene şifa olur.

MARİFETNAME

MANZUME Beş yerde su içmekten korumalısın kendini Çünkü içersen hastalık sarar benliğini Hamamdan, cima’dan ve de yorgunluktan, sonra Yemekten sonra, nihayet yatınca yatağa. Boşaltma ve tutmada itidal: Bedenin sıhhatini düşünen herkesin kendi tabiatına ve sıh­ hatine dikkat etmesi gerekir. Eğer kabız olduysa yumuşatmak için incir ve sinameki sıvılar kullanılmalıdır. Özellikle yaşlılar için bu önemlidir. Tabiatı fazla yumuşak olanların b unu kabızlığa dönüş-, türmeleri için sumak ve kavruk gibi şeyler kullanılmalıdır. Kişi doyduğu zaman fazla yediği için midede geğirme meydana gelir­ se, alınan gıda, ekşime, ya da ağırlık verirse, ya da besinler bozuk olursa sahibinin hemen kusmaya çalışması kendisi için faydalıdır. Eğer kusmakta zorluk çekiyorsa, veya zamam değilse, mastiği sı­ cak su ile kaynatmalı, sıcak suyunu içmeli \'e sağ tarafına yatma­ lıdır. Veya bir parmak bala ince tuzu katmalı ve pamuğa koyrak mak’adına koymalı ve yarım saat kadar tutmalıdır. Böylece bozuk gıda yumuşar ve kolayca gider. Veya elme vs. gibi mideyi kuvvet­ lendiren şeyler yemeli ve hamamda yatmalıdır. Eğer ishal olacak olursa, gül yaprağı, nohut sakızı, fesleğen tohumu, ermeni çamuru, kimyon ve tebeşir gibi kuru maddeler yemeli, yahut da elma, sefersel ve ekşi nar gibi meyveler yemelidir ki, tabiatı böylece normal haline gelir. Küçük ve büyük abdesti tutmanın bedene çok zararı vardır. Bedene titreme verdiği gibi çabuk ihtiyarlamasına da sebep olur. FARSÇA MANZUME İnsan ömrünün midedir teme’li Kademeli olarak gitmeli, üzülımemeli. Bağlanınca açılmıyacak kadar Kalbe eziyet olur, bedene zater. Bağlanmıyacak kadar açılırsa Ölüme götürür .olmasın sanat tasa. Dört başka, başıboş tabiat var İnsanda buluşmuş ve birleşmişler. Galib olursa bu dörtten birJı Söker cam kalıptan bırakmaz diri. 229

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Hem arif hem de kâmil olanlar Bu geçici dünyaya bağlanmazlar. KISIM: 6 CİMA’ VE HAMAMIN İTİDALİ Ey Aziz! Tabibler diyorlar ki: Sıhhatli haldeki boşalımın en faydalı ve en kolay yolu, cima’ etmek ve hamamdır. En faydalı cima’ ilk sindirimin sonunda yapüandır. Çünkü bu durumda bedenin sıcaklığı soğukluğu, yaşlığı kuruluğu, dolu ve boşluğu normal bir haldedir. Bu, ifade edilen normalin dışına çıkılırsa bedenin sıcaklık, rutubet ve dolu duru­ mundayken yapılan cima’nın bedene vereceği zarar bedenin so­ ğuk, kuru ve boş hallerinde yapılan cima’nın vereceği zarardan daha azdır. Kişide şayet cima’ etmeye bir istek yok ise, şehvet kuvveti ha­ rekete geçmedikçe, âlet intişar etmedikçe cima’ yapmak beden için zararlı olur. Cima’nın bedene faydalı olduğunun alâmetleri: Cima’dan soma bedende bir rahatlık ve hafiflik olur. Yemek yemeye istek olur ve sahibi uyumak ister. Bedendeki fazlalıklar böylece boşaltümış olur. Çünkü cima’nın normal şekilde yapılmış olması tabiî hareketi giderir ve bedene rahatlık verir. Bedeni ye­ meğe, gıdalanmaya ve beslenmeye hazır hale getirir. Öfkeyi gide­ rir, bozuk vesvese ve düşünceleri giderir. Balgama ait ekseri has­ talıklar onunla sona erer. Çoğu zaman cima’yı terkedenlerin menilerinden beyinlerin­ den bozuk bir buhar çıkar ve baş dönmesi ve göz kararması gibi haller yapar. Meni buharı bedende kalınca kaplarına dolar, kasık­ lara şişkinlik verir, hattâ kasıklara acı, bedene de ağırlık verir. Ci­ ma’ sonunda meni boşalınca derhal hafiflik hissedilir ve beden şi­ fa bulur. Eğer cima’ (cinsî münasebet) haddinden fazla yapılacak olur­ sa bedeni boşaltacağı için, kişiyi zayıflatır, kuvvetten düşürür, gözlerin fer’i gider. Kişi buna müptelâ olursa kendisine titreme anz olur, zaman zaman kriz geçirir. Sinirleri boşalır. Acuze, kabîhe, hasta, küçük kız ve uzun yıllar cima’ etmiyen dul ile cima’ et­ mekten sakınmak gerekir .Bunlar âleti yumuşatır, kuvveti giderir, rutubeti dağıtır ve sahibine elem verir. Böyle münasebetlerin so­ nu pişmanlıktır. 230

MARİFETNÂME

Livatamn durumu nedir? Nefret ve tiksinti ile anılan livata, insan tabiatine aykırı ol­ duğu gibi, bedene de zararlıdır. Çünkü ihanet ve eziyet livata ile birlikte olduğundan, inzal (boşalma) zevkini ortadan kaldırır. Genç ve güzel bir kadınla cima’ etmek bedene sıhhat ve duyulara kuvvet ,insan tabiatine sevinç verdiği gibi, kalbi de huzurla dol­ durur. Çünkü insan tabiatı kadınla cima’ etmeye meyillidir. Bu­ nun için de meni boşalması fazla olacağından, bedenin rahatlama­ sına sebep olur. Mevcut cinsî münasebet şekillerinin en güzeli, kadım sırtüstü yatırdıktan soma bacaklan açık olduğu halde dizler üstüne durup kadının açık bacakları arasına girmek suretiyle yapılanıdır. Önce konuşmalı, tatlı ve hoş sözler söylemeli, sevmeli, okşamalı. Kadı­ nın göğüs, dudak ve yanaklarını öperek kucaklamah ve sarılmalı, böylece cima’ya hazırlanmalıdır. Kadının göğüsleri ile göbek altım okşamalı, soma organını kadının organına yavaşça sürmeli ve bir taraftan da kadının gözlerini kollamalı ve bu beraberliğin verdiği heyecan ve şehvet ile aşkın kollarına kendini bırakmalıdır. Çün­ kü kadının meni’i göğsünden ayrılınca gözlerinde değişme olur ve o anda erkeği göğsüne almak ister ki işte bu zamam kollamalı ve o andan itibaren ileri geri hareket ederek meninin boşalmasını sağ lamalıdır. Meninin boşalmasından sonra bir müddet kann üzerin­ de kalmalı ki, böylece menilerin ana rahmine ulaşmalan sağlan­ mış olsun. Çocuk olmasım isteyenler, cima’larım böyle bir edep dahilin­ de yapmalıdırlar ki, meninin boşalması bu durumda daha kolay olur. Kadın da bundan son derece zevk duyar. Böyle bir cima’mn sonunda meni ana rahmine ulaşır da kadın hamile kalırsa çocuk sıhhatli ve gürbüz olur. Erkek kendisi yatıp kadını üzerine çekmeye kalkmasın. Çün­ kü böyle olursa menilerin bir kısmı mesânede kalır ve orada koka­ rak erkeği hasta eder. Kadın organının rutubeti ona damlar ve mesanede iltihaba sebep olur. Cima’yı tahrik eden sebeplerden bazıları da, insanlann cima’ etmelerinden haberdar olmak, kadın ses ve şarkılarım dinlemek, hayvanların cima’ edişlerini seyretmek ve bu hususta şehveti tah­ rik eden (seksi) hikâyeler dinlemek, kasıktaki kılları temizlemek­ tir. Bütün bunlar şehevî arzuları tahrik eder ve cima’ fikrim uyan­ dırarak âletin ihtişannı sağlar. 231

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

BEYT Kişinin karısı olmazsa sol eli sağ olsun. Beyitte de görüldüğü üzere, el ile istimna (mastürbasyon) etmek iyi birşey olmayıp insana üzüntü ve keder verir. Menisini cima’ yoluyla boşaltmıyamn kasıkları çabucak bitlenir. Bazen bu o dereceye varır ki, rengi sarartır, uykusuzluk yapar, şehveti za­ yıflatır. Bu sebepledir ki »erkeklerin bitlenmesi daha çoktur, bun­ dan kurtulmak için de bedenin ve elbisenin temizliğini ihmal et­ memek, denize girmek ve sonra da tatlı su ile duş yapmak fayda­ lıdır. Hamamın iyisi, binası eski, geniş sıcaklığı normal, suyu tatlı olmalıdır. İlk kısmı, rutubetli ve ılık, ikinci bölümü rutubetli ve sıcak, üçüncü bölümü de kuru ve sıcak olmalıdır. ... Sıhhatini korumak için hamama giren kimse, en sıcak bölü­ mü olan üçüncü bölümüne birdenbire değil, kendini alıştıra alış­ tıra girmelidir. Çıkarken de aym şekilde soğuğa alışa alışa çıkma­ lıdır. Hamamda haddinden fazla kalmak doğru olmaz. Zira başdönmesi, baygınlık, sıkıntı ve buna benzer olumsuz tesirler yapar. Kuru mizaçlı olan suyu havadan daha çok kullanmalı, hattâ ru­ tubete olan ihtiyacım gidermek için evinde döşemesinin altına bi­ le su serpmelidir. Kuruluğa ihtiyaç duyan kimse ise, yıkanmadan önce iyice terlemelidir. Fakat hemen ifade edelim ki, sağlık yönünden hamam­ da haddinden fazla terleme kiyi değildir. Sıkıntı gelmeye başladı­ ğı anda çıkmalıdır. Çıktıktan sonra iyice örtünmeli, güzelce kurulanmah ve sağlam giyinmelidir. Çünkü hamamda iyice sıcağa alı­ şan beden, birdenbire soğuğa çıkınca hararetini kaybeder ve sıcaklamak, üşümeye dönüşür. Yemekten sonra hamama gitmek şişmanlığa sebep olur, sirke balının içilmesi kabızlıktan kurtuluşa sebep olur. Yemeğin sindirilmesinden sonra hamama gidilmesi daha fay­ dalıdır. Kann açken hamama gitmek bedenin kuruluğuna yardım eder. Bedenî yönden hareketsiz olamn hamamda çok terlemesi uy­ gun olur. Bu bedendeki fazlalıklann kir ve ter olarak atılmasına sebep olur ve böylece beden normal sıhhatine kavuşur. Yazın sıcak günlerinde .öğle vakti, gençlerin soğuk suda yıkanmalan bedenlerine sıhhat ve afiyet verir. Fakat ihtiyarlar, ço­ cuklar nezli, grip ve ishali olanlar ile sindirimi noksan olanların bedenine zarar verir. Kaplıcalarda bilhassa kükürtlü sıcak sular­ 232

MARİFETNÂME

da yıkanmak bedenindeki fazlalıkları atmaya titreme, felç, uyuz, mafsal ve romatizma gibi hastalıklara faydalı olduğ utecrübe ile mafsal ve romatizma gibi hastalıklara faydalı olduğu tecrübe Ue sabit olmuştur. Birçok cilt ve iç hastalıklara faydası olan kaynak suların faydalarının ne derece olduğunu hakkıyle bilen yalnız AlKISIM : 7 YİYECEK VE İLAÇLARIN FAYDA VE ÖZELLİKLERİ Ey Aziz! Doktorlar diyorlar ki: Herkes kendisinin doktoru olmalıdır. Aldığı besinlerin ve kul­ landığı ilâçların fayda ve zararlarını bilmeli ve herşeyi yerli ye­ rince kullanmalıdır. Bilmek gerekir ki, alman ilâç, bedenin tabii hararetini değiştirecektir. İlâçlar fayda ve etki sırasına göre, 1. 2. 3. ve 4. dereceye ayrılır. Alman ilâç eğer bedeni ölüme götürüyorsa —ki ona zehirli ilâç denilir— bu dördüncü derecede ilâç sayılır. Şimdi bunlar ısıra ile yazalım: 1 — Erik : Tatlısı mideyi bozar ve ishale sebep olur. Acısı saf­ rayı sökeceği gibi, kalb iltihabmı da teskin eder. Acısının ishal edici kuvveti tatlısından daha azdır. 2 — Ispanak: Soğuk ve rutubetli olup pişirilir. Kuru ola­ rak yenilmesi akciğere ve göğüse faydahdır. Kamı yumuşak tut­ tuğu gibi, bel ağrılarına da iyi gelir. 3 — Eftimon : Teskin edici kokusu vardır. Yaşlılara iyi gelir. Sevda ve balgam hastalıklarına devadır. Saıa ve malihülya hasta­ lığına da iyi geldiği gibi, gençlerde ve hararetlilerde su içme ihti­ yacını hissettirir. 4 — Anason: Böbrek, sidik torbası, rahim, dalak ve karaci­ ğerde meydana gelecek tıkanmaları önler. Romatizmanın tedavi­ sinde etkili olup, baş ağrısı, safradan mütevellit hastalıklan, göz ağnlan ve sarılık gibi hastalıklara iyi gelir. Anason dövülür ve gülyağı ile karıştırılıp kulağa 2-3 damla kadar damlatılırsa kulak ağrılarım yokeder. Kadmlarda sütü erkeklerde meniyi artırır. Ze­ hirlenme zarannı defeder. 5 — Sürmetaşı: Burun kamm keser, göze kuvvet verir. 6 — Pirinç : Sütle pişirilmesi halinde meniyi artınr. Suyu yıkamldığı takdirde temizlenmekte faydası vardır. Mideyi temizler. 7 — Soğan: Eritici, deşici, giderici, yumuşatıcı ve ferahlık vericidir. Damarlın açar. Acısı yüzü kızartır. Normal olarak yenir­ se iştah açar, fazla yenilirse baş ağrısı yapar ve akıla da zarar verir 233

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Pişmiş soğanın besin değeri yüksektir. Fakat susatır. Basur ağızlarım açtığı gibi, idrarı da artırır, karm boşaltır ve romatizmal hastalıklara karşı faydahdır. Pişirilmiş soğan çıbanlara sarıl­ ması halinde çıbanları patlatır ve ağrılarının iyileşmesini sağlar. 8 — Kavun: Çabucak safraya döner ve onun çalışmasını dü­ zeltir. 9 Karpuz: Bedeni kirden muhafaza ettiği gibi, idrarı ar­ tırır ve mesanede ve böbrekteki taşlan düşürür. Yemekle birlikte yenmesinde fayda vardır. 10 — Yumurta: En güzeli yağda pişirilenidir. Yumurtanın sarısı hararet .beyazı da soğukiuk verir. Her ikisi de nemli ve fay­ da vericidir. Yumurta beyazı yüze sürüldüğünde ateşin ve güneşin etkilerini önler. Şansı bal ile birlikte ısıtılıp yüze sürüldüğünde si­ vilceleri tedavi eder. Yumurta ağı, göz ağrısına, boğazdaki hırıltı­ ya, ses kısıklığına, öksürüğe, nefes darlığına ve kansızlığa iyi ge­ lir. Yumurta; midede kolayca sindirilir. Yumurtanın bol besini olup, meni yapıcıdır. Dövülmüş mazı ile kanştırıh pyenilirse ishali tedavi eder. Yumurtanın besin değeri, et ile eşdeğerdedir. Çünkü hayvan­ dan bir parçadır. Şansı daha kıymetlidir. Yumurta ziftle karıştı­ rılır da bir yaraya sarılacak olursa yaradaki cerahati çekip boşal­ tır. 11*— Patlıcan: Sevda, baş dönmesi, uyuz ve cûzzam gibi hastaUklan tevlit ettiği gibi, bedenin rengini sarı ya da siyah yaparak değiştirir. 12 — Fındık: Sindirimi zor olup, hararet verici ve şehveti kuvvetlendiricidir. Baş ağrısı ve romatizmaya yol açtığı gibi, mide­ yi de bozar. Ancak beynin çalışmasına ve öksürüğe iyi gelir. 13 — Ceviz: Sindirimi zor, harareti Çok olup, baş ağrısı ya­ par. Bal ile birlikte yenirse mide üşütmesine iyi gelir. 14 — Hindistancevizi: Göze kuvvet verir ve sebel denilen göz hasatlığınai yi gelir .Güzel kokusu olup sindirime yardımcı olur. Karaciğer, dalak ve mideyi kuvvetlendirir, idran artırır. 15 — Peynir: Tazesi nemli olup, soğuk verir. Taze olmıyanı hararet verir. Besin değeri yüksek olup, şişmanlatır. Tuzlusu bayat olursa zayıflatır ve mesanede taş yapar. 16 — Tarçın: Lâtif ve çekici olup, hararet vericidir. Küflen­ meyi önler ve tıkanıklığı açar. Yağı giderir ve eritir, titremeye ma­ ni olur. Göğüs ve baş ağnlanna çok iyidir. Üşütmeden mütevellit nezle, grip ve öksürüğe faydalıdır. Kalbe ferahlık verir. Mideye kuvvet verir. Ciğerlerdeki vaki tıkanıklıkları açar .Böbrek ve ra­ 234

MARİFETNAME

himdeki ağrılara faydalıdır. Göz karalığı ve göze perde inmesi gibi rahatsızlıkları giderir. 17 — Horoz ve tavuk : Horoz etinin iyisi ötmeye başlamadan, tavuk etinin iyisi yumurtlamaya başlamadan öncedir. Horoz etingibi, hastalıklara iyi gelir. Tavuk eti ise, aklı kuvvetlendirir, be­ dene ferahlık verir. Sesi güzelleştirir, meniyi arttırır. 18 — Kırmızı gül: Gül kurusu ve tohumu kabızlığa sebep olur. Tıkanıklıkları açtığı gibi, iç organlan kuvvetlendirir ve sev­ dayı teskin eder. Gülsuyu, baygınlık hallerinde ayıltıcı olarak kul­ lanıldığı gibi,ateşli baş ağrısı ve vücut hararetini önler. Mideye ve ciğere kuvvet verir .sindirime yardımcı olur. 19 — Zağferân: Renge güzellik verir ,idran çoğaltır, şehveti uyarır, tıkanıklıkları ve damarları açar. Fakat aynı zamanda ka­ bız yapar. 20 —: Zencefil: Cinsî arzuları tahrik eder. Bilhassa karaciğer ve midenin soğukluğuna uygun gelir. Mide rutubetini giderir. Be­ deni (tabiatı) yumuşatır. Yarım dirhemden iki dirheme kadar kul­ lanılırsa faydalı olur. Daha fazlası ise zararlıdır. 21 — Zeytinyağı: Eskisi çok hararet yapar. Saçlara her gün zeytinyağı sürülürse saçlara kuvvet gelir. 22 — Keten tohumu : İrisi makbul olup ,en iyisi siyah olanı­ dır. Sırt ağrısına iyi gelir. Yüzde ve diş etlerindeki şişlikleri önler ve sesi netleştirir. Böbrek ve mesanedeki taşlan döker. Meniyi artınr ve şehevî arzuları tahrik eder. İdrarı arttırır ve doğumun kolay olmasına yardımcı olur. 23 — Buğday: Harareti ve rutubeti normaldir. Kızartılmışı­ nın sindirimi zordur. Kırmızı ve iri olam en kuvvetli, en lezzetli olamdır. 24 — Güvercin : Uçacak durumda olanı yavrudan daha ha­ fif ve kalori yönünden daha zengindir. Yavrusunun harareti ve nemi fazladır. 25 — Ermeni çamuru: Kanı çok tutar, içilmesi ya da sürül­ mesi, yara, sivilce ve çıbanlara iyi gelir. Uzuvlardaki pörsümeyi, ateşli nezleyi, çürükleri yokeder. 26 — Hind hıyan : Ateşi düşürür. Safra ile ilgili olan has­ talıklara iyi gelir. Midenin hararet ve iltihabı ile karaciğer iltiha­ bını teskin eder. Sıtmayı önler. 27 — Kabakâ : Sindirimi kolay,lâtif gıdalıdır. Olmamış üzüm, sumak, sefercel veya ekşi nar ile kaynatılır, içilmesinin safraya faydası vardır. Ancak kokunca çok zararlıdır. Bal Ue kaynatılırsa onu da defeder. ÜİS

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 8 EN ÇOK KULLANILAN İLAÇ VE GIDALAR Ey Aziz! Tabibler diyorlar ki: 1 — Kâfûr: Baş ağrısına .hararetli şişlere ve vereme iyi ge­ lir. Duyuları kuvvetlendirir. Uykusuz kalanları uyutur. Cinsi iştihayı keser. Kokusu kuvvetli ve etkileyicidir. 2 — Kehribâ: Kandaki oksijeni tutar, yükselen ateşi düşü­ rür. İshali keser. 3 — Kimyon: İdrar sıkıştırmasına iyidir. Yaraları tedavi eder. Taşlan döker. 4 — Kem’e (Ak mantar) : Hoşa gitmiyen tadı olup, suyu gü­ zeldir. Göze parlaklık verir. 5 — Kereviz: Bedendeki yağları eritir. Damar tıkanıklığını açar, güzel kokulu olup ağnyı keser. Cinsî arzuları tahrik eder. Fakat taş düşmesine iyi gelmez. Karaciğere, öksürüğe, böbrek, da­ lak ve mesaneye iyi gelir. 6 — Kilye (böbrek) : Biraz kuru olup karışması kolay, sindi­ rimi zordur. 7 — Kebed (karaciğer) : Sıcak olup böbrekten daha faydalı­ dır. En iyisi ördek ve yağlı tavuk ciğeridir. 8 — Paça: Tabiatı yumuşattığı gibi, sindirimi de kolaydır, öksürüğe iyi gelir. 9 — Börülce: Göğsü yumuşatır. İdrarı tutar. Akciğere de faydalıdır. Karabiber, tuz ve sirke ile ıslah edilir. 10 — Badem: Acısı az gıda verir, fakat açması ve temizle­ mesi fazladır. Tatlısının etkisi azdır. Fakat o da bedeni şişman­ latır ve öksürüğü tedavi eder. Ciğerde ve dalakta büzülen yerler olursa onlan açar. 11 — Süt: Gebelik müddeti insanlara benziyen hayvanların sütü en iyisidir. Meselâ, inek böyledir. Suyu sıcak, lâtif ve yıkayı­ cı olup hiç ekşilik yoktur. Safraya serinlik verir. İshal yapar, bedene kuvvet verir. Bal ile yenirse ülsere iyi gelir. Beyine kuvvet verir, öksürüğe iyi gelir» meniyi artmr. Cinsî isteği artırır, ihtiyarlara daha faydalıdır. Bal ile alınırsa sindirimi daha kolay olur. Barsaklardaki fazlalıklan atar, kaynamamışınm sindirimi daha kolay olur. Çürüğü solucan yaptığı gibi, dişlere ve diş etlerine zarar verir, göz karartısı ve baş dönmesi yapar. Süt, şekerli içilirse insanı hem güzelleştirir, hem de şişmanlatır. İnek sütü yağlıdır, deveninki ise suludur. 236

MARİFETNÂME

Süt ve yoğurdu çok içmek, vesvese ve unutkanlığa iyi gelir. 12 — Et: En iyisi kuzu etidir. Hayvanların erkeği ve yağlı dananın eti hafif ve kurudur. İnek eti keçiden, keçi eti de koyun etinden kuru ve sindirimi zordur. Deve eti ağır ve sindirimi zordur. Tavşan eti sıcak olduğundan, çok sevda yapar. Esasen eti yenilen bütün hayvan etleri, bedene kuvvet verir. İlkbaharda ve yaz aylarmda inek eti yemek iyi olmaz. Çünkü uyuz, cüzzam ve dalak gibi hastalıklara yol açar. Diğer sert etler de yaz aylarında aynı şekilde zararlıdır. Deve eti bunun dışındadır. Çün­ kü çabucak dönüşür. Kaz eti sert, fakat besin değeri çok yüksek­ tir. Tavuk eti ise ondan biraz daha hafiftir. 13 Laden çiçeği: Kaynatılarak kullanılır. Rahim hasta­ lıklarına ve saç dökülmesine iyi gelir. Kapanmıyan yaraların ka­ panmasında tesiri büyüktür. 14 — Kendir: Akıcıdır, balgamı eritir ve yok eder. Öksürü­ ğe iyi gelir. Mideyi temizler, kan tükürmeyi* tedavi eder. Kuvvetli ve faydalı bir ilâçtır. 15 — Tuz: Çeşitli kokulan giderir. Donuk maddeleri eritir ve ısıtır. Yarım dirhem içilmesi kâfidir. Yakıcısı dişlerin kirini te­ mizler. İshali keser, fazlası zararlıdır. Normali, rengi güzelleştirir. 16 — Ebegümeci: Karaciğerde vaki olacak tıkanıklıkları açar. 17 — Kayısı: Basura faydalı olduğu gibi, kurutulmuşu su­ suzluğu giderir. Mideye olan faydası şeftaliden daha çoktur ve mi­ deyi yumuşatmakta faydalıdır. 18 Nil otu: Zayıflamayı önler. Yaralara iyi gelir. Yaprağı çivit boyası yapmakta kullanılır. 19 — Nane : Mideyi çabucak ısıtır ve mideye kuvvet verir. Sindirimi kolaylaştırır. Balgamı ve kusmaları önler. Şehevî arzu­ lan tahrik eder, meniyi artırır. 5-10 yaprağı süte konulacak olsa sütün kesilmesini önler. 20 İnce kepek : Parlaklık, yumuşaklık ve temizlik gibi hu­ susiyetleri olup badem ve şekerle içilmesi halinde boğaza ve öksü­ rüğe iyi gelir. 21 — Nişadır: Yumuşatıcı ve kuvvetli olup, zaferân Ue ma­ cun haline getirilip sürülmesi halinde yüzdeki cUtleri giderir. 22 — Şeker: Karnı, boğaz ve göğsü yumuşatır. Normalden fazlası bedene zarar verir. 23 — Sumrnak: Kuvvet verici, tutucu ve bağlayıcıdır. Safra­ yı boşluğa çeker, kanı durdurur. Diş ağrılanna, urlara, şişlere iyi gelir, harareti giderir. İştahı açar ve mideyi sıvar, et ve soğandan 237

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

gelecek olumsuz tesirleri önler. Saçı siyahlatır ve bayılmaları ön* ler.

24 — Yağ (hayvani yağ): Boğazı ve göğsü yumuşattığı gibi zehirli içkilerin etkisini de azaltır. Badem ve bal ile kullanılırsa etkisi daha da artar, daha kuvvetlenir. Haddinden fazlası damar sertliği yapar. 25 — Ayva (scfcrcel) : Kendisi çiçeği, özellikle ekşi olanı ka­ bız yapar. Susuzluğu giderir, idran artınr, şehveti tahrik eder. Bal ile yenildiğinde, mideyi kuvvetlendirir. Çekirdeği kaynatılırsa su­ yu yumuşatıcı olur. Kabızlığı önler. Ciğerleri yumuşattığı gibi, ök­ sürüğü de önler. Normalinden fazlası kulunca sebep olur. 26 — Balık: Küçüğü daha makbuldür. Kam az ve lezzetlidir. İyisi, tatlısu içinde büyüyen ve kılçığı az olandır. Tuzlu denizlere dökülen akarsuların ağzında olanlar da iyidir. Deniz balıklarının iyileri taze olanlarıdır. Balık akıcı balgama sebep olur, çabuk bo­ zulur. Bunun için sıcak mideden başkasma iyi gelmez. Balık yo­ ğurtla yenildiğinde bedene zarar verir. Tatlı ile yenilirse daha fay­ dalı hale gelir. 27 — Anber: Mideyi, karaciğeri, kalbi ve duyu organlarını kuvvetlendirir. Beyin hastalıklarına çok iyi gelen bir ilâçtır. 28 — üd: Mide, karaciğer, yürek ve duyu organlarım kuv­ vetlendirdiği gibi, tıkanıklıkları açar. Beyin için faydalı olup çiğ­ nenmesi hoş koku verir. 29 — Bal: Bedene parlaklık verir, kokmayı önler. Biti öldü­ rür, kirli yaralan temizletir. İştahı açar, göz kararmasını önler. Mideye kuvvet verip yumuşatır. Çıban ve yaralara sürülürse fay­ dalı olur. Cerahati çeker. Çift ile kullanıldığında daha da etkili olur.

30 — Üzüm: İyi bir gıda olup mideyi kuvvetlendirir. Cinsî arzulan kamçılar. Olmuşu ve asma üzümü iyidir, fakat en üstünü siyah üzümdür. 31 — Gümüş: Hafakanı önler. Mideyş ve kalbe iyi gelir. Uyu­ zu defeder. 32 — Fıstık: Kalbe kuvvet verdiği gibi karaciğerdeki vaki tı* kanıklıklan da önleyen faydalı bir ilâçtır. 33 — Şalgam: t Besin değeri düşük, fakat balgamı çoktur. Karaciğer gözelerini açar. Kurtları öldürür. Kendisinin sindirimi zor ise de sindirime yardımcı olur. Romatizmaya iyi gelir. 34 — Biber; Mide ve barsaklardaki kokuların tahlilini ya­ par. Vücuda haıîaret verir. İştahı açar, fakat fazlası zararlıdır. 35 — Sandal: Sürülür ya da içilirse şişlere ve şiddetli, ateşli 238

MARİFETNAME

baş ağrılarına iyi gelir. Hafakanlan önler. Mide zayıflığına iyidir. Daha çok Hindistan’da yetişir. 36 — Kekik : Mide şişkinliğini giderir. Romatizmaya fayda­ lıdır. Mideyi kuruttuğu gibi, idrarı da artırır. Kalça ağrısına iyi gelir. Gözün görme kuvvetini fazlalaştırır. 37 — Ağaç sakızı: En iyisi, Arap sakızı olup, göğüsteki sert­ likleri yumuşatır. Barsaklara kuvvet verir. Karnı düzeltir. KISIM: 9 ÇOK KULLANILAN İLAÇ VE GIDALAR

1 — Kusa: Bir çeşit kavundur, uzunca olur. Hararet ve saf­ rayı teskin ettiğinden, olmuşu iyidir. Bozulmuşu ise koku, nefret ve ateş yapar. Hele olmuş kavunun bozulanı çok daha fenadır. Koklanırsa susuzluğu keser, baygınlığa iyi gelir. Hıyar, bu da soğuk ve lâtiftir. Şiddetli ateşi düşürdüğü gibi, idrar sökmek için de birebirdir. Mide ve böğür ağrılarına iyi geldi­ ği de olur. Tuz, bal, yahut da zeytinyağı ile ıslah edilir. 2 — Karanfil: Karaciğere, mideye ve beyine iyi gelir, iştahı açar. 3 — Reyhan: Kalbe kuvvet verir, basuru defeder, koklanırsa uyku verir. 4 — Ravendi: On gün sabahlan aç karnına iki dirhem mikdan içilirse, kir ve yaraya, düşme ve darbeye, karaciğer ve mide­ ye, fıtık ,kasık, böbrek ve mesaneye çok iyi gelir. 5 — Râziyâne : Göze kuvvet verir, idran söker, ciğerleri açar, soğuk su ile olunca mide iltihabına ve baygınlığa iyi gelir. 6 — Reybas: Safrayı söker, harareti giderir. Sürmesi göze faydalıdır. Yara ve safradan mütevellit ishali giderir. 7 — Nar: Safrayı söker ve barsakların çalışmasına yardımcı olur. Bal ile yenirse kulağa iyi gelir. İdrarı çoğaltır. Nann acısı mi­ de iltihabına faydalı olur. Ekşi nar ise boğaza ve göğüse sertlik ve­ rir. Tatlısı ise boğaz ve göğsü yumuşatır ve onlara kuvvet verir. Ateşli öksürüklere iyi geldiği gibi, her türlü hafakanı da giderir. En güzeli sulu nardır. 8 — Arpa: Unu su ile kanştırılıp macun yapılırsa göğüse, öksürüğe, yorgunluğa iyi gelir. Besleyici özelliği buğdaydan dü­ şüktür. 9 — İncir : Besin değeri bütün meyvelerden yüksek olup,, sin­ dirimi kolaydır. Yaralara ve berelere, çıbanlara, susuzluğa iyi ge­ lir. Müzminleşmiş öksürüğü tedavi eder. Dalak, ciğer, mesane ve 2U8

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

böbreklerdeki tıkanıklıkları açar. Aç karnına yenmesinin büyük faydası vardır. Ziıa, gıdanın geçiş yollarını açar, ceviz ve bademle yenirse faydası daha da artar. Sirkeye batırılmış incirlerden aç kanuna üç sabah arka arkaya yiyen kimse sıtma hastlığmdn emin olur. Safra ona zarar veremez. 10 — Hind hurması î Safrayı söker, mideye kuvvet verir. Kusmayı önler, harareti düşürür. 11 — Dut: Beyazının besin değeri incire yakındır. Fakat on­ dan daha az besleyici olup mideye faydası dokunmaz. Kırmızı dut rutubetli ve soğuk olup az da olsa kabız yapar. Boğazdaki yara ve çıbanlar ile şişlere iyi gelir. İştahı açar.Bedeni kuvvetlendirir. İdran artmr. Barsakların dolaşımını kolaylaştırır. 12 — Sarımsak: Diş ağrısına, müzminleşen öksürüğe, göğüs ağrısına çok iyi gelir. Solucanlan döker. Bitleri temizler, idran sö­ ker. Ancak buharımn fazla oluşu baş ağrısına sebep olabildiği gibi, göze de zarar verebilir. 13 — Kar: Harareti artırır. Mideye ve sinirlere zarar verir. Diş ağrısına iyi gelir. 14 — Şebboy çiçeği: Yumuşatan, rahatlatan ve ayıran özel­ likleri vardır. Mafsallardaki ağrılan dindirir. Titremeyi giderir. Tohumu ateşli öksürüklere karşı fayda sağlar. Yaprağının göğüs­ teki şişlerin inmesinde etkisi vardır. Kökü kaynatılıp içildiğinde barsaklardaki ve sidik yollarındaki yanma ile mak’adda vaki ola­ cak şişlikleri giderir. İshali teskin eder. 15 — Şeftali: Tabiata yumuşaklık verir. Yaprağı kaynatılıp kullanılırsa kıı.ak kurtlarım döker. İçilmesi ya da göbeğe sürül­ mesi ise kan ı kurtlarını döker. Çok besleyici olmasına rağmen gı­ dası zararlıdır. Yemekten sonra yenilirse iyi olur. 16 — Sirke: Kanın incelmesini sağladığı gibi, safrayı da sö­ ker. Uyuza mani olur ve sindirime de yardımcı olur. Yanmalara karşı tesirli olduğu gibi ,gülyağı ile kullanılırsa baş ağrısına iyi gelir. Balgama zıt olup, ağızda gargara yapıldığı takdirde diş ağnlarını dindirir. 17 —• Ekmek: En güzeli, başka maddelerden temizlenen buğ­ day unundan ve iyice elenerek yapılan ekmektir. Ekmeğin hamu­ ru normal, mayası ise tuzlu olmalı, tandırda pişirmelidir, buna benzer /ınnda ise somun olarak pişirilir. Sıcağı zararlı olup soğu­ ğu iyidir. Elenmeden yapılan ekmeğin emilmesi kolay olup tabiatı yumuşattığı halde kalori yönünden zayıftır. Simit veya pide ola­ rak pişirilince daha lezzetli olur. Fakat o zaman da sert olur. Ek240

MARİFETNÂME

nıek süt ile yoğrulduğunda kalori yönünden çok zengin olur. An­ cak bunun da sindirimi zordur. Ekmek, bedeni şişmanlatır ve sıhhatini muhafaza eder. 18 — Hardal: Balgamı önler, uyuza ve mafsal ağrılarına iyi gelir. Damla ve yağ olarak damlatılırsa kulak ağrısını giderir. Aç karnına bal ile yenilirse akciğer yollarındaki sertlikleri giderir. 19 — Altın: Tozlan sevda hastalıkları için devadır. Hafa­ kanlara karşı tesirli olup, kalbi kuvvetlendirir. Ağızda tutulması halinde ağız kokularını önler. 20 Fesleğen : Reyhan cinsinden bir bitki olup, koklanması beyine fayda verir. 21 — Galiye: Birçok derde deva olan kıymetli bir ıtırdır. Urları, sertleşmiş şişlikleri yumuşatır. Soğuktan mütevellit olan baş ağnsına iyi gelir. Şüphesiz bütün ilâçlar ve gıdalar Allahü Zülcelâlin izniyle et­ kili olur. Bu açıkladıklarımız zanni sebeplere dayamr. Eşyanın ha­ kiki müessiri, sebeplerin müsebbibi olan C. Hak’tır. Bu hususta da­ ha geniş bilgi isteyenler tıp kitaplarına müracaat edebilirler. KISIM: 10 YEME, İÇMEDE EDEB VE KAİDELER BAZI YİYECEK VE MEYVELERİN FAYDALARI Ey Aziz! Hadis âlimleri diyorlar ki: Resulüllah S.A.V. devamlı olarak arpa ekmeği yerdi. Ya arpa ekmeği ya da buğday unuyla karıştırılmış arpa unundan yapılan ekmeği yerdi. Çoğu zaman aç ve susuz kaldığı olur ve hattâ üç ge­ ce arka arkaya karnını doyurmamıştır. «Geceleyin veya gündü­ zün ikişer defa yemek yemek illetlir.» buyurur ve müslümanlann bu husustaki dikkatlerini çekerdi. Devamlı olarak et yemek, ya da suyunu içmek kalbi kararttığı gibi ,kırk gün müddetle et yemiyen insan tabiatını değiştirerek ah­ lâkın bozulmasına sebep olur. Aç ve susuz hali olmadan yemek ve içmenin bedene fayda yerine zarar verir. Hiç yoktan boşu boşuna gülmek de inşam diğer insanlara karşı mahçup eder ve gülünç du­ ruma düşürür. Sıhhatini muhafaza etmeyi istiyen kimse, tıka basa yemesin. Daha yemeğin lezzetini alacak şekildeyken yemeyi bıraksın. Bu dünyadan sonra başlayacak âhiret hayatında cennet nimetlerinden çokça istifade edebilmek için mümkün mertebe aç kalsın ki böyle­ ce aklı sakinleşsin, göğsü genişlesin, kalbi nurla dolsun. Uzuvların 241

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

çabuk ihtiyarlamalarına engel olmak isteniyorsa akşam yemeği terkedilmelidir. Çeşitli yiyecek ve içecekleri birden yemek yerine bir yemekle yetinmek tercih edilsin. Böyle olursa beden sıhhat ve afiyete, kalb ise hayata ve huziıra erer. Zira, birçok hastalıkların kökü fazla yemek yemeye dayanır. Yine birçok hastalıklar da aç kalmakla tedavi olur. Bunlar tecrü­ be edilen şeylerdir. Ancak yalnızca ekmek yiyen kimsenin bedeni bütün ömrü boyunca canlı kalır. Edepli olmak acıkınca yemeyi doymadan kalkmayı gerektirir. Bunun ölçüsü şöyle olmalıdır: Mideyi üçe bölmeli, bunun birini suya, birini yemeklere, biri­ ni de havaya ayırmalı ,yani boş buakmalıdır. Bu en alt derece ol­ duğu gibi orta derecesi de yemek ve içeceklerle mideyi yarı yarıya doldurmaktır. En üstün derecesi ise ,hasta yemeği yemektir ki bu da midenin üçte bir kısmının doldurulmasıdır. Doyunca yemekten kaçınmak gereklidir ki bu husus çok mühimdir. Çünkü, fazlası israf ve haram olduğu gibi, bedeni çabucak yıpratır ve çeşitli hastalıklara maruz bırakır. Önüne konulan yi­ yeceği asla horlamamalı ve beğenmemezlik etmemelidir. Yemeğe istek duyuluyorsa yemeli,yoksa yememeli ve konuşmamalıdır. Bir kişilik yemek iki kişiye, iki kişilik dört, dört kişilik sekiz kişiye ye­ ter. Bazı yiyecekler ve meyveler vardır ki bunlar hakkında rivayet edilen çeşitli hadisler vardır. Meselâ, Cebrail A.S., Resûlüllah S.A.V.’e harise (keşkek, ya da keşkül) yemesini tavsiye etmiştir. Resulüllah S.A.V. bu yemeği yemiş ve ondan önce şikâyetçi olduğu bedeni ve cinsî zayıflığından kurtulmuş,'cima* ve gece ibadeti için 30-40 kişinin kuvvetini kendinde bulmuştur. Resûlüllah S.A.V. için en sevimli yemekler; arpa ekmeği, mer­ cimek çorbası ve su kabağı idi. Çünkü onlarla kalbi incelik bulu­ yor ve Allah’ı zikrediyordu. Beyin, kulak, göz ve bunun gibi uzuv­ lara kuvvet veren gıda ettir ki onun da en makbulü omuz ve arka etidir. Sirke ise katıkların iyisidir. Hurma ve üzüm hernekadar meyvesayılıyorlarsa da katık olaHurma ve üzüm hernekadar meyve sayılıyorsa da katık ola" lıklar için şifa bulur: Resûlüllah S.A.V.’in sevdiği meyveler; kavun, karpuz, taze hurmadır. Mübareğimiz içecekler içinde de daha çok tatlı ve soğuk şerbetlerden hoşlanırdı. Pilav yenirken Resulüllah’a salâtu selâm­ da bulunmak gerekir. Peygamberimiz buyuruyor ki: 242

MARİFETNAME

«Kim baklayı kabuğu ile yerse ondan yediği kadar hastalık çıkar.» Çünkü onun her siyah tanesi ölümden başka her derde deva olur. Peynir ve ceviz boş yenilirse hastalık yapar. Ancak birlikte yendiklerinde şifa olurlar. Kuru üzüm; güzel koku verir, genizi parlatır. Sinirleri kuv­ vetlendirir ve balgamı keser. Ancak çekirdeği zararlı olduğundan atılmalıdır. Sefercel kalbe cilâ, zekâya kuvvet, korkağa cesaret verir. Ha­ mile kadın onu pilav ile yerse çocuğu sağlam, güzel ve gürbüz olur. Kabuğu ile yenilen nar mideyi tesviye eder. İncir kalbe ince­ lik verdiği gibi kişiyi kulunçtan ve romatizmadan da korur. Kar­ puz cennet suyundan bir parça olup eti ve çekirdekleri bütün uzuv­ lar için faydalıdır. Karnı ve mesaneyi yıkar, meniyi çoğaltır, şeh­ veti tahrik eder. Baş ağrısına iyi gelir. Bedenin derisini süsler. İş­ tahı açar, göze kuvvet verir. Mideyi yıkar ve temizler. Susuzluğu önler. Barsak kurtlarını döker. Hıyarı tuzlıyarak .cevizi de şekerle yemek sünnettir. Patlıcan yumuşatılır ve ilâç niyetiyle yenirse hastalıklara iyi gelir. Beyne rutubet verir. Şehveti tahrik eder ve cima’ arzusunu uyandırır. Ak mantarın suyu yüze şifadır ve onun iyisi de siyah olanı­ dır. Bir kimse herhangi bir memlekete gittiğinde oranın soğanın­ dan yerse oranın hastalıklarından emin olur. Meyveler ilk çıkınca çok yenmeli, sonra ise azaltılmalıdır. So­ ğanı ve sarmısağı pişirerek yemelidir. Çiğ yenilirse kokusu melek­ leri rahatsız eder. Bir kimsenin çamur yemesi demek, kendisini katletmesi de­ mektir. Çünkü bunun öyle büyük zararı vardır ki, mideyi bozdu­ ğu gibi, benzi ve teni sarartır, bedeni mahveder. Peygamberimiz buyuruyor ki: «İnsanın kalbine sıhhat, bedenine sevinç veren üç şey vardır: 1 — Güzel koku. 2 — Bol yemek. 3 — Temiz ve güzel elbise giymektir.» KISIM: 11 DİNİMİZİN EMRİNE VE RESÜLULLAH’IN SÜNNETİ ÜZERE GÜZEL GİYİNMEK Resûlüllah S.A.V.’in en çok sevdiği elbise, entari (kamis) idi ki, bunun kolları pannak diplerine kadar, etek kısmı da topuk üs­ 243

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

tüne kadardır. Bu sünnet olup ,daha uzunu hem bid’at, hem de kibre alâmettir. Resûlüllah S.A.V. kadınlar için en beğendiği uy. gun kıyafet şalvardır. Çünkü o, yer ile avret yeri arasına bile per­ de olur. Sarık takmak vakarlı ve yumuşak olmanın alâmeti olup, Arapların tacıdır. Resûlüllah S.A.V.’in sarığı siyah kumaştan ya­ pılmıştı. Sarığın ucunu omuzların arasına hafifçe uzatmak üzere bı­ rakmak sünnettir. Çenenin altından sarmak ise bid’attır. Allah Resulünün sünnetlerinden biri de, kaftan ve sert elbise giymektir. Zira, kalbe huşû veren sert elbise, damarlara da hareket verir. Yün elbise giymek Peygamberler için sünnet olmuştur ki ilk kez abâ giyen Peygamber Hz. Süleyman A.S.’dır. Aba giymek aynı za­ manda evliyalann da âdeti olmuştur. Çünkü onda fakir ve yoksul* lara benzemek ve mütevazı olmak vardır. Peygamberimizin entarisi, iç elbisesi ve şalvarı (sevâcil) be­ yaz pamuktan, abası, kaftanı ve kuşağı ise yünden yeşil şal idi. Yeşil giymek Ümmet-i Muhammede sünnettir. Zira, yeşile bakmak kalbe sevinç, göze kuvvet verir. Erkeklerin sarı ve kırmızı giymeleri, hoş değil, mekruhtur. Saf ipek giymeleri ise haramdır. Elbisenin temizliğine önem vermek Allah’ın verdiği nimete şükrün nişanesidir. Süslenmek, lâtif ve temizliktir, fakat bunda haddi aşmak kalbe kasvet ve üzüntü ve­ rir. Evvelâ entariyi sonra da oturduğu halde şalvarı giymelidir. Böyle yapmak alçakgönüllü olmanın alâmeti ve sünnettir. Elbise­ ye yama vuruncaya kadar giymek kalbe rahatlık verir. Çıkarılan bir elbisenin fakire sadaka olarak verilmesi kişinin âfetlerden sa­ lim olmasına sebep olduğu gibi, mevcut 3 takım elbiseden birini vermek ise cömertliğin tâ kendisidir. Çıkarılan elbiseyi katlamak lâzımdır. Zira böyle yapmak, elbiseyi şeytanın giymesini engelle­ mektir. Elbisenin ,«Kim beni gece süsler (katlar ve güzel saklar) ise, ben de onu gündüz süslerim.» demesi Resûlüllah S.A.V.’den ri­ vayet olunmuştur. Misk, amber ve kâfur gibi güzel kokular sürünmek, göze sür­ me çekmek sünnettir. Sürme çekmek göze kuvvet verdiği gibi, kir­ piklerin büyümesini de sağlar. Bilhassa sürme çekme işi Aşure gü­ nü yapılırsa kişiyi göz ağrısından emin eyler .Temizlenmek, kibir­ lenmemek şartıyla güzelce giyinerek süslenmek, koku sürünmek, saç ve sakalım tarayıp topliyaıak düzeltmek de sünnettir. Kaşlar­ dan başlamak üzere yağ sürmek baş ağnsma ilâçtır. Bilhassa bı­ yıklan kısaltarak düzeltmek ,koltuk altındaki ye kasıklardaki kıl' lan kesmek de aynı şekilde sünnettir. 244

MARİFETNAME

Saçı olmıyanın perşembe günü, yahut da cuma günü ikindi* den sonra başını kazıması, sakalın genişlik ve uzunluğunun bir tutamdan fazlasını' kesmesi, tırnaklarım kesmesi, kesilen saç ve sakallarla birlikte toprağa gömmesi ruhun rahatı, bedenin sıhhati için sünnet olmuştur. Herhangi bir aynaya ,ya da berrak bir suya bakmak sünnet­ tir. Zira bununla ilgili olarak Resûlüllah S.A.V.: «Allahümme kemâ lıaseııte halki fe hassin hulki (Yani, «Al­ lah’ım, yaradılışımı güzel yaptığın gibi, ahlâkımı da güzel yap.») diye dua etmiştir. Beden sıhhatinin korunması ile ilgili olarak verilen bilgiler burada son buldu. Şimdi ölüm ve ahvaliyle ilgili olarak izah yapı­ lacaktır. Çünkü doğan büyür, yaşayan ölür. Her kemâlin bir zevâli vardır. Dünyaya gelen herkes mutlaka ölecek ve âhirete gidecek­ tir. Zira bu, Allah'ın emridir. Cenabı Hak buyuruyor ki: «Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra (o ölen nefisler) bize dö­ necekler.» Bu kesin olduğuna göre, bu geçici âlemden o kalıcı, bâki âle­ me göçmeden önce gurbet sayılan bu dünya âleminde, sıla, yani esas vatan durumundaki âhiret hayatı için gerekli hazırlığı yap­ mak, hayvanî ahlâktan geçerek Rabbânî ahlâkın nurlan ile aydın­ lanmak, hem dünyada ve hem de âhirette Allah ile bir olmayı ar­ zulamak ve bunun aşkıyla yanmak biz kullar için herşeyden daha önemlidir. MANZUME Cihanda varlığı kâvi ne misafir ol ne mûkim Ki hane keder dolmuş, yollar dahi pûr bîm (korku) Çü ni’meti nikam (şiddet) ve izzû nâzı züll olacak Sana ne fayda beden olsa gark-ı naz ve naim Mezar içinde dur akibet er (baş)in pânıâl (ayak altı) Ne fark olur külahın, na aban, ne de tâcın. Hak yoluna dönersen tenin zayıf olsun Sahrayı aşmak zor olur, ağır olursa cisim. Huyu ile hastayı zan eyler ol tabib sağlam Hastalıktan anlamak (peki) nedendir adı hekim. Cisim hayatı gönül hoşluğu ile ni’met olur Ne zevk olur ki, ola ten sahih ve ruh sakîm. Fakirlik ve hastalık gam değil, ölüm erer tene Hakkı Olursa can ve gönül hoş huyla sağ ve selim. 24S

KONU:4 ÖLÜMLE İLGİLİ BÜTÜN BİLGİLER YEDİ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 AYET VE HADİSLERLE ÖLÜMÜN FAZİLET VE FAYDALARI Ey Aziz! Cenabı Hak buyuruyor ki: «Eğer, ölseniz de, öldürülseııiz de hep Allah'ın huzurunda top­ lanacak, ve hesaba çekileceksiniz.» (Al-i İmrân sûresi, âyet: 158) Cenabı Hak buyuruyor ki : «Resulüm (Yahudilere) de ki: Eğer iddia ettiğiniz gibi, Cen­ net diğer insanlara alt olmayıp yalnız size has kılınmışsa ve sözü­ nüzde doğru iseniz ölümü isteseniz ya.» (Bakara sûresi, âyet: 94) Cenabı Hak buyuruyor ki: «O sabırlı kimseler ki, onlar kendilerine bir musibet isabet et­ tiği zaman: Biz Allah’ın kuluyuz ve yine O’na döneceğiz, derler.» (Bakara sûresi, âyet: 156) Cenabı Hak buyuruyor ki: «Allah, öleceklerin ölümü (eceli) zamanında, ölmiyeceklerin de uykulan sırasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kim­ selerin ruhunu (kıyamete kadar) alıkoyar. Diğerlerini de bir müd­ dete (ecelleri gelinceye kadar) salıverir. Şüphe yok ki düşünen kimseler için kesin ibretler vardır.» • (Zümer sûresi, âyet: 42) Cenabı Hak buyuruyor ki: «Dirilten de, öldüren de Allah’tır. Hepiniz O’na döndürülecek­ siniz.» (Yunus sûresi, âyet: 56) 246

MARÎFETNAME

Cenabı Hak buyuruyor ki: «(Ey Resulüm, onlara) de ki: Haberiniz olsun ki, O, önünden kaçıp durmakta olduğunuz ölüm ,günün birinde (aniden) mutla* ka size gelip kavuşacaktır. Sonra gizli ve açık bütün şeyleri bilen Allah’a döndürüleceksiniz de. O, size neler yaptığınızı bir bir haber verecektir (ve ona göre de lâyık olduğunuz cezaya çarptırılacak* siniz.)» (Cum’a sûresi, âyet: 8) Cenabı Hak buyuruyor ki: «Şüphesiz her canlıyı diriltir, (eceli bitince) canını alınz. (He­ sap, ceza ya da mükâfat için âhirette) son dönüş bize olacaktır.» (Kaf sûresi, âyet: 43) Cenabı Hak buyuruyor ki: «Şüphesiz Allah’tan sakınan (takva sahibi) kimseler cennetler ve nimetler içindedirler.» (Tûr sûresi, âyet: 17) Cenabı Hak buyuruyor ki: «(Mü’mine öldüğü zaman denilir ki) : Ey itmi’nana eren ne* fis, Rabbine dön, sen O'ndan O da senden razıdır. Haydi gir, iyi kulların arasına. Gir cennetime.» (Fecr sûresi, â y e t : 27-28-29-30) Cenabı Hak (Hadisi Kutsi’de) buyuruyor ki: «Mü’min, ölümünden soııra kendine olacak olanlan bilseydi, dünyada kalmayı arzu etmez ve devamlı olarak: — Ya Rabbi, be­ ni öldür, Ya Rabbi beni öldür! diye feryat ederdi.» Resûlüllah S.A.V.: — Mü’minin kalbine iman nuru doğunca, kalbi sevinir ve ge­ nişler, buyurduğunda sordular ki: — Bunun alâmeti var mıdır? Resûlüllah S.A.V. buyurdu ki: — Evet, dünyadan sakmıp, âhirete dönmek ve daha ölüm vakti gelmeden ona hazırlık yapmaktır. Peygamberimiz buyuruyor ki: «ölümü ibret anlıyan kimse, dünyayı terkeder.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «ölümü düşünen kimsenin nefsi temiz, kalbi uyanık olur. Dünyayı bayağı görerek Allah’ın velî kulu olur.» Peygamberimiz buyuruyor kİ: «Allah’ın hidayet nasibettlği kula, ölüm yeter.»

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

Peygamberimiz buyuruyor ki: «İnsanların akıllısı ölümü çokça düşünen ve ona hazırlık ya­ panıdır.» | «Ey ümmetim, emelinizi kısa yapın, ölümü de çok anın.» «ölüm anında insanın gözü yukarı tarafa döner. Çünkü onun gözü sevgiliye (cânânâ) döner.» «Mü’minin ölümle bozulacağını, yok olacağım zannetmeyin. (Bilin ki) o ,bir evden diğerine taşınmıştır.» «ölüm köprüsünü geçen mü’min, sevdiği ile huzurlu ve bera­ ber olur.» «insanların hepsi gaflet uykusundadırlar. Ancak ölümle uya­ nırlar.» «Ölülerinizi hayırla yâdedin. Onlan rahmetle anın. Onlara sövmeyin.» «İnsanoğlu ölümden korkar ve ondan kaçar. Halbuki ölüm, onu her türlü fitneden kurtarır.» «Ölüm, mü’ıuinin rahatı, sevinci, ganimeti ve mutlu bayramı­ dır, mü’minin Allah’a kavuşmasıdır.» «Dünya mü’ntinin zindanıdır, ölüm o zindamn açılması ve mü’minin de ondan çıkmasıdır.» «Mü’minin umduğu en hayırlı ve sevgili matlûbu ölümdür.» «Şüphesiz ölüm, bütün mü’minler için hayırlıdır. Çünkü Ce­ nabı Hak, Al-i İmran sûresi, âyet 198’de : «Allah katındaki sonsuz nimetler, iyi kullar için daha hayırlıdır.» buyuruyor,» «Mü’min iyi de olsa, facir de olsa ölüm onun için hayırlıdır.» «İnsanlar nazarında en sevgili şeyler sıhhat ve hayattır. Bana en sevimli olan şey ise fakirlik, hastalık ve ölümdür.» «Kendi ölümüme sevinirim, dostumun ölümüne de sevinirim.» «Kaybolan dostumdan bana gelen en iyi haber ölüm haberi* dir. Kendi nefsim için arzuladığım ölüm hediyesini bütün dostla* nma da isterim. Çünkü bizim vatanımız surûr evi iken bu gurur evinde kalmaktan bıktım.» «ölümü kendi nefsim için de, dostum için de istedim. Çünkü İlâhi kavuşmanın ölümle kazanılacağım bildim.» «Allah’a kavuşmak isteyen mü’min, ölümü sever.» «ölüm ile seven sevgilisini bulur ve ölümle dünya düşünce* terinden kurtulur.» Yine Peygamberimiz buyuruyor ki: «Mü’minin ölümü halktan uzaklaşmak ve ebedî olarak Hakk’a kavuşmaktır.» 248

MARİFETNÂME

«ölümün yokluğu olduğunu sanmayın, ölüm bedenden ayni* ve bâki kalmaktır.» «ölüm (ruhun) bedenden ayrılması, bir halden diğer hale geçmesi (yani) bir evden diğerine taşınmasıdır.» «Nefisler, bedenler için yaratılmış ve mü’minin nefsi Allah katında mezrûk olmuştur (ıızıklanmıştır).» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Nefse ait dört ev vardır: 1 — Ana rahmi, hepsinden dardır. 2 — Dünya âlemi. 3 — Berzâh âlemi (kabir hali). 4 — Ahiret âlemidir ki, bunlann hepsinin başka başka hü­ küm ve şanı vardır.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Yaşayan insanın ölümü istemesi, ana rahmindeki çocuğun haline benzer. Çocuk nasıl ana rahminden dünyaya gelmek iste­ mediği gibi, yaşayan mü’min de ah vah ederek ölmeyi istemez. Ço­ cuk, anne sütüne alışıp tekrar eski yerine nasıl dönmeyi istemezse, mü’min de ölüm ile Allah’a kavuşunca dünyaya dönmek istemez. Doğan çocuk önceden kaldığı daracık ana rahmini nasıl unutursa, insan da aynı şekilde dünyayı unutur, gider.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Mü’minin ruhu, bedeninden hamurdaki bir kılın çıkması gi­

inak

bi çıkar.» «Azrail, mü’minlerin ruhlarım şefkatle ve merhametle alır. O ölüm meleği olup, güvenilir, merhametli ve (mü’minlere karşı) güzeldir.» «(Mü’minin ruhu) ölüm anında Azrail’in güzelliği Ue meşgul olduğundan, can çekişmenin şiddetli acısını duymaz.» Mısır kadınlarının Hz. Yusuf’un güzelliğiyle meşgul olurken eUerini kestikleri ve parçaladıkları ve bunu yaptıklarının farkın­ da olmadıkları Kur’ân’ı Kerim’in âyetleri tarafından bildiriliyor. Peygamberimiz buyuruyor ki: «ölüm anında mü’min kuluna Rabbi yardım eder. (Böylece mü’min) dünya âleminden ve âhiret korkusundan emin olur.» «Cenabı Hak. mü’min kulunun ruhunu kabzetti&i zaman, ru­ hu onunla tatmin olur. (Artık ruh) bedenin ağırlığından kurtulur ve rahata erer.» «Beden, ruh kuşunun kafesidir, öyle ise ruh, bedende mahpus 240

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kalmıştır. Ölüm onun İçin bir fetih (ve mahpustan kurtulmak) tir.» «Ölülerin ruhlar ıberzâh ağaçlarında (ruhlar âleminde) birer kuş gibidirler. Onlar birbirini bilir, tanır ve sevinirler.» • Peygamberimiz buyuruyor ki: «Kalbi kara müşrikin ölümden korkmasının hali karanlıkta* ki kuşun kafesi kırmasına benzer. Kalbi nurlu olan mü’minin ölüme olan arzusu, ağaçlar altında kafese kapatılan bir kuşun, ka­ festen uçup dallardaki arkadaşlarının yanına gitmesine benzer.» «Ölüm anında alnın terlemesi, göz yeşermesi, burun delikle­ rinin genişlemesi, kulun saadetinin alâmetleriııdendir.» «Eğer bir kişi, öliinı anında boğuk boğuk nefes alıyorsa, du­ daktan kararır ve rengi kül rengine benzer, gri bir renge dönerse (moranrsa) bu, onun şekavette kaldığının alâmetidir.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Ölü, kendisini kimin yıkadığım ve kimin kefenlediğini bilir. Namazını kimler kıldı? Arkasından kimler gitti? Mezara kimler indirdi? Telkini kimler verdi? Ölü bütün bunlan bilir.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Ölülerin iyi ya da kötü hallerini görmek, ruhlann hallerine keşf ile ermektir (bilinmiyen sıılanna ermektir). Bu keşf, ya müj­ de için, ya da ikaz (tenbilı) için olur. Bu keşfe mü’minler riiyalannda mukarreb kullar ise uyanık halde ererler.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Şefkatli bir annenin kaybolan yavrusunu bulduğu zaman şefkatle ona sanldığı gibi, kabir de mü’minin bedenine öylece sanlır. Mü’minin ruhuna cennetten bir pencere açıldığı gibi, ruhu­ na da rahmet yağmurlan saçılır.» «Mü’minlerin ruhları âlem-i berzâhta yeşil kuşlar gibi bölük bölük uçar, haftada bir defa da dünya âlemine gelir giderler. «Ahirette ruhlar, en üstün ahlâklan ne ise o ahlâk üzere haşrolunur.» MANZUME Can beden darlığında idi, habs çûn hüma, Kesretti lutf ile kafesin pençe-i kaza -----Sıdk ve safâ kanadın açıp uçtu şevk ile Gönül âleminde buldu güzel aşktan nevâ. 250

MARİFETNÂME

Gafil kafesten başka mekân bilmez idi kim • Tenden ayrılığa matem edip, derdi hasretâ. Arif ki bildi canın gülşeni vüs’atın revân Tenden kurtuluşa şükreden ol mevte merhâbâ. Kuştur o cân-ı pâk kafestir bu toprak beden Bayağı kafeste kalmaz o, yüksek kuş câ. Değilse kanadı bağlı, niçin açmaz ol cenah Yüz parça etmez kafesin tutmaz ol hevâ. Seyretsen hemen gönülde cilvegâhım Hakkı, kırmak sana kolay olur kafesi. KISIM: 2 ÖLÜMÜN HAKİKATİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: İnsanın ölümünden evvelki halleri, dünya hayatı olup bu ça­ bucak geçer gider. Öldükten sonraki halleri ise ,âhiret olup hâki­ dir ve bitmez. Dünyaya gelmek, ebedî saadet ve devlete kavuşma ğayesiyledir. Bu devlet ve saadete ermek, ancak kalb gözünün açık olmasıyle mümkün olur. Kalb gözü ise bu âleme ibret nazarıyla bakıp Yaratıcmın âlemdeki sanat ve hikmetini herşeyde düşün­ mek ve teşekkür etmekle olur. İbret nazan sanat ve hikmetin gö­ rülmesi ve bilinmesi iç ve dış duygularla olup, on duyu âlemin ya­ ratıcısının bilinmesi ve tanınması ile olur. On hissin yeri insan vücududur. Allah’ın insan bedenini 4 ay­ rı tabiattan yaratmış olmasının sebebi de budur. İnsanlar içinde­ ki bedenin, geçici ruhun ise kalıcı olduğunu sezebilen idrak sahibi mü’minler, bu fâni dünyadan kaçar ve sonsuz bir hayat olan âfci-> ret için gerekli hazırlığı yapar. Bedenin ruha ağırlık veren pisliğinden kurtulur ve Allah ile ünsiyet eder ve bundan duyduğu huzur ve saadeti benliğinde du­ yar. Çünkü bedenin bütün hali ve şanı ile hayvanî ruhun bütün kuvvet ve duyuları tamamen yokolur. Ancak gönül adı da verilen İnsanî nefs, yani ruh baki kalır ki bu asla yokolmaz. Sonsuza dek kalıcıdır. O Cenab-ı Hakk’m tecelligâhı ve marifetin mekânı­ dır. İşte bu ruhun bedenden ayrılması ve hürriyetine kavuşması haline ölüm adı verilmiştir. Demek oluyor ki, eğer insamn hayvani ruhu kalbe galip gelir de ona hâkim olursa, böyle bir ruha ve nefse sahib olan kimse ölümden çok korkar kaçar ve kurtulmak için her çareye başvurur. Zira, hayvanî ruhun hususiyeti bu mülk âleminden olmaktır

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ki, zaten o da bu âlemi sever ve onu arar. Nefsine tâbi olan kimse­ nin dünya hayatım sevmesi normaldir. Malım mülkünü ve çocuk­ larım düşünür ve onlara herhangi bir belâ ve musibetin isabet et­ mesinden korkar. Allahü Zülcelâlin yardımiyle şayet İnsanî ruh, hayvanî ruha galip gelir de onu mağlup ederse, o kimse ruhen kemâle erer, son­ suz olan âhiret hayatım ve ölümü sever ve onu arar. Çünkü insan ruhu ,melekût âlemindedir, bunun için de esas vatanını aramak ve bulmak arzusundadır. Bu haliyle cihanın sonsuz devlet, saadet de selâmetine erer. Bu dünyadan küser, yüz çevirir ve on­ dan düşmandan kaçar gibi kaçar. Ölümü ister, çünkü onun saye­ sinde âhiret hayatına ve onun nimetlerine kavuşmak ister. Kendisini âhirete yaklaştıracak olan ölüm, onun yakınlan içinde en sevgilisi olur. Hz. Ali diyor ki: «Uzun ömür, ruhlara azab, ölüm ise rahat ve ferahlık olur.» Adamın biri, ariflerden birine dedi ki: — Rüyamda senin bir yıl kadarlık bir ömrün kaldığını gör­ düm. Arif bunun üzerine çok üzüldü. Onun bu halini gören diğeri: — Üstadım, sen zaten dünyaya itibar etmiyen bir kimsesin, niçin üzülüyor, niçin ağlıyorsun? Arif dedi ki: — Oğlum, ben her gece ölümü isteyerek ve ona niyet ederek uyuyorum. Korkarım senin rüyan doğru çıkar da bu ruhuma ağır­ lık veren bedeni bir sene daha taşımak zorunda kalınm. Ağlayı­ şım bundandır. Zira, sevgilinin cihanında gül bahçesi varken be­ den cihanının külhanı hiç çekilir mi? MANZUME Ey bülbül-i can kalma, habs-i kafes-i tende Fâni olam alma bâki ararsan sende. Ey bülbül-i elhâni (hoş sesli bülbül), koydun ve gülistanı Kaldın unutup am, âvâre bu külhan de. Ol gülşeni unuttun külhanda mekân tuttun. Çok toş ve tütün yuttun, çık zevk et ol gülşende. Bu ten kafesin kesirt (kır), bu mezbeleden uç git Ol gülşen-i aşka yet, mest ol tene ten tende. Mürgân-ı hem âvâzın, çün anladılar razın (sır) Çıkmışlar oturmuşlar, gülşende neşîmende. 252

MARİFETNÂME

Ey Tâîri eflâki, terk eyle ten-i haki Bu dâne-i ten ta ki zevk eyle o harmanda. Bu cengii cihanidir, her havf-ı mekânidir Git o sulh vatanına, rahat bu o me’mende. Çün cisminden ey mutlak, hükmünde değil çıkmak Dil penceresin aç bak, seyreyle ol revzende. Hakkı ki bu eşbahı, bul âlem-i ervâhı Nuş eyle sen ol râhı, baki ol o meskende. KISIM: 3 ÖLÜMÜN MAHİYETİ ölümden korkan, ve ondan kaçan, ölümün mânâ ve mahiye­ tini bilmiyen, ruhundan ve onun başlangıç ve sonundan habersiz olan, bedeninin erimesiyle kendinin yokolacağını zanneden veya öldükten sonra dünyayı bütünüyle unutacağını bilen ve ölümden dayanılması imkânsız acılara maruz kalacağım zanneden, öldük­ ten sonra ne olup biteceği hakkında bilgisi olmayan, oğluna ve malına çok bağlı olan ve bırakacağı malı ve çocukları için sonsuz acılara garkolan kimsedir. Bunlann hepsi birer bozuk düşünce olup, hayalden ve bilgisiz­ likten kaynaklanmaktadır. Bu öyle kötü bir hastalıktır ki, onun çaresi ancak o hastalığa yol açan sebepleri ortadan kaldırmakla mümkün olur. Bunları ortadan kaldırmak ise, ölümün mahiyet ve esasının ne olduğunu bilmekle olur. Bu hakikatleri maddeler ha­ linde yazmak faydalı olur. 1 — ölümün hakikati ruhun beden âletini kullanmaması demektir. Bir sanatkâr, kendisine ait olan âletlerden birini nasıl bırakıyor ve kullanmıyorsa, ruh da aynı şekilde bedeni kullanmak­ tan vazgeçer ve onu kullanmaz. Demek oluyor ki, ruhun iki hali vardır. a) .Dilerse bedenine tasarruf eder. b) Dilerse bedenine tasarruf etmez. Nefsin bedendeki tasarrufu bir kâtibin kalemdeki tasarrufu, gibidir. Kâtip kalemle ister yazar, İsterse yazmıyarak onu kutusu­ na koyar. Ruh da aynı şekilde isterse bedeni oynatır, hareket etti­ rir. İsterse onu mezara koyarak toprak haline koyar. İşte ruhun beden üzerindeki tasarrufuna hayat, bedendeki ta­ sarrufundan vazgeçmesine ise, ölüm denir. Kıymetli ruh ki bedenden âtedir. Mutlaka kazadan bedene bu gelir. 253

ERZURUMLU IBRAHÎM HAKKI HZ.

Sen osun ki bedensiz bir cismin var öyle ise korkun ne, bu can elbette çıkar. 2 — Ruhun başlangıcı ve sonu demek, onun küllî akl’dan sa­ dır olduğunu, ruhlar âlemine inerek oradan da arzın melekutu olan bu âleme gelerek insan bedenine girip onda tasarruf sahibi olduğunu, bu âlemde kemâle ermesi, Mevlâsını tanıması, evvelki makamından daha yükseğine çıkıp, her muradının hasıl olacağını bilmektir. Demek ki ruh, bedende tasarruf sahibi olsa bile; göz, işve ah­ lâkı kötü olur da kemâl derecesine eremezse bedenle alâkasmı kes­ tiği zaman ruhlar âleminde bu kötü hali ile kıyamete kadar bağ­ lanmış ve hapsolunmuş bir halde kalır. İnsanı dehşet ve korku için­ ce bırakan riyalarla sanki azaba uğramış olur. Eğer ruh, bedende bulunduğu süre içinde yukardakinin aksi­ ne kemâl derecesine ulaşırsa, bedenden ayrılsa bile ruhlar âlemin­ de hapsolunmaz, bazen melekût âlemine girer, bazen de dünya âle­ mine inerek orada uçar. O, sevinç ve huzur doludur. Neşeli ve in­ şam mesteden rüyalar ile zevk ve sefâ sürer. Şu halde insan ruhunun başlangıcı İlâhî aşk denizi olduğu gi 3i, âkibeti, yani dönüşü de yine ona olur. 3 — İlletlerden birinin giderilmesi de ruhun bedenin yokolnujsı ile bozulmıyan ve yokolmıyan bir cevher olduğunu bilmektir. Meselâ, nar, yahut da elma sıkılsa hernekadar kendileri yok olsa da sulan bâki kalır. Kar ve buz eriyip yok olsa bile, suyu bâki, binlerce .yüzbinlerce ev yıkılsa ve ışıkları sönse ay ışığı hâki­ dir. İşte ruh da aynen böyledir. Ancak kendini bilmiyen ve nefsini tanımayan kimse, kendisinin ruh olduğunu unutur ve bedenden ibaret olduğunu zanneder. Elma ve nar suyu olduğunu unutur ve kendini elma ve nar zanneder. Kendisinin kar ve buz olduğunu bi­ lir de hayat suyu (âb-ı hayat) olduğunu bilmez. Kendisinin ay ışığı olduğunu unutur da ev ışığı olduğunu zan­ neder. Böyle bir kimsenin korkusu ve kaçışı ölümden değil, bilgi' sizliğindendir. Ariflerden biri diyor ki: Bu insanın ölmü ten üstünde yazıdır. Elma ve nan kırmanın benzeridir. Hayat suyu akıtsan sen, şu can denizine Sonsuz derya olursun, inemezler dibine. 4 — Bir illetin giderilmesi de ruhun bedenle olan alâkasmı kesmesinden sonra iki âlemdeki hallere daha çok muttali olacağı­ nı bilmektir. 294

MARİFETNAME

Meselâ, kınından çıkan kılıç daha çok keser. Örtüsünden çı­ karılan ayna daha güzel gösterir. Huraa kuşu kafesinden kurtulur kurtulmaz, derhal yükseklere uçar. Ruh da aynı şekilde bedenden kurtulur kurtulmaz derhal yükseklere uçar ve iki âlemin gizli sır­ ları artık ona âyan olur. BEYİT Ey gönül terket bu zindan bu mihnethanedir fâni Bu ol gülzâr ü ayam ki ferş-i asumân olmuş. 5 — Bir diğer illetin giderilmesi de şöyle olur : Şayen ruh ,bedenetamamıyle döner de onun iç ve dışım ay­ dınlatırsa beden kemâline kavuşur ve bedende hareket başlar. Ru­ hun bedendeki ışığı azaldığı takdirde uyku hali anz olur. Şayet bu ışık bütünüyle bedenden kesilirse bilmek gerekir ki 4şte bu hal ölümdür. ölümün acısı, hastalığın acılarına benzemez. Çünkü Ölüm, uykunun kardeşidir. Zira Resûlüllah SA.V.: «Uyku, ölümün kardeşidir.» * buyurmuştur. Mü’min, bu hadisin ışığında, kendisi için bir nimet olan ölümü uykuya denk bilir. Uykuda ruh nasıl rüya ile o âleme biraz olsun muttali oluyor­ sa, ölüm anında da o bilinmeyen âleme varır ve âlemi seyreder. Uyuyanın hali palan ve ağır yüklü eğerinden onun bir ipe bağlı olduğu halde kurtularak bir zaman için bahçede koşan, oynayan, yeşillikler ve akarsular içinde zevk ve sefâ süren, fakat sonra da tekrar o eyer ve palanın, yani ağır yükün altına giren ve bununla zorluk ve meşakkat içinde yürümeye çalışan bir ata benzer. ölümün hali ise, palanından ve yükünden kurtulunca ayak bağından da kurtulan ve böylece bedeni ve nefsi arzulardan kur­ tulan bir ata benzer. Ruh, bedenden kurtulunca artık her zaman için güven içinde ve neşeli bir halde kendi âleminin bahçelerinde vakit geçirir. Çünkü öfkesine, şehvetine, nefsine mahkûm olan kimse için ölüm bir nevi hürriyete kavuşmaktır. İnsan için bu ka­ dar büyük bir nimet olan ölümün bir hastalık ya da dayanılma* bir acı zannedilmesi, gaflet ve bilgisizlikten başka birşey değü de nedir? Mü’min için ölüm .dünyanın her türlü zevk ve lezzetinden daha üstündür, ölümün sarhoşluk vermesi bedenler itibariyledir. Cenabı Hakkın: «Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» âyeti, ölümün tatlı olduğunu göstermektir. 255

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

6 — Bu illetin giderilmesi, bedenin ölümünü can için bir hayat bilmektir. Çünkü sevenin sevgilisini bulması ölüm sayesin­ de olur, ölüm her murada eriş ve gerçek vatana dönüştür. BEYİT Köhne cam kıl nisâr ve taze can bul der kenâr Çünkü hayatimdir ölüm, hayatımda ölüm var. FARSÇA MANZUME Bedenin ölümü cana hayattır. Onda can için cana gitmek var. Ölüm camn sevgilisine gitmesidir. Belki hakikatte ölenler yaşar. 7 — Bu illetin giderilmesi bu dünyanın bir ağaç, insanın da bir meyve olduğunu bilmekle mümkündür. Meselâ, henüz ham olan meyve ağaca sıkı sıkıya bağlıdır. Sonradan olur ve ağaçtan kendiliğinden koparak düşer. İnsan da ham olduğu ve kemâle ermediği müddetçe aynen meyvede oldu­ ğu gibi, dünyaya sıkıca bağlı olup kısa süren bir hayatı yaşamak için bedende rahatça durur. Artık kemâle erer de kalıbından içeri girince ölümün tadını alır ve kısa süren bu dünya hayatından nef­ ret eder. Çünkü insan gerçekten kemâl derecesine ulaşırsa ,âkıbeti bozulmak ve yokolmak olan bu dünya hayatını önemsemez. Ne mala, ne çocuklara, ne de izzet ve şerefine önem verir. Onlarla gu­ rurlanmaz ve ölümden başka bir emeli olmaz. KISIM: 4 YAŞLILIĞIN REZALETİ ,ÖLÜMÜN KERAMETİ, RUHUN SELAMETİ Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Ölüm ikidir: 1 — İradî ölüm ki, öfke ve şehvetin ölümüdür. 2 — Tabiî ölüm, hayvanî ruhun insan bedeninden çıkıp git­ mesidir. Bu demektir ki, hayat iki çeşittir: 1 — İrâdî hayat ki, bu geçici hayattır. Varlığı yemeye ve iç­ meye bağlıdır. 2 — Tabiî hayat ki, bu türlü türlü lezzetlerle tavrif olunan ebedi hayattır. 258

MARİFETNAME peygamberimiz buyuruyor ki: «Ölmeden evvel ölünüz.»

Bu hadiste Resûlüllah, mü’minlerin ölmeden önce ebedî ha­ yata hazırlanmalarını ve ebedî hayatı daha hayattayken yaşama­ larını emrediyor. Akıllı insan .kendini nefsinin isteklerinden uzak­ laştırıp ebedî hayatın lezzetleri ile kalbini rahata, huzura ve selâ­ mete erdirendir .Zira o bilir ki, mal, mülk ve çocuklar onun için fitneden, elem ve üzüntüden başka birşey değildir. Akıllı insan ,bütün bu lezzetleri bir tarafa bırakarak bedenî zevklerden uzaklaşır ve böyle süflî düşüncelerden kendini kurtarır. Akıllı mü’min bilir ki, bu yokolacak âlemde hiçbir şey bâki kalmaz. Eğer dünyada kalmak mümkün olsaydı, önce gelenler ka­ lırlardı. Yine gelen insanlar ölmeselercü dünyaya sığamaz ve âde­ ta birbirlerinin üzerinde durmak zorunda kalırlardı. Ölümün ne derece kıymetli bir nimet olduğunu bilemezlerdi. Uzun hayatı ar­ zulayan kimse, şiddetli hastalık ve pislik sayılan ihtiyarlığa kıy­ met vermiş olur. İhtiyarlık, insan için bir işkence, belâ, bayağılık ve perişanlık­ tır. Çünkü yaşlanan insanda hisler zayıflar, sıcaklık azalır, rutu­ bet gider, hastalıklar artar. Beden iş yapamaz hale gelir. İşte ölüm, ruhu bu işkenceden kurtarır ve ebedî âlemin iyiler makamına gö­ türür. Yapılan izahlardan, ölümün yokolmak mânâsına gelmediği anlaşıldı. Ölüm, ruh cevherinin beden cevherinden ayrılmasıdır. İnsan ruhu, beden gibi bölünmiyen ve bölünmeyi kabul etmiyen mücerred bir cevherdir. Çünkü Allah’ı bilmenin yeri, orası olup, küllî aklın şuasıdır. Bu hususta bütün peygamberler, velî ve âlimle rile hükemânın ekserisi görüş birliği içindedir. İnsan ruhu, bedenin yokolmasmdan sonra da varlığım sürdürür ve ölümle yokolmaz ve ebedî olarak varlığını devam ettirir. MANZUME Ey can bildinse kendin şeker oldu ölmek Olsa can aşka hayran, çün güher oldu ölmek Ölmek gibi bu yandan, doğmak gibi o yandan . Ab-ı hayat iç andan, kim kevser oldu ölmek. Geç bu cihandan ey cân ,git ol cihana raksân Korkma gerçi bir an, şûrü şer oldu ölmek. Hak davet etse canı, kabzeder ol dem anı Can zevk-i der nikânı, çün dilber oldu ölmek. 237

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Hoş huylu olsa bir dil, hem ölümü hoş olur bil Bed huy (kötü huy)lu olsa nıüşkil hem üzer oldu ölmek. Ayinedir memâtın, bul anda hem sıfatın Hakkı bil anı zâtın, hoş manzar oldu ölmek. KISIM: 5 ÖLÜM NASILDIR? RUH BEDENDEN NASIL AYRILIR? CAN ÇEKİŞMEK VE ALEM-İ BERZAH NASILDIR? Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: Yerinden kalkamıyan kimse, zayıf, oturacak kadar hali olmıyan hasta, konuşmaya gücü yetmiyene de can çekişme halinde, nefes almak kudretinden mahrum olana da ölü denir. ölüm, insanın bedenindeki mücerred bir hayal olan insan ru­ hunun bedene olan bağlılığını kesmesi ve ondan çıkmasıdır, öle­ nin ruhu mü’min ruh ise, ölümün içine girer. Eğer ölen mü’min ruhu değilse —ki o, korkunç ve çok kötüdür— ruhun hayaline gi­ rer. İşte bu mücerred cismin, yani ruhun bedenden ayrılıp diğer ruhların bulunduğu meclise girmesine ölüm denilir. tnsanm ölümü şöyledir: İnsanın vücudunda herhangi bir sebeple hastalık ,ya da illet arız olur. Bu durum hayvanî nefsin düşkün ve zayıf bir hale gel­ mesine sebep olur. Hastalık giderek vücudu iyice zayıf hale dü­ şürür. Bazen birtakım hareketler yaptığı görülür, hasta arasıra gözlerini açar ve dünyaya hoş bir nazarla bakar, öyle ki, hem ken­ disi hem de çevresinde olanlar onun sıhhatine kavuştuğunu zan.nederler. Esasen hastalık bedene yerleşmiş olup, hayvanî ruha ga­ lip gelmiştir. Bu, sönmek üzere olan hayvanî ruhun bir anlık par­ laması, yani hareketidir. Bu hal, bitkin bir halde olan hasta için bir hayal olur. Çekti­ ği bu acıları ve zorlukları hatırlar da bunlardan kurtulmak için kendini zorlaşa da eski haline kavuşamaz .Öyle ki, böyle zaman­ larda birşeyler yemeyi bile arzuladığı olur. Fakat sonra başka bir hayale dalar ki, bu hali daha derin hayaller takibeder. Bu hayller hep bedenindeki kuvvetini bulması içindir. Fakat artık bu mümkün olmaz. Çünkü artık o beden değil, bir hayal yığınından ibarettir. Fakat hasta, bu halinde bile yine harekete gelir ve kalkıp yürümeyi bile arzular. Ama ne yazık ki, kalkacak gücü ve kudreti kendinde bulamaz. Kalkamayınca da elini başına koyar, yüzüne sürer, göğsüne getirir. Bu işleri yapması dünyaya duyduğu hasret ve özleyiş ile gayreti sebebiyledir. 256

MARIFETNAME

Ancak bunlar da fayda vermez. Bu hayaller içinde hasta tek­ rar harekete gelir ve hareket edemeyince de bacaklarını birbirine yapıştırır. Artık bedeninden ümidini keserek derin hayaller da­ lar. Hastanın bu karmakarışık hayaller içinde bulunmasına ölüm sarhoşluğu (sekeratul mevt) denilir. Hayal kuvvet bulunca hare­ kete geçer ve bu durumdaki hasta, elbiselerini katlamaya veya du­ daklarını geriye doğru açıp dişlerini göstermeğe başlar. Sesle ağ­ ladığı, gözlerini yumduğu, yüzünü duvara döndürdüğü v.s. gibi şeyler yapar. Gözlerini büyükçe açar, sağa sola çevirir ve oradaki dost, ço­ cuklar ve ailesine devamlı bakar. Ancak bu durumda hayaller yi­ ne ruhunu arar .bedeninde ise sadece hayvanı ruhtan soğuk zer­ reler kalmıştır. Ruh, bedenden çıkıp uçmayı arzulamakta, beden ise ona sarılıp ondan ayrılmayı istememektedir. Bedenle ruh ara^ sındaki bu çekişmeye can çekişme adı verilir. Bu çekişmenin ba­ zen çok şiddetli, zorlu ve zahmetli olduğu görülür. Sonunda hay­ vanî ruhun beden üzerindeki son kuvvet zerreleri de biter. Ruh bir kuş haline gelir ve beden çevresinde uçmaya başlar. İman etmiyen kimsenin bedeni çok şiddetli ve dehşetli hayaller içinde kıya­ mete kadar azabolunur. Mü’minin bedeni ise her türlü lezzet ve nimetler içinde bulunduğunu hisseder ve toprak zerrelerine alışır. Zira ruhun bedenden ayrılması aynen uyku haline benzemektedir. Meselâ, rüyada şehirleri .ovaları .dağlan, ırmakları görüp bundan çok zevk aldığımızı görür ve çok hoşlanırız. Yine aynı şekilde kor­ ku, dehşet, elem ve keder içerisinde binbir zorluklarla gezdiğimizi ve türlü acılara maruz kaldığımızı da görür ve bundan da çok üzülürü İşte insanın berzâh âleminde (kabirde)ki yeri de sağlığındaki söz, iş ve ahlâkı ile yakından ilgilidir. Çünkü insan, isterse çalışmasıyle kemâle erer. Hali hayır ve iyilik üzere ise, onun yeri güzel olup en güzel lezzet ve nimetler içinde cehennem korkusundan uzak ve nimetlere ermiş bir halde kendi makamında bekler. Eğer halinde, yani hayatında hayır ve şerri (iyilik ve kötülü­ ğü) karışık ise, oradaki yeri de karışık olur, ne huzurda ve rahat­ ta emin olur, ne de ümitsizliğe düşer. Türlü azaplar içinde karar­ sız bir halde kalır. Eğer halinde isyan ve hep kötülükler var ise, oradaki yeri de aynı şekilde iş, söz ve hareketlerine uygun olur, ölümün berzâh âleminde duyduğu acı ve lezzet, zahmet ve rahat, aynen yaşayan

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

bir insanın rüyasında gördüğü lezzet ve acı, rahat ve zahmetlere benzer. Böylece : «Yaşadıkları şekilde ölür ve o hal üzere haşrolunurlar.» sözünün mânâsı daha iyi anlaşılmış olur. Uyku ile ölüm birdir. Zi­ ra, hadiste geldi ki: «Bizi öldüren, sonra dirilten vc ruhlarımızı bize bağışlayan ve yeniden dirilip nuşûr olmak kendisine olan Allah’a hamdolsun.» öyle ise, kendinin ruh olduğunu bilen kimsede ölüm korkusu namına bir şey olur mu? Hafıza emanet olarak verilen bir can Bir gün yüzünü görür ve olur ona revân. KISIM: 6 İNSAN RUHUNUN BAŞLANGIÇ VE SONU Ey Aziz! Hikmet ehli diyorlar ki: İnsan ruhu, bedenle olan alâka ve bağlılığım kesince, geldiği yere, yani başlangıç makamına döner. Her ruh için tesbit edilen bir makam vardır. Onun başlangıcı da ve sonu artık orası olur. Hiçbir ruh kendisi için tesbit edilen makamın dışına çıkamaz, ancak ke­ mâl derecesine ulaşanlar yükselebilir. Dünya hayatındayken bilgi ve temizlik üzere olan ruh, kendi aslına döner. Yani, dokuz akıl içinden her akıl kendisine uygun olan ruhu çeker. Çünkü yüksek âlemin akılları bütünüyle bilgi ve temizlikle vasıflanmıştır. Akıl, yüksek ve yakîn olunca .kendisinden aşağıda olan akıl­ dan daha bilgili, daha temiz ve daha yüksektir. Şayet ruh, bedene bağlı bulunduğu sırada temiz kalmış, bilgili olmuş ve kemâl dere­ cesine ulaşmışsa öldükten sonra daha yüksek mertebeler elde ede­ bilir. Eğer kemâl derecesine yükselmeyip kendi sahasında bilgili ve temiz kaldıysa öldükten sonra da aynı makamına döner. Bu iki zümre, geçici ve bayağı olan dünyadan, hapisten kurtulan mahkûm gibi kurtulur ve yeniden dirilişlerinde büyük nimetler, lezzet ve huzur içinde öbür yüksek dereceli ruhlarla birlikte yaşarlar. Eğer ruh dünya hayatında, yani bedene bağlı bulunduğu sıra­ da hayvanî ruha mağlup olur da kendi ilminden ve temizliğinden uzaklaşırsa, hayvanî ruh onun yüksek akılla olan temasına engel olur. Bu durumdaki ruh öldüğü zaman aşağı (süfli) âlemde ka­ lır ve yeniden dirilinceye kadar hayvanî ruhla acı ve elîm bir azap içinde hapsolunur. Ruhların hepsi büyük kıyamet koptuğu zaman, yani üçüncü sura üfürüldüğü zaman, dünya hayatındayken bağlı 260

MARIFETNAMK

oldukları cesetleri bulur. O cesetle birlikte haşrolunup herkes dün­ ya hayatındayken yaptıklarının cezasını .ya da mükâfatını görür. Herkes işlediğinin karşılığını noksansız olarak görür. Tenasuha inananlar (yani, ruhun öldükten sonra başka bir bedene geçtiğine inananlar) kemâl derecesine ulaşmanın tehzıb-i ahlâkla mümkün olacağını ve bunun da ancak bedenlerin değiş­ mesiyle mümkün olacağını söylemiş ve bedenlerin değişmesinin de tenasuhla, yani ruhun bir bedenden diğerine geçmesiyle hasıl olacağını iddia etmiş ve bunları hikmet kitaplarında yazmışlardır ki, bu husus ehli sünnete aykırı olup, küfrü gerektirir. Bu hususta onlar ,haddi aşmışlardır. Ancak birtakım furû’a muhalif eşyanın hakikatini sezmişlerdir ki, bu hikmetleri kelâm âlimleri çeşitli te’ vil yollarıyle yukarıda açıklandığı üzere, şer’i şerife uygun hale getirmişlerdir. İnsanın ölümü, dünya Ue âhiret arasındaki yolun uzunluğu olarak kabul edilmiştir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Ölen için kıyamet kopmuştur.» ölüme küçük kıyamet denilmesinin sebebi de budur. Ey insan! Artık kendi nefsini tam ve kesinlikle bü ki, sen sadece toprak değilsin. Sen tertemiz bir ruhsun. Sen, âlem ve semâvâtın sonu­ cusun. Sen, sıfat ve rükünlerin cevherisin. Sen, kâinat içinde bir cevhersin. Çünkü sen öyle bir meyvesin ki, cihan ağacının zerreleri senin görünen hareket ve tavırlanndadır. Sen âlem için akıl ve zekâ (özün özü) sın ki bütün kökler ve unsurlar ile beden hepsi .senin dal ve kabuklarındır. Sen öyle süslü ve parlak bir çekirdeksin ki, kâinatın dallan se­ nin kollarındır. Sen öyle büyük bir noktasın ki, kâinatın dalları senin harfle­ rin, yani çoğalmandır. Eğer sen kendini böyle bilirsen, Rabbini de bilir ve O’nunla itmi’nane erersin. Böylece kalbin huzura erer ve artık ölümden as­ la korkmaz, bilâkis onun büyük bir nimet olduğu şuuruna erersin. Topraktan yaratılan bedenini Kaf dağı olarak, ruhunu ise Anka kuşu olarak görürsün. 261

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

MANZUME Ey göç davulunu âlem-i candan duyan Ey göç eden güzel vatanına bu cihandan. Nerdesin? ey gözleri nergis, yüzü lâle olan Kabrinde biter nergis ve lâle karşılık' ondan. Bunlann hepsi kolaydır eğer içindeki kuş Dâmı koyup, uç dese göğe gizli yoldan. Can bulsa selâmet bulunur suret-i diğer Ayak yürür olsa, pabuç bulur gayri mekândan. Bin şükr eder ol cân ki, bedenden olur azâd Ey habersizden, lezzet-i tecrid ve revândan. Gül ve âb lezzetini ki iç âb-ı hayatı Geç nüh feleki aslına dön devr-i zamandan. Ey Hakkı; ne büyüledi bize beden cehennemi Kim nâre yanıp geçmişiz envâr-ı candan. KISIM: 7 RUHLARIN ÖLDÜKTEN SONRA AHLAK VE HALLERİ ÜZERE DİRİLMELERİ CENNET VE CEHENNEM Ey Aziz! Hikmet ve marihet ehli diyorlar ki: Allah'ın doksandokuz adından biri Celîl, biri de Cemil'dir. Celâl isminin karşılığı Cehennem, Çelil isminin karşılığı ise Cen­ nettir. Cenabı Hak buyuruyor ki: «Allahü Zülceâlâ, Adem A.S.’a bütün isimlerini öğretti.» Demek oluyor ki, Celâl ve Cemâl sıfatlarının aynısı, insanda da vardır. Bu sıfatların hangisi onda galip gelirse o kimsenin hali de o olur. Eğer Ceâl sıfatı kendisinde galip gelirse hayatı boyunca kötülükler işler ve kötü ahlâk ile vasıflanır. Eğer insanda Cemâl sıfat galip gelirse hayatı boyunca hayırlı ve güzel işler yapar ve bu ahlâk Ue vasıflanır. Bir insan hayatındayken hangi sıfatlarla vasıflanmışsa öldükten sonra da o sıfat üzere haşrölunur. Buna göre, yeri ya Cennet, ya da Cehennem olur. Kendisinde Cemâl sıfatı galip gelen ve bu sebeple iyi huy ve emlekî ahlâk Ue vasıflanan kimse .yeniden diriltüdiğinde insan su­ retinde olup, yeri de Cennet olur. Bu kimse Allah’a kavuşmanın izzet ve şerefine de erer. 262

MARİFETNÂME

Bir insanda eğer Celâl sıfatı galip ise ,ona hayvanî nefs deni­ lir. Bu alçak, nankör, şaki ve bilgisizdir .Bunun yeri Cehennem­ dir. Cemâl sıfatıyle sıfatlanan ruhun adı ise ,akıl ve candır. Ken­ disi mutlu, iyi ve üstün insandır İkinci dirilişte insan olarak dirilir ve yeri de Cehennemdir. Mazhar-ı kûl olan insanm kalbi çeşitli hatıra ve düşüncelerden bir an da olsa boş kalmaz. Bu düşünceler iyi ,ya da kötü olabilir. Kötü fikirler Celâl sıfatından meydana gelirler ki, bunlar şey­ tanî ve ona bağlanan da nefsânidir. Cemâl sıfatı ise iyi düşüncele­ rin kaynağı ölüp rahmanidir ve ona bağlanan da ruhanîdir. O hal­ de insan âleminin Cehennemi hayvanî nefis, Cennet ise dü ve can­ dır. însan nefs âleminde kaldığında büyük bir eleme ve azaba ma­ ruzdur. Bu, o insanın Cehennem hayatını yaşadığını gösterir. în­ san kalbini hayvanî sıfatlardan uzaklaştırır, İlâhî ahlâk ile süs­ lerse ,onun için Cennette çeşitli Cennet nimetleri ile rahat ve hu­ zura kavuşur ki ,o kalb ve can makamındadır. FARSÇA MANZUME Bir siret ki bedeni kalbdir Haşrinin öyle olması vâcibdir. Oğlum, her sıfat, her huy, her ahlâk, Daima kendi suretinde olu rancak. Sana görünür bazen nâr bazen nur, Bazen cehennem, cennet ve de hür Cehennem mâliki nefsin kuvvetidir Lezzeti meneden ruh-ı kudsîdir. Heft cehennem senin kötü huyların Heşt cennet senin güzel ahlâkın. Hür ve gılman hepsi senin sıfatın Hurşid u mah (güneş ve ay) ruhun ve temiz kalbin. Kimin iyi ise huyu cihanda İlâhî sırrın mahzeni vardır canda. Kötü ahlâklı olan insan değildir Hakikatte hayvan, hatta (daha da) beterdir. Cehennemin aslı kötü ahlâktır, Kötü ahlâk dost yoluna engeldir. Kötü ahlâktan eğer temizlersen Şeytanını da yola getirirsin sen. İyi ahlâk yalnız insana aittir, Kötü ahlâklı insan hayvan demektir. 263

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Sırat-ı Mîistak’m ki iyi ahlâktır, Kötü ahlâk ise cehenneme örnektir. Ahlâk ve sıfatın olursa iyi Bulursun onunla sekiz cenneti. Bağlandıysan şayet kötü ahlâka Düştün cehenneme sonsuz azaba. Marlfetname adlı eserimizin bir ve ikinci fenleri burada ta­ mam oldu. Buraya kadar, beden ,madde ve ruha ait bazı bilgiler verildi. Bundan sonra 3. cü fenne geçilecek olup ,onda da din işle­ ri, kalb, marifet yolunda şartlar, Evliyanın hikmetleri v.s. bilgiler verilecektir.

ZS4

FEN : 3 İTİKAD VE İMAN ISLAHI, NAMAZIN EDEB VE RÜKÜNLERİ, ALLAH YOLUNU BİLMEK, ZİKİR VE FİKİR, AZ YEMEK, İÇMEK, UZLET, TEVEKKÜL VE BELALARA SABIR, KADERE RIZA, EVLİYANIN AVAMDAN ÜSTÜNLÜĞÜ BEŞ BÖLÜMDEN İBARETTİR BÖLÜM: İ DÖRT KONUDAN İBARETTİR KONU: 1 KİTAB VE SÜNNETE UYMAK, İTİKADI

DÜZELTMEK

BEŞ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 İNSAN

I KAMİL

İnsan; Allahü Zülcelâlin lâtif sırlarının bir mecmuası ve son­ suz hikmetlerinin fihristidir. Bunun içindir ki, emanet ona tevdi edilmiş ve hilâfet işini görme vazifesi de ona verilmiştir. Cenabı Hak, yerdekilere ve onun içinde olanlara emaneti ar* zetmiş ve kâinattaki hiç birşey o emaneti yüklenme cesaretini gösterememiş, ancak insan o emaneti yüklenmiş ve ila etmek için üzerine almıştır. Bu hususla ilgili olarak : Cenabı Hak buyuruyor kİ:

«Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağını,» (Bakara Sûresi, âyet: M) «Allah’ın göklerde olan ve yenie olanları hep menfaatini» i?*•; birer sebep kıldığını açık ve gizli birçok nimetlerini sizin emrinim musaiıhar kıldığını görmediniz mi?»

(Loi luua sûresi, âyet: M) Bu ayetlerin de işaret ettiği gibi,insan yedi kat göklerden da263

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ha yüksek olup, cismanî ve ruhanî âlemler onun emrine verilmiş ve bütün melekler ona secde etmiştir. Fakat insan, kendisine lâyık sıfatlarda vasıflandığı zaman: «Onlan yarattıklanmızın birçoğundan üstün kıldık.» (İsrâ Sûresi, âyet: 70) hitabıyle memnun kılınarak şereflendirilmiş, bazen de kendisine lâyık olmıyan sıfatlarla vasıflandığı ve türlü kötülükler işlendiği zaman da: «Yeryüzünde fesad çıkaracak ve kan dökecek.» hitabına muhatap olmuş ve azarlanmıştır. Şu halde insanla rikiye ayrılıyor: Bir kısmı bayağı ve şehveti arzularına tabi olarak makam yö­ nünden aşağıların en aşağısına, yani esfel-i safiline iner ki bun­ lann mekâm cehennemdir. Bir kısmı da salih âmeller işler, Hakkı tanır ve şehevî arzula­ rına tabi olmaz, ruhunu kirletmeden Allah’a teslim eder ki bun­ lar da ebedî olarak cennetin nimetleri içinde olurlar. Bu hususların gözönünde bulundurulması akıllı bir insan için çok önemlidir. Zira, insanın J dünyaya gelişi boşuna değildir. Nitekim: Cenabı Hak buyuruyor ki: «Ben cinleri ve insanlan ancak bana ibadet etmeleri için ya­ rattım.» (Zariyât sûresi, âyet: 56) Bu ayetin emri gereğince kulun Rabbine ibadet etmesi, baş­ langıç ve sonunun ne olacağının sırnna ermesi, emaneti yüklen­ menin şuurunda ve hâlife olduğunun idrakinde ve bu yolda gay­ ret sarfederek ebedî saadete ve devlete ermenin arzusunda olması en büyük emeli olmalıdır. Akıllı insan bilmelidir ki, marifet derecesinin en âlâsına ka­ vuşmak, en yüce köşklere sahip olmak, şeriate, yani son din olan İslâmın hükümlerine yapışmakla, canla başla çalışıp iradesine sa­ hip olmakla ve Allah'ın velî kullarının sevgisine yapışmakla müm­ kün olur. Cenabı Hak buyuruyor ki: «Bugün dininizi tamama erdirdim. Üzerinize olan nimetimi de tamamladım ve sizin için din olarak da İslâmî seçtim.»

(Mâlde sûresi, âyet: 3) 260

MARİFETNÂME

Bu âyete göre, kitaba ve sünnete yapışıp, onlann gerekleriyle amel etmek kurtuluşa ermek için kâfidir. Şeriat yolunu takip eden sonunda cennetin konuklarına vanr ve güven yeri olan ndvan ravzasına girer. Cenabı Hak buyuruyor ki: «O Peygamberler, Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Sen de onlann yolundan yürü.» (En’am sûresi: âyet: 90) Bu ayetin gereğinde hidayet yolundan nasibim alıp, «Kişi, sevdiği ile beraberdir.» hadisi ışığındaki sevgililerden sayılabilmek için sevgi ve muhab­ betini bütün benliğinde candan muhafaza etmeli ve iradelerini sultanın hâzinesi gibi hep içine saklamalıdır. Unutmamak gerekir ki, vecde erenlerin ve hal ehlinin o hal­ leri sevk ve vicdan deryasının derinliklerinde oluşur. Bunlar öyle bir incidir ki, vücut şuhûd ve yakın menbaında görülebilir, akıl ve duyu dalgıçları da ona çok ender dokunabüir. Kılı kırk yaracak derecede keskin akıllar büe, onun kıymetini biçmekten âciz kalır. Bu çok büyük kıymeti haiz olan cevherler, büyüklerin göğüslerin­ de saklıdır ki bu durum gün gibi açıktır. Marifetten yoksun kalan­ lar bu engin denize lâyık olmadıklan gibi, kıymeti biçilemiyen bu yakut taşı için bütün sevgiden mahrum fakirler de lâyık değildir. Velî kulların hallerine kavuşmanın şartlan : 1 — İtikat ve inançları düzeltmek. 2 —s Namazı vaktinde kılmak. n3 — Şehevî isteklerii unutmak. 4 — Sıfatları bilmek. 5 — Allah’ın zatı İlâhisini sevmek. Bu konuda kitaba ve sünnete tabi olmak ve marifet ve mu­ habbet yolundan nasıl ilerlemek lâzım geldiğini bildirmek için bir­ çok konu ve bölümü ihtiva eden yazıların yazılması lüzumu hasıl olmuştur. Bu açıklamalarla esecek irfan rüzgân irfan talebesinin kalbini gül misâli açar. Bu rüzgârla zerkedilen âb-ı hayat, insan ruhunu bahar çiçekleri gibi mesteder. Böyle bir insan, kemâl de­ recesine erer ve muhabbet makamına vanr. Ebedi saadeti bulur ve kalbini Allah sevgisinden başka herşeyden temizler. Ey Kerîm Mevlâ! Bizleri bu manevî deryaya dalan ve hakikati olduğu gibi gören kullarından eyle. 287

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 2 KUR’AN'LA HİDAYET BULMAK VE ONA TABİ OLMAK Ey Aziz! Bil ki, Cenabı Hak, kullarının yüce kitabı Kur’an’a sarılmalarını emir ve teşvik etmekte ve Kur’an yolundan ayrılma­ yı şiddetle yasaklamaktadır. Bu hususa işaret eden baz ıâyet ve hadislerin buraya yazılma­ sı uygun görüldü: AYETLER Cenabı Hak buyuruyor ki: «Bu, Kur’an, Yüce Allalı tarafından indirildiğinde şüphe ol­ mayan ve Allah’tan korkanlar için hidâyete götüren bir yoldur.» (Bakara sûresi, âyet: 2) «Hepiniz Allah’ın ipine (emirlerine) sımsıkı sanlın. Parçalan­ mayın.» (Al-i İmrân sûresi, âyet: 103) «Allah nzasma uyanlan onunla selâmet yollanna eriştirir ve onlan ,izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkanp doğru yola (Hak yola) iletir.» (Maîde sûresi, âyet: 16) «İşte indirdiğimiz bu Kur’an çok mübarek feyz kaynağı bir kitabdır. Ona uyun ve kötülüklerden kaçının, ta ki merhamete eresiniz.» (En’am sûresi, âyet: 155) «Ey insanlar ,size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dert­ lere bir şifa, iman edenlere doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet (Kur’an) gelmiştir.» (Yunus sûresi, âyet: 57) «Sana herşeyi açıklayıp anlatan, müslümanlara doğru yolu gösteren rehber, rahmet ve müjde olan Kur’an’ı indirdik.» (Nahl sûresi, âyet: 89) «Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetler indirdik. (O Kur’an) zalimlerin de sapıklığım ve zarannı artırır.» (İsra sûresi, âyet: 82) «Sana indirdiğimiz bu Kur'an, o mucize isteyenlere karşı oku­ nup dururken, (hâlâ) kendilerine kâfi gelmedi mi? Şüphesiz ki onda iman edecek bir millet için büyük bir rahmet ve öğüt var­ dır.» (Ankebût sûresi, âyet: 51) aEy Muhammed, sana indirdiğimiz bu Kur’an mübarektir.» (Sa’d sûresi, âyet: 29) 268

MARİFETNAME «Allah ayetleri birbirine benziyen ve mükerrer gelen Kur’an’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitaptaki (hükümlerden) tüyleri ürperir. Sonra hem derileri ve hem de kalbleri yumuşar. İşte kitap, Allah’ın doğruluk rehberidir. Onunla dilediğini doğru yola sevkeder. Allah kimi de saptırırsa ar* tık ona doğru yolu gösteren olmaz.» (Ziimer sûresi, âyet: 23) «Ona nc önünden, ne de ardından bâtıl yaklaşamaz. O, her­ kes tarafından öğülen, hikmet sahibi olan Allah'tan indirilmedir.»

HADİSLER Resûlüllah S.A.V., Ashabına hitaben buyurdu ki: — Ashâbım, siz Allah’tan başkaibadete lâyık kimsenin olma­ dığına şahitlik etmez misiniz? Ashabı Kiram dediler ki: — Evet, ederiz ey Allah’ın resulü. Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdu : — Bu Kur’an’ın bir ucu Allah’ın kudret elinde, diğer ucu da sizdediı*. Ona sıkıca sanlınız. Şüphesiz Cenabı Hak siz Kur’an’la amel ettikten sonra sizi sapıtmaz ve si zde helâk olmazsınız. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Bu Kur’an bir şefaatçi olup, kıyamette şefaati kabul olacak* tır. Yine şikâyeti de önemi büyük olan bir şikâyetçidir. Kendisine yapışanı tutar ve cenncte taraf gider. Kendisiyle amelden yüz çe­ vireni de cehennem ateşine sevkeder.» «Kur an okuyan ve onu gereğiyle amel eden kimsenin anne­ sine ve babasına kıyamet gününde ışığı ve aydınlığı dünya evle­ rinde var olan güneş ışığından daha parlak bir taç giydirilir. (Hal böyle iken) ya Kur’an ile amel edenin kendisine (giydirilecek olan tacın) nasıl olacağını düşünün.» «Bu (yüce kitap olan) Kur’an ,Allah’ın bir ziyafetidir. O halde siz de elinizden geldiğince Allah’ın hediyesini kabul ediniz. Bu Kur’an Allahü Zülcclâl’in açık bir nuru, sağlam ipi vc şifasıdır. Ona sanlanı korur, tabi olanı kurtarır. Kur’an doğru yoldan aynimıyacağma göre, onu düzeltmez. Kur’ıan’ın acâibi bitmez, çok tek­ rar edilmekle eskimez. Onu (Kur’an’ı) okuyun. Zira C. Hak onun her bir harfine on sevap ihsan eder. Biliniz (dikkat edin) ki, elif, lam, mim’in tek harf olduğunu söylemiyorum. Elif ayn bir harf, lam ayn bir harf, mim de ayn bir harftir.» «Yalan

zamanda

bir

fitne

zuhur

269

edecektir.

(İnsanlan)

ondan

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Allah’ın kitabı kurtanr. Onunla amel eden kurtuluşa erer. Çünkü onda sizden evvel olanların eserleri ile sizden sonra meyda­ na gelecek haberler ve aranızdaki hükümler mevcuttur. Kur’an hak ile bâtılı birbirinden ayırır. Allah’ı Zülcelâl onu terkeden (on­ dan yüz çeviren) zorbalan helak eder. Ondan başkasından hidâyet isteyen delâlete düşmüştür. Çünkü Allah Yüce Kitabı Kur’an’ı sağ­ lam bir ip zikr-i hakim ve doğru yol kılmıştır. Kur'an öyle bir kitabdır ki ,heves vc isteklerle haktan ayrılıp bâtıla sapmaz. Diller­ de başka ve değişik şekillere girmez. Alimler onu okumaktan doy­

ancak

maz.

Kur'an çok tekrar edilmekle eskimez. Acaiblikleri bitmez. Kur’ an öyle bir kitaptır ki, onu cinler duyunca onun hükmünden yüz çevirmezler. Onlar Cin sûresinde de beyân buyurulduğu gibi: «Bizler insan sözlerine benzemiyen acâib, insanları dinde ve dünyada hayra ,iyiliğe götüren bir Kur’an’ı duyduk ve ona (Hak Kitab olduğu hususunda) iman ettik. Artık bundan sonra Rabbimize hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayız, dediler. O halde Kur’an ile konuşanın söyledikleri tasdik olunur. Onunla amel eden büyük sevaba nâil olur. Onun (hükümleri) la hükmeden adaletli bilinir. Ona çağıran da doğruyu, Allah yolunu göstermiş olur.» «Şeytan sizin evlerinizde kendisine tapılmasmdan (artık) ütnidini kesmiştir. Ancak ona kulluktan sonra (yapacağınız) en aşağı amelderinize raz ıolmuştur. Öyle ise onun raz ıolacağı işler­ den kaçınınız. Çünkü ben ,size öyle birşey bıraktım ki, eğer ona sarılırsanız ebedi olarak delâlete düşmez, doğru yolda olursunuz. O şey de Allah’ın. Kitabı Kur’an ile O’nun Resulünün sünnetidir.» «Kur’an’ı okuyan, ezberliycn (hükümleriyle amel ederek), olan on kişiye şefaat eder.» KISIM: 3 RESULULLAII S.A.V.’İN SÜNNETİ İLE BİD’ATLERDEN SAKINMAK Ey Aziz!

C. Hak ,bazı kullarına emir buyurarak bizim O’nun Sevgili Resulü olan Hz. Muhammed’e tabi olmamızı, O’nun şeriatıinden ayrı imamızı ve O’nun Resulünün sünnetinden olmıyan bid’atlerden şiddetle kaçınmamızı emrediyor. Bu husustaki âyet ve hadis­ lerin bir kısmını buraya yazmak lüâzumu hasıl oldu : 270

MARÎFETNAME

AYETLER «Resulüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsamz hemen bana uyu­ nuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlanmzı bağışlasın. Zira Allah, çok bağışlayıcı, çok merahemt edicidir.» (Al’i İmran Sûresi, Ayet: 31) «De ki: Allah’a ve peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirler­ se, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.» (Al-i İmran sûresi, âyet: 32) «Allah’a ve Resulüne itaat edin ki merhamet edilenlerden ola­ sınız.» (Al-i İmran sûresi, âyet: 132) «Şüphe yok ki Allah, iman edenlere büyük bir ihsanda bulun­ du. Çünkü kendilerinden bir peygamber yolladı. O peygamberler, onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onlan kötü huy ve inançlardan antıyor, onlara Kur’an ve sünneti öğretiyor. Halbuki bundan ön­ ce apaçık bir sapıkhk içindeydiler.» (Al-i İmran sûresi, âyet: 164) «Ey iman edenler, Allah’a peygambere ve sizden olan idareci­ lere itaat edin. Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bir konuda ihtilâfa düştüğünüzde, onun çözümü için Allah’a ve peygambere başvurunuz. Bu müracaat hem hayırldır, hem de en güzel hüküm­ dür.» (Nisa sûresi, âyet: 59) «Rabbin hakkı için onlara aralannda çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümlerden içlerinde hiçbir darlık duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar.»

(Nisa Suresi, âyet: 65)

«Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlarla ,şe­ hitler ve iyi kimselerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.» (Nisa Suresi, âyet: 69) «Peygambere itaat eden muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirenlere gelince, hiç seni onlann başına bekçi göndermedik ya.» (Nisa Sûresi, âyet: 80) «Fakat rahmetim herşeyi kuşatmıştır. Allah’a karşı gelmek­ ten sakınanlan ,zekât verenleri ve âyetlerime inananlan, rahmeti­ me mazhar ederim.» (A’raf suresi, âyet: 156)

271

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

«Onlar öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de ismini yazılı buldukları, lıaber getiren, okuma-yazması ol­ mayan Peygamber Muhammed’e uyarlar. O, kendilerine iyiliği em­ reder, kötülüğü mcııeder, onlara (nefislerine) haram ettikleri (iç. yağı gibi) temiz şeyleri helâl (kan, domuz eti, faiz, rüşvet gibi) kö­ tü şeyleri de haram kılar.» (A’raf suresi, âyet: 157) «(Habibim) de ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben göklerin ve ye­ rin hükümdarı, kendisinden başka bir ilah bulunmıyan, dirilten ve öldüren Allah'ın ,hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. O hal­ de Allah'a ve okuyup yazması olmıyan, haber getiren peygamberi­ ne ki o da Allah’a ve sözlerine inanmaktadır, inanın, Ona uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.» (A’raf suresi, âyet: 158) (Habibim) seni de ancak âlemlere rahme tolarak gönderdik.» (Enbiya sûresi, âyet: 127) «Artık Allah ve Peygamberin emrine aykın hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten, yahut (kıyamette) acıklı bir azaba uğramaktan çekinsinler.» (Nur sûresi, âyet: 63) «Gerçekten Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzulayanlar ve Allah’ı çok zikredenle riçin (takib edecek­ leri) pek güzel bir örnek vardır.» (Ahzab suresi, âyet: 21) «Ey peygamber, biz seni gerçekten (ümmetinden tasdik edip etmiyenler üzerine) bir şahit, (iman edenlere cenneti) bir, müjdeleyici (seni ipkâr edenleri cehennmle) bir korkutucu v Allah’a O’nun izniyle, O’na ibadete davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.» (Ahzap Sûresi, âyet: 45-46) «Peygamber size ne verirse onu alın. Size neyi yasak etti ise, ondan uzak durun. Allah’tan korkunuz. Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir.» (Haşr Sûresi, âyet: 7) HADİSLER «Ashabım, size vasiyetim odur ki, Allah’tan korkun. (Başınız­ daki Emîriniz bir Habeşi bile olsa ona itaat ediniz. Çünkü sizden çok yaşayanlar ileride birçok ayrılıklar görür. O zaman sizin için gerekli olan benim suretimle amel etmek ve Ashabımdan olan Ha­ lifelerin yolundan gitmektir. Sünnetime birşeyi azı dişlerinizle sağ­ lamca tutumamz gibi olsun. Benden sonra zuhur edecek din işle­ rinden şiddetle sakınınız. Çünkü benden sonra çıkan her bid’at de­ lâlettir.» 272

MARİFETNAME

(NOT : Bid’at iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Meselâ, sonradan zuhur eden medrese, minare yapımı gibi şeyler iyi bid’at (bid’ati hasene) cinsindendir.) «Ey ümmetim, biliniz ki, bana bir kitab verilmiş olup, onıın bir benzen daha verilmemiştir. Yakında birçok kimseler tahtla­ rından ve kürsülerden insanlara diyecekler ki: — Yalnızca Kur’an’la amel ediniz, Kur’an neye helâl demiş­ se, onu helâl bilin, neye haram demişse onu da haram bilin. Esasen Aliah ve Resulünün haram kıldığı şeyler de onun ha­ ram kıldığı şeyler gibidir. Şunu bilin ki, sizin merkeb eti yemeniz size helâl olmaz. Yırtıucı hayvanlardan azı dişli olanlar (avlarım azı dişleriyle parçalayanlar) da helâl olmaz. Zimmîlerin mallanım onlann izni olmadan almak helâl olmazdığı gibi, almanız sizin üzerinize vebaldir. Eğer sahibinin o mala ihtiyacı yoksa o zaman helâl olur. Birisi başka bir kavme misafir olduğunda o kavim insanlannın ona yemek ikram etmeleri vacib olur (gerekli olur.) Mi­ safire düşen de, onlann kendisine ikram ettikleri yemek kadar on­ lara ikram etmektir.» «Sizden biriniz tahtında oturup da Allah’ın Kur’an’da haram kıldığı şeyden başka birşeyi haram kılmadığını mı zanneder? Bili­ niz ki ben de birçok şeylerle emir vermiş ve vazetmiş, çok şeyi de nahyetmişimdir ki, onlar aynen Kur’an kadar, hattâ daha da faz­ ladır. Şüphesiz Cenabı Hak Ehl-i Kitabdan zimmîlerin izni olma­ dan evlerine girmenizi,k adınlannı dövmenizi ve meyvelerini ye­ menizi helâl kılmamış olup, onlar cizyelerini ödedikleri müddetçe sizden emin olurlar.» «Sözlerin hayırlısı, Allah’ın kitabı, doğru yollann (hidayetin) hayırlısı, Hz. Muhammed S.A.V.’iıı hidayetidir. İşlerin kötüsü, son­ radan meydana çıkanlardır. Sonradan çıkanlar ise bid’at olup, her bid’at te sapıklıktır, delâlettir.» Resûlüllah S.A.V. buyurdu ki: — Ümmetimin hepsi cennete girer, ancak ebâ eden giremez. Kendisinden soruldu ki: — Ya Resûlüllah, ebâ eden kimdir? Bunun üzerine şöyle buyurdu: — Bana tabi olan cennete girer. Asi olan eb âetmiş olur cen cennete giremez.) Dediler kİ: — Ey Allah’ın resulü, böyleleri çok olur. Resûlüllah buyurdu ki: 273

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

— Benden sonra (böyleleri) ancak bir kavim içinde bir kişi olur.»

«Ümmetimin fesad olduğu (bozulduğu) zaman, benim sünne­ time yapışan ve sünnetimle amel edene yüz şehit sevabı verilir.» «İslâm dini dünyaya garib olarak geldi, yine geldiği yere de garib olarak döner.» «Kendi dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz, bana sor­ mayın, ancak ben sizi dinî hususta birşeyi emredersem onu alı­ nız.» «Sizden birinizin hevâ ve istekleri benim getirdiğim şeriatın hükümlerine tâbi olmazsa o kimse mü’min sayılmaz.» «İsrail oğullarına gelen fitneler elbette ki benim ümmetime de gelecektir. Eğer onlardan annesiyle açıkça zina edenler olduysa, benim ümmetimden de olur. Isrâil oğulları 72 fırkaya ayrılmış, benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılır. Onlardan ancak biri cenne­ te girer, geri kalan hepsi cehenneme girer.» Sordular ki: Ya Resûlüllah, o kurtuluşa eren fırka hangisidir? Buyurdu ki: — Benim ve benim Ashâbımın yolundan gidenlerdir.» Resûlüllah S.A.V., Enes R.A.’a hitaben buyurdu ki: — Ey oğlum, kalbinde hiç kimseye kin ve hile beslemediği^ halde sabaha çıkar ve akşamlardan, benim sünnetimden aynlma. Sünnetimi seven beni de sevmiş olur. Beni seven de cennette be­ nimle beraberdir.» Hz. Ömer, Resûlüllah S.A.V.’e gelerek dedi ki: Ya Resûlüllah, biz Yahudilerin bazı sözlerini işitiyor ve beğeniyoruz.O nlarm bir kısmım yazmamıza müsaade eder misiniz? Resûlüllah S.A.V. buyurdu ki: — Yahudi ve Hıristiyanlar şaşkın ve deli oldukları gibi, siz de şaşkın olınak mı istiyorsunuz? Ben size öyle temiz bir şeriat getir­ dim ki, şayet Hz. Musa sağ olsaydı, onun da bana tabi olmaktan başka çaresi kalmazdı. «Sünnetimden yüz çeviren, benden değildir.» «Sizden birini zbeni anne ,baba, evlât ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe ,mü’min sayılmaz.» «Şeriatimizde benden olmayan bir işi yapanın o işi reddolun* muştur.»

274

MARİFETNAME

MANZUME Her işte anardı ism-i Rahman ol kerem kânı Övgü ve hem de peygamber idi kân ol kerem kâm. Ol idi lâtifler mazharı, ilim ü bilme hem menba’ • Ki güzel hu yile dolmuştu ol cân ol kerem kâm. Hakkın mahlûkuna nfk u tevazu eyleyüp lillah Ederdi bütün mahlûka lütfü ihsan ol kerem kâm. Hem Allah için severdi halkı, buğzederdi hem Ne dost olmuştu kendine ne düşman ol kerem kâm. Gülmedi kahkaha ile sövmedi birşeye asla Sözü güzel yüzü güzeldi pür an ol kerem kâm. Hava ve hilm ile vasıflanmıştı hem lütfü hürmetle Gelip yalvaranı gözü yaşlı komazdı ol kerem kâm. Kabul ederdi özrü suçlulardan af vü lutf Ue Azimul halk idi, şefkatli hannan ol kerem kâm. Zenginliği değil fakrı severdi, övünürdü hem Kılıp yoksulları kendine kardeş ol kerem kâm. Yamalar diker libasına ve nalın giyerdi dahi Vanr her hastaya derman olurdu ol kerem kâm. Hem ehl-i beytin hizmein görürdü hoş Cümle zorlukları kolay eylerdi ol kerem kâm. Eğer arpa ekmeği mercimek çorbası yemek içün Davet olunsaydı misafir olurdu ona ol kerem kâm. Bindiği bazen deve, at, katır, bazen de merkeb Yalınayak yürürdü bazen o sultan kerem kâm. Murabba otururdu, diz üzre veya dikerdi diz Edeb olduydu peydâ ve pînhan ol kerem kâm. Üç parmağıyla yerdi, hem yalardı onu lezzetle Üç nefeste içerdi âb-i reyyân ol kerem kâm. Bal ve helva severdi ,hem kabak, sirke, tirid amam Arpa ekmeğinden yememişti doyunca ol kerem kâm. Bağlardı taş, mübarek karnına bazen açlıktan Fuadım olmasın derdi lerzân ol kerem kâm. Saadethanede yanmazdı nice aylar ateş Kanaatle yerdi temr ve summân ol kerem kâm. Sağ yanına yatardı yüzü dönerdi kıbleye Gaybî seyran eylerdi her nefes ol kerem kâm. Yatağı deri idi, içi dolu lif, yastığı dahi Gece yatsa az uyur, o yakzân ol kerem kânı. Boş konuşmazdı nutk-ı pâki cümle vahy idi Hilonet düıresiyle idi bahri umman ol kerem kâm.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Teni halk içinde, kalbi dostuyla tek ve tenhâ Birliği bulurdu çoklukta her ân ol kerem kânı. Salât ve selâm olsun hem âl ve Ashâbına Ki onları kendine yârân kılmış ol kerem kâm. Ey Hakkı gel ,unut halkı habib-i Hakdan ol hulku Ki Hakdan hüsn ve hulk almıştı Mercân ol kerem kâm. KISIM: 4 İTİKAD ISLAH VE EIIL-İ SÜNNETE UYDURMAK Ey Aziz! Ashâb, Tabiîn, din insanları ve selef-i sâlihinin itikadı şu man­ zumede izah olunmuştur: MANZUME Huda Rabbim, Nebim hakkı Muhammeddir Resûlüllah Hem İslâm dinidir dinim, kitabimdir Kelâmullah. Akaid içre Ehl-i sünnet oldu mezhebim cem’a Amelde Ebu Hanife mezhebidir mezhebim vallah. Dahi zürriyetiyim hazret-i Adem nebinin hem Halil’in milletiyim dahî kıblem Kâ’be Beytüllah. Bulunmaz Rabbinin zıddı ve misli âlâmde Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâllallah. Şeriki yok beridir doğmadan doğurmadan ancak Ehaddir küfüv (deng)i yok ihlâs içinde zikreder Allah Ne cism u ne arazdır ne mütehayyız ne cevherdir Yemez, içmez, zaman geçmez, salimdir cümleden Allah. Tebeddülden, tagayyür (değişme) den dahi avam ve eşkalden Muhakkak ol meberrâdır budur ,selb-i sıfatullah Ne göklerde ne yerlerde ne sağu sol ve ön artta Cihetlerden münezzehtir hiç olmaz mekânullah. Huda vardır veli varlığına yok evvel ve âhir Yine ol varlığıdır kendinden gayri değil Allah Bu âlem yoğ iken ol var idi ferd ve tek ve tenha Değildir kimseye muhtaç ve hep muhtaç gayrullah. Ona hadis hulül etmez ve birşey vacib olmaz kim Her işte hikmeti vardır âbes fiil işlemez Allah. Hulül etme zo zât kula ve hiçbir ferde zulmetmez Kulların ıslahı lâzım değil, kim halk ede Allah. Ona bir kimse sebriyle iş işletemez asla Ne kim kendi murad eyler vücuda olgelir billah. 270

MARİFETNAME Sıfat-ı kemâliyle i dâim muttasıftır kim Kamu noksan sıfatlardan beridir Zülcelâl Allah. Sekizdir çün sıfaât-ı zâtı ili mile iradettir. Hayatu kudretu halk u basar ,sem û kelâm-ullah. Alim oldur ki ilmine erişmez kimsenin aklı İhata eylemiştir cümle bu eşyay ıilmullaı. Bütün hayr ve şerri o diler, takdir-i halk eyler Veli hayrı sever ancak ki sevmez şerleri Allah ~ Basîr oldur hakikatteki hep eşyaya nazırdır Velî gözden münezzehdir basardır min sıfat-ullah. Cemîi oldur, her avazı işitir sır ile cehri (gizli ve açık olam) Münezzehtir kulaktan ol sıfattır onda sem’ullah. Mütekellimdir ol mma berîidir dilden ağızdan Hurûf u lafz u savatıyla değil vasf-ı kelâmullah. Subûtiyye sıfatı kim ne aynıdır ne de gayridir Kâdimu dâimu zatıyla kaimdir sıfatullah. Hakkın mükerrem ibâdidir melekler yerde göklerde Avamından avâm-ı nar-ı efdal eylemiş Allah. Yemek içmek hem erkek dişilik yoktur onlarda Hakka hiç asî olmazlar muti (itaatkâr) lerdir li emrullah. Ve Cebrâil ü Mikâil ü İsrâfil ü Azrâil Muteberdir, meleklerdir bu dördü he peminullah. Hakkın yüzdört kitabı kim Nebiler üzre inmiştir Onlann dördü kitabdır, suhuf yüzü Kelâmullah. Zebûru verdi Davuda, dahi Tevratı Musaya Ve hem İncili İsaya getirmiş Cebrâil vallah. Habibullaha Kur’an’ı getirdi hâcet oldukça Yirmi üç yıl itmam eyleyip kaf’ oldu vahyullah. Dahi ben nebiler hakkında bildim: İsmet ü fitnat Nezâfet hem emanet sıdkla teblığ-i hümullah. Nebiler ismini bilmek, dediler bazılar vâcib Yirmi sekizin bildirdi Kur’an’da bize Allah. Bir Adem biri İdris ve Nuhu Hud ile Sâlih Hem İbrâhim u İshak ile İsmâil Zebînullah. Dahî Yâkub ile Yûsuf, Şuayb u Lût ile Yahyâ eZkeriyyâ ile Hârun ehh (kardeşi) Mûsâ kelimullah. Ve Dâvudu Süleymânu dahi İlyas ü Eyyubdur Birisi Elyesadır dahi İsâdır o Ruh’ullaı. Birinin ismi Zülkifl ve biri Yunus nebidir hem Hitabı ol Habib-i Hak Muhammeddir Habibullah.

277

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

Uzeyr u Lokman u Zülkarneyn, üçünde ihtilâf olmuş Ki bazı enbiyâdır der ve bazı der Veliyullah. Cemi’i enbiyânın evvelidir Hazreti Adem Hepsinden efdal ve âhır Muhammeddir Habibullah. İkisinin arasında katı çok enbiyâ gelmiş Hesabın kimseler bilmez bilir onu hemen Allah. Risâlat-ı rus 1 mevtiyle bâtıl olmaz ol kat’a Ve efdaldır melekler cümlesinden, enbiyâullah. Bizim peygamberin ahkâm-ı şer’î böyle bâkidir Ki ehl-i mahşer-i bu şer’ ile fasl edecek Allah. Ve Mi’râcı nebî haktır ona şahsıyla muhtastır Çıkıp fevkul alâya Hakkı görmüştür Habibullah. Cihan cümle cihâdıyla ve eczâ vu sıfatıyla Hem efal-ı ibâdm hayr u şerri cümle halkullah. Onun ilm u murad u halk u takdiriyle hâdistir Ki yoktur Hâlık u Bâri iki âlemde gayrullah. Kulların ihtiyarı vardır, ef’âlinde cüz’in O ef’al üzre bulmuşlar sevabı hem ıkabullah. 01 ef’alin cemîlidir Hakkın hubb u rızasıyla Kabîhinde bulunmaz ne muhabbet, ne rizaullah. Sevab efdaldir Hakkın ve adlidir ıkâb anın Vucûb icabsız Hakka bi istihkak-ı abdullah. Haram erzaktır herkes yer, içer kendi rızkın hep Ve kimse kimsenin rızkın alıp yiyemez vallah. Evel vaktinde meyyittir ol maktul ve ecel birdir Ve Hal-i ye’sin imanı değil makbûl-i indellah. Heyûla yoktur ezhan içre bir cüz olduğu haktır Ki ol vasf-ı tecezziden müberrâdır der ehlullah. Kabirde ölüye Münker ve Nekir dört sual sorar Ki Rabbin kim, Nebin kimdir, nedir dinin ve kıblengâh. Cevabın verenin canıyla cismi zebk eder anda Şaşup küffâr ve asîler çeker anda azab-ullah. Bu dünyaya gelen gider ki kalmaz canlı hiçk imse Dahi kıyamet gününde eyler emvâtı ba’sullah. Verirler defter-i amâlini her âdemin anda Kiminin sağ eline,, kimine soldan maazallah. Kitabiyle hesabı var Hudanın rûz-ı mahşerde Sorarlar herkesin ef’ali ve ekvâlin biemrillah. Kebâirle seğâir ahline ol gün şefaatler Ederler enbiyâ vü ehl-i ilm u evliyâullah. 278

MARİFETNAME

Ameller tartıldığmda Sırâtı geçmemiz hakdır Ve kevserle sekiz cennet verir mü’minlere Allah. Girince cennete mü’minler, onda çok bulup nimet Görürler şüphesiz anda niteliksiz cemâlullah. Ve cennetle cehennem şimdi var ehliyle bakidir Cehennem, yedidir ,ehlin yakar dâim o nurullah. Kaza ile her hayr ve şer Allah tarafından Bulur hayr ehlini dâim, olur şer, ehline hemrah. Ve peygamber ne kim şirât-ı saâtten haber vermiş İnandım, cümlesin izhar eder vaktinde hem Allah. Çıkarır dâbbesi Deccâl u Ye’cûc il Me’cûcü Doğar hem batıdan güneş, iner gökten o Ruhullah. Kabîre mü’mini imandan ihrâç etmez dâhi Ne küfre dâil u ne tâatın habt ide indellah. 0 isyan eylemez anı muhalled hem cehennemde Meğer kim itikad eyler helâl anı maazallah. Hûda affeylemez şirki, ve illa ondan ednâyı (aşağı) Dilediği kulundan her günahı affeder Allah. Kebâirden kaçan câiz ikab olmak seğâirle Ve tevbesiz giden câiz kebâirden geçe Allah. Kabul eyler duayı Hak Teâlâ kendi fazlıyla Ve hacât-ı ibâdı hem kaza eyler Racıullah. Dahi iman ile İslâm ikisi de bir tek şeydir Cenâb-ı Hakdan ol her ne getirdiyse Resûlüllah. Hepsini dil ile ikrar ve kalble tasdik eyledim Birine yoktur inkârım, inandım şüphesiz vallah. Dindeki ameller imandan değil başkadırlar Pes imân izdiyâd u nâkıs olmaz hıfz ede Allah. Demem ki inşaallah mü’minim, derim Bu mâ’nâ ile İman kesbi ve mahlûktur lillah. Ve iman-ı mukallid hem sahih olmuştum amma kim 01 istidlâl-ı aklı terk ile âsim olur billah. Bulurlar vakt-ı hâcette yiyecek, giyecek onlar. Hayvanat, cemad onlarla konuşurlar bîiznillah. Gehi su üzerinde meşyederler vecdû hâletle Havada gâh uçarlar hark eder (bozar) âdâtın Allah. Erişmez bir eli hiçbir nebinin rütbesine hem Ona ermez ki ondan sakıt ola emr u nehyullah. Ve efdâl - evliyâ Sıddîk-ı ekber sonra Fâruk Zlnnureynden sonra Alidir ol Veliyyullah 270

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Bu dördü hem hilâfette bu tertib üzere kâimdir Bu çâr (4) yârdan sonra hem efdâl-i evliyaullah. Kalan Ashabdır ki cümlesinin zikri hayr olsun Cemi’i âl ve Ashâb-ı kirâmı sevmişim fillah. Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma, Haşan, Hüseyn Bu ümmetten bunlara cennet ile nezhedûbillah. Ve gayrı kimseye aynıyla cennetlik denilmez kim O gaybe hükmolur, gaybı ne bilsin kimse gayrullah. Ve Ashâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetten Cemî’i tabiîn olmuştur efdâl-ı evliyaullah. İmamul Müslimin, sultan-ı müslimân hür, mükellef hem, Kureyşi tâhir olmalı edip tenfîz-i hükmullaı. İyi ve fâcire uyup, namazım kılarım bile Hem onların cenâzesi namazın kılarım, Allah. Mest üstüne hazer vc seferde meshetmek caizdir Ve müskir olmayan hurma, üzüm suyu mübahullah. Tasaddukla duamızdan bulur ölülerimiz ni’met Ve fadl-ı emkene (yerler) vu eşhas u ezman (şahıs ve zamanlar) hadır eyvallah. Bilinmez müşrikin çocuğu cennet ya da cehennem denir Ve küffâra kirâmen kâtibin vermiş, kerîm Allah. Ne kim ma’dum ol şey görünür sayılmaz hem, Mükevven-i kâinata benzemez şeydir teâlallah. Göz değmesi câizdir ve büyü insana vâkidir Beşer aklından efdaldır ulûm-ı enbiyaullah. Ki Hak birdir, muayyendir ve Kur’an ve Hadis ancak, Ne mikdar olsa mümkin zâhirine hami olur hergâh. Bu zâhirden batın ehlinin dâ’vası mânâya Udi ve hem nusûsı red ve istihfaf-ı şer’ullah. Huda otuz iki farzı ibadma buyurmuştur Hepsin farz bildim, boynuma aldım bitav’Allah Şartlan beştir İslâmın ki tevhîd (şehâdet) u salât (namaz) u savm (oruç) Zekâtû hâc zenginler hakkında l'arz kılmış Allah. Namazın şartı dışındakiler altı farz olmuş Ve erkânı içinde olandır hem altı farzullah. Dışındaki, taharet, setr-i avret vakti bilmektir Ve Hadesten taharet (abdest) ve niyyet hem istikbâl-ı Beytullah Namazdakiler tekbîr u kıyamet ile kıraattir Fukû ve ka’de diğeri şevdedir lillah.

280

MARİFETNAME Abdestin farzı ,yüz yıkamak, kolu da dirsekle hem Başa mesh et ayakları yıka buyuruyor Allah Ve guslün farzı üçtür kim, mazmazadır hem istinşak (ağza,bu ma su vermek) Üçüncüsü bütün bedeni yıkamaktır, tevbeten lillah Teyemmüm gerekir abdest ile gusül için Ya su bulunmazsa, ya kudret olmazsa budur fes’ullah. Onun farzı iki vurmak, şartları beş, biri niyyet Said u t âhir u mesh ve biri acz-ı ibadullah. Orucun farzı üç, niyyet, yemeyi ve içmeyidir terk Fecr doğduktan gün batınca imsak oldu emrullah. Dahi haccm farzları, üç, biri ihrama girmektir Biri Arafat’ta vakfe, ziyaret oldu Beytullah. Harama inanmak ki ondan gerek sakınmak Helâli helâl etmek budur cümle fürûzullah. Hem Ashâb-ı güzîn u Tâbiin u müctehîdinin Kim var ehl-i sünnet vel cemaat hepsi ehlullah Cümlenin itikadı bu beyitlerdedir bil Hakkı Hak mezheb budur, bunda sâbi teylesin Allah. Eğer benden bilerek küfr sadır olduysa Ben o küfreden beri oldum livechillah Eğer şer’a aykırı ise işlerim ve gözlerim Ben onlardan geri döndüm ve tevbe ettim ya Allah. Ne kim kılmış Habibullah bize teblîğ-i ahkâmı Kabul ettim ben onu .amentü billah ve hükmillah. Dilim ikrarını kalbimle tasdik eyledim candan Senin hıfzında imânım emânet olsun yâ Allah. KISIM: 5 ABDESTİN FARZLARI, NAMAZIN ŞARTLARI, RÜKÜN, VACİB, SÜNNET, MEKRUH VE MÜRŞİDLERİNİN HANEFİ MEZHEBİNE GÖRE KISACA ANLATILMASI Ey Aziz! Büyük islâm âlim, fakih ve müctehidleri diyorlar ki: Büyük abdest bozduktan sonra helâda mak’adın taş ile silin­ mesi sünnettir. Yine mak’adın su ile yıkanması, bir bezle kurulan­ ması dona su serpilmesi ve elin duvarda oğulması edebdendir. Şayet mak’ad çevresine pislik bulaşmış ise taş ile silmek yet­ mez, su ile yıkamak gerekir. Yıkama ve silme işinin sol elle yapıl­ ması gerekir. Sağ elle yapılırsa mekruh olur.

2B1

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Kemik, kurumuş hayvan gübresi, hayvan yemi v.s. ile silin­ men, kıbleye doğru oturmak, ya da sırLnı dönmek, güneşe ya da aya karşı küçük ya da büyük abdest bozmak mekruhtur. ABDESTİN FARZLARI 1 — Yüzü yıkamak, 2 — Kolları dirseklerle birlikte yıkamak, 3 — Başın dörtte bir bölümünü meshetmek, 4 — Ayaklarım küçük topuklarla beraber yıkamaktır. ABDESTİN SÜNNET VE EDEBLERİ

1 — Kendisi abdest alıp başkasından yardım istememek, 2 — Başlarken üç defa elleri dirseklerle birlikte yıkamak, 3



Elleri

yıkarken

«Bismillahil

azim

vel

hamdü

iillahi

alâ

din-il islâm.» demektir.

4 — Misvak kullanmak, 5 — Ağza 3 kez su vermek, 6 — Burna 3 kez su vermek, 7 — B unlan sağ elle yapmak, 8 — Abdesti kıbleye karşı yüksekçe bir yere oturarak almak, 9 — Azalan ara vermeden yıkamak, 10 — Dünya kelâmı konuşmamak, 11 — Her azayı yıkarken sessizce duafcını okumak, 12 — Sıraya riayet etmek, 13 — Parmak ve sakallarını hilâllemek, 14 — Yıkanan uzuvları üçer defa yıkamak ve oğmak, 15 — Başım bütünüyle meshetmek, 16 — Kulaklarını başı meshedeıken artan su ile meshetmek, 17 — Boynu iki taraftan parmakların aıkasıyle meshetmek, 18 — Abdeste niyet ederek başlamak, 19 — Yıkamaya sağ uzuvlardan başlamak, 20 — Elleri ve ayaklan yıkamaya parmaklardan başlamak. ABDESTİN MEKRUHLARI

1 — Sağ elle sümkürmek 2 — Azalan üç defadan fazla yıkamak 3 — Güneşte ısınan su ile abdest almak. 4 — Suyu yüzüne çarpmak. 282

M ARİFE ÎN AME ABDESTİ BOZAN ŞEYLER 1 — Önden ya da arkadan çıkan idrar, pislik ya da yel.‘

2



Gusülde

yıkanması

gerekli

yerlerden

kan,

irin,

san

su

v.s. çıkması, 3 — Ağız dolusu kusmak, 4 — Yatarak ya da bir yere yaslanarak uyumak, 5 — Delirmek, 6 — Bayılmak, 7 — Sarhoş olmak, 8 — Namazda yüksek sesle gülmek, 9 — Çıplak halde hanımına sarılmak, GUSLÜN FARZLARI 1 — Ağıza su vermek (1 defa) 2 — Buruna su vurmek (1 defa) 3 — Bütün bedeni kuru yer kalmamak üzere yıkamak GUSLÜN SÜNNETLERİ 1 2 3 4 5 6

— Evvelâ bedenine bulaşan bir pislik varsa, onu temizlemek — Niyet etmek, — Gusle başlarken abdest almak, — Ağıza ve buruna su vermekte mübalâğa etmek, — Bedenini üç defa yıkamak, — Suyu önce sağına, sonra da soluna dökmek, GUSLÜ İCABETTİREN HALLER

1 — Meninin şehvetle çıkması, ister uyanık, isterse uyur hal­ de olsun değişmez. 2 — Aletin sünnet yerinin kadının fercine dahil olması. Bu durumda inzal vaki olmasa bile, hem kadımn, hem de erkeğin yı­ kanması icabeder. 3 — Uykudan kalktığında yatak, ya da şortunda meninin gö­ rülmesi, ya da zekerinin ucunda suyun bulunması. Yattığı zaman şayet âleti intişâr etmiş (uyanmış) değilse, durum böyledir. 4 — Kadının âdet müddeti bittiğinde gusletmesi, 5 — Nifastan sonra gusletmek NAMAZIN DIŞINDAKİ FARZLAR 1

— Avret yerini örtmek: Bu kadınlar için el, ayak ve gözler

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

dıyndA bütün beden; erkekler için ise göbeğin altından dizi altına kadar olan kısımdır. Cariyenin avreti de erkek avreti gibidir. Ka­ dınların saçları da avret sayılır. 2 — Niyet etmek: Hangi namaz kıhnacaksa o namaza niyet edilir. Farz, sünnet ve nafile namazlar için ayn niyet edilir. Eğer imama uyulacaksa, «Uydum imama» deıülir. Niyet Ue iftitah tek­ birinin arasım fazla açmamak gerekir. 3 — Kıbleye dönmek (istikbâl-i kıble). 4 — Namazı vaktinde kılmak, 5 — Necasetten taharet, bedenini, elbiselerini, namaz kılaca­ ğı yeri ve secdede alnının temas edeceği yeri pisliklerden temizle­ mektir. 6 — Hadesten taharet, yani namaz kılmak için abdest al­ maktır. Eğer su yok ise, abdest alacak kuvvetten mahrum ise, su Ue abdest aldığı takdirde hayatım tehlikeye «sokacak hastalık ol­ ması muhtemel ise, abdest almanın yerine, teyemmüm edilir. Teyemmüm, abdest niyetiyle elleri temiz ve kuru toprağa iki defa vurup, yüzü ve kollarım meshetmektir. NAMAZIN İÇİNDEKİ FARZLAR > Bunlara, namazın rükünleri denir ki 6 tanedir: 1 — İftitah tekbiri: Namaza AUah-ü Ekber diyerek başlamak, 2 — Kıyam: Namazı ayakta kılmak, 3 Kıraat: Namazda Kur’an okumak, 4 — Rükû: Her rek’âtta bir defa, rükûa gitmek, 5 — Secde : Her rek’âtta iki defa secdeye gitmek, 6 — Namazın sonunda Tahiyyat’ı okuyacak kadar oturmak. NAMAZIN VACİPLERİ 1 — Tekbir alırken elleri yukarıya kaldırmak. Erkekler ku­ laklarına, kadınlar ise parmakları, çene hizasına gelecek şekilde kaldırırlar. 2 — Sübhaneke, Euzu besmele okumak. Bunlar bütün na­ mazlarda sessiz okunur. Besmele, Fâtiha’dan önce okunur. Zammı sûreden önce okunmaz. Sübhane Ue Euzü, tekbir alınınca, yani birincirek’ âtın başında okunur. 3 — Ayakta elleri, sağ elini sol el üzerine koymak suretiyle bağlamak. Erkekler göbek altına, kadınlar ise göğüsleri üzerine ko­ yarlar. 4 — Fâtiha’mn okunmasından sonra sessizce, «Amin!» de­ mek. 284

MARİFETNAME

5 — Rükûa giderken, secdeye varırken, secdeden kalkınca Allahü Ekber demek. 6 — Rükûda 3 defa (Sübhane Rabbiyel azim) demek, 7 — Rükûda elleri dizler üzerine hafif açık vaziyette koyup başını ve sırtını düz bir halde tutmak, 8 — Rükûdan doğrulunca (Semi allahü limen hamideh) de­ mek. 9 — Cemaatle kılmıyorsa Rabbena lekel hamd, Rabbena velekel hamd veya Allahümme rabbena velekel hamd demek. 10 — Secdede üç defa Sübhane Rabbiyel a’lâ demek 11 — Secdede alnını ve burnunu birlikte yere koymak, 12 — Secdede parmakları birleştirmek, 13 — Tahiyyat okurken parmakları kendi haline bırakmak, 14 — Tahiyyata oturunca sağ ayağı dikip sol ayak üzerine qturmak (bu, erkek içindir). 15 — Kadınların iki ayaklarını sağ yanlarmdan çıkararak söl oylukları üzerine oturmaları, 16 — Namazın sonunda, Tahiyyat’tan sonra Salâvatı şşrifeleri okumak. NAMAZIN MEKRUHLARI 1 — Namazda boynu eğerek bakmak, 2 — Elbisesinde bulunan birşeyle meşgul olmak, 3 — Gereği yokken secde edeceği yerdeki taşları temizlemek 4 — Parmak çıtlatmak, 5 — Elleri böğrüne koymak, 6 — Mazereti yokken bağdaş kurarak oturmak. 7 — Bir veya iki defa bir yerini kaşımak, 8 — Büyüklerin huzuruna çıkmadığı elbise ile kılmak, 9 ~ însan yüzüne ve ateşe karşı namaz kılmak, 10 — Önünde, üstünde ya da elbisesinde canlı resmi (hayvan) olmak, 11 — Gerinmek, 12 — Esnemek, 13 — Kaftanı üzerine almak, kolları koltuktan çıkarmak, 14 — ökçeleri üzerine durmak, 15 — Gözlerini kapamak, 16— Başı açık namaz kılmak, 17— Secde ya da ka’dede el ve ayak parmaklarım kıbleden »evirmek, 18•— Safta yer varken arkada durarak imama uymak, 28S

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. 19 — Kabre karşı namaza durmak, 20 21 22 23 24 25 26

— Pisliğe karşı namaza durmak, — Bir kadınla beraberce başka başka namaz kılmak. — Abdesti sıkışık halde namaza durmak, — Secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldırmak, — Secdede bir ayağını yukarıya kaldırmak — İmamdan önce rükûa gitmek, — İmamdan önce rükûdan kalkmak,

27 — İmamdan evvel secdeye gitmek, 28 — İmamdan evvel başını secdeden kaldırmak, 29



Secdeye

giderken

özrü

yokken

ellerini

dizlerinden

evvel

yere koymak, 30 31 32 33

— Özürsüz yere bir yere yaslanıp kalkmak, — Namazda alnındaki toprakları silmek, — İkinci rek’atta bir sûre atlamak, — İkinci rek’atta okuduğu sûrenin üstünden okumak,

34 — İki dek’atta da aynı sûreyi okumak, 35 — İkinci rek’atta birinci rek’attan 3 âyet daha uzun Zam­ mı sûre okumak, 36 — İmamın arkasında Kur’an okumak, 37 — Özürsüz yere sarığı secde etmek, 38 — Özürsüz olarak ayaktayken bastona ya da duvara da­ yanmak, 39 — Rükûa inince ya da kalkınca elleri yukarıya kaldırmak. 40 — Ayaklar ve eller açık olduğu halde kılmak. 41 — Önünden adam geçme ihtimali olan yerlerde özürsüz ola­ rak sütresiz kılmak, 42 — Ayat ya da teşbihleri parmaklarla saymak, 43 — İmamm özürsüz olarak mihrabdan başka yerde kıl­ ması, , 44 — İmamın alçak yerde, cemaatin yüksekte olması, ya da imamın yüksekte, cemaatin alçakta olması, 45 — Besmele ve âmin’i sesli olarak söylemek. 46 — Kıraati rükûa giderken bitirmek, 47 — İntihallerde yapılması gereken zikirleri intihaller geç­ tikten sonra yapmak. 48 — Rükûda ve secdede dırdıütan sonra yapmak.

yapılması gerekli teşbihleri başı kal-

49 — Dirseklerini yere koymak (secdede). 50 — Ayak aralarım dört parmaktan fazla açmak.

286

MARİFETNAME 51 — Kıyamda özürsüz yere bir ayak üzerine durmak, dayan­ mak, 52 — Rükûda ayakları birbirinden ayırmak, 53 — Secde yerinden uzağa bakmak, 54 — Kıyamda sağa sola yalpalamak, 55 — Birşeyi koklamak,

NAMAZI BOZAN ŞEYLER 1 — Namaz kılarken konuşmak, 2 — Kendi duyacağı kadar gülmek. Yamndakinin duyacağı kadar gülerse abdesti de bozulur. 3 — Ah-vah etmek, ya da sesli ağlamak. Cennet, cehennem korkusuyla ağlarsa zararı olmaz. Ancak dünyevî bir acı ve musibet yüzünden ağlarsa, namaz bozulur. 4 — Gereği yokken boğazını temizlemek, 5 — Sakız çiğnemek, 6 — Baş ve sakalını taramak, 7 — Üç defa kılını koparmak, 8 — Bit öldürmek, 9 — Bir yerini arka arkaya üç defa kaşımak, 10 — Ayaklarıyla davar tepmek, 11 — İki saf arası kadar bir mesafeyi yürümek, 12 — Secdede iki ayağını birden havaya kaldırmak, 13 — İmama uyunca bir kadınla yanyana durmak, ya da ka­ dının arkasında durmak, 14 — İmam, kadınlar için niyet etmediyse arkasında ona uyan kadınların namazı caiz olmaz. 15 — Mazeretsiz olarak yüzünü ya da göğsünü kıbleden çe­ virmek. 16 — Uyduğu imamdan başkasımn bağını açmak, yani okur­ ken unuttuğu yeri hatırlatmak, 17 — Mushafı yüzünden okumak, 18 — Yemek yemek, 19 — Su içmek, 20 — Kur’an-ı mânâ bozulacak derecede yanlış okumak, 21 — Selâm almak, 22 — Kasıtlı olarak selâm vermek. Eğer unutarak selâm verirSe namazı bozulmaz.

287

KONU: 2

DÜNYANIN MAHİYET VE KÜNHÜ VE DÜNYADA YERİLEN ŞEYLER SEKİZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 DÜNYANIN GEÇİCİ, KARANLIK, ŞEYTANIN TUZAĞI VE HAYALLERİN YERİ OLUŞU Ey Azizi Cenab-ı Hak kullannı lutfu ve inâyetiyle kendisine yakın çağır­ mış ve dünya nimetlerinin birer metâ’ olduğunu beyan buyurmuş­ tur. Bu hususta bazı Kur’an âyetlerim yazmak uygun görüldü. AYETLER: «Kadınlara karşı şehvet, evlât, biriktirilmiş altın ve gümüş, cins atlar, hayvanlar ve ekinlere karşı düşkünlük, insanların hırsı­ nı tahrik eder. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. En güzel mekân Allah katindadır..» (AI-i İmran Sûresi, Ayet: 14) «Ey Muhammed! Kâfir olanların diyar diyar gezip dolaşmala­ rı sakın seni aldatmasın.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 196) «Allah batındaki nimetler, iyi olanlar için daha hayırlıdır.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 198) «Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka birşey de­ ğildir. Ahiret yurdu ise sakınanlara (Allah'tan korkanlara) elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akimız ermeyecek mi?» (En’am Sûresi, Ayet: 32) «Bilin ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için ancak bir fitne­ dir. Şüphe yok ki, büyük mükâfat Allah katindadır.» (Enfal Sûresi, Ayet: 28)

288

M ARtFETN AMİL

«(Habibim) de ki: «Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşlerini*, eşleriniz, kabileniz elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğrama­ sından korktuğunuz alışveriş, hoşlandığınız evler, size Allah'tan O’­ nun peygamberlerinden ve O’nun yolunda cihadda daha sevgili ise artık Allah’ın emri (Azabı veya fetih ile evlerinize kavuşturma­ sı) gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu doğru yola sevketmez.» (Tevbe Sûresi, Ayet: 24) «De ki: Allah’ın size verdiği İhsam ile ve rahmetiyle ancak bu­ nunla sevinsinler. Bu, onlann derleyip topladıklan (dünya malın­ dan) daha hayırlıdır.» (Yunus Sûresi, Ayet: 58) «(Mekkeliler) dünya hayatiyle böbürlendiler. Halbuki dünya ahiret yanında değersiz, süresiz az ve geçici bir şeyden başka bir şey değildir.» (Aa’d Sûresi, Ayet: 26) «Sizde ne varsa tükenir, Allah’ın katindakiler ise sonsuzdur.» (Nahl Sûresi, Ayet: 96) «(O öğüne durduklan) mal ve evlatlar, dünya hayatının süsü­ dür. Ama ebedi kalacak faydalı işler hem sevap olarak, hem de amel olarak Rabbinin katında daha hayırlıdır.» (El-Kehf Sûresi, Ayet: 46) «Size ne verildiyse, dünya yaşayaşının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan (sevap ve cennet) hem daha hayırlı, hem de da­ ha devamlıdır. Artık akıllanmayacak mısınız?» (Kasas Sûresi, Ayet: 60) «O halde sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın şeytan, sizi (muhakkak bağışlar) Allah’a güvendirmesin.» (Lokman Sûresi, Ayet: 33) «Onlar bu dünya hayatının (yalnız) dış görünüşünü bilirler. Ahiretten ise hep habersizdirler.» (Rum Sûresi, Ayet: 7) «O kullann tevbesini kabul eden, günahlarını, affeden ve ne işlerseniz bilendir.» (Şura Sûresi, Ayet: 25) «Bilirsiniz ki, dünya hayatı, bir oyun, eğlence, süslenme, ara­ nızda öğünme ve daha çok da mal ve evlat sahibi olma davasından başka bir şey değildir. Bu durumu bir yağmurun bitirdiği, çiftçile­ rin de hoşuna giden bir bitkiye benzer. Sonrao bitki kurur ve so­ nunda da çer-çöp haline gelir. İşte hayatı bu şekilde olan kimseler 280

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

için, Ahirettc şiddetli bir azap müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve hoşnutluğu vardır. (Alıircli istemiydiler için) Dünya hayatı al­ datıcı bir geçinmedir.» (Hadid Sûresi, Ayet: 20) «Eh habibim, sen onlum de ki: «Allalı katında olun sevap, eğ­ lenceden de, licai'cllcn de hayırlıdır. Çiiukü rızık verenlerin en ha­ yırlısı Allah'tır.» (Cuma Sûresi, Ayet: 11) «Ey iman edenler! Yürekten tam bir pişmanlık içerisinde tövbe ederek Allah a dönün.» (Tahriın Sûresi, Ayet: 8) «Hayır, hayır, ey insanlar. Hakikaten sizler, peşin elde edece­ ğiniz dünya nimetlerini seversiniz.» (Kiyâmc Sûresi, Ayet: 20) «Artık kim azgınlık edip de kâfir olursa (Alıirct yerine) dünya hıayatım tercih ederse şüphesiz cehennem öyle kimselerin varaca­ ğı bir yerdir. Fakat kim, Rabbinin azametinden kendini, ncl'si, ve şe hevi arzularından alıkoymuşsa, mutlaka onun varacağı yer cen­ net olacaktır.» (Nazif Sûresi, Ayet: 37-42) «Fakat ey kâfir! Siz dünya hayatını Alıirctc tercih ediyorsu­ nuz. Oysa alıirct daha iyi ve daha bakidir.» (A'la Sûresi, Ayet: 1G-17) «Şüphesiz Alıirct, senin için dünyadan daha hayırlıdır. Yakın­ da (kıyamet günii) Rabbin şüphesiz sana (şefaat makamını) vere­ cek ve sen de lıoşnud olacaksın.» (Dulıa Sûresi, Ayet: 4) «Soy-sopunuzla üğünnıck, sizi (Allah’a ibadet etmekten) o ka­ dar meşgul etti ki, hatta kabirleri ziyaret etmekle oradakileri de sa­ yacak kadar oldunuz. (Ölülerinizi sayıp çokluğu ile öğündünüz) Hayır, böyle yapmayınız. Yakında (ölürken size ne yapılacağını) bileceksiniz. Hayır, tekrar gözünüzü açın ve böyle şeyler yapmak­ tan sakının. Çünkü yakında (kabirlerinizde nelerle karşılaşacağını­ zı bileceksiniz.) Dikkat edin. Şayet (Kıyamet günü size ne yapıla­ cağını) kesin bir bilgiyle bilnıiş olsaydınız and olsun ki (kıyamet günü) o kızgın cchcuncnı ateşini mutlaka göreceksiniz. Yine and olsun ki, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz. Sonra and olsun ki, kıyamet günü (Dünyada) verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.» (Tekasür Sûresi, Ayet: 7-8)

290

MARİFETNAMF.

Ccnab-ı Ilak (Kuds-i Hadisle) buyuruyor ki: «Ey insanoğlu, bütün hayalını dünya arzusuyla geçirdin. Cen­ neti ne zaman istcyecck ve onun için ne zaman iyi ameller işliyeceksin. Bir dünya işi için sabahleyin hüzünlü olarak kalkan kimse, sanki bana kızmış da öyle sabahlamış olur.» Ey İnsanoğlu! «Dünyadan gitmesi yaklaştığı halde hâlâ dünya malına bağla­ nan kimseye şaşarım. Yiııe ahiretin ebediliğine ve sonsuz nimetle­ rine yaklaştığı halde onlara kavuşmak için çalışmayan kimsenin haline şaşarım.» «Ey İnsanoğlu! «Siz, dünyaya taptınız ve beni (hatırlanuyarak) unuttunuz. Halbuki dünya evi olmıyana, ev, malı olmıyana maldır. Oııu topla­ yan akılsızdır. Ona sevinen kimsenin yakını olmaz. Hırsla ona bağ­ lananın tevekkülü olmaz. Onu istemekte haddi aşanın marifeti ol­ maz. Nimetin geçişini, hayatın sona erenini, şehvetin de geçicisini elde eden kimse kendine zulmett iği gibi Rabbani unutmuş ve dün­ ya hayatı kendisini aldatmıştır.» Ey İnsanlar! «Kalblerinizi dünya sevgisi ile öldürmeyiniz. Çünkü ouun siz­ den çıkması çok yakın zamandadır. Benden başka herşey yok ola­ caktır. Eğer dünyaya olan rağbetiniz gibi bana bağlansaydımz, dün­ yada da iyilerden olurdunuz.» Ey İnsanlar! «Eğer beııi ve benim muhabbetimi severseniz kalbinizden dün­ ya sevgisini çıkaıın. Zira ben dünya sevgisi ile muhabbetimi bir kalbde toplamanı. Çünkü zıt şeylerin bir yerde durmaları imkânsız­ dır. Su ile ateş nasıl bir arada bulunamaz ise dünya sevgisi ile be­ nim muhabbetim dc öylece bir aradadurıııaz.» Ey İnsan! «Sen dünyayı scviyorkcıı nasıl oluyor da benim muhabbetimi istiyorsun? Benim sevgi ve muhabbetimi dünyadan vazgeçmekte ara. Bana ibâdet için kalbini (düıi}ra sevgisinden) boşalt. (Dünya için) çok çalışmaktan ve bedenen rahat etmekten uzaklaş.» Ey İnsan! Dünya fâni ve nimetleri de geçicidir. Ömrü de çok kısadır. Hal 201

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

böyle iken siz hâlâ nasıl oluyor da dünyaya kıymet veriyor ve ona bağlanıyorsunuz? Benim katımda itaat eden kullar için hazırlanan cennetler vardır ki, onlar sekiz tanedir. Benim nzamı ve kendisine ikram etmemi arzulayan kimse kanaatkâr olsun ve bunun için de dünyayı terketsin.» Ey İnsan! «Dünya sevgisini kalbinden at ki kalbin benim sevgi ve muhab­ betimle dolsun.» Ey İnsan! a (Bil ki) Helâl sana damla damla, buna karşılık haram ise sel misâli gelir. Eğer yüzünü selden çevirir de damla damla gelen helâle döndürürsen, halin ve kalbin benim ile saf ve temiz olur.» «Dünyadan kaybettiklerine üzülme ve ondan eline geçene de' sevinme. Çünkü o bugün senin fakat azabı başkasının da. O halde dünyaya bağlanmayı terket de ahireti elde etmeye çalış. Çünkü ben salih kullarım için öyle nimetler hazırladım ki onlann bir benzerini gözler görmemiş, kulaklar duymamış, kalblerden geçmemiştir.» Arabi Manzûmeler: 1 — Dünyadan uzaklaş. Çünkü sen bu dünyaya Geldiğinde ondan soyulmuş vaziyette idin. Onu hemen şimdi bırak, zira sen bu dünyadan Çıkarken onu bırakacak ve yalnız olarak çıkacaksın. 2 — Fakirlik bir cevher ki ondan gayrisi araz. Fakirlik bir şifa ki ondan gayrisi maraz. Bu dünya hep hiledir, daima aldatır. Fakirlik dünyadan bir sır ve garazdır. 3 — Dünya asılsız bir gölgeye benzer inan Bir misâfire benzer, gece yatıp yol alan. Ya da uyuyanın gördüğü rüya gibi. Olup, uyanınca elinde birşey kalmayan. 4 — Biliniz ki bu dünya bulanık suya benzer. Onu candan isteyen, daima azabda kalır. Benim için hayatta bir lezzet olmazsa ölüm şerbetini tatmak, bana daha hoş gelir.

KISIM: 2 DÜNYA BELA VE CEFA AHİRET İSE ZEVK VE SEFA ALEMİDİR Ey Aziz! 292

MAltİFETNAME Dünyanın belâ ve cefâ yeri olduğunu, buna karşılık ahiret ha­ yatının ise zevk ve sefa yeri olduğunu Rasulullah SA.V. bir çok ha­ dislerinde beyan buyurmuştur. Bu hadislerden bazılarını yazmak lüzumu hasıl oldu. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Ey Aslı âbı m : En güzel hayata eren kimse dünya kendisini terk etmezden ev­ vel kendisi dünyayı terkedendir.» «Dünyada kendini garib bilen bir kul, ya yolcu ya da ölülerden kabul et. Kendini ancak böyle hazırlamış olursun.» «Her günah ve hatanın başı dünya sevgisidir.» «Eğer mü’minin dünyalıktan birşeyi artarsa Allah katındaki noksan olur ve eski hali gibi olmaz.» «Niyyeti ve gayesi ahiret hayatı olan ve o yolda giden kimse­ nin kalbine Cenab-ı Hak zenginlik verir. İşlerini toplar ve işlerinde kolaylık verir. Dünyayı onun hizmetçisi kılar. Niyyet ve gayesi dün­ ya olan ve onunla kalmak isteyen kimsenin de fakirliğini gözleri önünde hazırlar, işlerini (zorlaştırarak) dağıtır, (kişi) ne yapacağı­ nı şaşırır. Halbuki ona dünyadan takdir olunanından fazlası gel­ mez.» «Bir münâdi her Allah’ın günü üç defa seslenerek:

— Dünyayı, onu sevenlere bırakın, siz ahiret yoluna girin, der.» «Dünyadan kendine kâfi gclccck miktardan fazlasını alan ken­ di helâkini almıştır. Halbuki o nc yaptığından habersizdir (bilmez) «Dünyayı terketmek kalben ve bedenen rahata ermektir.» «İnsanlar içindeki en zâhid insan dünyayı terkeden, ahiretini idrak eden ve yarınını hayatından saynuyaıak, kendini ölü zanne­ den ve ona hazırlıklı olarak giden kimsedir.» «Dünya mü'minin zindanı, kâfirin de Cennetidir.»

«Dünyada mü’mine rahat yoktur, nasıl olsun ki dünya onun için bir zindan ve belâdır.» ti «Cenneti ve huzurun hak olduğunu tasdik edep müminin yine de bu geçici ve aldatıcı dünyaya kıymet vermesine ne kadar şaşılsa yeridir.» «Esasen dünya tatlı ve hoş kokulu bir çiçektir. Ancak Cenab-ı Hak onu size sizi denemek ve imtihan etmek için vermiştir. Dünya İsrâil oğullarına sunulduğu zaman, onlar süslü giyecekler ile nefis yemekleri ve tatlı içecekleri istediler de türlü türlü fitneye ve fesa­ da düştüler.» «Mü’min kendi nefsinden kendisi, dünyasında ahireti, gençli* 293

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ğinde ihtiyarlığı, sıhhatinde ölümü için hazırlık yapmalıdır. Çünkü dünya sizin için, siz de ahiret için yaratıldınız, ölümden sonra cen­ net ve cchcnncmin dışında (kalınacak) bir yer j oktur.» Ebu Bekir R.A. günün birinde bal şerketi istedi, kendisine bal şerbetini getirdiklerinde onu içti vc bu esnada çok ağladı. Kendisin­ den bunun sebebini sorduklarında şu cevabı verdi: — Günün birinde Rasulullah S.A.V.’i gördüm. Yanından eli­ min tersiyle bir şey itiyor ve kendisinden uzaklaşmasını söylüyor­ du. Halbuki onun yanında hiç kimse yoktu. Başka bir zaman ken­ disine: — Ya ResuIullah, o yanından uzaklaştırmaya çalıştığın şey ne idi? diye sordum. O şöyle buyurdu: — O (uzaklaştırdığım şey) dünya idi. Bir surete girerek bana geldi. Ben de onu «Benden uzak ol» diyerek kovdum. Yeniden dön­ dü ve bana gelerek: —- Sen benden kurtuldun, fukat senden sonra benden hiç kim­ se kurtuianuyacak, dedi.» İşte beniın ağlamamın sebebi budur.» ResuIullah S.A.V. günün bilinde Ashabıyla birlikte bir oğlak leşinin yanından geçiyordu. ResuIullah S.A.V. bu sırada: — Hanginiz bu oğlağı bir dirhem karşılığında alırsınız? bu­ yurdu. Ashâb: — Parasız verseler yine almayız Ya ResuIullah, dediler. Bunun üzerine ResuIullah S.A.V.: — «Allah'a yeminle söylüyorum, dünya sizin katınızda bu leş­ ten daha aşağı vc kıymetsizdir,» buyurdu. Yine ResuIullah S.A.V. buyurdu ki: «Altın, güınüş vc abâ kullan (ahireti unutup dünyaya, altın, gümüş ve siislii elbiselere bağlananlar helûk olsuıı.» «Cehennem ateşi şehvetlerle sarılmış, ecnnet nimetleri de mek­ ruhlarla (kötü şeylerle) örtülüdür.» (Bu demektir ki dünyada şehevi arzularına tabi olanlar Cehen­ neme, dinin kötü gördüğü şeylerle sabredenler Cennete girer. Çün­ kü şehevi arzusuna tabi olanlar sadece şehevi arzularım görür. Ce­ hennem ateşini göremezler.) Peygamberimiz buyuruyor ki: «Allah'a yemin ederim ki sizin için fakirlikten korkmam. Fa­ kat sizden evvelki kavimlcrc olduğu gibi dünyanın size dc bolca gel­ mesinden vc onları helak ettiği gibi sizi de hch'tk etmesinden kor­ karım.» «Ya Rabbi Mulıammed'inârinin rızkını yeteri kadar ver.» 204

MARİFETNAME

«Kendisine kâfi gclecck kadar nzıkla yetinen kimse kurtuluşa ermiştir.» «İnsanoğlu «malım, malım» der durur. Halbuki o (bunda) al* danmıştır. Onun malından yediği, giydiği vc harcadığı ile sadaka vermek suretiyle sonrasına ayırdığından başka nesi vardır.» «Zengin, dünya malı çok olan değil, Hakkın verdiğine kanaat edendir.» «Malın ve şeref hırsının insan dinine vercceği zarar, bir koyun sürüsüne dalan iki aç kurdun vereceği zarardan daha büyüktür.» «Dünyayı terket ki mevlâ sevsin seni, halk elindeki mala tamah etme ki insanlar sevsin seni.» «Rabbini bana «Mekke çevresini altın ile doldurayım,» buyurdu. Ben: — Hayır, ya Rabbi. Ben dünyada nimetlere ermeyi istemem. Birgün aç birgün tok durayım. Acıkınca sana yalvarayım, seni zik­ redeyim, seni düşüneyim. Doyunca da sevinçle sana şükredeyim.» ResuIullah S.A.V. günün birinde bir hasır üzerine yalmış, kalk­ tığı zaman mübarek vücudunda hasırın izleri belli olmuştu. Ashâb kendisine bir yatak hazırlamak için izin istediler. Bunun üzerine ResuIullah S.A.V. şöyle buyurdu: «Benim dünya ile ııe işim olabilir? Benim dünya ile olan alâ­ kanı bir ağaç gölgesinde bir süre kalıp sonradan o ağacın yanından ayrılan vc yoluna devanı eden bir süvari gibidir.» «Bu dünya bir köprüdür. Ondan, hemen geçin, tamiri ile uğ­ raşmayın, yolunuza dlevam ediıı.» «Dünyaya kalacağınız kadar, ahirde ise sonsuza kadar orada kalacağınıza göre hazırlık yapın.» Hz. İsa’nın Havarileri: —- Bize bir yer gö.ster de orada senin için bir ev yapalım dedi­ ler. Bunun üzerineo sırada deniz kenarında olan Hz. İsa şöyle dedi: — Şu dalgalar üziîiine kiııı ev yapabilir? Dünyadan korkun ve dünyayı devamlı kalınacak bir yer olarak kabul etmeyiniz. Ey Ha­ varilerim, dünyaya tapmayın ki o da sizi kendine kul yapmasın. FARSÇA MANZUME: Günahların başıdur hep dünya sevgisi Alim olan seveme2: onu asla. Ebediyeti sevene, bahtlı insana Bu dünya azablar fikretle anla. İnsan oğlunun bu dünyayı ednadan Nasibi yok başka, ınıihnet ve gamdan. 203

I

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Dünya ahiret yolunun köprüsüdür Bu sözleri söylerim cüzdür ve küldür. . Mecazı bir cüzdür ,o da dünyadır, Hakikati kuldur ve ukbadır. Budur kemâl bilmek onu birader Durma, çabuk geç bu köprüden, yeter. KISIM: 3 DÜNYANIN ASLI, ESASI, SIKINTI VE IZDIRAPLARI, TERKEDENİN SAADETİ Ey Azizi Bil ki dünyanın ahvâli aynen bir rüya ya da gölge gibidir. Dün­ ya fani, gidici, yok olucu, sıkıntı verici, eziyet verici, zorluk verici ve inşam vebâl altmda bırakıcıdır.însa nları kandıran ve aldatan dünya onlara öyle zararlar verir ki dünyayı terkeden devlete ve bü­ yük bir saadete erer. Dünyaya bağlılık Allah’ın gazabım gerektirdi­ ği gibi, dünya aynı zamanda aslı olmıyan bir reyâdır. Avam bu rü­ yayı esas zannederek gaflete düşer. Ona gönül veren gafillerin so­ nu pişmanlıktır. Dünya fani yani geçicidir. Halini ebedi olarak de­ vam ettiremez. O sana bağlansa da sen ona bağlanamazsın. Ölüm dünyadan kurtulmak ve tehlikelerden emin olmaktır. Onu terk etmek cennete varmaktır. Akıllı insan dünyayı tanır, öl­ meden evvel onu terkeder, noksanlarım anlar. Hem ahirette hem de dünyada saygı değer bir kul olur. Dünya öldürücü zehiri olan fakat sokması yumuşak olan bir yılan gibidir. Onun süsüne aldanan gafil, yüz çevirerek terkeden ise akıllıdır. Dünya bedenleri eskiten amelle­ ri yenileyen bir viranedir. Kendini seven ondan kaçar, dünya da onun peşinden koşar. Dünya bir tabak bal seven de sinek gibidir. Dünya zehirli meyvaya benzer ki onu yiyenin akibeti malum olur. Sahibine asla vefa etmez. Nimetleri geçici, ahvali değişicidir. Ey tnsan! Eğer ölmeden evvel dünyadan vazgeçersen ölüm anındaki gi­ dişin emin olur. Dünyaya ve ona kul olanlara güvenilmez. Çünkü onun ehlinde ne vefâ ne de sefâ vardır. İstenene kavuşmanın yolu sıkıntı evinden geçer. Fitnelerin başı mihnet ve sıkıntıların temeli dünya sevgisidir. Baki aleme talib olan fani alemden geçer. Bakiyi istersen fani olanı ver. Dünyanın sıhhati demek gerçekte hastalık, zevk ve lezzetleri de elem ve kederdir. 206

MARİFETNAME

Kendini bilen insanın yine de bu fani dünya Ue nasıl olup da ünsiyet peydah ettiğine ne kadar hayret edilse yeridir. Çünkü onun sonu yokluktur. Eşyanın rağbeti dünyaya, mutluların rağ­ beti ise akıbet âleminedir. Dünyamn ahvali sallantıda olup mülkü değişmektedir. Onun fazlalığı azlık, izzeti aşağüık ve zelil olmak­ tır. Akılsız ve cahil dünyayı seven ve onu seçen, akıllı ise onu ka­ bul etmekten ar edendir. Ey İnsan! Dünya işlerinde cahil, din ile ilgili işlerinde akılb ol. Bâklyi bulan fâni ile bir olmaz. Şehvetleri artan tertemiz olur. Belâlardan kurtulur. Dünya, kaçana gelir. Onu idrak eden ondan uzaklaşır. İhtiyacınız arz yeri Hakk’ın kıblesidir. Hak varken halkdan isteyen mahrumiyeti hak eder. Dünyayı terkeden huzur ve izzeti dünyayı seven de elem ve zilleti bulur. ölümü hatırlayan dünyaya aldanmaz, hırs ateşi benliğini sar­ maz, dünyaya meyletmez. Onu terkeden nefsine hürriyet verir. Rabbinin rızasını kazanır. Cenab-ı Hak kendisi için bir şeyi terke­ den kuluna ondan daha hayırlı bir şeyle karşılık verir. Dünyayı bilene onun elem ve musibetleri hiç gelir. Kim mevlâsma hizmet ederse dünya da ona hizmet eder. Kim dünyaya kul olur ve ona hizmet ederse dünya da onu kendi hizmetinde kullanır. Dünya kendisinden zevk alana üzüntü verir Ey İnsanlar! Doğurduklarınız toprak için, inşa ettiğiniz evler de yıkılmak içindir. Kardeşim! Dünya senin gölgene benzer, ondan kendini koru. Eğer onu kovarsan kaçar. Sen durursan o da durur. Kaçarsan peşine takı­ lır. Dünya, kendine yetecek kadarla yetinen için bitmeyen bir ha» zinedir. BEYT: Ey kanaat, beni zengin eyledin Fakat ardında bir nimet bırakmadın. Dünya ibadet eden için ganimet, ibretle bakan için hikmet mânasını idrak eden için selâmet yeridir. Dünya bağlanana sıkıntı ve işkence bırakana da nimet ve lez­ zet verir. Ahiret ise sevinç ve saadet mahalli olup ulu hazretân İlâ­ hi huzurudur. 297

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ

KISIM: 4 DÜNYANIN HAKİKATİ VE KANAATİN NASIL OLDUĞU İLE KANNATKARIN RAHAT VE SELAMETİ Ey Aziz! İnsanın ölümünden evvel ki şeyler ister iyi isterse kötü olsun dünyadan sayılır. Rasululleh S.A.V. dünyayı yerdiği zaman hayırlı olanları ondan istisna etmesinin sebebi de budur. O, şöyle buyuruyor: «Dünyada ve ondaki şeyler lanetlenmiş (nıcl'un) tir. Fakat, Allah’ı zikretmek, Kur’an okumak. Allah için konuşulanlar ve Al­ la hiçin yapılan âmeller ,haller vc işler bundan müstesnadır, (ya­ ni İane ilenmemiş tir.)» Esasen bu mel’unlardan ayn tutulan şeyler de bu âlemde ol­ duğu için dünyadan sayılır. Bunlar öldükten sonra da kul ile be­ raber kaldıkları için dünyadan ayn tutulmuşlardır. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Sizin dünyanızdan bana sevdirilen 3 şey vardır : 1 — Kadın

2 — Güzel koku 3 — Göz nurum olan namaz.» Rasululleh bu hadisinde namazı dünyadan sayıyor. Çünkü onun kılmışı ve hareketleri dünya gözü ile görülebilmektedir. Bütün bunlar meyvesi öldükten sonra alınacak her şey ahlretten sayılmış olup nıel’un dünyadan değildir. Bunların lezzet ve tadını almak bu dünyada almak mümkün olduğu halde kendileri ile ahiret bilindiğinden, ahiretlen sayılmışlardır. Hatta bunlar kullann manen övülmelerine sebep olurlar. Esas dünyalıklar, dünya­ da verdiği lezzet çok olan, fakat buna karşılık alıirelte meyvesi olmıyan şeyler dünyadan ve dünyalık sayıldığı için bunların içine her türlü büyük küçük günahlar .işlenen kötülükler, ihtiyaçtan fazla olan mubah vc şüpheli şeyler girer. Bunlann hepsi yerilen ve lanete uğrayan dünyadan sayılırlar. İfade ettiğimiz bu iki guıub arasında bir de 3. bir gurub var­ dır ki, bunlar aracı durumundadırlar ki bunlar arasında yiyecek­ ler, giyecekler, içecekler, kadınlar, mal arzusu, mesken sahibi ol­ mak, tarla, bahçe v.s. şeylerden ihtiyaç mikdan olanlar girer. Bun­ lar ikisi arasındadırlar. Ancak ahiret onlarla kazanıldığı için ahi208

MARİFETNÂME

retten sayılmışlardır. Bu durumda diyebiliriz ki bir kimse bunlar­ dan yan yarıya doyacak kadar yese ve içse, ihtiyacı kadar giyinse, güzel bir müslüman kadınla evlense ve onunla yetinse, namusunu ve ailesini koruma kiçin yetccek kadar bir ev, tarla v.s. gibi şeyler­ den de ihtiyacı kadar alsa, geçimi için hilesiz ve doğru icra edeceği bir san’atla uğraşsa, dürüst ve insaflı bir tüccar olsa da ticaretle uğraşsa, boş sözleri terkedip hayır söylese, faydalı ilim öğrense ve dini ilmihâl bilgilerini bilse bütün bunlardan dünyevi lezzetler ala­ cağı gibi Allah’ın rızasını da kazanır. Böylece dünya lezzetlerinden nasibini aldığı gibi ahiretine de hazırlık yapmış olur. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Midenizin yarısını yemek ve su ite doldurunuz. Çünkü bu Peygamberlikten bir cüzdür.» Ey İnsan! Bütün bu anlatılanlardan öğrendik ki lanete uğrayan ve ye­ rilen şeyler seni ahirete hazırlıktan alıkoyan ve seni Allah’tan uzak­ laştıran şeylerdir. Allah’a yaklaşmak ve ona ibadet ve itaatte sa­ na yardımcı olan herşey görünüş itibarıyla dünyadan sayılsalar da esasen din işlerinden kabul edilmişlerdir. Kâmillerden bir zat diyor ki : «Seni Allah'tan alıkoyan herşey dünyalıktan sayılır.» Kullarına doğru yolu gösteren Cenabı Hak dünyanın hakika­ tinin beş şey üzerinde olduğunu bildirmiştir. Bu hususu geçen ayetlerde bildirmiştir. (Bak : Al-i İmran Suresi, Ayet: 14, Hadid Suresi, A : 20) Bu ayetlerde geçen şeyler esasen yerilmiş olup hayırda kulla­ nıldığında* ahiretin kazanılmasına vesiledir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «İki kişi vardır ki onlara gıpta edilir : 1 — Allah'ın kendisine verdiği mal gecc-gündüz harcayan kimse. 2 — Allah'ın kendisine verdiği Kur'an ile gece gündüz âmel eden kiıme.» «Salih kul için lıelâl mal ne güzeldir.» Bu hadislerden anlıyoruz ki esasen hayır ve şer yani iki ya­ da kötü malda değil insanın kendisinde olur. Eğer kul malı ^yırdan kazanır hayra harcarsa hayır olacağı gibi şerden kazanır 290

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ şerre harcarsa da şer yani kötü olur. Bu ayet ve hadisler gösteriyor ki yerilen ve mel’un olan şey Allah katından uzak olan dünyadır. Çünkü, boş sözler, işler, haddi aşan süslenme, övünme, mal toplama v.s. gibi şeyler, insan kalbini Allah’tan uzaklaştırdığı için mezmum şeylerden sayılnlar. Resulullah S.A.V. in ümmetini bahçe, tarla edinmekten menetmesinin sebebi de budur. Çünkü insanların yaratılış gayesi onlar değil Al­ lah’a ibadet etmektir. İbadetin sırrı da kalbi her türlü dünyevi şey­ lerden uzaklaştırıp Allah’ı zikrine vermektir. Tarlalar ve bahçelere sahip olan kimse ise bütün gecesini ve gündüzünü orada çalışmaya harcayacağından, kalbi türlü düşün­ celerle dolu olur. Irgatların, bahçıvanlar, bakıcılar, hizmetçiler na­ sıl çalışıyor? Onlar acaba kendisine sadık mı yoksa ihanet içindemidirler? Malına güzel bakıyorlar mı yoksa çalıyorlar mı? Bütün bunlar bir kalbin meşguliyeti için yeterli sebep değil midir? Bu de­ rece üzüntü, endişe ve düşünce dolu bir insanın hakka tam mana­ sıyla ibadet edeceği nasıl düşünülebilir? Kişiyi Allah’tan alıkoyan herşey ,ticarette olsa, sanatta olsa aynen tarla gibidir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Benim nazarımda mü’minlerin en sevgilisi hazzı hafif yani bekâr olan, namazı çokça kılan, çokça oruç tutan. Rabbine gizli ve açık güzelce ibadet eden, insanlar arasında şöhretli olmayan, ye­ teri kadar nzkı olup ona sabreden kimsedir. Onun her isteği ve her zevki hazırlanmış olup enirine âmâdedir.» MANZUME Bu bedenin mülkü elden çıkmadan Günlerin devri (zaman) ol hisarı yıkmadan. Suret ve mânâ her ikisi yar iken Alemlerin ikisi de elde var iken. Dünya sevgisi zamirinden gider Ta ki alasın sevgilinin âleminden haber. Nûr ve karanlıktan yoğurmuşlar seni Ruhunu nur bil karanlık bu teni. Tenin isteğidir yemek, içmek, mülk ve mal Ruh’un temennisidir Cemâl-i cül celâl. Şüphe yok, alçak yeri alçaklar sever Yani ki ten dünyayı can Mevlâyı sever. Sen âlemin canı hem sultanısın Korkulur ki tenne mağlub olasın. 300

MARİFETNÂME

îki deryâ (dünya ve ahiret) seni aç gözün Câ.m-ı Cemsin hiçe sayma kendözün, (kendi özünü) KISIM : 5 DÜNYANIN HİLEKAR VE ALDATICI OLUŞU KANAAT ETMENİN ONUN HİLESİNDEN KURTULMAK DEMEK OLDUĞU Ey Aziz! Dünya aldatıcı bir kadın misâli her zaman seninle olduğunu göstererek seni tuzağına düşürür. Sen de onunla ebedi olarak bir olacağını zannedersin. Bilmezsin ki geçen gündüz ve geceler dünya senden kaçmakta ve uzaklaşmaktadır. Zamanın na­ sıl geçtiğini anlıyamaz da dünyamn seninle beraber olduğunu sa­ nırsın. Hayat, her zaman için var olan bir ırmak misâli var kabul edilir. Halbuki o akıp gitmektedir ki bunu da ancak kalb gözü açık olanlar görebilir. Ey kalb, kim dedi sana, dünyada karar eyle Ve de kıymetli canını karanlıklarda mahpus eyle. Dünyanın bir kadına benzediğini ve aldatıcı olduğunu söyle­ miştik. Evet, o öyle bir kadındır ki önce seni kendisine aşık eder, sonra da senden kaçar ve seni yok etmeyi arzu eder. Dünya, kendi ayıplarını gizliyen süsleriyle erkekleri kendisine bağlayıp sonra da onlara olmadık eziyet ve işkenceler veren ihti­ yar bir kadına benzer. Onun görünüşüne aldanan cahiller sonra­ dan hataların ıanlarlar fakat o zaman da iş işten geçer. Bu piş­ manlık onu elem, keder ve hasret içinde bırakır. Dünya denilen ihtiyar kadın kendisine misafir olana aman vermez, rahat bırakmaz ve adeta ne yapacağım bilemiyen şaşkın hâline getirir. O noksan ve ayıplarım ört üile örtüp erkekleri kan­ dırmak için arz-ı endam ederek yürür. Onun bu hâlini görenler ona bağlanır ve onu arz uederler. Kişi ona yaklaştığı zaman üze­ rindeki perdeyi kaldırarak bütün çirkinliklerini meydana vurur. Artık onu istiyen kimse büyük bir pişmanlık ve hasret içinde kalır. Büyük âlim İmam-ı Gazali bu hususta şunları söylüyor: Nefsini, ve Rabbini unutan nefis öyle bir hacı adayına benzer ki, o nefis yemeklere ve süslü elbiselere aldanmış, kâbeye varan yoldaki konaklarda eğleniyor olup bindiği hayvanı yemliyor, onu süslüyor ve ona türl ütürlü envai çeşit palanlar takıyor, suluyor, türlü otlar yediriyor. Hacca giden kafile yola çıkıyor fakat onun için bu bir şey de301

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI IIZ

ğiştirmiyor. Kafile uzaklaşıyor. Çölde yalnız kalıyor fakat yine de kendisinin yırtıcı hayvanlara yem olacağını idrâk edemiyor. Ahiret yolcusu olan insan da bu yolculuğundan gafil olur da kendini dünyevi lezzetlere ve zevklere verirse hâli aynen o hacı adayının hâline benzer. Ne yapacağını bilmez yolunu şaşırır. Ya­ ratıldığını unutur. İbâdet, tevat ve yaratanını tanımaktan uzak­ laşırsa huzur Kâ’besinden uzak kalır. Kafileyi kaçırır. Nefsinin ve şeytanın elinde mahkûm ve mahpus olur. Akıllı o kimsedir ki, kısa eme İli* olur, kendisinin dünyevi İşin­ de asla dertlenmez. Bugününden, yarınını düşünerek ibadete ağır­ lık verir. Kendisine kâlı gelecek mikdardan fazlasmı arzulamaz. Said (mutlu); yaradılışının gayesini bilir. Kendisini Allah yo­ lundan uzaklaştırarak heışeye yüz çevirir. Allah’ı bir an bile unut­ maz. Dünya işlerinden ancak kendisine yetecek kadarı için çalı­ şır. Şaki (mutsuz) ise; şehevi arzularına mahkûm olmuş, yemek, içmek,s üslenmek ,cima’dan başka birşey düşünmez. Bu istekleri­ ne kavuşmak için de ibadeti terkeder, ticaret v.s. gibi işlerde bü­ yük bir gayret ve şevkle çalışır. Nefsi ve şehevî arzularının esiri olmak böylelerinin kalblerini köreltmiş ve onları hayvanların de­ recesine düşürmüştür. KISIM: 6 DÜNYA SEVGİSİNİN ALLAH’IN HUZURUNA ÇIKMAYA ENGEL OLMASI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Dünya sevgisi .insanı Allah’a olan bağlılık ve sevgisinden, iba­ det ve taatından uzaklaştırır. Buna mani olmak için de aradan dünya sevgisini kaldırmak gerekir ki hüda zühd ve takva ile müm­ kün olur. Zühdün önemi şurdan ileri geliyor : Kul dünyayı sever ve ona bağlanır, bedenen dünyalık için ça­ lışırken, kalben de onu düşünür ve onun hayâlleri benliğini sarar. Ancak bu hâl kulun ibadet, ihtilas ve huzuruna mânidir. Zira dün­ ya ile ahiret bütünüyle birbzirine zıt olan şeylerdir. Onlardan biri­ ni memnun eden kimse diğerini darıltmış olur. Bu doğu ile batı noktalarına benzer. Birine ne kadar yaklaşırsan diğerinden o ka­ dar uzaklaşmış olur. İslâm büyüklerinden Ebud Dcıdâ diyor ki:

«İbadetle ticareti uzaklaştırmaya çalıntıysam da aralarını bu* 302

MARİFETNÂME

lanıadım. Bcıı dc ticnıcti bırakarak ibadete döndüm. IIz. Ömer R. A. diyor ki: «İbadetle ticareti benden başka biri için bir araya toplamak mümkün olsaydı, onlar önce benim için toplanırlardı. Cenabı Hak bana hem yumuşak huylu olmayı hem de kuvvet ihsan etmiştir.» Peygamberimiz buyuruyor ki : «Dünyasını seven ahiretinc ,ahirctini seven de dünyasına za­ rar verir. O lıalde siz baki (kalıcı) olanı fani (geçici) olana tercih ediniz.» Ey İnsan! Artık düşün ve idrak et ki, bedenin dünyalık için çalışırken kalbin onun arzusuyla dolu ptaşarken sende ibadetin ve huzurun eseri kalır mı? Bilki zühd dünyadan yüz çevirmek demektir. Bunun tersi dün­ yaya bağlanmaktır. Zühd insanın iradesinde olan ve olmayan di­ ye kısımlara ayrılır. İradeye dayanan zühd irade dışı olan zühde bir başlangıçtır. İrade dışı olan zühd insanın kalbinden dünya sevgisinin çıkması ve dünya arzusunun sönmesidir. Eğer kul kendini dünyadan uzaklaştırmayı gaye edinir de bu hususta iradesiyle yapabileceğini yapar .elinde olmayan dünyalı­ ğa koşmaz ve onu kalbden istemezse iradesinin dışında olan züh­ de de ulaşır. Bunlar içinde en zoru da şüphesiz kalbden dünya sev­ gisini söküp atmaktır. Çünkü nice zâhidler vardır ki, bedenen za­ ili, görünüşte dünyaya soğu kve ondan kaçmakta oldukları hal­ de kalben dünyalıkları istemekte ve dünyayı sevmektedir. Demek oluyor ki zühd nefisle yapılan büyük bir savaştır ki bu gerçek sa­ vaştan daha büyüktür. Dünyadan soğumaya sebep olan en müessir çare, dünyanın insanı helak eden bir belâ olduğunu bilmekle olur. Ariflerden bir zat diyor ki: «Dünyanın cefâsı çok, zenginliği az, faniliği de çabuktur. Onun ortaklarının hasis olduklarını gördüğümden dünyadan vaz­ geçtim.» Bu sözleri duyan bir kâmil şöyle diyor: «Bu sözlerde dünyaya bağlılık kokusu var. Çünkü bir kimsenin ayrılmasından şikâyetçi olan kimse onun yeniden gelişini isti­ yor demektir. Ortaklan kötü olduğu için bir şeyden vazgeçen kim303

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ

5e demek onu yalnız bulduğunda istiyecektir. Dünya Allah’ın düş­ manıdır. Allah’ı seven onun düşmanına düşman olur.» FARSÇA MAZUME Bu şarabdan vazgeçersen bir kaç gün Cennet-iH uld’un şarabını bulursun. Bir iki gün çoktur, dünya yalnız bir saat Dünyayı ter kedersen sen, rahata erersin. Kâmillerden bir zat dünyamn pis bir leş olduğunu ve onun sonunda bozulmaya ve yok olmaya mahkûm olduğunu söylüyor. Evet dünyamn dışı çeşitli süslerle, kokularla ve altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerle süslü olduğundan insanlar onun dış gö­ rünüşüne aldanıyorlar. Zâhidle rdünyayı terkederek onun şer­ rinden emin olurlar. Esasen dünyanın haramından yüz çevirmek bütün mü’minlerin ifa etmeleri gereken bir farzdan, helallerden vazgeçmek fazi­ lettir. Dünyamn helâli ölü, haram da ateş gibidir. Heâlâ ancak mecburi hallerde yenir. Bunu bir misâl ile şöyle ifade edebiliriz: Bir kimse tatlı yapsa ve yaptığı tatlının bazı yerlerine öldü­ rücü zehir koysa ve orada bulunan iki kişiden biri onun tatlıya ze­ hir koyduğunu görse diğeri görmese sonra tatlıyı yapan kimse iki süslü tabağa buta tlıdan koysa da onlara takdim etse, tatlıya ze­ hir koyulduğunu gören adam bu tatlıyı yer mi? Elbette yemez. Diğeri ise tabağın güzelliğinden de hoşlanarak lezzetle tatlıyı yer. Diğeri ise onun bu hâline hayret eder. Çünkü onda öldürücü ezili­ rin olduğunu bilmektedir. Sonra zehir sebebiyle tatlıyı yiyen ölür gider. Gerçi dünyanın belâsı bu derece öldürücü değildir. Ancak onda da tükürük ,balgam v.s. tiksinilecek şeyler vardır. Ondaki bu pislikleri gören kimse tabü ki ondan uzak durur. Yalnızca ih­ tiyaç duyduğu zaman ihtiyaç kadar alır. Onun bu pisliklerini göremiyenler elbette ona bağlanır ve onun süslü görünüşüne aldanır. Bu misâl gaflet ehli ile basiret ehli arasındaki farkı ortaya çıkarması bakımından mühimdir. İn­ sanlar yaradılış itibariyle her ne kadar aynı iseler de ilim, gaflet, basiret, tabiat ve ahlâk yönünden değişik hallerdedirler. Gâfil olan eğer zâhid gibi tatlının zehirinden haberdâr olsaydı ondan uzak­ laşır ve yemezdi. Bu farklar ıanlanıak ancak basiretle olur yoksa tabiatle olmaz. 304

MARİFETNÂME

KISIM: 7 DÜNYANIN VE DÜNYA EHLİNİN MÜ’MİNE DÜŞMAN HUZUR VE TAATE ENGEL OLMALARI Ey Aziz! Bir mü’min’in kendisini Allah’a, ibadet ve taatten alıkoyan şeylerden sakınması en önemli bir işdir. Bununla ligili olarak şu üç husus gözden uzak tutulmamalıdır. 1 — Sen ya basiret ehlinden ya da fetânet ehlindensin. Bu halde dünya, sana ve Rabbine düşmandır. 2 — Sen gayret, ibadet ve himmet ehlindensin .Bu halde dün­ yanın kötülüğü sana yeter. Çünkü dünyayı düşünmen ve istemen senin ibâdet etmene mani olur. 3 — Sen yahutta câhi ve gâfil ehlindensin; bu halde ibade­ tin olmadığı gibi gayretin de yok. Bu durumda bilmen gereken hu­ sus dünyanın geçici olduğudur. Çünkü sen ondan aynlmasan da o senden ayrılacaktır. Böyle sonu olan, fâni bir varlığı elde etme­ ni nsana kazandıracağı ne gibi faydalar olabilir ki? Ey İnsan! İnsanlardan uzak dur, uzlete çekil, eğer insanlara karışır da onlarm âdetlerine ayak uydurmaya kalkarsan, onla rsenin kal­ bini bozar ,hâlini kötüleştirir ve ahiretlerini mahvederler. Eğer onlara karşı çıkar ve dediklerini yapmaz .isteklerini yerine getir­ mez ve hakkı söylersen onların bir çok eza ve cefalanna maruz ka­ lırsın. Dünya işlerin aksar, düşmanlıklarından emin olaamdığın için sana nasıl bir düşmanlık beslediklerini merak eder ve bunu düşünürsün. Eğer seni övseler ,sana saygı gösterseler ve hürme tetseler o zaman da kibirlenir, benliğe kapılır ve gösterişe dalarsın ki bu da senin için bir fitne olur. Senin aleyhinde konuşsa .kötülese ve yer­ seler o zaman da çok üzülür, elem ve kederiçindekalırdın. Şu halde övmekte yermekte insanı helâk eden iki sebepdir ki bunlardan sakınmak gerekir. Ey însan! Kabre girdikten üç gün sonra insanların sana karşı olan tu­ tumlarını, senden nasıl yüz çevireceklerini ,seni kısa zamanda na­ sıl unutacaklarını bir düşünebiliyor musun? Onlar artık seni ha­ yırla anmaz ve ruhunu şad etmezler. Onlar sanki seni hiç tanımamı§» görmemiş ve bilmemiş olurlar. Artık anlarsın ki orada senin305

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ

le Allah arasında başka kimse yoktur. Zira Cenabı Hak (Siz nerde olursanız olun, Allah sizinledir» buyuruyor. Artık insanlarla vakit geçirmenin ve Allah’a ibadetten uzak kalmanın size neler kaybet­ tirdiğini ve seni ne biçim zararlara düçar ettiğini anlıyor musun? Her neyse akibetin Allah’a dönmektir. Zira yaratan da yok eden de odur. Ey İnsan! Artık nefsinden ne derece sakınman gerektiğini onun ne de­ rece adi, rezil, bozuk nlyyetli olduğunu anlamalısın. Çünkü nef­ sin, şehevi arzuların galeyanı halinde azgın bir deli, hiddetinin ga­ leyanı halinde de azgın bir canavara benzer. Belâ ve musibet anın­ da mazlum bir çocuk, nimetlere garkolduğu zaman da bir firavun olur. Salim bir akıl ve mütefekkirâne düşünecek olursan dünyamn ne derece adi ve alçak birşey olduğunu görür ve anlarsın. Onu bü­ yük bir arzu ve hasretle koruyan ve korumak isteyenler aynı has­ ret ile dünyayı terkederler. Eğer sen dünyanın faniliğini düşünür, kalbi meşgul ettiğini ve böylece İnsanı büük bir üzüntü ve sıkıntı içindeb ıraktığım anlarsan kendini onun tuzaklarından kurtarma­ ya çalışırsın. Artık dünyadan seni Allah’a kavuşturacak ibâdetle­ rin için yeteri kadarın ıalır, süslerini ve nimetlerini bırakırsın. Ona bağlanmaktan vaz geçer, Allah’ın huzuruna gitmeyi istersin. İn­ sanların vefasız olduğunu ve sözlerinde durmadıklarını, zararları­ nın faydalarından çok olduğunu bilirsen onlara olan sevginden vaz­ geçer ve onlardan uzak yaşamak İstersin. İnsanlarla olan müna­ sebetlere ateşten sakındığın gibi sakınır kendini Allah’a ibadet ve taate adarsın. Kendini Allah'a verir, onun manevi zevkini tadar­ san insanlar neyine gerek? Ona ibadet eder, kitabını okur, onun zikri ve fikri ile meşgul olursun. O zaman da senin için en büyük yardımcının Allah ol­ duğunu bilirsin. İnsanlardan ne kadar uzaklaşırsan o kadar Al­ lah’a yakın olur, hem dünyada hem de ahirette mes’ud ve bahti­ yar olursun. Bu derece kemâl kazanınca şendeki nefsi emmârenin çeşitli kötülükle İnsanı aldatan bir aldatıcı olduğunu görür, az yer, az uyur ,az konuşur, insanlardan uzak yaşar ve böylece nefsini ha­ kimiyetin altına alır ve onun sana yapacağı düşmanlık ve zararardan emi nolursun. Kâmillerden bir zat diyor ki: «Bizim saadet sermayemiz açlıktır.» Bu demektir ki tevekkül, marifet, muhabbet, şevk, hikmet, 306

MARİFETNÂME

ilim, selâmet, rıza, hidâyet, inâyet, sünsiyet, kerâmet, becd, sabır, huzur v.s. gibi güzel vasıfların hepsi açlık sayesinde elde edilir. Bu husus ilerde derinlemesine izah edilecektir. MANZUME Olan ve yok olan âlemin şanıdır fena (yokluk) Bu şeş cihette gayr-ı taalluk nedir ona. Çaresizdir o dilki, eder çarha ittika Serkeştedir o kim ola bâlini âsiyâ. Yoktur vefa insanlarda hi çetine itaat Sanû gönülden eyle hemen hakka ittika. Kalbin mukayyed eyleme sinek avına kim Anka hem aşiyanedir o’la şikar ona. Hakkın nuru olur, çû gıda ruha dem bedeni Ekmekle suyu ona yükleme ,olmaz ona gıdâ. Dil (gönül) verme bu hayata sakın etme itibâr Ki sende âriyettir, am hem alır Hûda. Ver Hakka bu emâneti, sen zinde ol (yaşa) ebed Âb-ı bekail doludur, kâse-i fenâ. İrade ile öldür amel ve arzuları Kim tabii yaşamayı Eflâtun eder edü. Birdir iki cihan ve bir ayinedir hemân Sırtı bu âlem oldu, yüzü âlem?i lika. Bu santi firkat, olmuş, o semti cihân-ı vasi Bu yanı zulmet (karanlık) olmuş o yüzü kamer ziya. Bu yüzde sıkıntı keder ,öbür yüzde zevk-i cân Bu yüz kamu kuduret ve ol yüz kamu safâ. Dâreyni Hak bir anda niçin vermez âdeme Ger vehm olunsa bu hâl ona bu düşüncedir hatâ. Gece gündüz birleşmez ,bir zaman içinde kim Zuhmet ve nurun cem’i değil mümkün ve revâ. Hakkı fani cihana gönül verme, fâni ol Ta âlem-i bekada bula can ve dil beka. KISIM: 8 DÜNYADAN, EHLİNDEN VE NEFSİNDEN GEÇEREK ALLAH’A DÖNMEK Ey Aziz! Cenabı Hak, dünyadan, dünya ehlinden ve kendi nefsinden geçerek Allah’a yönelen kuluna marifet ve muhabbet ihsan ederek 307

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ

onu hürriyetin huzuru ile hür ve şâd eder. Ondan razı olup kendi­ sine Cennet bahçelerinden bir bahçeyi ihsan eder. Yine Cenabı Hak, Allah’ını unutan ,zikri ve fikri terkeden, dünyaya ve onun heline gönül veren nefsine büyük bir itaat ve sevgi ile bağlanan kimse üzerindeki yardım vc ihsanını çeker ve onu kendi hâline bırakarak kahıu perişan eyler. Onu dünyada la­ kap ahirette de hadab (Cehennem odunu) yapar. Rivayet olunur kİ: Hz. Mûsa devrinde, vilayetimiz olan Erzurum’un güneyinde Büyük Ejder (İreli Sufûh) tepesinde yalnız yaşıyarak inzivaya çe­ kilen bir veli vardı ki o öyle bir kemâl derecesine ermişti ki, bak­ tığı zaman Arşı görürdü. Ancak bir kusuru vardı ki Cenabı Hak o kusuru yüzünden ondaki marifetini kaldırdı ve onu huzurundan kopararak köpeğe benzetti. Beram’ı Ba’uı* adındaki bu adamın kusuru dünyaya ve dünya ehline bağlanmış ve bu hâliyle Hz. Mûsa’ya karşı çıkmıştı. Kur’an da o şahıs hakkında «Onun gibileri (aynen onun gi­ bi) köpeğe benzer.» buyuruyor. Cenabı Hak onu öyle delâlete dü­ şürdü ki baştan onun meclisinde 12.000 tane talebe onu vazlarmı divit kalemlerle yazıyorlardı. Ancak sonunda Allah’ın inayetini üzerinden çekmesiyle helâk olmuş ve ilk defa «âlemin yaratıcısı yoktur» diye kita pyazan adam olmuştur. Allah cümlemizi delâlete düşmekten muhafaza eylesin. Ey İnsan! Bu misâli düşün ve dünyanın ne derece pis ve bayağı birşey olduğunu ve kendisine bağlananları ne büyük belâ ve musibetlere düşürdüğünü idrak et. Bu tehlikesi büyük bir iş olup dünya riya ve kusur mahallidir. Alla hise herşeyi görücü ve herşeyden haber­ dardır. Ona ibâdet ve kulluk et ki senin yardımcın olsun. Dünyayı onu sevenlere bırak. Zira onun belâsı aklın almıyacağı kadar çok­ tur. Kendini Allah’a ver .dünyaya bağlanma. Sen öyle bir yaradana kul ol ve rızasını kazan ki amelini ka­ bul etsin ve azim ve gayretinin karşılığım versin. Senden razı ol­ sun, seni severek hiç kimseye muhtaç etmiyecek şekilde sana yar­ dımcı olsun. Seni sevdiği kullardan sayarak muhafaza eylesin. Sen eğer işlediğin amelleri Allah nzası için değil de insanların nzasını kazanmak ve övünmek için yaparsan, dilediği zaman bü­ tün kalpleri değiştirecek kudrette olan Cenabı Hak senin razı et­ meye çalıştığın insanları senden nefret ettirir. Böylece Allah’ın ga­ zabına ve insanların da düşmanlığına mahkûm olursun. 308

marîfetnAmk

Ey İnsan! Sana ihanet eden insanları bırak ta seni yoktan var eden ve bütün mahluklar içerisinde seni tercih eden Allah’a dön, onu ibâ­ det et. Onun sayısız nimetleri seni mes’ud ve bahtiyar etmeye yet­ mez mi? Elbette yeter. Çünkü dünyaya ve insanlara yüz çeviren, nefsinin arzu ve isteklerine gem vuran kimse dünyadan uzaklaş­ tığı kadar kalben Allah’a yaklaşmış olur. Allah ile arasındaki per­ de ve engelleri kaldıran kimse her türlü müşkülâtını onun yardı­ mıyla hâlleder.

aotf

KONU: 3 İNSAN KALBİNİN MA’RİFET YERİ OLUŞU, KALBİN TARİF VE MAHİYETİ KALBİN HAL VE HUSUSİYETLERİ ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 İNSAN KALBİNİN MARİFET YERİ OLUŞU Ey Aziz! Ehlulla hdiyorlar ki: İnsan kalbi marifet yani Allah’ı bilmeve tanıma yeridir. Kim kalbini Allah’a çevirir ve ona bağlanırsa Cenabı Hak sevgi ve bilgisini ihsan buyurur. Bu hususta Kur’an’dan bazı ayetleri yazma lüzumu hasıl ol­ du : AYETLER «(Ey habibim), hani bir vakitler Rabbin Meleklere «Ben yer­ yüzünde bir halife yaratacağım» buyurmuştu.» (Bakara Suresi ,Ayet: 30) «(Habibim) kullarım senden beni sorarlarsa muhakkak ben onlara yakınım. Bana dua edenin duasını kabul ederim. Onlar da benim çağırmama koşsunlar, bana iman etsinler ki doğru yola ulaşsınlar.» (Bakara Suresi, Ayet, 186) «Allah’ın, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O’nun ka­ tında toplanacağınızı bilin.» (Enfal Suresi, Ayet: 24) «O zamanı an ki, Rabbin meleklere : «Ben kuru bir çamur­ dan şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım.» (Hicr Suresi, Ayet: 28) aGerçekten biz, Adem oğullarım (diğer hayvanlar üzerine) üstün kıldık. Onlara karada, denizde taşıyacak vasıtalar verdik,

310

MARİFETNÂME güzel rızıklarla üstün kıldık.»

rızıklandırdık

ve

yarattıklarımızın

bir çoğundan

(İsra Suresi, Ayet: 10) «Allah sizi (babavıız adem’i) bir topraktan, sonra bir nutfe* den yarattı. Sonra siz içil't çift yaptı.» (Fatır Suresi, Ayet: 11) «Siz hiçbir şey bilmezken Allah sizi analarınızın karnından çıkardı ve şükredesiniz diye kulaklar, gözler vc gönüller verdi.» (Nahl Suresi, Ayet: 78) «Muhakkak onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak alem­ lerin Rabbidir. «Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de odur.» Beni yedireli de, içiren de odur. Hasta olduğumda bana o şifa ve­ riyor.» Beni öldürecek, sonra da diriltecek odur.» (Şuara Suresi, Ayet: 78) «Allah’ın göklerde olan ve yerde olanları menfaatımz için bi­ rer sebepkıl dığını, açık ve gizli bir çok nimetlerini sizin üzeriniz­ de bol bol tamamladığını görmediniz mi?» (Lokman Suresi, Ayet: 20) «Yarattığı her şeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan baş­ layan odur. Sonra o, insanın neslini, bir nutfeden (sperm ve yu­ murtadan), hakir bir sudan yaptı. Sonra onu düzeltip tamamla­ dı. Bizzat kendi kudretinden ona ruh koydu. Sizin için kulaklar, gözler ,kalpler yarattı. (Bu, nimetlere karşı) şükrünüz pek az.» (Secde Suresi, Ayet: 7, 8, 9) «Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır, dedi.» (Saffet Suresi, Ayet: 96) «Habibim düşmanının gözüne bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı.» (Enfal Suresi, Ayet: 17) «And olsun ki insanı biz yarattık. Vc nefsinin ona ne vesvese­ ler verdiğini dc biliriz. Çünkü bi zona şah damarından daha ya­ kınız.» (Kaf Suresi, Ayet: 16) «Hazreti Muhammed (nıcleklik suretinde Cebrail'i) gözleriyle gördüğü zaman, kalbiyle de tanıdı.» (Necin Suresi, Ayet: 11) «Nerede olursanız olun, o sizinle birliktedir. Allah bütün yap­ tıklarınızı görendir.» (Hadid Suresi, Ayet: 4) “Ey habibim! De ki : «Size işitmeniz için bir kulak, görmeniz •Çin göz veren, duyup anlayabilmeniz için bir kaip vererek sisi ya­ 311

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ

ratan Allah'tır. (Böyle olduğu halde) Ona çok az şükrediyorsu­ nuz.» (Mülk Suresi, Ayet: 23) İNSAN KALBİNİN İRFAN MAIIALİ OLUŞU

Cenabı Hak (Hadis-i Kudside) buyuruyor ki: «Ben göklere ve yerlere sığmam i'akat mü’mın kullarımın kal­ bine sığarım. Ey İnsanoğlu; Kendinden sefer eyle ,ilk adımında beni bulursun, gizli sefe­ rinden yoksu ukalan zalıiı seferine tutulur vc onun benden uzakaşmasmdan başka birşeyi artmaz. Ey İnsanoğlu! İnsan bedeninde bir et parçası vardır ki adı kalbdir. Onun özünde ruh, onu niçirçdc sır vardır. Sırdan sonra nur ondan sonra da ben vardır. Kâinatı ve onda bulunanları ben yarattım. Benim insan sırnndan başka mekânım yoktur. Ey İnsanoğlu! Dünyadan yüz çeviren kimse ahirete, ahiretten de yüz çeviren ise bana döner. Baııa dönen kimse ise bedenden ruha ruhtan sır­ ra geçer, ondan sonra da bana kavuşur. Ey İnsanoğlu! Benim huzuruma ermek istiyen ne mülke ne melekuta ne de ceberuta bakar. Kim onlardan birine razı olursa gayesine vasıl ol­ maz. Çünkü miraç, dünya ile ilgili olan şeyleri ortadan kaldırmak ve benim likâm ile ünsiyet peydah etmektir. Benim cennet cchcnncnı, sevap ve ceza için olmıyan kullarım vardır ki ben onları muhabbetim için yarattım. Ey Kulum! Ben senin içinim, ya sen kimin içinsin? Ben seninleyim, ya sen kiminlesin? Eğer ncfsiııi bana getirirsen rızam, kalbini verir­ sen cemâlim seniıı için olur. Ey İnsanoğlu! Ben sizin şekil, süret vc güzelliğinize bakmam .Ancak kalblerinize vc niyyetlerinize bakarım. Eğer dünya sevgisi olmasaydı mü’min kulumun kalbi benimle beraber olur ve o kulum semânın melekûtunu (bilinmiyen âlemini) görebilirdi. Ey İnsanoğlu! Bana bir kanş yaklaşan kimseye ben bir adım yaklaşırım. Ba­ 312

MARİFETNÂME

na bir adım yaklaşan kimseye beıı bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana nâfile ibadetlerle yaklaşır ben de onu sever ve sevdiğimin işi­ ten kulağı, gören gözü ,konuşan dili ,tutan eli, yürüyen ayağı olu­ rum. Yani kulum benimle görür, benimle duyar, benimle konuşur, benimle tutar, benimle yürür. Kulum bana farz ibadetlerle yaklaştığıka dar hiç bir şeyle yaklaşamaz. Ey İnsanoğlu! Ben sana senin ayıplarını örterek yaklaşırım. Fakat sen ben­ den gâfil olur kaçarsın. Eğer kardeşlerin sende bir günah kokusu­ nun bulunduğunu farketseler senin yanında oturmazlar. Ben gü­ nahları örten vc hâlim olan Allah'ım. Ey İnsanoğlu! Sabahladığın zaıııan iki büyük ııimet arasında olursun. Bu nimetlerden hangisi dahi büyüktür? Bunu sen bilemezsin. Eğer benim senin hakkında bildiklerimi kullarım bilselerdi hiçbiri se­ ninle konuşmazdı. Fakat ben galûr ve Rahîm’im. Ey İnsanoğlu! (Yaptığın lıcr işte) eleminde, kederinde, sevinç ve izzetinde ben seninle birlikte idiııı. Her şeyinden haberdar idim. Sana bakı­ yorum. Senin dışında ve içinde olan her zerreyi murakabe etmek­ teyim. Seni her yandan kuşattım. Senin hem koruyucumun, hem de bütün işlerinde tasarruf sahibiyim. O halde bana (ve nimetle­ rine) şükret, ibadet eden bir kul ol, bana gel ve bana mütevekkil ol. Sen benden razı ol ki, ben de senden razı olayım Seni seveyim ve sana yeteyim. Her nerede olursan ol orada beni bulursun.» KISIM : 2 YÜCE ALLAH I BİLMENİN YERİ İNSAN KALBİDİR Peygamberimiz buyuruyor ki: «Rabbimi mutlak nur buldum. Şüphesiz ki ben onu gördüm.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz. O (yani kalbim) dai­ ma Allah ile huzurda bulunur.» «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki o anda mukarreb bir .meleğe itibâr etmiyeceğinı gibi, peygamber olarak gönderilen Ne­ biye de iltifât etmem. (O anda) yalnız Allah ile meşgul olurum.» «Ben geceyi Rabbinıin katında geçiririm. O bana hem yedirir, hem de içirir.» «Hak; Ömer’in dili ile söyler.» «Mü’min’in kalbi Allah’ın evi (Beytullah) dir.» 313

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

«Mü’min'in kalbi Allah’ın Arşıdır.» «Mü’min, mü’min’in aynasıdır.» «Mü’min’in kalbi yerlerden ve göklerden daha geniştir.» «Cenabı Hak mü'minlerin kalbine hayri ilham eder.» «Ey Ümmetim, Rabbiniz hepinizle orada tercüman olmaksızın konuşur.» «Bir işi yapacağın zaman öncc kendi kalbine danış, eğer kal­ bin sana o iş hususunda fetva veriyorsa yapın, çünkü onda hayır vardır. Kalbin yapman hususunda tereddüd ettiği şey kötüdür, insanlar fetva verseler de sen onu gene de yapma.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «Allah’u zül celâl her işte yumuşaklığı sever. Rahim olan Al­ lah, kalbe sohbetiyle (ve muhabbetiyle) bakar.» «Yeryüzünde kullarının kalbi, Allaİııı zül celâlin kabıdır. Onun için en sevgili olan kalb en yumuşak vc merhametli olanıdır.» «Allah sizin suret vc güzelliğinize bakmaz, fakat kalblerinize vc niyyetlerinize bakaı., «Şefkatli bir ana çocuğunun terbiyesine nasıl ihtimam gös­ terirse, Allahü zül cdâl dc kullarına, (annenin çocuğuna merha­ meti gibi) merhametlidir.» «Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını murad ettiği zaman onun kalbinde bir pencere açar ve şaşılacak nimetleri ile yücelik ve büyüklüğünün garibliklerini ona gösterir.» «Her mü’minin dört gözü vardır. Bunlardan ikisi başındadır ki onlarla dış işleri görür. Diğer iki gözü de kalbindedir ki onlarla da gaybe ait şeyleri müşahede eder. Allah, bir kulunun hayrını mu­ rad ettiği zaman, onun kalb gözünü açar.» «Kulların kalbi Rahman olan Allah’ın iki parmağı arasında­ dır. Onu istediği tarafa çevirir.» MANZUME Çû kalbe iner olur habib’in cemâlinin pertevi olur Görüne can gözüne bedr-i bâ kemâl habib. Ne iltifâtı kalır kâinat zevklerine Amn ki canda olur lezzet-i visâl-i habib. Ne itibar eder, eşkâl çûn hayâle o kim Hemşine dilde bulur, zevk-ı vecdû hâl-i habib. Ne iktiza eder âb-ı hayat o âşıka kim Mûdam kalbine dolmuş mey-i zülâl-i habib.

MARİFETNAME

Bu tuzak ve dâneye meyletmedi can bülbülü Ki oldu dilde giriftâr-ı zülf-ü hâl-i habib. İki cihanı getirmez hayâline asla O dil ki onda olur dembedem hayâl-i habib. Bulunmaz iki cihanda habibe misl-û bedel

Eğer ki her dü cihandır bize zilâl-i habib. Nevâl-i sureti neyler o mest i ruhani Ki oldu can muhabbetle pür-nevâl-i habib. Doğunca kalbin doğusundan ey Hakkı Nûcûmu mahv eder ol şems-i bi zevâl-i habib. KISIM : 3 KALBİN ESASI VE MAHİYETİ Ey Aziz; Ehlullah diyorlar ki: Kulların kalbi Hak Teâlânın nazargâh-ı olunca kalbi Allah’a gideceği yoldaki engellerinden (masiva) temizlemek, bütün taatlerden daha iyidir. Kalbine danışan insan nedamet ve pişmanlık­ tan uzak olur. Buna uymayan ve kalbine danışmayanın işi ise teh­ likelidir. Kalb; Rahman olan Allah’ın kapısıdır ve kul için Rabbi huzurunda duracağı bir yerdir. Beden ülkesinin hükümdarı ve kudret levhi kalbdir. Kalb ilâfiî marifetlerin kaleme alınarak yazıldığı yerdir. Kalb, insan ruhunun kaynağı, Allah’ın nazargâhı ve ruhun diğer bir adıdır. Kalb öyle şaşılacak bir şeydir ki insan aklı onu anlamaktan aciz kalır. Bedendeki kalb eğer doğru olursa bütün beden doğru olur. Zira bir ülke halkının rahatı ve refahı onlann hükümdarının rahat ve refahına bağlıdır. Onun şanı ve sevgi ve muhabbet olup muamelenin kalbe geçmesiyle organlar rahata erer. Ebdâllerin üstünlüklerinin sadece söz ve amelle olduğunu zannetme. Onların üstünlükleri ahvâlleri ve kalbleri iledir. Kalb; iman mabedi ve irfan menbaıdır. Nefs kumanda isteyen bir binek, kalb de tamir isteyen bir cânıiye benzer. Kabul sermâyesi olan kalb ne yazık ki zanlarla meş­ gul oluyor. Birlik ehlinin kalbleri muhabbet ve marifet taşıdır. Göz görür, kalbler müşâhade eder. Kalb rahat olsa duyular da rahat ve sıhhatte olur. Dünyada konakları geçmek nasıl binekle mümkün oluyorsa mâ'nâ konakaıs

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

lannın aşılması da ancak kalb İle mümkün olur. Selim kalbin kıb­ lesi Allah, adet-i ilâhiyesi razı olmaktır. Üç çeşit kalb vardır: 1 — İnsanı gözeten kalb 2 — Rızayı gözeten kalb 3 — Allah’a kavuşmayı gözeten kalb. 4 — Gönül bağında marifet çiçek ve güllerini koklamak, bir­ lik bahçesini seyr etmek, İlâhi aşkın tatlı nağmelerini dinlemek kadar zevkli bir şey olur mu? Hakkın nazargâhıdır kalb, onu sen benliğinden sil Çû oldu safi kalbin bil gerek mestânelik etmek. Dünyaya bağlanan kalb zarara uğrar. Mevlâya bağlanan kalb ise hem temiz hem de güzeldir. Gâfilin kalbi dünyaya, zâhidin kal­ bi ahirete, arifin kalbi de Allah’a bağlıdır’. Çok şefkatli bir arka­ daş olan kalbi korku ve tehlikede koymak zor bir şeydir. Çünkü ufak bir iz onda büyük olur. Kalbin Hak ile bedenin hak ile cusun. Hakkın kalbini istila ettiği kimseler halkın gözünden düşerler. İnsan kalbi Allah’ın sıfatlarını üzerinde taşır. Rahmet, adâlet, ihsan bu sıfatlardandır. Kalbin öyle acaip halleri vardır ki onun hallerini duyu organlan anlıyamaz. Çünkü mü’minin kalbi, Al­ lah’ın sıfat, isim ve nazarını taşır ki bu lezzet dünyanın hiç bir zevk ve nimetinde yoktur. MANZUME Gönül bu nağme-i pestinledir yüksek vücud Ya nefh-i sur onu sen, ya kıyamet-i mev’ud. Duymuşum ki nice halkın aldı canlarını O zevk-i lezzet-i âvâz-ı nağme-i Dâvud. Senin demin eseri aksidir onun nefesi Onunla ölür, hayy demenle her mevcud. İner cihana demâdem, deminle bûy-i hayât Bu demle ıtr i cihansın abirsin ya Ud. Değil nevâlann ey dil bu halk ve tenden Nevâlarmda döner mihrü mah, çerh-i kebûd. Cihanı tuttu çû efâs-ı tayyîbin ey dil Bu bahr-i zevke dalıp, Hakkı oldu hoş nâbud. KISIM : 4 KALBİN HAL VE VASIFLARI Gönül, kendisine hatıralar ve haller gelen bir kubbeye benzer. 310

MARİFETNAME

Gönül (kalb) . Dikilen bir hedef olur, her taraftan isabet eden oklar onu delik deşik etmiştir. Gönül karşısında şekil ve suretlerinin bulunduğu bir aynaya benzer. Gönül iç ve dış his ırmaklarının döküldüğü bir denizdir. Gönül bütün hikmetlerin kaynağı, san’atkârın üstadi olup onun ayıklığı gerçek ayıklıktır. Göz o uyanmadan uyanırsa iyi ol­ maz. Gönülün, beden gib iyorulması, zindeliği, sıhhati ve hastalığı vardır. Gönül, gaybm sırlarına muttali olacak bir surette yaratılmış­ tır. Midenin orucu, yemek içmekten uzak olmak, dilin orucu, boş sözlerden sakınmak, kalbin orucu fikirlerden ve vehimlerden uzak kalmaktır. Kalb boş ve dünyevî şeylerden boşalınca mevlânın hu­ zurunda bulunmanın lezzetini tadar. Göz, canlı varlıkları ve âlemi görür, kalb ise müşahede yeridir. Bu sebepledir ki körlük basiret­ sizlikten çok daha hafiftir. Hakka vasıl olan kalb ondan başkasına muhtaç olmaz. Bedenin nasıl görülen âlemi idrak eden duyulan var ise kalbin de gizli âlemleri idrak eden duyuları vardır. Çünkü kalbin gaybe ait şeyleri gayb kokularını alan burnu, iman lezzeti ile cennet ni­ metlerini tadabilen dili vardır. Akıl cevher, kalbin dokunma hissi yerinde olup, kalb onunla mş’külattan faydalanır. Gizli duyuların ruhlar âlemine açılması, bedenin dış duyularının durumuna bağlıdır. Kendisinde manevi değişiklikler olan kimsenin kalbindeki hikmet pınarlarından bir kısmı diline akar. Kalb her ne kadar bilinmeyen âlemin kaynağı ise de pınarları kanalında kapanmış, dış his nehirleri türlü bula­ nık hâllerle dışarı gelerek ona dolmuş ve orada toplanarak kok­ muştur. İşte dışardan kalbe dolan dış duyu nehirlerinin yolları kesilse bu kimsenin kalbinde oluşacak hikmet pınarları diline- dökülür. Artık bu kalb nurlann kaynağı ve sırların mahzeni olur. MANZUME

Gönül bu Allah evidir Gönüle gelmeyen Haktan uzaktır. Gönül mevlâ dergâhı olunca Ona yönelmek gerekli ve evlâdır. îlâhi mânâlar sarayı kalbdedir Tecelli hane vallahi kalbdedir. 317

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ [IZ.

Ne istiyorsun? Koş ondan iste. Hakkın ulu dergâhı kalbdedir. BEYİTLER Mertlerin kâbesi değil taş ve toprak Gönlü araki Allah evi odur ancak. Ey gönül her ne dilersen sensin ol Sen sana gel sende iste, sende bul. Hızır gibi âb-ı hayâtı zulmet-i tende ara Var seni yaratan mevlâyı sen sende ara. Gafilin gönlü (kalbi) karanlıktan daha dar, ârifin kalbi de arş ve kursiden daha geniştir. Bunda şüphe yoktur. Çünkü selim kalb insanın ruhudur. Emr-i Rabbanidir. Kalbi Allah sevgisi ve muhab­ beti dışındaki şeylerden temizleyen ârif insandır. Hem de cihana sultan olan bir insan. KISIM: 5 İNSAN KALBİNE CEVHER OLAN AKL-I MEADIN SINIRI VE HAKİKATİ Ey Aziz! Peygamberimiz buyuruyor ki: «Allah’ın kullannı süslediği şeylerin en güzeli akıldır.» Hz. Davud A.S. diyor ki: «Akıl; insana herşeyi unutturan ve Hakkın marifetine ulaş­ tırandır. Hevâ ise insana kendini unutturup, fânilere bağlıyandır.» Aklın sımn; fâniden uzaklaşmak, bâkiye kavuşmak, kendini ve Rabbini tanımak, kazaya razı olmaktır. Akıl, çok sadık bir dosttur. Her şeyden kendine bir ibret çıka­ rır. Kâmil insan çok akıllı, fakat az konuşandır. Akıllı İnsan akılsızın sevdiğine tenezzül etmiyen, dine ve âde­ te karşı gelmeyendir. Cenab-ı Hak sevdiği kuluna selim bir kalb, güzel ahlâk ve kuvvetli akıl verir. Akıllının dili gönlüne bağlanmış olup, aklın gayesi kişinin bil­ gisizliğini itiraf etmesidir. Akıl sayesinde çok alçaklar saygı değer, çok çirkinler güzel ah­ lâklı olmuştur. Biedeb (edebsiz) in aklı akılsızın dâ dini olmaz. Akıl, iki cihan sermâyesi ve fitrât nurudur. Akıl, nefsi arzularından keser, kalbi şüpheli şeylerden uzaklaş* tınr. Ruhu insanlardan ayırır.

MARİFETNAME

Ey İnsan! Akıl, sana bütün işlerin sonunu gösterir ve kâina­ tın defterini okur. O kalbin tamamına şâmil olan bir nurdur. Akil, insanın ruhu ve insan bedenine binen hayvanî ruhun süvarisi (bi­ nicisi) dir. Akıl ve kalb ruhanî ve semâvî, nefis ve beden ise topraktan ve mülkîdir. Yani bunların bir kısmı nurani, bir kısmı da zulmanidir. Kâinatın çevresinde dolaşan akıl, onu yaratanın huzurunda şaş­ kındır. Akıl, Allah’ın kulu ve güzel huyların sultanıdır. Onun dünya ile bir meşguliyeti olmaz. Akılın dışı susmak, içi sırlan gizlemektir. Akıl, kalbde nurlu ve ışık saçan bir gözdür. Akıla karşı çıkma­ nın sonu nedâmettir, pişmanlıktır. Akıllı; az konuşandır, hakkı söyliyendir, hakikati bilendir. İn­ sanlara hayırla ve güzellikle muamele edendir. Akıllı, kalbinden Allah’ın sevgi ve muhabbetinden başka her şeyi atan, nefsini terkederek Allah’a giden ve onun sevgilisi olan­ dır. Alâmeti Allah’ı zikir ve güzel ahlâklı olmaktır. Akıl, Cenab-ı Haktan gelmiş olup her türlü işlerin düzeni ona bağlıdır. Doğuşu ezeli nurdan olup batışı da yine eski nuruna dö­ nüşüdür. Akıl, Allah’ın dünyadaki gölgesi olup kudretli bir hükümdar­ dır. Allah’ın gölgesi olan akılın gölgesinden ayrılması nasıl düşü­ nülebilir? O sahibine tabi, insan ruhunun gizli tarafı, gönülde ışıl­ dayan bir nur ve lâtif bir cevherdir. Akıl; mevlânın gizli bir sırrı olup histen ve kıyastan daha yü­ cedir. Akıl, mevlânın veziri ve iki cihanın işlerini düzenleyen bir na­ zımdır. Akıllı kederlenmez, çünkü meydana gelen kazada bir ku­ sur olduğuna ihtimâl vermez. Akıl, Allah’ın bir rahmeti, hakkın hücceti, beden şehirinin va­ lisi, iyilik ve kötülüğü ayırdeden bir sultandır. Akıl, insan kalbinin hayatı, gayb âlemindeki sırlara tercüman­ dır. Güneş nasıl topraktan havaya çekiyorsa, akıl da aynı şekilde insan aklını bayağılıktan ve benlikten Allah’a doğru çeker. Dört unsur murid akıl ise onların piri yani yöneticisi, duyu organları asker, akıl ise onların kumandanıdır. Duyulardan han­ gisi akla muhalefet eder ve karşı çıkarsa akibeti perişanlık olur. Beden uyuşa bile akıl uyanık olur ve kendi âleminde seyahat eder. Akıl uzağı gören gözdür. Nuru dinin usulü olup şehvet ve öfkesi­ ne mağlûp olan kimsenin aklı görmiyen gözlere benzer.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Akıl, hem dünyada hem de âhlrette azizdir. Yüzü güzel fakat aklı az olanın hali kötü ahlâklı olduğuna delildir. Yüzü güzel aklı az olanın kalbi sıkıntı, düşmanlık ve kin ile dolu olur. Akıl, surete bakmaz ve sahibini ateşe atmaz. Kalbde gezen akıl güzelliğine hayran olup marifet devletine erer. Sevgi ve mu­ habbet şarabıyla sarhoş olur ve Allah’ın huzurundan muradını alır. MANZUME Akl-ı din ihtiyar edendir pir Esedullah oldu, cümleye pir. Akıl mal ve makama asla meyletmez Ayıp ve ârm yoluna girmez Akl-ı eş’ar dinde âr eyler Kizbu San’attan ol firar eyler. Kimseyi akl medhû zem kılmaz Akıl bir kimseye sitem kılmaz Hulk-i bed (kötü huy) den çû akıl âridir Pi’l-i bed (kötü iş) pes onun ne kârıdır. Akıl, din ve meada meyi eyler Bu umur-ı meaşı ol neyler. Akıl bir hace-i muhakkiktir Hakkı irfanda hem müdekkikdir. KISIM: 6 AKLIN KAYNAĞI VE RUHUN BAŞLANGICI OLAN KÜLLİ AKLIN ŞANI, ALLAH’IN LUTFU VE İHSANI Ey Aziz! Peygamberimiz buyuruyor ki: «Allah, âlemi yaratmadan evvel aklı yarattı. Ona «otur» bu­ yurdu, o da oturdu. Sonra ona «kalk» emrini verdi o da kalktı. Sonra ona «gel» diye emretti o da geldi. Sonra «dön» emrini verdi o döndü. Sonra «konuş» buyurdu, o da konuştu. Sonra «dinle» bu­ yurdu, akıl da dinledi. Sonra «bak» buyurdu, akıl da C. Hakka bak­ tı. Sonra «idrak et» buyurdu, akıl da idrak etti. Sonra «bırak» buyurdu. Sonra akıla şöyle hitap etti: — İzzet ve celâlim, yücelik ve büyüklüğüm, saltanat ve kud­ retim hakkı için kendime senden daha sevgili, daha kerim daha muhterem bir kimse yaratmadım ve yaratmam da. Ben ancak se­ ninle bilinir ve İbadet edilirim. Kullarımı seninle süsler, onlan se­ 320

MARİFETNAME

ninle beğenirim. Dostlarımı seninle sever ve onlara seninle yardım ederim. Onlara seninle hidayet verir ve onlan seninle terbiye ede­ rim. Onlan seninle sever ve seninle hidayt ederim. Alemleri senin için yaratınm.» Hadiste de görüldüğü üzere akıl herşeyden daha üstün ve Al­ lah’a herşeyden daha sevgili ve yakmdır. Alemlerin dayanağı, insan ruhunun başlangıcı, marifet ehlinin kalb hayatı odur. İnsanın Al­ lah’ı tanıması onun sayesinde mümkün olmuş, kâinatın insanın hizmetine verilmesi, onun sayesinde olmuştur. İnsan onunla şeref bulmuştur. Zira akıl «sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım» hitabının muhatabı olan Hz. Muhammede S.A.V.’in nuru ve aşk-ı İlâhidir. Bütün âlem ve kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratıl­ dı. İki cihanın gayesi yer ve göklerin neticesi zaman hülasası ve bütün mevcudâlin toplamı olan insan, izafi ruh vasıtasıyla kalbi hayat bulunca Cenabı Hakkın sevgilisi ve Cihanın cam olur. Bu izâfî ruh öyle büyük bir cevherdir ki âlemin cüzlerini sarmıştır. Âlemin cüzleri gerek felekler ve gerekse melekler olsun hepsi bu büyük ruhun vasıta ve organları imiş gibi ona hizmet ederler. Akl-i kûl nefisler ile afaka ait şeylerin idarecisi hâkimi, mutlak Allahu zül celâl’in takdiri ile bütün yağmur ve rızıklann taksim edicisidir. Ruh-i izafi kalbi saf iolanların bâtınlarında yani içlerinde zâhir olur. Ortaya çıkar, sevgi ve muhabbet şarabıyla mest ederek ona hayat verir. Bütün alemin cüzleri ve bütün insanlar kabiliyetleri­ ne göre, akl-ı evvel olan büyük ruhdan nasiplerini alırlar. Artık bundan sonra insanın hayvani ruhu ölünce bu Rabbani ruh ile bak ive hayatta kalır. Ebedi olarak o ruhla yaşar. Her şeyin haki­ katini görüp, hallerin başlangıç ve esasını bilmiştir. Beden devre­ sini tamamlamış ve kâmil bir insan hâline gelmiştir. İnsan ruhu başlangıç itibariyle bu ruhların en büyüğünden kopmuş ve sonra dünyaya inmiş bir çok mertebelerden geçmiş ve nihayet ölümden sonra geldiği yere geri dönmüştür. Tefsir ehlinin insan bedeni ile ilgili tabirleri şöyledir: İnsan bedenindeki tabii ruh, kandil kabına, nebâti ruh fitile, hayvanî ruh yağa, İnsanî ruh şişeye, izafi ruh muma benzer. Eğer insan yetecek kadar yer, az uyur, az ve güzel konuşur, devamlı Allah’ı zikrederse kalbine İlâhî nur dolar, kendini tanır ve mevlâsına vasıl olur. Bu büyük ruh devamlı ayni hâl üzere olan nurlu bir ruh olup herşey onunla kâim olur. Eğer dünyaya milyonlarca insan gelse ve hepsi de kimli birer inşan olarak izâfî ruh ile hayat bulacak kabiliyette olsalar bu izâ341

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ. f! ruh onlann hepsine hayat verir.

Eğer, milyonlarca kâmil insan dünyadan göçecek olsalar, izâfi ruh yine kendi hâli üzere ebedi olarak bâki kalır. O asla artma­ dığı gibi eksilmez de. Bu aynen şuna benzer: Milyonlarca evi ay­ dınlatan güneşin ışığına o evlerin yıkılması bir noksanlık verebi­ lir mi? Elbette veremez. Aynı şekilde kâmil insanın ruhu da ölmez ve sonsuz bir saadete erer. İki cihanı aydınlatan katın güneşi de Cenabı Hakkm nuru­ nun cemâli olup onun nuru ve ışığı her iki cihanı devamlı olarak aydınlatmaktadır. O ne eksilir ne de zevâl bulur. Feleklerin, yıldızlann tabiat ve erkanın aynası bu nurlu güneşin ışığıdır. Bu ruh sayesinde yaşayan kâmil bir mü’min «mü’minler ölmez» sınıfına girer ve sonsuz bir yaşama saadetine erer. MANZUME Ey aşk-ı pâk, cümleye sen oldun iptida Alem seninle buldu vücud ey yed-i Hûda. Hubbu ezelsin oldu, senin çün felek, melek Sırr-ı ebedsin, oldu sana her şey fedâ Senden gelir cihana fuyuzât-ı Hak (Hakkın feyizleri) müdam Anca sana ukülü eyler iktida. Sen akl-ı kul ve asl-ı cihân iken ey peder Giydin libâs-ı şahı, dahi kisvet-i gedâ. Ân ile cihanın camsın sen cümleden ıyân Mebde (başlangıç) oldu cemâlin, zuhur eden her vücuda. Şensin cihanda cilve eden cümle zerreden Senden gelir kalblere nidâ kulağa sedâ Zevkinle dolsa can û gönül âb-ı râm kor. Hanırın (şarab) dır ehl-i zevke nihân dembedem gıda. Hakkı, reh-i Hudâ-ı hedâ aşk-ı pâktır Gel aşka vesselâm alâ tâbi’il hüdâ.

aza

KONU:4 KALB, HAKİKATİ, HALLERİ : YEDİ TAVRI RUH VE İNCELİKLERİ ONDÖRT KISIMDAN İBARETTİR KISIM : 1 İNSAN KALBİ VE KALBDE MEYDANA GELEN DEĞİŞİKLİKLER Ey Aziz! Cenab-ı Hak Kur’anda kullarına onların

kalblerini çeşitli ayet­ ayetlerle bir hadisin

lerle beyân buyurmaktadır. Bu hususta bazı yazılması uygun görüldü.

AYETLER «Rabbimiz, bizi doğru yola çıkardıktan sonra kalplerimizi sap­ tırma, katından bize rahmet ihsan eyle. Şüphesiz ki çok bağışla­ yansın.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 8) «Allah bu yardımı sadece bir müjde olsun ve kalpleriniz bu­ nunla yatışsın diye yapmıştı. Yoksa yardım ancak Allah katinda­ dır.» (Enfal sûresi, Ayet: 10) «Allah bunu kalplerinizde olanı denemek ve antmak için başı­ nıza getirdi. Allah kalplerde olanı çok iyi bilir.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 154) «Onlar evvelce indirilen ayetlere iman etmedikleri gibi (bun­ dan sonra da iman etmeyecekler.) Biz onlann gönüllerini ters çe­ virmiş, kendilerini azgınlıkları, taşkınlıkları içinde şaşırmış olduk­ ları halde terketmiş bulunuyoruz.» (En’am Sûresi, Ayet: 110) «Kalplerini perdeledik, kulaklarını ağırlaştırdık.» (En'am Sûresi, Ayet: 25) «Kalplerinizi sağlamlaştırmak ve ayaklarınızı pekleştirmek için de gökten yağmur indirmiştir.» (Enfal Sûresi, Ayet: 11) «Bununla beraber (daha önce cahil olduğunuzdan dolayı ha* aaa

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

ta ettiklerinizde size bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kasdı olanda günah vardır.» (Ahzap Sûresi, Ayet: 5) «O zamandan sonra (ölünün dirilişinden bile ibret almaya­ rak) kalpleriniz yine katılaştı. Taş gibi, hatta ondan da katı oldu.» (Bakara Sûresi, Ayet: 74) «Onlara de ki: Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder ve kalplerinizi mühürlerse Allah’tan başka onlan size getirecek »ah kimdir? Bak ayetlerimizi teker teker nasıl açıklıyoruz da on­ lar yine bu ayetlerimize yüz çeviriyorlar.» (En’am Sûresi, Ayet: 46) «Senden ancak Allah’a vc ahiret gününe inanmayan, yürek­ lerine şüphe düşüp şüpheleri içinde tereddütle bocalayan kimseler izin isterler.» (Tevbe Sûresi, Ayet: 45) «Yahudiler yüreklerimiz zırh içindedir (örtülüdür) dediler, öyle değil, bilakis Allah onlaıı küfürleri dolayısıyla rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlardan ancak az bir kısmı iman ederler.» (Bakara Sûresi, Ayet: 88) «Allah onlann gönüllerini vc kulaklarım mühüıiemiştir. Göz­ lerinin üzerinde de bir perde vardır. Onlar büyük azaba uğraya­ caktır. Yüreklerinde kıskançlık vc bozgunculuk hastalığı vardır.» (Bakara Sûresi, Ayet: 10) ■Sonra sözlerini bozdukları için onlara lanet ettik, kalplerini katılaştırdık.» (Maide Sûresi, Ayet: 13) «Biz kalplerinin üzerini mühürleriz de, onlar gerçeği işitmez­ ler.» (Araf Sûresi, Ayet: 100) «Kalplerine mühür vurulmuştur. Bundan dolayı, cihıaddaki saadeti ve ger ikalmaktaki kötülüğü anlayamazlar.» (Tevbe Sûresi, Ayet: 87) «Kalplerini perdeledik, kulaklarını ağırlaştırdık.» (En’am Sûresi, Ayet: 25) «Ama o sureler gönüllerinde mam (küfür ve nifak) bulunanlann, küfürlerine küfür kattı ve kâfir olarak ölüp gittiler.» (Tevbe Sûresi, Ayet: 125) «Allah kalplcıini temizlemek istememiştir. Onlar için (hiç şüp­ hesiz ki) dünyada görülmemiş bir rezillik, ahirette de çok büyük bir azap vardır.» (Maide Sûresi, Ayet: 41) HADİS Peygamberimiz buyuruyor ki: «İnsan bedeninde öyle bir et parçası vardır ki eğer o sâlih olur­ sa bütün beden sâlih, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur ki o et parçası da kalbdir.» 324

MARİFETNAME

Bu hadisten anlaşılıyor ki kalbin ıslahı ve düzeltilmesi çok önemlidir. Çünkü kalb bedene dilediği şekilde hükmeden bir sul­ tandır. Diğer uzuvlar ise onun hizmetinde ve ona tabidirler. Kalbin ıslahı demek onun her türlü kötü huy ve vasıflardan uzaklaştırılıp güzel huylarla süslemektir. Bu Rasulullah’m sünne­ tine tabi olmanın gerekli olduğuna işarettir. Ey însan! Rasulün Hz. Muhammed’e tabi ol. Zira o güzel ah­ lâkı tamamlamak için gönderilmiş en yüce bir insandır. Zaten o da kendisine tabi olan ve sünnetine sarılarak dinin yolunda gide­ nin hem dünyada ve hem de ahirette saadete ereceğini beyan bu­ yurur. Onun haber verdiği saadete ermeyi istemez misin? MANZUME Gönül derdi niçin kararsız ve muzdaribim Ne yüzden erdim olur kalb ve o nice münkalibim. Çeken yularımı her yöne her zaman kimdir? Kimin elindeyim ki âyâ böyle müncezibim. Bazen dağ gibi olur bazen denize benzerim Bazan cennete benzer, bazan ateş gibi mültehibim. Çûn erdi Hakka bu her ne sıfatla bulsa anı Sücûd edip ona istekle der kİ mukteribim. Ziyâ-ı mihrin ama intisâbı her nicedir Gönül der ancılaym bende Hakka müntesibim. O mihre sâye vû hem sâye (komşu) düştüm ey Hakkı Bu kim anı göremem, varlığımla muhtecibim. KISIM : 2 KALBİN HAKİKATİ VE SIRLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Marifet ehlinden olmayı isteyen bir kimsenin kalbin hakikati­ ni ve ruhla alâkasının nasıl olduğunu bilmek gerekir. Kalbin bu­ lunduğu yer yürektir. Ortasında suveyda adı verilen siyah bir nok­ ta vardır ki burası iç âlem güneşinin doğuş yeridir. O cihanın ruhu ve insan kalbinin arşı olup adı lenan (kalb) dır. Burası en büyük noktanın yan iinsan ruhunun başlangıcıdır. Adı geçen siyah noktaya taalluk eden can, beden ülkesinin sul­ tanı olan nefs-i natıkadır. Bu külli aklın halifesidir ki o en büyük noktanın gizliliğidir. Siyah nokta görünüşü itibarıyla şanı büyük 325

ERZURUMLU İ B R A H İ M HAKKI IIZ.

olmayıp akılların ermediği sırımdadır. Kim bu sırra ererse insan­ lıktan çıkar ve meleklerin derecesine erer. Artık gözlerin göremiyeceği şeyleri görmüş ve ilahi meclise katılabilmenin ve Allah ile ünsiyet peydah etmenin zevk ve şerefine ermiştir. Zira bu siyah noktanın sırn, şekil, renk ve maddeden uzak, yani mücerret olu­ şudur. Bu nokta ilk akıl ve kemâl ruh olan büyük noktanın karşısın­ daki kâmil insanın aynasıdır. Bazı kalblere dolan akl-ı meâd o nok­ tanın eseri olmuştur. Rasulullah S.A.V. in: «Akıl kalbde nurdur» buyurması bu iç âlem güneşinin mü­ minlerin kalbine dolduğunu gösterir. İnsanm hakikat noktası, bir an olsun gcce ya da gündüz ha­ tıraların açığa çıkmasından kesilmez. Çünkü hayvani ruh uyuyup, vücudun organları sakinleştiğinde uyanık halde olan ve rüya gö­ ren nokta odur. O hiç bir zaman çalışma ve fiilinden uzak kalmaz. Şu halde insan hakikati o sırdır. O rüyanın, duyuların ve kuvvet­ lerin cevheridir. Bu nokta aynı zamanda mânânın da cevheri (özü) dir. Nasıl güneşin ışınları yeryüzüne iniyor, oradan havaya doğru yansıyor ve dünyayı aydınlatarak bütün mahlûkata hayat ve kuv­ vet veriyorsa, ayni şekilde iç âlemin güneşi de karanlık bir haldeki semâdan, insanın hakikatına ışık verir. Sonra onun ışığı siyah nok­ taya dolar ve oradan beyine yansır. İnsanın duyu ve kuvvetlerini böylece aydınlatır ve onganlaıa hayat ve kuvvet verir. Kendine ait kısmı olan organlara fonksiyonlarını icra etmeye başlar. Yani, göz görür, kulak duyar. Bunların hepsi o manevi etki ile harekete geçmişlerdir ki bütün beden uzuvları için aynı tesir söz konusudur. Netice olarak deriz ki siyah nokta kalb üzerinde bulunur. Bir meyvenin çekirdeğinde nasıl o meyvenin büyük ağacı gizli ise ay­ nı şekilde bütün kâinatta topluca vücud bulmuştur. Zira kalp Al­ lah adının nüshasıdır ve sonsuz sırları taşıyan bir hâmildir. Bu de­ mektir ki kendi gönlüne giren kimse su ve toprak zorluğundan kendini kurtarmıştır. Ruhun ve gönülün sohbetine ermiş, murad ve maksudunu bulmuştur. Sosuz saadete ermiştir ki bu saadetin sonu yoktur. MANZUME Dildir bulan envâr-ı celâli ve cemâli Hakdan dile her anda nazardır mütevâli 326

MARIFETNAME

Dil âleminin şemsi değil, şarkî ve garbi yoktur o cihan içre bu eyyâm üleyâli. Dil mülkünü fethedemez, akl-ı müvesuis Ol mülke bu aşk oldu hemân hâkim û vâli. Alem ki hattı yâriyledir, nüshâ-i hikmet Bu nüshâyı sahib-i dildir kâri vetâli (okuyan). Ey Hakkı halk-ı cihân nebilsin dil ve cânı Kim âlem-i dildir bu cihandan müteâli. KISIM : 3 KALBİN BÜYÜKLÜK VE GENİŞLİĞİ İLE ALLAH'A YAKIN OLUŞU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar İd:

Kalbde bulunan siyah noktanın akıl almaz sırrı insanın haki­ katidir ki o da ruhudur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «De ki, ruh Rabbinıin emrindendir.»

Bu ayet insandaki ruhun, Rabbâni bir emir olduğunu gös­ teriyor. İnsana hayat veren ve idrak edici olan ruhun yeri süveyda noktasıdır. Bunun cilalanmış iki yüzü vardır. Yani bu hem gayb âlemine (görülmiyen) lıem de görülen âleme bakacak şekilde M yüzlü bir ayna gibi yaratılmıştır. İşte gayb nurlarının görülebilmesi için bu aynanın paslanan yüzünün silinmesi ve cilâlanması icabeder. Bu aynaya hiddet, şeh­ vet, gaflet, dünya sevgisi v.s. gibi şeyler aksederse ayna cilâh ve parlak hâlini kaybeder ve artık bu aynada gayb nurlan görülmez. Cilâ ve parlaklık

Ancak şeriatın yolundan gitmekle, kâinata ibret nazarıyla bakmakla, lıilm, iffet, zühd, takvâ, itaat, zikir ve fikirle mümkün olur. Vücud aynası Allah’tan gelen feyizleri alır ve emre merkez olur. Emr sahibi emri ile beraberdir ki «Nerde olursanız olsun. (Al­ lah) sizinle beraberdir.» şeklindeki emir buna işarettir. Ehlüllah yani kalbi kâmil olan kimse nefsini alçak tutmakla ve nefsini kırmakla kalbini topraktan ve Allah’tan başka her şey­ den temizlemiştir. Onun kalbi Allah’ın evi olmuş ve kendisi de «Biz ona şah damarından daha yakınız» ayetinden haberdar olmuştur. Onun kalbi o kadar büyümüş ve o kadar genişlemiş ki yerlere ve göklere sığamıyan Cenab-ı Hakk’a mekân olmuş ve görülen büyük alem onu âleminde bir evde ki küçük bir tane kadar kalmıştır. Ra327

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

sulullah S.A.V.’in «Mü’minin kalbi, yerler ve gökler ile Arş ve Kürsi’den daha geniştir» hadisi bunu doğrulamıyor mu? Evet mü’minin kalbi Beytullah yani Allah’ın evidir. Bunu Rasulullah S.A.V. bildiriyor. Hâl böyle olunca eğer o kalb Allah’a me­ kân olmuş ve ondan başka her şeyden temizlenmişse elbette ki on­ dan söyliyen de, dinliyen de, bakan da o evin sahibi olmaz mı? «Kim Allah ile olursa Allah da onunla olur» esası bu saadeti işâret ediyor. Artık bu kalbin sahibi kendisinin Cenâb-ı Hakk’ın Kahr ve Lutf parmakları arasmda olduğunu, Allah’ın dilediği zaman onu dilediği tarafa çevireceğini bilmiştir. Artık o kendi benliğinden geçmiş, beşerî sıfatları atmış, kalbini melekî sıfatlar ile doldur­ muştur. Bu saadet ve huzur onda ebedidir. Asla sona ermez. KISIM : 4 KALBİN GENİŞLİK VE KEMALİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kalb, âlem-i lahuttan, âlemi ceberuta iner ve ondan sonra çeşitli merhâleleri geçtikten sonra nihayet, mülk, şehadete ve fesâd âlemi de denlien maddî âleme iner. Bu Allah’tan kula gelen bir yoldur demektir. Allah’ın feyzi mahlukatına hangi yolu takip ederek geliyorsa aynı şekilde âlemlerin Rabbına döner. «Allah’a giden yollar yaratıkların nefeslerinin sayısı kadardır» sözünün sim işte buradadır. Kalbde, bilinmeyen melekût âleminin akıllara durgunluk ve­ ren acâip halleri meydana gelir, ancak akıl bunları idrakten aciz­ dir. Kalbin yeri söylenildiği gibi yürektir. Fakat o kendi yerinde her türlü ayıp, noksan ve kusurdan uzaktır. Kalbin hayatı izafü ruhtur. Kalp içi ilahı olan ve Allah’ı sevme ve bilme makamı olan et parçasıdır. Cenab-ı Hak (Hadisi Kudside) buyuruyor ki: «Benim öyle bir hâzinem vardır ki o Arştan daha büyük, Kursiden daha geniş, Melekuttan daha süslü, Cennetten daha güzel­ dir. Onun yeryüzü, imân, semâsı, ma'rifet, güneşi zevk, ayı, sevgi, yıldızlan, düşünceler, bulutu, akıl, yağmuru merhamet, nehirleri hizmet, ağaçlan hakka itaat, meyveleri güzel huylar, saraylan da himmettir. Bu hâzinenin dört direği vardır ki onlar, tevekkül, tef­ viz, sabır ve nzadır. Onun dört tane de kapısı vardır ki onlar da 32tt

MARİFET N AME

ilim, hillim, zikir ve ünstür. Biliniz ki o (hazine) âril olan kulunun kalbidir. Demek oluyor ki mahlukatm en büyüğü marifet ehlinin kalbi­ dir. Orası Allah’ın feyizlerinin yeşerdiği can âleminin bahçesidir. Kalb ilmin hâzinesi ve ihsan denizidir. Hazreti Allah’ın evidir. İnsan kalbini tanımak hususunda bu kadar bilgi verilmekle yetinildi. Çünkü büyük okyanusun bir kaba sığması nasıl mümkün değilse kalblerin hallerini anlatmak da öylece mümkün değildir. Gönül aynası ancak devamlı zikir ile parlak olur. Böylece kul iç âleminin güneşinin kendisinde aksettiğini ve bu aksin kemâl de­ recesinde olanlarda bulunacağım bilir. Ancak bu bir sır olup açığa vurulması yasaktır. Ey İnsan! Sen marifet ehlinin alâmet ve işaretlerini anladın, yine asu­ manı, seyr, ruhani miraç, rahvani cezb, can, canan, fakr, yokluk, kavuşmak ve beka ne demekmiş onlan da öğrendin ki bu da iki cihanın insanın kalb ve ruhundan bir nişan olduğudur. MANZUME Gönül âleminde Hakkın cennet ve bağı vardır Can-ı uşşakm o gülşende tuzağı vardır. Ehlidil dilde bulur ol gül ve gülzân mudam Mert olur hoş kokudan ol ki dimağı vardır. Var iken dilde bu devlet feleğe yok minnet Arifin taşrada yok meyli, ayrılığı vardır. Kalb ayağıyla bir an içre cihanı devr et Başka seyyahtır ol başka ayağı vardır. Gönül hânesi çû olur halvet, o dem vuslattır Böyle canım ki gam-ı aşkla dağı vardır. Taşradan korku ve ümit eyleme Hakkı, zira Şah-ıaş kın harem-i dilde otağı vardır. KISIM: 5 İNSAN KALBİNİN YEDİ HALİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: İnsan, gönül âlemine girip meleklerin derecesine ulaşabilmesi ve kalbin hallerini görebilmesi için önce nefsini hayvan! arzu ve istekler ile kötü huy ve alışkanlıklardan temizlemesi gerekir. İn­ sani kâmil derecesine eren kalb ebedi hayata nâil.olur. 32»

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Hz. İsa buyurdu ki: «İki defa doğmıyan kimse melekût ve semâvât âlemi ile me­ leklerin derecesine ulaşamaz.» Ey İnsani Sen, kamlı sulardan temizlenmiş ve belirli bir kişi olarak du­ yular ve kuvvetlerle süslendin. Bu senin birinci doğumundur. İkinci doğumun ise nefsâni ve hayvani arzu ve isteklerden, şe­ hevî arzulardan ve bulanık hallerden çıkman, temizlenmen ve me­ leğe benziyen huy ve ahlâka sahip olmandır. Eğer böyle yaparsan gönül âlemine girer ve meleklerin derecesine yükselirsin. Mâna âleminde kalbin hallerini görürsün ki onlar şunlardır: 1. Hâl: Akıllı insan, hayrı ve şerri hak ile batılı birbirinden ayıracak kadar kuvvetli bir imana sahip mü’min demektir: 2. Hâl: Allah’ın kuvvet ve kudretini tefekkür ederek, göğsün açılması ve sevinçle dolmasıdır. 3. Hâl: Kalbin neşeyi ve üzüntüyü bir tarafa bırakıp, görünmiyen âlemde uçması ve hava ile yol almasıdır. 4. Hâl: İlâhi ilhamın kalbe akışım sağlamak ve bunun için de nefsin arzu ve isteklerini ortadan kaldırmak ve nefsi mahkum etmektir. 5. Hâl: İlâhî cezbeye kendini kaptırmak, dünya sevgisinden bütünüyle geçmektir. 6. Hâl: Kalbin İlâhi ilhamlarla dolması ve Allah’a kavuşması­ dır. İvad denilen bu hâlde cemâle mazhar olunur. 7. Hâl: Kalb Allah’ın nurunu gördüğü zaman Allah’ın nurunun verdiği sevinç ve aşkla dolar. Artık zaman ve mekânların dışına çıkar, hakiki makama yükselir. Peygamberlerin melcisine dahil olur ve böylece sonsuz saadete, devlete ve huzura erer. Ey İnsanoğlu! Sen de kalbin bu hâllerini görebilir ve bu hâlleri kendinde ya­ şamayı istersen sen nefsinden geç ve ebedî huzur ve saadete sen de er. Kalbin hakkın nuru, sevinci ve hazzıyla dolsun. MANZUME Vasf-ı lisan seninledir Vasfedemem gönül seni Nutk-u beyân seninledir Vasfedemem gönül seni. 330

MARİFETNAME Her

hünerin

Her

güzelin

kemâlisin cemâlisin

Hüsn ile ân seninledir Vasfedemem gönül seni. Şeşki taleb ki şendedir Zevku tarab ki şendedir Aşk ile can seninledir Vasfedemem gönül seni. Fikrin olursa bir Hûda Kalmıya sen de masiva Emnü emân seninledir Vasf edemem gönül seni. Olmasa kibr ile riya Şensin o beyt-i kibıiyâ Gene i nihan seninledir Vasfedemem gönül seni. Olsa gılâf-ı ten cüdâ Ayinesin cihan nümâ Ayn-ı isyan seninledir Vasfedemem gönül seni. Bilmedi kimse cevherin Aleme doldu kevserin Zevk-ı cenan seninledir Vasfedemem gönül seni. Asl-ı cihansın ey gönül Vas la mekânsın ey gönül Kevnû mekân seninledir Vasfedemem gönül seni. Çekme ki Hakkı bendedir Can-ı seninle zindedir Cümle cihan seninledir Vasfedemem gönül seni.

KISIM : 6 KALBİN İRFANI İLERLEDİĞİNDEKİ HİMMET VE KUDRETİ, TESLİM VE RIZASI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Diğer canlılar­ ile meleklerin em-

Kalbin meleklerin kudreti gibi kudreti vardır. da bu kudret yoktur. Madde âlemi Allah'ın izni

331

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

rindedir. Allah’u zül celâl murad ettiği zaman melekler yağmur yağdırır. Rüzgâr estirir ve buna benzer diğer tabiat olaylarını mey­ dana getirirler. İnsan kaltai de meleklere benzer. Bunun için de Allah’ın dile­ diğine uygun olarak birçok işleri yapabilir. Ancak kalbin de kendi bedeni içinde yaptığı bir çok işler vardır. Meselâ yazarken parmak­ lar kalbin isteğine göre hareket eder. Yemek yerken dil kalbin is­ teğine göre hareket eder, çiğneme ve yutma onun sayesinde kolay­ laşır. Bedende zina arzusu uyanmca kalbin arzusuna uygun ola­ rak damarlarda şehvet peydâh olur. Sonra bu şehvet dalgası son­ ra erkeklik aletine gelerek onu harekete geçirir ve zina işi tamam­ lanıncaya kadar bu hal devam eder. Bütün kalbler kendilerine ait bedende tasarruf sahibidirler. Uzuvların hepsinin kalbin emrinde olduğu açıktır. Eğer gönül tabiat karanlığından kurtulsa, hayvanî sıfatlardan temizlense meleklerin ahlâki ile dolar ve adeta mele­ ğe benzer ve meleğe benziyen başka bir cisimle de tasarruf imkâ­ nına kavuşur. Meselâ; böyle kemal derecesine eren bir gönüle sahip olan kimse aslana ya da kaplana baktığında başkaları gibi onlan heybetli ve vahşi görmez, adeta kendi gibi zayıf görür. Bu vahşi hayvanlar onun emrine girer. Hastaya sevgi ve şefkatle baksa has­ ta sıhhat bulur. Sağlama öfke ile baksa derhal hasta olur. Bazı bayağı nefisler ise hayvanî sıfatlarla bezenmiş oldukla­ rından yukarda verdiğimiz misal gibi bazı şeyler üzerinde tasar­ ruf imkânı bulabilirler. Meselâ büyük zararlara yol açabilen göz değmesi (nazar), büyü v.s. gibi şeylerin zuhuru mümkündür ki bu ruhun başkasına ait şeylerde tasarrufta bulunması demektir. Meselâ bir insan, kötü olan bir başka kimseye zarar vermek isteyerek ne okursa okusun, onun gönül kudreti o kötü kimseye zarar verir. Bu sebeple kendisinde gevşeklik, ağırlık görülebileceği gibi sevgisi kesilebilir, tembelleşebilir, aklına noksanlık gelebilir ve hattâ ölebilir. Eğer hased eden bir zat çok güzel bir kimseye veya başka gü­ zel birşeye onun güzelliğinin gitmesini isteyerek baksa kalbi bak­ tığı şahsa ya da eşyaya tesir eder. Böylece onun güzellliği değişir ya da helâk olur gider. Kalbin bütün tesirleri bu ve benzeri misal­ lerde olduğu gibidir. Ancak hemen belirtelim ki bu ancak Allah’ın muradıyla olur. Şu halde kalbinin etkisi başkalarında görülen kimse, eğer me­ lek huylu ve insanları hak yola davetle görevlendirilmişse buna Nebi diğer isimle Peygamber denir. Eğer mahlukatın kötülükler­ den uzaklaşmasını ve insanlan hak yolu ile meşgul olmalarım is* 332

MARİFETNAME

tiyor ve bunun için çalışıyorsa bu kimseye de Veli denir. Eğer tesiri başkalarında görülen gönül sahibi hayvan huylu ve sapıtmış ise ona da hasetçi ya da büyücü denir. Bütün bunlar bize gösteriyor ki mucize, keramet, büyü, nazar, muhabbet v.s. gibi şeylerin hepsi Allah-u zül celâlin dilemesiyle olur. Kalbin tasarrufları üçtür 1 — Rüya: Bütün insanların uykuda gördükleri hayallerdir. Bu hayalleri peygamber ile veliler bunları uyanık halde ya da uy­ ku ile uyanıklık arasında görebilirler. 2 — İlimler: Bu öğrenmekle elde edilir. Ancak bunu peygam­ ber ve veli kullar ilimleri Allah’tan ilham ve vahy yoluyla alabi­ lirler. Buna ilm-i (edun veya ilham-ı rabbani denilir. 3 — Kalbin etkisi: Bu umumi olup her kalp kendi bedenin­ de tasarruf sahibidir. Fakat peygamber ve velilerin kalpleri başka­ larının bedenlerinde de etkili olabilirler. Ancak hakiki kul olarak kemâl derecesine ulaşan ve gönüle girenler, mevlâsmın huzurunda edeple duranlar tevekkül tesllim olur, dua ve gayrete yer bulmaz ve başka bedenlere etki etmekten de uzak kalırlar. Zira onlar hakkın isteğine razıdırlar. Sözünü ettiğimiz hususiyetler hangi velide bulunursa o kimse seçkin velilerdendir. Ondaki tasarruflar kendinden olmayıp tasar­ rufun sahibi olan Allah’tandır. Zira kemâl derecesine ulaşan insa­ nın kalbi her türlü kibir, enâniyet, hareket, kuvvet, kudret, murad, himmet, talep ve duadan uzak Allah’a itaat ile ve onun rızasıyla huzur bulmuştur. KISIM: 7 KALB UYKU YA DA ÖLÜMLE TEMİZLENİR, İLHAM İLE NASİB (PAY) ALIR Ey Aziz! Gönülden berzâh âlemine açılan pencereler vardır. Bunlann varlığını ispat için de şu iki kesin delili zikretmekte fay­ da var ki bunlar da rüya ile ilhamdır. 1 — Rüya: İnsan uyuduğu zaman gönül pencereleri açılır ve ilerde olacak ve başına gelecek bazı hadiseleri öğrenebilir. Bunlan bazen açıktan açığa, bazen de işaret ya da rumuzla görebilir. Bu­ nun bilinmesi tabirle olur. Eğer duyu organları dış âleme kapalı olur ve gönül aynası da 333

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

her türlü kötülüklerden temizlenmiş olursa Levh-i Mahfuz’un kar­ şısında dıırur ve orada yazılı olan şeylerin bir kısmı gönül ayna­ sına akseder. Böylece gönül sahibi birçok manevi şekiller ile acaip halleri görür. însan eğer duygularla meşgul olur ve uykudan uyanırsa ve kendi iç âlemine dönmezse sözü edilen şeylerin hiç birini göremez, însan uyuduğu zaman organ ve hisleri hareketsiz kalır, fakat hâyâl kuvveti hareketsiz kalmaz. Gönül aynasından akseden suretleri muhafaza eder. Bu suretler hayâlle korunduğundan hakiki olarak belli olmaz ve yalnızca rüya hayalleri olarak görülür. însan öldüğü zaman bedeni hisleri hepten kesildiği için mad­ de perdesi aradan kalkar ve kalb melekût âlemini parlak şimşek misâli görür ve gaybuı sırları tamamen ona ayan olur. îlham: Kalbi hatıraları ve fikri tasarruflar ıolmayan insan dü­ şünülemez. Demektir ki her insan görmediği duymadığı şeyleri il­ ham yoluyla idrak edebilir. Ancak kalb melekût âleminden yüz çe­ virmiş ve dünyevi şeylerle meşgul olur ve berzâh âlemine açılan pencereler isli olur ve hayvani sıfatlarla bulanırsa ilhâm hâtırala­ rının kaynağını, nereden geldiğini göremez ve şaşınr kalır. Anla­ ması ve idrâk etmesi ancak beyanı yapılan pencereler vasıtasıyla olur. MANZUME Arifin kalb aynası musaffa görünür Vech-i dildan ayna da şeydâ görünür. Kendini görse ol aynada kudret bulunur Anı seyretse ol ayna asfâ görünür. Ayine ardında gizlice nigâh eyler ona Can verir zevk ile çûn ol ruh-ı ziba görünür. Sevdây-ı aşka düş, dil kapışım bekle gece Kim dilberin temâşâ yeri bu Süveyda görünür. Can ismi pervesini zevk ile tekrar edenin Dil ve canında lyan nur-ı musemıma görünür. Nazar-ı himmet-i uşşaka görünmez du cihan Maşuk güzelliği İle hayrette o şeydâ görünür. Dolsa dil sağan ey Hakkı mey-i aşk ile hâvz Anda hüsn-ı sâki ne hüveydâ görünür.

334

MARİFETNAME

KISIM : 8 KALBİN KENDİ ALEMİNİ UNUTMASI YA DA HATIRLAMASI Ey Aziz! Elılullah diyorlar ki: İnsan ruhu ruhlar âleminde bulunduğu sırada kendini yara­ tanı perdesiz olarak görmüş ve yaratılışının sebebini yani Allah’a hizmet için yaratıldığını bilmiş, kâlü belâ (yani bütün ruhlan «Evet sen bizim sahibimizsin» diyerek Allah’ı yaratıcı olarak tas­ dik ettikleri an) da Rabbınm ««Ben sizin Rabbınız değil miyim» (Elestü bi Rabbikum) hitabıyla mest olmuştu. Bu kalû belâ mec­ lisinde Hz. Adem soyundan gelen bütün peygamberler ve insanlar murad olunmuştur. Gönül daha sonra o vuslat âleminden bu hasret ve firak dün­ yasına geldi, muhabbet meclisinden beden hapishanesine girmiş, ruhanî hâlden cismâni hale intikal etmiş, duyu perdelerinin arka­ sına geçmiş ve beden ağı tarafından sıkıca bağlanmıştır. Daha sonra cismâni şehvetler onu yenmiş ve böylece gönül hayvanî sı­ fatlarla dolmuştur. İşte gaflet perdesi ile örtülen kalp, Rabbi ile bulunduğu üns meclisini unutmuş, bu geçici dünyayı baki zannetmiş ve bu âlemi ahiret âlemine tercih eder olmuştur. Fakat Cenab-ı Hakk’ın yar­ dımı kendisine ulaşan kimselerden bu gaflet perdesi atılmıştır. Bu kimseler her ne kadar cismanî âlemde iseler de ruhlar âleminden tamamen kopmuş değildirler. Bazıları ile ruhlar âlemi arasmda perde olsa da az bir gayret ve teveccühle bu perde aradan kaldırıl­ mıştır. Bu keşfe eren kimse eğer insanları hakka davet için gön­ derilmişse onlar peygamberlerdir. Onun yolu şeriat yoludur. Eğer bu görevi yoksa da peygamberin âmeli ile âmel etti ise bunlar da velilerdir. Peygamberlerin gösterdiği olağanüstü haller mucize, velilerinki ise kerâmettir. Şu hâlde keşf ehlinden olmanın hakikati ve marifetullah’a er­ mek, az yemekle, az uyumakla, az konuşmakla, insanlardan uzak kalmak (uzlet) la, daima hakka dönüp onu zikretmekle mümkün olur. Bu esaslara riayet eden, amelini yapan, Hz. Muhammed’ln şe­ riatından ayrılmayan, dünyasından geçip kendi gönül âlemine gi­ ren kimse bu keşfe erer ve her türlü belâ ve musibetten selâmet bulur ve her isteğine kavuşur.

aas

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

MANZUME Bu gönül bende iken arz ve semaya düştüm Kendimi bilmedim evhâm-ı sivâyâ düştüm. Hayli etrafa koşup aradım dildarımı Ayn-ı vuslatta iken gayrı belâya düştüm. Gerçi dost oldu ba.na hemrâh verdik veli Ah kim gaflet ve cehlimle cüdâya düştüm Benliğimden ki gönül beste ve can hasta idi Ben beni aşka verip, safa denizine düştüm Nefsi düşman billip Allah’ı sıddık buldum Nefsi düşünmeyi unutup Hakkın zikrine düştüm Tâ ki dil halvet olup, dost ile tenha kaldım Hep dua gitti hemân medh ve senaya düştüm Asl-ı her nağme çû Hakkın rahmetidir Hakkı bu nağmeden ol zevk-ı nevâya düştüm. KISIM: 9 kendİ Alemine dönen kalbîn akl-i kül’de FAYDALANMASI, İLİM VE HİKMETLE SÜSLENMESİ

Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Marifetullah’a ermek isteyen bir kimse, bir yerde uzun müd­ det kalsa ve bedenini hislerinden temizlese ismi celâle bütün kal­ biyle gizlice devam etse, rahatça nefes alıp verse ve zevkleri ile mü­ câdelesinde muvaffak olursa, kalbindeki kötülüklerin tamamım temizlese, güzel huylarla süslese, sözleri, işleri ve hareketleri ba­ kımından Rasulullah S.A.V. sünnetine uysa, 24 saatte yüz dirhem yiyecek ve 4 saat uyku ile yetinse, bu halini tamama erdirse, böyle bir kimsenin kalbi bir dereceye kadar melekût âlemi ile temas ku­ rar. Böyle olunca da artık o kimsenin cism âleminden haberi ol­ maz, kendinden geçer. Semâvatm bilinmeyen melekutunu seyre­ der ve talep ettiği marifete erer ki artık o bir ârif olur. Diğer in­ sanların uyurken gördükleri acaip halleri ârif uyanık halinde gö­ rür. Meselâ büyük meleklerin, peygamberlerin ruhları ve veliler ona zâhir olur ve hatta Ruh-i Muhammed’den faydalandığı da olur. Bazan görülmeden anlatılması imkânsız acaip haller görür. Kur’an’ın bazı âyetlerinde bu hususa işaret edilmiştir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Bic İbrfthlm’e bu gerçekler i nasıl gösterdiysek, kesin ilme sa­ 336

MARİFETNAME hip olması için göklerin ve yerin acaip güzelliklerini de öylece gös­ teriyorduk.» (En’am Sûresi, Ayet: 75) Hz. İbrahim’in: «Bana arz (yeryüzü) gösterildi, onun doğu ve batısını gördüm.» buyurması bu keşfin kendisinde zuhur ettiğini gösterir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: el.»

«Rabbınm adını an ve her şeyden kesilerek ona ihlasla ibadet (Müzeminil Sûresi, Ayet: 8) KISIM : 9 KENDİ ÂLEMİNE DÖNEN KALBİN AKL-I KÜL’DE FAYDALANMASI, İLİM VE HİKMETLE SÜSLENMESİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Marifetullah’a ermek isteyen bir kimse, bir yerde uzun müd­ det kalsa ve bedenini hislerinden temizlese ismi celâle bütün kal­ biyle gizlice devam etse, rahatça nefes ahp verse ve zevkleri üe mücâdelesinde muvaffak olursa, kalbindeki kötülüklerin tamamı­ nı temizlese, güzel huylarla süslese, sözleri, işleri ve hareketleri ba­ kımından Rasulullah S.A.V. sünnetine uysa, 24 saatte yüz dirhem yiyecek ve 4 saat uyku ile yetinse, bu halini tamama erdirse, böyle , bir kimsenin kalbi bir dereceye kadar melekût âlemi Ue temas ku­ rar. Böyle olunca da artık o kimsenin cism âleminden haberi olmaz, kendinden geçer. Semâvatm bilinmiyen melekutunu seyreder ve talep ettiği marifete erer ki artık o bir ârif olur. Diğer insanların uyurken gördükleri acaip halleri ârif uyanık halinde görür. Meselâ büyük meleklerin, peygamberlerin ruhlan ve veliler ona zâhir olur ve hatta Ruh-i Muhammed’den faydalandığı da olur. Bazan görülmeden anlatılması imkânsız acaip haller görür. Kur’an’ın bazı âyetlerinde bu hususa işaret edilmiştir.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Biz İbrâhiın’e bu gerçekleri nasıl gösterdiysek, kesin ilme sa­ hip olması için göklerin ve yerin acaip güzelliklerini de öylece gös­ teriyorduk.» (En’am Sûresi, Ayet: 75) Hz. İbrâhim’in: «Bana arz (yeryüzü» gösterildi, onun doğu ve batısını gördüm» buyurması bu keşfin kendisinde zuhur ettiğini gösterir. 337

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: et.»

«Rabbınm adım an ve her şeyden kesilerek ona ihlasla ibâdet (Müzemmil Sûresi, Ayet: 8)

«O, «doğunun ve batının Rabbıdır (ondan başka) tapılacak hiç bir ilah yoktur. Öyle ise onu kendinize vekil tutun. «Putperest (müşriklerin) iftira, yalaıı ve eziyetlerine sabret. Yanlarından güzel bir şekilde ayrıl.» (Müzemmil Sûresi, Ayet: 9-10)

Bu ayetlerde aynı hususa işaret ecliyor. Ey İnsanoğlu! Sen de Rabbini zikir ve fikirle meşgul ol. Te­ vekkülü bul ve insanlardan uzak dur. Böyle yapman senin onlarm zararlarından emin olmanı sağlar. Çünkü senin kalbin kendisine haliçten beş nehir akan bir havuza benzer. Bu nehirler bazen bulanık, bazen temiz akacağından havuzun dibi çok çamur tutar. Hatta bu çamurun koktuğu da olur. Havuzu bu çabmurlardan te­ mizlemek İsteyen kimse önce nehirlerin havuza giriş yollarım ka­ pamalıdır.' Sonra bir âletle kalpteki o çamuru temizlemeye çalış­ malıdır ki havuzun suyu berrak hâle gelsin. Yine o beş nehir (duyu) den kalbe giren ve kalbi istila eden çeşitli ilim, nakış, fikir ve zanlar vardır. Bunların içinden kötü olanları kalb de kötü huy ve ahlâkm oluşmasına sebep olur. Şu halde kalbini temizlemek isteyen kimse bu beş duyunun yollannı kapatıp onlardan bir şeyin kalbe girmemesini temin etmelidir. Böyle olan kalp artık kokmuş çamurdan temizlenir ve kendisinde hikmet pınarları parlamaya başlar. Artık o kalb de zan, hayâl ve düşünce namına bir şey kalmaz ve masivadan temizlenmiş olur. MANZUME Kalb aynasına cevr-i seferdir veren cilâ Ger seyr-i Kâbedir seferin, ger reh-i gazâ Tenden Hakka seferdir dilde cihad ı nefs Kat-ı târik-i kabe-i can, tayy-ı mâsivâ. Arif kİ dilde seyrü sefer eyler ol mudâm

Kalb aynasıdır ona cam-ı cihan numa. Kalbinde kü seyahat ve ehli saadet ol Ehl-i sakardır ehl-i sefer, kıl sen inziva. Dermâmn istesen de ey derd mend-i aşk Dilden ırağa gitme ki dildir sana şifa. - 33U

MARİFETNAME Rabbin dilersen iste, derununda bul yakın Dil hâne-i Hudâdır, anı sanma sen cüdâ. Çûn pir-i aşk imiş seni irşâd eden mudam Hakkı gönülde bul anı, sen gaflet etme hâ.

KISIM : 10 KALBİN HAKKI BİLMEKLE LEZZET VE İZZET BULMASI, ALLAH I SEVMEKLE CİHANDA MUTLU OLMASI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kalbin adeti

de

izzet Allah’ı

ve

lezzet

bulması

sevmesidir.

Allah’ı

Çünkü

her

tanıması,

uzvun

lezzeti

devlet

ve

kendi

sa­

tabia­

tına göredir. Meselâ, kulak güzel sesleri duymaktan, göz güzel şeyleri gör­ mekten, dil güzel şeyleri tatmaktan, şehvet, yemek içmek ve cima’dan nasıl zevk alıyorsa akıl da eşyanm hakikati ile ince mânâ­ lar ıidrak etmekten zevk alır. Mevlâmn cemâlini görmekten hoş­ lanan gönülün lezzeti de Allah’a kavuşmaktadır. İnsanın lezzet ve saadetinin Allah’ı bilmek ve onu sevmekte olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu hislerden mahrum olan gönül ancak

duyuların

ve

şehvetin

isteğine

uyar

ve

bunu

lezzet

zanne­

der. Bu kalb tıpkı bedene faydası olan yiyecekleri bir yana bırakıp bedene zararı olan toprağı yemek isteyen hastaya benzer. Eğer bu hastanın tedavisi kısa zamanda yapılmaz ve çaresine bakılmazsa hastalığı her geçen yevî saadetini yitirir.

gün

daha

da

fazlalaşır.

Nihayet

ölür

ve

dün­

Kalben hasta olan kimse de o hasta da olduğu gibi kalbini Al­ lah’ın zikri, fikri, sevgisi ile tedavi olmaz, bozuk fikirlerle kalır ve kendini tamamen dünyaya verirse kendisine daha da kötü hasta­ lıklar gelir ki Allah korusun kalb gaflette kalarak mahvolur gider. Çünkü bedene deniz dalgası gibi gelen geçici lezzetlerin tamamı ancak tabii ölümle biter. Fakat Allah’ı bilme ve tanıma lezzeti ka­ lır. Kalbin nuru ve ışığı galip gelince Allah’ın cemâlini görme is­ tek ve arzusu fazlalaşır.

KISIM : 11 KALBİN KENDİ ALEMİNE DÖNÜŞÜNÜN LÜZUMU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Ruhlar âleminde insan nev’ine tecelli eden

33ü

Cenâb-ı Hak, sıfat-

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. lannı ve zatım insanların kabiliyetlerine göre bildirmiştir. İnsan, uzun yıllar onun sevgi şarabıyla sarhoş olmuş, şevk mertebesinde zevk için de kalmışlardı. Daha sonra ruhlar Rabbani hikmetin ge­ reği olarak yüksek âlemden süfli (alçak) âleme inmiş, vuslattan aynlığa, mücerred âlemden müşahhas yani cismâni âleme dolmuş­ lardır. Gerçek vatanlarından uzaklaştı ve garib kaldılar ve ülfet ve vuslat zevkini unutmuşlardır. O eski âlem kendilerine yasaklanmış, Cenab-ı Hak insanların bazılarından mestur olduğundan ezelî vuslat ve sevgi ortadan kalk­ mıştır. Bu durumda insan ruhu nerde bir güzellik görse ve kemâli seyretse ona bağlanır. Ancak eskiden olan dostluğunu kaybetmiş ve şehevî arzularına mağlûb olduğu için, bu bağlanma ve muhab­ beti dünyanın lezzetlerinden zanneder. Rabbani güzelliğe nefsin gereği baktığından anlamaz ve eski aşinalığım hatırlamaz. Bazı insanların ruhları bedene girdikleri zaman onlara hakkın hidayeti ulaşır ve bu ruh kendi âleminden örtülü olmaz ve ünsiyet halini unutmaz. Dünya hayatında da sı­ fatların tecellisi ona kapalı olmaz ve onun gönlünde hakkın ce­ mâlini görme zevk ve arzusu her geçen gün daha fazla artar. Ey insan! Eğer senin rehberinde Hakkın hidayeti olursa sen de o üns meclisini unutmaz ve istersin. Bunun için de nefsin ru­ hundan ve dünya dünyevi bağlardan kurtlur, sen de gönüle girer hakka gidersin. Bu demektir ki gönüle giren kimse oradan sonu olmıyan bekâya, cefâsı olmıyan sefâya, isfana, noksansız cemâle ve ebedi dev­ lete erer. Eğer

insan

gönül

âlemine

girmez

de

şehevî

arzularına

bağla­

nırsa yeryüzünde ondan daha aciz, fakir, noksan ve zelil kimse olmaz. Çünkü her gün başka bir dert ile dertlenir. Bazen hastalık, bazen elem ve keder, bazen açlık ve tokluk, bazen de şehevî arzu­ larının zebunu olur ki bu yüzden hiç rahat yüzü göremez. Bir lez­ zeti elde etse diğerinin sıkıntısı kendisine yeter. Meselâ yemek isteği olan kimse önce onun malzemesini temin etmek ve sonra da pişirmeye çalışmak için sıkıntıya girer. Yiyince sindirimi için ve sonra da ondan gelecek hastalıklara maruz kalır. Dünyanın tadılan her türlü lezzeti beraberinde yeni bir sıkıntıyı getirir. İnsan nefsini bu ve buna benzer lezzetler ile karıştırmaz ve bir isteğine nâil olacağım diye türlü rezaletlere ve hakarete ma­ ruz kalmadıysa, kendini dünyada bir yolcu olarak gördü ve bildiyse, kendi gönlünün iç âlemine girdiyse, kötü huylardan temiz­

340

MARİl'ETNAME lenirse,

tabiat

karanlığından

kurtulup

hürriyetine

nül ülkesinin ruh tahtında oturduysa artık tanı olur. Masivadan geçer, mevlâsına kavuşur. Ey yorma!

însan! Beden

teklerini

Sen

sende

âlemini

terket

ki

geç

ol,

uzak

ki

gönül

sükûnet

o

olma,

görünen

âlemine

bulasın.

kavuştuysa,

kendi

Hakka

âleminin âlemde

girebilesin. dön,

kendini

Nefsin

Allah’tan

gö­ sul­

is­

gaygısı-

nı bırak. Bu senin kendini bilmene vesile olacaktır. MANZUME Kim ki canından ırak oldu, işi âh olmuş Nefsini ârif olan (bilen) ârif-i billah olmuş. Sakar-ı firkate düşmüş, sefer-i zahir eden Sefer-i bâtın eden, vasıl-ı dergâh olmuş. Keder i akılla dildardan olmuş dil olur Saf olan aşk ile ol mihr ile çün mâlı olmuş. Dil-i dilber sen uzak olma hem an sen senden Olmasın kimsede şuğlün ki, gönül şah olmuş. Kalbine eyle nazar, kendini bil sen kimsin? Kendini dilde gören ehl-i dil agâh olmuş. Nakd iken aşkla can dilde o didâr elân İntizar oduna yanmış, o ki gümrâh olmuş. Hayret-i aşk ile kendini bilen ehl-i zevalin Lezzet-i canı, münacât-ı sehergâh olmuş. Ger Süleyman isen, incitme eğer mür olsa Ki kamu zerreden ol şemse, minanrâh olmuş. Çekmedi keşmekeş-i red ve habal-i halkı Hakkı kim, kıble-i canı, hemân Allah olmuş. KISIM : 12 RUH UN, BİR ÇOK ALEMLERİ SEYRETMESİ VE BEDENDE KEMALE ERMESİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Ruh, yordu.

nuyordu. kü

beden

Ruhlar

âlemine âlemine

Ruhlar,

Cenab-ı

gelmezden gelmeden

Allah’ın

Hakkın

ilmi

ilminde

evvel

evvel

ezelisinde

var

olan

ruhlar

ise,

suretler

her

âleminde

mânâ

şeyin

bulunu­ bulu­ idi. Çün­

âleminde

halinde suretleri

vardır.

bizim hayâl ve tasavvurlarımıza benzer. Allah’ın sıfatlarıyla ruhlar arasındaki mevcut alâka için bir saadet, ârifler için büyük bir nimete ve hidayete

341

insanlar vesiledir.

Bu

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ.

Kemal derecesinde olanlar için sonsuz zevk ve lezzet menbaıdır. Ruhlar, bulundukları mânâ âleminden melekût âlemine in­ mişlerdir ki, burada Arş, Kürsi vc yedi kat gök vardır. Ruhlar da­ ha sonra melekût âleminden mülk âlemi (görülen âlem) ne iner ki buna süfli âlem (bayağı) de denir. Bu iki âlem arasmda ruh­ lar âlemi ile misal âlemi vardır. Misal âlemi mutlak hayat demek­ tir. Erenler bu âlemi ve oradaki ruhları görebilirler. Hâyâl âlem-i ise insanın mütehayyile kuvvetidir. Bedene inmezden evvel insan ruhu bu âli, yüksek ve mânâ âleminde Allah’ı görmüş, ilminin lezzetine varmış, Arş, Kürsi ve yedi kat gökte yaşamıştı. Sonradan o âlemden nur âleminden be­ dene yani görülen âleme indirilmiştir. İşte yüksek ruhlar bu al­ çak âlemde beden bineklerine biner, kemâl dereceleri elde ederek a'lâ mertebesine ererler. Ruhların âlemi ulvi âlem, bedenlerin âle­ mi ise süfli âlemdir.. Peygamberin yolundan giden ve nefsi heves­ lerine tabi olmıyanlarm dönüşleri yine ulv-i âleme olur. Aşağılık­ ları seçen, nefsine mahkûm olan, kemâl dereceleri kazanmıyanlar, güzel ahlâklı olmıyan ve hayvanî sıfatları benimseyenler, nefsi ter­ biyeden yoksun kalanlar, kalbi kötülükler içinde bırakan ve duyu nehirlerini kesmeyip temizleyenler ulv-i âleme yükselemez, süfli âlemde kalırlar. Kalbini temizleyen, gönüle giren aslına döner. Allah’tan gay­ risini terkeden ve nefsini temizleyen insan kâmil insandır. KISIM : 13 RUH BEDEN ALEMİNDE NASIL NOKSANLAŞIR? NASIL KEMAL KAZANIR? Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Ruhların ulvi alemden, süfli âleme gelip bedenlere girmele­ rinden sonra insanlar üçe ayrılmıştır. Birinci Kısım: Bunlar âleme neden geldiğini yaratılışının ga­ yesinin ne olduğunu, kemâl derecesine ermenin gerektiğini bilmez ve şuuruna ermezler. Bunun yemek, içmek, uyumak ve şehevî ar­ zulan tatmin olan limayı adeta put hâline getirmişlerdir. Bunlar ulvi âleme dönemezler. Bunlar hayvan sıfatlarıyla dolan melekî sı­ fatları bırakan aldanmışlardır. İkinci Kısım: Aleme gelmenin gayesinin kemâle ermek oldu­ ğunu bilebilenlerdir. Ancak bunların da şiddetle bağlandıkları dört şey vardır ki bunlar: 1 — Kendini sevmek, 34ü

MARİFETNAME

2 — Çocuklarını sevmek, 3 — Malını sevmek, 4 — Makamım sevmektir. Bunlar her ne kadar asıllarına dönerlerse de yine de zararda­ dırlar. Çünkü nefsi kemâle erdirecek makamlarından yükseğe çık­ mamışlardır. Aleme gelişin gayesi yükselmektir: Fakat onlar bun­ dan mahrum kalmış ve yüksel ememişlerdir. Üçüncü Sınıf: Bunlar süfli aleme kemâle ermek için geldik­ lerini bilenlerdir. Onlar hidayete ermiş olduklarından süfli alemde kendilerini yolcu saymışlardır. Bunlar nefis putlarını tamamen kırmış ve kemâle ermişlerdir. Melekler, yeme ve içmeleri olmıyan ruhani varlıklardır. On­ ların makamı göklerin en yüksek yeri olup alemleri ne artar ne de eksilir. Hayvanların ruhları zuhmani yani sırf şehvetle yaratılmış olup makamları süfli âlemdir. Onların ulvi alemle bir alâkalan olmadığı gibi nasibleri de yoktur. Bu durum hayvanlar için bir, insanlar için de iki âlemin varlığını gösteriyor. Bu âlemler: 1 — Beden ve hayvanî ruh bakımından süfli âlem 2 — Akıl ve İnsanî ruh bakımından ulvî âlemdir. Şu halde melekler sırf akıldan, hayvanlar sırf şehvetten, in­ sanlar ise hem akıl ve hem şehvetten yaratılmıştır. Eğer akıl şeh­ vete galip gelir yedi putu kırar ve Allah’a taparsa bu insan me­ leklerden daha üstün olur. Çünkü meleklerin makamlan bellidir. Daima orada kalır ve daha yukarıya yükselemezler. Eğer insan kendi nefsini kemâle erdirirse daha yükseklere çıkabilir. Eğer in­ san şehveti aklına galip gelirse ve yedi puta taparsa kalbi katıla­ şır ve Allah’ı unutur. Bunlar her ne kadar görünüşte insan iseler de esasta hayvan hattâ hayvandan daha da aşağıdırlar. Ever ruhun kemâli lezzetlerden geçmek, putları kırmak, baş­ langıç ve sonunu bilmektir, ı Peygamberimiz buyuruyor ki: «Ya Ali! Kendini bil ki, hayatını boşa geçirmiş olmayasın ve kalbine yabancı olmıyasm.n KISIM : 14 RUHUN ALÇALIŞ VE YÜKSELİŞ HALLERİ Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki: Babbanî bir emir olan insan ruhu a’lâyı ilhiyyinden bedene in­ ala

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

meden önce nurdan karanlığa, latif halden yoğun hale döndürül­ müş olup önceleri Rahman’ın muhatabı iken, sonradan nefs, şey­ tan ve hayvana yakın olmuş, Rahman ile aralarındaki mesafe çok açılmış ve doğu ile batı arasındaki mesafe gibi olmuştur. Hayvan ile ilahi aşkın arasındaki mesafeyi lisan ile ifade mümkün olur mu hiç Şu halde insanın insanlık yani kemâl derecesine ulaşabil­ mesi için, hayvan, şeytan ve nefsani sıfatlardan geçmesi gerekir. Kendinden geçmeden izafi ruh ile baki kalamaz. Hayvan derecesin­ de kalan ve güzel ahlâk ile ahlâklanmıyan kimse insan derecesine ulaşamıyacağı gibi ârif bir kul da olamaz. İnsanın hayvanlar âlemi ile ortak olduğu üç ruhu vardır: 1 — Tabu ruh, yeri bedenin tamamıdır. 2 — Nebâti ruh, yeri ciğerdir. 3 — Hayvani ruh yeri kalbdir. Öfke ve şehvet ile bunlardan meydana gelen kötü huy ve sı­ fatların hepsi, hayvani ruhu sıfatlanndandır. Ruhların dördüncüsü nefsi natıka olup insanın kendisine ait­ tir, yeri de kalb üzerindeki siyah noktadır. Buna hayvanî ruh da denilir ki insan onunla beraberdir. Eğer bu hayvanî ruh insani ruhu mağlûp eder, öfke ve şiddet ve şehevi arzulaıayla onu esir ederse hüküm galip olana göre verildiğine ve gali polan da hay­ vanî ruh olduğuna göre böyle insana hayvan denilir. Bu hâl de­ vam ettiği müddetçe sahibinin kalbi ölü nefsi diridir. Eğer o kimseye Allah’ın yardımı ulaşır da, insani ruhu mah­ kumu olduğu hayvani ruha galip gelir, öfke ve şehevi arzularını kontrol altına alırsa, artık o kimse nefsi ölü kalbi diri bir insan durumuna gelir ki artık o ruhani yani kâmil bir insandır. Bulun­ duğu yerden yukarılara çıkmış olup bu çıkışı onun durumuna gö­ re bir yıl bir ay, bir gün ya da bir saatte gerçekleşmiştir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Keriminde: Ona Ruhumdan üfledim» buyuruyor. Artık o kimse kendi as­ li ruhisine kavuşmuş ve muradına ermiştir. îzafi ruhun bir çok isimleri vardır. Bunlardan en çok bilinenleri, ruh-i ekmel, akl ı ev­ vel, cevher-i evvel, kalem-i a’la, ruh-ı Muhammedi, Nur-ı Muhammed-i, cevher-i rabbani, ruh-i kuds ve ruh i nâtık, sırrı a’zam, sırr-ı ilahi v.s. dir. Ey İnsanoğlu! Sen kendinin hangi mertebede olduğunu bilme­ yi arzu edersen kendi haline bak. Eğer yalnızca yiyen, içen ve şehevî arzulan tatmin eden biriy­ sen bil ki hayvansın. Eğer yiyor, içiyor, şehevî arzularını tatmin ediyor, bunun yanında kavga, döğüş, küfretme, münâkaşa, ha­ 344

MARİFETNAME

sımlık, düşmanlık, hiddet ve şiddet gibi yollara baş vuruyor ve insanlara eziyet veriyorsan bil ki hayvansın. Eğer, yiyor, içiyor, şe­ hevî arzularını tatmin ediyor, yalan söylüyor, insanları kandırıyor ve onları birbirine düşürüyorsan bil ki şeytansın. Eğer a zyiyor, az içiyor, az uyuyor, şehevî arzularına gem vu­ rabiliyor, kimseye eziyet etmiyor, kandırmıyor ve danltmıyor, yalan söylemiyor, yumuşak huylu oluyor ve herkes hakkında iyilik dü­ şünüyor ve kendine düşen vazifeleri yapıyorsan bil ki sen melek­ ler derecesindesin. Eğer yeme ve içmeni noımal yapıyor, şehvet ve hiddetine ha-» kim oluyor, Allah’ı bilme ve tanıma yoluna gidiyor ve o yola gö­ nülden kendini veriyor ve kendi nefsinden geçiyorsan bü ki sen arifsin. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan ve onun ilim denizinden bir hâzinesin. Hakikatleri bilen bir inşam kâmilsin. En yüce makam­ ları elde etmiş ve huzur meclisine girmeyi hak etmişsin. Ebedî ola­ rak kendini hakka veren her muradına eren ve işlerinde itidâlden ayrılmayan yüce bir kulsun ne mutlu sana! MANZUME Ey ruh-ı pâk cismle dünyada hoş musun Vey nur-ı mahz dide-i binada hoş musun? Ey Arş kuşu nice tutuldun bu dâme sen? Safra ve kan ve balgam ve sevdada hoş musun? Ger bu yürek dinlerse mekânın gönül nedir? Çün bu yürektesin bu süveyda da hoş musun? Ol gülşen-i koyup, nasıl düştüm bu külhana Külhancılarla hüsn-i mudarâ da hoş musun? Ol üns bezminden o vatandan ırak mısın? Kalbinle, yâ o meclis i mâ’nada hoş musun? Meşgul-i resm ve âdet olup şeker misin gam? Ya Hazreti huzur ve Hazreti Mevlâ da hoş musun? Olmuş seninle mestû muhabbet hezâr dil Aşıklarınla rıfk ve muvâsa da hoş musun? Alem seninledir nice alemdesin aceb Sen sende hüsn-i aşkı temâşâ da hoş musun Hakkı sorar seni, sana ey nefs-i nâtıka Dil haclesinde aşk ile tenhâda hoş musun?

345

BÖLÜM: 2 AZ YEMEK, AZ UYUMAK, AZ KONUŞMAK, UZLET, ZİKİR VE FtKRİN FAYDALARI ALTI KONUDAN İBARETTİR KONU: 1 SEKİZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 AÇLIĞIN FAZİLETLERİ AYET: Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz, şüphesiz Allah israf eden­ leri sevmez. (A’raf Sûresi, Ayet: 31) KUDS-İ HADİS Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ben izzeti ibâdet ve taatte koydum. İnsanlar ise izzeti sultan­ ların kapılarında arıyorlar. Orada izzeti nasıl bulacaklar? Ben il­ mi açlıkta koydum halbuki insanlar onu çok yemekte arıyorlar. (Böyle olunca) ilmi nasıl bulacaklar? Ben kalbin cilalanıp parla­ masını uykusuzlukta bıraktım. Halbuki insanlar kalbin cilasını çok uyumakta anyorlar. Onu bu halde nasıl bulabilirler? Ey İnsanoğlu! İlmi ve ameli toklukta nasıl ararsın? Çok uyuyorken kalbinin cilalanmasın! nasıl beklersin? Çok konuşuyorken hikmeti nasıl bulabilirsin? İnsanlara karışıp onlarla meşgul olur­ ken ünsiyeti nasıl istersin? Dünyayı sevip ona bağlanıyorken nasıl olur da benim muhabbetimi istersin? Ey İnsanoğlu! İlmi ve ameli açlıkta, kalb cilasını gece uyanık

MARİFETNAME kalmakta, hikmeti sükût etmekte, üns ve konuşmayı uzlet etmek* te, muhabbet ve nzayı dünyadan geçmekte (vc dünyayı terkte) ara. Ey İnsanoğlu! Oruç benim içindir, onun mükâfatım ben vere* ceğim. Oruçlunun iki sevinci vardır. Biri iftar cdcceği andaki se­ vinci, diğeri de bana kavuştuğu zamanki sevincidir.» Rasulullah S.A.V. ümmetine yemenin derecesini fayda ve za­ rarlarım, tokluğun âfetlerim, açlığın faydalarını bildirdi. Rasulul­ lah S.A.V.’m bu husustaki bazı hadisleri şöyledir:

HADİSLER Peygamberimiz buyuruyor ki:

«İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ona 3-5 lokma yeter. Bu onun ruhuna kuvvet, bedenine metinlik verir. Yemek yemek isteyen kimse midesinin üçte birini yemek, üç­ te birini su ile doldursun, birini de boş bıraksın.» «Tok kamına yemek haramdır ve hastalıktır.» «Çok yemek fenâ (kötü) dür. Çok yiyen ve çok uyuyan yeril­ miş (mermum) tir.» «Tıka basa yiyenin kalbi katı, hikmetten yoksun ve hakkı unutucudur.» «Allah, bir kulunu sevdiği zaman onu yiyeceği ucuz olan yer­ de aç koyar.» «Ccnâb-ı Hakkın yaratıkları içinde sevdikleri aç ve susuz ka­ lanlardır. Onlan darıltanlar şakidir, yerleri Cehennemdir. Onlan her gören, aşağı derecede tutan ya da bir şeyle incitip sözle sata­ şanları Cenab-ı Hak hastalıklara düçâr eder. İnsanlara karşı rezil eder, geçimini daraltır.» «Karnı aç, kalbi kanaatkar olan ve hakkı zikreden kimse Al­ lah’a yakındır.» «Şeytan insanın damarlarında kanın dolaşması gibi dolaşır. Onun yollarım açlık ve susuzlukla kapamak Allah’a yakın kullann işidir.» «Allah katında en faziletliniz en çok aç kalanınız, en çok üzü­ lendir. Cenab-ı Hak mahlûkatım doyurur. Fakat veli kullarım aç bırakır.» «Midenizi aç bırakın ki bu sayede kalbinizde marifet nurlan parlasın. Hikmet nurlarıyla dolsun, yerde ve gökte olanları sizin (bu halinizle) sevinirler.» Hz. Ömer R.A. günde bir kez yemek yer ve onda da onbir lok’naa almakla İktifa ederdi. a47

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

MANZUME Habibullah mübarek kamına taş bağladı yani İsterse yemek kamın ona taş ver verme sen nân (ekmek) 1. Şikan perver ki pür hak eylemiş divâr-ı azasın O kalmış hâne-i muzlimde görmez şems-i tâbânı. Şikâyet eyllyen üç gC.nlük açlıktan değil ârif O cahil kâr ve kesbetsin ki yok Hakka tekelânı. Desen açlıkta var za’f ol kereldir, mâ’n-i itaat Deriz açlıktadır üns-i Hak odur kül-i ruhâni. Hak yemeğidir açlık onu mahsus-ı haves etmiş Bulur açlar vecdü hâli ve zevk ve cezb-i hakâni. Bulan açlıkta bulmuştur, fenâdan devlet i fakri Duyan açlıkta duymuştur, rumuz-ı sun sübhâni. Gören açUkta görmüştür, eğer aşk-ı eğer ruhu Alan açlıktan almıştır, künüz (hazineler)-ı nefs-i inşânı. Eren açlıkta ermiştir, huzur-ı hazret-i Hakka Bilen açlıkta bilmiştir, ulum-ı bahr-ı ir fâni. Cümle açlıktadır devlet, saadet izzet ve devlet Olur aç olan ruhânî, dahi s imâsı nurânî. Zaif et nefsi tâ kim, kuvvet-i kudsi bula ruhun Hayât-ı candır açlık, hem memât-ı nefsi-i şeytânı. Gel ey Hakkı bu yeme ve uykuyu koy, faksu fenâ iste Ki viran olsa ten köşkü, bulursun genc-i pin kâni. KISIM: 2 ÇOK YEMENİN AFETLERİ, AÇ KALMANIN KERAMETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Yemeden içmeden başka nimet bilmeyenin yani nimetten maksadın yemek ve içmek olduğunu zannedenlerin ilimleri az, azablan çok olur. Tokluk hastalıkların kaynağı olup, hikmeti giderir. En mü­ essir ve en faydalı ilaç açlıktır. Az yemek hastalıkları azaltmak ol­ duğu gibi çok yemek de bir çok hastalıklara yol açar ve hastalık­ ların sebebi olur. Kalbe katılık ve ağırlık verir. Cenab-ı Hak bir kulunun hayrıuı murad etse ve ona inâyet eylese onun midesini yemekten, şehvetini de cinsî münasebetten keser. Allah, ikram ettiği kuluna az yiyip az konuşmasını ve az uyumasını ilham eder. Tok saf ve akıllı bir fikre sahip olamaz. Çok

MARİFETNAME

yemek bedene zarar verdiği gibi fazla uyumak da bedene zarar verir. Az yiyenin derdi az sıhhati yerinde ve uzun olur. Tokluk ile sıhhat bir yerde duramıyacağı gibi, açlık ile hastalık da bir yerde duramaz. Nefsini çeşitli yemeklere bağlıyan ve onlan düşünen kimse sıhhatini kaybeder ve türlü hastalıklan kendisine davet eder. Peygamberlerin yemekleri velilerin makamıdır. Açlık hikmet bulutu ve akılları açan bir deniz, ruhlan tahrik eden bir rüzgâr, bedenin hususiyetlerini açığa vuran bir anatomidir. Açlık, fazilet­ lere bulaşan hastalıklara ilaç, akılları parlatan cila, ruh gıdasının iştihası yaralanan kalbe melhemi, kuvvet ağacının meyvesi, iffet sıfatının süsü, gönüle girmenin yolu ve büyük bir hediyedir. Açlık; hastalığa şifa, dertlere devâ, velilere süs, düşmanlara azab, ruhun sıkıntılannın gidericisi ve fetihlerin kaynağıdır. Açlık, nefsin isteklerini keser ve öldürür, kalbe hayat verir, bilgiyi öğren­ meyi kolaylaştırır. Ariflerin açlığı arınma (safvet) zâhidlerin açlı­ ğı hikmet, aşıkların açlığı Allah’a yakın olmaktır. Açlık, nefsi köreltir ve öldürür. Kalbe incelik ve merhamet verir. Arif kulıarm hikmet nurları açlık alevini günlerce söndürür. Böylece ârif bir kaç lokma yemekle yetinir. Açlığı Allah için ola­ nın kalbinde hikmet kapısından başka bir kapı daha açılır. En tatlı yemek açlık olup, mevlânın bir ziyafetidir. Tokluk akıl ve ze­ kâ giderici, cahillik ve zulmetin sebebidir. Nefsinin esiri olanlar feryât ediyorlar. Nefsini açlık ile boğazlıyan kimsenin kalbine ma­ rifet nuru dolar ve kalbi canlanarak hayat bulur. Şeytan tohumu olan vesvesenin tarlası toklann midesidir. Doyana kadar yemeye eki denir ki bu hayvanlardan farklı olmıyan bir durumdur. Allah’ın arzdaki yemeği açlıktır. Veliler onun­ la doyar. İnsanın düşmanı tokluktur ki cehâlet ve günaha sebep­ tir. Dünyanın sultanları açlığın tat ve lezzetinden mahrumdurlar. ZiTa Allah’ın aç kullarına ziyafeti açlık iledir. MANZUME Geldi Ramazan ayı, ey yâr-ı kamer simâ Oruç tut ve az uyu, takalbin ola binâ (gören). Oruçla ten ve cam pâk eyle yeme nân (ekmek) ı Dolsun mey’i ruhani, ta mest ola her ecza.

Bu demleri gûş eyle, meydir bunu nuş eyle Seller gibi cûş eyle, tâ kalbin ola deryâ; Açlıktır taamullah, kut-i dil-i âgâh Vermiş okuluna şâh, kim aşk iledir şeydâ 340

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Hakkı, dûnu gün dâim ol kâ'mû hem sâlm Dol aşk ile ol hâim koy sureti, koy sureti bil mana. KISIM : 3 TOKLUĞUN ZARARLARI, AÇLIĞIN FAZİLETİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üç şey vardır ki bunlar kalbe sıkıntı verir. Bunlar: 1 — Çok yemek, 2 — Çok uyumak, 3 — Çok konuşmak. Mide dolunca ruh ölür ve beden ruh olur. Karın acıkınca ise beden ruha dönüşür. Bedenin sıhhatinin temini aç kalmakla ve az yemekle mümkündür. Ruhun sıhhati, az uyumaya bağlıdır. Ruh az .uyumakla sıhhate erer. Akıl tok olan da durmaz. Gider ve bu hal devam ettikçe geri gelmez. Açlık, Allah-u zül celâlin ismi ve me­ leklerin ikramıdır. Açlık, az uyumaya yardımcı olur. Az uyumak­ ta az konuşmaya yardımcı olur. Tokluk hastalığı, hastalıkta der­ di davet eder. Hastalıkların temeli tokluk, devâların temeli de aç­ lıktır. Vehim, vesvese ve insan nefsindeki ateşler açlık sayesinde sö­ ner. Midesi aç olanın vesvese ve vehmi olmaz. Meselâ, delinin deli­ liği acıktığında söner ve akıllı hale dönüşür. Açlık, bir ibret levha­ sı, hikmet kaynağı, sevgi ve muhabbetin anahtarıdır. Açlık, nefsin telâş, kararsızlık ve sabırsızlığına ilâçtır. Açlık; kalpleri temiz ve saf olanların sevinç ve huzuru, kendini Allah’a verenlerin hidâyet rehberidir. Tokluk, kalpteki hikmeti siler, açlık ise ilmi var eder. Midenin acıkması hâlinde uzuvlar doyar, mide doyduğu zaman ise uzuvlar acıkır. Açlık nefis için zindan, kalb için de gül ve gülistandır. Tokluk bir çok vesvese ve vehimlere sebep olur. Açlıkta olan vesvese ve vehimlerin bir etkisi olmaz. Karnı aç olanlar iki âlemi geçerek mevlâsına kavuşurlar. Açlık kalbi hikmetle doldururken, tokluk kalbi sağır ve dilsiz kılar. Açlık; bedende hafiflik, gönülde hikmet, gözde ibrettir. Aç kalmak ve uykusuz kalmak kalbin parlamasını ve cilalanmasın! sağlar. Yemek, ekmek nasıl midenin gıdası ise açlık ta gönülün ve ruhun gıdasıdır. Şeyhinin tavsiyesine uyarak bir gün aç duran mürid şeyhine: — Acıktım, deyince şeyh: 350

MARİFETNAME

— Allah’ı zikret, dedi, açlığın ikinci gününde: — Kuvvet istiyorum, dedi, şeyh de: — Kuvveti Allah’tan iste diye cevap verdi. Üçüncü gününde mürid: — Azık nedir diye sordu. Şeyh de: — Şeyhi hiç ölmiyen dirinin zikridir diye cevap verdi. Açlığın dördüncü gününde mürid Allah’u zül celâlin muhab­ beti ve cezbesiyle iftar edince ruhu kuvvetle, bedeninin bütün zer­ releri İlâhî aşkla dolmuş. KISIM : 4 YEMEK NASIL AZALTILIR? MİKTARI, FAYDASI VE SIRLARI NELERDİR? Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Az yemekten kasıt, şehevî ve hayvanî nefsi zayıf düşürmek ve aklın emri altına almaktır. Maksad kalbi her türlü pislik ve kötü huydan temizlemektir ki bu da ancak açlıkla mümkün olur. Zira açlık, kalbin yağını eritir, kan miktarını azaltır. Kalbi her türlü istek ve arzulardan uzaklaştırır ve Allah’ı zikretmenin yani lrade-i ilahiyi kabule yetkili kılar. Bu aynadan nefse nurların aksi halin­ de kalb Allah’ın nuru ile cilalanır ve nefsin mevcut karanlığı or-, tadan kalkarak aydınlanır. Şehevi karanlıklar gider, sevgi ve mu­ habbet incisi o zulmetleri yorar. İnsandan istenen de zaten sevgi ve muhabbettir. însan o haliyle Allah katında meleklerden daha sevgili olur. Tarikate yeni girenler yemek hususunda nasıl davranmalıdır? Marifet yoluna yeni girenler yemekte orta yolu tutmalıdırlar. Yani ne çok yemeli, ne de çok kısmalıdırlar. Orta derece yemekten kasıt günde 50 ilâ 100 dirhem arasında bir şeyler yemektir. (250 ilâ 400 gr.) Bu kalbin parlaması, temizliği ve ruhun cilalanması için gereklidir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Karnımızı acıktırın ki kalbinizle Rabbinizi göıebilesiniz.» «İnsanın karnından daha kötü bir kab dolmamıştır.» Çünkü gıdanın bedene yardımı dokunur. Halbuki gıda için be­ dene yerleşen tabii kuvvetler vardır. Bunlar şeytanın askerleridir. Bu askerler gıdadan fazla miktar da pay alırlarsa nefsin arzu ve istekleri hem artar hem de kuvvetlenir. Nefsin karanlığı bedeni sa­ rar. Gıdalardan oluşan nem ve yaşlılık beyin damarlarım tembel­ leştirir. Bu da duyuların hareketini kaybettirir. Uyku geUr. Hatır­ lama düşer. 351

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Yemek az yenirse nefsin bu istekleri yemeğin azlığına göre azalır. Tabii kuvvetlerin karanlığı gider. Şeytanın askerleri zayıf düşer. Kalp parıldar. Kalp temizlenince de parlak ruhunda aklın çahşması daha mükemmel olur. Ruh bedenin hakimi olur ve kişi insanlık derecesine erer. Bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Ken­ dini yemeğe veren ve onun emrine giren kimse bitki derecesinde, şehevi arzulannın esiri olan insan, hayvan derecesinde, kendisini ilme ve irfana veren kimse de insanlık derecesinde olur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Onlar, hayvan gibi hatta hayvandan daha da aşağı (sapık) tırlar.» (A’raf Sûresi, Ayet: 179) Akıllılar bu sözü edilen süfli yani akak mertebede kalmaz. Ça­ lışması ve ibadeti için kendisine kuvvet verecek kadar yer ondan fazlasını terkeder. Tatlı ve lezzetli yemeklere itibar etmez ve on­ ları elde etmek düşüncesinden kendisini kurtarır. İnsanlık dere­ cesini elde ederek Üns derecesine erer. Her muradına kavuşur. Çün­ kü bitki ve hayvan derecesinden kurtulup insanlık derecesine ulaş­ manın en mühim şartı yemek yemeyi azaltmaktır. Kâmil insan olana açlık zarar vermez. Zira açlık sabrın en gü­ zel numunesidir. Onun uzun süre aç kalmasını huzurlu olmasının da uzun süre devam etmesi demektir. KISIM: 5 TOKLUK ALAMETLİRİ, AÇLIĞIN KERAMETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Her türlü kalp hastalıklarının kaynağı yemek isteğidir. Çün­ kü iyi ahlâkı kötü yapan odur. Cennetliği Cehennemlik yapan odur. Cihan ülkesini ruha zindan eden odur. Alim aklı cahil nefse esir eden odur. Açlığın tadını alan doyduğuna üzülür. Çünkü o bilir ki çok yiyen kimse yenilmeye mahkum olur. Akıllı yemek arzusunu terk eden ve nefsini beslemiyen kimsedir. Akıllı insan bedenini besliyerek kabir toprağına yem etmez. Şehvani nefs her ne kadar akla muhalefet eder Ve hakka asi olursa da bu isyankârlığını açlık kar­ şısında sıirdüremiyerek teslim dlur. Zira açlık onu emrine alır. Açlık beden ve ruhun menfaatine olduğu gibi, tokluk da her iki­ sinin zararınadır. Hayatım yalttzca yemeye ve içmeye harcıyan gafil gerçeği bırakmış hayalin ardına düşmüştür. Fazla yiyen as352

MARİFETNAME

lında yemek yemiyor, kendi hayatını yiyor kİ bunun sonu da ölüm­ den başka bir şey değildir. Midesinden mahkum olan biçarelerin akıllan da, kalbleri de olmaz, kulaklan duymaz, gözleri görmez, bedenini besllyen insan tenâsül organına köle olur. Hayatı aynen hayvanlarda olduğu gibi şehevî arzular peşinde koşmakla geçer. Hayvani nefis açlık saye­ sinde zayıflatılsa o kalpdeki ruh kuvvetlenir. Şehevî isteklerinin mahkûmiyetinden kurtulan ruh ilim ve adalet üzere olur. Huzuı? bulur, Rabbının ünsiyetine mazhar olur. Ağzı kapanınca kalbi açı­ lır. Ona aşk şarabı (Rabbani aşk’ın şarabı) içirilir. Azık yerine ken­ disine nur ekmeği yedirilir. Bu ruhun gençleşmesine sebep olur ki ruh gençleşince de bir­ lik âlemine gider. Aşk kanadıyla uçarak velüere kanşır ve peygam­ berlerin ruhlarıyla uçar. Pir olan daima genç kahr, yüzü nurlanır ve gül misali açar. Nur damlalan ve âlemi yaratan Cenab-ı Hakkın sırları, kalbine gece ve gündüzün malum olur. Ağzı açılsa gönül bağlanır. Gönül beden çöplüğünde dertlenir. Çünkü temeli toprak olan maddenin gıdası yine topraktır. Şayet ruh istek ve heveslere esir, kalb de belâların zindanı olur­ sa, bu durumda beyin gece gündüz vehim ve vesveseler içinde kıv­ ranır durur. Hali bu olanın hareketleri kötü işleri de sahte olur. Ruhu hasta eden yemek hayvani nefse kuvvet verir. Çünkü tadı alman her lokma, ruha varılan zincirin bir halkasıdır. Bu durumda akıllı ne yapmalıdır? Akıllı arpa ekmeği ile yetinmeli, yemeği o derece azaltılmalı­ dır ki bir kaç lokmayı kâfi görmelidir. Bu hal onun nefsinin za­ yıflamasını, ruhunun kuvvetlenip kurtulmasını temin eder. Bu külfetlerden kurtulan ruh, aşk ve muhabbetle dolar ve kâmil in­ sanlara ayrılan üstün mertebelere erer. KISIM: 6 TOKLUĞUN AFETLERİ, ORUCUN FAYDALARI Ey Aziz Ehlullah diyorlar ki: Yemeği, onu seni taşıyacağı kadar ye, senin taşıyabileceğin ka­ dar yeme. Yemeği sen ye, yemek seni yiyecek olmasın. Sen yersen yemek ruhuna nur olur. O seni yerse hepsi mahvu perişan olur. Tarikat ehlinden bir zat, bir kâmile gitti ve; — Bana Cenab-ı Hakkı marifeti bildir, dedi. Kâmil sat bu so­ ruyu kendisine soranın çok yemek yediğini bildiği için, 353

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

— Sen evvelâ yemek yemeyi öğren, sonra bize gel de marifet hakkında o zaman konuşalım, dedi. Kazanılan mallar için nasıl zekât vermek gerekli ise beden içinde aynı şekilde zekât gereklidir kİ o da oruçtur ve geceleri iba­ det etmektir. Gönüle giren bir mürşid-i kâmil âbid bir zatın her gününü oruçlu geçirdiğini ve akşamları bir batman yemekle iftar etmeyi yeterli görüp sabaha kadar namaz kıldığını duyunca: — Yann ekmek yese de uyuşa daha iyi yapardı, dedi. Çok yiyenin sıkıntısı çok, sıhhati az olur. Midesine ve şehevi arzularına düşkün olanın değeri barsaklardan çıkan (yani pislik) dır. Az yemek i f f e t ç o k yemek ise israf etmektir. Açlık her türlü meziyetin en üstünü olup beden ve ruh için menfaattir. Sıhhatin temini açlıkla mümkündür. Can az uyumak­ la, akıl az konuşmakla rahata erer. Rasulullah S.A.V. o derece aç kalırdı ki açlıktan adeta büküle büküle yürürdü. Ebu Hureyre R.A. o derece aç kalırdı ki bir mecnun gibi kıvra­ nır dururdu. Yüce pirimiz Fakirullah İsmail Tillavi bu Hakkı oğlunu (yani l.H.’nın kendisini) terbiye için bana hita pederek: — Molla İbrahim, ben gündüz ve gece bir defa olmak üzere hazırlanan yemeği yerim. Yemek çeşidi ne olursa olsun, bir hafta­ lık yiyeceğin yalnızca bir pidedir. Et suyu nefsi terbiyeye engel ol­ maz. 6 gün zarfında iki bardak su içer, yatsı namazından sonra uyur, daha sonra kalkar ve sabaha kadar ibadet ederim. Pazartesi ve perşembe günlerini ise oruçla geçiririm. KISIM : 7 TOKLUĞUN 10 AFETİ, AZ YEMENİN FAZİLETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kim marifet yoluna girmek, hayvan ve bitki mertebelerinden çıkıp kâmil insan derecesine çıkmak, nefsini yüceltip kalbini te­ mizlemek ve ruhunu cilalamak isterse, ilk önce midesini haram lokmadan muhafaza etmesi gerekir. Marifet yoluna girmenin baş­ langıcım buradan yapmalıdır. Zira midenin korunması bütün uzuv­ lardan daha zordur. Hatta kişi midesini haramdan koruduğu gibi, helâlin fazlasından da korumalıdır. Midenin meşguliyet ve bedene verdiği sıkıntı bütün organlardan daha çok, ruh ve bedene verdiği 354

MARİFETNAME

zarar da bütün azalardan daha fazladır. Mide, kendisi hem hafiflik, hem zayıflık ve hem de kuvvetin bulunduğu bir kaynaktır. Esasen çok yemenin oburluğun zararla­ rın ıanlatmakla bitmez. Fakat bunlar içinde 10 tanesi vardır ki, bunlar helâk edici vasıflara sahiptirler. Onlan şöylece sıralayabili­ riz: 1 — Midenin haddinden fazla doldurulması kalbi katılaştırır, karartır ve nurunu söndürür. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Kalplerinizi çok yemek ve içmekle öldürmeyiniz. Su içinde kalan ekinler nasıl ölüyorsa, kalpler de çok yemekle ölür.»

Çünkü mide kalbin alt kısmında bulunur ve adeta kaynayan bir kazanı andmr. Kaynayan kazanın buhan, kalbe çıkar. Buhar eğer fazla olursa kalpde kararma, kirlenme ve değişme meydana gelir. 2 — Çok yemek uzuvların gereğinden fazla çalışmasına, kısa zamanda yıpranmasına ve gereksiz yere bozulmasına sebep olur) Çünkü insanın mides itıka basa dolunca boş şeylere bakar ve boş şeyleri dinlemek ister. Aynı şekilde dil boş konuşmak, ayak gerek­ siz yere gitmek, eli boş şeyleri tutmak ister. Ferci kabaran şehevi arzusunu dindirmek için cima* ister. Halbuki eğer, mide aç olsa, bütün organlar rahat ve huzur içinde olur. Boş şeyleri konuşmaz, dinlemez ve haramlara gitmez. Mide öyle bir organdır ki o aç olun­ ca diğer organlar tok, o tok olunca diğer uzuvlar aç olur. İnsan yeme ve içmesine göre konuşur ve işler yapar. Meselâ mideye ha­ ram girerse beden haram işlere meyleder ve yapar. Yemek içmek bir nevi işlerin ve sözlerin tohumu olur denilebilir. Yukarıda ifadeye çalıştığımız işler hep onun sebebiyle olur. 3 — fazla yemek ili mve idrâk azlığına yol açar. Ey insan! Dünya ve ahiret işlerinden birini yapmaya ihtiyaç, duyarsan bir şey yeme. Çünkü kaynayan kazan olan midedeki gı­ danın buharı idraki ve zekâyı perdeler. 4 — Çok yiyen kimsenin ibadeti azalır. Çünkü çok yemek be­ dene ağırhk ve uyku verir. Hisler ve kuvvetler durur. Uykuya da­ larak Allah’a itaatten uzak kalır. Bu haldeki insanın atılan leşter^ farkı mı olur? İbadet için kuvvet ve zindelik gerekir ki bu da aş yemekle ve nefisle cihad etmekle mümkün olur. 5 — Çok yiyen kimse ibadetinden zevk alamaz. Hz. Ebubekir diyor ki: «Müslüman olduğum andan bu yana karnımı bir kez olsun tı­ ka basa doyurmuş değilim. Bunu Allah’a ibadet zevkinden mahrum 355

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kalmamak İçin yaptım. Yine müslüman olduğumdan bu yana ka­ na kana su İçmiş değiiim. Bunu da Allah’ı görme ve ona kavuşma lezzetinden mahrum kalmamak için yaptım.» Kâmil bir zat diyor ki:

«İbadetin en lezzetlisini ve tatlısını açlıktan kamım birbirine yapıştığı zaman tattım.» 6 — çok yemekte harama düşmek tehlikesi vardır. Zira helâl az haram ise sana çokça gelir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Helâl aana damla damla gelir. Haram ise sel gibi gelir.» 7 — Çok yemenin, yenilecek şeyin kazanılması, getirilmesi, hazırlanması, yenilmesi, sindirilmesi, gereksiz kısmının dışarı atıl­ ması gibi bir çok külfetleri vardır. Ayrıca çok yemenin doğurduğu hastalıklardan kurtulmak için çalışmak gibi hem bedeni hem de ruhu yoran bir çok faaliyetler vardır. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Bütün dertlerin esası çok yemek, ilâcı ise aç kalmaktır.» Bunun dışında yemek ve içmekle vakit harcamak ve dünyaya fazla meyletmek de vardır. 8 — Çok yemek, ölüm hastalığının şiddetli olmasına sebep olur. Peygamberimiz buyuruyor ki: «ölüm hastalığının şiddeti (kişinin) dünya lezzetlerinin azlık ve çokluğuna göredir. Yemek ve içmekte dünya lezzetlerinden sa­ yılır. Bunları çok yapan ölüm hastalığının şiddetini artırmış olur.» 9 — Çok yemek kişinin ahirete olan bağlılığım azaltır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «(Kâfirlere hitaben) Dünya hayatınızda bütün zevklerinizi ya­ şayıp bitirdiniz ve onlann zevkini sürdürdünüz.» (Ahkâf Sûresi, Ayet: 20) Ayet dünyada lezzetlere kavuşmanın ahirette acılarla karşıla­ şılacağına işarettir. Zira dünyadan ne kadar lezzet ahrsan ahiretteki lezzetini o derece kaybedersin. Çok yemenin dünya nimetle­ rinden olduğu şüphesizdir. Halid b. Velid R.A. Hz. Ömer’i davet ederek çok güzel bir ye­ mek hazırlamıştı. Hz. Ömer ona hitaben: — Hazırladığın bu nefis yemek bizim içindir. Fakat arpa ek­ meği yiyen ve karnı doymıyan fakirler için ahirette ne gibi bir lez­ zet vardır? diye sordu. HaUd b. Velid: — Ey müzminlerin emiri, onlar için Cennet vardır. Bunun üzerine Hz. Ömer R.A. şöyle dedi: 350

MARİFETNAME

— Onlar Cenneti hak ederek kurtuluşa ermişlerdir. Bu yiye­ cek bizim dünyadan aldığımız lezzet olduğundan onlar bizden uzaklaşmış ve selâmet bulmuşlardır. 10 — Çok yemekte arlanma ve kınanma vardır. Çok yemek, şehveti artıracağı gibi faziletleri de terkettirir. Dünyamn helâlinden yenilenler de verilecek hesap haramlar da ise abaz vardır. Dün* ya lezzetleri bir serap ve hayâl, süsü ise zarardır ve yalandır. Çok yemenin 10 büyük âfeti bunlardan ibarettir. Marifet yoluna girmeyi arzu eden herkes kamım doyurmak­ tan sakımr ve âfetlerin kendine ulaşmasından korunur. Gönlünü, az yemeye alıştırmakla kerâmet ve iyiliklerle şâd eder. Az yemenin sağladığı bir çok faydalar vardır. Bunlar arasmda: Gönlün temizliği, kalbin cilalanması, ruhun nurlanması, be­ denin sıhhat bulması, hafızamn kuvvetlenmesi, kıyamet günün­ deki şiddetli açlığı hatırlamak, Allah’a kolayca yönelmek, ibadete devam etmek, abdestli olmak, başkalarına cömert davranmak, fa­ kirlere yardımcı olmak, onlan razı etmek, yetimleri korumak gibi şeyler vardır. Yemek miktarım azaltmak için önce fazla yemenin yukardaki âfetlerini akimdan çıkarma. Az yemenin faydalarım göz önüne alacaksın. Mevcut yemeklerin en iyisini yiyeceksin. Yağlı bir yemekle yetineceksin. , *1 Bunlardan daha da kolayı gecede 1 kez yiyeceksin. Çok yiyen­ lerle beraber durma. Yediklerini tartı ile yap ve hergün bir miktar azalt. 50 dirheme (200 gr.) İninceye kadar bu çalışmaya devam et. KISIM: 8 AÇLIĞIN ÇEŞİTLERİ İLE HAL VE MAKAMLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Açlık, aynen uzletin konuşmamayı ihtiva ettiği gibi uykusuz­ luğu ihtiva eder. Açlık ikiye ayrılır: 1 — Kişinin kendi isteği ile aç kalmasıdır ki bu kendini ahiret yoluna veren ve dünyadan geçenlerin açlığıdır. 2 — Hakikate erenlerin açlığıdır. Çünkü hakikate eren kim­ se nefsini koymayı arzulamaz. Üns zamanında arada bir yer. Hey­ ben zamanında ise çok yerler. Ancak sâlikler (tarikat ehli) in had­ dinden fazla yemeleri Allah’tan uzaklaşmalarına ve huzuru İlâhi­ den kovulmalarına yol açar. Nefsin hayvani istekleri ruhlarım sa­ rar. Az yemeleri halinde gönülleri muhabbetullah (Allah sevgisi) ile dolar. Sırları idrak ve müşahede kabiliyetini kazamr. Haddin­ den fazla aç kalmak iyi değildir, zira aklı kanştmr ve sıhhati bozar. 357

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Bu sebepledir ki tarikata yeni giren salik aç kalmak hususun­ da orta dereceyi bulmak zorundadır. Baştan oruç tutmalı ve ye­ meğini böylece azaltmaya başlamalıdır. Daha sonra 24 saatte bir defa yemeye kendini alıştırmalı ve daha sonra da haftada sadece İki defa yemekle yetinmelidir. Eğer marifetullah derecesine erme­ yi dilrse bu yolunu devam ettirir. Tarikate yeni giren sâliklerde açlığın tesiri mütevazilik, sükû­ net ve ihtiyaç halleri görülmekle belli olur. Hakikate erenlerde ise gönül rahatlığı, kalp inceliği, beşeriyetten kopmakla İlâhî saltanat Ue seyretmek hâlleri şeklinde kendisini gösterir. Açlığın makamı öyle yüce bir makamdır ki onun çok acayip halleri ve garib sırları vardır. Açlığın kemâl derecesine ulaşanlardaki faydası böyle açığa çıkar. Açlığın insanlara sağladığı fayda ise bedenin sıhhatine, huy­ ların ve tabiatlerin ıslahına ve sâlim düşünmeye sebebiyet vermek­ tir. İmam zayıf yoksullarda görülen açlık ise bir çok kötülüklere ve hoş olmıyan hallere yol açar. RUBAİLER Açlık ki tok eyler ol kamu azayı Açlıkta bu nefs, terkeder dünyayı. Hem açlık açar rumuz her mânâyı Açlıkta bulur bu can ve dil mevlâyı. Namdan boş olan pür (dolu) hikmettir Gönlü gözü utanık işi ibrettir. Açlık ki tamam hiffet ve iffettir Her derde şifadır ol tene sıhhattir. Hakkı az ye eyle batna (karına) hulku mizan Açlıkta yol ol ziyan ki toklukta ayân Açlıktan olan ziyana peştir (yeter) bir nan Toklukta hastalara gerek çok dermân Hakkı, yemek az ye, az uyu, az söyle Can sağlığı, dil hoşluğu bul sen öyle. Her ne dilesen gönülde bul, zevk eyle Kim iki cihan saadetidir böyle. Bende eyle deham (ağız) bu cihanı seyret Koy hab (uyku)ı gönülde her nihanı (gizliyi) seyret. Aşk aça yürekte çûn dilhanı seyret Deryalar içip safay-ı canı seyret.

HKk-v.

35»

MARİFETNAME

Nefs ehline gerçi açlık olmuş zindan Amma ki gönül ehlinedir hoş seyran. Açlıkta gönül safa bulur lezzeti can pes cu (açlık) dur ehl-i hakka Hak’tan ihsan. Hakka ki taam (yemek) ı enbiyâdır açlık Hem hal ve makam-ı evliyadır açlık.. Hem safvat-ı kalb-i asfiyâdır açlık Her derde deva ve hoş neva (nağme) dir açlık. Hakka ki safayı asfiya cu olmuş Takvâ ve reşâd-ı etkiya cu olmuş. Hem fitnat-ı reyi ezkiya cu olmuş Bel zirve-i cayı irtikâ (en yüksek mertebe) açlık olmuş. Çok uyumak oldu ilm û fadlı hâdim Çok uyuyan, çok yiyen olur hasta ve nadim. Hakla Hak için gündüz gece ol kâim Ölmezden ölüp sen ol gamdan kâim. Oldukça bu nefs hayy, gönüldür nâim Nefs ölse, gönül bulur, hayat-ı daim.

»Ö0

KONU: 2 AZ UYUMANIN FAYDALARI DOKUZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM : 1 AZ UYUMANIN FAYDALARININ KUR’AN AYETLERİ VE HADİS-İ KUTSİ İLE BİLDİRİLMESİ Ey Aziz! Cenab-ı Hak lutfu ve inâyetiyle kullarını gafletten kurtarıp huzuru İlâhisine davet etmiş ve geceleri yapılan ibadetin ne derece faziletli ve kıymetli olduğunu Kur’an’ın âyetlerinde be­ yan buyurmuştur. Bu hususta bazı âyetler şöyledir: AYETLER: «Ve yine o takva sahipleri; Sabreden (söz ve iş sahiplerinde) doğru hareket eden. Allah’a itaat eden, Allah yolunda malını har­ cayan seherlerde Allah’tan mağfiret dileyen kimselerdir.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 17) «Onlar ki şöyle derler, Rablan için secdeler ve kıyamlar yapa­ rak geçirirler. (Namaz kılarlar.)». (Furkan Sûresi, Ayet: 64) «Ey elbiselerine bürünüp yatan, (Peygamber) (Namaz kılmak ve ibadet etmek için) ancak bir azı müstesna olmak üzere gece kalk. Gecenin yansında, yahut bu yandan biraz eksilterek kalk. Yahut o yan nin üzerine ilâve et. Kur’an’ı da ağır ve açık olarak güzel bir şekilde oku.» (Müzemmil Sûresi, Ayet: 1-4) «Gecenin bir kısmında uyamp, sırf sana mahsus fazla bir iba­ det olmak üzere Kur’an ile gece namazı kıl. Umulur ki Rabbin, se­ ni makam-ı Mahmuda (ahiretteki şefaat makamına) gönderecek­ tir.» (İsra Sûresi, Ayet: 79) Zebur’da buyuruldu ki: «Kulum, beni gece karanlığında ara, çünkü beni o zaman ken­ dine daha yakın bulursun.» 30ü

MARİFETNAME Cenab-ı Hak (Hadis-i Kudside) buyurdu ki: «Ey İnsanoğlu! Çok uyuduğun halde nasıl olur da kalbinin parlamasını istersin? Uyumayı kabrine sakla ve kalbinin nurunu uyumakta ara ve gecelerini ibadet etmekle geçir. Beni sevdiğini söyüyen ve gece olduğu jaman da, benden yüz çeviren ve uyuyan kimse yalancıdır.» KISIM: 2 GECEYİ AZ UYKU İLE VE İBADETLE GEÇİRMENİN FAYDALARI Ey Aziz! Rasulullah (S.A.V.) Ümmeti üzerine merhamet ve şef­ katiyle geceleri kalkıp Cenab-ı Hakka ibadet ve taatte bulunmanın ne derece değerli olduğunu hadislerinde beyân buyuruyor. Bu ha­ dislerden bir kaçı şöyledir: HADİSLER Peygamberimiz buyuruyor ki: «Cenab-ı Hak, gecelerin ikinci yansında dünya semasına iner ve şöyle buyurur: — Bana dua edenin duasını kabul ederim. İsteyene istediğini veririm. İstiğfar edeni (mağfiret olmayı istiyeni) mağfiret ede­ rim.» «Cenab-ı Hak gecenin üçüncü kısmında dünya semasına iner ve: — Dua edenin duasım kabul buyurur, isteyene de istediğini veririm.» «Benim gözlerim uyur, ancak kalbim uyumaz.» Sabah olduğu zaman uyumak, nzkı engeller ve üzüntüleri top­ lar.» Rasulullah S.A.V.’in müezzini Bilâl-i Habeşi Hz.’leri her gece seher vaktinde şu şiiri okurdu: Uyanınız, kalkınız ey uyuyanlar Sabah, gece askerine galip geliyor. Ey uyuyan kalk, uykudan uyan Yoksa gece sen’a galip geliyor. Ey uykuya dalan, sessiz uyuyan Sen uyuyorsun, fakat Rabbin uyumaz. Rabbin seni huzuruna çağınyor İntikam değil, kalk sen de af dile. auı

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 3 AZ UYUMAK, GECE KALKMAK, KIYMETLİ UYKU, AVAMIN DÜŞTÜĞÜ GAFLET Ey Aziz! Ehlullah diyorlar kİ: Az uyku Allah-u Teâlâya teveccüh hususunda dikkatli davran­ maktır. Çünkü halkın uykusu gaflet etmek ve kendinden geçmek­ tir. Gaflet gönülün karanlıklar içinde kalmasıdır. Marifet isteyen kimseye gece uykusu yasaktır. Marifeti isteyen daima ayakta du­ rur. Arif kulun uykusu, müşahede etmek ve murakabede bulun­ mak, ruhlar ile buluşmak, sevilenlerle birleşmek, özenenlere kavuş­ maktır. Gece uyanıklık aşıklar için bir nimettir. Uyku elemlerden uzak kalmak, gece uyanıklığı iki hayattan biridir. Midenin açlığı üe uykusuzluk gönülün dirilik ve canlılığıdır. İbadetlerin esası gece ibadeti, saadetin alâmeti de gece yansından sonraki uyanıklıktır. Geceyi Allah’ı zikir ve anmakla geçirmek iyi ve has kullann ibadet, taat ve âdetidir. Şevh ehli ve aşıkların işlerinin esası gece Allah'ı zikretmek ve uyumamaktır. Velilerin yolu, asfıyanın işi ge­ ce uyanık olmak ve Allah'ı zikretmektir. Gece uyanıklığı, insanlar için ganimet, ebdaller için fırsat, has kullar için bahar çeşmesi, Allah’a yakın kullar için bahçe ve âriflerin hediyesi, kâmillerin hâzinesidir. MANZUME Çün gelir şeb (gece) vakt-i halvetgâh olur Kıble-i uşşak vech-i mâh olur. Hâbı koy mehtâb iken ey mehperest Mâhdan âgah ona yoldaş olur Uyku bahnnda kamu halk olsa Lâ Uykusuzlar vakti İllallah olur. Aşık eder arzu gece halvetin Kim ona gece vuslat-ı nagâh (âniden) olur. Dâne-i can cism ile çûn samandır Cism uyursa da nesi bi kâh olur. Gece indirir çû sultan tahtına Cümle söz Hakkı ol dem külâh olur.

362

MARÎFETNAME

KISIM : 4 GECE KALKMANIN FAYDA VE FAZİLETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Saadet ve selâmetimizin sermayesi, insanlardan uzak kalma­ mız, dost ile birlikte olmamız hep gecelerdedir. Gece, âşıkların dert arkadaşı, âriflerin sırdaşıdır. Gece âşıkların derdine dert katar. Kâmillere parlak bir gün­ düz olur. Güneşi kalp semasına indirir ki o güneş her gece doğar, fakat ne yazık ki insanlar uyku denizine batar. Her muradın hasıl olma saati seherdir. O mübarek saatte kör gibi uyumak çok bü­ yük kayıptır. Saadet ehli o saatte uyanık olur. Aşıklar seher vakti uyumazlar. Arifler de geceleyin gönülün uzağına gitmezler. O sa­ atte rahmet kapıları açılır. O saatte uyanık olanın ruhu büyük bir zevk ve ferahlık duyar. MANZUME Aşk ehlinin gözü bidâr (uyanık) olur seher vakti Gönül ehlinin canı sırlarla dolar seher vakti Gönül şehri yabancı olmadan tenhadır gece Bezm-i can bi zahmet-i agyâr olur seher vakti. Dû kalp uyku içre gafil devlet-i bidârdan Arif-i âgâha devlet yâr olur seher vakti Hakkın ihsân kapısının fethini istersen sana Dil kapısını beklemek hoş kâr olur seher vakti Ol ki yemek içmek olur işi gece gündüz hemân Uyku lazımdır ona hasta olur seher vakti. Hakkı bidâr ol, seher vaktinde tenbel olma Uyumak, insana ayb u ar olur seher vakti. Hz. Ebu Bekir R.A. her gece yatsı namazından sonra ev halkıy­ la 1-2 saat kadar sohbette bulunur, sonra ev halkım yatırır, kendisi de kalkar yeniden abdest alır iki rek’at nafile namaz kılardı. Sonra huşû ve huzur içerisinde seccadesinin üzerine oturur, murakabeye dalardı. Bu haline sabaha kadar bir saat kalana kadar devam eder­ di. Nihayet başını yukarıya kaldırarak öyle bir ah çekerdi ki müba­ rek ağzından çıkan nur etrafı aydınlatır ve hatta duvardaki ça­ mura karıştırılan samanlar bile görünürdü. Sonra kalkar teheccüd namazını kılar ve onun peşine de 3 rek’atlık vitir namazını kılar, sonra da aile fertlerini kaldırırdı. Sabah au3

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

olunca da sünnetini evde kılar, farzını edâ etmek üzere de camiye giderdi. Adamın biri bir câriye almış, yatsı namazını müteakip cariye İle yalnız kalınca ona hitap etmesiyle aralarında başlıyan konuşma şöyle devam etmiş: Adam:

— Yatağı sar da yatalım.

Cariye:

— Ey Efendi senin bir Mevlân var mıdır? Adam:

— Evet, vardır. Cariye:

— Sen Mevlân geceleri uyur mu? Adam:

— Hayır, o hayy ve kayyumdur, asla uyumaz. Cariye: — Sen hiç bir zaman uyumıyan Mevlânın huzurunda yatıp uyumaktan utanmıyor musun? Carlyenin bu sözleri efendisini çok etkiledi. Gece ibadetini adet haline getirdi ve bütün hayatı boyunca yatakta yatmadı. Bu ha­ liyle veliler derecesine ulaştı. Zira velilerin yoluna giren üç hasleti kendisine adet etmelidir. 1 — Çok acıkınca az yemek, 2 — Çok uykusu geldiğinde az uyumak, 3 — Lüzumu halinde konuşmak ve konuştuğu zaman da az, konuşmak. KISIM: 5 UYKUNUN YERİLMİŞ

VE FAZLASININ ZARARLI OLMASI

Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Gaflet uykusu mezmûm (yerilmiş) ve kötü olup bedene tem­ bellik, uyuşukluk verir, uğursuzluk getirir. Çünkü uyku organlara tembellik verdiği gibi ömrü de kısaltır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Allahu zül celâl, geceleyin (sizin histerinizi bütünüyle alarak) sizi ölü gibi yapar.» (En’am Sûresi, Ayet: 60), Bu ayette uykunun ölümün kardeşi olduğu bildirilmektedir. Haktan uzak olan hasret ehlinden olur. Uyku onlar için bir musi­ 364

MARİFETNAME

bettir. Arif kul ise Hakkın huzurunda olduğundan uyku onun için bir lezzet, zevk ve Hakka dönüştür. Kişiyi huzurdan uzaklaştıran gaflet haktan usakiaşmak ve sonsuz bir pişmanlık duymaktır. Arifin hayatı muhabbet, zevki Hakkın huzurunda olmaktır. Allah’ı sevmenin üç âlâmeti vardir: 1 — Gece uyanık durup ibadet ve taatte bulunmak, 2 — Güzel konuşmak, 3 — Allah’ı hamdetmek ve ona senada bulunmaktır. Bu gösteriyor ki bütün geceyi uyku ile geçirmek Allah’tan yüz çevirmek ve manen vebal altmda kalmaktır. Eğer uyku iyi bir şey olsaydı Cennette de olurdu, halbuki Cennette uyku yoktur. Uyku iyice bastırmadan yatmak ya da uyumak doğru olmaz. Çünkü ke­ mâl derecesine onunla ulaşılmaz. KISIM : 6 AZ UYKU KALBE CİLADIR, BASİRET EHLİNİN GÖZÜNE SÜRMEDİR Ey Aziz Ehlullah diyorlar ki: Gayüret ve mücahade olmadan müşâhade olmaz. Çünkü mücâhade etmiyenin müşâhade (görme) si olmaz ve gönül gözü açıl­ maz. Kim müşahade ederse onun için müşahade .hazır olur. Mücahede eden müşahadeyi istese de istemese de bulur. Bundan müşahadeye erene kadar mücahedeye dvam etmnin gerekli olduğu meydana çıkıyor. Kim mücahedeyi isterse aç kalarak gece uykusuz kalmaya devam eder. Marifeti isteyen kimse az uyumakla ve aç kalmakla bedenindeki faydasız ve gereksiz maddeleri atar. Vücudu hafifler. Allah’ı zikrederek gönlü açılır. Uykuda rahata ermesi gibi uyanık ile uyku arasındaki halinde hem Melekût hem de perzâh âlemini seyreder. Bu hali onu hem saadete hem de huzura erdirir. Marifet ehli uykusunu ve rahatmı terkeder. Gecenin sessizliği içinde âlemin sırlarını seyreder. Orta derecede olan uyku bedene fayda verir. Fazlası zanrdır. MANZUME Sulh ve salâh oldu bu kavgayı şeb Oldu çû sahra bize deryâyı şeb. .365

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

İstemez uykuyu kaçar gafletten Eylese bu göze temâşâyı şeb. Çok dil-i pur nur ve nice can-ı p&k Oldu kamu bende-i meylâyı şeb. Gündüz oluı gerçibu sevdayı kâr Başka safâdır dile sevdâyı şeb. Bağladı şeb (gece) eli iş cevherinden Hak eder subha elek ihyây-ı şeb. KISIM : 7 UYKUNUN SIRLARI VE FAYDALARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: İnsan ruhu yüksek (ulvi) âlemden bayağı âleme gelirken ya­ bancı gelmiştir. O hayvani nefsin işlerini görmekle ve onun men­ faatlerini temin etmekle ve zararlarım savuşturmakla uğraşır. Be­ den uyuyunca ulvi ruh kendi âlemine döner ki bu gidişten iki fayda temin eder. 1 — Bu dünyamn her türlü dert ve meşakkatinden tamamen, kurtulur. Bedene ait işleri görmek zorunda kalmaz. O ulvi âlemde ruhlarla görüşür, tanışır, zevke ve huzura erer. Esas vatanında mes’ud ve bahtiyâr olur. 2 — Ruh kendi yüksek vatanına vannca akl-ı evvelden gizli sırlardan birçok şeyler öğrenir ki bu husus şahadet âleminde bir çok misallerle açığa çıkmıştır. Rüya tabiri sim odur ki geçen ha­ dise ve İşleri hatırlatan ve gelecekteki işlerin müjdelenmesi sadık rüyalar sayesinde bilinmiştir. Uyuyan kimsenin ruhu Berzâh âle­ mini geçerek külli ruhla karşılaşırsa arada vasıta olmadan ilham alır ve uyku Ue uyanıklığın arası halindeki gibi düşünme ve mükâşefe deryasına dalar. Beden uyuduğunda ruh ondan kurtulur. Bu âlemde ya da başka âlemlerde gezer ve kendisinin geldiği âlemi görerek oradan geldiğini bilir. Zaten öldükten sonra da oraya gir­ meyecek midir? Artık bir daha bu bayağı ve sufU dünyaya bağlanmaz. Kendi­ sinin yüksek makam ve vatanını sever. Oraya dönmek ve oraya varmak için gayrete girer ve murakabeye başlar. Mücahedeye gi­ rerek müşahedeye erişir. Marifetullah (Allah'ı tanıma ve bilme) derecesine yükseUr. Bu hali onun Allah'ın sevgisine kavuşmasını sağlar. Uyuduğunda ya da öldüğünde Berzah âleminde kalmaz. Melekût âlemine yükselir. 300

MARİFETNAME

Kâmillerden bir zat kendisini ziyarete gelenlerin fazlalığı se­ bebiyle darlandığı zaman onlara: — Ey benim kıymetli dostlarım. Bana bir saat kadar müsa­ ade edin de birliğe varayım, dedi. Sonra da hırkasmı başına çeker uyurdu. Çünkü kalp gözü açık olan kâmillerin sadece bedenleri uyur, ruhlan uyumaz, kendi âlemleri olan ruhlar âlemine döner. Cenab-ı Hakkın huzurunda huşû içinde bekler. Başlangıcı ve sonu olan kulll akla gider. MANZUME Didesin yumdu bu cihanda o can Açkı hüsni nikâbmı canan Evet canan yüzüne, can gözünü Açamaz yummayan cihan gözünü. Yüce canında buldu canmı Yine tahtında gördü sultanı. KISIM: 8 UYKUNUN HAKİKATİ, HALKIN RUHLARININ BERZAHTA KALMASI, KAMİLLERİN RUHLARININ DA MELEKUTA ÇIKMASI Nasıl uyuruz? Gıdaların rutubeti kalp damarlarına gevşeklik virdiği ve mideden çıkan gıda buharı kalp ile beyin arasına perde olduğu ve kalbin beyin üzerindeki tasarrufunu engellediği, duyu organlarının hareketsiz kaldığı, karaciğerin damarlan ile birlikte bedenin bütün organlarını beslediği zaman uyuruz ki bu uyku hali bundan ibarettir. Her insanda mutlaka husule gelir. Gıdalar ve rutubet uykuyu gerektirir. Çok su içtikten sonra ağır uyku bas­ masının sebebi budur. Eğer uyuyanın kalbi nefsine bağlı olursa kemâlini elde etme­ ye yönelmez ve Berzâh âleminde hapsolur. Rüya ve bozuk hayâl­ lerden İbaret kalır. Eğer uyuyanın kalbi nefsine bağlı değil ise Berzâh âlemini ge­ çerek huzura erer ve o kalp asla uyumaz. Beden uyuşa bile kalbin uyanık hali devam eder. Bu yöneliş ve yükselişten bir an bile uzak-

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

laşmaz. Bu uykunun sükûnet yani hareketsizlik ve gaflet hali ol­ duğunu, kalbin nefse bağlı olmaksızın uyunan ruhani uykunun ise hazreti mevlânın huzuru olduğunu bildiriyor. Cahil ve gafilin uykusu, yani dünyaya bağlanış, ârifin uykusu ise esas vatanına dönüştür. Halkın uykusu hakdan uzaklaşmak, kâmillerin uykusu ise Al­ lah’a tam yöneliştir. Noksan olanların uykusu boşuna vakit geçir­ mek, kâmilin uykusu ise tam taat ve ibadettir. Kâmillerden bir zat tekkelerden birine on gün müddetle misâfir olmuş, bu müddet zarfında çok yemiş, çok uyumuş ve çok ko­ nuşmuş. Müritler onun kâmile yakıştıramadıktan bu halini şeyhle­ rine bildirmiş ve hakkında şikâyetçi olmuşlar. Şeyhleri ise o kâmil zatı yanına çağırarak: — Velilerin yolu az uyku, az yemek ve az konuşmaktır. Siz bu yasaklan çiğniyor ve tekkedekilere külfet oluyorsunuz, demiş. Ken­ disine söylenenlerden hayret ve dehşete düşen kâmil zat: — Eğr benden şikâyetçi olan müritler marifet ehlinden olma­ lardı, beni sana şikâyet etmez bilâkis bana teşekkür ederlerdi. Çün­ kü ben yerken yemek değil nur yiyorum. Uyurken kalben uyumu­ yor huzura gidiyorum. Konuştuklarım boş şeyler değil, hikmeti ih­ tiva eden şeylerdir, diye cevap verir. Onun bu sözlerinden son de­ rece müteessir olan şeyh ondan özür diler ve kâmil zatın tekkede kalmasını sağlar sonra kendisi de onun müridi olur. Kâmil zatın verdiği işaretlerle günlerce aç kaldı, günlerce uyu­ madı. Günlerce konuşmadı. Bu hâl kendisinin de hikmet nurunu ve mevlânın huzurunu bulmasına kadar devam etti. Kâmil olmıyanlar için durum hiç de öyle değildir. Çünkü on­ lar çok yer ve çok uyurlarsa hem dünyalarım hem de ahiretlerini kaybeder. Hem maddi hem de manevi büyük zararlara uğrarlar. MANZUME Nim-i şeb (gece yansı) aşk eyledi dilden yana pek fazla Çok itaat etti dedi, âşıksan eyle uykuyu az. Biz seninle geceler ta sabaha dek söz söyleriz Sen ayağım eylemişsin yatak içinde dırâz (uzun). Gündüzün gaflettesin, bizden dahi şeb hâbda Yâ ne vakit eylersin ey âşık bize tatlı niyâz. Sen bizi öyle unuttun ki sanki sen nâz Bir daha dönmiyeceksin aslına, gel etme. Yan gecede kalk, ağla derdimle teveccüh et bana Tâ seni cezbeyleyen kısa ola râh-ı dırâz. 368

MARİFETNAME

Uyku gaflettir, ölüm kardeşi olma aşkla yaşarâz Dinle her şeb sözlerin ma’lumun olsun cümle. Hazır ol her dem demimden bir hayât-ı tâze bul Gece Hakkı, hâbı az et, uykuyu az et, hâbı az. KISIM: 9 UYANIR HALİN KISIMLARI, HAL VE MAKAMLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Gece az uyumayı temin etmek ancak az yemekle mümkün olur. Çünkü midede gıda olmayınca insanın uykusu gelmez. Uyanık hâl ikiye ayrılır: 1 — Gözle uyanıklık, 2 — Kalple uyanıklık. Kalben uyamk olmak müşahedeyi tâlep için kişinin gafletten uyanması kendine gelmesi, ahiretini düşünebilmesidir. Gözle uyanıklık ise müşahede talebinde bulunmak ve bu iste­ ğin kalpteki devamlılığını sağlamaktır. Bu Allah’ın kişiyi muvaf­ fak yılmasıyla olur. Çünkü genellikle gözün uykuya dalmasıyla kal­ bin çalışması da batıl olur. Göz uyuşa da gönül uyanık kalsa ve amelini uyamk haldeki gibi devam ettirse bu müşahede hali evvel­ ki uykusuzluk halinin sonucudur. Böyle bir uykusuzluk kalp ame­ linin devamlı olması gibi bir fayda sağlar. Bu, ruhun Allah katın­ daki gizli yüksek derecelere çıkmasıdır. Tarikate yeni girenlerdeki uykusuzluk hali zamanı boşa geçirmemek ve kıymetlendirmektir. Vaktiyle bir hükümdarın hizmetçisi vardı. Hizmetçi kendisine: — Ben seni seviyorum, sana aşıkım diye ilân-ı aşk eylermiş. Merhametli bir kalbe sahip olan hükümdar hizmetçisini bir odaya koydu ve: l» «pr Sen beni burada bekle ben gece yansından sonra senin ya­ nına gelirim dedi. Sonra da odanın kapısını kapayıp gitti. Gece yansı olunca verdiği sözü tutarak hizmetçisinin bulunduğu odaya gitti. Girdiğinde kendisine aşık olduğunu söyliyen ve ekmeğe kul olan hizmetçiyi uyur halde buldu. Sonra onun eteğinden bir par-, ça kesti ve cebine de ceviz ve kuru üzüm doldurdu. Sabahleyin hiz­ metçi kalkınca bakar ki bir de ne görsün? Kendisi miskin miskin uyurken hükümdar gelmiş eteğini kesmiş ve ceblerini de ceviz v.s. gibi şeyler doldurmuş, sonra da çıkıp gitmiş:

JSSSSİS^^'

——--------------- ---------

S

ımiıs ve ondan sonra bütün

Hizmetçi üyud^una Çok P^ ta ^^fonun üns ve hu-

hayatı boyunca te^îjttını terketti. »u

370

KONU:3 AZ KONUŞMANIN FAYDALARI ALTI KISIMDAN İBARETTİR KISIM : 1 KUR’AN’A VE HADİSLERE GÖRE AZ KONUŞMAK Ey Aziz! Cenab-ı Hak kullarına inayet eylemiş ve az konuşma­ nın büyüklerin adeti, işlerin düzene konulması, huzur ve selâmet kazamlması olduğunu bildirmiştir. Bu hususla ilgili olarak bazı ayet ve hadislerin yazılması lüzumu hasıl oldu. AYETLER : Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Mümin kullarına söyle ki, kâfirlere en güzel söz ne ise,onu söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar.» (İsra Sûresi, Ayet: 53) «Rahmanın o kullan ki, onlar yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler, cahiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) laflar attığı za­ man «selâm» derler.» (Furkan Sûresi, Ayet: 63) «Onlar ki yalan yere şahitlik yapmazlar, faydasız birşey konu­ şana rastladıklaıı zaman bulaşmadan yüz çevirip iyi bir şekilde geçerler.» (Furkan Sûresi, Ayet: 72) «Onlar bo şlaf işittikleri vakit ondan yüz çevirirler; «Bizim iş­ lediğimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Size selâm olsun, bilgisiz­ lerle ilgilenmesiz,» derler. (Kasas Sûresi, Ayet: 55) «Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Olabilir ki alay edilenler (Allah ıkatında) kendilerinden daha ha­ yırlıdır. Kadınlarda başka kadınlarla alay etmesinler. Belki alay edilen kadınlar öbürlerinden (alay edenlerden, Allah katında) da* 371

ERZURUMLU İBRAHİM JIAKKI HZ.

ha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır! Kim tövbe etmezse, işte onlar zalimlerdir.» (Hucıırat Sûresi, Ayet: IX) «Şimdi kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü o, Allah'dan kork­ manın kim olduğunu çok iyi bilendir.» (Necm Sûresi, Ayet: 32)r «Ey iman edenler! Çok zanda bulunmaktan sakının. Zira zannın bir kısmı suçtur. Birbirinizin nyıp ve kusurlarını araştırmayın. Kimse kimseyi (Arkasından) çekiştirmesin. Sizden biriniz ölü kar­ deşinin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksinirsiniz. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah tevbelerini kabul edendir, çok merhametli­ dir.» (Hucurat Sûresi, Ayet: 12) «O halde sakın öksüze kötü muamele etme. Ve sakın senden birşey isteyeni azarlama. Sadece Rabbınm (sana verdiği peygamberlik) nimetini (insan­ lara) anlat.» (Duha Sûresi, Ayet: 9, 10, 11) Cenab-ı Hak (Hadisi Kudside) buyuruyor ki: Ey İnsanoğlu! Eğer kalbine kesâvet çökmüş ise, bedeninde hastalık var ise, rızkında mahrumiyet var ise, o zaman bil ki sen mâlâyani, boş sözler söylemişsindir. Ey İnsanoğlu! Çok konuşarak nasıl hikmeti istersin. Hikmeti kalben ve lisanen (dil) susmak suretiyle ara. Ey İnsanoğlu! Başkalarını asla gıybet etme, çünkü kim gıybe­ ti terkederse onun sır ve muhabbeti zahir olur (açığa çıkar) dere­ cesi yükselir. Ey İnsanoğlu! Dilin doğru olmazsa dinin de doğru olmaz. Kal­ bin doğnı olmazsa dilin de doğru olmaz. Benden haya etmediğin müddetçe de kalbin doğru olmaz.» Rasulullah SA.V. de az konuşmanın günahlardan korunmayı, gayeye vasıl olmayı, esrar ve muhabbeti temine sebep olduğunu büdirmiştir. Onun bu husustaki hadislerinden birkaçı şöyledir: HADİSLER: Peygamberimiz buyuruyor ki: «İmanın selâmete ermesi dilini tutmasındadır.» «Ya hayır söyle yahut sukut et.» «Dilin cirmi (yani cisim olarak büyüklüğü) diğer uzuvlardan küçük, fakat cürmü (işlediği ve gördüğü işler) hepsinden büyüktür. «Sükut eden kimse her belâdan kurtulur.» «Yalan söyleyen zarara uğrar.» 372

MARİFETNAME

«Yalan imandan uzaklaşmaktır. Yalanın en şiddetlisi de baş* kasına iftira etmektir.» «Gıybet; sözlerin en kötüsü olup, islâmda zinadan daha şiddet­ lidir.» «Mü’miıı ta’n etmez, la netlemez ve lıayâdan mahrum (haya­ sız) olmaz. İnsanları bir kusuruyla ayıplayan kimse kendisi de o hataya düşmedikçe ölmez.» «Güzel söz sadaka, gülümseme de husenedir.» «Yemek yedirmek, gcccyi ibâdet ederek geçirmek ve güzel ko­ nuşmak Allah’ın nzasmı kazanmaya vsile olur.» «Çok gülmek kişinin kalbini öldürür.» «Mü’min’i yüzüne karşı övmen onu kılıçla kesmendir.» «Kişi dilini muhafaza etmeden imanım koruyamaz. Allah için dünyada zindanda hapsedilmeye dilden daha layık birşey yoktur.» «Allah’ın zikrinden başka sözleri çok konuşma zira kalbin ka­ ranı*, kalp kararınca da Ilak’dan uzaklaşır ve ona isyan eder.» «Biz peygamberler, insanlarla akıllan kadar konuşmakla emrolündük.» «İnsanlara akıllannm ermiyeceği birşey söylersen, bu söz ço­ ğu için fitne olur. Öyle ise o sözü söyleme!» «Sırn açığa vurmak haramdır. Başkalanmn gizli tuttuklan şeyleri açığa vuran mel’ûn yani ayıplanmıştır.» «Birisi başkasına bir söz söylese o söz söylenende emânet olur. Onu kimseye söylemesin. Seçkinlerin kalpleri sırların mezandır.» Hz. Ebu Bekir R.A. ağzında bir taş bulundurur ve gereksiz ye­ re konuşmaktan sakınırdı. Luzum edince taşı ağzından çıkanr ve sonra konuşurdu. — Benim başıma türlü belâlar açan ve kötü cefalar salan bu dildir, der ve yakınlarının bu hususa dikkat etmelerini tavsiye ederdi. Hz. Ali R.A. diyor ki: «Size Ebû Kasım Hz.’lerinin (yani Rasulullah S.A.V.’in) müba­ rek ağzından duyduğum sırları söyliyecek olsam benim yanımdan çıkar ve: — Ali gerçekten yalancıdır, böyle sözü kim işitmiştir? dersi­ niz.» Cenab-ı Hak Kur’an’ın da kişinin bilmediği şeye düşman oldu­ ğunu bildirerek bu hususa işaret ediyor.

373

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 2 AZ SÖZÜN GÜNAHTAN KORUNMASI, İZZETİ VE İHTİRAMI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Eımmnımıg susmaz zamanıdır. Eve kapanmak ve evde durmak zamanıdır. İnsanda önemi büyük iki organ vardır ki bunlar biri kalp biri de dildir. Her ne kadar konuşmak bir kerâmet ise de her türlü belâdan kurtulmak için de susmak şarttır. İnsanın terazisi dildir. Dil, sakınması, sahibine büyük zararlar veren bir arslan gi­ bidir. Az sukut ve kişi için kâr ve vakar elbisesini giymektir. Ey İnsani Konuşmadığın müddetçe sözüne hakim olursun. Konıtsfrğun zaman ise ona mahkûm olursun. Az konuşan ayıplanmaz, kınanmaktan kurtulur. Sukutu çok olan kimsenin kusur ve ayıp­ lan gizlenir ve susan kimse bütün insanlar tarafından sevilir. Gıy­ bet eden ve insanlar arasmda laf taşıyarak koğuculuk yapan kim­ seye ise bütün insanlar kızar. Fazla söz ar, sukut izzet ve emniyet­ tir. Dilin birçok tehlikeleri olduğu gibi kalbin sukutu da kişiyi ma­ rifet ehlinden yapar. Bir misal Ue benzetme yapacak olursak dişler taş, dil çakmak, söz ateş, konuşan ahmak, dinleyen de pamuk dükkânı ya da ba­ ruthanedir. Bu durumda ateşe ya da pamuğa çakmağı çakandan daha büyük divâne olabilir mi? Belâyı getiren üç şey vardır ki bunlar: 1 — Ciddiyetten uzak konuşmak, 2 — Şakalaşmak, 3 — Boş ve saçma sözler söylemektir. Başkalarım gıybet eden, çekiştiren ve insanlar arasmda koğu­ culuk yapmanın cezası çok şiddetli olur. Bunları yapmak inşam hem insanlardan hem de haktan uzaklaştırır. Çok konuşmak dost-, luğu ve sevgiyi zedeler, sahibini alçak düşürür. Gereksiz yere ko-. nuşmak kişinin noksan ve ayıplarım ortaya dökmesine sebep olur. Çok konuşma her bakımdan kötü bir şey olup gönüllerdeki düşmanlıklan tahrik eder. Acı söz söyliyenden bütün sevdiği ve dostlan kaçar ve ondan nefret ederler. Arkadaşını ve yakınlarım gıybet rezilliktir. Akıllı kimse hiç bir zaman tartışmaya ve münakaşaya girmez. Kem (kötü) sözde sahibine iyi sözde sahibine aittir. Sözde belagat, sukutta da selâmet vardır. Şaka heybeti gideren bir âfet, başa kakmak, yani minnet et374

MARİFETNAME

inek de cömertliği yok eden felâkettir. Ey İnsanoğlu! Konuşursan doğru konuş, söz verirsen de dur. Tatlı konuşmak, yumuşak davranmak insanlara bir ikram, çok selâm da insanların sevgisini kazanmaya vesiledir. Güzel. konuş­ mayı nefsi için adet haline getirmeni kişinin maksada ermesine vesiledir. Dil doğru söylerse kurtulan sahibi olur. Fazla söz kulağı bıktırır. Çokça sukut sahibini vakarlı ve ağır başlı yapar. Fazla gülmek ise sahibini hafif meşreb kılar. Fazla şaka cahilliğin alâ­ meti olup töhmeti celbeder. Çok gülmek kalbi öldürür. Boşuna çok konuşmak kişinin cahilliğine alâmettir. Fazla söz de mânâ noksan olur. Sukut akim süsü bilgisizliğin perdesidir. Ey İnsan! Konuştuğunda güzel konuş, insanlara karşı mütebessim ol, asla yalan konuşma, kendini küçük düşürme. Dili güzel olanın kalbi de güzel olur. Çok gülenin ve çok şaka yapanın akimda illet olur. Sözü tatlı olanı sev, çok gülme, gülersen kalbin ölür. Çok ya­ lan söyliyenin doğru konuşması az olur. Doğru söyliyenin cemâli artacağı gib iaz konuşanın da günahı az olur. Gıybet eden uğur­ suz, söz taşıyan yerilmiş olur. Boş sözler söyliyen faydalı olanların­ dan uzak olur. Ciddi konuşmayan kıymet ve değerini kaybeder. İnsanlardan şikâyetçi olan Hak’tan da şikâyetçi olmuş olur ki, şükredici bir kul olamaz. Gizli ayıpları ve kusurları araştıran kimse kalpler de kendisine sevgi bulamaz. Kendini öven kimse kendini kesmiştir. Kendini hakir gören selâmet bulur. Sükût etmek sure­ tiyle kurtulan, söyliyerek nimete nail olana benzer. Kişinin doğru sözlü yumuşak huylu ve güzel hâli onun ikbâline ve sonunun ha­ yırlı olacağma alâmettir. Esasta dil insanın düşmanı olmasına rağmen insan dili saye­ sinde insandır. Cevabı kötü sözlerle olan sonunda pişman olur. Akıllı kimse cahile karşı iyi muamele etmelidir. Doktor hastasına nasıl davranırsa akıllı da cahile öyle davranmalıdır. Boş konuşmaları, dedikoduyu, laf taşımayı bırakan gönül hoş­ luğunun ne demek olduğunun idrakine vanr. Sukut, zinet, yalan ise çirkinliktir. Saymakla bitmeyecek kadar çok faydası olan sus­ manın en küçük faydası sermayenin selâmetle olmasıdır. Ruhun mahvı dildedir. Sırrını kendin sakla, zira eğer sır saklanacak bir şeyse başkasına nasıl emânet edilir? Sırrını başkasına söyliyen ra­ hat bulmaz, sırrını başkasına söyliyen ise rahat yüzü görmez. Sırrı ifşamn sonu pişmanlık duymaktır. Dosttan bir şey kıs­ kanılmaz fakat sır da söylenilmez. 375

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

MANZUME Açma sim ki zûr olmıyasın sen Sıkıntı ve derde y&r olmayasın sen. Sırrım sakla ki başın selâmet bula Sim söyliyen ise melâmet bula. Nice sular var ki gelir dile gele Nice canlar vardır ağıza gele. Devlet yolunda kim ki gence irer Saklamazsa hebar sence irer. Hak olan halkı âşikâr Avlayam der iken şikâr olmaz. KISIM: 3 DİLİ, VAKİTLERİ, AMEL VE HALLERİ, HAYATI KORUMAK SIRLARI GİZLEMEK, AFETLERDEN KORUMAK Amel ve ilimlerin üstünü, Allah’ın hikmeti sükût etmektir. Dil konuşsa gönül sükût eder. Dil susarsa gönül söyler. Söz gümüş olursa sükût altın olur. Çok konuşan pişman olur. Sükût eder kur­ tulur. Sükût konuşmaktan vaz geçmektir. Kalbin sükûtu tartışma­ yı ve itirazı terketmektir. Sükût mü’min için öyle bir güzel vasıftır ki onunla ahiretini korur. Dil susunca basiret gözü açılır, akıl artar ve serbestler. Ey İnsan! Dillini tut, çünkü onun isyanı diğer organların is­ yanından daha şiddetlidir. Diğer organların selâmetini istiyorsan dilini tut. Haberde geldi ki: «İnsanoğlu sabahladığı zaman bütün uzuvlar dile hitap ederek: — Allah için doğru ol. Çünkü eğer sen doğru olursan bizler de doğru oluruz. Eğer sen eğri olursan bizler de eğri oluruz,» derler. Bu demektir ki dil insan bedenindeki organlara iyi ya da kötü yönde tesiri vardır. Cenab-ı Hak (Hadis-i Kudside) buyuruyor ki: «Ey İnsanoğlu! Kalbinde sertlik, vücudunda zayıflık, rızkında noksanlık hissedersen, bil ki sen faydasız şeyler konuştun. Düştü­ ğün bu belâlar da o sözlerin sebebiyledir.» DUİ korumak demek aynı zamanda vaktinde korunmasıdır. Çünkü insan çoğu zaman ciddi olarak değil de sırf vakit öldürmek için konuşur. 370

MARİFETNAME

Dili muhafaza aynı zamanda amelleri muhafaza da vardır, çünkü gafilin çok konuşması onu mutlaka gıybet etmeye sürük­ ler. O zaman da iyi amelleri düşmanlarının olur. Ariflerden bir zat diyor ki: «Eğer gıybet etseydim annemi gıybet eder iyi amellerimin ona gitmesini isterdim.» Dili muhafaza aynı zamanda halleri korumaktır. Çünkü dü* marifet hâzinesini açan anahtardır. Çok konuşunca kişinin gön-j lünden hikmet cevherleri gider. Dili muhafazada aym zamanda dünyamn belâ ve musibetlerin­ den selâmet bulmak vardır. Denilir ki: «İnşam darıltıp kıracak sözleri söyleme. Çünkü dil açılınca onun bozgunculuğu çevreye dağılır. Dil avım bekliyen aslana ben­ zer, sukut ondan emin olmaktır.» Dili muhafaza aym zamanda ahiret afetlerinden korunmadır. Peygamberimiz buyuruyor ki:

«İnşam Cehennem ateşine yüzü koyun şey ancak onun dilidir.» Dili muhafaza iki dünyada kurtuluşa ermektir. Dili muhafa­ za marifet ehlinin sermayesi ruh ve gönülün sarsılmayan kalesidir. Lokman Hekim Hz. Davud’un yanına geldi ve sert demir ve çeliklerin o nur elinde yumuşak mum haline geldiğini ve Hz. Da­ vud’un ondan halkalar yaptığım görünce hayretler içinde kalmış ve bu yapılan halkaların ne işe yarıyacağım sormayı istemiş, fa­ kat kalbinin hikmet ionu sormasını engellemiştir. Cenab-ı Hakkın halifesi, mucizesini tamamladıktan sonra yap­ tığı zırhı giydi ve: — Bu insana savaşta kale vazifesi gören bir zırhtır, deyince Hz. Lokman: — Bu benim sana sormayışıma ne dersin? diye sormuş, bunun üzerine Hz. Davud şu cevabı vermiş: — Sükut herkesin bilemediği ve yapanının az olduğu bir hik­ mettir. Bütün bu misaller gösteriyor ki, sükût etmek hem kalp hem de ruh için çok güzel bir meziyettir. Denildi ki: Sırrın esirindir, söylersen sen onun esiri olursun.» RUBAİLER Söz var ki, o halk içinde olmuş destftn Söz var ki ağız içinde olmuş pinhân 377

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Gizli sözü dilde sakla hiç etme ıyân Ta kalmayasın nedâmet içre nâlân Sofra üzerinde kanun etme şeb’an Hıfz eyle dilini, çûn görürsün yarân Beş vakti kıl, kalb huzuru ile ey cân Yolda yoluna bak, boşuna eyleme seyrân.

KISIM: 4 AZ KONUŞMANIN İZZET, İKBAL, MAL VE HALLERİ KORUMAYA SEBEP OLUŞU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Dilini altını saklar gibi sakla ki kalbin üzüntüye maruz kalmg.^n Dilini sen dudakların arasında hapset ki seni zindana atan o olmasın. Konuşmam kısar, susmanı çoğaltırsan, tabii ki selâme­ te erersin. İnsan dilinin altmda saklıdır. Dile gelen her şey konu­ şulur. Bunun için de kişi ne bulursa dilinden bulur. Boş konuşmak konuşan için bir noksanlık alâmetidir. Nice dil­ ler vardır ki sahibine düşmanlıktan başka bir fayda temin etmez. Meclis emânet olup orada konuşulanlan dışarda konuşmak meclise ihanettir, insanın kurtuluşu dilüni hapsetmesine bağlıdır. Evvelâ iyice düşünmek, ondan sonra konuşmak gereklidir. Gafilin kalbi dilinde, akilimin dili de kalbinde olur. Doğru konuşta selâmet^ eresin. Ganimeti bulasın. Batılı konuşma, sus ki zararından koru: nasın.

Bütün insanlar tülleri sebebiyle hesaba çekilirler. Sırn tutmak her murada erişmeye sebeptir. Gecenin birinde bir bülbül gönül haliyle gül bahçesinde ah ve feryâd ile bir şahine haykırarak: — İkimiz de kuşuz. Fakat sen sultanın elinde, ben ise dikenli bir bahçesinde bulunuyorum. Sen kekliklerin kalbim ve böbrekle­ rim yer, her türlü kuşu avlar ve dilediğim alırsın. Sultan katında büyük bir kıymet ve değerin var. Aynı zamanda kuşların da sul­ tanısın. Fakat ben her gece ahu figan ile sabahlara kadar feryâd eder gül tomurcuklarının açümasım beklerim. Ben uyumadan gül açılmaz. Uyuyup uyandığım zaman gülün açıldığını görürüm. Onun açıldığını görmek bana kısmet olmaz. Böylece muradımı alamam. Beni blzâr eden eleme garkeden dikenli güller içinde ağlar duru­ rum. Kanlar yutar, yüreğini dağlarım der. Bunun üzerine şahin 37ü

MARİFETNAME

bülbüle bir cevap verir ki akıllan durdurur. Şahin şöyle der: — Evet ben günde bin tane murad alıyorum. Fakat onlardan hiç birini söyliyemiyorum. Ama sen bir murad almadığın halde bin söylüyorsun. Senin ah etmen ve muradına erememen bundan­ dır. Hayırlı söz, kelimeleri az mânâları çok olandır. Sukut konuş­ maktan daha baliğdir. Nice sözler var ki ok gibidir. Bir çok kim­ selerin helâkine sebep olan uzuv dildir. Nimetlerin fazlasını gide­ ren sözler olup dilin kaynamasından doğan zarar, ayağın kayma­ sından doğacak zarardan çok daha fazladır. Dil yarası kılıç yara­ sından daha şiddetlidir. Senin selâmetini sağlayan sukut, sem pişman eden sözden el­ bette ki daha hayırlıdır. îmanın esası dilin muhafazası ndadır. Çok konuşmak kalpteki Allah’ın nurunu giderir. Kalp kafânr ve katı­ laşır. Dilini tutabilen, kalbim Allah'ın zikrine adayan, Allah’a şük­ reden kullara müjdeler olsun. Hakkı bahs etme o zât-ı paktan Hayrete dal, vazgeç şu konuşmaktan. Dillini koruyan nefsine ikram ettiği gibi sımm saklamayı bi­ len de ruhuna hürmet etmiş olur. Ariflerin göğsü sırların hâzinesi? dir. Cahilin sukutu cahilliğim gizlemek için bir örtüdür. Karısına ya da hizmetçisine sırrım söyleyen onlara kul köle olur. Sırrını başkalarına söyleyen kimse kendini azaba maruz bı­ rakır. Fakirliğini insanlara söyliyen kimse kıymet ve haysiyetini kaybeder. Sırrını sakla fakat malmı kısma, malınla insanlara cö­ mert davran. Sırrına cimri olan çelil, malına cimri olan zelü olur. Sırrını saklamayan ve başkalarına söyliyen gafil ve ahmaktır. Ken­ dini bilmeyenler için de kişinin kendim zelil etmesi ve küçük dü­ şürmesi kadar acaip bir şey olur mu? BEYT: Hem an sır sakla olsun başm selâmet Ki kalbi temiz, sırlarla dolu olandır. Sırn bilmeyen ve önemim kavramıyana sır perdesini açma. Soranların bütün sorularım cevaplandırma. Kimseyi ayıplayarak ve azarlıyarak hitabetme, aksi halde sen de ondan karşılığım du­ yarsın. Cahile aklının ermiyeceği şeyi sakır söyleme, zira sem ya­ lanlar. Sonra unutma ki hikmetin senin üzerinde hakkı vardır. Ehli olmıyandan hakkı koru. Zayi olmasma ancak böyle mani ola* bilirsin. 379

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Haberde geldi ki: İnciyi köpeklerin ağzına vermeyin, cevherleri domuzların boy­ nuna asmayın. Çünkü hikmetin değeri inciden de cevherden de fazladır. Hikmet inkâr eden ise domuz ve köpekten daha aşağıdır. Sözün gümüş İse sükûtun altındır.

KISIM : 5 SUKUT ETMENİN KALP VE AIIVAL-İ RUHU KORUMASI, MARİFET EHLİNİN DÜNYAYI TERK EDİŞİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Arifin gönlünde gaybın sırları keşfolunur, mânâ güzellikleri görünecek olursa, sakın o esrarı başkalarına söylemesin. O temiz mânâları mahremi olmıyan dost ve yabancılara bildirmesin. Bu hâl velilerin hikmetidir. Onu ehil olmıyan düşmanlarına söyleme­ sin. Hikmet velinin dostudur. Ona zulmetmesin. Hikmeti ehline saklamaktan kaçınsın, eğer hikmeti ehlinden saklıyacak olursa on­ lara zulmetmiş ve vebâl altına girmiş olur. Meselâ, bir sultan kendi maiyetindeki ağalardan birine kendi, cariyelerinden güzel bir kız verse verdiği ağaya da: — Sakın onu başkaları görmesin ve senin olduğunu da bilme­ sinler. Onu odanda muhafaza altma al, gece gündüz onunla hoş sohbetler yap ve böylece hoşça vakit geçir, dese sultanın bu sıkı tenbihinden sonra o âşık kendisi için büyük bir nimet olan güzeli koluna takıp pazara getirse, yüzünü açsa ve onu mahrem olmıyan kimselere gösterip namus ve şerefi ile oynasa, kendisine emânet edilen mahrem sözleri onlara söylese bu onun şahsiyetine uygun düşer mi? Eğer o adam böyle kalabalık yapar da sırlarını başkalarına söylerse, o zaman kendisiyle beraber olan güzel bir daha onun evine gelir, ona bağlanır ve ona iltifat eder mi? Çarşı pazarda gör­ düğü kimselere de meyletmez. Gider sultana olanları anlatır ve o adamdan şikâyet eder. Sultan da kendisine verilen amenete ihanet eden, aşağılık eden adamı yanından kovar ve dilberi de onun şer­ rinden kurtarır. Allah-u Zül Celâl de aynı şekilde seçilmiş kullarına verdiği ba­ zı nimetleri avamından olan kullarına yasaklamıştır. Çünkü on­ lar da hikmeti kaldıracak basiret ve liyakat olmadığını biliyor. Bu demektir ki kim hikmet hâzinesini bulursa onun kıymetini bilsin,

MARİFETNAME onu korusun ve kendi canından daha aziz bilsin. Allah tarafından seçilen kullar ile avam bu hususta ayn tu­ tulmuştur. Çünkü, avamın değişmelerinden meydana gelen düşmanlıktan, mü’minlerin seçilmişlerinin dikkatli olmalan ve sakınmalan emrolunmuştur. Cen&b-ı Hak buyuruyor ki: «Ey iman edenler; şüphesiz hanımlanmzdan, evlâtlanmzdan bir kısmı, (sizi ibâdetten alıkoymak, emirlerinize karşı gelmekle) size bir nevi düşmandır. Onlardan sakının.» (Tegabun Sûresi, Ayet: 14)

Bu ayette avamın havassa olan düşmanlığına işaret vardır. Bu demektir ki hakim-i ilahi seçilmişlerin söz ve kelimelerinden birini halktan, kendinden, çocuklarından, malından, mülk ve şe­ refinden birine vermiş olsa o kul bu hikmete aykın iş yapar ve kendi ölümünü hazırlamış olur. Çünkü hikmete layık seçilmişlerin hikmeti dinin özünü teşkil eder. Avamın aklı ise dünyamn kabuğu durumundadır. Bu durumda dünyamn özünü teşkil eden havassın hikmetlerinden, dünyamn kabuğu durumundaki avama anlatmak, ziyandan ve gafletten başka bir şey değildir. Çünkü dünya dine zıttır. İslâm büyüklerinden Hz. Ebu Hüreyre diyor ki:.

«Ben Rasulullah S.A.V.’den aldığım iki ilim var. O ilimin biri­ ni insanlara söyledim. Eğer öbürünü de söyleyecek olsam beninı boynumu vururlar.» Bu sebepledir ki Cüneyd-i Bağdadi müridlerden birine sitem ile şöyle dedi: — Biz tevhid ilmim, sandıklara gizlemiştik. Fakat sen onu âleme açıkladın. Ağızda saklanan sözü halka haber verdin. Fitne­ yi uyardın. Hakimlerden birine mektupla gönülün hallerinden soruldu. O da cevaben: «Soranı bilsem cevabım ona göre olur,» dedi. Havvas (seçilmiş) m irşâd yoluna girenlere olan nasihatleri vardır ki o da şöyledir: Alçak gönüllülük ederek size bir kimse gelir ve her emrinize muhalefet etmeden yerine getirir, size her şyi ile tslim olursa, si­ zin kelime-i tevhidi telkin etmenizi sizden alırsa, sizin için her şe­ yinden geçer ve her şeyini size bırakırsa, sizin için çoluk çocuğu­

381

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

nun sözünü bile etmekten kaçınırsa, kısaca marifet için gerekli bü­ tün şartlan yerine getirir ve hiçbir işinde kusur etmezse o kimse­ nin bütün işlerini görünüz. Size bir kanş gelene siz:

— «Kim bizden olursa biz de ondanız, diyerek bir kanş gicy. niz. Böyle yapmazsanız emanete ihanet edeceğinizden Hakkın hu­ zurundan kovulursunuz. Seçilmiş kulların hikmetlerinden bir kelime ya da sırrı, dün­ yayı seven, velileri inkâr eden ahlâksız ve hayasız casuslar olan münafıklara söylemek onlara verilen kuvvet demektir. Çünkü ve­ lilerin hikmetinin açığa vurulması yasaktır. Havassın sırrının ava­ ma söylenmesi doğru olmaz ve onu söyliyenin sözüne de güvenil­ mez. MANZUME Elâ ey cân-ı pür sevdâ ki, aşk olmuş sana me’va Hitâb-ı müstebabm bil, hazer kıl, etme hiç ifşa. Eğer bir cevher aldınsa muhit-i aşktan, zinhâr Anı cân içre hıfz et söyleme bir kimseye. Sözün sünnetle şer olsun, bulunsa âkıl-ı âgâh Hadis-i aşkı sermed sur bulursun mest-i nâpervâde. O kim doymuş ve sâkindir bu cism-i tenk-i muzlim O dil mülkünde seyr etsin ki dildir gülşen-i zibâ, Bu tenden Adem û Havvâ begayet ruşen ol Veli mânâda akl ve nefs-i küldür Adem ve Havva. O kim nefsiyle kalmıştır, enânlyetle dolmuştur O ehl-i resm-i âdettir, ona söz kalmamış asla. Hadisi aşk emanettir, ânı ifşa ihanettir Ne bilsin gâfil-i hodbin kelâm-ı âşık-ı mevlâ. Gönülden hikmeti nâ ehle izhâr eyleyen zâlim Kalır mahrum o hikmetten dik muzlim olur a’ma, Rumûz-ı aşkı tasrih eyleyen neftundur Ey Hakkı Denilmiş hoş kelâm; el âşıkın yetvî vel: yervâ (Aşıklar açtır asla doymazlar) KISIM: 6 SUSMANIN KISIMLARI NELERDİR? HAL VE MAKAM NEDİR? MARİFET EHLİNİN HALLERİ RUMUZ İLE NASIL BİLİNİR? Ey Aziz Ehlullah diyorlar ki: Sukut geceyi uyamk geçirmenin sonucudur. Çünkü geceyi iba­

MARİFETNAME

det ve taatle geçiren kimsenin konuşma isteği olmaz. Sukut ikiye ayrılır: 1 — Dil ile susmak, 2 — Kap ile susmak, Dil ile sukut masivayı konuşmaktan tamamen uzak durmak­ tır. Kalp ile susmak ise kalbten Allah’ın dışındaki her şeyi çıkar­ maktır. Dili susan fakat kalbi konuşan kimsenin günahı az olur ve kendisi de rahatta olur. Hem dil ve hem de kalbi susan kimse ise sırrını temizlemiş halde Allah'ına kavuşur. Kalbi sukut eden fakat dili konuşan kimse söylediklerinde hikmeti söyler. Hem dili hem de kalbi konuşan kimsenin bedeni şeytan ülke­ si kendisi de onun maskarası olur. Dilin sukut etmesi tarikate gi­ denlerin kaynakları olup onun mensuplan iyi kullardandır. Kalbin susması müşahede ehline mahsus bir sıfattır ki onlar Allah’a ya­ kın olan mukarreblerdir. Susmanın din yoluna yeni girenlere et­ kisi âfetlerden korunmasıdır. Muharreblerde ki hâli ise Rabbının Üns hitabına muhatab olmaktır. Demek oluyor ki hallerden birine nail olanın susması onun Allah’tan başka kimseyle konuşmaması demektir. Kalbten Allah’ın dışındaki şeyleri (masivayı) giderdikten son­ ra Mevlâ ile konuşmaya geçilir ki bu mukarreb makamıdır. ' Eğer insanın kalbinde masivâ olursa susamaz. Mukarreb de­ recesine ulaşan kendisi sağlam, söyledikleri de doğru olur. O Hakkı1' söyler, doğrudur. Masiva konuşmak hatta doğru konşmak ise susmanın sonu­ cudur. Masivayı konuşmak her bakımdan zarardır. Susmanın makamı vahyin türleriyle olanıdır. Susmanın diğer bir vasfı da Marefe fullah’a götürmesidir. Marifet ehli, kalp hal­ lerini asla sözlerle söylemez, işaretlerle söyler ve yazarlar. Böyle yapmaları halkın o yazı ve İşaretlerin ne mânâya geldiğini anla­ mamaları içindir. Çünkü eğer halkm anlıyacağı şekilde söyleseler halk onlar hakkında kötü düşünür ve «bu adam sapıttı,» derler. BEYT Bilenin sözü orda, gönle hatâ değildir Gönül ehlini duysan, deme hata etmiştir. Marifet ehlinden olanlar kitaplarının bu işe ehil olmıyan ve kendini bilmeyen gafil ve cahillerin o işaret ve ibarelerle marifet ehlinden olacakları iddiasında bulunacaklarım tahmin etmiş ve ferasetleriyle bunu sezmişlerdir.* Marifet ehli, bu yolun kapanmaSttt

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. ması, daima açık kalması ve kendilerinden sonra da bu yola gir. inek isteyenlerin bulunması ve bunların irşâd edilmesi ve dünya­

da kendilerinden sonra da vekillerin bulunması niyeti ve gayesi ile bu hususta bir çok kitaplar yazmış, istilahlannı inciler gibi diz­ mişlerdir. Ona aşina olanlar dizilen incilerden nasiplerini alır, dün­ ya meydanında kalmaz, gönüle girer ve ruh deryasına dalarlar Çünkü, hiçbir ilmin esas ve istilahlan o ilimlerle meşgul olan alim­ lerden duyulup öğrenilmeden bilinemez. Fakat marifet ilmi böyle değildir. Marifet yolunun yolcuları bu marifet yolunun özel işa­ ret ve deyimlerini gönül ehlinden öğrenmeden onun hasıl ettiği zevki ve lezzeti tamamen duymuşlardır, öyle ki sanki o kitapları kendileri yazmış ve istilahlan kendileri vazetmişlerdir. Mürşid-i kâmil olunca nâyâb (bulunmaz) Sana mürşid yeter şimdi kitap. Gönül hallerini işaretlerle yazmıyan marifet sahiplerinin söy­ ledikleri sözlerin bir çoğunu halk anlamaz. Bunun için de onla­ ra kâfir ve zındık gibi sözleri yakıştmr, ondan el çeker ve onların muhabbetlerinden yoksun kalır ve kitaplarından da istifade yolu­ na gitmemişlerdir. Halk bilmiyor ki onlar imân nurunu bulan, hak ile batılı bir­ birinden ayıran, kendilerini bildikleri gibi mevlâlarını da bilen, Hak aşkının şarabıyla dolan ve onun hararetinden yanan Hak aşıklandır. Cahiller marifet ehlinden olanları bazen inkâr etmişler bazen de kabul etmişlerdir. Gerek inkârda ve gerekse kabulde kimbilir ne büyük hikmetler ve surlar vardır? Gönül ehli bu sır ve hikmet­ lerden haberdardır. Arifin muhabbet ve hikmetin sırlanndan cahillere söz açması ve söylemesi asla doğru olmaz. O hikmeti muhibbine söyleyebilir. Bu muhibbi o derece samimi olmalı ki ârif kendi kolunu bozduğun­ da onun kolundan da kan çıksın. Bu derece bir muhabbet ancak kendi ilmi, irfanı, ruh ve gönül halleri ile zevk ve cezbesinden mey­ dana gelir. Kalp ilmi hâl ilmidir, kalbe dolması Allah’ı zikretmekle olur. Akli ilimlerin olluşu ise öğrenmekle ve Allah’ı tekerrürle mey­ dana gelir.

384

KONU:4 İNSANLARDAN UZLET ETMENİN FAYDALARI DOKUZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM : 1 VE HADİSLERLE HADİS-İ KUTSİ İLE UZLET (İNSANLARDAN UZAK YAŞAMAK) Ey Aziz! Cenab-ı Hak kullarına inayet etmiş, insanlardan uz­ let etmenin kişiye daimi bir huzur kemin edeceğini bildirmiştir. Bu hususta bazı ayetleri yazmak lüzumu hasıl oldu. AYETLER : Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ey iman edenler, siz kendinizi doğru yola getirmeye bakın. Kendiniz düzeltip doğru yolu bulduktan sonra sapanlar size zarar vermez.» (Maide Sûresi, Ayet: 105) «Onun için yüzlerine vurmaktan vazgeç ve Allah’a güvenip dayan. Allah vekil olarak yeter.» (Nisa Sûresi, Ayet: 81) «Habibim sen «o kitabı Allah indindi.» de. Sonra onlan bırak, batakta oynaya dursunlar.» (En’am Sûresi, Ayet: 91) «Bir de zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur. (Ce­ henneme atılırsınız.) Allah’tan başka yardımcınız da yoktur. Son­ ra O’ndan da yardım göremezsiniz.» (Hud Sûresi, Ayet: 113) > «(Birbirlerine şöyle demişlerdi): Madem ki siz onlarla ve Al* lahtan başka tapmakta olduklan putlardan aynldınız, o halde ma­ ğaraya çekilin ki, Rabbınız size rahmetinden genişlik versin, işi­ nizde de size bir kolaylık hazırlasın.» (El-Kefh Sûresi, Ayet: 16) «Sabah, akşam Allah’ın nzasını dileyerek, Rablanna dua eden­ lerle beraber candan sabret. Dünya hayatının süsünü arzu edip de gözlerini onlardan (Rablanna dua edenlerden) ayırma. Bizi an3ttS

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

mayı kendisine unutturduğumuz ve işinde haddini aşıp hevesleri, ne uymuş kimseye uyma.» (El-Kahf Sûresi, Ayet: 28)

«Onun için Rabbına kavuşmayı uman kimse yararlı işler yap. sın ve Rabbma, ibadette hiç bir kimseyi ortak tutmasın.»

(El-Kehf Sûresi, Ayet: 110) «Sizi ve Allah’tan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum. Rabbıma dua ederim.» (Meryem Sûresi, Ayet: 48) «Yoksa onlann çoğuna, hakikaten söz dinlerler, yahut akılla, nırlar mı Kanıyorsun? Onlar ancak dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha da sapık yolludurlar.» (Furkan Sûresi, Ayet: 44) «Bu yüzden Ey Habibim, Sen bizi, zikretmekten yüz çevirenle* re ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere bakma.» (Necm Sûresi, Ayet: 29) «Ey iman edenler! Haberiniz olsun ki, hanımlarınızdan, evlâtlannızdnn bir kısmı, (sizi ibadetten abkoymak, emirlerinize uy. ma maki») size bir nevi düşmandır. O halde onlardan sakının.» (Tegâbun Sûresi, Ayet: 14) Cenab-ı Hak (Hadis-i Kudside buyuruyor ki: «Ey İnsanoğlu, kabre konulacağı zaman yaklaştığı halde hâlâ insanlarla ülfet etmenin yollarını arayan insana şaşarım.» Ey İnsanoğlu! İnsanlara ışık vermek için kendini yakan mum gibi olma. Ey İnsanoğlu! İnsanlar günahın kokusunu alabilselerdi seninle tısla oturmazlardı. Ben (ayıplan) örten Settâr ve Halimim. Ey İnsanoğlu! İnsanlar, senin günahlanndan benim haberim olduğu 1 tadar haberleri olsaydı seninle asla konuşmazlardı. Ben ise günahlan affedici Gâfûr ve Rahîm’im. HADİSLER Rasulullah S.A.V. insanlara afetin yine insanlardan geldiğini hadislerinde haber vermiştir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «İm anlara kötülük yine insanlardan gelir.» «Koyun, mü’mlnin hayırlı malıdır. Çünkü onu dağlarda ve ovalarda otlatır ve böylece dinindeki fitnelerden (insanların kötü­ lüklerinden) emin olur.» «Devlet adamlanyla oturan fitneye düşer.» «Alimler devlet adamlarına kanşmaz ve dünyaya girmezlerse, onlan kutlar için gönderilen emin elçiler olurlar. Devlet adamla386

MARİFETNAME

nyia oturup kalkarlarsa onlardan uzak durun. Çünkü onlar hain elçiler olmuşlardır.» «Zalime zulmüne yardımcı olacak bir söz söyleyen kimseye Al­ lah o zâlimi musallat eder.» «Benden sonra birtakım hakimler gelecektir. Onlann kapısına gider de yalanlarını doğrular ve zulümlerine yardımcı olursa o kimse benden değildir.» «Başkanlığı seven kimse felâha eremez. Hükümet olmak istlyen rahat bulamaz.» «Cahil kendisinin düşmanıdır. Böyle olunca başkasına nasıl arkadaş olabilir?» «Akıllı düşman ahmak dosttan daha iyidir.» «Kadınlar, şeytanın hayalleridir. Erkekler için can belâsıdır. Kadın eğri kaburga kemiğinden yaratılmış cahildir.» «Kadınlar ekseriyetle cahil ve gafildir. Kadınlann akıl ve din­ leri (erkeklere nisbetle) noksandır.

KISIM : 2 UZLET ALLAH’A YAKINLIK OLUP TAM HUZURA KAVUŞMAYA GÖTÜRÜR Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: İnsanlardan uzak duran Allah’a akınlaşmış olur. İnsanlara yabancı olan Allah’a dost olur. Melekût âlemi ile muttali olmak ancak insanlardan uzaklaşmakla mümkün olur. İnsanlardan uzak yaşamak (uzlet) akıllıların adetidir. İnsanlardan ümidini kesmek onlara yalvarmaktan daha hayırlıdır. Rahat etmek, gezmekte, selâmet yalmz kalmaktadır. İnsanlar­ dan ayrı yaşamanın meyvesi Allah ile Ünsiyet peydah etmektir. Dünyayı tanıyan ondan uzaklaşır yaklaşmaz. İnsanları bilen de onlara karışmaz yalnız yaşar. İnsanlardan uzak yaşayan huzuru ve saadeti bulur. İnsanlara karışan onların Rabbına ulaşamaz. İnsanlardan uzaklaşanlara ne mutlu! Kendi kalbi İle meşgul olana ne mutlu! İnsanlarla birlikte olmak afet fazlaca görüşmek ise sıkıntı ve mihnettir. Ahmaktan uzak dur. Onunla sohbet seni üzer, onun muvafa­ kati delâlet, muhalefet etmesiise rezalet olur. Ahmak’ın insanlığın­ dan sakın, zira onun sana hayrı dokunmaz. Fayda yerine zarar ve­ rir. Zıddıyla ülfet edenin ayıbı meydana çıkar. Cahille sohbet, sı387

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kıntı ve azabdan başka birşey değildir. Akılsıza

arkadaş olmaktan

sakın, yalancıya ve haine güvenme. Akıllı, alim, Allah’tan korkan (muttaki) ve zekilere arkadaş ol. Allah katında günah sayılan şeylerde kullara itaat sahih olmaz. Kadınlarla çok ve yalnız kalanın gönlünde muhabbet kal­

beraber maz. Kadın sokması zarar vermiyen yılana benzer. Kadın şerlidir. Ona olan ihtiyacınız ise daha şerlidir. Kadın daima hileye hiz­ met edeceğinden ondan korunmak lâzımdır. Mahremi olmayan ka­ dına bakmaktan kendini koruyan kimse kalbinde imanın tad ve lezzetini duyar. MANZUME

Eğer vasl-ı dildan istersen ey dil Hemen gayn terk eyle ol aşka mâil. Sana aşıktır şehper-i arş pervâz Anı etme şehvetle âlûde kil Senin zirve-i evc-i izzet yerindir Niçin eyledin merkez-i haki menzil Kemâlİt vehmi vû haJât hissi. O vuslattan olmuş sana cümle hâil. O bir posttur kim oldu hılt u hundur Anı canmı sandın ki verdin anâ dil.

Bulursun derununda sen aşkı dâim Ki olmuş cemâli kamu hüsne şâmil. Bilirsin ki aşk aynası olmuş âdem Oiizeller cemâline durmuş mukâbil.

Her âyineden lutf ve kahrın görürsün Tanırsın cihanda O’dur sâh-ı âdil. KISIM: 3 UZLET BÜYÜKLERİN ADETİDİR, DAİMİ LEZZET TAM HUZUR HALİDİR

VE

Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Uzlet hem ibadet hem de selâmettir. İnsanlara bakmak afet bakmamak rahatlıktır. Bakmıyan rahatı bulur. İnsanlar ile oturmıyan Hakkın dostu olur. Dünya ehli ateş gibidir. Azından istifa­ de edilir, fakat fazlası zarardır. Cahillerle sohbet etmek ruha azab 388

MARİFETNAME İçinde bırakır. Ahmak arkadaş yılan gibidir. Kişinin insanlarla tinsiyet peydah etmek kişinin iflas etmesinin alâmetidir. Çünkü on­ larla münasebet kurmak vesveseyi arttırır. Hileleri çoğaltır. İnsan­ lardan uzak duran onların kötülüklerinden emin olur. İnsanları bi­ len onlara güvenmez. Bildiklerini başkalarına söylemez. İhtiyacım insanlara bildiren mahrum ve rezil olmuştur. İnsan­ lara muhtaç olmıyanın ise hem nzkı bol hem de kadri kıymetli­ dir. İnsanlardan yüz çeviren Hakkın varlığı ile bir şeye ihtiyaç duymaz. İnsanlardan uzaklaşan hak ile ünsiyet eder. Dünya eh­ line karşı rezil olan takva elbisesini atar. Kendisinden, insanlardan utanan kimse Allah’tan da haya etmiş olur. Ey İnsanoğlu! Dünyaya bağlananlarla görüşme, münasebetini kes, işlerine karışma. Dostuna düşman olana sen de gitme. Ona kıy­ met verme, dostunu gücendirme. Devlet adamlarının kapısına git­ me. Gidersen dalkavukluk yapma. İnsanlara yaklaşırken kendini ateşe yaklaştırıyorsun kabul et. Onlardan haddinden fazla uzak­ laşma. Kıymetini bilen, insanların arasına girmez. Hakkın ünsiyetini bulanın insanlara işi düşer mi? Gönül ehli olanlar her ne kadar beden ve dilleriyle insanlara yakın olsalar da kalp ve ahlâkları itibariyle herkesten uzaktır. İbrahim İbni Edhem’e: — Neden insanlarla ünsiyet peydah etmiyorsun? diye sormuş­ lar. O bu soruya şu cevabı vermiş: — Benden büyük olanların büyüklenmesinden, küçüklerla akılsızlığından, yaşıtlarımın kıskançlığından kaçtım. O zamandan bu zamana kadar da kalbim rahattır. Artık başım ağrımıyor. Hileci iıısn, insan şekline giren şeytan, genç te ise bir çeşit hayvandır. Çok karısı olanın ayıplan da çok olur. KISIM : 5 UZLETİN ALLAH’A İTAATE GÖTÜRMESİ, HUZUR VERMESİ, S1DK VE İHLASA, SEÇİLMİŞLERİN MERTEBESİNE GÖTÜRMESİ y Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Allah’ı bilmek ve tanımak isteyen kimsenin dünya ehlinden ya­ ni insanlardan uzak yaşaması gerekir. Böyle yaparsa insanlar onun yükselmesini engelliyemezler. O da her geçen gün biraz daha Allah’a yaklaşmış olur. Onlarla vakit geçirmesin ve halini, namu­ 380

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. sunu onlara bildirmesin. Kapılarına giderek onlardan birşey iste­ mesin. Onlara dalkavukluk, yağcılık yapmasın. Tartışma ve mü­ nakaşalı konuşmalara girmesin. Eğer bu saydıklarımızı yaparsa insanların kendisini görmesi­ ni istemelerini istemez ki bu da onun hak nazarından düşmeme­ sini temin eder. Artık o ne marifetten ne de muhabbetten mahrum olmaz. Çünkü o bilir ki, heKan için bedeninin bütün zerrelerini murakabeeden ve kendisine şah damarından daha yakın olan Al­ lah’ın kendisini görmesini düşünmeyip de, kendisinden çok uzak olan aciz bir kulun kendisini görmesini istemek cehalet ve gafle­ tin ta kendisidir. Bu hal ancak zarar verenlere yakışır. Bu demektir ki kendisine insanlar içinde bir mevki isteyen kim­ se Allah katında bir mertebeye eremez. Denildi ki: «Halkın rızasına sevinen kimse, hakkın rızasından uzak kalır.» Çünkü insanların övgüsü tıpkı bir hava dalgasına benzer. Ağızlarından çıktığı andan itibaren kısa zamanda havaya karışa­ rak kaybolur. Demek ki insanların medih (övme) ve zemmi (yer­ mesi) ni mühimseyen insan onların itikadına ve inkârına itimad eder ki bu da onun Haktan gafil olması ve hakka yüz çevirmesi de­ mektir. Artık o cehalet ve gaflet karanlıklarında ne yapacağını şa­ şırır ve helak olur gider. BEYT Bu acizlikten yüz dön, bul o yüce dostu Sana senden yakın olan bir ve kahredici Allah yetmezmiş. Eğer insanların avamım da seçilmişlerini de aciz bilerek ciha­ nın yaratıcısı olan Allah’a sadık bir kul olarak yönelen bir marifet talibi kendini insanların nazarından korumak için halini gizlemeli, üstünlüğünü açığa vurmadığı gibi, insanların kendisine kıymet vermesini de beklememelidir. Hiç bir hata ve kusur etmemeye ça­ lışır, böylece insanların inkâr ve ayıplamasına maruz kalmaz. İn­ sanlara karışmaz, onlarla boşuna vakit öldürmez. Onlardan uzak yaşar. Kendisine tenhâ bir yer bulur orada hakkı tefekkür ve te­ zekkür ile sadece cumaları ve vahit namazlarına gider. Allah’ı ta­ nıyana ve bilene kadar bu duruma devam eder. Gayesine ulaştığı zaman ise artık onun için yalnızlığın, kalabalık içinde olmanın, uz­ letin ve ülfetin farkı kalmaz, hepsi bir olur. 300

MARİFETNAME

Çünkü ârif kulun uzleti nefsinden çıkıp gönlüne girmesidir. Gönlünden de ruhuna, ruhundan sırrına, sırrından mevlâsına ka­ vuşmasıdır. Böyle bir kimsenin nefsi islâmın konandır. Kalbi ima­ nın, ruhu da irfanın yeridir. O kimse Allah’ın birliğinin sırrına ko­ nak olmuştur. Denildi ki :

«Uzlet esasen kişinin insani sıfatlardan uzaklaşmasıdır. İnsani sıfatları bırakan kâmil gönül sahibi olur ki artık insanlarla konuş­ sa bile bu kendisine zarar vermez. Çünkü o görünüş itibariyle her ne kadar insanlarla birlikte ise de kalben Allah’ın dışında her şey­ den uzaklaşmıştır. Kâmil kul insanlar gibi giyinir, onlarla bera­ ber yer, akılları kadar konuşur. Şeriâte muhalif olmıyan diğer âdetlerinde onlara uyarak onlarla güzel geçinir. Fakat kalbiyle her şeyden uzaklaşır ve Rabbının rızasına erer. MANZUME Etme yılandan firâr görmiyesin ejderha Karar eyle yerinde, hâline sabreyle hâ. Bunca ki kıldın tavâf yeryüzünü güraf Halk-ı Cihan oldu lâf, hiç bulunur mu vefâ. Kalbi mukallible bil, verme sivâya sebil Gafil söyler kâlû kil, hazır ol eyle sefa Halk ile kaldın geri, ölüyü senden diri Diriden oldun beri, Hayy’dan utan kıl hayâ Bağlarsa eğer halk saf, ev gibidir her taraf Cümlesi olmuş kedef nâzır-ı tîr-ı kaza. Nefsini bilmiş habir bulmuş o, dostu naşir Halk-ı cihandır fakir, verir olandır Hüdâ. Bahr çû mevvâcdır, küllü şey emvâcıdır Hep ona muhtaçtır Hakkı, sen ol aşina. KISIM: 5 UZLET BÜYÜKLERİN ADETİDİR, TAM HUZUR VERİR MAKSADA ULAŞTIRIR Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Devrimiz insanları daima insanın kusurunu arar, maharet ve kabiliyetleri kıskanır, ayıp ce kusurları soruştururlar. 3Ü1

I

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Şeyh Câdi diyor ki:

«Allahtı zül celâl kulların ayıbını bildiği halde örter. Komşu ve arkadaşları ise görmedikleri halde söylerler.» BEYT:

Mevlâ korusun insan gaybı hileydi Kimse başkalarından raha eremezdi İbrahim b. Edhem diyor ki:

«Lübnan dağında kendilerini Allah’a adayan insanlarla soh­ bet ettim. Onlann hepsi bana şu vasiyette bulundular: «Dünya ehline döndüğün zaman onlara şu dört hikmet ve nasihati ver! 1 — Çok uyuyan kimse hayatımn bereketini bulamaz. 2 — Çok konuşan kimsenin kalbi ölür. 3 — İnsanlann nzasım isteyen Hakkın rızasını bulamaz. 4 — Çok yemek yiyen ibadetin zevkini alamaz.» Bir kâmile sordular ki: — Neden bizimle oturmuyor ve hoş sohbette bulunmuyorsun? O şöyle cevap verdi: — Sizden bana hayat zevki gelmiyeceği gibi, benden de size zevk ve sefâ gelmez. Ben sizinle nasıl ülfet edebilirim? Eğer sizinle birlikte olsam bana çeşit çeşit yemekler ikram eder ve «ye!» drsiniz. Halbuki ben bir türlü yemekten sadece beş lokma yiyin derim, siz konuş dersiniz. Halbuki ben konuşmam, sukut ederim. Siz, ça­ lış, meşgul ol, dersiniz, ben ise her şeyi terkederim. Siz: — Gece uykusu bedenin sıhhati için gereklidir dersiniz, ben ise:

— Uyku boşuna vakti öldürmektir, derim. Siz: — BU, dersiniz, ben ise: — Unutun, derim. Artık sizin hâliniz sizin benimki de benim olsun. Çünkü Cenab-ı Hak sizin kalabalık olmanızı benim de yal: mz kalmamı dilemiştir. Birliğe, yalnızlığa alışanın kalabalıkla ül­ fet etmesi görülmüş müdür? Bana mani olmayın da Rabbımla bir saat olsun beraber olayım. Ona secde edeyim ve taatte bulunayım. Çünkü mevlâsma bütün kalbiyle ibâdet etmiyen kimse onun kul­ larına istemeyerek de olsa kul olur. Kötülüğün hepsi kapı dışında­ dır, dışan çıkamn fitneye düşmesi de tabüdir. İnsanlarla beraber olan birçok rezaletleri görür. Meselâ çok güzel ve çok lezzetli olan ekmek ve su bir gece insan midesinde kalınca ne hale geliyor? 302

MARİFETNAME

Kur’an ehlinden olan ve namaz kılan bir erkek kadınlara bir an yaklaşsa kirleneceğinden ve cenâbet olacağından yıkanması ge­ rekir. Cima hali ise kalkan hayâ hissiyle iki edeb yerinin birleşme­ sidir. İnsanın soyunun özünün zayi edilmesi gönülden sevginin alınmasıdır. Eğer bu helalinden olursa bir çocuk dünyaya gelir ki bu da kişi için fitneye sebep olur. Haram yoldan olursa insan için kısa bir leke olduğu gibi hem dünyada ve hem de ahirette zarara; ziyana ve azaba uğramaktır. KISIM: 6 UZLET TEFEKKÜR VE TEZEKKÜRE YARDIMCI TAM MÜTEVECCİH KILICI, ÜNS VE HUZURA KAVUŞTURUCUDUR Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Marifet yoluna giren kimsenin insanlardan, uzlet etmesi, uzak yaşaması iki yönden gereklidir. 1 — İnsanlarla beraber olursa, onlar kendisinin zikir ve fik­ rine mani olurlar ve Allah’a yönelmesini zorlaştırırlar. Ariflerden bir zat diyor ki: «Bir meydanda ok atan bir gurup gördüm. Fakat bir adam onlardan ayrı oturmuştu. Onunla konuşmayı arzu ettiğimde bana: — Allah’ı zikretmenin, seninle konuşmuş olmamdan benim için daha hayırlı ve daha lezzetlidir, dedi. Ben: — Sen burada yalnız başına kalmışsın dediğimde: — Allah benimle beraberdir karşılığını verdi. Ben: — Bu ok atan topluluktan hangisi daha fazla atmıştır, de­ dim. O : — İnsanları bırakan ve Rabbi yla huzur bulan karşılığım ver­ di ve kalktı gitti. Bu konuşma Allah'ı tehekkür ve tezekkür eden marifet yol­ cusunu insanlar yolundan alıkoyar ve hatta helâke götürebilirler. Rasulullah S.A.V. uzlete çekileceği zaman ne zaman olacağım bildirmiştir. Hem o insanlara bizden daha çok öğüt veriyor ve on­ ların dertlerini bizden daha iyi biliyordu. Onun uzlete çekilmenin gerekli olduğunu beyan buyurduğu zaman gelmiş çatmıştır. O bir hadislerinde şöyle buyuruyor ki: «öyle bir zaman gelir ki o zamanda insanlar sözlerinde durmaz, emanetlere ihanet eder, birbirlerinin düşmanı kesilirler. İşte o za­ man fitne zamanıdır.» 303

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ H2.

Ashâb-ı Kirâm sordular ki:

— Ya Rasulullah o zamana yetişen mümin ne yapmalıdır? ResuIullah buyurdu ki: «O mnıanft yetişen mü’minler, insanların işine karışmasın, diline dikkat ederek konuşsun. Evinde otursun, iyiliği alsın, kö­ tülüğü terketsin, yalnız kendi işleri için evinden dışan çıksın.» Selef-i Salihin bunun üzerine kendi devirlerinde dostlarım korkuttular. Herkes kendi aile ve çocuklarına uzlette kalmayı em­ retti. Onların bizden daha hayırlı ve daha basiretli insanlar ol­ duklarında şüphe yoktur. Zaman onlardan sonra düzelmemiş, bi­ lâkis daha da kötüleşmiştir. (İbrahim Hakkı merhum kendi za­ manı için böyle diyor, ya bizim yaşadığımız 20. asrı görseydi ne dersi?) Hz. Ömer R.A. şöyle buyurdu: «Uzlette kötü arkadaşlardan kurtulmak vardır. Öyle ise müm­ kün olduğu kadar insanlarla daha az görüşmelidir. Çünkü onlar­ dan kurtulmak çok zordur.» Kâmillerden bir zat diyor ki: «Bu zaman kişinin dilini tutacağı ve yerini insanlardan giz­ leyeceği zamandır. Bu zaman insanlardan aslandan kaçar gibi kaç­ mak gerekli olan zamandır. Bu zaman kişinin evine çekilmesi ve Hakkın rızasını kaçırmamaya çalışması gerektiği zamandır.» Kâmillerden bir zat diyor ki: «Allah için bu zamanda uzlet helâl olmuştur.» Bu sözleri 200 sene sonra başka kâmil bir zat duymuş ve: «Uzlet o zaman helâl olduğuna göre şimdi vacib derecesine çıkmıştır.» 2 — İnsanlar marifet yolcusunun hizasına bozarlar. Çünkü insanlarla beraber olan marifet ehline gösteriş ve kibir halleri arız olabüir ki bu da onun huzurunu ve huşuunu bozar. Denildi ki: «İnsanları görmek arzusu gösterişin yaygınlaşmasıdır.» Bazı kimseler ariflerden bir zatın kapısına gitti ve ona: — Ziyaret ve bizimle görüşmekle bize ikramda bulun, dediler. Arif, gelenlere içerde cevap vererek: — Sizin arkamzdan size dua etmek, ziyaret ve görüşmekten 304

MARİFETNAME

sizin için daha hayırlıdır, size böylece ikramda bulunuruz, dedi. Çünkü o arif biliyor ki kendisini ziyarete gelenler kabul etse istemiyerek de olsa kalpde bir gösteriş ve süslenme hissi uyanır. Arkalarından dua etmek ise ihlâsa daha yakındır. Selef-i Sâlihinden çoğu kimseler tezyin ve riya korkusuyla ziyareti ve insanlarla görüşmeyi azaltmış ve selâmeti uzlete çekilmekte bulmuşlar ve ölmeyecek kadar yemekle yetinmişlerdir. Gönüle girmek ve bunun lezzeti onları huzura kavuşturmaya yetmiştir. Huzur ve Üns derecesine ulaşmakla seçkin kullardan ol­ muş ve sonsuza dek Hak ile birlikte kalmışlardır. MANZUME Kadr-ı fakrı bil fena ol, yar-ı sultan olma hiç Cemiyyet-i hatır fakr imiş, perişan olma hiç. Halkı avlamak içindir bu güler yüz, güzel söz Madem avcı değilsin, güler söyler olma hiç. Terk-i zevk ve lezzet-i cismâni asândır veli Merd isen lezzât-ı nefsâniyyende cüyan olma hiç. Hırka vû seccade ve imame ve teşbihi koy Evham oyuncağı, şeytan aldatması olma hiç. Hıfzı zahir, mucib-i ihmâl-i batındır hemân Hıfz-ı hüsn-i hulk edip cismi nigehbân olma hiç. îzzet ve rağbette olsan, çok olur hasid sana Yusuf gibi mübtelâı mekr-i ihvân olma hiç. Ger saadet mend isen, tenhaya gel halkı unut Hakkı uns-i Hakkı bul, setr et, pişman olma hiç. KISIM: 7 UZLET EDEN ARİFLER İKİ SINIFTIR Ey Aziz! Ehlullar diyor ki:

Uzlet hususunda marifet ehli ikiye ayrılır: 1 — Hikmeti söylemek ve ilmi yaymak hususunda insanların kendisine ihtiyaç duymadıkları ariftir. Onun haii çok iyidir. Çün­ kü onun insanlardan uzlet etmesi kendisi için çok iyidir. Allah’ı fikredip zikretmesi onun işlerinin en güzelidir. Mevlânın kula ünsü en tatlı ve lezzetli şeydir. Bu arif kendi evine çekilir. Kimse onu bilmediği gibi o da kim305

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

seyi bilmez. Fakat cumaya, cemaate ve faydalı ilmi toplantılara katılması icap eder. 2 — Bu da ilimde insanlara önder olan ve insanların kendile­ rine ihtiyaç duydukları kimsedir. Bu durumdaki arif insanlardan ayrılmakla ve uzlete çekilmekle rahat ve afiyeti bulamaz. O insan­ ların içinde kalır ve dini ilimlerin yayılmasına çalışır. Fakat onun insanlarla konuşması anında kendisine önemle gerekli olan iki şey, vardır: 1 — Uzun sabır ve güzel ahlâk, 2 — Kendisi insanlarla birlikte iken kalben onlardan uzak olmaktır. Bu vasıfları kendinde toplayan arifle konuşan insanlar kendilerine yetecek kadar cevabı ondan alırlar. Ziyaret ederlerse herkesin durumuna göre ikram eder. Ona dil ile sataşma olursa, arif buna sükut ederek karşılık verir kendisi de mahzun olur. İn­ sanlar ondan uzaklaşsalar o bunu nimet bilir ve çok memnun kalır. İnsanlar hayır üzere olduklan müddetçe onlara iştirak eder. Kötülüğe saparlarsa onlardan elini çeker. Terbiye ve nasihatini tu­ tarlarsa yumuşak ve anlayışlı olur. Kabul etmezlerse onları terkeder. Elinden gelince ziyaretlere, hastalan görmeye, davetlere ica­ bet etmeye çalışır. Bu gibi hak ve hukuka riayet eder. Sürten on­ larla, güzelce geçinir, verecekleri zahmetlere tahammül eder. Muh­ taç olduğu şeyleri onlardan gizler. Yalnız kaldığı zaman ihtiyacım gidermenin yollarını arar. Onlara yapacağı yardımlardan karşılık beklemez, işlerini görürken asla minnet etmez, başa kakmaz. Her­ kese her konuda müslümana ve arife yakışacak müsamaha ve hoş görü ile davranır. Bunu hem halk için hem de Halik için yapar. İnsanların kendisini tanımayan arife onlardan uzaklaşmasım temin eden tedbirler şunlardır: 1 — İbadet ederken bunu gece ve gündüze paylaştırır. Bütün vakitlerini ibadetle geçirmeye çalışır. Çünkü daima ibadetle meş­ gul olursa afetlerden kendini korumuş olur. Bu onun marifete er­ mek hususunda izzet, zevk ve lezzet alacağının alâmetidir. İnsan­ larla beraber duran ve onlarla dostluk kuran kimse iflâs etmiş ve büyük zarara uğramıştır. Hz. Musa A.S. Cenab-ı Hak ile Tür-i Sinada buluşup ülfet et­ tikten sonra geriye dönünce insanlardan daima kaçar ve asla on­ lann içine karışmazdı. Öyle ki insanların konuşmalarını duyma­ mak için kulaklarını parmaklarıyla kapatır. Onlardan köşe bucak kaçar, tenhalarda durur, yalnızlığı seçerdi. İnsanlardan uzak ka­ lıp yalnız durduğunda insanların sesini merkep sesi duyuyormuş gibi bulurdu.

MARİFETNAME

2 — Tedbirlerin biri de insanlardan ümidi kesmek ve hiç bir ihtiyacında onlardan birşey istememektir. Bu, gösteriyor ki arifin nazarında bütün insanların azaç ve taşlardan farklı tarafı yoktur. Hattâ insanlar onun nazarında yoktur. Çünkü faydası ve zaran olamayan bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında ne fark olabilir? BEYT : Hakkı, cem’i halktan müstağniyim billahi ben Alemi yaratan varken, halk-ı zamanı neylerim. 3 — Üçüncü tedbirde insanların ahlâk ve huylanm düşünme­ li ve aklına getirmelidir. Eğer arif sözünü ettiğimiz bu hususlara dikkat ve devam eder­ se, insanlarla konuşmayı terkeder, Hakkın dergâh-ı olan gönlüne girer. Hakkın ünsünü bulur, rahata erer ve huzura kavuşarak se­ vinci ve lezzeti devamlı ve kesintisiz olur. Ancak bu da muvaffaki­ yet ve inayet yalnız Allah’tandır. O ne güzel bir dost, o ne güzel bir arkadaştır. Çünkü Sıddîk insanlardan ne derece uzaklaşırsa Hak’ka o yakınlaşır. Allah-u zül celâl bir kulunu huzuruna davet ettiği zaman onun tekrar insanlara meyletmemesi için onu insanlann eziyetle­ rine maruz bırakır. Artık o kul herşeyi terkeder, kalbinden Allah’­ tan başka herşeyi atar. MANZUME Hak Teâlâ am ki ede güzin Dostluk meclisinde, eder nişin (oturur). Bendedir ona bâb-ı esbâbı Başkasına bağlanmaz olmaz ahbâbı. O halde insanların arife verdikleri eziyet ve cefâ onun için bir nimet, devlet ve sevinçtir. Çünkü onun insanlann eziyetine maruz kalışı insanlardan uzaklaşıp yaratanına dönmesine sebep olur. Cenab-ı Hak kendisine seçtiği kullarına adet olarak başlangıç­ ta velilerine insanları musallat eder. Veliler bu cefadan sonra se­ çilmiş (safi) kullar sınıfına yükselirler. Çünkü düşmanın sözü hakkın sopasıdır. Hakkın başkasına bağlanan gönüllere o sopa ile vurur ve kendisine yüz çeviren kullarım yine kendisine çevirir ve huzuruna getirir. 307

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ. KISIM: 8 UZLETİN KISIM VE HALLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyor ki: İnsanlardan uzak kalmak (uzlet) konuşmayı azaltır. Çünkü insanlardan uzak kalan kimle konuşacak? Yalnız kaldığı için ko­ nuşmamaya mecbur olur. Uzlet iki kısımdır: 1 — Müriden uzleti 2 — Muhakkikin uzleti. Müridin uzleti dostların haricindekilerle konuşmamak ve gö­ rüşmemektir. Muhakkiklerin, Allah'ın dışında herkesle münasebeti kesmek­ tir. Bu demektir ki muhakkiklerin kalbinde Allah’tan başkasına yer yoktur. Uzlet eden kimsede mutlaka 3 niyetten biri bulunur: 1 — İnsanlann vereceği fitne ve zararlardan kurtulmak ni­ yetiyle yapılan uzlet, 2 — însanlan kendinin onlara vereceği zarar ve fitneden ko­ rumak için yapılan uzlet. Bu ilkine göre daha makbul ve tercihe şayandır. Çünkü ilkinde insanlar hakkında kötü zanda bulunulur­ ken, diğerinde kişinin kendi hakkında sü-i zannı vardır. Zaten nef: se sü-i zanda bulunmakta elzem olan bir şeydir. Bu iyilerin (ebrâre) âdetlerindendir. 3 — Mele’i A’lâ’dan Mevlâ ile sohbet etmeyi nefis üzerine ter­ cih etmek ve nefsinden geçmek niyetiyle yapılan uzlet. O halde uzletin en üstün derecesi kişinin kendi nefsinden uzlet etmesidir. Çünkü arif bu halinde Rabbi ile olan ünsiyeti nefsi üzerine olan ünsiyete tercih etmiştir. Nefsinden gönlüne giren kimse Mevlâsım her şey üzerine tercih etmiş olur. Cenab-ı Hak. ona öyle sır­ lar bildirir ki bunları ancak kendisi bilir. H er ne kadar uzlet tabiî olarak susmayı gerektirirse de kalbin sukutunu gerektirmez. Çün­ kü uzlette olan kimsenin İllâki masivadan geçmesi şart değildir. Onun için sukut altı esastan hasıl olan bir esas üzerine bina edil­ miştir. Uzlete eden kimse insanlardan yalnız kaldığı gibi kendi nef­ sinden de geçerek gönüle girer ve yalnız kalırsa Vahdaniyyet-i İlâhi’nin birliğine erer. Uzlet halleri için de en yüksek derecede olanı halvet derecesidir. Halvet halinin sonucu arifin marifete ve birlik sırlanna (e3râr-ı ehâdiyyet) vakıf olmasıdır. Uzletin hallerinden bir diğeri de kulun dünyayı tammasmı 3tm

MARİFETNAME temin eder. Eğer insan cismâni gıdaları terketse, bütün insanlann. uyuduğu bir zamanda uyumasa da kalksa uyanık halde Allah’a ibadet etse, Allah’ı zikretse, suk»t edip hem insanlardan hem de kendi nefsinden geçerse ve bu hasletler onda birlikte meydana gelse onun insanlık hali melekiyyet haline döner. Böylece kulluk­ tan efendiliğe, gayb hali, şahâdet haline, bâtm hali zâhir hale ve aklı hisse dönüşür. Artık o kul ebdâUer zümresinden mukarreler (Allah’a yakın olanlar) makamına erer. Devleti ve marifeti bulur, Allah’ın sevgisi ve muhabbetine ulaşır. KISIM: 9 UZLETİN SONU OLAN HALVETE GİRMENİN ŞART, ESAS VE USULLERLİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Marifet yoluna giren ve bu yolda yoluna devam eden ve ni­ hayet Mevlâlannın huzuruna gidecek olan yakîn ehli insanlardan ve kendi nefsinden yaklaşmak ve halvet içinde küçük ve karanlık bir odada oturmalıdır. Gerek bedeni ve gerekse kalbi ile insanlar­ dan uzaklaştığı derecede Rabbma yakınlaşır. Halvete girmenin bazı rükün, usul ve şartlan vardır. Arif eğer bunlan bilirse yolunda kendisine yardımcı ve mürşidi bulmuş olur. HALVETİN ŞARTLARI: Önceden izahı yapılan iman ve iti­ kattaki tereddüdlerini gidermek ve sağlam bir imana sahip olmak­ tır. Abdest ve namaza devam etmek, dünyamn zevkinden geçmek­ tir. Gönüle dönmek, gönülün ve ruhun hakikatine ermektir. Bu şartlar yerine gelmeden halvete girmek sahibi için tehlikelidir. HALVETİN RÜKÜNLERİ: Az yemek, az uyumak, az konuş­ mak »insanlardan uzak yaşamak suretiyle uzlete çekilmek. Allah’ın zikir ve tefekkürüne devam etmek. HALVETİN USULÜ.: İzahı sonradan yapılacak olan, tevekkül, tefviz, sabır ve nzayı kazanmaktır. Bunlar olmadan halvete girmek haram ve tehlikelidir. Halvete girmek için mutlaka bir mürşid-i kâmilin bulunması gerekir. Aksi halde halvet zararlı olup sahibini helâk eder. Halve­ tin şart rükün ve usullerini yerine getiren kimse her türlü tehli­ kelerden emin olur. Halvet ehli hallerin varidâtı, esrâr makamlar ve kerametlerle imtihana tabi tutulur. Halvet ehli çile çekmeyi arzuladığı zaamn

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kendisinin ihtiyacı olacağı insanlarla arasmda evinin kapısını ka­ patmalı ve onlardan uzak durarak uzlet etmelidir. Önce dışan ile alâkasını keser sonra da odasının kapısını kapatarak kendi aile fertleri ile olan alâkasını keser ve yalnız kalır. Artık yanına kimse girmeyeceği için marifet talibi, odasında kıbleye döner, bağdaş ku­ rar kalbinden gizlice kelime-i tevhide (La İlahe İllallah Muhammedün ResuIullah) ve «Allah» (ism-i celâl) adını zikretmeye gece gündüz ara vermeden devam eder. Dışarıya ancak cuma namazı ve cemaate katılmak için dışan çıkar. Bunun haricindeki zamanlarında halvet üzere bulunmakta­ dır. Bozuk fikirleri atmaya çalışmalı ve böylece kendisini Allah’ın zikrinden alıkoyacak iç ve dış tesirler kesilmiş olur. Bu durumda olan kimse yemesine dikkat etsin, midenin ya­ nsını doldursun. Yani aç kalmadığı gibi tok da olmasın. Mizacım korusun ve boş hayallere kapılmasın. Eğer kalbine varidat sebebiy­ le mizacında bir değişiklik olursa bunu Rabbının bir nimeti olarak bilsin. Bu sayede melekel varidattan da kendi payını alsın. Bu ha­ lin sahibi kendi kalbinde meydana gelen değişiklik ile önceki cismani hali arasındaki farkı bilsin ve ulaştığı manevi lezzetin değe­ rini idrak etsin. Çünkü gelen varidat eğer meliki olursa ondan son­ ra kalbde ilim ve hikmet kalır. Kalb masivadan temizlenir. Beden-' de dert, elem ve hayret kalmaz. Ancak eğer gelen varidat şeytani olursa bunun arkasında be­ dendeki organlarda tahriş, acı ve hayret meydana gelir. Kalbde fesâd, nifak ve tembellik kalır. Bundan son derece sakınmalı ve kişi Allah’ı tezekkür ve tefekküre dalmalıdır. Böyle yaparsa kal­ bini bu belâdan kurtanr ve rahata ulaşır. Kendisini rahata erdiren varidata karşı çıkmamalı ve ona teslim olmalıdır. Halvete girecek olan kimsenin İnanması gereken İki şey vardır: 1 — Allah’ın şeriki ve benzeri yoktur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Onun benzeri gibi birşey yoktur.» (Şûra Sûresi, Ayet: 11) Allah-u zül celâl bununla suretten munezzel olduğunu bildi­ riyor. Halvette olana nasıl bir suret görünür de, «Ben Allahım» derse ona «Sen Allahsın» demek ve o sureti korumaya çalışıp zik­ rine ve fikrine devam etmelidir. 2 ■— Halveti halinde Hakkı isterken yalmzca Hakkı istemeli ve mâsivaya meyletmemelidlr. Eğer bütün kâinat ona hibe edilse edebini bozmadan kabul etmeli halikına dönerek zikir ve fikrini

MARİFETNAME

devam ettirsin. Çünkü Allah-u zül celâl onu melekülün acaip hal­ leri ile imtihana tabi tutar. Kul eğer onlardan birine meylederse elindekini de kaybeder, fakat mutlu buna kavuşmaya gayret eder­ se her türlü istediğine nail olur. Artık o kimsenin birinin sırrını başkasına söylemesi helâl olmaz. O kimse artık filanca gıybetçi, filanca içkici v.s. gibi sözlerle kendisini ya da başkalarını açığa vurmaz. Ayıpları örten (settâr) adı ile vasıflansın. Eğer o adam kendine gelerek nasihat etmesini isterse ona yal­ nız olarak nasihat etsin. Mümkün mertebe bu hissi keşifi bırakıp Rabbine olan fikir ve zikrine devam etsin! Sonra o zat hayali keş­ fe gider. Artık aklî mânaları hissi suretler şeklinde gprülür. Fakat kul bununla da yetinmemeli taat ve zikrine devam etmelidir. Ken­ disine içmesi için su ve bal verilirse içsin, hayâli keşifte kalmayıp ondan da kaçsın ve Rabbi da ona bu sayede mücessedler âlemini açsın ve kul da onunla üns peydah etsin. Zikreden zikrolunanlan ifna ederse, buna müşahede ya da nevme adı verilir. Bu ikisi arasın­ daki fark müşahedeye şahid olamn yerinde kalarak nihayetinde zevk ve lezzet olmasıdır. Nevme, sahibinde bir şey bırakmamak üzere herşeyi aıır. Bu­ nun sonunda da uyanma, pişman olma ve mağfiret dileme vardır. Cenab-ı Hak bu kulunu imtihan için ona mülk âlemlerini verir. Eğer kul kendini bozmaz ve aym ilerlemeye devam ederse .Cenab-ı Hak ona evvelâ madenlere ait esran gösterir. Eğer kul bu keşfe kendini kaptırırsa onu da kaybeder, hakkın huzurundan Kovulur; ve büyük zarara uğrar. Eğer zikir ve fikrine devam ederse kendisi­ ne bitkilere ait sırlar gösterilir. Bütün çiçek, ve bitkiler kendilerinihas halleri ona anlatırlar. Madenlere ait esrar gösterildiğinde nemi ve harareti çok olan yiyecekler, bitkilere ait sırlar gösterildiği zaman isç hem ve sıcak­ lığı normal olan yiyecekler yemelidir. Kul eğer bu noktada da bağ­ lanıp kalmazsa Cenab-ı Hak ona hayvanlara ait sırları da bildirir. Bütün hayvanlar ona fayda ve zararlarını lisan-ı hâl ile anlatırlar ve onu selâmlarlar. Alemlerin her biri Allah’a hamd ye teşbihini nasıl yaptığını ona beyan eder. . Kul bu noktada da sabit kalmazsa Cenab-ı Hak ona dirilerin hayatlarındaki sırrı bildirir. O noktada da kalmazsa Cenab-ı Hak suretlerin nasıl değiştiğini göreceği şekilde bir dolap kurulur. Bu. dolapla letafetin nasıl kesafete (yoğunluğa) kesafetin nasü letafe­ te dönüştüğünü görür. Kul bu noktada da kalmazsa ona kıvılcımlar saçan öyle nur 401

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

keşfolur ki o nurla örtünür ve gizlenir. Eğer zikrine devam ederse onu hiç bir şey engelliyemez. Hazretin huzuruna girme, huzurunda durma ve huzurundan çıkma gibi hâllerin edebleri çeşitli yollarla bilinir. Devamlı müşa­ hede halinde İlâhî ilimlerin gelişi ile bütün yollar ona malum olur. Kul bu noktada kalmazsa ona ince ilimler ile sadık fikirler keşfolur. Ruhlar alemi ile bedenler aleminde meydana gelen ha­ dislerin oluşunun alâmet ve sebepleri ile inayet alemine seyreden İlâhi sırn bilir. Kul bu noktada kalmazsa, ona tasvir, tahsin ve tezyin alemi bildirilir. Böylece akılların suretini öğrenir, sonra da kendisine kutubluk makamı açılır. Bundan önce keşfettiği şeylerin hepsi salalem olup yeri de kalp idi. Bu alem kula kcşfolunduğunda mevcudalin rızasını ve bedenin onların hepsine birçok kâinat sırlarım bilir. Bu durumdaki kimsenin hafızası kuvvet ehline gördüklerini belirli rumuz ve işaretlerle bildirebilir. Daha sonra yoluna devam ederse kendisine gadab ve hamiyyet alemi bildirilir. Onunla alemdeki gadab, hiddet, hamiyyet ve düşmanlığın kaynaklarını ve şekillerini bilir. Sonra ona gayret, hakkı açığa vurma, mezheplerin doğruları ile kullar üzerine indi­ rilen şeriatler alemi bildirilir. Böylece kâinattaki mevcudatın sırası ile birçok sırları bilir. Her yeni keşif onu vakar sahibi yapar ve daha da yüceltir. Kul yoluna devam ederse kendisine Hayret âlemi keşfolunur. Alem-i İUiyyun olan bu mertebede kendi acizliği ile kusurlu ve noksan oluşunu en iyi şekilde idrak eder. Daha sonra kendisine Cennetin dereceleri keşfolunur. Bununla çeşitli nimetlerin üstün­ lüklerini anlar. Sonra Cehennemin derecelerini, birbiri içinde oluş­ larını ve azablarm çeşitlerini görür. Kul bu keşif üzere de kalmazsa, ona müstehlike ruhları bildi­ rilir ki, onlan hayretler içinde görür. Çünkü onlara vecd sultanı galip gelmiştir. Onların hali kendisini davet eder. Fakat o buna razı olmaz da yoluna devam ederse, ona kendisinden başka bir şeyi göremiyeceği bir nur keşfolunur. Bu nurun lezzeti ona öyle bir vecd hali verir ki, önceleri bundan habersizdi. Bunu görünce artık önce gördüklerini küçümser. Kendisi bu nurun aydınlığı ile lamba gibi panldar. Kul, yine yoluna devam ederse ona yüzleri örtülü ve teşbih­ leri başka türlü olan insan suretleri görülür. Kul kendi suretini onlann içinde görür ve bulunduğu hâli takdir eder. Daha sonra haline devam ederse kendisine Rahmanın sırları keşfolunur. Ora*

MARİFETNAME

da keşfolunan herşeyin suretini bulur. Her işaret ve alâmet onda açığa çıkar. Kendi mertebesinin sonunu idrak eder. Marifet ve Veliliği11 hangi derecelerini katettiğini bilir. Kul bununla da kalmaz ve haline devam ederse ona herşeyin öğreticisi ve üstadı keşfolunur. Onun eserini görür. Bununla da kalmazsa ona önce Muharrik-ı tecelli sonra da Allah-u zül celâl yüce ismi ve sıfatlarıyla tecelli eder. Arif artık bu nurun satvetiyle kendinden geçer, hatta bazan bekâ alemine gider. O halden çıkın­ ca tekrara dünyaya bağlı duyular âlemine geleceği gibi çıktığı lahut-i âlemde de kalabilir. Bu ruhani hal ancak halvete girmekle olur. Bunun müddeti kısa olacağı gibi uzun da olabilir. Masivayı terketmesi çok önemlidir. Masivadan kurtulursa huzura erer. Hal­ vete giren kimse eğer Allah’a tam bir sıdk ve yakîn ile yönelirse fitne ve belâlarla yolundan kalmaz. Allah’ın yardımı, inayeti ve muhabbeti ile hızla ve güvenle onun isim ve sıfatlarının tecellisi mertebesine erer. Şu halde gerçek mürid olamn huzur ve ünsü bulması çabuk olur. Gafiller ve huzur-ı İlâhiden kovulanlar ise insanlarla ünsi* yette kalıp nurani dereceleri elde edemezler. RUBAİLER

Hak vâr-ı evvelidir, bu nas, sen vehmedilensin Ölülere alâka gösteren yerilensin Hacetin dilesen kimseden mahrum olansın Bağlarsan eğer Hak’a gönlünü o zaman mahdum olansın. Hakkı Hak ile halk arasında dahilsin Hor oldun, eğer halâika nailsin Müflissin eğer bu nasdan sâil (dilenci) sin İnsanların Rabbine dil verdinse nâilsin. Ma’suk-ı mekâni olamaz hendem-i vasi Derdiyle kalır aşık bir merhemi vasi «O seninledir» der, «nerede olsan» Hak Kendiyle bulan onu olur mahrem-i vasi. Halkın nesi var ki, meyledersin ey gönül Kendin gibi bir acizi nidersin ey gönül Kes bi haber peşinden gidersin ey gönül Gel Hakka ki, halkı sen nidersin ey gönül Hakkın mahlûkuna şefkât et rahmet bul Eblehlere hilm ve hürcet et rahat bul. Sen herkese rifk ve rağmet et rif’at bul Ger edemedinse uzlet et izzet bul. 403

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

Ver Hakka halkı aradan çık git Her işte zulm ve şer ve hayn fehmit Niçin deyip itiraz ateşine yanma Teslim ile seyr kıl Cennete hoş git. Rıfk ile kamuya ol halim-û settâr Bil kadrini, açılma halka çok zinhar Mahlûku yok eyle Hâlıkı bul, ey yâr Her dosta bu söz vasiyyetimdir her bâr. Hakkı nice bin sefâ ki ettin, düştür Her ne görüp, duyup, işittin düştümm Etrâfı gezip cefâya gittin düştür Bu kim oturup nevâya gittin düştür.

KONU:5 ZİKRİN FAZİLET VE FAYDALARI SEKİZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 DAİMİ ZİKRİN AYETLERİ, HADİS-İ KUDSİ VE HADİSLERLE FAZİLETİ Ey Aziz! Cenab-ı Hak kullarına inayet eylemiş ve devamlı Al­ lah’ı zikretmenin ilhâma kavuşma ile huzura erişmenin sebebi ol­ duğunu bildirmiştir. Bu hususta bazı Kur’an ayetleri şöyledir: Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Siz de beni anın (ibadet edin ki) ben de sizi anayım. Nimet­ lere şükredin, nankör olmayın.» (Bakara Sûresi, Ayet: 152) «O idrak sahipleri ki, ayakta iken, otururken ve yatarken da* ima Allah’ı anarlar.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 191) «O korkulu zamanda namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otu­ rurken ve yanlarınız üzerine yatarken hep Allah’ı anın.» (Nisa Sûresi, Ayet: 103) «Allah’ı çok anın ki.» (Enfal Sûresi, Ayet: 45) «Rabbini çok an ve sabalı akşam teşbih et.» (Al-i İmran Suresi, Ayet: 41) «Sabah ve akşam, içinden yalvararak ve korkarak, fakat yük­ sek olmayan bir sesle Allah’ı an ki, gafillerden olma.» (A’raf Sûresi, Ayet: 205) «Rabbini an ve de ki: Olur ki Rabbim beni bundan daha yakın bir zamanda bir hayra ve başanya erdirir.» (El-Kehf Sûresi, Ayet: 24) «Bunlar iman edenlerdir, Allah’ı anacaklar, kalpleri huzura kavuşanlardır. İyice bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşurlar.» (Ra’d Sûresi, Ayet: 28) 405

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. «Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü, kör olarak hasredeceğiz. (Ta-Ha Sûresi, Ayet: 124) «Çünkü namaz, kötü işten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Mu­ hakkak ki Allah’ı zikretmek en büyük (ibadet) tir.» (Ankebut Sûresi, Ayet: 45) «Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlar (var ya) Allah bun­ lara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.» (Ahzap Sûresi, Ayet: 35) «Ey iman edenler! Sizi mallarınız ve çocuklarınız, Allah’ı an­ mak ve ibadet etmekten alakoymasın. Her kim bunu yaparsa, (mal ve çocuklarının meşguliyet altında kalırsa) şüphesiz onlar hüsra­ na düşen kimselerdir.» (Münafikûn Sûresi, Ayet: 9) «Kim Kur’an’a iman etmekten yüz çevirip geri kalırsa, Rabbi onu şiddeti gittikçe bastıran bir azaba sokar.» (Cin Sûresi, ayet: 17) Cenab-ı Hak Hadis-i Kudsi’de buyuruyor ki: «Ey İnsanoğlu! Beni zikretmek için ayrıl. Ben de seni anayım. Ey İnsanoğlu! Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum­ la beraberim. Beni kendinde ananı ben de nefsimde anarım. Kim beni kalabalıkta anarsa ben de onu kalabalıkta hayırla ananm. Ey insanoğlu! Benden başkasını unutarak beni anarsan ben de başkasını unutur seni ananm. Beni dilinle an ki ben de seni nzamla anayım. Beni kalbinde zikret ki ben de seni anayım. Ey insanoğlu! Kendini alçalt ve zelik kılarak beni an ki ben de seni yücelterek anayım. Beni nimetlerimle an ki ben de şiddet anında anayım. Sen beni mücalıede ile an ki ben de seni müşâhede ile zikredeyim. Ey insanoğlu! Sen beni fena ile zikret ki ben de seni beka ile zikredeyim. Ey insanoğlu! Beni unutur, başkalanm hatırlarsın, dilinle be­ ni zikrettiğin halde kalbinde başkalan vardır. Eğer sen beni haki­ katen hileydin başkasını hatırlamazdın. Ey insanoğlu! Beni anarsan şükreder, unutursan küfredersin. Ey insanoğlu! Beni zikredersen bol nimete erer, ferahlarsın. Ey insanoğlu! Beni zikretmekten düşmeyen, benim dostluğu­ mu kazanır, zikrim kulumda galip gelirse o bana aşık ben de ona aşık olurum .Ben onun o da benim sevgilim olur.» HADİSLER Rasulullah S.A.V. ümmetine şefkat buyurdu ve Allah’ı zikret40ü

MARİFETNAME

menin en leziz bir şey olduğunu ifâde buyurmuştur.

Peygamberimiz buyuruyor ki: «Allah-ü zül celâl buyurdu ki: «Lâ tlâhe İllallah» benim kal* anıdır. Onu söyleyen kimse kal’ama sığınmış olur. Kal’ama sığman (giren) benim azabımdan emin olur.» Ey insanoğlu! «Beni arayan bulur, bulan hizmet eder. Hizmet eden beni anar, ben de beni ananı ananm ve onun sevgilisi olurum.» peygamberimiz buyuruyor ki: «Melekler, Allah’ı anan bir cemaati tasav ederler. Onlar üze­ rine huzur ve rahmet iner. Cenab-ı Hak, onlan kendi katında bu­ lunan melekler arasında yâdeder.» «Allah’ı zikre ve Kur’an-ı okumaya devam et. Onlar yeryü­ zünde senin için açık bir nur, gökte ise zikr-i cemildir.» «Allah’ı zikretmeyi seveni Allah da sever.» «Allah’ın kuluna tasadduku, ona zikrini ilham etmesidir. «La İlahe İllallah diyenin kalbinden perde kalkar.» «Herşeyin bir parlatıcı cilası vardır, kalbin cilası ise Allah’ı zikretmektir.» «Şeytan burnunu insanoğlunun kalbine koyar. Eğer o kişi Al­ lah’ı zikrederse şeytan geriye dönerek kaçar. Unutursa şeytan onun kalbine girer (kalbini yolar.)» «Sizden biriniz Allah'ı o derece çok zikretsin ki insanlar onun için «aklını zay etti» desin.» «Allah'ı zikirden daha üstün bir sadaka olamaz.» «Allah’ı zikretmek sizin için alim vc gümüş vermekten, düş­ manı öldürmekten, bütün salilı amellerden daha faydalı ve dere­ cenizi daha yücelticidir.» «Rabbini zikreden ile zikretmeyen arasındaki fark ölü ile diri arasındaki farka benzer.» «Bir kimse Allah'ı zikretmekten dalıa kurtarıcı bir amel iş­ lemiş olamaz.» «Bir kimse etek dolu gümüşü fakirlere dağıtsa, başka biri de Allah’ı zikirle meşgul olsa Allah katında Allah'ı zikreden, etek dolu gümüşü dağıtandan daha üstündür.» «Cennet bahçelerine tesadüf ederseniz onu kendiniz için bü­ yük bir nimet biliniz ve onlardan istifade ediniz. O bahçeler Al* lah’m zikredildiği meclislerdir.» «Bir gurup insanlar bir meclise toplansalar da orada Allah’ı anmadan dağılmış olsalar sanki bir merkebin ölüsünden aynlıp 407

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. dağılmış olurlar. Bu meclis yüzünden onlar kıyamette hasret için, de kalırlar.» «Cennet ehli yalnızca Allah’ı zikretmedikleri saatler için üzülürler.» «Sabah namazım cemaatle kılan güneş doğana kadar Allah'­ ın zikri meşgul olup iki rek’at namaz kılan kimse için tam hac ve umre sevabı vardır.» «Sabah namazından sonra güneş doğıana kadar (Allah’ın zik­ riyle) meşgul olmam bana dünyadan ve dünyada bulunanlardan daha sevimlidir.» «Allah-ü zül celâlin Hz. Yahya A.S. ile Beni İsrail’e emrettiği beş sözden biri Allah’ın zikridir.» «Allah’ı zikreden kimse, kendisini öldürecek düşmanı arkasın­ dan koşarken tam yakalıyacağı sırada, sağlam bir kaleye girip ca­ nım kurtaran adama benzer. Mümin de aynen bu adam gibi nef­ sini şeytanın elinden ancak Allah’ı zikretmekle korur.» Evet: Lâ tlâhe İllallah Cenab-ı Hakk’ın kal’asıdır. Onu bütün kalbiyle söyliyerek tekrar eden ve sessiz olarak çokça söyliyen kim­ se şeytandan emin olur, gafletten uyanır. Cenab-ı Hakk’m ünsiyyetini ve huzurunu bulur. MANZUME Eğer cihanı gönülden cûdâ edersen sen Huzuru zevk ile Hüdayı zikr edersin sen. Nasıl, niçin dikeninden güzar edersen eğer Visâl gülşeni içre sefâ edersin sen. Zuhur ederse eğer dilde aşk’m derdi ve gamı Cemi’i derde deminden devâ edersin sen. Safâ bulursan eğer, nur-ı aşk-ı bâk’den Derûn-ı sinen i bağ’ı bekâ edersin sen. Deruni bahr-ı meânide cevherin bilsen Cihânda kıymetine hoş behâ edersin sen. Riyâset-i âb-ı hayâtı saf asım bulsan Gönül kudretini hep cilâ edersin sen. Heves menzilleri olduysa kat eğer Hakkı Makamım harem-i kibriyâ edersin sen. KISIM: 2 DEVAMLI ZİKRİN FAZİLET VE FAYDALARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: 40U

MARtFETNAME

Allah’ı zikretmek marifet yolunun esasını teşkil eder. Allah’ı zikr, Rabbin ünsünü veren, kalbi ve ruhu kavuşturan iş ve sözlerin en büyüğüdür. Allah’ı zikr, onun kapısına varmak, imânın alâmeti, ibadetin özü, marifet kapısının anahtarıdır. En üstün zikir sessizce ve kelime-i tevhid-i yani Lâ İlâhe İl­ lallah sözünü tekrar etmektir. O, kalplere nur, ruhlara huzurdur. Bedene zevk ve lezzet, ruha kuvvet, gözlere cila, sırlara nur olur. Allah’ı zikr irfanın ve mağfiretin elde edicisidir. Allah’ı zikir ve ondan başkasını unutmak arif kulun adetidir. Allah’ı zikir kalp­ lere hayat, sevgiliye kavuşmaya sebeptir. Allah’ı zikir kalbi ıslahın esasıdır. Amellerin en üstünü, hal­ lerin en güzeli, gece yarısından sonra Allah’ı zikretmektir. Eğer Allah’ın senin zikrini ve onu tefekkür ettiğini görebilir­ sen sana müjdeler olsun. Çünkü Rabbin seni sevmektedir. Allah’ı zikretmek kalplerde sevinç olup semeresi hakkın üns ve huzuruna ermektir. Zikre devam etmek kalbe ve ruha nur ve­ rir. Kalbi tatmin eder. Allah’ı zikir kişinin dostu ve en sadık arka­ daşı, bedeninin çok güzel kokusu, ruhunun kuvvetidir. Allah’ı zikir kalbi bütün pisliklerden temizlerler. Zikirlç kalbi mamur olamn işi de, ahlâkı da güzel olur, ruhu ise sevinçli olur. Zikir ruha hidayettir. Bütün dertlerin devasıdır. Allah’tan gayri­ sini zikretmek belâdır. Allah-ü zül celâl kendisini anan kullarım anar. Zikir, basiret nuru, ruhun nimetidir. Allah’ı unutan kulun kalbi katılaşır ve sertleşir. Hakkı zikreden kalbinden Allah’tan başka herşeyi atar. Kalbi daima uyanık kalır. Onun fikri de zikri de Allah’tır. Allah’ın zikrine devam ehlûllah’m âdetidir. Ey insanoğlu! Oyuna dalıp da Allah’ı unutma! Allah’ı zikreden gafil olma. Kalbin ile dilin birbirine uygun olsun. Allah’tan gayri­ yi unut, çünkü bu zikrin esasıdır. Marifet sermayesi, sevginin te­ meli, devlet ve saadetin kimyasıdır. Zikir devamlı olursa Allah sev­ gisi benliği kaplar, gönül onun sevgisiyle dolar ve Rabbini ister. Allah’ı zikr dil, kalp ve ruh ile meydana gelir. Zikr dilden kal­ be ve kalpten de ruha geçerse o kimse seçkin velilerden biri olur ve artık onun bütün organları ile devamlı olarak Allah’ı zikreder ve Rabbinin üns ve huzurunu bulur. Zikr dilden kalbe inince bü­ tün uzuvlar rahata erer. Zikr veliler için Allah’ın nimetidir. Lâ İlâ­ he lîlâllah onun birliğinin ifadesi olur. jeJn faziletlisi kelime-i tevhid’in sessizce ve huzur ile tekrar edilmesidir. Peygamberimiz buyuruyor ki:

«Zikrin en üstünü La İlahe İllallah’dır.» 100

Erzurumlu ibrahîm hakki hz. Zikre devam eden mevlâsmın kalesine sığınır. Hem dünyada ve hem de âhirette her türlü korku ve tehlikeden emin olur. Cenab-ı Hak Kuds-i Hadiste buyuruyor ki: «La İlahe İllallah benim Kai’amdır. Ona giren benim azabım­ dan emin olur (kurtulur.)»

Bu kaleye giren ebedi bir saadet ve devlete erer. Bu sağlam kaleye sığınmayan ve bundan kaçınan ise ebedî bir sıkıntı ve aza­ ba gidecek yola girmiştir. Ey Kesim Mevlâ! Bizleri senin metin kal’ana sığınan kulların­ dan eyle. Ona yüz çeviren ve ebedî azaba maruz kalanlardan eyle­ me. Amin. KISIM : 3 ZİKRİN ÖZELLİK VE TESİRLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Dil açıktan değil de sessizce ve kalben Allah’a yönelerek La İlahe İllallah kelime i tevhidine ya da «Allah» Lafzâ-ı celâline de­ vam ederse kalp ile dilin zikirleri birleşmiş olur. Böylece zikrin özellik ve etkilerini kendisinde bulur. Zira dilin zikri yakar, kalbin zikri de kalbi parlatır, masivadan temizler. Kalpteki Allah sevgi­ sinden başka her şeyi yakar. Allah sevgisi orada ben varım, ben­ den başka kimse yoktur diye haykırır ki bu Lâ İlâhe İllallah keli­ mesinin mânasıdır. Meselâ bir eve ateş düşmüş olsa, eğer orada odun varsa tabii ki ateş o odunu yakacaktır. Karanlık bir yer ise aydınlatır. Bu devamlı olursa nur ve aydınlık daha da artar. Zikrin kalpteki masivayı yakması ve kalbi aydınlatması da böyle olur. Şu halde zikir­ de sıfatı da hakdır ki dünya zevk ve lezzetlerini giderir. Hak onla­ ra dokunmaz. Zira zikir ile nefsin hakları arasında bir zıddiyetin olması mümkün olmaz. Hakkın sultanı gelince zikredenin bedenindeki bütün batıllar çıkar. Zikreden kimse zikrine devam ederse zikrinin dilinden kal­ be inmesi tabiidir. Kalbe inince onu gafletten uyandırır. Kalp gözü açılır ve mevlânın zikri ile ünsiyet peydah eder. Halvet halini terk etmeyi istemez. Mecburi bir işi çıksa hemen işini bitirir bitirmez, halvet haline döner ve zikrine gece gündüz devam eder. Zikir askerleri arılar gi­ bi zikredenin çevresini sarar, arkasından ona saldırır ateşin odu­ nu yakışı gibi onu yakarlar. Halvete giren kimse geceleyin halve­ 410

MARİFETNAME

tinden çıkıp yürürken yan taraflarında büyük bir nur görür ve bunun Allah’ı zikrinden hasıl olan ruh olduğunu bilir. O nur, onun kalbine öyle bir sultan olur ki orada kendisinden başka bir şey bı­ rakmaz. Bazan bu varidat hasıl olduğunda cemâdat halvet sahibi­ nin gözünden kaybolur ve onlan göremez olur. Bu andan itibaren bedenin zevki ve sefası biter. Onun müşahadesine göre beden bil­ lur hâle gelince ruhunun güneşi öyle parlar ki halvet sahibi yer içinde ve gökte bir ateşin parlamakta olduğunu, sanır. Arifin kalbi hakkı zikretmenin ateşiyle yanınca, aşk ve mu­ habbet ateşi dalga dalga onun kalbine iner ve öyle yanar ki arifin bedeni yokmuş gibi olur ve bu halinde kendinden geçer. Onun kal­ bine o anda hakkın nuru tecelli eder ki bu nur diğer bütün nur­ lan yok eder. Zikredici zikrettiği hakkıyla müteselli olur. Beden kalp ile mukallib arasında perde olursa, beden bulanıklık ve bo­ zukluklardan saf olursa gönül ona dost olur. Üns ve huzuru nur olup kendisine hakkın cezbelerinden gelir. Cezbe eğer zikredene baştan ulaşmadıysa onun seyri önce ken­ di bedeninin 4 unsurunu üzerine ondan da ruhunun yedi feleği üze­ rinden gelerek cezbe nurları kendisine ulaşır. Toprak unsuruna geçtiğinde, kendini tozlu, dar ve karanlık yerlerden çıkıyormuş gibi görür. Dağlar gibi yükseklikleri aştığı­ nı bilir. Allah’ın zikri ile toprak unsurunu geçip saf olunca yüksek kale ve büyük şehirlere benzer yerler görür. Suya geçince önce kendini bulanık sularda görür, öyle ki kor­ kusundan onda yüzemez. Bu unsuru zikr ile geçtiğinde duru ve berrak ırmak ve denizler görür. Kendisi de oralarda yüzerek geçer. Hava unsuruna gelince başlangıçta kendini büyük bir feza boş­ luğunda bulür. Zikir ile burayı da geçerse havalarda uçar ve bun­ dan büyük bir zevk alır. Ateş unsuruna geldiği zaman evvelâ kendini koyu ateşler için­ de bulur. Zikir ile bu unsuru da sâf hale gelirse kendisini sâf ve güzel bir ateş içindo bulur ki bu kendisine büyük bir lezzet verir. Oradan kalp ve ruh tavrım geçer, yedi insan latifesinin ender renk­ lerinden geçer ve nur erişir. Bazı veliler bunu belirli bir sıraya koymuşlardır. Her nurun rengini yedi latifeden birinin rengini o latifenin sim olarak kabul etmişlerdir. Buna göre renklerin dağılımı şöyledir: İ — Bulanık olunan sevgi. Nefs latifesinin 2 — Gök mavisi. Kalp nurunun 3 — Kırmızı. Ruh latifesinin 4 — Sarı. Sır latifesinin 4 JI



ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. 5 — Beyaz. Sırnn sırrının nurunun 6 — Siyah. Hâfi (gizli) latifesinin 7 — Yeşil, ahfanın rengidir. Eğer arif bu renklerden birine bağlı kalır da o noktada bek­ lerse, onunla İlahi nur arasında bir perde meydana gelir. Bütün nurların altında görünmeyen bir nur var ki o da Muhammed S.A.V.'in nurudur. Kim onu ilahi nur zannederse yanılır. Çünkü bu nuru müşahede edenin idrak ve şuuru yerinde olur. Ne zaman kİ kendisinden idrak ve şuur alınır İşte o zaman kendisine ilahi nur tecelli eder. Fenâfillah demek, insandaki şehvet ve bedenin gitmesi ve. marifetinde susmasıdır. Fakat birçok büyük veliler bu nurların renklerinin rızasını ve tavırları asla açıklamamış, hattâ onların kalpten atılmasını söylemiş ve bu hususta emir vermişlerdir. Çün­ kü o nurlar ile meşgul olmak ve hasıl olacağı vakti gözetmek ki­ şiyi yüce sani’in cemâlinden meşgul eder. KISIM: 4 ZİKRE DEVAMIN SONUÇ, HAL, İSTİĞRAK VE KERAMETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Zikreden kulun nefsi eğer onu bayağı şehvet ve zevklere çe­ kip isyan ettirmese de, kul gece gündüz halvet halini terketmezse, halvete girdiği andan itibaren birkaç gün içinde kalbinde hakkın nurlan parlamaya başlar. Başlangıçta şimşek misâli kısa bir an için parlar geçer. Sonra gelişinde bir süre kalır. Daha sonra kalışı devamlı olur ve gönül de ondan zevk almaya başlar. Sonra konu­ şup ruh kendisinden hikmet alır masivadan geçer. Zikrin dil Ue sessizce yapılmasından üç sonuç hasıl olur. 1 — Bedenin Allah’ın zikriyle istiğrak haline ermesidir. Zikrullah ateşi bedendeki pis cüzleri yakıp lâtif cüzler kaldığı zaman meydana gelir. Bu durumda olan kulun bedeninden davul ve zur­ na sesine benzer seslerle zikir hâli duyulur. Bu sırlann sırrım şöyle açıklayabiliriz. İnsan bedeni yer, gök ve ikisi arasındaki yoğun ve lâtif cevherlerden oluşmuştur. Bu ses­ ler onların sesidir, öyle ise bu zikirleri bedeninde bulan kimse Al­ lah’ı dil ile anmış olur. 2 — Zikirden kulun başından daire vari bir delik açılır ve oradan üzerine bedenin zulmeti iner. Daha sonra da Allah’ın zik­ 412

MARtFETNAME

rinin nuru olan ateş iner. Sonra ruhun ve gönülün yeşilliği iner. Sonra Allah’ın rahmeti olan varidatı ünsiyye ve envâr-ı kudsiye iner. Böylece zikreden kulun bütün bedeninin cüzleri rağbet, iman, yakîn, irfan ve Hakkın zikri ile dolar. Gönül ve ruh büyük bir zevk ve sevinç, şevk ve neşe ile üns ve huzuru İlâhi ile dolar. Kul böy­ lece bütün kalbiyle Allah’m cemâline yönelir. Bu hasıl olan istiğ­ rak sebebiyle organlarında yükselme ve titreme oluşur. Aynca an­ laşılmaz mecburi hareketler meydana gelir. Kul Allah’ın zikrini terkedince, ana rahmindeki çocuk nasıl bekliyor ise, Allah’ı zikr arzusunda aynı şekilde kulun kalbinde kalır. Zikreden kul için zikr bir süt gibi olur. Zikr ve cüzler İsti­ kamete esince cüzlerin sesi arı vızıltısı gibi hafif olur. Bundan ev­ vel zikr ateşi başına geldiği zaman, davul zuma sesleri gelmesinin sebebi sultan-ı zikrullah’ın oraya yerleşmesindendir. Zikredici ba­ zan bu hâle dayanamaz ya akimı kaybeder ya da düşerek ruhunu teslim eder. Zikredenin aklı vehmine galip gelirse bu halin ona zararı olmaz. Hattâ bundan zevk ile duyar. Seslerin sırrı, Allah’ı zikretmenin masivaya zıd olmasıdır. Me­ selâ su ile ateş birbiriyle temas ettiği zaman birbirlerini iterler ki bundan da bir türlü sesler çıkar. Zikr ateşi de aym şekilde zikre­ denin bedenini mahveder, yakar ve bunun sesleri de duyulur. Zikr ateşi bedenin diğer organlarına düşünce, ona kendi bedeninin cüz­ lerinden değirmen taşının sesine ve deniz dalgalarının sahili yor­ masına benzer sesler ile, ırmaklarda akan çağlama sesleri, rüzgâ­ rın yapraklara' çarpması sonucu çıkan ses, rüzgâr sayesinde ya­ nan büyük ateşin çıkardığı büyük gürültü sesleri gibi sesler gelir ve zikir (zikreden) bunlardan sonsuz bir zevk ve lezzet duyar. O süt sayesinde gelişir büyür ve nihayet zikrettiğine duyduğu özlem ve ihtiyaç ile elinde olmadan ahu figân ederek ağlar. Kalp ile zikrin sesi arı vızıltısına benzer. Kuvvetli olmadığı gibi çok gizli de değildir. Zikrini çokça yapanlar kalplerinin sesi­ ni duyabilirler. Bunun alâmeti yani' zikrin kalbe geçmesi halinde, zikreden, kendi içinde nurdan bir pınar bulur ve pınarın hızla ak­ tığım görür.' Kalbi onunla tatmin olur, it’minane erer. 3 — Burada artık zikr gönülden sırra iner. Zikreden kul zik­ rettiği mevlâsının varlığı yanında kaybolur. Zâkir zikri bir istiğrak halidir ki zâkir onu bıraksa bile zikrullah onu bırakmaz ve onun içinde uçar. Kulu gafletten uyandırır. Huzura erdirir. Bunun diğer bir alâmeti ise şudur: Mevlâsını zikretmesi onun başım ve diğer azalannı öyle bir 413

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kuvvetle bağlar ki adeta kul bu bağlantı ile zincire vurulmuş gi. bidir. Bir diğer alâmeti de zikreden kul kendi üzerinde yükselen ve inen nurlar görür. Rabbinin «Beni anın» hitabına muhatabına muhatab olarak «ben de sizi anayım» devletine erer. Kalbin yükselen nurlan Arş’tan inen nurlardır. KISIM : 5 ZİKRİN ÜÇ DERECESİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki Zikrin üç mertebesi vardır: 1 — Dil ile yapılan zikir 2 — Kalp İle yapılan zikr 3 — Sır ile yapılan zikr ki buna gaybi zikr de denilir. Zikreden gaybden huzura gelir de Allah’ı zikrettiğini hisseder-, se bir derece iner. Huzurdan gafil olur daMevlâ nin zikrini sadece diliyle yapmaya kalkarsa iki derece inmiş olur. Zikrullah için in­ kârı mümkün olmayan soltanat vardır. Fakat zikreden kulun be­ deni var olduğu müddetçe o. saltanata ermemesi için arasında bir perde bulunur. Zikreden uyku gaybet ya da bedenin zayıf düşme­ siyle kendi bedeninden uzaklaşır. O zaman da sultan-ı zikrullah oiıun kalbini istilâ eder. Sultan-ı zikrullah büyük bir nur haline gelerek zikreden kulun ön ve arkasından, üzerine gelince onun şid­ detinden kul sarsılır. Elinde olmadan «La İlahe İllallah», «Allah» veya «Hû» der ve aşk ile secdeye kapanarak kendinden geçer. Hare­ ketsiz hale gelir. Aradan bir kaç saat geçince yine kendine gelir. Kul zikrullaha devam ederek zikri dilinden kalbine iner. Sonra sır­ ra girer. Marifet dileğinde bulunan kimse zikrine devamla o derece bü­ yük mesafeler kat eder ki bu dereceler sıra ile şöyledir: Önce dil­ den kalbe sonra kalpden sırra, sırdan üns, ünsden de zikr i kudsi derecesine erer ve burada sona erer. Kul zikrine devam ederek ruhâniyyetini kuvvetlendirirse nefsin hükmünden ve baskısından kur­ tulur. Burada insani ruh hayvani ruha galip gelir mevlâyı tanıma ve bilme sımna talip olur. Zâkir zikrine devam ederse gecesini ve gündüzünü zikrederek ihya ederse hak yolunu hızla adeta şimşek misali geçer. Eğer zik-, rinde ihmalkâr olursa nefsi kendisine galip gelir ve zikirden onu 414

MARİFETNAME

alıkoyar ve insana döndürür. Bu durumda kul üç günlük yolu an­ cak otuz yılda gider. Eğer zikrine devam ederse organ ve eklemle­ rinde ağrı ve sızıların meydana gelmesi tabiidir. Bu sızıdan bir par­ ça kalbinde hasıl olur. Bu ağrı ve sızıdan nasıl bir tat ve zevk aldı­ ğım ancak zikir sahibinin kendisi bilir. Ey Aziz! Bu ağrı ve sızıların sırrım bilir misin? Bu, kulun gaf­ leti halinde aza ve kalbine yerleşen tat ve lezzetleri zikrullah’ın sö­ küp atmasıdır. Kalbin zikrullah tarafından tesir altına alınmasıdır. Zikrin etkisi gönülden ruha ulaşır. Gönül tahtında oturarak harici ve dahili hislere hükmeder. Şehvani nefsi mağlûp eder ve saf ruhun mahkumu olur. Sonra zikir devamlı olunca ruhdan sırra girer ki sa­ hihi arif-i kâmil olur. Onun etkisi bütün organlara dağılıp organ­ lan tesiri altına alınca bütün bedenin cüzleri atar damarlar misali hareketli hale gelir. Bu hal zikreden kul için büyük bir tehlike arz eder. Çünkü nefsine aldanır ve yavaş yavaş zikrini azaltır ve baş­ ladığı noktaya geri döner. Zira kalp penceresi nasıl yavaş yavaş alçalıyorsa, aynı şekilde tedricen kapanır ve karanlık hâle gelir. Böylece Cenab-ı Hakkın: «Beni zikreden yüv çeviren geçimi dardır ve zorlaşır. Onu kıya­ mette kör olarak hasrederiz.» buyurduğu ilâhi emir açığa çıkmış olur. Zira kul mevlâsma yönelse sonra ondan yüz çeviıse mevlâsı onu kahreder ve onu belâların en şiddetlisine uğratır. Bu bilinen ve misalleri görülen bir hakikattir. Onun mevlâsından yüz çevirmesi­ nin suçu mevlâsına dönmediği haldeki suçundan daha büyüktür ve daha kötüdür. Evliyalar nazarında mevlâya yüz dönüp sonra ondan yüz çevirenler müsted yani dinden dönmüş hükmündedir. Bu durumu bilen zâkirin çok dikkat etmesi ve böyle büyük be­ lâlara maruz kalmaması için, gecesini ve gündüzünü zikirle geçir­ melidir. Hakkın zikrinden uzak bir nefsini dahi tüketmemelidir. Bilmelidir ki amellerin en üstünü, hallerin en şereflisi vasıf ve va­ kitlerin en iyisi zikreden kulun kendisini Allah’ın zikrine vermesi­ dir. Masivadan ancak böylelikle kurtulur. Kendinden ve nefsinden geçer. MANZUME Allah Allah adını zikreyle candan bir zaman Ta müsememâ aşkı nurundan dola teyl ve nehar. Bulsa dil sultan-ı aşkı, rehzen-i dinden ne gam Rehber-i din olan ganidir, yok anın cünintizâr. 415

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Aşkı söyle, aşkı iste, aşkı oku, aşkı bil Aşkı dinle aşkı giyin, aşkı nûş el, aşkı hâr. T& ki, aşk olsun, bedenin sende benlik kalmasın Çünkü benlik kalmaz oldun ayn-ı aşk ve şehri yâr. Bir kabâdır kamet-i insana bu şer’i şerif Aşk ona atlas elbise, akl ona nakş ve nigâr İkisi bir cinstir bil, şey-i vahiddir, fakat Aşktır bahr-ı muhit ve akıldır mevc ve bihâr. Akıl burhâm gibi ger hüsn-i aşk olsa ıyan Perde-i vehm ve hayâlâtı ederdi tarumar. Çün nazardan tayy olur, tumâr-ı evhâm ve hayâl Pâk olur âlem aynası cümle kalmaz bir gübâr. Hâr zâr-ı kerret içre vird-i vahdet seyreden Arifin gözünde Hakkı, âlem olmuş lalezâr. KISIM: 6 DİL İLE ZİKRİN SONA ERMESİNİN ALAMETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Zikrullah’a devam etmek mekkut âleminin acaipliklerinin anahtarı ve mevlânın yakınlığıdır. Devamlı Hakkı zikretmek kula dilden kalbe girmeyi temin eder. İnsanlara bağlanmaktan insanla­ ra düşman olmaktan, geçmişi ve geleceği anmaktan ve işlerini yo­ la kazımak fikir ve düşüncesinden alıkoyar. Bu haliyle kul, daima Allah’ı murakabe eder. Onun huzurunda olur, onun zikri ve fikriyle dolar. Evet! Zikr yoluna çıkan kul, zihninden her türlü boş düşün­ celeri çıkarmalı ve kalbini zikrullah cilasıyla parlatmalıdır. Kalbi temizlemeden evvel itikad ve namazlara ait bilgileri öğrenmekle yetinsin ve diğer makulat ve mahsusattan olan şeylerle meşgul ol*, masın. Düşüncelerden kendisini korumakla huzura ermelidir. Çün­ kü bir insan ister evvelki ve isterse sonraki ilimleri ne kadar öğre­ nirse öğrensin onların hayatının sonunda kendisine hiçbir faydası olmaz. Hiç bir fayda temin etmedikleri gibi sonunda idrak levha­ sından da silinip gideceklerdir. Huzur melekesine sahip olup vahdet dairesine adım atan bir İnsan hayatının sonunda can verirken o sahip olduğu huzur mele­ kesi kendisiyle beraber kalacak ve kendisinin en büyük yardımcısı olacaktır. Şu halde kalbi bu halde muhafaza etmek her an için ge­ reklidir. Her arife düşen üns huzurunu bulmaktır. 416

MARİFETNAME

MANZUME Efendim, gönül ehlinin olduğu yerde ol Senin yan tarafında bir gönül hasıl eyle. Sen ezeli maşukun, yüzünü görmek istersen Senin aynan kalbindir, ona dön nazar eyle. Zikrullah’a devam eden öyle bir makama erer ki, onun kalbi­ ne ledünni ilimler keşfolunur ve sahibi ondan büyük bir haz ve lez­ zet duyar. Kula Hakkın, cezbesi nasip olmazsa o ilimleri elde ettiği noktada kalır. Fakat Cenab-ı Hak zikreden kuluna hidayet verirse onu ledünni ilimlerde, kendi huzur ve muhabbetine cezbeder. Zik­ reden kul eriştiği bu yüce derece ile muhabbet yolundan ayrılmaz ve huzur yolundaki yolculuğuna devam eder. Yine zikrederi bu zikrullah ile öyle bir dereceye ulaşır ki ken­ disi «zikreden Allah zikreden kulunun nasıl zikrullahta bulunduğu­ nu görür. Çünkü sen artık yalmz.zikredici bir kul değilsin, aym za­ manda Allah tarafından ebedî olarak mezkûrsun. Fakat senin be­ denin perde olduğundan mezkûr olduğundan haberin yok» denilir. Kul zikrine devam ederse istiğraf haline erer. Bedeninden geçince dil ile zikri bırakır kalbiyle zikre geçer ve huzuru bulur. Dil ile kalbin zikri karıştığından dile zikir yasaklanır ve bu hal aylarca hatta yıllarca devam eder. Yalnızca namazda okur. Zik­ redenin bu dereceye ermesinin alâmeti zikrin sırrına ermiş olma­ sıdır. Kul zikrini terkedecek olsa zikr onun diline iğne batması gibi batar. Yahut da bütün yüzü dil olur ve gelen nur Ue zikrullaha devam eder. Zahirin kalbi saf olunca kalbinde bir himmet ehlinin bulunduğunu hisseder. Kendi hislerinden her gayb halinde kulağımn zarım patla­ tacak kadar şiddetli sesler duyar. Onun hali «Allah’u zül celâl iman eden kullarını sever, onlan karanlık­ tan aydınlığa çıkarır.» müjdesiyle gösterilmiş olur. Allah'ın ihsa­ nı çok geniştir onu dilediği kuluna verir. Marifetullah’a en yakın yolun Allah’ın zikrine devam olduğu denenmiş işlerdendir. Dil zikri ile Allah’ın adım o kadar çok anar ki kalbinden perdeler kalkar ve kul müşahedeye ulaşır. Kalp zik­ re başlayınca dil zikri bırakır. Zira kulun o huzurda mevlâyı dü­ şünmesi uygun olmaz. îsim tekrarı huzurun edebine layık olmaz. Meselâ sultanın huzuruna giren birinin sultanın adım tekrar tekrar anması doğru olmaz. Çünkü onun bu hareketini görenler 417

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

onun aklını zay ettiğini zanneder ve sultanın huzurundan çıka­ rırlar. Zikrullah’m delil, huzurunda me dlûl olduğu malûmdur. Medlûl bulununca delile ihtiyaç kalır mı? KISIM : 7 ZİKİRDE DAİM OLMANIN EDEB, TESİR VE HALLERİ EyL Aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Zahirin yani Allah’ı zikreden kulun zikri rızasında uyması gereken bir takım edeb hâlleri vardır. Bunları şöyle sıralıyabilir: 1 — Kalbindeki her türlü meşgaleyi bırakmalı ve kendini zikrullah’a vermelidir. 2 — Tevbe etmek için gusül abdest ya da abdest olmalıdır. 3 — İki rekatlık şükür namazı kılmalıdır 4 — Kokusu güzel insanlann olmadığı tenha bir yer bulmalıdır. 5 — o tenha yerin karanlık bir yerine itikâf ihramını aşmalı, bir seccadelik yer kesmeli ve hasır ya da kilim üzerine bir seccade yaymalıdır. 6 — Seccadeye yüzü kıbleye gelecek şekilde bağdaş kurup oturmalı, ellerini oylukları üzerine koymalı ve sessizce zikre baş­ lamalıdır. 7 — Gözlerini yummalı ve batını duyularının açılmasını bek­ lemelidir. 8 — Şeyhinin hayalini muhafaza ederek onun himmetini is­ temek için şeyhi ile rabıta kurmalıdır. 9 — Geceyi ibadet ederek, gündüzleri de oruç tutarak geçir­ melidir. 10 — Ne çok fazla aç kalmalı ne de çok fazla karnını doyurmalıdır. İç yağı yehıekten kaçınmalı, yemeklerin normalini yeme­ lidir. öz ifadeyle nefsinin ve bedeninin lezzet ve rahatından vaz­ geçmelidir. 11 — Geceleri ve gündüzleri yatmamalı ve kendini bir iple yukardan bağlamalıdır. Böyle yaparsa bedenindeki unsurların cüz­ leri fena bulur, gönül ile melekût alemi arasındaki perdeler kalkar ve kalp gözüyle melekût âlemine bakar ve üns huzuruna erer. 12 — Zikrullah ile sustuğunda, kalp huzuru ile de susmalıdır. 13 — Gönülde zikrin varidatı için teveccühle bir saat kadar 418

MARİFETNAME

kalmalı ve otuz senede bulunarmyan cezbe devletini derhal bul­ malıdır. 14 — Zikrinden sonra içmekten kaçınmalıdır. Çünkü zikir ki­ şiye hararet ve heyecan zevk ve hâl verir. Zikirden kasıd da zaten bu halleri elde etmek değil midir? Eğer su içerse su bütün bu va­ sıfları yok eder. Uzuvlara titreme verir, hastalık ve baş ağrısına yol açar. Bu halinde zikreden başım hareket ettirerek yardımcı ol­ masını sağlamalıdır. 15 — «Lâ İlahe İllallah» ya da «Allah» ismi celâlini zikretme­ li ve bütün sıfatları kendinde toplıyacağını bilmelidir. Bu sözler­ den hangisiyle daha çok etkileniyorsa onu söylemeye devam etme­ lidir. Marifet yolları çok ise de Allah’ı zikr onlar içinde en doğru olanıdır. 16 Lâ İlahe İllallah derken Lâ’yı uzatmalı i’yi de belli ede­ cek şekilde söylemeli. Lâilahe derken bütün masivayı atmalı, illal­ lah derken de Cenab-ı Hakk’ın kadim ve ezeli olduğunu isbat et­ melidir. Bunu gece gündüz söylemeli ve her söyleyişinde manasının idrakine varmalıdır. 17 — Zikreden, nefsi arzulan benliğine galip geldiği müddet­ çe hem diliyle ve hem de kalbiyle Lâilâhe illallah demelidir. İn­ sanlık vasfı zayıflar zevk ve şevki artarsa diliyle kelime-i tevhid’i söylerken kalbiyle de «Allah’tan başka matlub yoktur» demelidir. Her türlü hatıra ve düşünceyi atıp da batından vahdet-i vücûd ge­ lirse diliyle kelime-i tevhidi söylerken kalbiyle de «Ancak Allah vardır,» diyebilir. Zikreden, zikrine devam edip kalbinden masivayı atınca zik­ rinin tesiri kalbine iyice yerleşir ve oradan da âzalarma geçer. Böy­ lece bütün beden harekete geçer ve titremeye başlar. Kalbinden açılan bir kafes ile yüksek derecelere ulaşır. Kalp masivadan temizlenince oraya marifetullah emaneti ko­ nulur. Denildi ki: «Gafletten uyanan, arif sayılır.» Zikreden bu hale de razı olmamalı ve keşf ve kerametin er­ kekler için hayız olduğunu bilmelidir. Kadınlar nasıl hayızla temiz­ leniyorlarsa zikredenler de keramet ve keşif ile öylece masivadan temizlenirler. 18 — Allah’ı zikirden başka dua ve taat ile meşgul olmayıp namazlardan da farzlar ile sünnetleri kılmalıdır. Zikre sözün su­ reti dilden susup kalbe oradan ruha ve ruhtan da sırra geçene kadar devam etmelidir. Böylece kalbi temizlenir ve ruhu hürriye419

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. te kavuşarak, sırrı mukaddese erer ve mevlftsına kavuşur. Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerine kendilerini irşâd etmesini di. leyen 16 kişi geldi. Cüneyd-i Bağdadi onlann hepsini ayn bir hal­ vete oturtturdu ve hepsine de kelime-i tevhidi söylemelerini em­ retti. Bir hafta soma onlara hitaben: — Kalbinizde neler hissediyorsunuz? diye sordu. Onlar da: — Dünya sevgisini buluyoruz, dediler. Cüneyd-i Bağdadi bunun üzerine onları uyardı ve: — Dünyayı, dünyadakileri ve onun sevgisi ile zevk ve lezzet­ lerini hiç tatmamış gibi bırakınız buyurdu. Bir hafta soma onlara: — Kalbinizde neler hissediyorsunuz? diye sordu. Onlar da: — Kalbimize ahiret sevgisi geldi, dünya sevgisini attık, de­ diler. Cüneyd-i Bağdadi sonra onlara tekrar tembih ederek: — Ondan da vaz geçin, buyurdu. Bir hafta sonra onlara: — Kalbinize ne geldi? diye sordu. Onlar: — Benlik muhabbeti, diye cevap verdiler. Cüneyd-i Bağdadi onları yine tembihle: — Varlığınızdan geçin, dedi. Bir hafta sonra: — Kalbinizi alan nedir? diye sordu. Onlar: — Allah sevgisi diye karşılık verdiler. Cüneyd-i Bağdadi on­ lara ism-i celâl-i zikri telkin etti ve on gün tayin etti. Aradan 40 gün geçti. Sonunda Cüneyd-i Bağdadi onlara giderek: — Kalbinizde kalan nedir? diye sordu. Onlar da: — Allah-u zül celâl diye cevap verdiler. Onlara dua eden Cüneyd: — .'Onda daim olun. Murada erdiniz, kurtuluşu buldunuz. Si­ ze teslim olanları siz de böyle irşâd ediniz, dedi. BEYT Ariflerin tacı dünyada dâr şeyi terktir Dünyayı terk, ukbayı terk, varlığı terk, terki terk. Bu dereceye eren arif Allah’ın ünsünü bulur. Sureti hak ile manası da Hak üe olur. Çoklukta yalnızlığı yaşar. Haktan gâfil olmaz. Onun katında birlik, çokluk, halvet ve sohbet müsavi olur. Zira onun her hali Allah ile üns esmektir. Çokluğu birlikte bulmak, birliği çoklukta Bir ilim ki, bütün ilim ve irfan ondadır. Zikredenin kalbi sözlerin en güzeli olan kelime-i tevhidin de­

MARİFETNÂME

vamla vahdaniyyet nurları ile aydınlanınca kul varlıkların be­ denlerinin gerçekte var olmayıp itibari olarak var olduğunu görür. Bütün kâinatın karanlığı eriştiği müşahede ileyok olur, neyin za­ rar neyin kâr olduğunu oradan bilir. Halk ile bir münasebeti kal­ maz. Her türlü eziyet ve acıları, nimetleri ve insanlann fiillerini ve diğer halleri Hak’dan görür. Hiç bir ezanın acısını hissetmez. Zaten Allah’ın zikri kulun fikrini tamama erdirir. KISIM : 8 KELİME-İ TEVHİD İN FAZİLET VE KERAMETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kelime-i Tevhid «la ilâhe illallah» kelimesi kelimelerin en bü­ yüğü ve kal’alafin da en yükseğidir. O mevlânın öyle tevhid ilmi ve sağlam kalesidir ki ona giren sonsuz nimetleri ebedi saadetleri bulur. Girmeyen ise ebedî azabı bulur. Eğer bu mukaddes kelime, kalbin çevresine kale olmaz, ruhu bu dairenin merkezi olmaz ve nefsin hevasınm o daireye girmesini engellemezse, sen de o kal’anın dışında kalırsın ve ruhun ona gir­ memiş olursun. Sadece dil ile söylemenin bir faydası olmaz. Ey insan! Öyle ise bu mübarek kelimeden senin nasibin nedir? Bunu, düşün. Nasibin ruh ve mana ise hem dünya ve hem de ahiretin saadetli olur. Adın veli kullar ile bir yazılır. Eğer nasibin zik­ ri sadece dil ile yapmaktan ibaret kalırsa bil ki bu münafıkların nasibidir. Çünkü korunmak için kaleye girmek lazımdır. Adım söylemez yetmez. ; Bu sözün manası bir insan ruhu ile bedenine benzer. Kılıcın nasıl adı bir şeyi kesmez ise sözden ibaret kalan zikir de cansız ceset gibi olur. Ceset nasıl hareket edemezse manası olmayan ke­ lime de kale olamaz. İhsan aleminden olanlar kelime-i tevhid-i su­ reti ve manasıyla birlikte almışlar, sureti ile dış yüzlerini, mana­ sıyla da kalplerini tezyin etmişler ve her iki alemde saadete ermiş­ lerdir. Ey insan! La ilahe illallah diyorsan aile ve çocuklarınla rahat­ ça otur. Malına ve meskenine dayanırsan onu söylemende samimi­ yetsizliğin ortaya çıkar. Çünkü halin anlatması sözün anlatma­ sından daha açıktır. Eğer o sözün senin kalbinde bir tesiri varsa neden hep fanilere güveniyor, onlardan yardım istiyor ve onlardan korkuyorsun? Hakkıyla lailahe illallah dersen, onlar sana bir fay­ da vermiyeceği gibi sen de onlara bir fayda veremezsin. Çünkü,

421

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

«Bir kimse Allah için ise Allah da onun içindir» buyurulmuştur. Kelime-i Tevhid-i söylemenin kalbine bir tesiri olmadıysa se­ nin münafıklar zümresinden olmandan korkulur. Eğer söyleyişinin kalbinde tesiri varsa yani dilin kalbine tercüman olduysa, işte o zaman sen gerçek mü’minsin. Zikrullah’ın yeri ruhun ise, sen bir aşık, sır ise arifsin. Kelime-i tevhiddeki «Lâ» harfi ağyar tozlarını süpüren bir süpürgedir. Böylece arifler illallah arşının tecellisine ve zatı pâke olduklarından mevlâlanmn üns ve muhabbetine ermeyi hak eder­ ler. Mevlâ aşkıyla sarhoş olur daima onun huzurunda kalırlar. Cenab-ı Hak (Iiz. Davud'a hitaben) buyurdu ki: «Benim için bir oda temizle de oraya yerleşeyim.» Cenab-ı Hak bu hitabıyla kalk temizliğini murad etmiştir. Ey insan! Eğer sen Allah’tan başkasına bağlanmışsan, bu bağ­ lılığın deva mettiği müddetçe lâilâhe kelimesinin nefyine muhtaç­ sın. Eğer müşahede derecesine erer, herşeydn gaib olursa o kelime­ nin nefyinden rahat erer illallah kelimesinin isbatını bulur, yeni­ den Allah-u zül celâlin adından zevk alırsın. O zaman da görürsün ki baki olan yalnız Allah’tır ve geriye kalan herşey boştur. Eğer Lâ ilâhe illallah sultanı insan bedeninin şehrini bütü­ nüyle kaplarsa, o şehirde benlik binası olmaz ve orada yabancı bir kimse oturamaz. Sen de buna sabrın olmaz. Böylece beşeri izzetin yok olur. Azı bedenin fena bulmuş, bütün kötü huyların iyiye dö­ nüşmüştür. Bütün sultanlar yok olmuş, ancak La İlahe İllallah sultanı baki kalmıştır. Bu, hükmü öncekileri de sonrakileri de içine alan bir validir ki hükmü ebedi kadar devam edecek bazıları istiyerek bazıları da zorla onun hükmüne boyun eğecektir. Çünkü Cenab-ı Hak insanları tabiat karanlığında adaletli bir şekilde yaratmış, on­ lara kendi nurundan ihsan etmiştir. O nurdan nasib alan her iki dünya saadetine ermiş ihsan ve ihrama nail olmuştur. Bundan mahrum kalan ise adalet aleminde kalmıştır. Hakkın nuru be­ denlere değil kalbe ve ruha iner. Tevhid ateşi kalp ağzında parla­ dığı zaman nefsin adetlerini ve zevklerini yok eder. Beşerî karan­ lıklar aydınlanır. «Yer Rabbinin nuruyla aydınlandı» diyasıyla halk safları «Lâ ilahe illallah» kelime-i tevhidinin altında dizilir. Kelime-i tevhid niyyet, marifet ve meyvesi, birliğin ikrarı olan bir ağaçtır. Kâinat bu devletin varlığı için yaratılmıştır. 422

MARİFETNAME Cenab ı Hak buyuruyor ki: «Ey kulum! Seni tevhidim, herşeyi de senin için yarattım. Gök sana gölge olur. Yer seni barındırır. Üzerinde nurlar parlar, aşağı varlıklar sana hizmetçi oluır. Orası senin için sen de benim içinsin. Fakat sen başkasıyla meşgul oluyorsun, nimetler seni benimle meş­ gul olmaktan alıkoyuyor. Sana verilen her şey seni benden uzaklaş* tınyor.» Marifet yolcusunun üç durağı vardır: 1 — Fena (yokluk) âlemi, 2 — Cezbe (kendinden geçme) alemi 3 — Kabza alemi. Marifet yoluna giren kimse fena aleminde iken «Lailahe illal­ lah» lafzım söylemeye devam eder. Cezbe aleminde ise «Allah» laf­ zı celâlini söyler. Kabza ale minde ise «Hû, hû» demeye devam eder. Kalbin keşfine erenin lailahe illallah, ruhun keşfine erenin Allah, sırnn keşfine erenin de Hû demesinin sebebi budur. Çünkü kalbin gıdası «lailahe illallah» ruh un gıdası «Allah» sırnn gıdası da «Hû» olur. Yani kalbin kuvvet ve mınnatısı «lailahe illallah» ruhun, kuv­ veti ve mıknatısı «Allah» sırrın kuvvet ve mıknatısı da Hû’dur. Kalp ve ruh kafese, sur da kuşa benzer. Eve girmeden kafesi açmak, kafesi açmadan da kuşu almak mümkün olmaz. Ey marifetyolun un yolcusu! Sen de aym şekilde kalbe girme­ den ruha, ruha ermeden de sırra ulaşamazsm. Öyle ise önce kalbe girecek, ruha erecek ve som ra da sırra ulaşacaksın. Eğer «lailahe illallah» ile kalp evinin kapı sim açar, «Allah» ile ruha erersen Hû ile sır kuşunu besliyebilirsin. Her ne kadar bu benzetmelerimiz mecâzi ise de Hû demen senin s ır kuşuna yem serpmendir. Bu demek­ tir ki kalbe girilmeden ruha, ruha erilmeden de sırlar alemine ula­ şılamaz. İşin esası bunun zıd dıdır. Yani benzetmemiz aksine sırlar alemi ruhlar aleminden, rulılar alemi de sırlar aleminden daha geniş ve daha büyüktür. Burnun açık misali en dışta sırlar alemi olmak üzere birbiri içinde üç dairedir. Bu dairelerin en küçüğü kalp alemidir. Buna sebep ale kalb aleminin diğerlerine nazaran şehâdet alemine daha yakın «olmasıdır. Şehâdet alemi beden ve sıuretle alemidir. Orada darlık, sıkıntı, keder, üzüntü korku ve sakınmak vardır. Ruhlar alemi ile sırlar lalemi ise, rahatlık, sevinç, kerariürt, emniyet ve selâmet alemleridir. Ey marifet yolunun yolc usu! 483

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Sen bu gökte bir yıldız mı buldun? Bu denizden bir damla al­ dın mı? Yoksa nefsine mahkum olup beşeri karanlıklara mı gark oldun? Eğer sen beşeri nefisten kalbe girer, kalbden ruha yani nu­ ra çıkarsan gözlerin görmediği şeyleri görür, kulakların duymadığı şeyleri duyarsm. Çünkü nefis beşer ve tabiat alemleri insanı helâk eden aşağı derecelerdir. Halbuki kalp ruh ve sır alemleri ikram ve İhsan aleminin yüksek dereceleridir. Buna göre alçak alemler: 1 — Nefs alemi; gafillerin derecesi, 2 — Beşeri alem; fasıklann derecesi, 3 — Tabiat alemi; münafıkların derecesidir. Bu esfel-i safi­ lin yani aşağıların en aşağısıdır. Yüksek alemler: 1 — Kalp alemi, âbid kulların 2 — Ruh alemi aşıkların, 3 — Sır alemi ariflerin muradıdır. Ey marifet yolunun yolcusu, Zikrullah’a devamla tabiat, beşeriyette ve nefs derecelerini aşar da kalp derecesine çıkarsan Hakka teslim oulr, onun yoluna girersin. O öyle bir Rab’dir ki; kalpleri her an değiştirir. Korkulan ümide, bazen de neşeleri üzüntüye çevirir. Bazen varlıktan yokluğa bazen uyamk halden sarhoşluğa değiştirir. Bazen de bunların zıddinı müşahede edersin. Bazen de seni cezbedip alır ki kalbin bu sayede itminâne erer ve sakinleşir. Zikrullah’m başlangıcı, sonu en güzeli en doğrusu «Lailahe illallah» dır. O, Allah zülcelâlin en büyük kalesi ve da­ vetidir.

424

KONU:6 TEFEKKÜRÜN ASLI VE MAHİYETİ HUSUSİYET, FAYDA VE HALİ KISIM : 1 DÜŞÜNMEK VE FERASETLE KALBİ KO RUMAK Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Allah’ın sanatındaki, nizam ve intizamı, sanatının yüceliğini, güzelliklerini düşünerek bu güzellikleri kalbe indirmek insanı Al­ lah’ı bilmeye ve tanımaya götürür. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «O idrak sahipleri, ayakta iken, otururken ve yatarken daima Allah’ı anarlar.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 191) «Bütün bunlarda (dağlar, ırmaklar, gece gündüz, erkek ve di­ şiler) düşünen kimseler için ibretler vardır.» (Ra’d Sûresi, Ayet: 3) «Biz bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.» (Haşr Sûresi, Ayet: 21)) Peygamberimiz buyuruyor ki: «Bir saat düşünmek, bir yıl ibadet etmekten daha hayırlıdır.» «Kalbi Allah düşüncesiyle dolanın yardımcısı Allah’tır.» «Allah’ın yaratıkları üzerinde düşünün, fakat onun zatını dü­ şünmeyin. Çünkü siz onu anlıyamazsınız.» «Mü’minler ferasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.» Müjdeler olsun o kimseye ki hali Allah’ın zikri ve fikriyle dol­ muş, kalbi masivadan temizlenmiştir. Az düşünce çok ibadet gibi­ dir. Tefekkür gibi ibadet bulunmaz. Onda büyük bir zevk ve lezzet vardır. Allah’ın zatını düşünen zındık, kudret ve hikmetini düşünen ise sıddîk olur. Mü’minin zanm sözlerindeki ferasettir. 425

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Tefekkür ^düşünmek) iyilik ve kötülüğü ayırmak hususunda kendisine muhtaç olduğu bir ışıktır. Tefekkür, kalpdeki marifetin göz önüne getirilmesidir. Tefekkür, kalbin gaflete düşmesini önlemek hali süslemek İçin kalbiyle tasfiye etmektir. Tefekkür, Allah'ın murakabesinin başlangıcıdır. Tefekkür; hakikat ağaçlarının yetiştiği bahçe, eşyanın haki­ katinin aynası, derin manaların terazisidir. Tefekkür, hikmet pınarlarının kaynağı ve cevherler madeni­ dir. Tefekkür, ibret namazının melekesi, kötülüklerin anlaşılması ve maksud olan marifeti istemek mevlânın nimet ayetleri ile se­ vince garkolmasıdır. Tefekkürün sonucu Allah’ın sıfatlarını sevmek ve marifetullah ayetleri, heyecanı gamlı seslerdir. Tefekkürle ruhların hareketi sadece, bedenin alâmeti ise sı­ kıntı ve ızdırabın alâmetidir. Tefekkürle istekleri görmek selâmet, en şerefli meclisler de te­ fekkür meclisleridir. Tefekkür, muhabbet deryasından bir kâse içmektir. Feraset yakîn’in keşfedilmesidir. Feraset taarruz eden hatıra­ dır. Zıddını oradan uzaklaştırır ve kalbi kendine mahkum eder. Feraset, kalpde panldayan bir nurdur. Bu nur eşyanın hakika­ tini gösterir. Feraset sahibi gizli şeyleri görür. aklın

MANZUME Murakıb ol ki dem-i aşktan eser bulasın O mübtedâya derûnunda bir haber bulasın. Saadet sabahının doğuşunu uistersen, uyuma gece Sipihr-i dilde o mihri iyân seher bulasın. Uzağa gitme, sana gelki şendedir herşey Murakıb ol ki derununda sen neler bulasın. Sipihr-i zir-i kadem eyle cihan göresin Bu hane sakfını geç, ta ki bir makar bulasın. Bülend himmet ol ey dil sen öyle pervâz et Ki beydâ-ı feleki sende zir-i per bulasın. Hayal ve uykuyu ko, ol pür hevâyı aşk ile hoş Bu hâk ve suyu kim düde çok sever bulasın. Aşk şarabı içip, nefsten geç eyle safâ Bu hak ve suyu koy kim dilde çok şerer bulasın. 420

MARİFETNAME çok olsa şevk, o kadar zevk-i vasi olur kİ sudan Ne denlu teşne isen lezzet ol kadar bulasın. Sen ehl-i gaflete aşkın sırlarını Hakkı deme Ki aşk sözlerini dilde çûn şeker bulasın Çok olsa şevk, o kadar zevk-i vasi olur ki sudan Ne denlu teşne isen lezzet ol kadar bulasın. Sen ehl-i gaflete aşkın sırlarını Hakkı deme Ki aşk sözlerini dilde çûn şeker bulasın. KISIM: 2 KALBE GELEN HATIRALARIN DOĞUŞ VE İSİMLERİ, İYİ VE KÖTÜ OLANLARININ ALAMETLRİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kalbe gelen hatıralar Cenab-ı Hak tarafından gelir. Bunlann geliş şekli de iki yolla olur. İ — Vasıtasız olarak, yani Allah katından direkt olarak kal­ be gelir. Bunlar ve tefekkür ve ibadetin sonunda olur ki kişiyi hay­ ra ve hidayet yoluna götürür. Vasıtasız gelenlere Hatır denir. Bu­ nun sağlam ve kuvvetli alâmeti vardır. Buna aynca Tevfik, Hidâ­ yet, Lütf da denir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Benim yolumda cihad edenlere, bize gelen hidayet yollarım gösteririz.» Hatıralar eğer işlenen bir günah ve isyankârlığın sonunda ge­ lirse bu ihanet olup sahibine kötülük verir. Buna da Hezelân İdlâl (sapıklık) ve Usk» denir. 2 — Hatıralar eğer kalbe müvekkel olan melek şeytan ve ta­ biat vasıtasıyla gelirse ve kalbin sağ kulağı üzerinde bulunursa ona da mülhem davetine de ilham denir. İlham her zaman için hayır ve iyiliktir. Melekle gelen ilham hayra götürür, şeytandan gelen ise nefse ve şehvete meylettirir, kötülüğe göürür ki buna Vesvese-i Hannas davetine de vesvese denir. Bunun alâmeti de kararsızlık ve ızdırap olup çoğu zaman günahın akabinde olur. Bu kişinin iyilik yapmasına mani olur ve­ ya daha büyük işlemesine sebep olur. Gelen hatır şehvetlere götüren bir tabiatla gelirse buna ne­ fis, onun davet ettiği şeye de hevâ denir. Hevâ daima kötülüktür. 427

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Bunun alâmeti kuvvetli olup zikrullah ile zayıflamaz. Bu hâl üze­ re sabit kalır, değişmez. Allah tarafından gelen hatıraların iyi mi yoksa kötü mü ol­ duğunu bilmek için bu hatıraların alâmetlerini bildiren dört tera­ zi vardır ki onlann: 1. cisi: Kalbe gelen hatırayı şeriat ölçülerine uydurursun, şeriate uyarsa iyi, uymazsa kötüdür. 2. cisi: İlmiyle âmel eden bir alime ya da mürşid-i kamili so­ rarsın. Onlar iyi derlerse gelen hatıra iyidir, kötü derlerse kötüdür. 3. cüsü: Hatırayı salihlerin amelleriyle mukayese edersin. Onu eğer salihler işliyorlarsa kalbe gelen hatıra iyi, yoksa kötüdür. 4. cüsü: Kalbe gelen hatıraları nefse ve hevaya arzedersin. Nefis ona bağlamrsa gelen hatıra kötü, eğer nefis nefret ederse gelen hatıra iyidir. Çünkü nefis kendisinin kararına kalan işlerde daima kötülük tarafım emreder. Kalbi zikrullah ateşi ile temizlenen zikredici kulun kalbi te­ mizdir. Her türlü vesvese ve desiselerden uzaktır. Marifet ve mu-, habbetle dolmuş olup üns huzuruna ermiştir. Çünkü Allah’ın adı ateştir. Çünkü Allah adını tekrar edenlerin kalbinde ne vesvese ne de zir düşünce bırakmaz, hepsini yakarak yok eder. Allah, onun yüce zatının adı olup onun bütün sıfatlarım üzerinde toplamıştır. Allah adı isimlerin en büyüğüdür. Kalbini masivadan temiz­ leyen herkes onun adıyla muhteremdir, hürmete layıktır. Arif ku­ lun bismillah demesi aynen Cenab-ı Hakkın kün (d) demesine ben­ zer. Bu arifteki her türlü tefekkürünü ve elemini ortadan kaldırır. Bu Allah’ın adıdır ki zehiri bozan bir kelimedir. Allah-u zül celâl kuluna yakın olup daima onun kalbini kontrol etmektedir. O, kah­ redici (Kahhar) ve zorlayıcı (cebbar) dır. O herşeyi bilir, görür ve duyar. Allah yoluna giren onu kısa zamanda bulur, masivadan geçer. Allah’a ulaşan onun himayesine sığınır. Hakkı özleyen onun ünsünü bulur, huzuruna erer. Masivadan geçenin vakti daima Al­ lah ile olur. KISIM : 3 KALBİN KONMASI VE LÜZUMU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kalbin korunması için büyük bir gayret ve ihtimamın göste­ rilmesi gerekir. Çünkü kalbin tehlikesi diğer organlara nazaran en 428

MARİFETNAME büyük olanıdır. Onun işi ince ve düzeltilmesi ise çok zordur. Kalbin korunmasını beş kısımda anlatmak mümkündür: 1 — Cenab-ı Hakkın kalbe muttali olmasıdır. Kur’an’ı Kerim’de «Allah’u zül celâl kalplerde olanı bilir» buyurulmaktadır. Bu ayet kulun kötülüklere yaklaşmaması ve korkması için bir tembihtir. Çünkü her türlü gizliyi ve gaybı bilenle olan muamele çok tehlikelidir. 2 — Kalbin Cenab-ı Hakkın nazargâhı olduğunu bilmektir. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Allah-u zül celâl sizin suret ve bedenlerinize bakmaz, fakat kalblerinize ve niyyetlerinize bakar.» Kalbin Allah’ın nazargâhı olduğunu bu hadiste bildiriyor. Hal böyle iken görebildiği yüzünü her türlü kirden temizleyen, süs-ı leyen ve insanlar için bir ayıp ve kusur bulunmaması için büyük özen gösteren insanoğlunun bu haline kadar şaşırsa yine azdır. Görünen güzelliği için her şeyini yapıyor da Allah’ın nazargâhı olan kalbini hiç süslemiyor, ona iyi huylan vermede, kötü­ lüklerden temizlenmede hayvani sıfatlan atıp meleki sıfatlan el­ de etmede ve güzel ahlâka sahip kılmakta hiç bir gayreti olmaz. Bütün gaybleri fazlasıyla bilen Allah'ın kalbindeki ayıp ve kusurlan görmemesi için bir gayrete girmez de kalbini karanlık, kötü­ lük ve pislikle doldurur. Eğer insanlar, onun bu ayıp ve çirkinliklerinden birini bilse­ lerdi, kendisiyle konuşmaz, ondan yüz çevirir ve uzaklaşırlardı. Bu demektir ki dinde en önemli iş kalbi her türlü kötülük ve pisliklerden temizlemektir. 3 — Kalbin hükümdar olduğunu bilmektir. Kalp bedenin sul­ tam uzuvlar da onun tebe’asıdır. Eğer sultan iyi yolda olursa onun tebaası da doğru yolda olur. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Dikkat edin. İnsan bedeninde bir parça et vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. O et parçası kaipdir.» O halde kalbi korumak bir kulun en önemli görevlerinden ol­ malıdır. 4 Gönül, nefis cevherindeki bütün şerefli manalara mah­ zen olmuştur ki o insanlığın cevherinin başlangıcı olan akıldır. Al­ lah’ı bilmek ve tanımak, iki dünyada saadete ermek bunun en yük-

429

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

sek derecesidir. Ayrıca bunun ahiret hayatı için kemâl dereceler elde etmek kabiliyeti de vardır. Niyet ve inancı güzeldir. Bütün bu ve b.g. cevherlerin hâzinesi esrarın, muhafız sandı­ ğı hatıra ve düşüncelerin kaynağı olan bir yer tabii ki korunmaya değer bir yerdir. Bunun için de kulun, o hâzineyi her çeşit kötü­ lüklerden, pislikten, vesvese, vehim ve cehâlet afetlerinden koru­ ması gerekir. Bu tehlike ve pisliklerden korunan kalbi Allah’ın ke­ rameti doldurur ve kul her türlü afet ve elemden kurtulur. Artık crada hiç bir kötülük yer edemez. 5 — Kalbin diğer uzuvlarda olmayan hallerini bilmektir. Bu haller de şunlardır: a) Kalbe hem düşman hem de dost gelir. Yani Hânnas olan şeytanın ilhamı da oraya gelir. Bu iki zıt davet yüzünden kalbin çektiği sıkıntı son derece fazladır. b) Kalp diğer organlara nazaran çok daha meşguldür. Çün­ kü kalp akıl ile hevânın çatışması sahasıdır. Kalp devamlı olarak bunların çatışma alanı olunca kulun bu büyük savaştan gaflet et-, mesi onun için affı kabil olmayan noksanlıktır. Burasımn nefsin isteklerinden temizlenmesi kalp meydanında güveni sağlar ve kalp marifetullah’a mekân olur. c) Kalpde bir çok arızalar meydana gelir. Çünkü Haktan gelen hatıralar bir ok misali kalbe gelir. Öyle ki gece gündüz yağ­ mur gibi iner. Kalbin hatıralardan korunması Zordur. Çünkü kalp ne yummakla kapanabilen göz kapağı ve ne de dudaklar arasın­ da susmakla kapanan ve tesirsiz hale gelen dile benzer. Kalp ha­ tıra oklarından hiç bir zaman korunamaz. Kalbin hastalığı görülemediği için ona bir musibet gelmedik­ çe bilinemez. O bakımdan ilacı da bilinemez. Bunun için de çok riyaset yapılmalı ki kalp vesvese, hatıra ve tehlikelerden korunabilsin. d) Kalp değişme istidadında olduğundan ona afetlerin gel­ mesi çabuk olur. Çünkü kalbin değişpıesi' kaynayan bir tencere içindeki suyun değişmesine benzer. Gönülde zelle (Peygamberle­ rin işledikleri çok küçük hata) dahi sadır olsa bunun vereceği za­ rarın en küçüğü kasvet ve masivaya meyletmektir. Sonra bu gi­ derek büyük, küfür ve dalâlete 'kaçlar gider. Nitekim: Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Biz onlann kalplerini tasdik etmekten ve gözlerini hakkı gör­ mekten çeviririz. Onlar evvel indirilen ayetlere inanmadıkları gibi 4j0

I 1 MARİFETNAME

yine de İman etmezler. Onları azgınlık ve taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakırız.» (En’am Sûresi, Ayet: 110) Bu tehlikeden korunmak için seçilmiş kullar, kalplerine çok dikkat göstermiş, zikrullah ile meşgul olmuş Hakk’ın inayet ve hi­ dayetine ermişlerdir. Huzura ermiş ve ebedî olarak orada kalmış­ lardır. MANZUME Taşraya meyi etme ey dil sende iste dilberi İçeri gel, sen de bul, ol yâr-ı gar-ı rehberi. Canda bul cananı, dolsun dil efkârı ile İki alemden beri ol, olma sen senden beri. Fani güzelliği alma baki aşkı satma bakiye Bu iki nehri geç andan iç o bâki kevseri. Sen ki ey dildâr-ı vasisin o dildare mudâm Aramam bu cism ve canı hanümânı kevseri Dilberin nakşı can perdesidir. Cihan dilberleri Perdeyi kaldır, seyret dilberin yüz güzelliğini. Hamur ol Hakkı ol gönül ah vâl’in izhâr eyleme Sim ifşa etme, istersen selâmet bu sesi.

4aı

BÖLÜM : 3

TEVEKKÜL, TEVFİZ, SABIR, RIZA DÖRT KONUDAN İBARETTİR KONU:1 TEVEKKÜLÜN FAZİLET VE FAYDALARI YEDİ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 TEVEKKÜLÜN KUR’AN AYETLERİ, KUDSİ HADİS VE HADİSLERE GÖRE ÜSTÜNLÜĞÜ Ey Aziz! Tevekkülün üstünlüğü ile ilgili olarak Kur’an’ı Ke­ rimde nazil olan bir çok ayetler ile Rasulullah S.A.V.’den rivayet olunan bir çok hadisi şerifler vardır. Biz bu husustaki ayet, kudsi hadis ve hadislerden örnekleri aşağıya alıyoruz: AYETLER : Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «İş hususunda istişare et. Ondan sonra karar verdin mi, artık Allah’a güven ve dayan, şüphesiz ki Allah Rabbine güvenip da­ yananları sever. (Ai-i İmran Sûresi, Ayet: 159) «Allah bize yeter ve ne güzel vekildir.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 173) aOnun için onlardan yüz çevir. Allah’a güvenip dayan. Allah vekil olarak yeter.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 81) «Eğer inanıyorsanız Allah’a güvenin.» (Maide Sûresi, Ayet: 23) 432

MARİFETNÂME «De ki: Allah’ın yazdığından başkası başımızagelmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayan* malıdır.» (Tevbe Sûresi, Ayet: 51) «Habibim, sana inanmaktan yüz çevirirlerse de bi: «Bana Ai* lah yeter. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. Ben ancak O’na güve­ nip dayandım. O, büyük arş’ın sahibidir.» (Tevbe Sûresi, Ayet: 129) «Hüküm ancak Allah'ındır. Ben O’na güvenip dayandım. Te­ vekkül edenler de yalnız O’na güvenip dayanmalıdırlar.»

(Yusuf Sûresi, Ayet: €7)

«Öyleyse O’na ibadet et ve O’na güvenip dayan.»

(Hud Sûresi, Ayet: 123)

«Hem biz ne diye Allah’a dayanmıyahm, bize dosdoğru yollan o göstermiştir. Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız. Te­ vekkül edenler yalnız Allah’a güvenip dayanmakta sebat etsinler.» (İbrahim Sûresi, Ayet: 13) «Hak yolunda sabreden ve sadece rablerine güvenip dayanaı kimselerdir.» (Nahl Sûre», Ayet: \T «Aziz ve merhametli olan Allah’a güven.» (Şuara Sûresi, Ayet: 21? «De ki: Allah bana yeter. Güvenenler ancak ona güvenirler. (Zümer Sûresi, Ayet: 3f

«Kim Allah’a güvenip tevekkül ederse O’na yeter.» (Talâk Sûresi, Ayet: ’ «Allah her şeyi yaratandır, her şeye vekildir. (Zümer Sûresi, Ayet: €

KUDSİ HADİS : Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ey insanoğlu! Bana tutun ki sana doğru yolu, hidayeti v yim. Bana tevekkül et ki sana yeteyim. Eğer başkasına tevet edecek olursan yer ve göklerin sebebleri senden kesilir. Ey insanoğlu! Zamana bir baksana! Benim rızam için her den kesilip de kendisini, aziz etmediğim, bana tevekkül ettiği kâfi gelmediğim, yetmediğim kimse var mı? Ben senin her kıldığın namazından razıyım, sen de benim her gün. için sana diğim nzka razı ol. Ey insanoğlu! Benim emrim ve hükmümle olduktan som den feryâd edersin? ~ l‘r * ^İbİİ Ey insanoğlu! Sen bana gel ben sana kâfi gelirim.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

Ey insanoğlu! Benim katımda senin tevekkül etmekten daha üstün bir şeyin ve kazama razı olmaktan daha faziletli bir halin olmaz (yoktur.)»

HADİSLER «Ey ümmetim! Siz, Allah’a hakkıyla tevekkül etseniz, kuşların rızkım nasıl veriyorsa, sizin rızkınızı da öylece verir. Kuşlar sabah­ leyin yuvalarından aç çıkar, akşamleyin yuvalarına tok dönerler.» «Sizden efsün yapan kimse tevekkülden uzaklaşır.» «İnsanlardan sağlam ve kuvvetli olmak isteyen kimse, Allah’a tevekkül etsin.» «Allah’a tevekkül eden ve onun kazasına razı olan kimse iste­ mekten kurtulacağı gibi kederden de rahat bulur.» «Uğursuzluk ve fala bakmak şirktendir, tevekkül ise onlan kalbden siler.» «Allah’a tevekkül, insanlardan (birşey) beklememektir. Zira insanlar hiç bir şey veremez ve verilenlere de engel olamazlar. Ne zarar verebilir ne de fayda temin ederler. Onlann hepsi San’i (Allah)’ın aletleridir.» Ashab-ı Kiramdan bir zat devesinden indi ve Rasulullah’a hi­ taben: — Ey Allah’ın Resulü, devemi bağışlayayım mı yoksa salıve­ rip Allah’a tevekkül mü edeyim? diye sordu. Bunun üzerine Resulullah S.A.V. şöyle buyurdu: — Deveni bağla, ondan sonra tevekkül et. Hz. Musa A.S. buyurdu ki: «Çocuğun babasına güvendiği gibi Allah’ına tevekkül etmiyen kimse gerçek mü’min olamaz.» MANZUME Bana helva gerek ey dost helva Bırakma yarına ver helvayı hâlâ 0 şirin nerm helvayı kerem kıl Ki kokusundan dil ve can oldu şeydâ Yerim helva dikensiz misl-i incir Gönülden zevk edip, el vurmam asla. 01 elden diye bu helva çün o elden Ye İç, ey dil. O elden şir ve husmâ. 431

■ MARtFETNAME Çû

zâde-i akl-ı külldür misl-i tsâ

Eder da’vet bizi şefkatli baba. Rücû eder bana der, ey oğullar Sizin çûn mâide kıldım müheyya. Benimle sulh olan hayr-ı haleftir

Onun gözünde cennette bu dünya. Zehî baba aceb hân-ı ilâhî Ki âlem halkı da ondan mûhenna. Gel ey Hakkı, icâbet kıl ona kim Onun misafiri olmuş ehl-i mâ’nâ. KISIM : 2 TEVEKKÜLÜN TARİF, KEMAL, TESİR VE HALLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Tevekkül, halktan ayrılmak, Allah’a dayanmak, ona güven­ mek ve ondan istemektir. Tevekkül; insanlarda olanlardan ümidini kesip Allah katında olana kıymet vermektir. Tevekkül; Allah’a tam mânasıyla inanmak ve onun vaadini yerine getireceğine sonsuz iman etmektir. Tevekkül, yarma ait düşüncelere Allah’ı vekil kıhp dikkati ve ihtimam göstermeyi terketmektir. Tevekkül, Allah’a güvenmek, bununla yetinmek ve üzerine aldığı görevleri yerine getirmektir. Tevekkül, saadet ve izzete ermek ve tama’dan kurtulmaktır. Tevekkül, kalbi ilah’a bedeni de ibadete bağlamaktır. Tevekkül, masivadan geçmektir. Korkuyu ve ümidi ortadan kaldırmaktır. Tevekkül, istememek, verileni geri çevirmemek, eldekini tut­ mamaktır. Tevekkül, azlıkla çokluğun kalpte birleşmesidir. Tevekkül, kalbin rahatlığıdır. Tevekkül; amellerin en üstünü, hallerin de en şerefli olanıdır. Tevekkül; yaratıcı Allah’ı tercih, ahlâkı süslemek, imanın esa­ sı, kalbin kuvveti, ruhun rahata ermesi olup herkes için gerekli­ dir. Çünkü Cenab-ı Hak yarattığı yaratıkların rızkım temin etme­ yi üzerine almıştır. Dört şey vardır ki, bunlar velilerin üstün ahlâkındandır: 1) Tevekkül, 2) Tefviz, 3) Sabır, 4) Rıza. 435

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Kim, sağlam bir tevekküle sahip olduğ ve tefviz ile rahata erdiği, selâmet ile selâmet bulur ve Cenab-ı Hakk’m kazasına tes­ lim olursa ve kaderine yani Allah’ın takdirine rıza gösterirse o kim: seye müjdeler olsun. Bir baba nasıl ailesindeki bütün fertlerin rızkını temin ederse Cenab-ı Hak da aym şekilde bütün mahlûkatın rızkını verir. Mü­ tevekkil olan Allah'ın yardımını bulacağından insanlara el açmak­ tan kurtulur. O hakkı ile zengin olmuş ve ihtiyaçlardan kurtul­ muş, herşeyi terketmiştir. Onun için sebebler hazır her türlü güç­ lükler de kolay olur. Zorlukları kolayca çözer, tevekkül eden ken­ disi hür, aklı kuvvetli olur. Onun dünya ehline karşı kibirli oluşu kendisi için güzeldir. Hz. İbrahim A.S. tevekkülün kemâl derecesini nefsinde gös­ termiştir. Nemrdû tarafından ateşe atıldığı zaman kendisine Cib­ ril-! Emin gelmiş ve: ■**- Bir ihtiyacın var mı? diye sormuş. Bunun üzerine Hz. İb­ rahim : Evet, ihtiyacım var ama sana değil, Rabbine muhtacım, di­ ye karşılık vermiştir. Cebrail bunun .üzerine: — Öyle ise ihtiyacım ondan iste, buyurmuş. Hz. İbrahim de. büyük bir tevekkül örneği vererek: — O (Rabbim) benim halimi de ne istediğimi de bilir, buyur­ muştur. Evet, O yüce Resul, ateşe atıldığı anda bile Rabbinden başka­ sını görmedi! Onun bu hali tevekkülün kemâlini teşkil eder. Nemrud’un ateşi ona güllük gülistanlık olmuştur. Tevekkül işe ya da kazanç temin etmeye gitmek olmadığı gibi, işi ya da kazancı terket de değildir. Tevekkül Allah ile mutmain olmak ve kalben ona bağlanmaktır. Tevekkül kul ile Allah arasmda bir sır olup insanları bu sır­ dan haberdar etmek insanlık olmadığı gibi doğru da değildir. Cenab’ı Hak: «Allah’a tevekkül edene, Allah kâfidir,» buyurmuş ve tevekkü­ lün şerefli ve faziletli bir şey olduğunu duyurmuştur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ey şükreden, nimetlerinin artması senin içindir.» Ey zikreden, sana olan yakınlığımın artması senin içindir. Ey tevekkül eden! Ben senin içinim ve ben sana kâfiyim.» (Hadis-i Kudsi)

430

MARİFETNAME

FARSÇA MANZUME Yeterim sana veririm her türlü hayrı Sebebsiz hem de vasıtasız, bırak sen gayn. Yeterim sana, yemeksiz doyururum seni Askersiz ve subaysız mir ederim seni. Yeterim sana, ilâçsız devâ kılarım A’mâya kuyuyu meydân ederim. it -M Mütevekkil (tevekkül eden) in halk arasmda adı sam bilin­ mez, fakat o Rabbine çok yakındır. Onun hali, mevlasımn kudret kabzasında, ölünün yıkayıcının elindeki haline benzer. Tevekkül Hakka güvenmek ve bugün Ue kuvvet bulmak, Sul­ tandan ya da düşmanın şerrinden emin olmaktır. Tevekkül eden kimse tıpkı bir çocuğa benzer. Çocuk nasıl an­ nesinden başka hiç kimseden bir yardım istemezse, tevekkül sahi­ bi de hiç kimseden bir yardım istemez ve her şeyinde Rabbine yö­ nelir. Tevekkül, alçak gönüllü olmakla nefsi toprak etmek, ruhu da masivadan temizlemektir. Tevekkül, sebeblere değil o sebebleri halkeden Allah’a güven­ mektir. Onu tercih etmek ve herşeyi ondan bulmak ve yardımı on­ dan istemektir. Tevekkül, nefsi arzulara set çekip kalbi masivadan temizle­ mek ve böylece kalbin imarım temin etmekle sahibine huzur ve sevinç veren bir nurdur. ♦Tevekkül, her şeyde esas sahibi bilmek ve ona (Allah’a) güven­ mektir. Tevekkül, hürriyete kavuşmak, itiraz ve istemeyi terkedip al­ çak nefsi atmak ve Allah’a yönelmektir. Tevekkül, elin maldan, kalbin de uzun emellerden kurtulma­ sıdır. Mütevekkil, her şeyi Allah’tan bilir. Onun katında övülmek de, yerilmek de, üzüntü de, sevinç de, bayağılık ve yükseklik de fay­ da ve zarar da birdir. Bunun için hiddet ve öfkeleri bir yana atmış şiddet ve ezalara tahammül etmiştir. Büyüklerden bir zatın: «Tevekkül söz değildir, hâldir» demesi bu hususu en güzel şekilde beyan etmiyor mu? Tevekkül, önce Allah’a güven, sonra ısmarlara, sonra ona tes: lim olma, sonradan onun rızasına ermedir. Hz. Şeyh İsmail (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) bu Hakkı. (Erzurumlu İ. Hakkı) oğluna şöyle buyurdu: — Ey Molla İbrahim, Allah’a tevekkül et. İşini Allah’a ısmar437

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

la, O nasıl yaparsa işlerin en güzeli odur. O kullarına yardımcıdır ve Erhamürrahimindir. MANZUME Kimdir o kim yoluna vermez nza Kimdir o kim olmıya mest-i likâ. Kimdir ol kim kalbi yedinde değil Kimdir ol canım vermez sana. Kimdir o kim senin terbiyende değil, Kimdir o kim bulmadı senden nevft tld cihandır sana çûn iki yed El ne verir olmasa senden sehâ Gftfil olan Cevr sanır halktan Halk ise elinde misal-i asa. Cümle âzâ, senden alır cünbüşü Senden her cümleye derd ve devâ Hâce veresiz zahmeti kimdir ağaç Kimdir o kim olmıya bend-i kara. Pes, çubuğun dişliyen it huyludur Anlamadı kendine darbın cezâ Hakkı nizâ etme kaderle heman Minnet-ü derde ve gama de merhâba KISIM: 3 RIZK HUSUSUNDA TEVEKKÜL’ÜN ÖNEM VE LÜZUMU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Gerek nzk ve gerekse diğer hususlardaki ihtiyaçlarda Allah’a tevekkül etmek, herkese iki şey için gereklidir: 1 — İbadet ve huzurun temini içindir. Çünkü rızık ve ihtiyaç­ ları hususunda Allah’a tevekkül etmiyen ona dayanmıyan kimse bu ihtiyaçların temini derdine düşer ve bu da onu ibâdet ve hu­ zurun uzağına atar. Bu meşguliyet kişinin görünen zahiri tarafı ile görünmiyen'batınî tarafı ile olur. Zahiri meşguliyeti, ihtiyaçla­ rım ticaret ya da el emeği ile kazanmak istemesiyle olur. Batınî meşguliyeti ise kalben dünyaya meyyâl olan zahidler gibi, nefsin isteği, kalbin düşüncesi ve aklın tedbir almasıyla olur. Esasen ibadet ve huzur; yalnızca bedenin dünya nimetlerinden uzaklaşması ve Allah ile hemhâl olmakla temin edilir ki bu da an­ 43B

MARİFETNAME

cak Allah’a güvenen ve ona tevekkül eden kullara nasib olur. Al­ lah’a tevekkülü zayıf olan kul aynen kümeste hapsolunan tavuğa benzer. Kümesteki tavuk nasıl bir sıkıntı kararsızlık ve meşakkat arasında sahibinin getireceği yemi beklerse tevekkülü zayıf kul da rızkını aynı şekilde bekler. Onun bütün hayatı bu çeşit vesveseler ile sona erer. Kendini şerefli işlerden çekeceği İçin himmeti kesilir ve ibadet ve marifetullah gibi değerli şeylere kavuşmaktan yoksun kalır. Ancak eğer kulun tevekkülü sağlam ise kalbini her türlü ma­ sivadan kurtarır ve sahib olduğu tevekkül onun saadetinin serma­ yesi olur. Artık okul ibadet ve huzur devletine ermiştir. İlim ve ir-; fan gibi yüce vasıfların sahibi olmuştur. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Kim insanlara muhtaç olmamayı dilerse kendi elinde bulu­ nandan ziyade Allah’ın kudret elinde olan rızkına değer versin ve güvensin.» Büyüklerden bir zat diyor ki: Cenab-ı Hakka hulûsi kalb ile tevekkül edenlere emirler ve sultanlar bile muhtaç olur. Onun mevlası Gani ve Hamid olan Al­ lah’tır. Hal böyle olunca o kul nasıl ol.ur da başkalarına muhtaç olur. Cenab-ı Hak bütün kullann rızkım vermeyi üzerine almış ve tevekkülün herkes üzerine farz-ı aynı kılmıştır. Tevekkül sahibi bir zata: M l£n! Rızkını nereden temin edersin? diye sorduklarında O: — Çeşitli yerlerden temin ederim. Çünkü belirli bir yerden temin etmiş olsaydım şimdiye kadar biterdi, diye cevab verirdi. Başka bir tevekkül sahibine de: — Bu uzun çölleri bineğin ve yiyeceğin olmadan nasıl aşa­ caksın? diye sordular. O da cevaben şöyle dedi: Dört şey vardır ki onlar benim azığımı teşkil eder: 1 — Bütün insanları Allah’ın kulu olarak görürüm. 2 — İki cihanı Allah’ın ülkesi olarak görürüm. 3 — Her türlü rızkı ve rızık sebeblerini kudret-i İlâhi elinde görürüm. 4 — Allah’ın kazasını, bütün insanlara yer ve göğünden nâfiz görürüm. Rızık hususunda tevekkülü terk etmenin büyük bir tehlike 430

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

olduğunu bilmek gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak yaratmasıyla rızkı birbirine yakın kılmış ve Kur’an-ı Kerimde bununla ilgili olarak: «Sizi yarattı ve sizi nzıklandırdı,» buyurmuştur. Bu ayet gös­ teriyor ki rızık vermek de aynen yaratmak gibi Cenab-ı Haktan olup başkası tarafından değildir. Cenab-ı Hak rızkı temin edeceği hususunda kullarına kefil olduğunu bildirmiştir. Bununla ilgili olarak Kur’an’ı Kerim’de: «Bütün hayvanların rızkım veren Allah'tır.» buyurmuştur. Cenab-ı Haö kefü olmayı da kâfi görmemiş, bunun için yemin etmiş ve: «Göklerin ve yerlerin lıakkı için beyân olunan âyetler, nzk ve va’d hakdır. öyle kİ sizin söylediğiniz sözde şüphelenmediğiniz ka­ dar doğrudur.» Cenab-ı Hak bunünla da yetinmemiş kullarını kendisine tevek­ kül etmekle emir buyurmuş ve tevekkül etmiyenleri azabıyla kor-* kutmuştur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Eğer mü’mln iseniz hiç ölmiyen (ve daima Havy olan) Allah’a tevekkül ediniz.» (Hadis-i Kudsi) Allah’ın kur’an’ına kıymet vermeyip onu vadine itimad etmiyen, onun kendisine kefil olmasını yeterli görmiyen, yeminini emir ve tekidini nazan itibara almayıp ona güvenmiyenin hâli çok acık­ lı ve azablı olacaktır. Büyük sıkıntı, azab, âfet ve belâlara maruz kalacaktır. Allah’a yemin olsun ki bir kul için bu büyük bir musi­ bettir. Bundan gaflete düşenlerin kalb gözleri kör değilse nedir? Üveys-i Kami (Veysel Karânî) Hz.’leri bir dostuna hitabla: — Cenâb-ı Hakka yer ve gök ehli kadar ibadet etmiş olsan da onu tasdik etmedikten sonra Cenab-ı Hak senin bu ibadetlerini ka­ bul etmez. Ona sordular ki: — Allah’ı tasdik nasıl olur? O şöyle cevab verdi: — Rızk konusunda Allah’ın sana kefil olduğuna güven, kal­ bini ve bedenini onun ibadet ve huzuru için azad et. (Yani rızık derdine düşmekle kalbini ve bedenini hapsetme). Eğer böyle ya­ parsan Cenab-ı Hakkı tasdik eylemiş olursun. Herm b. Heyyân, Uveys-i Kami (Veysel Karânî) ’ye sordu ki: — Nerede yerleşmemi emredersiniz? Üveys-i Kami eliyle Şam tarafını işaret etti. Herm: 440

MARİFETNAME

— Şam’da geçim nasıldır, diye sordu. Bu sözlerden son derece etkilenen ve hayretler içinde kalan Üveys şöyle dedi: — Rızıklarmı (Allah’ın vereceği hususunda) şüpheye düşen kimselere yazıklar olsun. Onlara öğüt fayda vermez. Kalbi yakin nuru ile dolan kimse her işinde sebebleri halkeden mevlâsına güvenmiş ve hâbnakiz ona dayanarak tevekkül etmiştir. KISIM : 4 TAM TEVEKKÜLÜN SINIR, HAKİKAT VE HİKMETİ Ey Aziz Ehlullah diyorlar ki: Tevekkül, vekâlet kelimesinden gelir ve arapça tefe’ül babındandır. Birine tevekkül etmek demek, işini ona havale etmek, onu vekil tayin etmek demektir. Vekil tutan kimse kendisi zorlukla­ ra katlanmadan işlerini görmüş olur. TEVEKKÜLÜN SINIRI Kalbin Allah’ın dışında herkesten ümidini kesmesi ve yalnız oha dayanması, ona güvenmesidir. Diğer bir görüşe göre; tevekkül, işleri yaparken kalbi Allah’­ tan başkasına bağlamayıp daima Allah ile bir olmasını temin et­ mektir. Başka bir görüşe göre tevekkül, bağlanmayı terketmekür. Bağlanmak ise bedenin kıvamını Allah’tan başkasından bilmektir. Yani bağlanmayı terk Allah’a bağlılık demektir. \

Büyüklerden bir zat diyor ki: «Tevekkül; bünyenin kıvam bulmasını, zarara maruz kalma­ mayı ve nzkı ancak Cenab-ı Haktan beklemek ve kalbi bu inanç­ la mutmain etmektir.» Eğer Cenab-ı Hak murad ederse hiçbir sebeb ve vasıta olma­ dan kendi kudret ve kuvvetiyle sana yeter. Ey insanoğlu! Bu hususu böylece bil ve kalbinie kesin olarak inan. Böyle yaparsan mahlûkat ile her türlü sebeplerden bütünüy­ le kesilir ve hakiki müessir olanın ancak Allah olduğunu bilir ve bulursun. Ondan sonra da tevekkülün kemale erer. Allah’ı bilen ârif bir kul olur ve onun huzurunda kalırsın. Tevekkülün kalesi devamlı olarak Allah’ı zikretmek olup onun 441

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

surlannın en kuvvetlisi Cenab-ı Hakkın ilim ve kudretindeki celâ­ lini ve kemâlini bilmek ve onun her türlü unutma ve acizlikten uzak olduğunu düşünmektir. Kulun bu şekilde mevlâsım zikret­ mesi ve onun kudretini düşünmesi rızkı hususunda onun tevekkü­ lünün kemâl bulmasını temin eder. Rızıklar dörde ayrılır:

1 — Allah’ın üzerine aldığı rızık: Bu bedenin gıdası suyu ve kuvvetleri ile buna benzer şeyler­ dir. Cenab-ı Hak bu çeşit rızkı kuluna vereceğini vaadetmiş ve bu­ nu üzerine almıştır. Tevekkülün bu rızkın karşılığında olanı kul üzerinde vacibdir ve vücubiyeti hem aklı ve hem de nakli deliller­ le sabit olmuştur. Cenab-ı Hak bizim kendisine bedenimizle ibadet ve taatte bu­ lunmamızı teklif etmiştir. Bunu yapabilmemizi sağlayacak güç ve kuvvete geçerli olan gıdayı temin etmeyi de üzerine almıştır. Bu rızkı üzerine alması Allah için üç bakımdandır. a) Cenab-ı Hak bizim mevlâmız ve efendimizdir. Bizler onun aciz ve zavallı kullarıyız. Efendiye yakışan kulunun ihtiyacına ye­ tecek nzkını temin etmektir. Kula gereken de kendi ihtiyaçlarım gören mevlâsımn emirlerine tâbi olmak ve emirlerini yerine getir­ mektir. b) Cenab-ı Hak kullannı kendisine muhtaç etmiştir. Fakat onlara nzkı nerden, nasıl ve ne zaman temin edeceğini bildirme­ miştir ki kullar zamanı gelince rızkı istesin ve alsınlar. Rızkın kullara haber verilmeden ulaşması onun hikmetinin gereğidir. c) Cenab-ı Hakkın kullarına ibadet ve taati emrettiğini söy­ lemiştik. Eğer kullar bütün vakitlerini rızık aramakla geçirecek olurlarsa Allah’a olan ibadet ve taatUîrini yapamazlar. Şu halde kullannın nzkını üzerine alan Cenab-ı Hakk’ın bu işinde bir hik­ met vardır. Kulların Allah’a karşı ibadet taat ve zikirleri ancak böylece mümkün olur. Esasen Allah için hiç bir işi yapmak vacib olamaz. Yani o hiç bir şeyi yapmak zorunda değildir. Ancak onun kullarının nzkını vereceğine kefil olması onun hikmetiiıin bir gereğidir. 2 — Dağıtılan nzık :

Allah’ın kullanna dağıttığı ve levh-i mahfuzuna kaydettiği nzıktır. Herkes levh-i mahfuzda kendisi için yazılan rızkı zamanı gelince yer, içer ve elbiseleri de giyer. Vazılandan fazla yiyemeyen 442

MARİFETNAME

ceği g^i, yazılandan az da yiyemez. Ne yazıldıysa onu mutlaka yer. Peygamberimiz buyuruyor ki: «Rızıklar taksim edilmiştir. Takva sahibinin takvası nzkım artırmayacağı gibi, fâcirin fucuru ile de nzkı azalmaz.» 3 — Temlik edilen (kulların mülkiyetine verilen) nzık: Bir kulun dünyada bir şeye sahib olması ancak Cenab-ı Hakk’* ın takdiri ve rızası sayesinde olur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ey mü’minler, size vermiş olduğumuz maldan (fakir ve yok­ sullara) nafaka Ve zekât verin.» (Bakara Sûresi, Ayet: 254) 4 — Va’d olunan nzık: Cenab-ı Hak kullan içindeki takva sahihlerine helâl yoldan ve hiç bir güçlüğe katlanmadan muttaki olmak şartıyla rmklannı te­ min edeceğini va’detmiştir. Cenab-ı Hak va’dlnde haktır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Kim Allahtan korkarsa ona darüktan genişliğe doğru çıkış yalu ihsan eder. Ve onu hiç beklemediği bir yerden nzıklandınr. Kim Allah’a güvenip tevekkül ederse Allah ona yeter.» (Talâk Sûresi, Ayet: 2-3) Bu ayetler Cenab-ı Hakkın vereceğini vadettiği nzkı, bildir­ mektedir. Rızkın çeşitleri bunlardan ibarettir. Ancak gıda ve be­ denin kıvamı için gerekli olan ve yukarıda Allah’ın üzerine ifade ettiğimiz Cenab-ı Hakkın üzerine aldığı rızkı istemek mümkün de­ ğildir. Çünkü o Cenab-ı Hakkın hayat, ölüm ya da hastalık gibi yaratıkları üzerindeki fiillerindendir. Kul onu ne elde etmeye ne de isteme güç ve kuvvetinde olamaz. Dağıtılan ve levh-i mahfuza yazılan rızkın temin edilmesi için de kulun araması ve bulması gerekli değildir. Çünkü buna gerek yoktur. Bu kulun kendisine ih­ tiyaç duyduğu malum rızıktır. Bu nzkı vermek Allahtandır ve Al­ lah bu nzkı vereceğini üzerine almıştır. Bu öyle bir nzıktır ki bunda çalışıp elde etmek şartı yoktur. Çünkü Allah’a tevekkül eden peygamber ve veliler sonsuz saade­ ti bulmuşlardır. Onlar rızkı temin için devamlı olarak bir yere bağlanıp çalışmamış, hayatlarını ibadet ve huzur içinde geçirmiş­ 443

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. lerdir. Onlar böyle yapmakla hata etmemiş, Allah yolunda gitmiş ve hidayete ermişlerdir. Bu da gösteriyor ki nzık istemek ve elde etmek için sebeblere yapışmak kul için şart değildir. Rızık çalış, makla artmayacağı gibi istemeyi bırakmakla da azalmaz. Müslümanların çalışmaları yalnızca nzkın temini için değil, Allah’ın emri olmasından dolayıdır. Bu husus yanlış anlaşılmama­ lı ve islâmın insanları tembelliğe sürüklediği fikrine kapılmamalı­ dır. Çünkü kulun rızkı levh-i mahfuzda yazılandır. O belirli vasıf­ lara ve vakitlere aynlmıştır. Onun değişmesi imkânsızdır. Zamanı gelince kul nzkını mutlaka bulacaktır. ResuIullah S.A.V. hadisinde Cenab-ı Hakkın yaratma, huy, nzık ve ecel gibi şeyleri tamamladığını bildirmiştir. Çocuğun dün­ yaya gelişinden ölümüne kadar bu hal değişmeden devam eder. Bu hususları nazarı itibara alarak göz önüne getiren kul, se­ beblere değil o sebeblerin sahibine bakar. Bedeni ve ruhi rahatlığa ererek mevlâsmm üns ve huzurunu bulur. Ebedî devlete ve saadete erer ve kalbini her türlü masivadan temizler.

MANZUME Hüdadır mâni ve muti, felekle kâr ve bârim yok Gönül mir’at (ayna)-ı sâfidir cihandan bir gübarım yok. Yüksek ve alçak alemden ganidir himmet-i tabim Ki endûh ve semâ ve arz ve derd-i ruzigarım yok. Gönül kim mevlâ kapısıdır, yok ondan başka bir şuğlum Onun aşıkıdır ancak dilde, bir başka nigânm yok. Tecerrüddür elbisem', takvadır fahrim, bu aşk içre Beden elbisesine o yüzden benim hiç itibârım yok. Heyûla süretin koydum ki, eren leb’i mânâya Heyûladan bu surettir mücerred perdedârım yok. Enâniyyetle hor olmuşken erdi aşktan izzet, Gönül mülkünde sultan oldum, asla itirazım yok. Gönül aşkın himmetinin yüceliğini bulup felekleri geçti Edây-ı izzet ve lezzet-i aşkı iktidârım yok. İki âlemde hem ondan cüda bir yâr-ı görün kim Derun-ı dilde bir aşk-ı Hüdâdır yâr-ı gânm yok. Cihân karar yeri değil ona dil vermem Ey Hakkı Canım aşka fedâdır, bir an onsuz kararım yok.

444

MARİFETNAME

KISIM : 5 TAM TEVEKKÜLÜN TESİRLERİ VE BAZI TEVEKKÜL EHLİNİN MENKIBELERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kulun kalbine gelen ve onu sahibi olan Allah İle olmaktan alıkoyan sebebleri ortadan kaldırmak gerekir. Eğer böyle yapılır­ sa kalb o sebeblerden kurtulur ve mevlâsının üns ve huzuruna er­ mekle mesrür olur. Kalbe gelen eşyalar dört tanedir. 1 — Rızık ve külün rızkı kazanmak hususunda gösterdiği dik­ kattir. Onun ortadan kaldırılması Allah’ın rızkını vereceğine kesin bir iman ve tam tevekkül ile mümkündür. 2 — Korku ve güvensizliktir. Bu da Allah’a güvenmek ve ona tevekkül etmekle olur. 3 — Belâ, zorluk ve musibetlerdir. Onun ilacı da belâlara sabretmektir. 4 — Kaza ve kader olup onların meydana getirdiği elem ve kederdir. Onun ilacı da kazaya razı olup takdire rıza göstermektir. Bu demektir ki rızkı hususunda Allah’a tevekkül eden, belâ ve musibetlere sabreden, kazaya razı olup takdire rıza gösteren kimsenin kalbi temizlenip Ve Rabbinin ünsünü bularak huzura erer. Artık o her muradına eren Kâmil ve ârif bir kul olur. Kalbe gelen dört arızamn ilacı yine dört şeyle olur ki bunlar da tevekkül, tefviz (ısmarlama) sabır ve rızâdır. Bunlar kendile­ rine ayrılan bölümlerde geniş olarak anlatılacaktır. Bu arızalar kalbe bir çok meşguliyetler getirir ki bunlar hâle ait olabileceği gibi geleceğe ait de olabilir. Kalbi Rabbinin üns ve huzurundan uzaklaştırır. Bu arızalar içinde kalbi en çok meşgul edeni, en bü­ yüğü en katisı rızıktır. Çünkü rızık bütün insanlar için büyük bir belâ olmuş ve o yüzden bedenler zulmet, meşakkat, sıkıntı ve zor­ luklar içinde kalmıştır. Rızık insanların kalblerini hasta etmiş, akıllarında kendisiy­ le meşgul olmalarına sebeb olmuştur. Rızkın teinini hususunda insanlar zor düşüncelere dalmış, birçok üzüntü, sıkıntı ve keder­ lere maruz kalmış, akılları adeta ne yapacağını şaşırmış, hayatla­ rından bir zevk alamamış ve dünya onlara dar gelmiştir. Bir çok insnlar çaresiz kalmış, çalışmak pahasına Hak huzurundaki hiz­ metleri bırakmış, dünya insanlarının hizmetinde çalışmış ve on­ lara hizmetçi olmuşlardır. 445

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

Başlangıçta hür oldukları halde kendileri gibi aciz kullara kö­ le oldu ve türlü çeşit alçaklık, zillet ve üzüntülerle karşılaşmışlar­ dır. Onlar bu halleriyle dünyada adeta bir zindan hayatı yaşamak­ tan feryat etmiş, gaflete düşmüş ve ne yapacakları hususunda ümitsizliğe, şaşkınlığa düşmüş, yüzlerce, hattâ binlerce güçlük ve zorluklarla hayatlarını mahvetmişlerdir. Nihayet mevlâlarına döndükleri zaman dillerle anlatılması im­ kânsız bir zarara uğradıklarım farkederek büyük bir pişmanlığa düşmüş, fakat bu pişmanlık kendilerine fayda vermemiş ve gü­ nahlarının fazla olması onlann cehennemde yanmalarına sebeb olmuştur. Fakat, basiret ve himmet eshâbı dünyadaki sebeblere bağlan­ mamış, dünyaya meyletmemiş, semâya çıkmanın yollarını aramış ve bulmuşlardır. Onlar Cenab-ı Hakka sonsuz bir tevekkül ile mü­ tevekkil olmuş ve insanlardan uzak yaşama yolunu tercih ederek uzlete çekilmişlerdir. Kâr etmeyi kazancı bir yana bırakmış gönü­ le girmiş, hem insanlardan, hem de nefislerinden geçerek, muhabbetullah şarabını içmiş ve onun huzuruna ermişlerdir. Büyüklerden bir mütevekkil zat diyor ki: «Çölde yalnız başıma dolaşıyordum. Nefsim bana vesvese ve­ rerek: — Bu kuş uçmaz, kervan geçmez, ıssız köyü ve şehiri olmıyan çölde ne zamana kadar gezeceksin? Açlık ve susuzluktan akıbet halin ne olacak? dedi. Ben de nefsimi terbiye etmek ve ona karşı çıkmak için caddeye yakın olmamaya ve yağ ile bal olmadıktan sonra ağzıma bir şey koymıyacağıma dair kesin olarak karar ver­ dim ve yolculuğuma devam ettim. Aradan belirli bir zaman geç­ tikten sonra bir de ne göreyim? Yolunu şaşıran bir kafile bana doğru gelmiyor mu? Beni görmemeleri için sırtüstü yattım ve göz­ lerimi de kapadım. Onlar yanıma geldiler ve kendi aralarında ko­ nuşarak: •— Bu bir yolcu, herhalde bayılmış olacak, yağ ile bal getirin de ağzma biraz koyalım, dediler. Sonra yağ ile balı getirip ağzıma koymaya kalktılar. Ağzımı açmaya zorlarken benim güleceğim çık­ tı ve güldüm. Onlar benim bu halimi görünce: — Sen deli misin? Aklını mı kaçırdın? dediler. Ben de başıma gelenleri bir bir onlara anlattım. Onlar da bunun üzerine: — Kullarını rızıklandıran ve Kerim olan Allah’ın şanı ne yü­ cedir? dediler. Yine büyüklerden bir zat anlatıyor ki: «Bir defasında yalnız başıma bir seyahate çıkmıştır^ Bir şeh­

MARİFETNAME

rin kenarındaki bir mescide girdim. Nefsim bana hitabla: — Bu cami insanlara uzaktır. Sen yolcusun, yiyeceğin yok, en iyisi şehir içindeki camilerden birine git. Böylece halk seni görür ve seni yolcu zannederek evlerine misafir ederler ve sana güzel şeyler yedirirler, dedi. Ben de nefsimi terbiye etmek için bu cami­ den başka bir camiye gitmemeye ve ağzıma lokma lokma helva konulmadıkça ağzıma başka bir şey koymıyacağıma kalben, kesin olarak karar verdim, mescide girdim ve kapıyı da üzerine kapat­ tım. Yatsı namazından sonra kapıya gelen bir adam kapıyı şiddet­ le çalmaya başladı. Ben baştan kararsızlık gösterdim ise de adam kpıyı çalmakta ısrar edince kapıyı açtım. Gördüm ki elinde mum olan ihtiyar bir kadın yanında zayıf bir çocukla içeri girdiler. Ka­ dın bana dua etti ve önüme bir tabak helva koydu ve bana hitaben: — Bu hasta ve zayıf çocuk benim oğlumdur. Günlerdir, yemi­ yor, içmiyor ve konuşmuyor. Öylece kendinden geçerek yatıyordu. Nihayet gecenin birinde bana: — Anne helva canım istiyor, dedi. Ben de Rabbime şükrede­ rek bir tabak helva yaptım ve önüne koydum. Ben bu işi yapana kadar, oğlum yemin ederek: — Benimle birlikte bu helvadan bir garib yemedikten sonra ben bu helvayı yemem, dedi. Ben de oğlumun eline bir baston ver­ dim, koluna girdim ve: — Şu mescide girdim. Orada bir garibin bulunduğunu gör­ düm, dedim. Birlikte buraya geldik. Neyse Allah’a hamdolsun ki seni burada bulabildik, dedi. Sonradan kadın beni helvaya buyur etti ve bir lokma oğluna bir lokma da bana vererek ikimizi de do­ yuncaya kadar yedirdi. Doyduktan sonra kalkıp gittiler. Ben ise onlardan hayrette kaldım ve şaşırdım. Orada Rabbimin kullarım nzıklandıncı olduğunu yakinen müşahede ettim. Onun üns ve hu­ zuruna erdim. Kalbim onunla mutmain oldu. Artık biraz olsun kalbinde tevekkülden bir parça olan herkese bu iki olay gerçekten büyük bir ibret olsa gerektir. KISIM : 6 RIZIK HUSUSUNDA TEVEKKÜL HERKES İÇİN GEREKLİDİR Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Rızkın temini hususunda dört hususu göz önünde bulunduran kimse eğer onlara uygun hareket edecek olursa, nzık konusunda 447

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kalbine gelecek her türlü vesvese ve düşüncelerden kendini kurta­ rır. Her yönü ile bir mütevekkil (tevekkül eden) olur Ve tevekkülü kemâle erer. 1. ci Husus: Ey insanoğlu 1 Bir defa düşün ki Cenab-ı Hak Kur’an’ında bü­ tün yaratıkların rızkını vereceğini ve rızık işini üzerine aldığım beyan ediyor. Haliyle senin rızkını da üzerine almış ve sana da rız­ kını temin edeceği hususunda kefil olmuştur. Bu durumda dünya­ daki hükümdarlardan birisi sana: — Bu akşam bize gel ve benim misafirim ol, sana bazı ihsân ve ikramlarda bulunayım, dese, senin bu davet hakkmdaki fikrin ve kanaatin nedir? O sultanı hakkında nasıl bir hüsn-i zanda bu­ lunursun? — O sultan doğru sözlüdür, sözünde durur diye fikrini beyan etmez misin? Davet eden sultan değil de pazardaki tüccarlardan, ya da zen­ gin yahudilerden biri sayılır ve sözü geçer birinin yanında seni da­ vet etse onlann sözüne uyup davetlerine icabet etmez misin? O ge­ ce yiyeceğin yemekleri düşünmen seni onun sözleriyle tatmin ol­ maz mısın? Hal böyl olunca bütün insanları nzıklandıran cömert ve kerim olan Allah, Kur’an’ında senin rızkını vereceğini beyan et­ tiği, yüce şamyla senin nzkına kefil olduğunu bildirdiği ve bu hu­ susta sana va’di olduğu ve rızkım vereceği hakkında yemin ettiği halde sen nasıl oluyor da onun sözüne güvenemiyor ve ruhen hu­ zur ve sükûna ermiyorsun? Neden onu söz ve vaadini doğrulamıyor yeminiyle tatmin olmuyorsun? Onun sana verdiği sayısız nimetlere ve lutfa, türlü türlü ikrâm ve ihsanına neden bir bakmıyor ve bu hususta bir düşünceye dalmıyorsun? Eğer böyle yaparsan, rızkın hususunda nefsinin dikkat ve en­ dişesini nazan dikkate alırsan kalbini maruz kalacağı ızdırab ve sıkıntıdan kurtulamazsın. Bu hal senin için bir belâ ve musibet de­ ğil midir? Ama bunu düşünecek idrak gerek. Bu idrake sahib isen, nzık endişenin senin için bir leke ve ayıb olduğunu anlarsın. Hz. Ali (R.A.) diyor ki: Allah'ın vereceği nzkı sen başkasından diliyorsun. Açlık korkusuyla çok emin sabahlarsın, müşrik sarrafın sözü­ ne inan ve düşünmezsin de. Rabbinin sana kefaletine, o kadar inan­ mazsın. 44B

MARİFETNAME Bu hususta şüpheye düşen kimsenin imanının zayıflığından korkulur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Eğer inıaıı ediyorsanız, Allah’a tevekkül ediniz.» 2.

ci Husus:

Ey insanoğlu! Cenab-ı Hak tarafından taksim edilen ve tevh-i mahfuza yazılan rızkın değişmesi mümkün değildir. Sen bu husu­ su inkâr yoluna gider de levh-i mahfuza yazılan nzıklann değişme­ sinin mümkün olduğunu düşünürsen, Allah korusun hak yolu terk eder delâlete düşersin: Eğer Allah’ın kullara olan rızkındaki da­ ğıtımını iyice bilirsen nzkı temin etmek hususunda iki cihanda düşeceğin aşağılık, bayağılık ve zilletten başka nasıl bir fayda bu­ lursun? Herkes için takdir olunan bir rızık vardır ve levh-i mahfuzda yazılıdır. Tevekkül ehli hiçbir zillet ve bayağılığa düşmeden nzıklarını izzetle alırlar. Ancak rızkını teminde hasis olanlar ise zillete düşerler. Çünkü ne çalışmayı ne ihtirası terk, ne de ihtiras ve ça­ lışma rızkı azaltmaz ve çoğaltmaz. Senin için takdir olunan nzk seni mutlaka bulur. Sana düşen zillet değil rızkını izzetle almaktır. Zelil olmanın bir mânâsı yoktur. 3. ncü Husus: Ey insanoğlu! Rızkın yaşamak ve hayatı devam ettirmek için olduğunu bilirsin. İnsan yaşadığı müddetçe nzkı kendisine gele­ cektir. Öyle ki rızıkla hayat birbirlerinin ayrılmaz parçalandır. İnsanın ömrü nasıl Cenab-ı Hakkın gayb âleminde ve kudret elinde ise rızık da aynı şekilde onun kudret elindedir. Cenab-ı Hak rızkı ister verir ister vermez. Bu hususta kimse onu zorlıyamaz. O nasıl isterse öyle yapar. Sen nasıl bir kulsun ki senin rızkını ve ömrünü elinde bulun­ duran sahibinin tedbirlerine inanmıyor ve güvenmiyorsun? 4. cü Husus: Malûmdur ki Cenab-ı Hak kulun rızkını üzerine almış ve bu­ nu temin edeceğine kefil olmuştur. Cenab-ı Hakk’ın üzerine aldığı rızık kulun gıdası* beslenmesi ve âdeti üzere aldığı yiyecekleridir. Ancak kul eğer Allah’a tevekkül eder de onu rızkını vereceğine ke­ fil ederse Cenab-ı Hak yukarıda adı geçen rızkından bir kısmım 449

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kısar ve o kuluna kendi katından kuvvet verir. Böylece tevekkül sahibi asla zorluklarla ve üzüntülerle karşılaşmaz. Bilakis Rabbıyla olan ünsü ona zevk verir ve mutmain kılar. Çünkü o kul işin ger­ çeğini bilmekte- ve bedenin kıvamı ve yaşaması için Rabbinin ken­ disine kefil olduğuna inanıyor. Rızık konusunda Allah’a tevekkül etmenin mânası budur ki, o da bünyenin kıvamını bulmasıdır. Allah-u zül celâl kendisine te­ vekkül eden kulun bedenini azıksız bırakmaz ve ona mutlaka yar­ dım eder. Kul, bütün hayatı müddetince kendisinde Allah’ın emir­ lerini ifa edecek güç ve kuvveti bulur. Rızıktan maksat, ölünceye kadar bedenin kuvvete sahib olma­ sıdır. Allah her dilediğine erecek ve dilediğini yaratacak derecede kuvveti olan bir kudret-i kâmildir. O dilediği kuluna yiyecek ve içecek verir. Dilediği kullarını da melekleri beslediği gibi yiyecek ve içecek olmadan besler. Kul için esas olan ibadet edecek kuvveti bulmaktır, yoksa yemek içmekle nefsin arzularına uymak değildir. Şu halde sebeblerin bir önemi yoktur. Zahidlerin ve âbidlerin gece gündüz, yemeden içmeden uzun yolculuklara çıkmaları ve uzun müddet açlığa tahammül edecek kuvveti kendilerinde bulmalarının sebebi budur. Onlardan bir kıs­ mı 10 gün bir kısmı 20 gün bir kısmı 30 gün, bir kısmı 60 gün ye­ meden içmeden durmuş ve kuvvetten düşmemişlerdir. Cenab-ı Hak, İbrahim i Edhem kuluna çamuru, başka kulla­ rından bir kısmına da kumu gıda etmiştir. Ey insanoğlu! Bazı hastaların günlerce bir şey yemeden iç­ meden durduklarını ve yaşamlarını devam ettirdiklerini sen de görmûşsündür. Hastanın, sıhhati yerinde olan birinden daha zayıf ve daha bitkin olduğu açıktır. Eğer açlıktan ölen olursa bil ki onun ecelinin sebebi açlıktır. Fazla yediği için ölenler yok mudur? Şüp­ hesiz onların ölümlerinin sebebi de çok yemek olur. Ebû Said Hudri R.A. diyor ki: «Cenab-ı Hak öyle hâkimdir ki beni üç günde bir rızıklandırır ve bana yemek verir. Çölde yolculuğa çıkmıştım. Üç gün bir şey yemeden yolculuğuma devam ettim. Dördüncü gün de halsiz kaldım, öyle ki olduğum yere yığıldım kaldım. O halde iken bir sesin hafifçe bana şöyle seslendiğini duydum: — Ey Ebû Said, sebebi mi istersin? Yoksa kuvveti mi? Ben: — Kuvvet, diye karşılık verdim. Hemen bedenim kuvvet bul450

MARİFETNAME

du. Derhal kalktım ve 12 gün müddetle orada kaldım. Yiyecek bir şey bulamadım, ama açlıktan yana bir zorluk da çekmedim. Ebû Said bu sözleri söyledikten sonra doğru konuştuğunu isbat için yemin etti. Bundan şu sonuç çıkıyor ki; Bir kimse kendisine nzık temin eden sebeplerin ortadan kalktığını görür de kuvvetli bir tevekkül ile Allah’a tevekkül ederse, bilsin ve emin olsun ki Cenab-ı Hak ona kendi katından kuvvet ve inâyet eder ve ona kuvvet verir. Bu haldeki kul asla sıkıntıda kalmaz. Onun için de Allah’a çok şük­ retsin ki kendisine mevlâsımn üns, huzur, lutf, inâyet ve kerameti ulaşmıştır. Zira Cenab-ı Hak o kuluna kuvvet vererek ona lutfu ile yardım etmiş ve onu saadete erdirmiştir. Ondan sebeb ve vasıtayı kaldırmış. Onu esas gayesi olan hu* zuru meclisine kabul etmiştir. O kulunu meleklere benzetmiş ve. melekler gibi avamdan ayırmış ve kendi katma yükseltmiştir. Onun üzerindeki yeme içme âdetlerinin hasıl ettiği bağlan kopar­ mış ve insanı hayretler içinde bırakan acaib kudretine muttali kıl­ mıştır. Demek oluyor ki Allah’a tevekkül eden ve sözü edilen merte­ beleri kazanan kimmsenin kân büyük olur. Onun nzkı çok geniş­ tir. Zira ona rızkı Cenab-ı Hak vermiştir. MANZUME Alem içinde ayân ve pinhân (gizli) Sana gelir elbet kısmetin olan. Kişinin gece ve gündüz talebi Olamaz rızk-ı kesirin sebebi Rızkına kanaat eden ehl-i merâk Oluser mazhar-ı ism-i Rezzâk. Seni yoktan var eden aç etmez Başka kapılara muhtaç etmez Yürü var Hakka tevekkül eyle Hâline sabır ve tahammül eyle. Küne-i kaşânede rahat hoştur Dâde-i Hakka kanâat hoştur. Bilir hâllerini Rezzâk-ı Hakim Rızkım vaktinde eyler taksim. 451

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Mala mevkûf değil erzakın Başka yüzden getürür Rezzâkın. Çeşmini, hâtınnı eyle ganî Kerem et, olma gedâ, çeşm-i deni. Bizi ey Hayy-ı Hudâyı müteâl Rızk için kılma perişân ahvâl. Zikrini dilde ruhun gıdasıyap Canda hikmet kapışım açık tut. KISIM: 7 TAM TEVEKKÜL EDENİN DAİMİ RAHATA ERMESİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Tevekkül Allah’a dayanmak ve ona güvenmektir. O halde dün­ yanın ve ahiretin Allah'ın mülkü olduğunu ve her işin onun kud­ ret elinde olduğunu, bütün insanların kendisi gibi bizce âciz oldu­ ğunu bilen kimse, onların hepsinin rızkım Cenâb-ı Hakk’m verdiği­ ni bilir. Buna inanır ve tevekküle ilk adım atmış olur. Rızkı hususundaki şüphe ve endişeden kendini kurtaran kim­ se, Allah’ın vereceğine inandığı ve kefü olduğu rızık için hiç üzü­ lür mü? Cenab-ı Hak Kur’an’ında: «Yeryüzünde nzkı Allah’ın üzerinde olmayan hiç bir hayvan yoktur» buyurmuş olması bu hususu gerektiği şekilde açıklıyor. Cenab-ı Hak dünyanın ve ahiretin iyiliğini tevekküle bağlamıştır. Şu halde Allah’a tevekkül eden kimsenin hem dünyada ve hem de ahirette saadete ereceği şüphesizdir. Çünkü Cenab-ı Hak ona ha­ yırlı olanı vermiştir. Allah’a tevekkül eden kimse yiyecek ve içecek toplamaz. Yarınki rızkı için endişe etmez ve ne. olacağını merak etmez. Zira o kendisini herşeyi yaratan Rabbinin rızık denizinde bulur. O nzık denizinin balığı olmuştur. Balığın su biriktirmeye ih­ tiyacı olur mu? Tevekkül eden de aynen denizdeki balık gibi herşeyden müs­ tağni olmuştur. Onun nefsi yemek içmek istediği zaman nefsine şöyle hitab eder: — Ey nefis, nzkm elemini yapıp kendini zahmete sokma. Çünkü sen rızkı yaşamak için istiyorsun. Bilmezsin ki nzık ve ha­ yat birbirinin yakını ve komşusudur. Hayat olduğu müddetçe nzık ta vardır. Ey insanoğlu! O halde sen de nzık sevdasını aklından çıkar. 452

MARİFETNAME

Cenab-ı Hak seni, kendisini bilmesi ve tanıması için yarattığı hal­ de sen rızkın üzüntüsü ve elemini çekiyorsun. Allah’a dayan ve her işinde ona güven. Belâlara karşı sabırlı ol, kazaya rıza göster. Böyle yaparsan her işte bir hayrın bulunduğunu görürsün. Peygamberimiz buyuruyor ki:

«Kendisinde külli hayn bulundurmayan hiçbir cüz-i şer yok­ tur.» Ey insanoğlu! Tevekkülünde sağlam ol. Eğer tevekküle devam edersen, tevfiz, sabır ve rıza makamlarım kazanırsın. Sonra da mevlânın marifet ve muhabbetine erersin. Nihayet velilerden olur ve Allah’a yakın kulların derecesine erersin.

KONU:2 TEFVİZ'İN FAZİLET VE FAYDALARI SEKİZ KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 TEFVİZ’İN AYET, KUDS İ HADİS VE HADİSLERE GÖRE FAZİLETİ AYETLER : Ey Aziz! Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Allah sana kâfidir. O her şeyi duyan ve bilendir.» (Bakara Sûresi, Ayet: 737) «Ey müminler, hoşunuza gitmemesine rağmen savaş sizin üzerinize farz kılındı. Hoşunuza gitmediği halde hakkınızda hayır­ lı olan ve sevdiğiniz halde hakkınızda şer olan nice şerler vardır. Siz bunlan bilmezsiniz. Allah bilir.» (Bakara Sûresi, Ayet: 216) «Resûlüm de ki: Allah’ım mülkün sahibi sensin. Dilediğine ve* rir, dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Se­ nin her şeye gücün yeter.» Geceyi gündüze, gündüzü de geceye sokarsın. Ölüden diriyi diriden ölüyü meydana getirirsin. Yaratıklarından dilediğine de hesapsız şekilde rızık verirsin.» (Al-i İmrân Sûresi, Ayet: 26-27) «Eğer Allah sana bir belâ (hastalık ve fakirlik gibi) dokunduriHsa o belâyı ondan başka giderecek kimse yoktur. Sana bir ha­ yırla dokunsa şüphesiz o her şeye kadirdir.» (En’am Sûresi, Ayet: 17) «Hiç uir şey hakkında (bunu muhakkak yarın yaparım deme). Ancak Allah iilerse «İnşallah yaparım,» de.» (Kehf Sûresi, Ayet: 23*24) 454

MARİFETNAME

«De ki; Allah dilemedikçe kendime bile, ne bir zarar ve ne de bir fayda verecek durumda değilim.» (Yunus Sûresi, Ayet: 49) «Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez Allah’a boyun eğerler. Herşey ona döndürülüp götürülecektir.» (Al-i İmran Sûresi, Ayet: 83) «Allah herşeyi yaratandır. O lıerşcye vekildir.» (Zümer Sûresi, Ayet: 62) KUDS İ HADİS : Cenab-ı Hak buyuruyor ki: «Ey insanoğlu! Hidayete erdirdiklerim müstesna hepiniz da­ lâlettesiniz. Benim şifa verdiğim kullar müstesna, hepiniz hasta­ sınız. Benim zengin kıldığım kullar lıariç hepiniz fakirsiniz.» Ey kulum! Sen neyi istersen ben de onu isterim. Benim dile­ diğim gibi dilemiyorsan kendini benim murad ettiğimi murad et­ meye zorla. Çünkü ancak benim murad ettiğim olur. Benim kaza­ ma razı olan vc verdiğim belâlara sabredeni kendi katımda sıddıklardan yazanm. Ey Kulum! Benden seni bu halde tutmamı isteme. Ben bunu yapmam. Çünkü ben seni beni bütün sıfatlarımla bilmen için halk ettim. Eğer seni sıhhat vc âfiyet üzere tutarsam beni iyi bilirsin. Ne dilersen benden dile.» HADİSLER Peygamberimiz buyuruyor ki: «Ya Rabbi! Nefsimi sana teslim ettim, sana yöneldim. İşlerimi sana tefviz (ısnıaılamak) ettim. Sırtımı sana verdini. Rağbetim (ve bağlılığım) sana, korkum da şendendir. Benim başka sığınacak yerim ve bir kurtarıcını yoktur. Ya Rabbi! Senin verdiğini hiç kimse engciliycmez. Sen mani olursan (müsaade etmezsen) hiç kimse bir şey veremez. Senin hük­ münü kimse bozamaz ve geri döndüremez. Senin şer ve kinin yoktur, mülk şenindir, lıamd sana. Hayat ve ölüm senin kudret elindedir. Senin herşeye gücün yeter. Sen herşeye kaadirsin.» Peygamberimiz buyuruyor ki: «İki haslet var ki bunlar imanın zirvesidir.» 1 — Allah’a teslim olmak 2 — Onun kazasına razı olmak. 455

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Mü’min’in üstün meziyetleri şunlardır: 1 — Tevekkül 2 — Tefviz (işleri Allah’a havale etmek) 3 — Teslim 4 — Sabır, 5 — Rıza. Beş haslet vardır ki bunlar tamam olmadıkça kulun imâm ke­ male ermez. 1 — Allah’a tevekkül etmek 2 — İşleri Allah’a havale etmek (tefviz) 3 — Allah’ın emirlerine teslimiyet 4 — Belâlara sabretmek 5 — Allah’ın kazasına razı olmak. «Üzülme! Sana takdir olunan şeyi seni bulur, takdir olmıyan da bulmaz.» Beş şey vardır ki bunlar imandandır. 1 — Allah'a tevekkül etmek 2 — İşleri Allah’a ısmarlamak (tefviz) 3 — Emrine teslim olmak 4 — Belâlara sabretmek 5 — Allah'ın kazasına razı olmak. Hayır, Allah-ü zül celâl’in beğenip halkettiğindedir. Vaki olanda hayır vardır. Allah’a tevekkül eden rahatı, işlerini Allah’a ısmarlayan (tef­ viz eden) selâmeti bulur. Acizlerin âdetini âdet ediniz. ( Yani onlar nzkı temin v.s. gibi hususlarda tedbirle yorulmaz ve Allah’a teslim olurlar.» KISIM: 2 TEFVİZ VE TEMLİM’İN TA’RİF, HAKİKAT, TESİR VE FAYDASI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar kİ: Tefviz (işleri Allah’a ısmarlamak) kulun dünyadaki lıiç bir şeyi beğenmeyip herşeyi ile Allah'ın ihtiyar ve dilemesine teslim

olmaktır. Tefviz: İtirazı terketmektir. Tefviz: İnsanların ayıp ve kusurlarmı görmemektir. Tefviz: Kâzadan evvel, teslimin gelişinden sonra meydana ge­ lir. 456

MARİFETNAME

Tefviz, bilinemeyen şeyin o şeyi yapan sahibine verilmesidir ki rızadan öncedir. Tefviz, tedbiri terketmek ve kazanın gelişini beklemektir. Tefviz: istekten geçmek ve kazaya razı olarak kazayı gözet­ mektir. Tefviz: Tedbirden ve hevâdan vazgeçmek, her işte Allah’a sı­ ğınmaktır. Tefviz sahibi, kendi nefsi hakkında ümitsizliğe düşen ve Rab­ bine sığınandır. Tefviz sahibi; hareket ve kuvvetten uzak kalır. Her şeyi Al­ lahtan bilir, insanları kendisi gibi aciz bilir, tedbirlerini Allaha ha­ vale eder. Kalbi sükûnete erer. İstemek külfetinden kurtulur. Hür­ riyetini elde eder. Tefviz; bedende teslimiyet, kalbde güven, ruhta rızadır. Tefviz; insanlardan yüz çevirmek, Allah’a dönmektir. Tefviz’in alâmetleri: Tefviz’in 3 alâmeti vardır: 1 — Tedbiri terkedip bunu takdire vermek ve böylece sükû­ nete ermektir. 2 — İrâde ve ihtiyarı Rabbinin tedbirine vermek ve kendisin­ deki irâde ve ihtiyârı çalışmaz hale getirmektir. 3 — Her saat için kazayı beklemek ve gözetmektir. Çünkü kaderden kaçmak mümkün değildir. Kader kulun kaç­ masından evvel gelir. Hasıl olacak işlerde önemli olan takdirdir. Yoksa tedbir değildir. Ey insan! Dileğin olmadıysa, mevcud olanı dile. Kader değişmiyeceğine göre kaçmanın ne faydası olur? BEYT : Hakkın muradına uygun olur-, bütün umur (işler) Muradı terk et ve tarh-ı gönülden bul hûkur. Kulun rahat ve selâmetine sebeb olan tefviz, tevfik ve kera­ metin sonucudur. İşlerini Allah’a havale eden kimse hem dünya­ da hem de ahirette saadete erer. Dünya hayatında da marifet cen* netine girer. İnsanlar dünyada iken nefsin idaresi ve akim tedbirinde idi­ ler. Ancak müminler cennete girip yakını müşahede ettikleri za­ man nefsin idaresi ve akim tedbirlerinden kurtulduklarından Al­ lah’a hamd-ü senada bulunurlar. Teslimiyet; Allah’ın emirlerine boyun eğmek, kazasına razı 457

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. olmak, belâ ve musibetlere sabretmek, nimetlere şükretmektir. Teslim; belâ ve musibet şerbetini sakınmadan ve nazlanma­ dan içmektir. Teslim; sıkıntı ile rahatı, hastalık ile sıhhati, acizlik ile yük­ selişi yani kısaca bütün halleri ayni ayarda görmektir. Teslim: Belâ anında kişinin kendisini değirmenin alt taşı me­ sabesine koymasıdır. Teslim ikiye ayrılır: 1 — Iztırârî (zorunlu) teslim 2 — İhtiyari (içten gelen) teslim Iztırârî teslim kulun kazaya karşı çıkacak güç ve kudrette ol­ madığını bilmesidir. Yani kaza istese de istemese de mecburi ola­ rak teslim olmuştur. İhtiyârî teslim ise kulun mülk ve tedbir sahibinin yalnız Al­ lah olduğunu bilmesi ve inanmasıdır. Bunu bilen ve anlıyan kul sevgi ve ihtiyari ile alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olmuştur. Mülkü ve emri onu idarecisine teslim eden kimse onun kendisine vereceği fitneden kurtulur. Dünyayı yapan ve ona mâlik olamn Cenab-ı Hak olduğuna inanan kimse binayı yapan kimsenin bi­ nayı herkesten daha iyi bileceğine kesin olarak inanır. Mâlik mül­ küne karşı ondan daha fazla acıyıcıdır. Bunu bilen kul Allah’a da­ yanır. Ona tevekkül eder ve işlerini ona teslim eder. Bu teslim ile de nza mertebesine ulaşır. Tefvize sahib olması, yani işlerini Al­ lah’a havale etmesi ona büyük bir rahatlık verir. Rahata ermek tefvizde, selâmet bulmak teslimdedir. Allah'ın gördüğü kullara ait işlerin hepsi hayırlı olur. Teslimde kurtuluş ve selâmet, tedbirde ise pişmanlık vardır. Zâhid eğer tedbiri ve inadı bırakırsa, teslimiyete erer ve Allah’ın emirlerine boyun eğerse, istediğine kavuşur. Kalk ile kalbi değiş­ tiren Mukallib arasındaki mevcut en büyük engel ve perde, nefsin tedbire başvurması ve bununla meşgul olmasıdır. Sebeblerin te­ mininde kendisi gibi aciz olan kulların yardımına güvenir. Kâmil bir zata: — Nasılsın? diye sordular. O da cevaben: — Kadir olan Allah’ın kabzasında öyle bir esirim ki beni ne yapacağından habersizim, dedi. Geçen işlere hayıflanma ve hasret, gelecekte yapılacak işlerin tedbirlerini almak, şu andaki halin bereket ve faziletini giderir. Al­ lah’ın hükmüne teslimiyet gösterip kazasına razı olan kimse tes­ limiyetin kemaline ermiştir. Teslimiyet Cennet, itiraz, Cehennem, teslimiyet velâ, tedbir ise belâchr. 450

MARİFETNAME

KISIM : 3 TEFVİZ VE TESLİMİN ŞART VE FAYDALARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Cenab-ı Hak hikmetiyle bir kulunu sebeblerde bulundururken kulun kendi dileği ile ondan tecrid olmayı istemesi ondaki mevcut gizli şehvetler sebebiyledir. Allah’u Teâlâ onu sebeblerden tecrid etmişken onun yeniden sebebleri istemsi onun himmet ve gayret yüceliğinden düştüğünü gösterir. Çünkü Cenab-ı Hak kulunu ne­ reye sokarsa soksun kuluna yardımcıdır. Meselâ kul nefsinin isteğine uyarak girdiği her yerde Allah onu nefsiyle beraber bırakır ve o da nefsinin üstesinden gelemez. Allah kulu hangi halde bulundurduysa rızası kulun o halde kalmasındandır. Kulu bulunduğu hâle sokan Allah olduğu gibi çıka­ ran da yine O'dur. Çünkü kulluğun şanı sebebleri bırakmak değil vazifesi olan sebeb onu bırakana kadar Allah’a teslim olmasıdır. Büyüklerden bir zat diyor ki: «Birçok defa sebebi teıkettim, fakat sonradan muhtaç olarak yine onlara döndüm. Ancak ne zaman ki sebeb beni terketti artık bir daha ona dönmem gerekmedi.» Demek oluyor ki her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğuna inanan kimse bütün işlerini Allah’a ısmarlar ve onun kazasma teslim olur. Böylece nefsinin alacağı tedbirlerden kendini kurtarır. Gönül, ted­ biri ve ihtiyarın terki halinde ancak rahata erer. İşlerini Allah’a ısmarlayanın elem ve kederi olmaz. Ey insanoğlu! Teclbiıi teıkedemediğine göre öyle tedbir et ki tedbir etmemeni temin etsin. Çünkü tedbir ve ihtiyârı bırakmak irfanın yolunun esası ve kalb ile ruhun da sermayesidir. Kula düşen, kendini Rabbine teslim etmek, herşeyi ondan bi­ lip güzel demek, isteğine uymayan şeylerde bile hayır görmek, her şeye ibret nazarıyla bakmak ve ibret almak, ilim ve hikmetle dol­ mak, kalbini masivadan temizleyip huzuruna ermek, kendini tanı­ yıp bundan hareketle Allah’ı tanımak ve onun ünsü ile kalmaktır. Ey insan! Cenab-ı Hak’dan seni mevcut halinden çıkarmasını ve daha başka bir halde kullanmasını dileme. Çünkü o dilerse seni bulunduğun hal içinde de dilediğin hâl üzere kullanabilir. Arif bir kul isen onu dilemen ondan gaybetin, başkasını dilemen edebinin az oluşundandır. Başkasından istemen ondan uzak kalışındandır. 458

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Bnuun içindir ki ârifler nazarında her çeşit istek illetlidir. Cahil ve gafil sabahladığında akima gelen ilk düşünce: — Acaba bugün ne yapsam? Düşüncesidir. Uyanık bir arif sa­ bahladığı bir zaman ise aklına gelen ilk düşünce: — Acaba Rabbim bugün beni hangi düşüncelerde çalıştıracak? düşüncesidir. Câhil birisi sabahladığı zaman ise aklına gelen ilk düşünce yapacağı işleri kendine nisbet ederek: — Bakalım bugün ne gibi işler yaparım, düşüncesidir. Çünkü onun kalbi gaflete düştüğü için nefsi tedbirle meşguldür ki bu hal­ de onu mevlâsından alıkoyar. Bu düşüncelerle o cahilin akıbeti pe­ rişanlık olabilir, işleri hazırdır. Bunun için de sabaha çıkar çıkmaz yapacağı şeyleri yaptıracak? düşüncesine kapılır. Arif daima mevlâsının yaptıracağı fiilleri yapmaya hazırdır. Rabbinden kendisine gelecek kazaları gözler. Zira insan zarar ve kânnm hangi şeylerde olduğumu bilemez. İhtiyar, yalnızca dilediğini yapma kudretine sahib olan Al­ lah’a mahsustur. O, ârif kulunu amellerin tehlikelerinden muhafa­ za eder ve her türlü meşguliyetten kurtarır. Kulunun güzel işler yapması onu en güzel iş ve hallerle razı eder. Bu artık hiçbir ted­ biri ve ihtiyarı gerektirmiyecek derecede yüce bir devlettir. Bu devlete erenin tedbirle ve ihtiyarla ne işi olur. Bu durumdaki ku­ lun sabah kalkınca ilk olarak söyleyeceği şu sözler lisân-ı hâl ile dilden dökülür. — Ya Rabbi, kendim için hiçbir faydayı ve ziyanı, öleceğimi ya da yaşayacağımı hiç düşünmeden sabahladım. — Ya Rabbi! Senin beğendiğin söz ve ameller hangileri ise bana onlan yapmak arzu ve kuvvetini ihsân eyle. Senin ihsânın boldur. Senin katında olanlar bende olanlardan daha sevgili ve daha kıymetlidir. Ben kendi başıma ne yapacağımı bilemem. Ne yapacağımı sen bana ilham eyle. Tefviz ve teslimin kemâli, marifet makamına vesile olan .hay­ ret makamının sermayesidir.

MANZUME Gönül kuşu perrân olup bulsa hevayı hayreti. Can güneşi nuruyla doldurur fezayı hayreti Ger hezarân devlet ve nimet görürse ehl-i dil Gelmez onun gözüne ister revâ’yı hayreti. Şendeki derd ve bela ve sıkıntıya bakma sakın

Kim bulur kalbin cefâlardan vefâyı hayreti. 460

MARİFETNAME

Can nedir? Bin can feda olsun bu hayret zevkine Koy gubar ve fehm ve fikri bulsafâ-yı hayreti. Hayret-i bihodluk iste, server olmak isteme Kim serverlik sırrı ister, hâki pâ-yı hayreti. Gerçi lezzet ve sefâlar âlemde çoktur lik hiç Bir sefa tutmaz gönül ve can içre cay-ı hayreti. Afitab-ı aşk-ı Hak âşıklara tâbendedir İsterler o zıll-ı hümayı hayreti. Ger dikesen dilde dildarmla olmak daima Nefsine bigane ol bul âşinâ-yı hayreti. Gönül evinin kapısını açmak hayrettir, ey Hakkı tam Hayrete ver sen seni, al mehlika-yı hayreti. KISIM : 4 İNSAN İÇİN TEFVİZ VE TESLİMİN ÇOK ÖNEMLİ VE GEREKLİ OLDUĞUNUN SEBEB VE SIRRI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: İdare-i İlahi, ezeli hüküm, her şeyin bir illeti ve sebebidir. Ku­ lun sonradan istemesi Cenab-ı Hakkın önceden verdiğinin sebebi olamaz. Allah’ın Sur’u her şeyin illeti ve sebebidir. Ancak hiçbir şey onun yaptığının illet ve sebebi olamaz. Onun sana olan yar­ dımı herhangi bir şeye karşılık değildir. Allah neyi dilerse o olur, dilemedikleri de olmaz. Tevekkül ehli bunu gayet iyi bildiği için onlar dua ederken herhangi bir şeyin olmasını ya da olmamasını dilemezler. Çünkü onlar bilirler ki bu âlemde meydana gelen herşeyde bir hikmet ve fayda vardır. Allah’ı zikre, onları istemekten alıkoymuştur. Kâmillerden bir çoğu Cenab-ı Hakk’ın kendileri hakkındaki taksimine güvenmiş ve istemekten vazgeçmeyi edebin bir cüzü saymışlardır. Onlar Cenab-ı Hakk’m kaderi ve kazasıyla takdir buyurduğu şeylere onlar çoktan razı olmuş ve kazasım beklemeye başlamışlardır. Çünkü Cenab-ı Hak kullarının ihtiyaçlarını çok iyi bilir. Arif, Allah’ın takdirine boyun eğer ve ona razı olur. Hatta bir ihtiyacını Rabbinden istemekten bile haya eder. İhtiyacım Rabbinden istemekten haya eden kimsenin hiç diğer yaratıklardan yardım istemesi mümkün olur mu? Arif hiç bundan hayâ etmez nü? Elbette hayâ eder. Bunun için de arifler asla insanlardan bir §ey istemezler. Çünkü onlar bilirler ki kendileri her ne kadar fakir 461

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

iseler de mevlâları zengindir. Onlar bir ihtiyaçları olduğu zaman asla insanlardan yardım dilemezler. Arif herşeyi yapanın Allah-ü zül celâl olduğunu ve onun bütün kalbleri gece ve gündüz kontrol altında bulundurduğunu ve bir kulununka lbinin kendisinden başkasına döndüğünü bulduğunda ona fakirliği verip işlerini zorlaştıracağını bilir. Ariflerin ihtiyaç, lannı bildirmeyişlerinin sebebi de budur. Onlar ihtiyaçlarını yal. nızca mevlâlarına arzeder *re kalblerini de ona yöneltirler. Hakkın dilemesine uygun hareket eder, kendi dilek ve isteklerinden geçer, ler. Bu hal onlann lahata ermelerini temin edr. KISIM : 5 TEFVİZ VE TESLİM, BÜYÜK BİR İLAÇ VE CENNET İ NAİMDİR Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Saadet ve devleti bulmanın ilâcı; insanlardan ümidi kesmek ve Cenab-ı Hakk’m takdiri ve kısmetinden başkasını istememektir. Ey insan! Kalbinden insanları çıkar, Cenab-ı Hakk’ın takdirin­ den başka bir şeyi isteme. Böyle yaparsan insanlara muhtaç ol­ mazsın. Kişinin çabuk anlaması ya da bir çok şeyleri bilmesi in­ sanın marifet sahibi olduğu mânasına gelmez. Marifet sahibi ol­ manın alâmeti Allah’tan başka kimseden birşey istememek ve Al­ lah'a güvenip ihtiyacım ona arzetmektir ve kalbini masivadan te­ mizlemektir.

Kâmillerden bir zat diyor ki: «Ya Rabbi, bende hasıl olan değişikliklerden ve içimdeki çeşit­ li hal ve durumlardan anladım ki senin benden muradın, herşey­ de bana bilinmendir. Öyle ki bu hal hiç bir şeyde senden gafil olmayıncaya kadar devam eder.» Kâmil zat bu sözlerinden şunu kastediyor: Bana gelen ve bedenimde görülen hastalık, sıhhat, fakirlik ve zenginlik gib ideğişik haller, bana bazen zilleti bazen izzeti verir. Bende zaman zaman meydana gelen sevinç ve keder, izzet ve ikbâl saadet ve mutluluk, yani gerek bedenimde ve gerekse ruhumda be­ liren değişik hadiselerden biliyorum ki, senin beni yaratmandan kastın her şeyde ve her değişik halde bana bilinmendir. Böylece ben senin bir olduğunu ve büyüklüğünü bileyim. Her şeyde Celâl 46*

MARİFETNAME

ve Cemâlini kudret ve kemâlini, her zamanda müşahede edeyim. Seni bütün fiil ve sıfatlarınla tanıyayım. Bu haller içinde ben şimdi bir yakın cennete ve büyük bir se­ vinç içindeyim. Ben şu an için dilediğim nimetlere kavuştum ve bu nimetlerle huzur içindeyim. Bu nail olduğum büyük nimetleri, beni senden istemekten ve sana dua etmekten alıkoyuyor. Ya Rabbi! Senin açıktan ve gizliden ihsan ve ikramda bulun­ duğun bunca nimetler için sana ne kadar şükretsem azdır. Her tür­ lü hamd ve senâ senin içindir. KISIM :

fi

TEFVİZ VE TESLİM’İN ETKİ VE FAYDALARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kulun kalbini Allah’ın huztrundan alıkoyan şeylerden biri de korku ve güvensizliktir. Bunlar ancak tefviz ile yani işleri Allah’a ısmarlamakla giderilir. İşleri onların idarecisi durumunda olan Al­ lah’a havale etmeye (tefviz’e) iki yönden gerek duyulmuştur. 1 — Kalbin mutmain olması ve nefsin huzur ve sükûna er­ mesidir. İşler tehlikeli ve karmaşık olduğu zaman onun bozukluğu ile sağlamlığı belli olmaz, kalb üzüntü ve keder içinde kalacağın­ dan nefis ne yapacağını bilemez, şaşırır kalır. Herhangi bir kimse bütün işlerini Allah’a havale etse o bu yap­ tığında hayırdan başka bir şey olmıyacağını bilir. Ona hiç bir kor; ku ve endişe gelmediği gibi kendisi güven nefsi huzur içinde olur. Kalbi imtinane erer. Ondaki bu mutmain olmanın ve rahatlığın kıymeti kul için sonu olmıyan bir nimet ve ganimettir. Şeyhimiz Hazretleri diyor ki: «Tedbiri Mevlâna bırak ki rahatı ve selâmeti bulasın.» 2, ■"*- Hayır ve kurtuluş işin sonunda olup işlerin sonuçlarının ne olacağı da belli değildir. Çünkü öyle şeyler var ki hayırlı görü­ lür. Yine öyle hayırlar var ki onlar da şer olarak görülür. Öyle ze­ hirler var ki altın kâsede ya da bal kutusunda olur. Kulun aklı iş­ lerin sonunu bilecek ve sırlarına erecek vasıfta değildir. Öyle ise eğer kul işleri kendi murad etse, kendi ihtiyârı ile işleri görse, hü­ küm verse o kimsenin helâkive mahvı çok çabuk olur. Ne yazık ki insanlar bundan habersizdir. Bunun için de aldan­ makta ve helâke düşmekteler. Eğer kul bütün işlerini Allah’a ıs463

ERZURUMLU İBRAHİM IlAKKI HZ.

marlasa (tefviz etse) ve Allah'ın ihtiyacına razı iyilik bulur. Selâmete ve kurtuluşa erer. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

ve

olsa daima

hav, W

«İşlerimi Allah’a ısmarladım. O beni korur.»

(Gafir Sûresi, Ayet: 4 an-ı Kerim’de büyük hayırla vasıflandırılmıştır. Bunun talibi, aç­ lık ve susuzluğa, uykusuzluğa katlanandır. Bedenle ruh nasıl bir­ birinden ayrılmayan bir bütünse, ilimle hikmet de birbirinden ay­ rılmaz bir bütündür. İlim (zahir ilim), öğretim yolu ile, Mkmet açlıkla elde edilir. Hikmet, dilden dile geçer ve gayb âleminden kalbe gelir. İlim, söz­ lerin kulak yolu ile zihne varışıdır. Bâtm ilmi ise, gönlün içinden çıkar ve nefse tesir edip, kalbin içine akar. İlim dilin işleyişinin mahsulü, dil ise mülk âleminin hâzinesidir. Batın ilmi, gönlün hallerindendir. Gönül ise Meleküt âleminin hâzinesidir. Zâhir ilim, dünya ilmidir, kitaplarda yazılı ve halk içinde meşhurdur. Bâtın ilmi ise Hak içindir ve göğüslerde mevcut olup kapalıdır. Bu yüzden halka bildirilmez. Onlardan saklıdır. Ba­ tın ilmi inkâr olunmaz, belli edilse herkes anlayamaz. Velîlerin hikmetlerini inkâr eden akılsız ve cahildir. Onun en ufak cezası, hikmet zevkinden mahrum olmaktır. İlim, öğretim yolu ile kazanıldığından sınırlıdır ve sonucu var­ dır. Allah ilminin ne sımn, ne de sonucu vardır. İlim tefekkür, hiknifet ise tezekkür ile kazanıhr. İlm-i billâh, Allah’a varış yolunun en kısasıdır. Aklî ilimlerde, mü’minle kâfir ortaktır, müşterektir. Ma­ rifet nurunu bulmak için mümin olmak şarttır, ilim, marifetten daha umumîdir. Marifet ise ilimden daha önemli ve özdür. İlim nuru ancak kâinata ulaşır. Marifet nuru ise Allah’a ula­ şır. Bunun için «men aleme nefse-hu» (kim nefsini öğrenirse) den­ memiş, «men arefe nefse-hu, fekad arefe-rab-be hu» (kim nefsini bilirse, Allah’ını da bilir) denilmiştir. Marifet, ilimden daha çok makbuldür. Çünkü ilim, isim ve sı­ fatlara, marifetse, Allah’ın zatına mensuptur. Cenab-ı Hak, kulla­ rından iki şey istemiştir; biri din (ibadet), diğeri marifet (Allah’ı bilme) ilmidir. Bu ikisinin dışında kalan aklî ilimler ki, hepsi nefisi ilgilendiren, ona haz veren bilgilerdir. Mümin hikmet, münafık şehvet ister. Şehvete kapılan, hik­ metten mahrum olur. Hikmet, kalplerin sevinci, nefislerin temizle­ yicisi, ruhların helâveti (zevki), sırların lezzetidir. Nakledildiğine göre; bir gün Zinnun-ı Mısrî Hazretlerinin mü­ ritlerinden biri, kendisine şu soruyu sormuştur: «Hikmette olan tatlılık nedendir ki, velilerin ağızlarından çıkınca, dinleyiciler on­ dan büyük bir zevk ve lezzet duyar.» Üstad cevabmda dedi ki: «Hik573

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

met, ilham ilmidir, hekimin kalbine iner. Allah tarafından kalple, re indirildikleri İçindir ki, hikmetler bu kadar tatlı ve lezzetlidir, Hakim-i İlâhî «Ben lalandan duydum, o da filandan duydu» deme» yip «Kalbim bana Rabbimden bana bildirdi ki» buyurur. O hikme­ tin, dinin usulünden ve yakini işlerden bulunması, İlâhî ilhamın mahsulü olduğunu bildirir.» Nitekim Ebu Talip Mekki Hazretleri demiştir ki: «Alim-i bil­ inil olan kâmilin üç türlü ameli vardır: Biri zahiri ilim olup halka açıkça anlatılır. Diğeri batınî ilim olup ancak ehline bildirilif. Üçüncüsü ne zahir, ne de batındır. O bir gizli sndır ki, Allah ile kâ­ mil arasında örtülü ve saklıdır. Kâmilin marifetinin beyni, muhabbetinin zevki, hikmetini^ dudağı, hakikatinin ilmi odur. Onun manevî devletinin sermayesi, ' saadetinin mayası, yakm olmanın gayesi, izzet ve -lezzetinin sonu odur ve o ilim ilim ilmi ne halka ne de batın ehline ifşa edilebilir^ O ilim, ancak ona sahip olan kul ile Allah arasında kalır. KISIM: 4 VELİLERİN HİKMETİNİN, ONLARIN TEMİZ KONUŞMALARIN­ DAN DAHA LEZİZ VE TATLI OLDUĞU, KALPLERE ÇOK TESİR ETTİĞİ VE İLAHİ HEKİMİN, ALİMLERDEN DAHA BİLGİLİ VE ŞEREFLİ OLDUĞU Eh Aziz, Ehlullah diyorlar ki: Hakimlerin kalbi, âlimlerin kalbinden bin defa daha halim ye selimdir. Alimin sözü hastaya şifâ, hekimin sözü ölüye hayat ve­ rir. Hikmet ilmi, kutsî bir oktur. Hakimin nutku onun yayıdır, ta­ libin kalbi onu$ hedefidir ve Hay Ve Kayyum olan Allah'ın vergi­ sidir. Onun için hata yoktur. Alimin ticareti, başkasının sermayesi iledir, hekimin ticareti ise kendi sermayesi üedir. İlim gümüş, marifet altındır. Hikmet cevherdir. Alime soru sorulunca cevap verir. Hakim ise cevab ver­ memek için özür diler. Alim insanlara dediğinden aşağıdır, hakim ise halka dediğinden yüksektir. Halkın her istediğine fetva veren deli veya yanıltıcıdır. On meselenin dokuzuna susup birine cevap veren İlâhi hakimdir. Hekimin gönül ve canı, Allah’tan gayrısından arınmıştır. Onun için kalbinden hikmet, lisanına akmaktadır. Nitekim imam Ahmet bin Hanbel ile İmam Muhammed Şafiî bir yerde kazaya kalmış namazların nasıl kılınacağı hakkında ko­ 574

MARİFETNAME

nuşurlarken, onların yanma bir veli çoban gelmiş. İmam Ahmed, bu meseleyi çobandan sorayım mı? diye İmam Şafii’den sormuş. İmam Şafiî razı olmamış. Buna rağmen İmam Ahmed, çobanın gönlü kırılmasın diye şöyle sormuş: «Bir farz namazını kılamayıp kazaya bırakan bir mü’min, kazaya kalan farzın da hangi vaktin namazı olduğunu unutursa, bu durumda hangi farzı kaza etsin.» Hemen çoban dikkatle bakmış ve: O kimse gaflette kalmıştır. Bu yüzden beş vakit namazı da kaza etmesi lâzımdır, cevabını verince, İmam Ahmed, çobanın heybetinden bayılmıştır. Çoban da kalkıp yoluna devam etmiştir. İmam Ahmed, kendine gelince çobanın o heybetinden hayrete düşmüş ve verdiği cevabı çok beğenip kabul etmiştir. İmam Ahmed, bu olaydan, velîlerin çobanı bu halde olur­ sa, âlimlerinin ne mertebede olduklan üzerinde düşünmüş ve bun­ dan ibret dersi alarak, muhabbet yoluna girmiş, İmam iken en yüksek velîlerden olmuştur. Alim, ilmiyle nefsini düşünür. Hakimse, nefsini terk ve vücu­ dunu yok ederek, yalnızca Allah’ı düşünür. Nitekim İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri, yüksek velilerden olmasına rağmen, velî­ lerden İbrahim Ethem Hazretlerine «efendimiz» dermiş. Talebesi ona, niçin böyle dediğini sorunca: «Biz ilmimizle nefsimizi düşünü­ rüz. Velîler ise kendilerini unutup hikmetle yalnız Allah’ı düşünür­ ler,» diye cevap vermiştir. Alimin, hakime ihtiyacı çoktur. Hakimin ise âlime ihtiyacı yok­ tur. Nitekim Hz. Musa, Hızır (A.S.)’a muhtaç olmuştur ve sohbe­ tine girmiştir. Hızır (A.S.) ona muhtaç olmayıp kendisinden ayrümıştır. Alîm, cahil insanları, hakim âlimleri terbiye eder. Hakimi ter­ biye eden de Allah’tır. Nitekim cahil bir kimse, bir âlimden ders alarak dinî ilimlerle aklî ilimleri öğrenir, âlim ve âmil de olur. Lâ­ kin nefsinin hallerinden cahil kalır. Sonra o âlim, bir mürşid-i kâ­ mile gider ondan manevî bilgiler öğrenir, ahlâkmı güzelleştirir, . sülük yolu ile yedi mertebeden geçmek ve ibadete devam etmek .suretiyle ârif ve kâmil bir zat olur. İşte bu kâmil, temiz, kalbiyle Allah’m huzuruna vararak hikmetlerini görür ve onun şeriatıyla Habibi Muhammed (S.A.)in izinden gidip huşû ve hudû üe velili­ ğin en yüksek mertebesini kazanır ve bütün adap ve erkân ile ilim ve fenleri nefsinde toplar. Çünkü; kâmil insan, Allah’ın rızasını gönlünün genişliğinde ve huzurunda bulur. Onun heybet ve azametini, kalbinin daralışı ve sıkılışı esnasında bilir. S7S

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Allah’ın velilerinden bir hakim, bir hakime gidip bir mesele hakkında soru sormak istemiş. O da ona şu cevabı vermiş; senin, âlimleri bırakıp bana mesele sorman, tıpkı çölde yolunu şaşırmış bir sultanın, çobanları bırakıp o yolu, kendisi gibi bir sultandan sormasına benzer. Hakim-i İlâhinin adetlerinden biri şudur ki; insanlar, içinde bulunduğu zaman susar ve kalbiyle Allah’ın huzuruna gider. Son­ ra ondan sorulanlara ancak gönlünden ona beliren cevabı verir. Yine Hakim-i ilâhî, bir gün bir mecliste vecde gelir ve hikmet diliyle gayet tatlı konuşmaya başlar ve mânâ âleminin hakikatlerini inceleyip anlamanın verdiği zevkle göğüsleri çatlatacak nitelikte nükteli (mânâlı) sözler söyler. Sonradan ona, çok hoşumuza giden o nüktelerinizi bir daha tekrarlarsanız çok iyi olur deyince hakim onlara; evet, o aşk hali bir daha gelse benim için de çok hoş olur, yoksa söyleyeceğim boş sözlerin bir zevk ve lezzeti olmaz, demiş. Bir hakime demişler ki: «Camide otur ve orada konuş ki, hal­ ka faydalı olasın.» O da, «camide ancak toplayabilen oturur. Ben ise toplayıcı değilim, toplanmışım,» demiş. Cenab-ı Hak, ârifin kal­ bine hikmet ağaçlarım diker ki ârif, onları gündüz, açlıklarıyla su­ lar. Hakim-i üâhi (ilâhı hikmetleri bilen) kalbiyle olan hali, bos­ tancının bostanıyla olan haline benzer. Çünkü; hakimin hal ve şa­ nı budur ki, daima gönül bahçesine gider ve orada, Hakk’a lâyık olmayan eşyayı söküp atar. Hakim, ilk önce Tevhid bahçesine gider. Onda, şek ve şirk fi­ lizleri görürse, onlan çıkarır ve atar. Sonra tevekkül bahçesine gi­ der, orida, korku ve çekingenlik filizleri bulursa onlan da hemen çıkarır atar. Sonra Tafviz bahçesine gider. Orada, tedbir ve ihtiyar filizlerini bulursa onlan çıkanr atar. Sonra sabır bahçesine gider. Onda sabırsızlık ve telâş filizleri bulursa hemen çıkanr atar. Son­ ra ma bahçesine gider. Onda, kızmave öfke filizleri bulursa hemen onlan da çıkanp atar. Sonra marifet bahçesine gider, nefse ve dün­ yaya ait arzu ve heveslerle şehvânî istekler varsa hepsini çıkanp atar. Sonra muhabbet bahçesine gider. Onda, başkalarına meyil v6 itibar, halka ve giyinişe karşı sevgi varsa hepsini çıkanp atar. Son­ ra da Hikmet bahçesine gider. Onda olan ağaçlan, açlık sularıyla sular. Tâ ki çiçek ve meyveleri olgun olsun, zevk ve lezzetinden ca­ na caq katsın. Bundan sonra o hakim, iki cihandan el çekip o bah­ çeye can atar ve Vahdet denizinegömülüp muradına erer. Akıllı olan, velilerin hikmetlerine meyleder ve onlarla olur. Arif olan, bu hikmetleri bilir. Hikmetleri öğrenmek v&P»' 576

MARİFETNAME

metlerin nimetleriyle lezzetlenmek mutluluktur. Velîlerin hikmet­ lerini saklayan hakikatlerden faydalanıp onları söyleyenin kadir ve kıymeti yüksek, aziz olur. Kalbi tertemiz olan akl-i külden (Al­ lah’tan) hikmet dersi alır ve hikmet ilmi ile kalbi dolup engin de­ niz olur. NAZIM : Muallim aşktır, künc-i sükût olmuş debistân Sebaktır bilmemek dildir anm tıfl-ı sebah-hânı Lisânı bi zebânlıktır bu fâdıl, kâmil üstâdm, Velî âlemde yok anın lisânın anlar akrânı. Gönül çün bilmemek zevkin bulur her defter-i fikri, Ki yazmış kilk-i akl anı, eder mahv âb-ı nisyâm, Tavilü’z-zeyl bir tomardır bu bilmemek ilmi, Ki ömr-ü câvidan içre bulunmaz hadd ü pâyânı, Şühûdü’l-Hak fi’l-kalb oldu mazmununda bir nükte Sevâdü’l-vech fi’d-dâreyndir onun memduh-i ünvanı, Tasavvur edemem bir kimse tasdik ede bu ilmi, Marifet olmadıysa keşf ü huccet-i zevk-i vicdanî Ulûmun enfa’ı hikmettir, anı aşktan öğren, Rumûz-ı pîr-i aşkı anlamaktır ârifin şâm, İlâhi, izzetin Hakkı, enis et canıma aşkı, Ki anm hikmeti zevkiyle kendimden olmam fâni, Fakirullahı Hakkî’dan ıyân seyr eyleyen ârif, İyan ehlidir ol neyler delil-i akl ü burhânı.

577

KONU: 4 VELİLERİN FAZİLETLERİ, HAREKETLERİ, ESERLERİ, ADETLERİ, HAD VE TARİFİ, VECDİN HALLERİ VE VASIFLARI VELİLİĞİN ALAMETLERİ, HAREKET VE DURAKLARI, ’ MERTEBE VE KERAMETLERİ, MÜŞAHADELERİNİN DERECESİ, SON MAKAMLARI 9 KISIMDAN İBARETTİR KISIM: 1 ULU VELİLERİN FAZİLET VE BEREKETLERİ, KUR’AN-I KERİM AYETLERİYLE VE HADİSLERLE BİLDİRİLMİŞTİR. CENAB-I HAK, BU HUSUSU, KUR AN I KERİM İNDE BİRÇOK AYETLERLE BELİRTMİŞTİR Ey Azizi Allah-u Teâlâ, kullarına inayetle kendi evliyasını ta­ rif edip onlara olan muhabbetini duyurur. İşte bu husustaki ayet­ lerin meali : «Allah, iman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan (kurtarıp) nura çıkanr. Küfredenlerin dostlan ise şeytandır.» (Bakara, 257 «Haberiniz olsun ki, Allah’ın veli kullan için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.» (Yunus, 62) «Allah’ın velileri gerçek takvâ sahipleridir.» (Enfâl, 34) «Ey Rabbim, dünyada da âhirette de benim yardımcım sensin. Benim canımı müslüman olanak al. Beni sâlihler (zümresine) e kat.» (Yusuf, 101) «O çok esiıgeyen (Allah’m has) kullan ki onlar yer (yüzün) de vekar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine, beyinsizler (hoş gitme­ yecek) lâflar attığı zaman «selâmetle» de (yip geçer) 1er.» (Furkan, 63)

570

MARİFETNAME

«Onlar ki Rablanna, secde ederek ve ayakta durarak ibadet ederler (Onlar için felah vardır.)» (Furkan, 64) «Allah’ın öyle kullan vardır ki alış-veriş onlan, Allah’ı zikret­ mekten alıkoymuyor.» (Nur, 37) BU HUSUSTAKİ KUTSİ HADİSLER «Velî kulumun dilediğini yapanm. O bana tutunur, benimle hükmeder. Eğer benden dünyanın vezâlini (yok olmasını) isterse, onun için dünyayı yok ederim. Çok sevdiğime kerâmet veririm» «Benim evliyam, benim kubbelerimin, örtülerimin altındadır. Ben­ den başkası onları tanımaz.» Allah (C.C.) Dâvud Aleyhisselâma vahy gönderdi ki: «Ey Dâvud, beni seven veli kullanma haber ver ki, onlarla aramda olan perdeleri lütuf ve keremimle kaldırdım ki, onlar göz­ leriyle benig örsünler. O durumda halk, kendilerine zarar veremez. Benim lütuf ve inayetim onlara eriştiği için, halkın haset ve öfkesi onlara hiç tesir etmez ve asla keder vermez. Ey Davud! Eğer sen benim sevgimi kazanmak istiyorsan önce dünya sevgisini kalbinden çıkarmalısın. Çünkü benim sevgimle dünya sevgisi bir gönülde birleşemez. Ey Davud! Sen, benim sevgimi kendi kalbinde halis ve muh­ kem kıldığın ve her şeyde benim kudret ve hikmetimi görebildiğin zaman, dünya ve dünya halkıyla karışsan, kalkıp otursan bile, kal­ bindeki sevgime en ufak bir noksanlık ve keder gelmez. Ey Davud! Eğer sen bana dost isen, nefsine düşman ol ve onu şehvetlerden men et ki ben sana muhabbetimle bakayım ve ara­ mızdaki perdeyi kaldırayım. Ey Davud! Yeryüzünde nice evliya kullarım vardır. Onlar be­ nim dostlarımdır. Ben de onlarm dostuyum. Onlar bana müştaktır, ben de onlara müştağım. Onlar beni zikr ederler, ben de onları zikr ederim. Gurbette olanlar vatanlarını arzuladıkları gibi, onlar gece­ yi arzularlar. Onlar, geceleyin sürür içinde olurlar. Akşam olup ka­ ranlık basıp her dost, ancak kendi dostuyla yalmz kalınca, onlar benim için kıyâmda durup, boyunlarım büküp, yüzlerini açıp, yal­ vararak münâcât edip, ni’met ve ihsanımı isterler. Onlar bazan ayakta bazan oturur, bazan rükû, ve bazan secdede olurlar. Sev­ gimden başka benden bir şey istemeyip, nzâ yolunda giderler. Ben de onlara, çok sevdiğim için üç şey veririm: Birincisi, kalblerine ihsân ettiğim, indirdiğim bir nûrdur. Hep konuşsalar, onunla ben­ den haber verirler. İkincisi, ben onlara zat ve sıfatımla teveccüh 579

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

ederim. Hiç bilir misin ki, ben teveccüh eylediğim dostuma, neler ihsân eylerim ve o nice devletlere erişir. Üçüncüsü, öyle bir ikramdır kİ ,onu, ancak ben bilirim, bir de o kulum bilir. Yerde ve gökte olan şeyler, o ikramın yanında küçük ve az kalırlar.» Resûl-i Ekrem (S.A.V.) meşhûr hadislerinde buyurmuştur ki* «Ümmetimin evliyası göründükleri zaman, Allah-ü Teâlâ hatırla, mr. Zira evliya yüzünü görmekle şereflenenin kalbinde Allah fikn bulunur.» «Ümmetimde öyle insanlar bulunur ki, onlar insanlardan ay. nlırlar. İnsanlar onlara şaşar. Onlara deli derler. İnsanlar da onlara deli görünür. Biliniz ki onlar ebdallerdir.» «Allah-ü Teâlâ’mn halkından, evliyası açlık ve susuzlukta olanlardır. Onlara eziyet edenden Allah-ü Teâlâ intikamlarını alır.» «Dünya, âhiret ehline haramdır. Ahiret de, dünya ehline ha. ramdır. İkisi de Ehlullah’a haramdır. Ehlullah, evliya’yı kiramdır.» KISIM: 2 EVLİYA-YI KİRAMIN RÜSUM VE ADETLERİ KALELER İLE SEYAHATLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Halkın kimi dünya, kimi ahiret, kimi de mânâ ehlidir. Dünya ehline âhiret haramdır. Ona nail olamazlar. Ahiret ehline dünya haramdır, ona tenezzül etmezler. Mânâ ehline ikisi de haramdır. Hiç birine iltifat etmezler. Dünya ehlinin tümü, tabiat ve beşeri­ yet karanlığında kalınca, yüksek âlemi istemekten onlara yeis ve gevşeklik gelmiştir. Meyi ve iradeleri, ancak aşağı âleme yönelmiş­ tir. Akıl ve himmetleri dünya lezzetlerine tutulmakla kalmıştır. Halbuki dünya, çöplüğe atılmış bir leştir. Öyleyse buna tutulanla­ rın emelleri ziyan, boş olmuştur. Bunlara iki şiddetli azab vardır. B£ri bu halden ayrılmak azabı, diğeri ileride yanma acısıdır. Ahiret ehli, genel olarak yüksek derecelere mâil olup arzuları Cennette kalmıştır. Zira Hak Teâlâ kullarını dünyadan Cennetine davet edip, orayı ikram yeri kılmıştır. İşte buradakilerin gönül­ leri yükseklik ve şeref ile meşgul olup, daha yüksek ve şerefli olan­ dan uzak olmuştur. Bunlar ilerideki yakıcı ateş azabından kurtul­ muş iseler de, bu halde kalmakla, ayrılık ateşinde bulunmuşlardır. Halbuki muhabbet ehline, ayrılık ateşi, ateşin yakmasından zor ve 580

s.

MARİFETNAME şiddetli gelir. Nitekim, dir» denilmiştir.

«İntizâr

(bekleme)

ateşten

daha

şiddetli­

Bunların çoğu, insanlık sebebiyle benlik da’va edip, kibir, ucub ve riyâ semtine gidip, nefs-i levvamesiyle çekişme belâsında kal­ mıştır. Mâna ehli: Tabiat âlemi, zindanından çıkıp, insanlık âlemi yuvasından uçmuşlardır. Onlarda kendi resimlerinden bir şey kal­ mayıp, varlıklarda kalmayarak geçmişler, herkesi gayb edip, Hak­ kın huzuruna gelmişlerdir. İki dünyayı isteyenlerine verip, sahibini alıp Ehlullah olmuşlardır. Onlar Cennet ve Cehennemi unutup, an­ cak O’nun için O’na ibadet etmişlerdir. Zira iki alemi O’nunla Cen­ net, O’nsuz Cehennem bulmuşlardır. İşte yalmz O’nu isteyip, O’nu hep nimet bilmişlerdir. O’nun marifet şarabıyla daimi mest ol­ muşlardır. Muhabbet zülâli ile dolmuşlar, hep O’nunla kalmışlar­ dır. Halka ahirette verilmesi va’d olunanlar, onlara dünyada veril­ miştir. Başkalarına gayb olanlar, onlara bildirilmiştir. Bedenleri bir yerde iken, gönülleri doğu ve batıyı gezip, Arş ve Kürsi’yi do­ laşmıştır. Bedenleri ile yükselmezlerse de, ruhları mi’raca gider. Hak Teâlâ’yı göz ile görmeseler de, esrâr ile müşahede ederler. Alemde herkesle ne muamele ederlerse, yalnız Allah rızası için ederler. Kendilerine tâbi ve teslim olan dostların Hakkın huzuruna çağırırlar. O halde onları sevenlere, onlara yaklaşanlara, sözlerine uyup, izlerinden gidenlere ve onların irşadı ile Mevlâsına kavuşan­ lara müjdeler olsun. NAZIM: Gönül alsa büyu andan Yüzünü görürse candan Dile sâkî olsa cânân Çün olur riyâz-ı Rahman O ki mülk cismini yıkmış Dahî Arş-ı cana çıkmış Yemm-i nutkun ebri candır Gönül ehl-i bahriyândır Yürü sen bu levh-i dilden Dile dolsa hikmet andan Gözetir rızâ-yı Hakkı Bu cihânı kor bu halkı. Ana dü cihan görünmez Dahi cism ü can görünmez 581

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Dil olur gül ü gülistan, Ana hâkidân görünmez. O gelû-yı nefsi sıkmış, £na nerdübân görünmez. Bu lisân çü nâvedândır, Gam ü nâvedân görünmez. O ulûm-ı aşkı öğren, Kalem ü lisân görünmez. Bulan anı dilde Hakkı, Ki bu câvidân görünmez. KISIM: 3 EVLİYA-YI KİRAMIN HAD VE TARİFİ, VECD VE HALLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar k Veli hal ve hareketleri muvafakat üzere olandır. Velî, dünya­ dan uzak, Mevlâya yakın olur. Velî, mâsivadan kurtulup, bütün varlığı ile Allah-ü Teâlâ’ya bağlamr. Velî, kalbiyle Allah-ü Teâlâ’ya döner. Velî’nin gizli ve açık her hali Allah-ü Teâlâ ile olur. Velî, dünya devletinin ne de geçmesine sevinir, ne de geçmemesine üzü­ lür. Ona göre gümüş ve altm, toprak ve taştan aşağıdır. Veliyyullah, yeryüzünde kimsesizdir. Onun dostu Rabbi olup ,ona kâfidir. Onun kendi nefsinde ihtiyân olmaz. Haktan başkasıyla bulunmaz. Kalbinin dışında bir işi kamaz. Ölümden kaçınmaz. Velî halk ile halim olur, Hak ile sabit mukim olur. Deiiz gibi cömerd, dağ gibi sabit, hava gibi muti, gece gibi örtücü, sema gibi yüksek, himmetli olur. Aslandan kaçar gibi fitneden kaçıp selâ­ met bulur. Peygamberlerin mucize göstermelerinin şart olması, in­ sanların onlara uyup kurtulmaları içindir. Evliyanın kerametini saklamasının lâzım olması, insanların onlarla fitneye düşmemesi ve onların insanlardan saklı Hak ile sevinip huzurda kalmaları için­ dir. Velî, daima halini gizler, bütün kâinat onun velâyetinden ko­ nuşur. Velî, yeryüzünde Hak Teâlâmn gülü, fesleğenidir. Onu sıddıklar koklar. Onun kokusu, onların kalblerine varınca, Mevlâya müştak olurlar. Evliyaullah geline benzerler. Gelini nâmahrem gör­ mediği gibi, Allah-ü Teâlâmn bu gelinleri de O’nun muhteşem ünsünde duvaklı olup, onlan kimse göremez. Sûretlerini görseler de, herkes hakikatlanna eremez.

MARİFETNAME

Velî, Hak Teâlânın, kendine ait işlerinde muvafakatından, ken­ dinin Hak Teâlâ’ya uygunluğunu bilir. Dilinden çıkan dua, ancak kabul vaktinde olur, işte böyle uyanık olan veliyyullah, yeryüzün­ de, Allah-ü Teâlâ’nın âdil şahididir. Müminlerin kalbleri gaflet ve keder içindedir. Evliyanın kalbleri huzur ve sevinç içindedir. Düşmanlarının kalbleri korku ve uzaklık içindedir. Mü’minlerin azabı, yasakları işlemek iledir. Ev­ liyanın azabı kerametlerinin açığa vurulması iledir. Evliyaullah, iki dünyadan bir şey istemezler. Hakkın huzurundan bir an gafil bu­ lunmazlar. Onlara hizmet edenler, muhabbet şarablanndan mah­ rum kalmazlar. Evliyayı kiramın gönlüne girenler, onlara ilhak olup, dünya ve içindekileri, bir arpa tanesine saymazlar. Velî yalnız cemâl-i kadimi istemektedir. Velî, vecd halinde mahlukatın güzelliğinden geçmiş olur. Onun ruhu, ancak vech-i kadim ile sevinir ve meşgul olur. Nitekim Şeyh Şibli bir gün vecd halinde, Şeyh Cüneyd-i Bağ­ dadî hazretlerinin ziyaretine öyle bir zamanda varmış idi ki, Cüneyd ehli ile yemek yiyordu. O hatun, onu görünce, yemekten el çekip kalkmak isteyince, Cüneyd ona mâni olup, elini tutmuştur ve: «Yerinde rahat otur. Şibli ne seni görür, ne de burada olduğu­ nu bilir.» demiştir. Sonra Şeyh, o hayran müridi ile bir saat kadar sohbet eylemiştir. Ta ki, Şibli akıl dairesine girip ağlaymcaya ka­ dar. O zaman Cüneyd, ehline «Şibli’ye görünme» demiştir. Çünkü Şibli, şimdi sarhoşluktan aynlıp, cisim âlemine gelmiştir. Şimdi insanları tanıyacak haldedir. Zira onun bu hallerine, kendi sözle­ ri ve gözleri delâlet eylemiştir. Özellikle evliyâyı kiram, o feraset nurları ile kalb casusları olmuşlardır. BEYT: Allâm-ül guyûbun hâlis kullan, Can âleminde kalb câsusları. KISIM : 4 EVLİYAYI KİRAMIN VASIF VE ALAMETLERİ HUZUR VE SELAMETLERİ

ve

Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Evliyanın iki alâmeti vardır. Biri Hak Teâlâmn emrine ta’zim hürmet, diğeri bütün mahlûkata şefkattir. Evliyanın alâmeti, 5B‘i

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

Allah-ü Teâlâmn hukukunu yerine getirme, mahluklarım sevmek­ tir. Velînin alâmeti, kendisi ile Allah-ü Teâlâ arasında olan sırlan saklamak, mahlukatımn eziyetlerine karşılıksız sabretmek, incinmeyip nzaya ermektir. Kulları ile iyi geçinip, kimseden kimseye şikâyet etmeyip, herşeyi örterek ve koruyarak hakimane gitmek­ tir. Evliyanın alâmeti lutf ve hikmetle konuşmaktır. Güzel huylu güler yüzlü, vücudu güzel kokulu ve cömerd olmaktır. Herkese şef! katle muamele etmektir. İtiraz etmemek, özürleri kabul etmektir. Arkadaşlarım kendine tercih etmektir. Bir veli ile, fakir birisi bir yolculukta beraber giderlerken, o mürüvvet kaynağı veli, fakirin ihtiyar, arkasında da ağır heybesi olduğunu, ayağında eski papuçlar bulunduğunu görür ve ona: «Eğer bizimle arkadaş olup da bu yolda gitmek istersen, bize teslim olup her sözümüze uymalısınız, yoksa bizden ayrılırsınız.» der. O ihtiyar, ona teslim olduğunu söyler. O îsâr ma’deni, onun eski ayakkabları ile kendi yenilerini değiştirir. Heybesini yüklenir ve beraber giderler. Her veli, yanında bulunduğu kimseye, elbette böyle muamele etmiştir. Zira onlar, muhabbet makamına ermiştir. Evliyanın âdetleri Mevlâya ibadettir. Huyları halka şefkattir. İşle­ ri teenni üe nfk ve hizmettir. Sözleri medh-ü senâ ve ülfettir. Zira onların gönülleri muhabbet deryasıdır. Vahdete âşinâdır. Evliyanın alâmeti Hakkın sırlarına ermek, bunu da insanlar­ dan saklamaktır. Velî Hakkı muhafaza ettikçe, Hak Teâlâ da onu korur, saklar. Ve Hakka tazim eyledikçe Hak Teâlâ da ona ta’zim eyler. Veli, kendinden görülen kerameti ne hisseder, ne de kimseye söyler. Veli, kalıbım halka teslim eder, kalbiyi Hakkın huzuruna gider. Velinin gönlü sevinç ve nur ile doludur. Ruhu huzur ünsü ile olur. Evliyanın alâmeti, herşeyden Hakka yönelmek, Ondan baş­ kasına muhtaç olmamaktır. Veliyyullah O’nunla hâzırdır, her ha­ linde O’nu zikretmektedir. Velilik herşeyi kendinde bulmaktır. Ve mecma-ı ezdâd olmaktır. NAZM: Aşk ehli mânend-i melek Cam eder seyr-i felek Hem mülk ü hem sultan olur Hem can ü hem cânân olur Hem telh ü hem helvâ olur SB4

MARİFETNAME

Peyda vli nâ peyda olur Çün mâsivadan can geçer Hamr-ı muhabbetten içer Şîrîn olur dil şûr ise Bî perdedir ol nûr ise Çün canda kalmaz bu heves Zikr eyler a’za çün ceres Mahv olsa Hakkı cân olur Her derde hoş derman olur. Hoş huy ü hem hoş bû olur. Gönülde ol meşrû olur. Hem Huld ü hem Rıdvân olur, Hem şir ü hem âhû olur. Hem sûret ü ma’nâ olur, Can tab’ma hemhû olur, Çerha Mesihâ tek (İsa gibi) uçar, Yektûy iken sadtû olur, Nezdik olur can dür ise, Şevkiyle vuslat-cû olur, Dil zinde olur her nefes, Fikri hemân yâ hû olur. Bir kul iken Sultan olur, Her zahme hem dârû olur. KISIM: 5 EVLİYAYI KİRAMIN KERAMETLERİ VE HER TEHLİKEDEN EMİN VE RAHAT OLDUKLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Evliyayı kiramın himmet ve îsârları Mevlâ’dır Arzû ve kaçış­ ları O’ndan yanadır. Mevlâdan başkası, onlara göre toz gibidir. Ev­ liyanın ibadeti O’nun huzurunda bulunmaktır. Adetleri, sırlan sak­ lamak, kerametleri örtmektir. Bir abid, bir arifi, hücresinde gördü ve ona: «Allâh-ü Teâlâ sa­ na bu halvette ne fayda vermiştir?» dedi. Arif cevabında: «Sulta­ nın sımnı açıklayan bir vezir gördün mü hiç? Sultan sırrım açık­ layan vezirine ne muamele eder? Abid, ne söyleyeceğini bilemedi. Veli mevcûd olanı dilediğinden, onun dileği yerine gelir. Halka gizli olan, veliye aşikâr olur. Halka zor olan veliye ko­ lay olur. Habeşi bir velî vardı. Vecd ve hal ona galip olunca, rengi 5BS

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

beyaz olurdu. Velinin hayatı hapis, ölümü hapishaneden çıkmak olur. Nefsin hazlarını unutup, zevk, huzur ve ünsü bulur. Hak Te­ âlâ veliyi muhafaza eder, bir an kendine bırakmaz. Bir arif der ki: Halvette zikrullah ile meşgul idim. Bir gün nefsim, nar yemek is­ tedi. Nar almak için pazara giderken, bir duvarın dibinde yatan çok hasta bir kimse gördüm. Sinekler ve arılar üzerine konup, etin­ den besleniyorlardı. Beni görünce Allah-ü Teâlâ’ya hamd etti. Se­ lâm verip şükretmesinin sebebini sordum. Cevabında: «Seni gör­ düm. Bir nar isteğiyle, Rahman’dan yüz çevirmişsin. Ben, kalbim onunla bulunduğu için şükrediyorum.» dedi. «Madem Allah-ü Te­ âlâ üe huzurdasın, bu karanlıktan seni kurtarması için niçin O’na dm etmezsin?» dedim. «Sen Allah-ü Teâlâya dua et de, seni bu ar­ zulardan kurtarsın. Çünkü anların yalaması, sineklerin ısırması ancak nefse oluyor, ama şehvet ve arzunun sokması, kalbi incitir,» dedi. Allah-ü Teâlâ, kulunu, kendine yakın veli yapmak istese, hi­ dayetiyle önce onu dünya sevgisinden kurtarır. Kendine ibadetle meşgul eder. Sonra az yemek, az içmek, az konuşmak, az uyumak ve İnsanlardan uzlet etmeyi, ona ilham edip, daimi zikir ve fikri ona ikram eder. Sonra tevekkül, tefviz, sabır ve rıza makamlarına ka­ vuşturup, kendi marifeti devletine ve sevgisi saadetine naü eder. Sonra onu huzur ve ünsiyyeti meclisine sokup, hikmet ilimleri ile gönlünü doldurur. Sonra kendi vahdaniyyet ve ferdâniyyetiyle ona tecelli edip, temiz ruhunu teselli eyler. İşte o kul, o zaman, kendi nefsinden uzak ve beri olup, huzura yakın ve veli olur. Korku ve ümid ondan gidip, karşılıklarında o kâmilin kalbine heybet ve üns gelir. Sonra kendi Sülfatlarından fâni olup, Hakkın sıfatları ile bekâ buldukta, o heybet ve üns ondan gidip Celâl ve Cemâlle mest olur. Hak Teâlâ evliya kullarından, onun için korku ve üzüntüyü giderip, «Biliniz ki, evliya için ne korku ne de üzüntü vardır,» bu­ yurdu. Çünkü korku, gelecek zamanla ilgili olup, arzu edilenin ka­ çırılmasından ve kötülük kazanmaktan sakınmaktır. Üzüntü ise, geçmiş zamanla ilgili olup .istenen bîr şeyi kaçırmış olmaktan veya kötülük elde etmekten pişman olup kederlenmektir. Halbuki velî, önce zamana ve hale uyar. Sonra ebû’l-vakt ve kemâl sahibi olur. Ne geçmişi bilir, ne de kalbine,gelecek gelir. Öyleyse onda, ne hü­ zün ne de gam, ne korku, ne de tehlike bulunur. Bir velî hakim de­ miştir ki, evliyadan korku ve üzüntünün giderilmesi, şunun içto* dir ki, onlarda ne kavga, ne çatışma olur. O halde rıza makamında 588

MARİFETNAME

muvafakat kılan, tam kullukla vasıflanan ve mutmain olan, huzur ve yakınlık devletini bulan emin velinin nasıl korku ve üzüntüsü olur! Çünkü onun şanı niyet ile zevk ve sevinç olur. KISIM: 6 EVLİYAYI KİRAMIN HAREKET, DURUŞ, BEREKET, İBADET, KAVUŞMA VE TASARRUFLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Evliyanm hal ve tavrı, sıfatlarıı, peygamberlere benzer. Onla­ rın edeb ve şartları peygamberlerinki gibidir. Evliyaullah, O’nun indinde, peygamberlik mertebesine yakın şehidler derecesindedir. Onlar, peygamberler gibi, Hakkın nzasmı kazanmak için, ana, ba­ ba, evlât ve akrabadan uzaklaşırlar. Onlar, mal ve makam sevgi­ sini terk edip, tevazu ve kanaatla nefislerim kırarlar. Nefsin lezzet­ lerinden ve fani isteklerden geçerler. Allah sevgisi ile gamlanıp, derdiyle nimetlenir, elemleriyle zevklnirler. Mevlâya yanarak, eri­ yerek yalvarıp, peygamber yolunda giderler. Onlarm kalbleri, sâhiblerine bağlıdır. Ruhları, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmıştır. İlim­ leri ilham ve hikmet, bir saatleri bir yıllık faat, bakışları ibret, ko­ nuşmaları hayır ve nasihattir. Lâtifeleri ağırlıkları kaddınr. Te­ bessümleri lutf ve şefkattir. Susmaları huzurdur. Nefesleri tesbîh ve ibadettir. Uykuları vahdet âlemini seyrdir. Ölümleri mübarek bayram, sevinç günü ve kavuşmaktır. Onlar kabz-ı kudrette saklı ve örtülüdürler. İki âlemde emin ve mesrurdurlar, muhaliflerine galibdirler. Evliya-yı kiramın kavuştuğu yol, adımla alman uzun ve kısa mesafe gibi değildir ki, herkes ayağındaki kuvvet kadar gidebilsin. Bu ruhanî bir yoldur. Gönüller onda seyr edip, düşünce ve him­ metleri oranında anlar. Gözü gördüğü kadar gidip, zikir, yakîn ve şühûd ile bu yolu alırlar. Bunun aslı, nazar-ı İlâhiden semavî bir nur olup, kulun kalbine inince, o kul, onunla bir bakışta iki âlemi hakikatiyle görür. Onunla külli akle erdikçe, ruhunu varlıklara si­ rayet etmiş görüp, eşyayı uzuvları gibi bulur. O halde, Allah-ü Teâlâ’nm yardımı ile, âlemdeki her şeyi tedbir edebilir. Onun için, o kâmil ve tasarruf sahibi olur. öyle olur ki ,adı geçen o nûru, bir kimse, yüz yıl arar, yine, kalbinde ondan bir eser bulamaz. Çünkü cahilliğinden, o nûru ara­ mada hatâ edip, murad alamaz. Kimisi onu elli yılda ancak bulur, 5B7

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kimisi on yılda bulabilir. Kimisi bir ayda, kimisi bir günde, kimisi bir saatte, belki bir anda, Hakkın inâyeti ile, o nûru kend gönlün, de bulur. Onunla marifet devletine erip, muhabbet saadetine n&ü olur. Arif ve kâmil olup, her muradını alır. NAZIM Kim bi haberse aşk ile dolmuş haberdir ol, Aşık ki, aşk-bin ola sâhib-i nazardır ol. Hâb ü hor etti âşıkı mahcûb kendinden, Vuslattadır, o demde ki, bî hâb ü hordur ol. Düştüyse nûr-i aşk dil ü cân-ı âşıka, Billah ki âfitab nedir hûtberdir ol. Baştan ayağa aşk ile pür nûrdur o kim, Derd ü belâ-yı aşk ile bî pâ vü serdir ol. Mihr-i cemâl-i aşkı gören cümle zerreden, İlm-i nazarda mâhir ü nûr-ı basardır ol. Fakr ü fenaya erdi eren cû’ ü samt ile, Devlette bâkıdır ebedî mu’teberdir ol. Ey Hakkı nâr-ı aşk ile sâf eyle kalbini Bu kimyâyı âmil olan ayn-ı zerdir ol. Kim bu tarikata girerse o hakikata kavuşur. Allah’tan gayrı ilgisini keserek zat-ı hakkın tevhidiyle meşgul olur. Böylece Hak Teâlâ ona mülk ve tasarruf ikrâm eder. Zira mülk, aslında iradeyi tüketir. Bu mülk ise, dünyada kazaya râzı olan evliya-yı kirama mahsustur. Yeryüzünün kara ve denizleri onların gönüllerine bir adımdır. Taş ve kiremit onlar için altm ve gümüştür. Cin ve insan­ lar, canavarlar ve kuşlar onların emrindedir. Onların istedikleri şey, arzularına uygun olur. Zira onlar, yalmz Allahü Teâlâmn murad ettiğini, irade ederler. Dilemediği şey meydana gelmez. Onla­ ra kimse heybetli gelmez. Ama onlar herkese heybtli görünür. Mevlâdan başka kimseye hizmet etmezler. Ama bütün mahlûkat onlara hizmet eder. Böylece ancak, Hak aşkına hizmet edebilirler. KISIM: 7 EVLİYAYI KİRAMIN MERTEBE VE MAKAMLARI, BEREKET VE KERAMETLERİ Ey Aziz,

Ehlullah diyorlar ki:

Evliyâ-yı

kiram, aba giyen ve akıl şarabını içen sultani#®*' 50ü

1

MARİFETNAME

Bu şarabın sarhoşluğu ile kendinden geçip içtikleri halde ayıktır­ lar. Hıkkm nazargâhı olmuşlardır. Evliya altın ve gümüşsüz zen­ gin, davul ve sancaksız padişahlardır. Evliya, Allah-ü Teâlâ’nın ör­ tüsü altındadırlar. Yakınlık yaygısı üzerinde mesrurlardır. Gönül­ leri Arşî, bedenleri vahşîdir. Yeryüzü onlara yaygı, sema çatıdır. Onların bedenleri ve ruhları ulvîdir. Sözleri nebevi, işleri melekîdir, ahlâkı İlâhidir, maişetleri tefviz ve tevekküldür. San’atlan sa­ bır ve tahammüldür, tutundukları teslim ve rızadır, lezzetleri fakr-ü fenâdır. Onlar hayrandırlar. Hak ile ünsiyyette ve kaimdirler. On­ lan sevene müjdeler olsun. Acaba dünya hükümdarları, bu salta­ natın yüzde birine malik midirler? Allah-ü Teâlâ âhiret mülkünü insan süresinin yirminci âyetin­ de şöyle vasfetmektedir: «Cennette, hangi tarafa bakarsan, anlatılmaz ni’ metler ve ge­ niş mülk görürsün.» Kerametin Çeşitleri: Bunu Allah-ü Teâlâ’nın feyz kaynağı İmam-ı Muhammed Ga­ zali (rahmetullahi aleyh) şöyle beyan eder: Hak Teâlâ kendi evli­ yasına kırk tane keramet vermiştir. Yirmisini dünyada, yirmisini ühirette ihsân eylemiştir. Dünyada olan kerametler: Hak Teâlâ’nm onları senâ etmesi, tazim etmesi, sevmesi, on­ ların işlerini tedbîr etmesi, rızıklarım kendi üzerine alması, onlara yardım etmesi, onlara enis olması, onları halka hizmet ve istihdam­ dan kurtarıp, aziz eylemesi, himmetlerini dünya ve ehlinden yük­ sek tutması, onlara hiç bir şeye muhtaç olmayan kalb vermesi, her halde temiz nefs vermesi, kalblerine hikmet ve hidayet olan nûru indirmesi, heybet ve vekar vermesi, göğüslerini geniş etmsi, onla­ rı kalblerde sevgili etmesi, onlara ait eşyâya bereket vermesi, dün­ yadaki bütün varlıkları onlara müsahhar (itaatli) kılması, yerin hazine anahtarlarını onlara vermesi, onları muhtaç ve hastalara, sıkıntıda olanlara yardımcı eylemesi, dualarını kbul eylemesidir. Ahirette olıı kerametler: Onların canlarını kolaylıkla alması, onları imân ve ma’rifette sâbit kılması, onlara rahatlık göndermesi, kabirlerini geniş etmesi, onları fitne ve korkudan koruması ve uzak eylemesi, onlara üns ve huzur ile nimetlendirmesi, ikram ve ihsânda dâim kılması, onlara hülleler ve tac giydirmesi, yüzlerini ak ve nurlu etmesi, onlan emin 5B»

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

kılmak ve beraât ile müjdelemesi, defterlerini kâfi görmesi, hesab etmemesi, mizâna çekmemesi, günahkârlara şefaatçi kılması, on­ ların nûruyla cehennem ateşini sâkin etmesi, Sıratı sür’atle geç. mesi, Kevser havuzundan içirmesi, sonsuz mülk vermesi, onlan

mak’ad-ı sıdka erdirmesi, onlara cemâl-i bâ-kemâlini niteliksiz gös­ termesidir. Yâ Rabbi, onlann sevgisini bize ihsan et ve bizi onlarla beraber kıl. KISIM : 8 EVLİYAYI KİRAMIN MÜŞAHADELERİNİN SONU VE ALAMETLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Müşâhede, mücâhedenin neticesidir. Müşahede, gayb hallerine kalbin muttali olmasıdır. Müşahede, kendi fenâsiyle eşyayı gör­ mektir. Müşahede mevsûfu sıfatında bulmaktır. Müşâhede, günah­ lardan uzak olup her halde Hak ile olmaktır. Müşahede, her mevcu tile maksûdu görmektir. Müşahede, kalb gözü ile matlubu görmektir. Müşahede lâtif bir hal olup, ruhları ve kalbleri, mahbubun cemali ile sevindirir, güzel eyler. Müşahid, Cebbarın nûr sırlarının mütalâasiyle, gayblan keşiftir. Hz. Ömer (radıyallahü anh) buyurur ki: «Benim kal­ bim Rabbimi görmüştür.» Hazret-i Ali (radıyallahü anh) : «Müşa­ hede, gözün görmesi değildir. Lâkin marifet nûru ile kalbin gör­ mesidir.» buyurdu. «Rabbime görmeden ibadet ediyorum,» sözü bu­ nu göstermektedir. Müşahede, gönül dostunu görmektir. Hakkı, sırrında müşahede eden âşıkm kalbinden cihan sâkıt olup, gözüne görünmez. Onun gönlünde ve gözünde, yalnız Mevlânm aşkı kalır. Müşahede üçtür: Biri Rabbi müşahededir. Birisi Rabden mü­ şahededir. Birisi de Rab için müşahededir. Müşahede, kulun, kendi sıfatından fâni olup, Rabbinin rubûbiyyetiyle bâkî kalmasıdır. Yok­ sa kendi zâtından fâni ve zât-ı pâk ile bâkî olur demek değildir. Hâşâ ve kellâ! Bu imkânsızdır. Böyle olur diyen sapıktır. Evliyanın seçkinleri, müşahededen bir an kalsalar, helâk olurlar. Zünnûn-i Mısrl (rahmetullahi aleyh) şöyle demiştir. «Çocuk­ ların bir adamı taşladıklarını gördüm. Bundan ne istersiniz? de­ dim. Rabbini gördüğünü zannediyor, aklı gitmiştir,» dediler. Ço­ cukların bu cevabım, o kimseden sordum. Hemen ağlayıp: «Valla­ hi, eğer ben O’nu müşahede etmesem, ona ibadet edici olmazdım,» 500



MARİFETNAME

dedi. Büyüklerden biri der ki: «Bir gün tımarhaneye gittim. Orada ayaklan bağlı bir genç gördüm. Yüksek sesle: «Yâ Rabbî, gökleri sırtıma vursan, dünyayı ayağıma bağlaşan da, bir an senden yüz çeviremem,» diyordu. Müşahede, her anda, Rabbin mülâhazası ile sırra riâyettir. Taatlerin en üstünü, her zaman Hakkı murakabedir. Müşahedenin alâmeti, Hak Teâlânm tercih ettiğini tercih etmektir. Onun ta’zim eylediğini ta’zim eylemek, tahkir eylediğini küçük görmektir. Mü­ şahedenin alâmeti herşeyden yüz çevirip Hak Teâlâ ile meşgul ol­ maktır. Müşahede sahibinin alâmeti şudur ki: Uyanıklığı uyku gi­ bi, uykusu uyanıklık gibi olur. Hareketi sükûn .sükûnu hareket gi­ bi olur. KISIM: 3 EVLİYA-YI KİRAMIN FENA, BEKA VE MAKAMLARI Ey Aziz! Ehlullah diyoıiar ki: Kul, kendi insanlık sıfatlarından fâni olunca, Mevlâmn sıfat­ lan ile bekâ bulur. İşte «Allah-ü Teâlâ’mn ahlâkı ile ahlâklanınız,» emrine uyup Esmâ-ı hüsnâsı ile sıfatlanmış olur. Fena fillah, aşa­ ğı nefse uymamaktır. Ulvî rûha uymaktır. Fenâ fillah, Hak’dan gayrisini fânî etmektir. Beka billah, Hakkın bekasıdır, devamıdır. Fena fillah, bekâ billâhdır. Beka hakikatlerinin başlangıcı, bütün günahlardan, masivadan fâni olmak, arınmaktır. O halde, halkı bil­ mez, ancak Hakkı bilir. Onu müşahede eder. Ona kavuşur. Fenâ üç çeşittir. Beka da üç çeşittir. Fenâ çeşitlerinden birisi; kul öyle fânî olur ki, kendi nefsinde bir hazzı kalmaz. Bir diğer Hakkı, nefsi için istemekten haya etmesidir. Üçüncüsü de, Hak’­ tan, Hak’tan başkasını istemekten haya etmesidir. İşte bu kul Mev­ lâmn ünsünde hayrân olur. Beka çeşitlerinin birincisi, marifet bekasiyle bekadır. İkincisi, muhabbet bekasiyle bekadır, üçüncüsü de üns bekasiyle bekadır. Demek ki fenâ, kulun sıfatlarının yok olmasıdır. Beka, kulun sıfatlarına karşılık Hakkın sıfatlarının bâdi olmasıdır. Bir kâmil der ki: Kendini Mevlâ için öyle yok eyle ki, sende, senden ve senin için bir şey kalmasın. O halde evliyâmn makamlarının sonu fenâ ve bekâdır. Ma’rifet yolunun sonu muhabbetle fenâdır. Fenâ’nın sonu, muhbûb ile bekadır. Bekâmn neticesi, Allah’ı görme ve ebe­ diyete yükselmedir. Sttl

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HZ.

sıfatı, bekâ Hâlık sıfatıdır. Nitekim Allah-ü Te­ sûresinde, «Üzerindeki herşey fânidir,» ve sonra: «Rab­ binin vechi (Zat-ı İlâhî) bâki kalır» buyurmuş, kendi bekâsını du­ yurmuştur. Vecd hâlinde gönül huzuru cem’iyyettir. Beşeriyete dalmak ve gafil olmak tekfikadır. Huzûr ve cem’iyyet, nimetlerin en lezzetlisidir. Gaflet ve tefrika büyük belâdır. Nitekim: «Cem’iy­ yet gibi ni’met yoktur. Tefrika gibi de azab yoktur,» sözü bu mâ­ nadadır. Fâni kul, nefsim ve herşeyi alemlerin rabbi ile, O’ndan ve O’na râcî müşahede etmelidir. Fenâ mahlûk

âlâ Rahman

FARİSİ NAZIM :

Din büyüklerine canla köle ol Bu fırkaya edeb ile hizmet et Kendisinden fâni olan kimseler Sözü, işitmesi, görmeleri bir O kâmillerden ben ne diyeyim Unutmaları olur mâsiva Konuşurlarsa hikmet söylerler Susarlarsa tefekkürde olurlar Zâhirde toprak gibi görünürler Eğer onlar bulunmasa cihanda Saf kalbleri arzulardan cüdâdır Yüzleri Hüdâdan esinti verir Onlara irfanları yeterlidir Kibr ü riyâyı onlar terk ederler Ful ve sıfatla hidâyet yolunda Saadet sofrasındandır ekmekleri Hayy’ın tevhidiyle aşkla bâkiler Allah katında yüzleri çok aktır Dualan olur her derde devâ Onlardan birisi isterse Hak’dan Eğer kahr geçerse gönüllerinden Sessiz nidâları ulaşır her an Elest bezmi her an kulaklarında Bir na'rayla şehri altüst ederler Bir kimse olursa onlara yakın Bir kimse durursa uzak onlara Halktan eziyet, sıkıntı görürler İnkâr dikeni ayaklarına batar Ne isterlerse ondan hemen olur. 593

MARİFETNAME

Yük çek ki, senin yükünü çeksinler Kötü kişileri Hakk’a ısmarla Hilim; süsü, ziyneti âriflerin Bu hilyeden ârî olur ham avam Onların yanında başın eğik ol, İşlerini hem Rabbin işi farz et, Rabbânî ahlâka âyinedirler. Rabbin kendilerinin nurlarıdır Halleri söze sığmaz, bildireyim Onlar Hak’dan olmazlar bir an cüdâ Bakarlarsa boşa nazar etmezler, Fikir kapısını zikirle açarlar, Fakat iki âlemden hâriçtirler. Gökten yere inmez idi bir damla, Rızaları hep nzâ-yı Hudâdır. Muameleleri elle değildir, Onlar Hak’dan başkasını ne bilir, Kibriya perdesinde hep giderler. Giderler muktedâ Ahmet ardında Kerâmettir sofradan dökülenleri, Onlar dosttan başka bir şey görmezler, Makamları anlatmaktan uzaktır, Nefesleri hastalaradır şifa, Ölüyü, diriltir Hak, duasından, Diri ölür o an, emirlerinden, Halleri tasdiktir Hakkı her zaman. Kâlû belâ deyip, onlar aşmada, Bir hamdeyle dağı yerinden sürerler, Yakın bilir geçti azabı Hakkın, Şüphesiz ki, sonu gitmektir nâra, Kötüden iyiden söz işitirler, Nâkeslere de hilim ile bakar, Derlerse dedikleri gibi olur, Kızma, yoksa seni dâra çekerler, Tâ ki bağışlanasın, yapsan hatâ, Akl nişânı ve vasfı velîlerin Velî vasfı bununla oldu tamam.

S93

KONU: 5

Evliyanın seçkinlerinin seçtiği yol olan Nakşibendi yolunun Hakka varan yollann en yakını olduğunu, onun üç nevinden herbirinin irfân devleti sermayesi olduğunu, o yolda ilerleyenin her kemâle mâlik olup, gizli hâl ve neş’eli gönülle üns ve huzûru bulduğunu, korku, sapıtma, tehlike ve melâlden emin olup kavuşma zülâli ile kâm aldığım yedi nevi ile beyân eder: KISIM: 1 NAKŞİBENDİ YOLUNUN RÜKÜN, HAKİKAT, USUL VE İNCELİKLERİ

Ey Azizi Evliyanın seçkinlerinden büyük pir ve mürşid Hace Muhammed Behâeddin Nakşibend ve onun değerli halîfeleri (aleyhimürrahme verrıdvân) demişlerdir kİ: Peygamberlerin en üstünü Muhammmed Mustafa (S.A.V.), evliyanın en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk (RA.) hazretlerine gizlice öğrettikleri, ilimlerin en üstünü olan huzûr ve marifet ilmi, insanların avamından, hattâ insanlar­ daki Hafaza meleklerinden bile gizlidir. O gizli hazîneye kavuşma yolunun esası ve çeşitli usulleri vardır. Bu yolun üç şartı vardır: a) Az yemek, b) Azuyumak, c) Az konuşmak. Az yemek, az uyu­ mağa, az uyumak az konuşmağa, az konuşmak kalb zikri ile tam teveccühe yardımcı ve gıdadır. Bunlardan murad, cân-ü gönülden Rabbin huzurudur. O halde, yemede, uyumada ve konuşmada, or­ ta dereceyi gözetmek yetişir. Nakşibendi tarikatının hakikati de üçtür: Hâtıraları giderme­ ye, kalble olan zikre ve murakabeye devam etmektir. Bunlar da birbirlerine yardımcı ve kuvvetlidir. Murakabe ise, Hak Teâlâ’nın, kâinatın bütün zerrelerine her zaman muttali olduğunu, kalbden bir an çıkarmamaktır. Bu tarikatın sonu, işte bu huzura ermektir. Bu yolun usulleri şu on iki kelimede bildirilmiştir: Nefy-i vucûd, bezl-i mevcûd, terk-i sûret, âzimetle amel, hoş der dem, nazar 504

MARİFETNAME

ber kadem, sefer der vatan, halvet der encümen, bid’attan kaçma, sünnete uyma, dâimi zikr ve tam teveccühdür. Bu yolun şartı bir ma’nâdır, Kalb ve ruhda Mevlâya muhab­ bettir. O halde arzu derdinin bürüdüğü gönülü, büyük ni’met bil­ melidir. Gece gündüz artması için çalışmak lâzımdır. Zira o ezelî sevgi olup, gönül aynasında» aksetmekte, parlamaktadır. Onun için o gönül muhabbet ve şevk ile dolmuştur. İşte Mevlâyı isteyici olan kimse, murad olunmuş velîdir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur ki: ^ «Allah onlan sever, onlar da Allah-ü Teâlâ’yı severler.»

Bununla kendi sevgisinin, kendine olan sevgilerin aslı oldu­ ğunu bildirir. Bu Nakşibendî yoluna bel bağlıyanlar ve bu arzu derdiyle za­ man zaman ağlıyanlar, görünüşte insanlar arasında bulunup hiz­ met görürler. Bâtında, ancak Hakkı bilirler ve bulurlar. Bedenleri­ ni halka, gönüllerini Hakka teslim ederler. Bu yol ile gizlice Hak­ ka doğru giderler. Dışardan yabancı, içerden aşina olurlar. Beden ağyar, gönül yar ile, kulak sadâ ile gönül Hudâ ile, göz rakîb, gönül habîble, dil söz ile, el san’atta, gönül hazrette, ayak gitmekte, gö­ nül zikretmekte, beden pos tile uykuda, gönül dost ile kâim, be­ den rahatla mekânda, gönül seyahatle cevlânda, beden sebeblerle kavgada, gönül mutlak üns-i Mevlâ’da bulunur. Onlar bu yol ile; hâtıralarını mesrûr ederler, her ne ederlerse gönülde örtülüdür. Muhabbetleri, sırları halka bildirilmez. İfşa ol­ maz. Gönülleri zevkine hiç zarar gelmez. Onlar, şöhret âfetinden uzak olup Allah-ü Teâlâ’nın seçkin evliyası olurlar. Onlar, kalb zik­ ri ile, zikr olunanı yakın ve çabuk bulurlar. Çünkü kalble zikir, Allah-ü Teâlâya en yakın yoldur. Her âfetten korunmuş ve uzak­ tır. Vahdet âleminin hayret edilecek anahtarıdır. O hazretin huzûr cemiyetini çekicidir. Fakr-ü fena devleti ile beka billah bulurlar. İzzet ve yükseklikle iki âlemde kâm alırlar. KISIM: 2 NAKŞİBENDİ YOLUNUN ÜÇ YOLU Ey Aziz! Hazret-i Hâce Behâeddin ve onun halifeleri Hâcegân-ı Güzîn (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) demişlerdir ki: Akaidi düzelttikten, emirleri yapıp yasaklardan sakındıktan sonra, bu tarikatımızın neticesi, Allah-ü Teâlâ ile devamlı huzur­ dur. Her an O’nu bilip, O’nunla olunca, Ondan gafil olunmaz. Bu 503

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI IIZ. huzûr, nefsde meleke hâline gelip gönülde kuvvetlenince şahede olur. Bu devlete kavuşmanın yolu üç türlüdür:

1

ismi mü­

— Kalbde zikir yoludur. Zikr eden, kalb huzuru ile Lâ İlâhe kelimesini tekrar eder. Lâ derken, Allah’tan başkasını yok düşünür, İllâllah derken, Allah-ü Teâlâ’nın varlığını kıdem ve be­ kâ nazariyle müşahede eder. Bu güzel kelimeyi tekrar ederken, di­ lini üst damağına yapıştırır. Hakikî kalbe bağlı ve bitişik olan yü­ rekle O’na teveccüh eder. Nefesini habs edip, göbeğini içine çekip tam kuvvetle öyle zikreder ki, onun eseri bütün uzuvlarına sirayet edip çok lezzet bulur. Meselâ bir kimsenin yanında otursa, bu tekrânndan haberdar olmaz. Bütün vakitlerini bu zikr ile geçirip, hiç­ bir meşguliyetle ondan ayrı kalmaz. Hattâ oturma, kalkma, dinle­ me, konuşma, yeme ve uyuma esnasında bile bu zikre bir kesilme ve gevşeme gelmez. Bazı işlerle bir gevşeklik gelirse, zikredenin on­ dan tamamen vaz geçmeyip, basiretle ona devam etmesi gerekir. Seher vaktinde bu kelimeye çok devam ederse, bereketi o günün so­ nuna kadar devam eder. Yatmadan önce bu zikri çok ederse, be­ reketi gecenin tamamına erişip, uyurken bile kalbi zikr eder. Zik­ reden, bu hal üzere zikre devam edince, arada bir kendinden geçip şuurunu yitirir. Bu, cezbenin başlangıcıdır. Zakirin kendini bu hale verip teslim olması lâzımdır. Elinden geldiği kadar onu korumalı­ dır. O hal azalmaya başlayınca, o da tekrarına başlar. Bu hayret, ardı arkası gelip birbirine eklenecek hale gelince, zakire bir mele­ ke hâsıl olur ki, her ne kadar o hal, bilfiil onun hâli olmayıp, hâli ilminde bulunursa da, onu istediği zaman az bir teveccühle o hâli bulup, o kendinden geçme hâliyle hallenebilir. Eğer zakirin mizacı, nefesin habsine tahammül edebiliyorsa, düşünceleri sürmede ve kendinden geçmekle hayret âlemine gitmede bunun tesiri tamam­ dır. Vicdani büyük bir lezzet onda dâimdir. İşte bunu isteyen zâkir, b zikre, anlatıldığı şekilde meşgul olduğunda nefesini tutup göbe­ ğine, içe doğru öyle kuvvetli alır ki, bedenin bütün kısımları ondan etkilenil’. Lâ İlâhe İllâllah kelimesinin mânasını kalbinde bulun­ durur. Diğer düşünceleri çıkarıp kelime-i tevhidin sayısını sayıp, üçte, beşte, yedide bir nefes alarak ilerler. Nihayet bir nefeste yirmibire çıkar. O zaman Zikrullahm nûru, onun kalbine iner. On­ dan günah düşüncesi tamamen çıkıp gider. Göğsü genişleyerek bü­ yük lezzete kavuşur. Yirmibirde bu hal el vermediyse ve gönül o zevk ve lezzete ermediyse, yeniden başlayıp, teklerde nefes alıp ilerler ve manâsım kalbinde tutup, göbeğini içine çekerek yirmibire gelsin. Böylece göğsün genişlemesi ile zevklenip lezzetle dolsun. O hâl ile fakr-ü fenâ devletini bulsun. Kalbi daima Hazret-i Hak'İllallah

506

MARİFETNAME

dan âgâh olsun. Öyle bir mertebeye ersin ki, o âgâhlığı gidermek istese, gideremesin. Gönülde ve gözde düşünce ve hayâli, Hak olup kendini bulmasın, istenen ancak budur ki, zâkirin sıfatlan fânî olup, zikr olunanın sıfatlan ile bâkî kalsın. Zikirden geçip O’nunla meşgul olsun. O’nun üns ve huzuruyla ebedî devlet ve saadete ka­ vuşsun. Yâ Rabbi, bize de müyesser eyle! KISIM: 3

NAKŞİBENDİ TARİKATININ İKİNCİ YOLU 2) Kalb teveccühü yoludur. Zâkir kalbiyle ism-i Celâle (Al­ lah Allah Allah) devam edip, bu mübarek ismin tesirinden anlaşı­ lan biçûn (nasıl olduğu bilinmeyen) mânâsım mülâhaza eder. O mânayı muhafaza edip, bütün idrak ve kuvvetleri ile kalbine te­ veccüh eder, yönelir. Bu teveccühe devam edip, o mânayı kendini zorlayarak muhafaza edip, bu külfet ve zorlama aradan kalkınca­ ya kadar sürdürür. Eğer o mâna cezbeden önce, o zâkirin vücudu­ na tamamen tesir ederse o zaman bu mânayı, bütün varlıklara şâ­ mil bir basit nur-ı kâmil sûretinde görmesi ve bu hal kayboluncaya kadar idrak kuvvetlerinin tümü ile kendi kalbine dönmesi lâzımdır. Zakir duygulu kalbiyle Allah dediği zaman, Allah-u Teâlâ’yı âle­ min tüm zerrelerinde bilip düşünmesi ve bu hal içinde öyle zikir yapmalı ki, kendinden geçsin ve öyle bir mertebeye gelsin ki, bu hal onun kalbinde daim olsun ve kalbinin bir sıfatı olarak yerleş­ sin, kalbin içi o nur ile dolup büyük bir lezzet duysun. Gönül bu zikir ile meşgulken ona Meleküt âleminin kapısı açı­ lır, zakir öyle hayretler içinde kalır ki onu seyrederken bütün zikir ve fikri bırakır, zakire düşen, o hayrete dalarken gönlün halleri ne ise yine gönülde kalsın ve bu sırları halka söylemeyip şeriat yolun­ dan dışarı çıkmamasıdır. Zakir o hayret hali kendisinden gittikten sonra yine zikrine devam etmeli, hayret hali tekrar geldiğinde ise başka bir işle uğraşmaktan vazgeçip o durum kendisinden yok oluncaya kadar o halde kalmalıdır. Çünkü zikretmek, mana kapı­ sını çalmak demektir. Hayret ise Mevlâ kapışırım açıldığını gör­ mektir. Kapı açıldıktan sonra artık o kapıyı çalmaya gerek var mı­ dır? O zaman kalbin susması hayırlıdır. Bu hayret, birbiri ardınca gelir ve gittikçe de artar, öyle ki o . zakir, vakitlerinin çoğunda bu hayrette kalır. Zakir bu hayret için­ de öyle dalmalı ki, kendi sıfatlarından yok olup Allah’m sıfatlarıy597

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. la şimali

ve beşer köleliğinden kurtulup kendi âleminde saltanat

bulmalıdır. Ermişlerin kalplerinin kuvveti fazla, bu yokluğu bulan kâmilJerin mutluluğu çoktur. İtikâf ve halyet ona üstünlüktür. Birlik ve yalnızlık ona çokluktur. Teneffüsü teşbih ve ibadet, konuşması hikmet pınarı, fiilleri ibadet ve hizmet, âdeti yakınlık ve dostluk, bakışı ibret verici, fikri görmek ve bilmek, ahlâkı bütün insanlara şefkat ve merhamettir. Çünkü İlâhî şarapla mest olup kendinden geçmiş, muhabbet denizine gömülmüştür. Her halde Cenab-ı Hak­ kın yüksek huzurundadır ve bütün zıdlarla yoldaşdır, onlarla ko­ nuşmaktadır.

Nerede bulunursa bulunsun rahat ve huzur içindedir ve mu‘ halif rüzgârlardan kederlenmez, cam canandan bir an bile ayrıl­ maz. Gönlü dışa meyletmez, kimseden korku ve umudu kalmaz. İçinde ve dışında Allah’tan başkası bulunmaz. Gözünü yumsa fena fillah mertebesindedir ve eğer açarsa beka billah mertebesindedir. Bu haller ve makamlar, bu mertebe ve kemâller, belki bir yıl­ da, belki 40 gün, belki 10 gün, belki bir günde, belki de bir saat ve­ ya bir anda Allah'ın lütuf ve inayetiyle ve Müridin istidadına göre hasıl olup ve gönül, sadakat ve içten bir duygu ile yaptığı yönelişle dostuna (Allah’a) erişir. Eğer zâkir her an Allah’ı düşünmekten boş kalmazsa ve uyur­ ken bile Allah’ı zikreder ve ondan uzak durmazsa, onun uykusu# uyanıklığı gibi Hakkın huzuru olur ve fakirlikle yokluk devletini çabuk bulur. Çünkü bu Allah isminin özellikleri ve etkileri çoktur. Allah, Allah, Allah diye zikreden Mürid, ondan kuvvet bulur ve huzur içinde olur. Mülk ve Meleküte tasarruf etme yetkisini kaza­ nıp her muradına erer. KISIM: 4 NAKŞİBENDİ TARİKATININ ÜÇÜNCÜ YOLU Hoca Bahaeddin Hazretleriyle Halifeleri demişlerdir ki: 3) Üçüncüsü, kalbin bağlanış yoludur. Mürid, kalbini Allah’­ ın huzurunda ve tam bir teslimiyetle kânıir bil mürşide bağlarsa, o, müşahede makamını bulur ve İlâhî isimlerle sıfatlar, muhakkak ona görünür. Sonra o Mürşid-i kâmilin yüzü suyu hürmetine Al­ lah’ı anmanın faydasını görür ve onun güzel sohbeti, ilâhî sohbe­ te erme neticesini verir. Çünkü o değerli Mürşidin mübarek yüzü508

MARİFETNAME

nü görmek ve söylediği hikmetli sözleri dinlemek bu sonuca ulaş­ mayı kolaylaştırır. Mürid bu mürşidin eserlerini kalbinde yazar ve gücü yettiğince onları ezberler ve eğer o manaya bir eksiklik ge­ lirse tekrar onun sohbetine başvurur. Onun sohbeti bereketiyle o mana ışığı kalbine akmcaya dek mürid o kâmil mürşidin huzuru­ na gidip ikinci defa ona müracaat edince o manayı bir mertebe ola­ rak kalbinde kökleştirir ki, mürşidinden ayrılsa bile onun suretini hayalinde tutup içli dışlı bütün kuvvetleriyle kendi kalbine çevirip, kalbine gelen her hatırayı atar. Böylece yalnız onun hayal ve ha­ tıraları kalır. Tâ ki, ona bir hayret hali gelinceye kadar. Bu durumu tekrar tekrar yapmak suretiyle hayret hali ken­ disinde bir alışkanlık oluşturur ve böylece fakirlikle fenâ devletini bulur. Bundan daha yakın bir yol olmaz. Ancak Mürid, daha isti­ datlı olursa durum değişir ve Mürşid-i Kâmil ona tasarruf eder ve ilk sohbette onu, müşahede mertebesine kavuşturabilir. Sonra is­ tidatlı mürid, bir Mürşid-i Kâmili, Allah’ı bilmek için sebeb kılsa ye gece gündüz bütün söz ve hareketlerinde onun yolundan yürüse, o mürşidin nurlu yüzü onun hatırından bir an bile gitmezse, otu­ rurken, kalkarken, yemek yerden, ondan bir an bile gaflette bulun­ maz, daima zihninde yaşarsa her ne kadar bu halin devamı, mü­ rid için epey zahmetli olursa da bunun sonunda öyle bir mertebe­ ye erer ki, Mürşid-i Kâmilin sureti kalbinde kökleşir ve artık her an onu zahmetsizce tahayyül edebilir. Sonra gayp âleminden Mürşidin kalbine akan İlâhî bilgi ve hikmetler aynen, Müridin kalbine akma yolunu bulur. Fakat terk-i edep sebebiyle bu feyiz yolu Müritte bozulabilir. Onun için bu bağ­ lantı yolunu düzeltmek zor olur. Bu zamanda böyle aziz ve yüksek bir Mürşidin sohbetini bulmak büyük bir şans ve bir nimettir. Son­ ra irfan isteklisi, veliler mertebesine erinceye kadar bu iki yoldan birinde yürümesi lâzımdır. Yani veli, ya inzivaya çekilir veya irşad vazifesiyle halkın içinde yaşar. Şu halde veliler iki sınıftır. İnzivaya çekilen veli, şerefli ve de­ ğerlidir. Halk arasına karışan veli de kemali ile kendisini tanıtır. Her ikisinin de muradı halka faydalı hizmette bulunmaktır. Çün­ kü onlar benliklerinden geçmiş, sevgi bardağıyla İlâhî şarabı içmiş­ lerdir. Dostu bulmuşlar ve O'ndan muradlarım almışlardır. İşleri, gönüllerine engel olmaz. Çünkü gönülleriyle her an huzurdadırlar. Bu makamda iman belli olur. Belli olan, göz için görünmez olur. Ayrılma ve kavuşma onlar için eşittir. Yaşamak ve ölmek on­ lar için ikisi de kolaydır. Bu gibi velilerin sohbetini bulana ne mut50ü

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

lu? Onların kadir ve kıymetlerini bilip saygı gösterene ve sadakati onlara hizmet edip kendilerine gönülden teslim olana ne mutim KISIM: 5 NAKŞİBENDİ TARİKATINA GİRENİN HER KEMALİ KAZANI» KALP ANLAYIŞINI BULDUĞU, HADİSE VE NUR GİBİ OLAYLARDAN ÇEKİNİP ALLAH’A YÖNELDİĞİ, GÖNLÜNÜN SEVİNÇLE DOLUP HALİNİN ÖRTÜLÜ KALDIĞI VE ALLAH’IM HUZURUNA VARMAK İÇİN GAFİLLERDEN ÇEKİNDİĞİ Hoca Bahaeddin Hazretleriyle Halifeleri demişlerdir ki: Bütün vakitlerde kalbe yöneliş, kalb anlayışını sağlar. Kalbin anlayışı demek, yalnız veya topluluk içinde geçen vakitlerin muhasebesini yapmak değildir. Vâkıf olmak, sayıları birbiriyle karsı, laştınp bir neticeye varmak da değildir. Bazen öyle olur ki, yukanda (2. ve 3. cü kısımda) anlatılan üç yoldan birinde sâlike hâdise ve nurlar görünür. Sâlik (bu yola giren kişi), o zaman bunlardan uzak kalmaya çalışacak ve istediği hakikatle (Allah’la) meşgul ola­ caktır. Çünkü o nurlar ve hâdiseler ancak ibadetin kabul edildiği­ ni belirten alâmetlerdir. Onları gördükten sonra faydaları kalmaz. Allah'ın yardımıyla bu hakikat yolunu bulan kimsenin kendi­ sini aleme belli ettirmemesi şarttır. Mümkün olduğu kadar onu gizlemeye çalışsın, mahremden ve namahremden saklasın. Çünkü bu yolun binası görünüşte halkla olmaktır. Fakat gönülde Allah’­ ın huzurunda bulunmaktır. Bu yolun en güzel örtüsü konuşma ve istifade etme şeklidir ki, bu suretle âlimler rahat, selâmet ve safaya ererler. Sonra ilim ehline şöyle emir olunmuştur. O kavuşma ve huzu­ ra varışı bu suretle gizleyip halkın gözünden uzak tutunuz ve yal­ nız kitaptan konuşunuz. Bu yola girenlerin, girmeyenlerin sohbet­ lerinden uzak durmaları özellikle iman nurundan uzak olup, nur feyzini vermek iddiasıyla yalancıktan yırtık elbiseleri giyip ömrü­ nü geçiren kötü insanlardan çekinmeleri ve ondan uzak durmaları gereklidir ki, kötü duruma düşmeyip mutlu olsunlar. Yine bu yola girenlerin geçmişteki hallerden ve gelecekteki iş­ lerden tamamen uzak kalmaları ve onlan zihinlerinden atmaları* zihinlerini yalnızca Hak fikri ile doldurup iki cihanı unutmaları ve her nefeste Allah’ı zikir etmeleri lâzımdır ki, Allah’ın huzurunu 600

MARİFETNAME bulsun ve kendi sıfatlarından yok olup Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıyla başbaşa kalsınlar. Bu yolun adap ve erkânının en önemlileri olan bu öğütlerin dışında şunlara da dikkat edin: Faydalı ilim ve sâlih amel hususunda ehl-i sünnet vel-cemaatle beraber ol. Tefsir, Hadis ve Fıkıh öğrenip cahil sofulardan uzak kal. İman ve müezzin olmayıp namazını cemaatla kıl ki, her çeşit şehvet ve afetlerden selâmette kalasın ve hiç bir makama bağlı kalmayıp kavgadan kurtulasm. Mahkeme-i kazaya hazır olmayıp, suçlular defterine adım yazdırma. Kimseye vekil ve kefil olmayıp, halkın vaziyetlerine karışma ki rahat bulasın. Büyük insanlarla ve onların çocuklarıyla görüşüp konuşma. Adı çıkmış yerlerde eğlen­ me, cahillerle zenginlerden kaç, kadın ve hizmetçilerle sohbet et­ me. Elden geldiğince bekâr kalıp evlenme ki dünyaya karşı meylin olmasın. Şayet dünyaya karşı meylin olursa, onu dininle değiştir­ me. Çok kadın almak belâsıyla rezil olma ve helâl ile kanaat edip haram yeme. Şaka yapma huyundan vazgeçip fazla gülme ki kalbini öldür­ meyesin. Herkese şefkat gözü ile bakıp hiç bir kimseyi küçük gör­ me. Kimseden bir şey isteme, kimseye de hizmet teklifinde bulun­ ma. İhtiyaçlarını hastalıklarını, altınlarım ve zevklerini saklayıp halka duyurma. Zakiri ziynetleri bırakıp temiz ahlâk ve iyi hare-, ketlerle içini süsleyesin. Kâmil velileri ve ilimleriyle amel eden âlim­ leri bulduğun zaman, onlara büyük hürmette bulun, selâm verip ellerinden öp, huzurlarında edep ve haya ile otur ve sana düşen işlerini, hizmetlerini camnla, malınla gönülden yap, hizmetlerini saltanat, sohbetlerini ganimet, muhabbetlerini saadet bil. ki nza ve dualarını kazanasın. Hızır ile Musa A.S.’ın kıssasını unutma, onla­ rın söz ve hareketlerini mantığınla inkâr etme. Çünkü inkâr etmek uğursuzluk verir. Velileri inkâr eden, onların bilgi ve sevgilerinden mahrum kalır. Hiç kimse ile mücadele etme, aksine gitme, itirazda bulunma, kötü insanları Allah’a havale et. Kimseyi gıybet etme. Dünyanın süsüne itibar etme, ehline güvenme. Çünkü dünya ehli, kendisi gibi vefasızdır, sohbetleri de huzursuz ve safasızdır. Halbu­ ki senin sermayen şeriat, mekânın sahra ve mescit, dostun Hz. Mev­ lâ olsun.

601

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: % İRFAN YOLUNDAN, HİDAYET CADDESİNDEN SAPIKLARIN ÇUKURUNA DÜŞEN MUBAHİLERİN KUSUR VE HATALARI Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki: Mubahiler, Allah’ın hükümlerini reddeden ve İslâm dininin gösterdiği yoldan çıkıp yanlış yoldan yürüyenlerdir. Bu bilgisizlik ve hatayı gösterenler, beş gruba ayrılırlar: 1 — Cenab-ı Hakka İman etmeyenler: Onun zat ve sıfatlarını, vehm ve hayallerle, kıyas ve misallerle öğrenmek istemişlerdir. Bu gruptaki mubahiler Allah’ı idrak edemediklerinden ve O’nun âlem­ deki tasarrufunu, kâinatı idare edişini, tabiat ve yıldızların eseri olduğunu sandılar. Alemin bu akıl almaz tertibini, ahenk ve düze­ nini, kendiliğinden oluşmuş ezeli ve ebedi kabul ettiler. Bunlara göre insan, hayvan, bitki ve madenlerin hepsi de yıldızların ve ta­ biatın etkisi altında düzenini yürütmektedir. Alemin dışında bir yaratıcı yoktur. Bu düzen, kendiliğinden kurulmuştur. 2 — ölümden sonra tekrar dirilmeye ve mahşer gününde he­ sabın görüleceğine inanmayanlar: İnsan ve hayvan, bitki gibi bi­ ter ve onlar gibi ölüp bir daha dirilmezler. Ruhların tekrar eski cesetlerini bulup bir yerde toplanmaları, hesaba çekilerek hesap­ larının mükâfat veya azap görmeleri de imkânsızdır. Bunların bu hata ve inkârları, kendi nefislerini bilmemelerinden ve cehaletlerindendir. Çünkü onlar, ruhu hayvani ruhtan ibaret sandılar. Hal­ buki gerçek ruh, İnsanî ruhtur. İrfan yeri, Allah’ın muhatabı ve baki olan bu ruhtur. Bu ruhun bedenden ayrılışına ölüm diyoruz. İşte yarnlan bu ikinci grup, bu insani ruhu idrak edememişlerdir. 3 — Ahlâkın düzelebileceğine ,iyi ahlâkın kazanılabileceğine inanmayanlar: Bunlar şöyle diyorlar: Şeriat bize kalbimizi öfkeden, şehvetten, riyadan »kirlikten temizlenmemizi emrediyor. Halbuki bu mümkün değildir. Çünkü nefsimiz, bu sıfatlarla yoğrularak ya­ ratılmıştır. İnsanın karakterini değiştirmek imkânsızdır. Nasıl si­ yah derili bir inşam beyaz derili insan yapmak mümkün değilse, bunun gibi nefsimizi de aslı olan karakterinden sıyırıp temizlemek mümkün değildir. Bunlar şeriatın, insandaki bu sıfatların nefsimiz­ den tamamen çıkarılmasını değil, onları akıl ve iradenin kontrolü 602

MARİFETNAME

altına alınmasını emrettiğini bilmezler. Bunun kolay ve mümkün olduğu tecrübeyle sabittir. Nitekim Peygamberimiz (S.A.V.) de gençliğinde beşeri sıfatları galipken Nübüvvetten sonra hepsini yendiğini hadis-i şeriflerinde bildirmişlerdir. Hak Teâlâ da Kur’an’ı . Kerim'de, kin, öfke, hased ve şehveti, akıl ve iradelerinin kuvvetiy­ le yenenleri öğmüştür. *■■■’• i 4 — Nefislerine mağrur olup kendilerini dâhi ve olgun bilen­ ler: Onlar diyorlar ki: Biz, bu seviyeye geldiğimize göre, haram sa­ yılan şeylerden bize bir zarar gelmez. Bu halle gönlümüz bir der­ yaya benzer. Nasıl denizi, pislikler kirletemiyorsa, kalbimizi de hiç bir haram kirletemez. Bunlar, deniz gibi olmanın bir durgunluk ol­ duğuna, hiç bir rüzgârla kımıldamadığına ve böylece kendilerinin de hiç bir şeyden kederlenmediklerine inanırlar. Halbuki, bir kim­ se onlarla konuşurken gereken hürmeti kendilerine göstermezse veya onlarla alay edip şaka yapsa yahut onurlarma dokunur bir söz söylese, ona aylarca, senelerce düşmanlık yapmaktan ve elle­ rinden gelen zararı vermekten çekinmezler. Bir kimse onların elin­ den mal ve paralarını alacak olsa, dünya başlarına dar gelir, gözle­ ri kararır, kederlerinden akıllan dağılır. Çünkü onlar, öfke ve şeh­ vetin kölesidirler. Kibir ve gururlarıyla böbürlenirle. Ne olgunlaş­ mış, ne de insaniyette kemale ermişlerdir. Bu yönden eksiklik için­ dedirler. Bunlar, bilgisizlik, gaflet ve gurur içinde olduklarından bu yanlış, mantık fikirleri benimsemişlerdir. Halbuki Peygamber­ ler ve veliler bir hatâ işlediklerinde hemen ağlar, tövbe ederler. 5 — Cenab-ı Hakk’m merhametine, affına dayanarak O’nun kahredici, azap verici sıfatından emin olduklarına inananlar: On­ lar şu görüşü ileri sürerler: «Allah, gafur ve kerimdir, rauf ve ra­ himdir. Kullarına, ana ve babalarından daha şefkatlidir. Bu sebep­ ten ayıplarımızı örter, hata ve günahlarımızı bağışlar.» Bunlar, Cenab-ı Hakkın ayıpları, kusurları örten ve günahlan bağışlayan sıfatı yamnda kahredici ve azap verici sıfatım unutu­ yorlar. Sonra bunlar diyorlar ki: «Hak Teâlâ ibadetlerimizden müs­ tağnidir. O’nun ibadetimize ihtiyacı olmadığı gibi, O’na bir faydası da yok. Bizim isyanlarımızdan ve günah işlememizden de O’na hiç bir zarar gelmez. Gerçi ibadet faziletli ve yapana sevap getirici bir ameldir. Fakat Hak Teâlâ’ya madem ki faydası yok o halde yapıl­ masına ne gerek var.» Gerçekten bu gafillerin, bu mantıksız görüşü ileri sürenlerin 603

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

sözleri bir hastanın şu sözlerine benzer: Doktorlar, kendisine; seni bu hastalıktan ancak kuvvetli bir perhiz kurtarır, şu ilâçları da al iyileşirsin, dediğinde hasta doktora; ben perhiz yapsam ve ilâç İç­ sem, sana ne fayda ve zarar gelir dese hastanın bu sözü doğrudur. Fakat perhiz yapmaz ve ilâç içmezse kendisi ölür. İşte bu gruba göre de isyanla ibadet birdir. Bunlar, isyanın haramın öldürücü ve kötü olduğunu anlıyamamışlardır. İbadetin, her iyiliğe faydalı ve yol gösterici olduğunu bümezler. Hastalık, nasıl vücudu eritip öldürüyorsa isyan ve haram da kalbi karartır ve öldürür. Perhiz ve ilâç, bedene nasıl sıhhat veriyorsa, ibadet de kalbi temizler ve Al-lah’ın rızasını kazandırır. Haram ve günah şekavettir. Tâat ve iba­ det saadettir. Haram ve günah nefsin, şeytanın yolu, tâat ve ibadet Allah’ın yoludur. KISIM: 7 TASAVVUF EHLİNİN 12 FIRKA OLDUĞU, BUNLARDAN SADECE BİR TANESİNİN KURTULDUĞU, DİĞER FIRKALARIN SAPITIP HER BİRİNİN NE ŞEKİLDE BELASINI BULDUĞU Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki: Tasavvuf bir ilimdir. Hak Teâlâ’mn sıfatlarından ve ona nasıl kavuşulabileceğinden bahseder. Kulu, bu ilmi öğrenmeye sürükle­ yen Allah sevgisidir. Kalbinde Allah’tan gayrısına yer vermeyen sofu bu ilmi öğrenir. Çünkü tasavvur, kişinin Allah’tan gayrısına olan sevgiyi kalbinden atması ve gönlünde sadece Cenab-ı Hakk’m muhabbetine yer vermesidir. Ehl-i sünnet ve cemaat üzere itikadım düzeltip Peygamberimiz S.A.V.) Efendimizin sözlerine, hareketleri­ ne ve ahlâkına uyup izinden gitmesidir. Tasavvur, kötü ahlâkı de­ ğiştirip en güzel ahlâkı benimsemek, daimî ve içten gelen bir duy­ gu ile Allah’m zikrine devam etmek ve bu yolla O’nun huzuruna varmaktır. 555. H. yılında mutasavvuflar, 12 fırkaya bölünmüştür. Bun­ ların bir tanesi şeriata, ehl-i sünnet vel-cemaate uyup hidayet yo­ lunu bulmuş ve muradına ermiştir. 11 fırka ise biat yoluna sapa­ rak delâlet çukuruna düşmüştür. Bu fırkaların isimleri şunlardır: Evliyaiyye, Hübbiyye, Şemrahiyye, Ebahiyye, Haliyye, Hululiyye, Huriyye, Vakıfiyye, Mütecahiliyye, Mütekâsiliyye, Ilhamiyye. Bun­

MARİFETNAME

ların hepsinin de fikri bozuk, fesat ve fitne ile doludur. Bunlardan uzak kalan Allah’a yakındır, dinî itikadı fitne ve fesada uğramadan metanet ve selâmeti bulmuştur. Bu fırkalar iman sahibi oldukları halde, nefislerinin arzu ve heveslerine uydukları ve şeriat hükümlerini küçümsedikleri için Hak Teâlâ onlara sapık hayallerle uğraşma belâsım vermiştir. Her fırka sapık mezhebiyle nam salmış ve böylece Allah’m kapısından uzaklaşmışlardır. 1) Evliyaiyye fırkasının görüşü: Bu yola giren kişi, veli mer­ tebesine erişti mi, şeriatm bütün emirlerini yapmak mecburiyetin­ den kurtulur ve bu velinin makam ve mertebesi, Peygamberlerden daha üstün olur. Halbuki böyle bir inancı taşıyanın kalbinde din ve imanın zerresi kalmaz. Çünkü ruh bedenden çıkmadıkça şeriat emirleri hiç bir zaman Müslümamn boynundan sakıt olmaz ve hiç bir vli, Peygamberlik makam ve mertebesine erişemez. 2)) Hübbiyye fırkasının görüşü: «Bir kulun kalbinde Allah’­ tan başka şeylere karşı sevgisi kalmaz ve sadece Allah sevgisi ya­ şarsa, o kul artık namaz kılma, oruç tutma ve şeriatm bütün hü­ kümlerini yapma zorunluluğundan kurtulur, hatta haram olan her şey ona helâl olur.» Halbuki şer’an, harama helâl diyen kimse dinsizdir. İşte bu görüşün sapıklık olduğunu idrak edemiyen bu fırka mensupları, bütün haram şeyleri seve seve yapmaktan çekin­ memişlerdir. 3) Şemrahiyye fırkasının görüşü: «Kul İlâhî huzurda bulun­ mak ve sohbetine nail olmak mertebesine erişti mi, şeriatm emir ve yasaklarına uymak mecburiyeti ondan sakıt olur. Çalgı seslerini dinlemek, kadınları bir çiçek gibi koklamak ve onlardan faydalan­ mak, ona helâl olur.» Bu görüşü benimseyip zevk-u safa içinde ya­ şayan bu fırkanın kurucusu Abdullah Şemrah ile mensuplanmn öldürülmesi dinen vaciptir. Çünkü sapık fikirleri fitne ve fesad saç­ mıştır. 4) Ebahiyye fırkasının görüşü: «Biz, nefsimize hükmetmek gücüne sahip değiliz ki onu haramdan, kötülüklerden men edebile­ lim. Herkesin malı ve karısı bizim için mübah ve helâldır. Nefsin arzu ve hevesini çeken bir şeyi ona yasak kılmak küfürdür.» Bu aşırı fikirlerin sahipleri, kötülükleri çok olduğundan ve küfre gi­ den kimselerdir. 5) Haliyye fırkasının görüşü: «Çalgı çalmak ve oynamak helâldir. Bu çalgı ve oyun anında kendimizden geçip bize şeyhimiz­ den bir halet gelir.» Bu fırkamn görüşü de tamamen batü ve fesa­ da yol açıcıdır.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

6) Hululiyye fırkasının görüşü: «Güzel kadına ve sevimli oğ­ lana bakmak helâldir. Çünkü bu, insanın yaradılışında o lan bir haldir. Güzellere bakarak sevinç ve neşe içinde oynamak hali, Al­ lah'ın sıfatlarından biridir ki, bize gelmiştir. Canımız, bedenimiz hepsi onundur,» der ve birbirlerine sarılıp öpüşürler, halka olup oynar, tepinirler. Bunlar da tamamen sapık görüşün sahihleridir. 7) Huriyye fırkasının görüşü: Kendimizden geçtiğimiz zaman bize Cemıetten huri kızları gelir. Onlarla yatar, kalkarız ve kendi­ mize geldiğimizde bize gusül (yıkanmak) lâzım gelir.» Halbuki bu görüşü kabulu eden ve buna inanan da kâfir olur. 8) Vakıfıyye fırkasının görüşü: «Bu fırkanın mensuplan; kul, Allah’ı bilmek ve tanımaktan acizdir. Onu idrak etmeğe, insa­ nın gücü yetmez» demektedirler. Oysa Kur’an-ı Kerim’deki âyetle­ re ve Hz. Peygamber Efendimizin hadîslerine göre insan, aklen Allah’ı kolayca idrak edebilir. Aksi takdirde Allah’a inanma tekli­ fim insanlara yapmak gereksiz bir şey olurdu. Bu inançta olanlar da sapıktır. Görüşleri fitne ve fesada yol açtığından zararlıdır. 9) Mütecahiliyye fırkasının görüşü: Biz gösterişten korkar ve çekiniriz. Onun için salih insanların giyimini bırakıp fasık, sapık insanların elbiselerini giyer, halkın içine gireriz. Bu görüş de şeri­ ata uymaz, dolayısıyla mensuplan da sapıktır. 10) Mütekâsiliyye fırkasının görüşü: «Bunlar, bu dünyaya gelmekten maksat, vücudu beslemektir. Bu dünyaya gelişin başka bir gayesi yoktur.» derler. Çalışıp kazanmayı bırakıp kapı kapı do­ laşır, dilencilik ederler. Her ne verilir ve ne bulurlarsa yiyip içip gezerler. Bunların bu hareketi do şeriata uygun değildir. Çünkü İslâm dininde çalışıp kazanmak insana farzdır. Dolayısıyla bu gö­ rüşün mensupları da sapıktır. 11) İlhamiyye fırkasının görüşü: «Şairlerin, ediplerin kitap­ ları kur’an gibi gerçek yolu gösterir. Hepsi de hakikattir. O halde Kur’an, hadis ve fıkıhı öğrenmeye gerek yoktur. Edip, şair ve ha­ kimlerin kitapları İlâhî ilhamlardır. Onları okumak yeterlidir. Bun­ lar da bu görüşleriyle ömürlerini sapıklıkta geçirirler. Doğru ve Allah yolundan giden fırka ise Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler, dinimize ve dünyamıza kâfidir. Şeriat bize yeter, derler. Bunlar, hidayete ermiş, Peygamberin (S.A.V.) yolundan gi­ derek veliler zümresine katılmışlardır. Allah yolunda ilerlemiş, ha­ kikat ilmini kazanmış ve İlâhî huzur ve ünse varmış, muhabbet deryasına dalmışlardır. Fena fillâh olup onunla kalmışlar, ebedi devlet ve saadete ermişlerdir. 006

MARİFETNAME

NAZIM Saray-ı din esasıdır şeriat Tarik-ı Hak hidasıdır şeriat Budur ol kapu dergâh-ı Hakk’a Ki yolun iptidasıdır şeriat Dahi bununla bu yol hatmolunur Bu rahın intikasıdır şeriat Sırat-ı müstakime davet eden Munadiler nidasıdır şeriat Şeriat Enbiyamn sünnetidir Kanunun ihtidasıdır şeriat Hûda'nın leyle-i miraç içinde Habibine atasıdır şeriat Yirmi üç yıla dek Cebrail’in Ana vahy-ı Hüdasıdır şeriat Cihanda çoktur envai ulumun Kamusunun hemasıdır şeriat Bu nefsi kâfiri katletmek için Hakk’ın hükmü kazasıdır şeriat Cihad-ı ekber eden ehl-i irfan Kulubunun safâsıdır şeriat Tarikat kurbanının önünde Delil ve müktedâsıdır şeriat Hakikat gerçi sultanlıktır amma Önünde anın livasıdır şeriat Şeriatten veli yad olmaz asla Velinin aşinasıdır şeriat Şeriatle durur arz-u semavat Bu dünyanın binasıdır şeriat Ne bilsin şer-i pâkl ehli ilhad Ol a’dânın cefasıdır şeriat Hemen anlar da aklınca sanır kim Nizam için olasıdır şeriat Sakın camm sakın anlar gibi hem Deme sen de nolasıdır şeriat Şeriatsız hakikat olur elhad Hakikat gün ziyasıdır şeriat Ziyası olmayan şemsi de yok bil Hakikatle kıyasidir şeriat Cihana bir veli gelmez ki illâ 607

ERZURUMLU ÎBRAHlM HAKKI HZ. Elinde anm asasıdır şeriat Dahi başında tac-u ş&l ve kisvet Hem eknında ab&sıdır şeriat Hakikat camdır ancak velinin Canından maadasıdır şeriat Hakikat Arş-ı âlâdır muhakkak O Arşın istivasıdır şeriat Beden bulmaz beka; can olmadıkça Hakikat ten bekasıdır şeriat Sakın soyma anı nâ mahrem içre Yüzün suyu hayasıdır şeriat Cemi-i Enbiya ve evliyanın Niyazı Rahnümasıdır şeriat

608

BÖLÜM: 5 KONU: 1 RUHUN SEYRÜ SULÜKÜNÜ, İNSAN NEFSİNİN YEDİ MAKAMINI GEÇMEYİ, ALLAH-Ü TE ALANIN HUZURUNDAKİ EDEB VE RÜKÜNLERİ, YOL GÖSTERİCİ MÜRŞİDİN KERAMET VE EMARELERİNİ, KABİLİYETLİ MÜRİDİN SIFAT VE ALAMETLERİNİ, ŞEYTANIN HİLE VE ALDATMALARINI, ZAMANIN EVLİYASI KUTBUNUN MENKABE VE GÜZEL SIFATLARINI SEKİZ FASIL ÜZERE BİLDİRİR KISIM: 1 İNSAN RUHUNUN MEBDE VE MEADINI BİLDİRİR Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki: Hak Teâlâ kendi hikmetiyle zatının esrarım görünmeyen ye­ re indirip, isim ve sıfatlarının hususiyetlerini belli ettirmek için o esrarı nutfeler sadeflerinde gizleyince, onlar nefsânî karanlıklar ile öylesine örtülmüşlerdir ki, önceden sâhib oldukları itibar ve ke­ malleri unutup duygulara ve şehvetlere yapışarak hayvanların de­ recesine inmişlerdir. O asıl vatanlan asla hâtıralarına gelmeyip mebde (ilk halleri) ve meâd-ı aslilerini hiç bilmez gibi olmuşlar ve terk etmişlerdir. Sonra onlara kendi cinslerinden çok sayıda pey­ gamberler gönderip, bâtın sûretlerinde de çok haberciler iletmiş­ tir. Böylece onlar İnsanî zulmetlerinde melekût kandilleri yakarak aydınlansınlar, içinde bulundukları pislik ve zelil durumları gör­ sünler, her çeşit kemâllere kavuşma yetenekleri olduğunu bilsin­ ler, karanlık ve nûr perdelerini aşmaya çalışıp ilk hallerine dönme­ yi arzu etsinler istemiştir. İşte o arzu ile O’na doğru bir kanş yak­ laşanlara, O bir adım yaklaşmıştır. O’na bir adım yaklaşana, O bir kulaç yaklaşmıştır. O’na yürüyerek gidenlere, O koşarak gel609

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

mIştir. Böylece O’nun lutfu, onları öyle bir cezbe ile huzura çek­ miştir ki, onlan âdet ve tabiatlerinden tamamen uzaklaştırmıştır. O cezbe ile onlar, yine Hazret-i Ehadiyyete gitmişlerdir. Kendi sı­ fatlarım, O’nun sıfatlarında zail etmişlerdir. Zira onlar tam kulluk­ la sıfatlanmış olduklanndan, O’nunla mutmain olmuşlardır. O’ndan razı ve O’nun yanında razı olunmuşlardan olup huzur bulmuş­ lardır. Nitekim onlan bazı adlarla çağırıp: «Ey mutmainne olmuş nefs! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön» buyurmuş­ tur. Onlara kayyumluk hil'atı giydirip, ebedî kemallerle bitmez tü­ kenmez nimetler bahşetmiştir. İşte o aslına dönmek ve çekilmek, Hayy ve Vedûd olanın hidayet nuru olup, ancak ezelî inâyet ve hil­ katen saadet içeren temiz sülâle, selim tabiat ve kerim ahlâk sahibi peygamberlerin ve velilerin kalblerine dolmuştur. Herbiri kendi ye­ teneğine göre nefsini tanımakla Hakk’ı tanıma huzuruna ermiştir. Onlar ,dünya lezzetlerine bakmazlar, ahiret nimetlerine de aldır­ mazlar. Saf kalbleri yalnızca mevlâlarına yönelmiştir. Yüksek ruhlan gece-gündüz O’nun zikir ve fikrine dalmıştır. Temiz nefisleri dış duygu lezzetlerini satıp kalb gözlerine görünen izzet ve lezzet­ leri almıştır. Ruhun bu evliyadan ise, sana müjdeler olsun ki, on­ larla berabersin. Hadis-i Şerif de: «Kişi sevdiği ile beraberdir» buyurulmakla, bu gerçeği dile getirmektedir. Tabiatm zindanındaki karanlığa inip, beden esfel-i safiline bağlananların gönülleri öfke ve şehvetin esiri olup korku ve tehli­ keleri çoktur. Muhalefet ağı içinde ümitsiz, düşmanlık kafesi için­ de hapis kalmışlardır. Çünkü onlar, hayvanlar gibi çok yemek .iç­ mek, uyumak ve cima etmek ile meşgul olup nefsini tanımakla, asıl hallerini ve meadlerini bilmekten mahrum kalmışlardır. KISIM: 2 İNSAN VÜCUDUNDA BULUNAN ŞEHVANİ NEFS İLE NEFS İ NLTIKANIN HAKİKATLERİ VE İKİSİNİN BİRBİRİYLE OLAN HAL, TAVIR VE İSİMLERİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: İnsanın iki ruhu vardır. İslâm fıkıhçılan bunların birbirine hayvani, diğerlerine İnsanî ruh demişlerdir. Onlann hayvanî ruh dedikleri cevher, latif bir buhar olup, bedende olan hayat, his ve iradî hareketleri taşır. Biz bu ruha, nefs-i fehvâniyye ve nefs-i bahî610

MARİFETNAME

mlyye, yani hayvani nefs deriz. Bedenden ayrılırsa o kimse ölür. Yâ Rabbi, san'atında ne hikmetler vardır. İslâm hükcmasımn İnsanî ruh dedikleri cevher, nefs-i nâtıkadır. O zatında, madde olmayan bir cevherdir. Lâkin işlerinde mad­ deye yakın bulunmuştur. Jşte emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, radıyye, mardiyye ve kâmile isimlerini alan, yalnız bu nefstir. Birçok sıfatlarla sıfatlanınca, bu isimlerden biriyle anıl-’ iniştir. Eğer bu nefs-i nâtıka, o nefs-i şehvânlnin emrine girer, ona uyar, onun hükmü altında bulunursa, buna EMMARE derler. Eğer emr-i teklifi altında sâkin olup Hakka tabi olur, fakat onda hâlâ geçici şehvetlere meyil varsa, ona LEVVAME derler. Bu temayülü de gidip şehvani nefs ile çatışmada galib geldiyse, kendi âlemine daha çok meyi edip ilhama istidatlı olduysa, buna MÜLHİME de­ nir. Eğer şehvâni nefsin hükmünden çıkıp, kulluk makamına gel­ diyse, ızdırabı sâkin olup şehvetleri tamamen unuttuysa, buna da MUTMAİNNE denir. Bundan yukarı çıkıp makam sevgisini gözün­ den düşürdüyse ve bütün isteklerinden vazgeçip fani olduysa buna RADIYYE denir. Bu hali kemâl bulduysa Allah katında makbul ve İnsanlar yanında kalblerin sevgilisi olduysa buna MARDİYYE adı verilir. Eğer bütün kemal sıfatları ile sıfatlandıysa ve kullan irşad için, halka dönmekle erttr olunduysa buna KAMİLE denir. Bu nefs-i nâtıkanın bu yedi isminden başka daha bir çok isim­ leri vardır. Bu soyut cevhere kalb, bundan murâd gönüldür derler. Bu bir idrak eden âlim olup, şeriatm emirleri ile muhatab, ibadet ve marifetle görevlidir. Bu cevherin dışı ve bir bineği vardır M bu da adı geçen nefs-i şehvaniyyedir. Bunun bâtmı RTJH’dur. Ruhun bâtmı SIR, Sırrın batını SIRRÜSSIR’djr. Bunun da bâtını HAFİ’dir. Onun da bâtım AHFA’dır. Bir şeyin bâtını, onun hakikati ve maddesidir. Meselâ, taht bir şeydir. Bnun bâtım tahta parçalan­ dır. Bunların da bâtım ağaçtır. Ağacm bâtım dört unsurdur. Un­ surların bâtını ise heyülâdır. İşte bu lâtif emir çok lâtif olduğun­ dan adına AHFA denir. Bir derece inip biraz kesifleşirse HAFİ adı­ nı alır. İki derece inip, ondan çok kesifleşirse, ona SIRRIN SIRRI denir. Ayni şekilde inerse SIR denir, sonra ruh, sonra Kalb ve Nefs-i nâtıka, latife-i insâniyye ve hakikat i insan denilir. Bu de­ recede dört isimle anılır. Bir derece daha inerse insan-ı hayvani ve nefs-i emmâre denir. Bu büyük ruh hakkında Allah-ü Teâlâ: «De ki, ruh rabbimin ermindendir.» buyurmuştur. Bu emr-i rabbanî, Allah-ü Teâlâ’nın bir sim olup, mahiyet ve aslım, Hak Teâlâ an­ 611

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

cak kendi nefsini bilen seçkin kullarına bildirmiştir. Bu ruhun ale­ mi kebir olan isimleri ve aynaları, akl-ı evvel, Kalem-i a’la, Levh-i mahfuz, Hakikat-ı Muhammediyye, Rûh-ı Muhammedi, Nûr-ı Mu­ hammedi ve Nefs-i külliyedir. Allah- ü Teâlâ Kur’an’ı Kerimde Nisâ sûresi birinci âyetinde: «O sizi bir şahıstan yarattı,» buyurmuştur. İnsan âleminde olan isim ve aynaları yukarıda beyan olunduğu gi­ bi, ahfâ, hafî, sırrın sırrı, sır, ruh, kalb ve nefs-i nâtıka, latife-i insâniyye ve hakikat-i insandır. Allah-ü Teâlâmn yarattığı mahlûkatın hepsinden öncedir. Büyük halife, büyük sırdır. KISIM: 3 NEFS İ NATIKANIN İNSAN BEDENİNE, ŞEHVANİ NEFS VASITASIYLA OLAN BAĞLILIĞI VE İKt ALEME OLAN TEVECCÜHÜ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Ahfâ makamından kalb derecesine inen ruh, insan bedenine bağlanıp onun işlerini yürütmüştür. Bu bağlılık, aşıkın ma’şukuna olan bağlılığı derecesine ulaşmıştır. Bu İnsanî ruh, bedenin tedbir ve tasarruflarım şehvani nefs vasıtası ile yapmaktadır. Çünkü bu ruh çok latif, beden ise aksine çok kesif olduğundan, şehvaniyye, letafetle kesâfet arasında bir geçit ve birleştirici olmuştur. Onun için inen temiz ru hile topraktan olan beden arasında vâsıta olma­ ya lâyık olmuştur. Bu yüksek ruh, şehvanî nefs ile sarmaş dolaş olduğundan, kalb ve nefs:i nâtıka ismini almıştır. İşte bu kalbin iki yam vardır: Biri duygu ve görünen âlem tarafına, diğeri kudsî ve gaybî âlem tarafmadır. Onun için insanın kalbi, en şerefli uzvu, isim ve sıfatların tecelli yeri olup, nurlar kaynağı ve sırlar mahze­ ni, eşyanın hakikatinin olduğu gibi görüldüğü yer, Hz. Mevlânın nazargâhı olmuştur. Hak Teâlâ Kaf Sûresinin otuzyedinci âyetin­ de: «Kalbi olan kimse için» buyurmuş ve onun kâmil insanın kalbi olduğunu bildirmiştir. Zira az kimsenin kalbi ibret almağa erişmiş­ tir. İşte gönül şehadet alemine öyle bir dönüp gayb ve tenzih âle­ mini tamamen unutsa ,onda olan yüksek hususiyetlerden örtülü kalıp hayvan olur. Aksine, yine gönül gayb âlemine öyle bir yönelse ki, bu şehadet (görünen âlemi) unutsa kendine takdim olunan ve arızî olarak gelen süfli âlemin hususiyetlerinden uzaklaşır. Eğer gönül, iki âlemin birine yönelip öbürünü gafletle unutmasa, o gö­ nül sahibi kâmil insan olur. Bu kemal, öyle yüksek bir makamdır 612

MARİFETNAME

ki, ancak nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi ile hâsıl olur. Mukarrebler yolunda ilerleyen bu kemale erer. İşte kalb, bedenin lezzetleri ve nefsin şehvetleri ile bedene yö­ nelirse, sâhibinden yetmiş perde ile perdelenir ki bu mertebede kal­ bin adı NEFS-İ EMMARE olmuştur. Zirâ kalb o zaman, kötü olan, öfke, hased, kibir, gurur, kötü ahlâk, hırs ve şehvet ile dolmuştur. Bu huylar ise kalbi, sahibinden uzak ve rahatsız eder. Bilhassa öf­ ke ve şehvet, aziz olanı zelîl eder. Zira kalbin hakkı, bedenin emiri olmak, bedenin vazifesi de onun her emrine uymaktır. Şehvetle öf­ ke kalbe galib gelse, emir olan memur olur ki, iş tersine döner. Onun için öfkesine, kızgınlığına mağlûb olan, rüyada kendini kö­ pek önünde secde eder görür. Şehvetine mağlûb olan da, rüyada merkebi sırtında taşır. Gönül, bu lanetli aşağılıkta kendini unutup uzun müddet kalırsa, gayb âlemine yönelmeye kudreti kalmaz. Zi­ ra kalb aynaya benzer. Tozlardan ve pastan temizlenince, insan on­ da şekil ve sûretleri görür. Eğer ayna bir müddet parlatılmayıp da içine pas işlese artık ondan sonra parlatma ve cilâlama yapılsa da fayda etmez, çünkü artık özelliği bozulmuştur. Nitekim hadis-i şe­ rif de: «Kalbler demirin paslanması gibi paslanır. Cilâsı, ölümü ha­ tırlamak ve Kur’an-ı Kerim okumaktır.» buyrulur. Gönül kendi âle­ mine (gayb âlemine) döndüyse, elbette o zikr ve fikr ile, adı geçen perdeleri birer birer açmaya ve aşmaya uğraşır. Neticede şehvet ve günâhlarm çokluğundan oluşan pas ve lekelerin hepsi yok olur. Ki eşyanın hakikati ve ma’nânın dekaiki onda İşlenmiş olup, tecelli­ lere müsâid olur. Zira perdelerin keşf olmasının, açılmasının ma­ nası, gönülden şehvetler gittikçe, gelmiş olduğu asıl makamını bul­ ması demektir. Gönülde şehvet ve arzulardan birşey kalmayınca o zaman aşık matlubuna kavuşur. O kalb ile sahibi arasında bir per­ de bulunmaz. Nitekim Hak Teâlâ: «Göklere ve yere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım)) buyurmuştur. Yani O’nu ancak halim ve selim olan mümin kulun gönlü basiretle müşahede eder. Yoksa Hak Teâlâ kullarının kalblerine girer demek değildir. Hâşâ! Lâkin müminin kalbi zikir ve fikir cilâsı ile ayna gibi tasfiye olunduğun­ dan, şehadet âleminde olan şekiller aynada nasıl görünürse aynı şekilde gayb âleminin acaiblikleri de o kalbde müşahede edilir. Zi­ hinde oluşan şeylerin suretlerini beyan eden bu İlmî müşahededir. Zira zihinden maksad nefs-i nâtıkadır, bu da gönüldür.

613

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

KISIM: 4 KALB İLE KALBİN SAHİBİ ARASINDA OLAN PERDELER VE KALBİN ONLARDAN HANGİ YOLLA KURTULDUĞU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Allah-ü Teâlâyı seven sâlik için herşeyden önce gereken ve ehemmiyetli olan dünya ve dünyadakilerden, belki Allah-ü Teâlâdan başka herşeyden yüz çevirmektir. Her tedbir ve arzudan vaz­ geçip tüm günah ve şehvetlerden tevbe edip Hakkın huzuruna git­ mektir. Nitekim Allah-ü Teâlâ Tahıim sûresinin sekizinci âyetinde : «Ey müminler, Allah-ü Teâlâya, ölünceye kadar bir daha yapma­ mak üzere, günahlarınızdan tevbe ediniz.» Nûr sûresinin otuzbirinci âyetinde: «Ey müminler, sizden meydana gelen taksirattan Allah-ü Teâlâ’ya tevbe ve rücû ediniz.» Bakara sûresinin ikiyüzyirmiikinci âyetinde: «Allah-ü Teâiâ yasaklardan tevbe edenleri ve fuhuştan temizlencnleri sever,» buyuruyor. Resûlullah efendimiz (SAV.) de lıadis-i şerifte şöyle buyurdu : Günahdan tevbe eden, hiç günahı olmayan gibidir.» «Tevbe edeni Allah-ü Teâlâ sever.» «Kulun canı boğazına gelinccye kadar tevbesi kabul olur.» Hak Teâlâya tevbe edip yönelmek hakkında âyet-i kerime ve hadis-i şerifler çoktur. Hepsini yazmağa lüzum yoktur. Çünkü Hak Teâlâ’nm hidayetiyle inâyet eylediği ârif için bu işaret yeter. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: «Kalbim Rabbimi görmüş­ tür.» Sâlih, bu saadete kavuşmak ve kemal derecelerinin en yükse­ ğine çıkmak isterse, günahlarından tevbe etsin. Bu tevbeye onun için bâb-ül evbâb denmiştir. Zira kul önce mâsivadan tevbe eder, sonra Cenab-ı Rabbin yakınlığına erer. İcra-ı ümmet, tevbenin he­ men yapılmasıdır. Eğer kendi nefsine insaf ve şefkat gözüyle bakarsana, bu tevbeye ihtiyacını, yemek ve içmeğe olan ihtiyacından çok görürsün. Çünkü şehvetler ve günahlara olan meylin, kalbini mahbubundan perdelemiştir. Halbuki kul ile Mevlâsı arasında bu­ lunan yetmiş perdenin en büyüğü ve kalını günah perdesi olup zulmânidir. Diğer perdeleri de kaldırmak lâzım ise de, onlar nûr per­ deleri olduğundan onlarla beraber müşahede etmek kulun şâmdır,

MARİFETNAME

kalbe günahın oluşturduğu perdeler, seninle mahbubun arasında bulunan engel duvarı gibidir. İşte onlarla mahbubun ne zâtı görü­ nür, ne de eseri bulunur. Nûr perdeleri ise cam gibi olup şeffaftır. Az olurlarsa matlub müşahede olunur, çok olurlarsa matlub her ne kadar görünmez ise de yine şekli bilinir. Eğer basiret gözü mühürlenip, günah zulmetleri örtüldüyse, gayb nurlarım göremez. Dolayısıyla huzur ve taatten mahrum olur. Günah işlemekten utanmayıp bundan aksine mesrur olur. Günah­ ların hepsinden tevbe ettiyse, basiretinden zulmani perdeler kal­ kar. O kimse huzura gelip, huşû ve hudû ile Mevlâsından haya eder. O anda onda nurani perdeler kalır. Onlar, onun Cennet lezzetleri­ ne dönmesidir, hal ve makamlara, tecellî ve kerametlere itizarıdır. Kendine sâdır olan sâiih amellere güvenmesidir. Çünkü bu kimse öyle zanneder ki, amellerin mucidi ancak kendidir ki sonra zikir ve fikir hareketleri ile bu perde ondan açılır. O hal içinde Hakkın tevfikını müşahede edip, şükründe kusur ettiğini itiraf eder. Görür ki, veren ve vermiyen, zarar ve fayda veren ancak Rabbül âlemin­ dir. Hak Teâlâ bir kuluna iyilik vermek isterse, onu takvâ elbisesi ile süsler ve huzuruna lâyık kılar. Yine görür ki kul, işinin failidir. Lâkin onun elinden ne iyilik gelir, ne de kötülük. Herşeyi yapan, yalnız o hakiki yaratıcıdır. Bu keşf ile kulun gönlü gafletten uya­ nınca, o zaman sürür velezzetinden kendini vuslatta sanır. Eğer o müşahedeye kavuşan gizli lutuflar ile kuşatıldı ve muhafaza olunduysa elbette bu keşiften yukarı çıkar. Kalan nûr perdeleri de bir bir çekilir. Mukarreblerin menzillerine ve sıdk derecesine nail olur. Bu perdeleri cama benzetmemiz hiç bir şeye benzemiyen Zât-i Teâlâ’nın dünyada baş gözü ile göründüğü mânasına alınmasın. Çünkü o mukaddes zât ,bu cihanı gören gözlerle görünmekten mü­ nezzehtir. Ancak günahdan pâk olan kalbin basiret kalbi gözüyle müşahede .edilir. Buradaki tevbe, geçmiş günâhlara pişman olmaktır. Bu, avâmın tevbesi olup makbul tevbedir. Havâsm (seçilmişlerin) tevbesi ise, kalbi, sahibinden alıkoyan, herşeyden tevbe etmektir. Seçil­ mişlerin seçilmişlerinin tevbesi ise, Hakk’ın üns ve huzurundan bir an gafil olmaktan tevbe etmektir. Bu tevbe ezkiyâ ve sıddîkların tevbesidir. Bunlar temiz nefeslerinin kıymetini bilmişler ve her bir nefeslerini dünya ve içindekilerden hayırlı bulmuşlardır. Burada perdeden murad, kalbi Hakk’ın tecellisinden men eden, dünya şekil ve sûretlerinin kalbe dolup onda yer etmesidir. Sâlik’in

615

ERZURUMLU İBRAHİM IIAKKI HZ.

kalbinde günah olduğu müddetçe, o tecellîlerin nârlarından perde­ lenmiş kalır. Bazan onda, Allah’tan başkası çok olunca, perdeler zulmânî olur. Bazan ağyar azalıp, perdeler nûrânî olur. Onun İçin evliyâ-yı kirâm, tecelliler tâlibi olan sâliklere sebebleri terki emre­ dip, uzlete çekilmelerini tenbih etmişlerdir. Böylece onlarm kalblerine dünya sûretleri olmadığından, tecellîlere mâni olmaz. Ama kalbe mâni olan tecellilerin sadece dünya sûretlerinin nakşı olduğu­ na kesin delil budur ki, mukarrebleriıı yolunun sâliki olmayan ku­ lu, Hak Teâlâ hazretlerine hudû ve huşû ile yetmiş yıl ibadet ettiği halde kalbinde, sâliklerde hâsıl olan şevk, zevk, vecd ve hallerden hâsıl olmadığını görürsün. Zirâ sâlik olmayan âbidin kalbi, ağyar ile dolmuştur, bir saat boş kalmaz. O âbid; o ağyarı kalbinden gi­ dermeğe çalışmaz vc sâlikleıin murâdını murâd etmeyip kendi ca­ nından içeri gitmez. O ancak Cennette vad olunduğu ni’metlere muntazır olur. İşte eğer Hak Teâlâ onun ibâdetlerini kabul ederse ve o dünyadan âhirete îmân ile giderse, o âbid va’d olunmuş, cen­ net nimetlerini bulur. Zira Hak Teâlâ va’d edince, va’di yerine ge­ lir. Ama sülük eden (ilerleyen) âbide Hak Teâlâ dünyada tecellî, âhirette ise yüksek dereceler ihsân eder. KISIM: 5 İNSAN NEFSİNİN YEDİ MAKAMI, RUHUN ZULMANİ VE NURANİ HİCABLARININ TERTİBİ VE MERTEBELERDEKİ PERDELERİN KALKMASININ SEBEBİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Mukarrebler yolunda ilerlemek, peygamberlerin ahlâkmdandır. Sâlih kullarm hallerindendir. Halbuki onların hak yolunda sülüklanndan gaye, ruhun, inmiş olduğu mertebesinden önceki aslî de­ recesine çıkarılmasıdır. Kendini tanımakla Hakkı tanımaya kavuş­ ması ve kemâl-i muhabbetle sıddıkların derecesine erip huzur ve ünsü bulmasıdır. Bu yolun ehli arasında belli makamları vardır. Sâlik, onlan sırasıyla geçip, sonuna kavuşur. O zaman sülük ko­ naklan biter ise de Hakkın tecellîleri kesilmez. Zira tecellilerin ni­ hayeti olmaz. Bu konakları aşmada bu sâlikin hâli, dünyadaki bir yolcunun konak ve durakları geçmesi gibidir. Yolcunun nasıl ki, yolda, yolun hallerini bilen bir rehbere, yiyecek ve binek vasıtasına, arkadaş ve silâha ihtiyacı varsa, sâlikin de, bu yolun iyisini, kö­ tüsünü bildirecek bir mürşide, en iyi azık olan takvâya, binek vâ­

616

MARİFETNAME

sıtası olan himmet, maksadım arayan talihlerden arkadaşlara ve silâh olan zikrullah’a ihtiyacı vardır. Ancak bunlarla nefsten ve şeytandan kendini koruyabilir. Nasıl ki, yolcu yol süresince bir çok şehirlere, köylere rastlayıp, herbirinde bir müddet kalıp sonra ora­ dan hareketle matlubuna, işine gidiyorsa, s&lik de bu yolda ilerler­ ken (velîler) arasında meşhur olan makamları geçip gider. Bu ma­ kamlar yedi tanedir: 1 — Ağyar zulmetlerinin makamı olup, onda bu nefs-i nâtıka, EMMARE adım almıştır. 2 — Nûrlar makamıdır. Bu nefs orada LEVVAME adım al­ mıştır. 3 — Esrar makamıdır. Bu nefs orada MÜLHİME adım al­ mıştır. ^ lfl& 4 — Kemâl makamıdır. Bu nefs orada MUTMAİNE adım al­ mıştır. 5 — Vuslat makamıdır. Bu nefs orada RADIYYE adım almış­ tır. 6 — Fiillerin tecellîleri makamıdır. Bu nefs orada MARDİYYE adını almıştır. 7 — Sıfat ve isimlerin tecellîleri makamıdır. Bu nefs orada KAMİLE adım almıştır. Sâlik bu yedi makamın herbirinde bulundukça, o makamla ötesinden sonra gelenlerinden perdelidir. Buna göre birinci ma­ kamda bulunan, ağyar ile nûrları görmekten perdelidir, ikinci ma­ kamda bulunan nûrlarla sırlardan perdelidir, üçüncü makamda bulunan sırlar ile kemâlden perdelidir, dördüncüde bulunan ke­ mâl ile vuslattan perdelidir, beşinci makamda olan vuslat ile fiil­ lerin tecellîlerinden perdelidir, altmcı makamda bulunan fiillerin tecellîleri ile isim ve sıfatların tecellîlerinden perdelidir, yedinci makamda bulunan ise isim ve sıfatların tecellîleri ile kalmış olup zâtın tecellîlerinden örtülüdür. Zâtın tecellisi ise, güneşin kursu­ na bakmak gibi karartı verip, her şeyi görünmez eder. O halde en yüksek makam isim ve sıfatların tecelli ettiği makamdır. Bunun, için mukarrebler «Hak Teâlâ, isimlerin gerisinden olmaksızın, Zâtı, ile tecelli etmez» demişlerdir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: «Allah-ü Teâlâ ile kullar arasında nurdan ve zulmetten yet­ miş perde vardır. Onlan açıp, aradan kaldırsa, ona bakan gözler yanardı.» Kul ile Mevlâ arasında bulunan nûr ve zulmetten yetmiş per­ 617

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

denin hepsi kul tarafındadır. Zira, Allah-ü Teâlâyı hiç bir şey ör­ temez. Hâcibi (perdeleyen) olsa idi, kahiri de olurdu. Halbuki her­ kese ve herşeye kahir ve hâkim O’dur. O halde perde arkasında kalan, kulun kendisidir. Gerçekte perdeden maksad, aradaki mü­ nasebetin uzaklığıdır. Yoksa dünyadaki perde ve engeller gibi de­ ğildir. Mesafe ve zaman bakımından uzaklık da değildir. Çünkü Allah-ü Teâlâ, hissedilen uzaklık ve yakınlıktan, zaman ve mekân­ dan münezzehtir. Ama Hak yolunda sülük, bu yetmiş perdeyi kal­ dırmak için konmuştur. Bu yetmiş perde, bildirilen yedi makamla aşılır. Demek ki, nefs-i nâtıka, bu yedi makamın herbirinde on per­ de ile perdelenmiştir. O on perdenin birincisi İkincisinden, İkincisi de üçüncüsünden kesiftir. Onuncuya kadar böyledir. Bu kaide, her yedi makam için de aynıdır. Bunun için sâlik, yedi makamdan bi­ rine kavuşunca, Hak Teâlâ’ya kavuştuğunu zanneder. Bu halleri anlayınca, yakınen bilir ki, kulun Mevlâsından en uzak olduğumakam, birinci makamdır. Zira nefs-i nâtıka kötülükle emredici­ dir. Bu nefs-i emmârenin perdeleri zulmânidir. Öbürlerininki nûrânî’dir. Sâlik birinci makamda iken, birinci ismi, yani Lâilâhe illâllah kelime-i tevhidi mürşidinden telkin yoluyla alıp, gece gündüz, ayak­ ta ve otururken, sessiz olarak devam ederse, Hak Teâlâ bu ismin bereketiyle, onun bâtınında, melekûtî bir kandil yakar. O sâlik, iş­ lediği kabahatleri kalb gözüyle görüp, onlarla sıfatlanmış olduğun­ dan nefret duyar, kaçırdığı zamanlarına hasret çeker, pişman olur. Zira daha önce, dalmış olduğu gaflet uykusundan, iyi ile kötüyü ayıramazdı, ancak dil ile fark ederdi. Şimdi uyandığından evvelce boş verip irtikab ettiği namazları terk etmek, ipek giymek, içki iç­ mek, zinâ etmek gibi, gizli ve açık hatalardan kurtulmağa çalışır ve bunda devam eder, içinde bulunan uzun emel, kibir ve hased gibi kötülükleri çıkarıp atmağa uğraşır. Sâlik bu ismi söylemeye devam ederse, kötü işlerden, çirkin huylardan daha çok nefret eder ve kaçar. Böylece tevbenin esası olan pişmanlık hâsıl olur. Şeyh Abdülkadir Geylânî (rahmetullahi aleyh) hazretleri, kendisine bir emri yapmamaktan veya bir yasağı işlemekten şikâyet eden biri geldiğinde, ona «Lâ ilâhe illâllah kelimesini çokça tekrar eyle. O günâhdan ancak bununla kurtulabilirsin» diye tenbih ederdi. Bu muhakkak olan işi, ancak tecrübe etmiyenler terk eder. Allah-ü Teâlâ’nın, bu sâlike ikram ettiği ilk keramet budur. Bununla en­ gelleri aşmak kolay olur. Sâdık sâlik için her bir makamda çok kerâmetleri vardır. Bunlar ona sülükunda sabit olmak için ikram olunur. I Bi 618

MARİFETNAME

Adı geçen kandil, önce Rahmani bir cezbedir. Mücâhede ile Hakk’ın zikrine devam edildikçe, o cezbe kuvvetlenir. Nihayet ke­ mâl derecesinin doruğuna erip, emaneti yüklenmek kuvvetini bu­ larak fakr-ü fenâ devleti ile tecellîlere kavuşur. KISIM: 6 KALBİ TAHLİYE VE RUHU SÜSLEMENİN KEMALAT OLDUĞU, SÜLUKSUZ O KEMALİN İMKANSIZLIĞI, MUKARRERLER YOLUNDA SÜLUKUN EN ŞEREFLİ HASLET VE ONUN DA ZÜLCELALİN HUZURUNA VESİLE OLDUĞU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kâmil olmayı istemek, insanların en değerli hasletidir. Kemâl ise, kalbi hayvani sıfatlardan tahliye ve ruhu rabbani güzel sıfat­ larla süslemek ve bunlarla Hakkın huzurunu bulmaktır. Kötü sıfatlar, cahillik, kızgınlık, kendini beğenmek, riya, kin, hased, kibir ve kazaya rızâsızlıktır. Gurur, makam ve dünya sevgi­ si, tenkidden korkmak, sözünde durmamak, kötü zanda bulunmak, nefsin arzularına uymak, öğünmek, öğünmeyi sevmek, acele etmek ve uzun emeller peşinde olmak gibi şeylerdir. Güzel huylar ise, ilim, hilim, tefekkür, sıdk, ihlâs, murakabe, sabır, şükür, zühd, sena, tevekkül, tefviz, teslim, rızâ, huşû\ hüzün, huzur, hayâ, nasihat, alçak gönüllü olmak, tahammül, rıfk, uzleti sevmek, Allah için sevmek, cömertlik, merhamet, şefkat ve merha­ met, mürüvvet, fütüvvet,'sözünde durmak, ülfet, hizmet, alv, gü­ ler yüzlülük, lutf, dua, kabahatleri örtmek, iyilikleri açıklamak, dostlara muvafakat, makam ve güzel huylarını saçmak, kendini küçültmek, din kardeşlerini yüceltmek, sekinet, vakar, teenni, îsâr ve kısa emelli olmak gibi şeylerdir. İşte Hak yoluna sülükten gaye, kötü ve çirkin sıfatlardan kur­ tulmak, güzel huylar ile sıfatlanıp kemâle ermektir. Zira insanda saydığımız bu kötü sıfatlar çoktur. Seçilmişlerin yolunda ilerleme­ den, onların hepsinden tam kurtuluş yoktur. Seçilmişlerin yoluna girmek isteyen sâlik, önce çirkin sıfatların aslı olan kibir Ve benli­ ği kalbinden söküp atmakla emr olunmuştur. Kötü sıfatların, fit­ ne ve fesadın anası olan kibir ve benliğin sebebleri yedidir: Birinci Sebep : İlimdir. Hepsinin en büyüğü budur. İlâcı da çok zordur. Zira ilmin mertebesi ve değeri, Allah ve insanlar katında 619

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

büyüktür. İlim insana farz olduğu için, öğrenmesini terk edemez. Onun güzel hâli budur. O halde bunun ilâcı iki ma’rifetle olur. 1 — İlmin faziletinin iyi niyyetle olup onunla amel edince ve karşılıksız Allah için onu yaymakla olduğunu bilmelidir. Yoksa ilim, sâhibine vebal olup, sahibini câhilden aşağı kılar. Ahirette ise azabı çok şiddetli olur. O halde böyle ilimle nasıl kibr edilebilir? 2 — Kulların kibirlenmesinin haranı olduğunu bilmelidir. Kibir ve azamet, yalmz Allah-ü Teâlâ’ya malısustur. Mahluklara layık olmadığı bellidir. Eğer âlimin niyyeti hâlis olup ilmi ile âmil olduysa, o ilim ona huşû ve hudû verir. Böylece tam alçak gönüllü­ lük üe Peygamberler ve velîler yoluna gider, tekebbür ve benlik edemez. Zirâ kendini her mahlûktan aşağı bilir. İkinci Sebep : İbadettir. Onunla fâşıklara kibir olunur. Bunun­ la kibir etmek, yine câhilliktendir. Bunun ilâcı, ibadetin faziletinin, hâlis niyyetle olduğu, riyâ ve gösterişten ve diğer fitnelerden, fesadlardan uzak bulunduğu zaman olduğunu bilmektir. Bu ise bi­ zim gibiler için zordur. Böyle ibadette tehlikeden korkmak yerine kibir etmek, ancak câhilliktendir. Üçüncü Sebep: Neseb ve hasebdir. Sülâlesi ile, geçmişleri ile kibirlenmek tam cehâlettir. Nitekim denilmiştir ki: Eğer şeref sâhibi atanla övünürsen Doğru söylersin, ama sen öyle değil isen!? Dördüncü Sebep: Güzelliktir. Bu kadınların işidir ve hayâl­ dir. Bununla kibir etmek, öğünmek câhillerin işidir. Zira güzellik fanidir, kimsede kalmaz, vücudunun yapısı ve şekli ile övünen, içi organlarına bir baksın. Bir damla menîdendir, sidik yolundan çıkıp öbürüne geçmiş, sonra nutfe olmuştur. Sonu ise kokmuş bir leştir. Mezarda çürüyüp kalmıştır. Hayatı boyunca kendisi pislikleri ta­ şıyıcı olmuştur. Kulağı pis, gözü çapaklı, burnu sümüklü, ağzı tü­ kürüldü ve balgamlı, mesânesinde idrar, bağırsaklarında necâset vardır. Günde bir defa helâya gidip, kendi pisliğini eliyle yıkayıp temizler. Halbuki bunlann hepsi, alçak gönüllü ve hayâ Sahibi ol­ mayı gerektirir. Nerde kaldı ki kibir ve övünme vesilesi tam cehâBeşinci Sebep : Güç ve kuvvettir. Bununla övünmek tam cehâlettir. Zira kuvvete bakılırsa, hayvan daha üstündür. O halde hay­ vanların kendisini geçtiği bir sıfatla övünmek uygun değildir. He­ le bir günlük hastalık ve ateşle giden sıfatlar ancak boş hayaller­ dir. Altıncı Sebep: Maldır. Dünya malı ile zevklenmek ve uğraş­ maktır. Bununla övünmek de cehâlettir. Çünkü mal, çabuk deği620

MARİFETNAME

şlr ve intikal eder. O halde mal ile övünmek, ancak hayâldir. Yedinci Sebep : Çocukları, akrabaları, hizmetçileri ile övün­ mektir. Kadılığı, hocalığı ve sultana yakınlığı ile iftihâr etmek ve kibirlenmektir. Bunlar câhillerin böbürlendiği en çirkin sebepler­ dir. Çünkü hiç biri kendi değildir. Adamları ve çocukları helak olur­ sa yahut bulunduğu makamdan azl olup sultandan uzak kalırsa, zillet ve hakarette kalan o olur. Kibir sıfatı, insanın kalbinde öyle gizlidir ki, sahibi kendini on­ dan uzak sanır. Kibrin alâmetlerini bildirelim ki gizliden açığa çık­ sın, gönülden sökülüp atılması kolay olsun. Kibrin ve kibirlenenlerin alâmetleri onikidir: 1 — Kendine hürmet ve saygı için, insanların kendi önünde veya huzurunda ayakta durmalarım sevmektir. 2 — Arkasından bir kimse gelmezse, bir yere gitmemektir. 3 — Din işlerinde istifâde olunan kimseleri ziyaret etmemek4 — Kendine yakın başka birinin oturmasını istememektir. 5 — Konuşurken arkadaşının doğru sözünü kabul etmemek, kendi hatasını itiraf edip ona teşekkür ve dua etmemektir. 6 — Hastalığı ve rahatsızlığı olan kimselerle oturmaktan sa­ kınıp onlara yakın olmamaktır. 7 — Zenginlerin davetine icabet edip, fakirlerin davetine git­ memektir. 8 — Kendi evindeki hizmetleri kendi eliyle yapmamaktır. 9 — Kendi evinin ihtiyaçlarım pazardan kendi eliyle getirme­ mektir. 10 llj Akraba ve arkadaşların pazardan, çarşıdan görülecek işlerini, özellikle işkembe, ciğer, kelle, paça, sabun, kına, tarak, sa­ kız ve zerniç gibi değersiz şeylerin satın alınmasından utanıp eliy­ le getirmemektir. 11 İÜ Yürürken ve otururken, akran ve emsâlinin kendisin­ den ilerde bulunmaları ağrına dokunduğundan onlardan uzaklaşıp onlarla yakın olmamaktır. 12 ||| Uzun elbise giymektir. Halbuki kemâl yolu sâliklerinin sermayesi, kendini aşağı ve zelîl görmektir. İşte kulun vazifesi, önce kibri kalbinden söküp, kimseye bö­ bürlenmemesi, ondan sonra hiç kimseye, görünüşte hor görünmeyip,herkese haddine göre tevazu etmesidir. Ama kalbinden, ken­ dini herkesten zelîl, rezil ve alçak bilsin ve bulsun. Bir âlim görür­ se, «bu benden bilgilidir, ben nasıl bunun gibi olabilirim, bu yük­ sektir, ben aşağıyım,» demelidir. Bir cahil görürse, «bu,'Hak Te621

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

âlâya bilmiyerek âsi olmuş ise, ben bilerek isyan etmişim. Onun için bu benden iyi ve yüksektir, ben bundan kötü ve aşağıyım,» de­ melidir. Eğer yaşça kendinden büyüğünü görürse, «bu, benden ön­ ce Allah-ü Teâlâ’ya itaat etmiştir. Bu yüksektir, ben aşağıyım,» de­ melidir. Kendinden küçüğünü gördüğü zaman, «ben bundan önce Allah-ü Teâlâya isyan etmişim, ben bundan aşağıyım,» demelidir. Kendi yaşında olan birini görürse, «ben kendi kötü hâlimi biliyo­ rum, bunun hâlini bilmiyorum. Bilinen günah, bilinmeyenden çok aşağılanmaya lâyıktır. O halde bu benden yüksektir, ben aşağıyım» demelidir. Bir bid’at sâhibine veya kâfire rastlarsa, «bilinmez ki, bu kâfir sonunda imana gelir. Benim akıbetim ise, bunun şimdiki hâli gibi olabilir. Son nefesteki duruma itibar olunur. O halde ben bun­ dan aşağıyım,» demelidir. Bir köpeğe veya bir yılana veya, diğer hayvanlara bakarsa, «bunlar Allah-ü Teâlâya asi olmadığından, bunlar için azar ve azab yoktur. Halbuki ben günah denizine dal­ mışım, hem azara, hem azaba müstehak olmuşum, ben bunlardan aşağıyım,» demelidir. Bu minvâl üzere, bütün mahlûkları kendin­ den üstün ve yüksek görüp, nefsini hepsinden zelîl ve rezîl bilsin. İşte o zelîl kul, Mevlâ’nın dostluğunu elde etmek arzusuyla, mukarrebler yoluna bildirileceği şekilde sâlik olsa, o bütün bâtın âfet­ lerinden ve zâhir rezilliklerinden kurtulup güzel ahlâk ile her ke­ mâle sahib olur. Zira, bu gelecek ilâçlar ile, bütün âfet ve rezillik­ leri, köklerinden öyle söküp atar ki, asla izleri bile kalmayıp hep­ sinden kurtulur, selâmet bulur, her daim Hakkın huzurunda olur, Sülük etrtıemiş bir âbid, bu âfetlerden kurtulmak istese, im­ kânsız bir işi istemiş olur. Onun için ebrârın ileri gelenlerini gö-> rürsün ki, kötü sıfatların birinden kurtulmağa bir gün çalışırlar ve buna da nail olurlar. Lâkin ertesi gün, ondan daha acı ve daha çirkin bir başka sıfata mübtelâ olurlar, bir başka haslette muztarib kalırlar. Bunun sebebi, onlann bütün âfetlerden kurtaran mukarrebler yoluna sülük etmemeleri, kibir ve benliklerini bırakıp Hak kın huzuruna gitmemelerdir. Onun için zahmet ve meşakkatte ka­ lıp, rahat ve saadete eremediler. Demek ki ebrâr, amellerinde ihlâs üzere olsalar da, yine de büyük tehlikededirler. Bunun ne demek olduğunu anlayabilirsen, mukarrebler yolunun sülûkünün bir fay­ dasını bulmuş olursun. Ama maksad, bizzat olan faydalarına ka­ vuşup, Allah-ü Teâlâ’ya yakın olmaktır, isim ve sıfatların tecellîle­ rinin kalbde hâsıl olmasıdır, hâlifelik devletine kavuşmaktır. İşte bu yolun, adı geçen yedi makamından geçen nefs-i nâtıkanın, herbirinde bulunduğu sırada olan ismini ve seyrini, âlemini ve yerini, hâlini, vâridini ve sıfatım, üstünde olan makama çıkma622

MARİFETNAME

sının nasıl olduğunu açıklamak lâzımdır. Böylece mukarrebler yo­ lunun yolcusu, o makamların hangisinde bulunduğunu bilir, nef­ sini sıfatları ile tanır, arzu ve heveslerine galib olur. Her birinden ilerleyerek yüksek makamlara kavuşma isteğinde olur. KISIM : 7 . YEDİ MAKAMDAN İLK MAKAMDA BULUNAN NEFS-İ EMMARENİN BU İSMİ ALMASI, SEYRİ, ALEMİ, YERİ, HALİ, VARİDİ VE SIFATLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar kİ: Birinci makamda nefs-i nâtıka, nefs-i şehvâninin mağlubu olup, kötülük ile emredici olduğundan, EMMARE ismini almıştır. Nitekim Yusuf sûresinin elli üçüncü âyetinde: «Nefs, ma’siyetle emredicidir» buyuruldu. Seyri, illallah, âlemi, Şehadet, yeri sadr, hâli, meyil, vâridi şeriat, sıfat lan, câhillik, bahillik, hırs, kibir, öfke, şehvet, hased, kötü huyluluk, boş ve faydasız şeylere dalmak, alay etmek,, eziyet vermek ve benzerleridir. Bu nefs-i emmâre, rabbânî bir latifedir. Lâkin tabiata eğilmesi, şehvetlere kayması sebebiyle kirli ve pis bulunmuştur. Hayvani olan şehvânî nefsin emri altında kalıp ona uymasıyla, hayvanlar guru­ buna girmiş, kendinin güzel sıfatlarını, onların kötü sıfatları ile değiştirmiş, sadece şekilde onlardan farklı kalmıştır. Şeytan onun askerinden olup, ondan kuvvet bulmuştur. Bu öyle habis, aşağılık bir nefistir ki, hakkında Peygamberimiz (S.A.V.) «Yanında sana düşman olan nefsine düşmanlık et» buyurmuştur. Onun düşmanlığı aklî delillerle de sabit olmuştur. Zira her düşman, kendisine ihsân ve hizmet edildiğinde, insana dost ve sâdık olur. Ama bu nefs, ih­ sân ve hizmet bilmeyip, düşmanlığında ısrarlı ve insanlığa zararlı kalmıştır. «Küçük cihâddan büyük cihâda döndük.» buyurmakla, nefisle olan cihadın kâfirlerle olan cilıaddan daha büyük olduğunu ifade etmişlerdir. Zira bu nefs, o tabiat zulmetinde kaldığından hak­ kı bâtıldan, hayrı şerden ayıramayıp şeytana yardımcı olmuştur. İşte bu makamda, kabiliyetli sâlik kendi nefsinden emin ol­ maz, ondan kaçıp ona yardımcı olmaz. Eğer bir kimse onu incitir­ se, nefsine dost olmaz. Belki o kimseye nefsini incitmesinde yardım­ cı olur, nefsinin tarafını tutmaz. Çünkü sâlik, nefsin düşmanlığı, bilmiş olup, onunla bir işe girişmez. O zaman yemeyi, içmeyi ve uykuyu azaltır. Böylece hayvanı nefs zaif düşer. Onun şebekesin623

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

den bu emmâre adı verilen nefs-i nâtıka kurtulur. Sâlik bu makam­ da Lâ ilâhe illâllah zikri ile meşgul olup lâ’yı uzatarak, ilâhe’deki i’yi belli ederek söyler ve sondaki hc’yl de bildirerek illâllah’m ara­ sım kesmyip, Allah kelimesinin sonunda durur. Zikr eden sâlik, bu kelim-i tevhide bu şekilde sessiz olarak devam eder. Ayakta, otu? rurken, yatarken her hal ve zamanda okur. Zira bu kelimenin fay­ da ve tesir etmesi için, gece ve gündüz ona devam etmek lâzımdır. Nitekim Habib-i Ekrem (S.A.V.) «İmanınızı yenileyiniz, lâ ilâhe illâllahı çok söyleyiniz. Çünkü bunu söylemek günahı alıkoyar. Ona benzer bir amel yoktur...» buyurmuştur. Bu kelime-i tevhidin heir iyilikten, her amelden üstün ve Allah-ü Teâlâ’nm en sağlam kal’esı olduğunu bildirmiştir. Bu yola ‘yeni giren sâlik, bir müddet diliyle Lâ ilâhe illâllah dedikçe, mâ’nasından zevk almaz. Lâkin günler geçince, geçmiş gü­ nahlardan hâsıl olan zulmanî perdeler kalbinden tedricen açılır. Hak Teâlâ’yı kalbleıin ve hallerin değiştiricisi bilip, eşyayı ve fulleri yaratan bulur. Böylece O’nun veren ve vermiyen olduğu­ nu, zarar ve faydanın O’ndan geldiğini, her şeyde müessir ve mu­ tasarrıf ve herşeyi câmi’ olduğunu basiret gözüyle görür. O’nun bu müşahedesi, itikad ve ikrârından başka zevk ve halle olur. Halbu­ ki zevk ve hâlin müşahedesini, ancak hâl sahibleri bilir. Bu şühûdun alâmetlerindendir: Bunun sâhibi, asla bir mahlûku kötü gör­ mez, hiç kimseden nefret etmez, ne bir mü’mine, ne kâfire, ne hay­ vana, ne de kendine düşmanlık eden câhile, hiç zarar ve kötülük düşünmez. Kendini aşağı ve zelil görür, yüzü nurlu olur, gönlü da­ imi sürür ile dolup, şeriatın edebleri iJe edeblenmiş olur. Sâlikte nefs-i emmâre sıfatları bulunduğu müddetçe, bu keli­ me-i tevhidi abdestli olarak yalnız olduğu bir yerde, gözünü yumup sessiz olarak tekrar eder. Kalbinden ma’nasını düşünür. Kuvvet ve, şiddet ile illâllah dedikte, huşû ve hudû ile sol göğsüne başıyla imâ eder. Böylece ondan şakilik sıfatlarının gitmesi, kalbine tevhid ve ef’âl gelmesi ilk saadete kavuşması ve bunlarla Allah-ü Teâlâ’mn kal’esına girmesi, her muradını alması mümkün olur. KISIM : 8 NEFS-IEMMARENİN BİRİNCİ MAKAMDAN KURTULMASININ VE İLERLEMESİNİN ÇARE VE YOLU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar k!: Kemâl yolunun sâliki, bu makamda iken, ancak akidesini dü-

MARİFETNAME

zeltip ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebine uyar, güzel abdest alır, namazına dikkat eder. îlm-i hâlinde kanaat edip onunla âmil oluır gider. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edinceye kadar ilimle, fenle pek uğraşmaz ve dünya işleri ile meşgul olmaz. Zira bu dar ma­ kamda bulunan sâlik, nefsini tabiatinden kurtanp kalb aynasına cilâ vermekten daha önemli bir şey bulmaz. Önce kelime-i tevhid ile kalbini parlatır. Böylece, eşyanın hakikatim ve ma’nanın ince­ liklerini anlamaktan onu mahrum eden leke ve bulanıklıklar gidip^ ilim ve fenlerin öğrenilmesi onun için kolaylaşır. En aşağı makama da bulunan sâlik, gönül aynası, hayvani sıfatlarla pas tutunca, çokr zikr ile kalbleri gayb nurlarından perdeleyen pislikleri kalbinden» giderip yemeği, içmeyi ve uyumayı azaltsın. Böylece kalbini günah­ lardan arındırıp halis kılsın. Şeytanın yollarım daraltıp kalb âle­ mine gelsin. İmânın hakikatim bulup o açık güneşi müşahede et­ sin. Çünkü bu makam, sakatlık, tabiat zindam, sıkıntılar ve bede­ nin en aşağı makamıdır. O halde bundan kurtulmaya çalışmak, her amelden ve her iyilikten üstündür. Sâdık sâlik, yedi makamm her birinde, şeriat kapısı üzerinde durur. Bilhassa bu gaflet makamın­ da her zaman nefsini, ölüm hastalığı, kabir azabı, mahşer halleri vq Cehennem korkuları ile korkutur ve bu korkusunda da daim olur. Bununla nefs-i nâtıka, gafletten uyanıp, şehvani nefisten yüz çe­ virir. Şeriatla amel edip, Hak yoluna gider. Çünkü birinci ve ikinci makamda, sâlikle beraber iki hal bulunur: Biri havf (korku), di­ ğeri recâ (ümid) ’dir. Sonra sâlik üçüncü makama geçince, korkusu yavaş yavaş geçer. Dördüncü makama vardıkta, kemâl derecesinin, başlangıcına kavuşup tutumu heybete, recası açılmaya ve yayılma^ ya tebdil olur. Beşinci ve altıncı makamda bu gidişle gider. Sonra yedinci makama çıkınca heybeti celâle, ünsü cemâle dönüşür. Inşaallahü teâlâ bu hallerin hepsi, yerleri gelince anlatılacaktır. Demek ki, her kim kendini bu çirkin ve dar makamda bulduy­ sa? şehvanî nefsin zindâmndan Rahmani ruh fezâsına çıkmaya çalışması, yemeyi içmeyi, uykuyu ve konuşmayı azaltıp, daima zikr ve fikir etmesi, ahlâkını güzelleştirip tevekkül,- tefviz, teslîm, sabır, tahammül ve rızâyı kazanması lâzımdır. Böylece onun kibri tevazua, kin ve düşmanlığı muhabbete, şehveti iffete ve diğer kötü huyları, güzel huylara dönüşüp gönül hastalıklarından kurtulur. Eğer insanlar içinde meşhur ise, süslü elbiseleri bırakıp kendini gözden düşürecek elbise giyerek adını unuttursun. Bununla şöh­ ret âfetinden emniyyet bulup Mevlâsıyla yalnız kalsın. O’nun huzorundan alıkoyan şeyleri kalbinden boaşltsın. Az veya çok, elinde olanla kanaat etsin. Geçici lezzetlerden yüz çevirip, Allah-ü Teâ625

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ.

lâ’ya yönelsin. Nihayet O’ndan işitip, O’na söylsin. îmtihan zincir­ leri ile, Hak’dan yana sevk olunmazdan önce, ihsân ve ikbâl ile yö­ nelip, bu ruhâni alâmet ile, kalb âfetlerinden nefsini kurtarmağa ihtimam edip ahlâkım güzelleştimeye muvaffak olduyda, insanlık sandığında gizli olan garîb ve acîb sırlan müşahede eder. MANZUME Çün oldu tefrika-ı Mevlevi bu cem-i kütüb Gönülde âşıka herbir varak hicâb olunca O hüsn-i aşkı derûnunda seyr eder ârif Çü Mısr-ı aşk-ı muhabbettesin aziz-i cihân Bu aşk vasfım kimden sorarsm ey Hakkı Bu cem’i koy ki, bulunmaz bununla ref’i hücüb. Gözünde zehm-i da kat kat hücübsün oku kütüb, Ki hüsn-i lübb-i cihandır bu aşktan lübb-i lüb. Değil bu Yûsuf’i Ruhun yeri gıyâbe-i cüb, Ki bu muhiti bilendir garîk-ı lücce-i hüb.

KONU:2

KISIM : 1 NEFS-I LEVVAMENİN BU ADI ALMASININ SEBEBİ, SEYRİ (GİDİŞİ), ALEMİ, YERİ, HALİ VE SIFATLARI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: İkinci makamdaki nefs-i natika, kötülükleri emretmekten piş­ manlık duyduğu ve kendini çok kınadığı için, kendisine Levvame adı verilmiştir. Bunun seyri gidişi) Allah’adır. Alemi, Berzah, yeri gönül hali sevgidir. Dayanağı tarikattır ki, fiilleri Peygamberlerin fiillerinden, sıfatları levm (kınama), heves, fikir, acep (şaşkınlık), halka itiraz, azarlama, yalvarma, gizli ikiyüzlülük, baş olma ve şehvete karşı sevgidir. Ayrıca Emmare nefsin bazı alışkanlıklarının izleri yine bu nefiste vardır. Fakat bütün bu vasıflara rağmen, yi­ ne bu nefis, hakkı hak, batılı batıl görür ve bilir, bunun için de bu sıfatlarla huzursuzdur. Ancak ne var ki kendini tamamiyle bun­ lardan kurtarmaya güç yetiremiyor. Fakat şeriata karşı olan sev­ gisi fazla ve tarikata bağlılığı daimidir, namaz, oruç ve sadaka ver­ mek gibi salih amelleri çoktur. Fakat bu nefse aceb (şaşkınlık) ve gizli riya (iki yüzlülük) getirdiğinden, fikirleri, ona bir ikazdır. Bu nefsin sahibi, insanların onun güzel amellerini görmesini ve bil­ mesini sever. Amellerinin lialk için değil, Allah için olduğunu da bilmelerini ister ve bunların halktan gizli olmasını da ister, fakat amelleri sebebiyle kendisini methetmelerini de içinden arzular. An­ cak bu huyundan da nefret eder ve bu yüzden rahat etmez. Buna rağmen bu huyunu kökünden koparıp atmak da elinden gelmiyor. Eğer bu huyunu, kalbinden tamamen söküp atabilse muhlis, ter­ temiz olurdu. Halbuki her muhlis, büyük tehlikededir, tamamen dü­ zeltemiyor. Çünkü halkın, kendisinin tertemiz olduğunu bilmeleri­ ni sever. Halbuki insanların bilmesini istemek, gizli riyadır. Açık riya (iki yüzlülük) ise halk için amel etmektir. Bu daha kötü bir huydur ki, insanı gizli şirke (Allah’a eş koşma) kadar götürür. İş627

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI IIZ. te sâlih, bu sıfatlarla sıfatlanınca kendini ikinci makamda bulur ve nefsine de Levvame denir ki, faziletli ve ibadetinde titiz olanlar­ dan olmuş olur. Fakat bu makamın sahibi ne kadar temiz kalple davranırsa davransın yine tehlikelerden ve hatalardan kurtulmaz. Nitekim hadis-i şerifte: «İnsanların hepsi helâktadır, alimler müs­ tesna. Alimler de helâk olur, ilmiyle âmil olanlar müstesna. İlmiy­ le âmil olanlar da helâk olur, muhlisler müstesna. Muhlisler ise bü­ yük tehlikededir,» buyruldu. Bu makamda olanlar, kendi benliklerinden yok olması Allah’­ la var olmayı istemiş ve ecelleri gelmeden kendi iradeleriyle ölüp yok olma yoluna girmişlerdir. Nitekim Peygamber (S.A.V.) : «Öl­ meden evvel ölünüz,» hadis-i şerifi ile, nefisleri öldürmeğe çalışma­ mızı ifade etmişlerdir. İkinci makamdan öle ^kamıyanlarm yeri ve varabildikleri son mertebeleri burasıdır. Halbuki mukarrebler (Allah’a yakın olan veliler) bu makamda durmaz, tâ yedinci ma­ kama varıncaya kadar, dalıa yüksek makamlara çıkarlar. Bu zat­ lar ikinci makamda durmazlar. Çünkü bunda büyük bir tehlike ve yıpratıcı bir yorgunluk olduğundan bm makamda kalanların ra­ hat ve selâmet bulamadıklarını bilirler. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâsür (yani* samimi, temiz kalplilik). Bunlar için de büyük tehlike vardır ve bu tehlikeden kur­ tulmaları da çok zordur. Ancak yaptıran ve «durduranın Cenab-ı Allah olduğunu görmek ve tam bir kalp temizliğiyle © zevki tadarak onda yok olmakla mümkün olur. Bu görme zevki, mukarreb kulla­ rın yoluna girmek suretiyle tadılır ki, ikinci makamda bulunan zatlar onun kokusunu bile alamazlar. Çünkü mukarreb kullar delil ve keşif yolu ile şu inanca varmışlardır ki, Cenab-ı Allah kullarına şeriat kapılarını göstermiş ve dilediklerine o kapılardan huzuruna girme iznini vermiştir. Onlar da bu ilâlıî emre uyarak o kapılardan içeri girmiş ve basiret (kalp gözü) ile Cenab -ı Hakk’ı müşahede et­ mişlerdir. Adı geçen kapıların açıldığını gören bu zatlar, ne şaşmış, ne de riya göstermişlerdir. Bunun, Allah’ın bir lütuf ve kereminin eseri olduğunu görmüş ve bilmişlerdir ki, bu inançları sayesinde Allah'ın yardımı ulaşmış, ibadet kapıları açılmış ve oraya girmeğe hak kazanarak huzura kabul edilmişlerdir. Artık bu halde olan kâ­ mil zat için, ihlas gerekli değildir. Hattâ ihlâs fikrine bile gelmez. Çünkü o, kendi nefsi için ihlâsı gerektirecek bir amel görmez ve Cenab-ı Hak'tan başka bir iş bilmez ki, onda zarar görsün ve elem duysun. Artık o, amellerinde tam bir ihlâs içinde, hallerinde sevinç ve selâmettedir. Fakat ikinci makamda olanlar, şuhud (Allah’ı ve 628

MARİFETNAME eserlerini görme) mertebesine varamazlar. Onların herbirinin ken­ di amelinde ihlâs sahibi olması istenir. Fakat bunlar kalb gözleri perde ile örtülü olduğundan, Cenab-ı Hakk’m, kullarının bütün fi­ illerinin yaratıcısı olduğunu göremezler. Bunlar, bazı fiillerinden dolayı elem duyup meşakkatte kalmışlardır. Yorgunluk ve eziyetle­ ri öyle bir dereceye varmıştır ki, eğer onların birisi meselâ bir fare deliğine girse ona bir kedi pençesi musallat olur, eziyet verir ve iş­ kence yapar. Çünkü onlarda yorgunluk, iç sıkıntısı, göğüs darlığı yapan , şaşkınlık ve kibirlenme gibi kötü vasıfları gösteren insan duyları vardır. KISIM : 2 İKÎNCİ MAKAMDA DURAKLAYIP DAHA YÜKSEKLERE ÇIKAMAYAN ZATLARLA MUKARRERLER ARASINDAKİ FARK Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki:

Nefs-i Levvameye sahip olan zatlarla daha yüksek makamlara çıkan mukarrebler arasındaki farkı açıkça görmek için şu misali vermek yeterlidir. Meselâ Habis bir ağaç vardır ki, bü;yük gövdesi birçok dallar ile kuşatılmıştır. Bu dallarda her zaman türlü zehir­ li meyveler ürer. Öyle ki, her daim meyvesi bir başka türlü zehirdir. Bir gün bu ağacın altına bir grup insan gelir ve ağacın altından bir nehrin aktığını görürler. Hemen bu ağaca çıkıp dallarım kes­ meye başlarlar. Ancak ağacı kökünden kesmeyi, ya da ağacın ku­ ruması için suyunu kesip toprağını atmayı akıl etmediklerinden o dalların zehirli meyveleri ile zehirlenip ölürler. Çünkü ağacın gövdesi yerinde durduğu için, bir tarafındaki dalları kesmeye ça­ lışırken diğer tarafındaki dallar, yeşermeye başlıyormuş. Başka bir zaman yine aynı ağacın altına başka bir grup insan gelir ve ağacın kökünü besliyen suyu keser, toprağını bir tarafa atarlar. Kısa süre içinde ağacın dallarının zayıflayıp zehirli meyve vermemeye baş­ ladığını ve böylece o öldürücü zehirli meyveyi besliyen dalları kes­ mek zahmetine katlanmadan ağacın kuruduğunu görürler ve ken­ disinden tamamen kurtulurlar. İşte insan midesi de tıpkı bu zararlı ağaca, kötü ahlâk dalları­ na, fena sıfatlar ve bunlardan hasıl olan günahlar da zehirli mey­ vesine benzer. İşte ikinci makamdaki zatlar da kötü ahlâkın insa­ nı felâkete götürdüğünü, her iki âlemde belâlara maruz bıraktığını, 629

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. ancak aklî delillerle bilmişler ve ondan sonra o kötü sıfatları birer birer yok etmeye çahşmışlardır. Fakato kötü sıfatlardan tamamiyle kurtulamayıp ahlâkî hallerini ıslahtan aciz kalmışlardır. Çünkü onlar bir gün bir kötü sıfattan temizlendiklerini görseler bile çok geçmeden başka bir zamanda yine o sıfatla veya daha beteriyle müptelâ olduklarım görürler. İşte bunların ömrü bu şekilde zah­ met ve işkence çekerek biter. Çünkü, bunların mideleri dolmuş, be­ şerî yönleri kuvvet kazanmış, kanları fazla dolaşmakla şeytana mağlûp olmuş ve onun verdiği vesveselerle gönülleri dolmuştur. Muhakkak ki şeytan yol bulup bir kimsenin bedenine girse ve kan gihi damarlarında aksa, o adamın kalbi kötü sıfatlarla dolar, o kim­ se, o sıfatların birini bile yok etmekten aciz duruma düşer. Gerçi, bazı zamanlarda dinlediği ölüm sekeratı, kabir azabı, mahşerin hal-' leri ve cehennem korkusu, onda bir takım kötü vasıfların yok ol­ masına sebep oluyorsa da zamanla o korku azalıp sönünce o yok olduğunu bildiği kötü sıfatın tekrar kendisinde ortaya çıktığını gö­ rür. Fakat (Allah’a yakın olan veliler), delil ve tecrübe ile midenin fesat, fitne ve kötülükleri men edici olduğunu bilmiş ve bütün kö­ tü sıfatların kaynğı bulunduğuna innmışlardır. Bunun da tek ça­ resi olan yemeği azaltmak suretiyle midenin bu kötü tehlikelerden kendilerini tamamen kurtarmış, selâmete ermiş ve kendilerini bü­ tün güzel vasıflarla bezeterek kalplerini daimi bir huzur, bir nur ve sevinçle doldurmuşlardır. Çünkü, yeme ve içme azaldıkça, uyku da hafifler ve azalır, bu sebepten konuşma da az olur. Çünkü, aç ve uykusuz olanm konuşma isteği olmaz, sükutu sever. Onun için mukarreb kullar, halktan uzak kalır, inzivaya çekilip ibadetle meş­ gul olurlar. Bunlarda zerre kadar kötü sıfat kalmadığı için rahat ederler. Nitekim büyük veliler ve Allah’a yakın olan zatlar ancak açlık, uykusuzluk, susmak ve tenhada ibadet yapmak suretiyle bu İ mertebeye nail olmuşlardır. İşte bu misaldan açık olarak anlaşılan şudur: Allah’a yakın olanlar, öyle bir topluluktur ki, onlarda şaşkınlık, kibirlenme ve kıskanma gibi kötü vasıfların zerresi bile bulunmaz. Çünkü onlar, kötü vasıfların tümünü kökünden kazıyıp yok etmişlerdir. Öyle ki,’ hiç biri hatırlarına bile gelmez. Onun için, bunlar tüm evham, ku­ runtu, keder ve üzüntülerden arınmış, gönülleri huzur ve rahata, kavuşmuş, manevî zevk ve sevinçle dolmuştur. Bunlar, hiç kimse­ yi incitmedikleri için, halk, onlan gönülden sever. Çünkü, bunlar iyi işlerden başka bi rşey yapmazlar. Böyle olduğu halde yine kıs­ kanç insanlar bunlan çekememiş ve türlü hilelerle bunlara zarar vermeye çalışmışlardır. Fakat bu hile ve kıskançlıkların kendileri­

630

MARİFETNAME ne hiç bir zarar ve faydası olmamıştır. Çünkü bu zatlar, şuhud zik­ rine dalmışlar, onun için de düşmanları tarafından kendilerine ka­ zılan kuyulara yine düşmanları düşüp belâlarım bulmuşlardır. Kendileri ise Allah’ın kalesine sığınarak emniyet, selâmet bulmuş­ lar ve her iki dünya saadetine ermişlerdir. Nitekim Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’inde, Ulu velilerin, dünya ve âhirette her çeşit ke­ der ve üzüntüden uzak olduklarını buyurmuştur. Gerçi bu âyet, Peygamberin (S.A.V.) «Dünya müminin hapishanesidir» hadis-i şerifine muhalif görünüyorsa da buna benzer hadis-i şerifler ikin­ ci için söylenmiştir. Gerçi onlar doğru, takva sahibi ve tam inan­ mış, ibadet, zühd ve takvalarında ileri gitmiş, şeriat hükümlerine jfeoyun eğmiş, itaatli kişilerdir. Cenab-ı Allah, onlan hoş görmüş ve öğmüştür. Ancak ne var ki onlar, nefsin kederlerinden tamamen kurtulmamış ve kalp boşluğu ile İlâhî huzurun zevkine erememişlerdir. Ayrıca bu dünya onlara, yorgunluk ve eziyetle dolu bir belâ »zindanıdır. Fakat âhirette kendilerine vadedilen sevap ve mükâ­ fattan mahrum olmazlar, fakat ulu veliler, aşk deryasına dalmışlar, dünya ve ahiret ehli olmayıp mâna âleminin insanlarıdır ve Allah (C.C.)’ın huzurunda olup bütün insanları unutmuşlardır. Allah’m fikriyle ve onu tefekkürle uğraşıp gönülden içeri girmişler, bütün kâinatı bırakıp yaratıcıya varmışlardır. Çünkü bunlar ne dünya lezzetleri alır, ne de âhiretin nimetlerini bilirler. Bu durumda bun­ lar nasıl esir edilirler ve niçin üzülüp elem duysunlar? Onlar Hak ^Teâlâ’nın huzurunda duydukları zevk ve sevinç içinde kendilerin'denden geçer ve varlıklarından yok olup Allah ile var olurlar. KISIM : 3 , NEFS-İ LEVVAMENİN İKİNCİ MAKAMDAN ÜÇÜNCÜ MAKAMA YÜKSELİŞİNİN ÇARESİ Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Bütün âfet ve elemlerden kurtulmak ve daimi bi rrahata ka­ vuşmak isteyenler, mukarreblerin izlerinden gitsinler ki, nefisleri kemâle erip bir makamdan diğerine yükselerek yedinci makama kadar çıksınlar ve o makamda görülmemiş, acayip şeyleri müşa­ hede etsinler. Bu ilerleyiş, nefis mücadelesi ve devamlı olarak içli zikir yapmak suretiyle sağlasınlar ve her makamda ona mahsus olan isim ile meşgul olsunlar. Çünkü, ismiyle ne kadar çok uğraşılırsa yol o kadar yakınlaşır ve uğraşma ne kadar ihmal edilirse 831

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. yoldan o kadar uzaklaşılır. Sonra o hiç kimseyi kınamasın, kendi nefsini kınasın ve kusuru kendinde bulsun. Sâlik için mücahede lâzımdır. Mücahedede muvaffak olanın bütün alışkanlıklarını terketmesi şarttı. Adetlerin hepsini terketmek ve mukarreblerin yoluna girmek için konulan G esas vadır ki, bunlar; az yemek, az uyumak, az konuşmak, inzivaya (yalnızlığa|;'; çekilmek, zikir yapmak ve daimi surette Allah’ın azametini, kudre­ tini düşünmektir. Bu 6 esas sırasıyla yapılacaktır. Çünkü hepsi de birbirine bağlıdır ve birbirini kuvvetlendirir. Eğer sâlik bu yola giren kişi, bu 6 esası sadakat ve içten gelen kuvvetli bir duygu ve irade ile yaparsa bütün faydasız alışkanlıklarım terketmiş, mücahedeyi başarıyla kazanmış olur. Bu 6 esas, ne ifrat ne de tafrite gitmemek ve itidalle (ortalama) gitmek suretiyle uygulanır. Onun için yemek içmeyi terkedin denilmiyor da azaltın deniliyor. Sonra sâlik için faydalı olan şey de şudur: Acıkmadıkça bir şey yememek, doymadan yemekten kalkmak ve acıkmadan nefsini yemekten men etmektir ki, yemenin ağırlığını üstünden atsın. Nitekim pey­ gamber (S.A.V.) efendimiz öğleyin yemek yediğinde akşam yemez? lerdi veya akşam yediklerinde öğleyin yemezlerdi. Sonra sâlik sof? rada çeşitli yemekler bulundurmamaya da dikkat etmelidir. Tek çeşit yemekle yetinsin ve nefsin hakkım verip yani 75 gramdan 150 grama kadar yedirip isteklerini engelisin ve eğr bu ortalama davranış, tarikata yeni girmiş sâlike güç gelirse ve duyduğu haz ve lezzet sebebiyle işi ifrata vardırırsa, o zaman nefsini terbiye için haklanna riayet etmemesi gerekir, yani 24 saatte 50 ile 100 gram­ dan fazla yemek yedirmeyip çok az uyusun, kendini açlık ve uy­ kusuzluğa öyle alıştırsın ki, nefsi bu hakkının yerine getirilmesiy­ le sevinip itâat etsin. İkinci makamda sâlik, bu makama mahsus olan isimle daima meşgul olsun; Allah, Allah, Allah deyip sonuna yani H’yi sakin kılmazsa bu isimden beklenen tesir oluşmaz ve kal­ be, meleküt âleminin şaşılacak şeyleri görünmez. Ancak yatar, kal­ kar ve iş yaparken gece gündüz, gizli ve içten duyarak bu isimle zikir yapılırsa murad edilen yerine gelir ve gayb âleminin şaşıla-cak şeyleri ona görünür. Birçok vakitlerinde kıbleye dönerek göz­ lerini yumup bu mübarek ismi kısa nefeslerle zikreder, her tekra­ rında başını kaldırıp göğsüne indirir ve Allah lâfzının hemzesi üze­ rinde durup H’den evvel gelen elifi uzatıp H’yi sâkin okur. İsmi tekrarda acele edilmemesi gerekir. Çünkü o zaman, bu ismin ma­ nası kalmaz, tekrarında beklenen tesir olmaz. Bu makamda sâlikin kuruntuları ve yersiz hayalleri çok olur. Eğer bu ismin zikrine devam ederse bu kuruntu ve yersiz hayaller 632

MARİFETNAME birer birer söner. Çünkü bu celâl ismi öyle bir ateştir ki, bununla bütün fikir ve hatıralar yanar. Sâlik, sırf bu mübarek isimle meş­ gul olur ve zihnindeki diğer fikir ve hatırlarla ilgilenmezse o za­ man bu makamı süratle geçerek diğerlerine yükselebilir. Çünkü sâlikin kalp aynası insanlara dönüktür. Bu ayna neye çevrilirse on­ da o şey görünür. Tabiî bu makamda, sâlikin kalp aynasında in­ sanların suret ve şekilleri, fiilleri, âdetleri, vasıflan, sözleri, güzel­ lik ve çirkinlikleri birer birer aynada görünür. Sâlik, bu görüntü­ leri kalp aynasından silip yok etmek için çalışır. Fakat tamamen silinip yok olmaları güç olur. Çünkü aynaya daima yeni yeni gö­ rüntüler gelir, resimler çizilir. Ancak insanlann hepsinden tama­ men uzaklaşırsa suretlerini görmez, sözlerini işitmez ve bütün zevk­ lerinden öyle uzaklaşır ki ne kokularnf'alır, ne tadl^rım bulur ne de onlardan biriyle ilgisi olur. Tâ ki onda, onlara ait hayal ve ku­ runtulardan bir iz kalmasın, onlardan gelecek azabı bulmasın, ve insanlar kendisiyle Allah arasında perde olmasın. Ondan sonra ar­ tık Allah’a kavuşma hasreti içinde olan sâlik, insanlan ve onlar­ dan gelen bütün zevk ve lezzetleri unutsun. İşte mücahedenin neticesi budur. Buna muvaffak olana ne mutlu! KISIM : 4 İKİNCİ MAKAMDA KULU, ALLAH’TAN AYIRAN ENGELLER Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Her ne kadar Allah’a yakın olan velilerin yollarına çok engel­ ler çıksa da, halka meyletmek ve onlarla sohbe etmeken daha be­ teri yokur. Çünkü, bu yolda gereken mücahedenin esası, halkın âdetlerine aykırı hareket etmektir. Onların meclislerine giren, şa­ kalarına karışan sâlik, hiç bir makama yükselemez ve mücahede ile müşahede mertebesine çıkamaz. O yüksek makamlara çıkmak isteyen kimse, dostlan ve yakınları dahil bütün insanlardan uzak­ laşıp inzivaya (yalnızlığa) çekilmeli, yüce Mevlâsıyla başbaşa kal­ malıdır. İşte o zaman hayret edilecek şeyleri, kalp gözü ile seyre­ dip ruhunda derin bir haz ve zevk duyar. Fakat bu ilâçlan uygulamıyan kimse, yorgunluk ve inadında kalır, boşuna vakit kaybedip Allah’a yakın olma isteğine nail olamaz. Çünkü ancak halktan uzak olan Allah’a yakın olur ve saadeti bulur ve ulu veliler zümresine girer.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ Bu makamda sâlike gereken şey, uyanık olmak ve nefsinde kalan kibir, kıskançlık, iki yüzlülük, kuşkulanma ve itiraz etme gibi nefs-i emmarenin izlerini tamamiyle silip yok etmektir. Kendi nefsini ebediyyen helâktan kurtarıp kalbini müşahedeye mani olan işlerden arındırmak, sâlik için her şeyden önemli ve lüzumludur. Çünkü gönül, Allah'ın bakış yeridir. Allah’ı bilmek ise, her şeyin üstündedir. Bunun için kalbi temizlemek hepsinden iyidir. Bu ma­ kamda sâlik güneşin doğuş ve batışında, kalbi arıtmadan evvel «Ey kalpleri dilediği gibi tasarruf eden ve onlara hükmeden Allah, kalbimizi tâat ve ibadetin ile süsle,» duasını, kalbini arıttıktan son­ ra da «Ey kalpleri dilediği gibi çeviren Allah, kalbimi dinin ve tâatin üzerinde sabit kıl» duasım okumalıdır. Kalpleri değiştirmenin manası; Cenab-ı Hakk’ın gönülleri gaf­ letten huzura ve aksine üzüntüden sevince ve aksine korkudan ümide veya aksine genişlikten darlığa, darlıktan genişliğe ve bunun gibi zıtlara döndürmesidir. Bu duadan murad, ancak bu tarikatta sadakati sağlamaktır. Bu ikinci makamda sâlike «kulların kalpleri, Allah’ın ellerindedir. Dilediği gibi evirir, çevirir» hadis-i şerifinin sim zevkle belirir ki, bu zevk, sülûke olan isteği fazlasıyla arttırır, mücadedede bulunmaktan hasıl olan elemi unutturur ve kalbin hallerini daha iyi anlayıp Allah’tan başkasından uzaklaştırır. Esas olan bu manevî hali kazanmak ve hiç bir riyakârlığa kaç­ madan Hak Teâlâ’dan kalbe akışını sağlamaktır. O manevî hal de ya üzüntüdür veya sevinçtir, ya korkudur veya ricadır, ya sıkmak­ tır veya genişliktir, ya heybettir veya usluluktur, ya celâldir veya cemâldir veyahut da başka bir mânâ kalbe gelir. Eğer o mânâ, gö­ nülden yok olursa, ona Hal denir. Eğer Meleke olup dâim kalırsa, ona Makam denir. Sonra Hal, Allah vergisidir, makam ise kazanma ile elde edilir. Hal, İlâhî pınardan gelir, makam ise fazla mücahede ile kazanılır ve onun sırrı ancak mücahede yapmak suretiyle âşikâr olur. Eğer sâlik, mücahede yapmadan bu sırrın tezahür ettiğini iddia ederse, o sırrın tezahürü değil, belki nefsin gururlanmasının neti­ cesidir. Çünkü nefsin gurur duyuşu şamndandır. Nefis kendinde olmıyan kemâli duyduğu zaman, varlığını iddia eder. Halbuki mü­ şahede diye bir şeyyok tur. Çünkü, müşahede ancak mücahede ile oluşur. Tabiî doğruyu söyliyen sâlik, mücahede yapar ve onda saklı olan kıymetleri ortaya çıkarmak için kalbinden içeri girer ve boş yere konuşmakla vakit geçirmez, nefsini terbiye eder. Çünkü nefis, kendinde olmayan kemâli iddia ederse, kendini imtihan ederken, vereceği cevablarla yalancılığım ortaya koyar. Sâlikin nefsini ken634

MARİFETNAME disi imtihan edip tasdik etmesi yetmez ve ona haz vermez. Hak’tan uzaklaştığını gördükçe ona düşmanlık eder ve bütün kabahatlerini şeyhine aynen anlatır ve hiç bir şey gizlemeden bütün derdini ona döker. Tedbirli olan şeyhi de bu kusur sahibi müridinin derdini an­ layıp ona göre ilâcını verir. Şeyh ile mürid arasında geçen şeylerin hepsi de gizlidir. Ömürleri oldukça dille söylemek veya yazı ile yaz­ mak birbirlerine ihanet olduğu gibi Allah’ın yanında da hiyanet sayılır. Sözünde sebat etmek ve emaneti mezara kadar götürmek iyilerin vasfıdır. KISIM: 5 İKİNCİ MAKAMDA NEFS-İ LEVVAMENİN MİSAL ALEMİNE GİRİŞİ VE ORADA RUHLARA KAVUŞMASI, KARŞI KARŞIYA GELİP SOHBET ETMELERİ ' ' Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki: İkinci makamda bulunan sâlik, eğer nefsiyle mücahedede se­ bat ederse, kalbin, acayip sırları ona görünür ve misal âlemine gi­ rer ki o, bu âlemin dışında olan bir âlemdir ve onu kalp makamı­ nın sonuncusuna erenlerden başka kimse bilmez. Çünkü misal âle­ mi ikinci makamın sonudur ki, onu ancak mücahede eden bilir. Yoksa ikinci makamda kalanlara bu hal nasip olmaz ve o âlemi Müşahede edemez. Misâl âlemi, Allah’a yakın olan makamların İlkidir ki, bu beş duyu organı ile idrak edilmeyen işleri, bu yolda ilerlemiş gerçek sâlik, işitir ve görür. Nitekim Peygamber (SA.V.) eîçndimiz de «mü’minlerin kalbi, Allah’ın evidir,» buyurmuşlardır. peygamberimiz (S.A.V.) bu sözüyle, kalbin İlâhî sırların saklandı­ ğı yer olduğunu bildirmişlerdir. Sonra o sâlik, Habibullah’ın sözle­ rinden ibaret olan şeriata göre amel eder. İlâhî nurun tarikatın de­ diklerini yapar. Tâ ki, hikmet pınarları onun kalbinden delinip di­ linden akmaya başlar ve bununla yükselip rütbesini arttınr. İkin­ ci makamdan ayrılan sâlik, Cenab-ı Allah’a doğru yol alır ve bu yolculuğunda ilk durağı misal âlemidir. Bu âlemde cisimlerin keşifliği ile ruhların letâfeti arasında olan eşbah (ceset) suretleriyle buluşur. Ona lezzet ve sevinç getirir. Bu güçle yoluna devam eder. Şevk ve zevkini arttıran sırları öğrenerek yüksek makamların ya­ kınlarına doğru ilerler ve kalbinde muhabbet ateşi yanarak nefsin bütün şehvetlerinden kesilir. Her ne kadar ruhanî lezzetler kahr ise de bir engel teşkil etmezler. Çünkü ikinci makamda varılmak 635

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. istenen, geçmişe göre karanlık perdeleri geren nefsin şehvetlerin­ den vaz geçmektir. Misâl âlemine ancak sâlik olanlar girer. Bu giriş ise uyku ile uyanıklık arasında olan bir haldir ki, sâlike genellikle oturduğu yerde gelir. Bu hale vâkıa derler. O bu halde göreceğini görür. Şu şartla ki, bulunduğu yeri ve zamanı, kendisinin kim olduğunu ve ne halde olduğunu bilir ve uyku ile uyanıklık arasında olduğunu bildiği halde görür. Eğer bu beş şarttan birinden gaflet ederek gö­ rürse o zaman gördüğü âlem misâl âlemi değil, Berzah âlemidir ve gördüğü de rüyadır. Vakıa değildir. Çünkü bu hal sâlike uyku ile uyanıklık arasında gelmiştir ve başlangıçta uyku onu bastırır ve sonradan yavaş yavaş bu yolda ilerler, böylece uyanıklık hali galib duruma geçer. O zaman bazı ruhanileri görür ve tanır. Onları, uyanıkhk halinde gördüğünü sanır. İşin doğrusu, o sâlikin onlan bu hal içinde görmesidir. Fakat himmetinin yüksekliğinden onun bu hali, uyanıklığına o kadar yakın olur ki, duygu organlarını dur­ durur ve bu halin uyku ile uyanıklık arasında meydana geldiğini bilir. Ashab-ı kirama bu hâlette Cebrail (A.S.) ârabî suretinde gel­ miştir. Büyük velilere, bu hâlette Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’in ruhaniyeti görünür. Bu büyük devlete müşâfehe (karşı karşıya ge­ lip konuşmak) adı verilir. Falan adam, o hazreti müşafehe ile gör­ müş deniliyor. Hülâsa başlangıçta duyu organları aldamr. Sonra o hallerin kalbe belirmesi mümkün olur. Nitekim kâmil bir zat demiştir ki: Mücahede eden bir sâlik, bana yeminle, «Ben Peygamberi (S.A.V.) gözümle gördüm. O za­ man uyumadığımı ve uyanık olduğumu katiyetle bilirim,» dedi. Ben, o sâlike nasıl gördüğünü sordum, dedi ki: «Falan yerde idim, falan ve falan dostlarım da yanımda iken o Hazret meclisimize gel­ di ve benimle konuştu. Ben de onunla konuştum ve gözümle gör­ düm.» Ben ona, peki seninle bulunan dostların da o Hazreti gördü­ ler mi? dediğimde, «hayır, onlar görmediler» cevabım verdi. Ben de o sâlike öğüd verdim ve dedim ki: «Eğer o Hazreti hakikaten baş gözünle görse idin, seninle birlikte bulunan dostların da onu görürlerdi. Ancak seni o anda bir gaflet bürüdü, onun için sana o ruhaniyet gelmiştir ve misâl âlemi de kalp gözüne görünmüştür.» Sâlik hemen hatasını kabul ve idrak etti, benim öğüdümü canla başla kabul ederek dua etti. Buna hiç şüphe yok ki, uyku ile uyanıklık arasında yalnız mülk âlemi içinde bulunan eşya görünür. Melekût âlemi onun bir şubesi olan misâl âlemi görünmez. Ancak kalp gözü ile görürler. Gerçi baş gözü açık olsa bile gören, yine o baş gözü değil, kalp gö­ züdür. 636

M

MARİFETNAME MANZUME Mâşuku hırâmandır Oldukça bu tarz olsun Uşşak ana hayrandır Oldukça bu tarz olsun Dil, sulh salâh oldu Şeb gitti sabah oldu Küfr itti hep imândır Oldukça bu tarz olsun. Hem rikkat mahzundur Hem himmet mecnundur Ol silsile Cünbandır Oldukça bu tarz olsun Nefs oldu çu Rahmanı Der eşlem şeytanî Bu ten ki müslümandır Oldukça bu tarz olsun. Ol mihr dirahşândır Kevneyn gülüstandır Eşhas kamu candır Oldukça bu tarz olsun. Aşkın lebi Kevserdir Şirin sözü şekerdir Alem şekeristandır Oldukça bu tarz olsun, Aşkm gamı nimettir Zihri dile şerbettir, Hakkı, şeker efşandır Oldukça bu tarz olsun. KISIM : 6 MİSAL ALEMİNDE OLAN FEHVANİYEYİ VE TEMİZLEME VE DÜZELME ALAMETLERİ Ey Aziz, Ehlullah diyorlar ki: Sadakatle tarikata sarılmış sâlik, öyle bir zaman gelir ki mi­ sâl âleminde fahvaniye halini bulup Allah-u Teâlâ’mn konuşma­ sını duyar ve hoşlanır. Bazen de bu emri şeytan verir ve sâlik de

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. Cenab-ı Hakk’a erdiğini sanır. Halbuki o, kendi şeytanını görmüş­ tür. Eğer bu halden hemen sonra sâlikte hikmet bilgisi, şeriata bağlılık, tarikata uyma halleri belirirse, bu hal ona Allah’ın bir ikramıdır kİ, fehvaniye hali doğrudur. Eğer bu halden hemen sonra sâlikte inançsızlık, şeytanlık ve heveslere meyil başlarsa bu hal, şeytanîdir ki, Allah’a giden yolu kesmiştir. Sâlik’i, dileğinden ge­ ciktirmek veya geri bıraktırmak için gelmiştir. Allah onun şerrin­ den korusun. Allah onun şerrinden korusun ki, o delâlete (sapıklığa) düş­ müştür. Gerçek fehvaniyeyi Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle bildirmiştir: «Ben Allah’ı, en güzel surette gördüm. Onunla konuştum. Emirlerini aldım. Demek ki, gerçek fehvaniye şudur ki, neticesi bu bilgiler olur. Neticesi kuruntu olan şeytanın işi olan aldanmalar Fehvaniyye değildir. Bu tarikattan murad olan Allah’ı bilmelidir ki, bunlar kalbin ve insan nefsinin temizlenmesidir. Bu temizlenmenin -alâmetleri vardır: Kalbin te­ mizlenme alâmeti, İlâhî ilimlerin ilham olunması ve bu ilhamın kitap ve sünnete uygun olmasıdır. Nefsin temizlenmesinin alâmeti de bütün kötü hallerden kurtulmasıdır. Onda şaşkınlık, kibir, kin, keder, şehvete meyil, kimseden tiksinme, kimseyi azarlama halleri olmaz. Bütünlük haller ,ona göre müsavidir, birdir. B.ü .hallerinden dolayı rahat ve selâmete ermiştir. O kalp rafföiti 'içİfıde İlâhî mec­ lise gelip mevlâsıyla yalmz kalır. Çünkü, halkın bir kısmıtıa fazla sevgi göstermiyor ki,- Allah’tan ayrı kalsın ve insanların bazısına da nefret duymuyor ki kalbi bozulup Allah’tan gafil kalmasın. Onun insanlara sevgisi de, nefreti de sadece Allah içindir. Bu ikin­ ci makamda en önemli şey, sâlikin şehvetlerden tamamen kesilme­ sidir. Bu şehvetlerin başı da yemek ve giyinmektir. Eğer sâlik, ken­ di nefsinde bazı yiyecekleri fazlasıyla sever ve giyeceklerin bir kıs­ mım çok beğenir, giymek isterse, o zaman bütün yiyecek ve bütün giyimler ona bir oluncaya, eşit görününceye kadar mücahedeye devam eder. Bu eşitliği duyduğu zaman nefsini temizlemiş, şerrin­ den kurtulmuş olur ve ük kemâl derecelerini geçmiş, his âleminden uzaklaşıp yüzünü kutsal âleme çevirmiştir. Eğer sâlikin nefsi, şeh­ vetlere meylediyor ve mücahede ile bunlan tşrketmekten âciz ka­ lıyorsa, o zaman o sâlik Hak yoluna girmemiştir, girdiğini iddia ederse, tam bir sapıktır. Onunla konuşmak, sohbet etmek kişiye ancak pişmanlık ve zarar verir. Ondan çekinmek ve hatta nefret etmek, imanın selâmetidir. Sülük ehli Hak yolundan şaşmamak ve şehvetlere kapılıp sapıklığa düşmemek için, bu gibilerden sakınma­ lıdırlar. Çünkü, Hak yolu, halkın müptelâ olduğu kötü âdetlerin 638

MARİFETNAME hepsine karşı koymaktan ibarettir. Gerçek sâlik, âdetleri terkedince halkın durumuna aykırı hareket etmiş olur ki, halk onu deli sanır. Halbuki o küllî akla kavuşmuştur ve sâlik o yüksek dileğine ancak halkı deli yerine koyup, terketmekle ulaşabilir. Çünkü onun kalbinde en ufak bir şeye meyil doğarsa önünü keser. Allah huzu­ rundan mahrum kalır. KISIM: 7 KALBİN TEMİZLENMESİNİN VE NEFSİN ISLAH EDİLMESİNİN EN GÜZEL VE EN KISA YOLU Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Gerçek sâlik vardır ki, Allah’tan başka her şeyden yüz çevirir, yalnız Cenab-ı Allah’a döner. Hiç kimse ile dost olmaz ve oturup sohbet etmez. Çünkü kalp içinde hikmet nuru, beş kapüı bir evde 'yanan bir muma benzer. Nitekim beş kapımn hepsi kapalı olsa, • % mumun ışığıyla o ev aydınlanır. Eğer kapılardan biri açılırsa mum söner ve bütün ev sabaha kadar karanlıkta kalır. Beş duyu organıyla kalbin içinde bulunan hikmetin hali, tıpkı bu beş kapıh evde yanan -ftjuma. benzer. Eğer kalp, o beş duyu organının kazan­ dırdığı idraklardan, yani kulak, işitme, göz görme, burun, koku, dil, tad, dokunma duyusu da dokunma duyumlarından vaz geçerse bütün şehvetler unutulur ve o zaman kalpten dile hikmet pınar­ ları coşarak akar. Bu hikmet, «Eğer o nur kalbe inerse, kalp açılır ve sevinir,» hadis-i şerifinde bildirilen nurdur. Eğer bu beş duyu organı duyumlardan vazgeçmezse, yani kulak seslere, göz görülen­ lere, burun koklananlara, dil tadılanlara çevrilirse kalpteki hikmet­ lerin nuru söner ve gönül evi ecel gelinceye kadar tabiatın karan­ lığı içinde kalır. -, Bütün bu anlattıklarımızdan anlıyoruz ki, kalbin (ruhun) şe­ hadet âlemiyle (görülen âlemle) münasebetini sağlıyan ve tam tan beş duyu organıdır. Çünkü bunlar olmazsa ruhun dış âlem hakkın­ da hiç bir idraki olmaz. Ruhun gayb âlemine olan hasreti, onun iç duyu organıyla yani kalble, olur ki, gayb âlemini (görünmeyen âle­ mi) ve içindeki işleri bunun vasıtasıyla idrak eder. Yukanda an­ latıldığı gibi, kalb temizlenmeden evvel iki âlemden birine yönelin­ ce öbür âlemden vazgeçmek zorundadır. Çünkü aynı zamanda her iki âleme birden yönelip ikisini birlikte idrak etme gücünden mah­ rumdur. Esasında şuhud (görülen) âlemi değersiz, Cenab-ı Allah'639

■MH

9KSH!HnHRİ2$ ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. tan çok uzaktır. Eğer gönül bu âleme bütünüyle çevrilip gayb âle­ mi terkedilirse, böyle yapan kimse insan suretinde hayvan olur. Onun için böyle kimselerin çok yiyip içtiğini, çok uyuduğunu, öfke ve şehvetin esiri olduğunu görürsün. Böylelerinin düşmanlığı, çatış­ ması da fazla olur. Cehalet ve gaflet içinde manasız şeylerle uğra­ şır. Eğer gönül, Allah'ım düşünüp ona yönelirse ve İlâhî yasaklar­ dan nefsini uzaklaştırıp emir olunanları yapmaya çalışır, nefsinin zevklerinden vazgeçip haklarına razı olursa, yani fazla yeme içme­ yi bırakıp 24 saatte 200 gram yemekle yetinir ve fazla uyumayı bı­ rakıp ancak 4 saat uyursa, daima hayrı konuşup yersiz konuşmak­ tan çekinirse ve gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa bu kimse her iki âlemde yanılmadan nefsinde toplar ve Allah yoluna sülük ede­ rek meleklerin vasıflarını kazanmış olur. Öfke ile şehvetine hakim olup nefsini gemler ve başkalarıyla ilgisini keserse, emaneti taşıma­ ya lâyık bir kimse olur. Çünkü öfke ve şehvet, insan ve melek ara­ sında müşterek, ruh için aynanın arkasına yapışmış olan kesif (yo­ ğun) bir şey makamındadır. Nitekim aynanın bir yüzü kesif bir şeyle kararmadıkça onda suret görülmez. Bunun gibi insan ruhu da öfke ve şehveti taşımadıkça onda tecelliyat olamaz. Ancak şu şartla ki, öfke ve şehvet, akıl ve şeriatın hükmü altına girsin; Böy­ lece saldırıştan korunmuş sâkin bir ruh hali içinde beğenilmiş ve öğünmüş olsun. Gerçi öfke ve şehvetten ötürü insana zalim denmiş­ tir. Fakat bunlar, akıl ve şeriat ile korunduğunda Allah’ın emane­ tini taşımak için gereken sebep bulunmuştur. Çünkü insan, öfkeli ve şehvetli olduğu için, yer, gök ve dağlann taşımayı kabullenme­ diği emaneti yüklenme görevini üzerine almış ve bu güç vazifeyi kabullenmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: «Cahil ve zâlim olan insan, bu emaneti yüklenmiştir,» diye buyurulmuştur. öfke ve şehvete sahip fakat ona hakim olan kâmil insan, bu ağır yükü yüklenen, fakat ona hakim ademoğlunun varisidir. Çün­ kü, Hak Teâlâ ona yerde halifelik rütbesini vermiş ve bu âlemde aziz kılmıştır. Fakat öfke ve şehvetinin esiri olmuş olan kimse de, insan suretinden bir hayvan, hatta hayvandan da aşağıdır. Çünkü hayvan yaradanına isyan etmediği gibi bir şeyle de mükellef de­ ğildir, dolayısıyla da ne hesap verir, ne azap görür, ne de Cehenne­ me gider. Allah yoluna giren kimse ise öfke ve şehvetini yendiği için, kalbinde gayet yüksek bir dereceyi bulur. Nefsinin kadrini bilir ve onu hayvani sıfatlardan uzaklaştırır. Bitki ve hayvan mertebe­ lerinden dönük; az yeme, az uyuma, az konuşma, inzivaya çekilip zikir yapmak ve Allah'ın büyüklüğünü düşünmek suretiyle ilerleyip insanlığın Hilâfet makamına yükselir. Çünkü bunun kalbinde ar­ 640

MARİFETNAME tık şirk ve cehaletin izi olmadığından onda korkunun ve üzüntü­ nün eseri olmaz. İnsanda bulunması gereken şeyler onda kalmadı­ ğından günah işlemezler. Bu dereceye gelmiş olan kâmil insan, ahi­ ret saadetiyle mutlu olur. Böyle bir zat, her iki dünyanın da sa­ adetine ermiştir. İşte kâmil bir insanın hal ve tavırları budur ve böyle olan zat elbette ki yeryüzünde Allah'ın halifesidir. KISIM: 8 İKİNCİ MAKAMDAKİ SÂLİKTE BULUNAN VE ONA HAF*M OLAN ÖFKE VE ŞEHVETİN SEBEBİ, KÖKÜ, HAKİKATİ, TAHAMMÜL ETME VE İLAÇLARI Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: İkinci makamın başlangıcında sâlik, şaşkınlık ile kibirden ta­ mamen arınmamıştır. Bunlarsa öfkenin kaynağıdır. Çünkü öfke, külün içinde görünmeyen köz gibi kalp içinde örtülü bir ateştir. Kibir onu ortaya çıkarır. Kibir, insanın nefsinde kendini görmekten doğan bir sıfattır. Kibrin de hakikati, ucubdur. Bir kimsenin halka karşı olan kibirlüiği bu sıfatın eseri olarak belirir. Çünkü, nefiste gömülü olan kibrin ortaya çıkışı kibirlenmedir ki, bu haramdır. O halde kötü olan, nefsini görmekten doğan öfke olup sahibini hük­ mü altına, alır. Ne aklın, ne de şeriatm hükmü altına girmez. Sa­ hibi ona mağlûb olur, onunla muztarib olur. Dış görünüşü çirkin olduğu gibi öfke amnda içi dışından daha da çirkin olur. Çünkü bu kızgınlık, şeytamn yaratıldığı ateştendir. Nitekim Ayşe anne­ mizin kızgınlığı zamanında Peygamber (S.A.V.)’in ona: «Şeyta­ nin geldi» buyurduğu ateş budur. Cenab-ı Allah, nice hik­ metler için bu ateşi insanın içine koymuştur. Bu ateş, her­ hangi bir sebeple yanınca yüreğin kam kaynayıp damarlara yayı­ lır, sonra bedenin üst kısmına çıkıp deriye kadar gelir. Eğer ken­ dinden aşağı olana kızmışsa, öfkesinden rengi kıpkırmızı olur. Eğer kendinden büyüğüne, yükseğine kızmışsa, korkusundan rengi sap­ sarı olur. Eğer kendi akranına kızdıysa, yüzü kızanr, bozarır. Bu öfke hali, çok yerinmiştir ve sahibini helâk eden çok tehlikeli bir düşmandır. O halde her tehlikeden kurtulmak istiyen, bu kötü hu­ yun özü olan kibirlenmeyi, açlık'ile kökünden kesmeye çalışsın. Böylece kızgınlığı zayıflayıp yenilsin ve o kötü şeyden nefsini kur­ tarıp emniyete, selâmete kavuşsun. Kızgınlık heyecanı anında en kuvvetli ilâç, nefsinin zayıf ol641

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. duğunu düşünmek, bu sebepten başkasına saldırmaya kendini lâ­ yık görmemektir. Cenab-ı Allah’m kendisi üzerindeki kudretinin, kendisinin başkasına olan kuvvet ve kudretinden çok daha üstün olduğunu bilip Allah’ın azâb ve intikamını hatırına getirmektir. Böylece nefsini, öfkenin akıbetinden korkutsun ve ona desin kİ: «Ey nefsim, eğer öfke ile düşmandan intikam aldınsa, bil ki sana daha çok düşman olacaktır ve senden zayıf bile olsa yine senden intikam almak için fırsatım kollayacaktır. Bu sebeble kalbin, hep bu korku düşüncesi ile dolar ve bundan dolayı kederin çok olur. Eğer hilim edersen, yani kendinde yumuşama ve acıma duygusu­ nu doğurabilirsen, bütüp o kederlerden ve onları düşünme üzüntü­ sünden kurtulur, rahat ve emniyette olursun. Eğer acımıyorsan bari dayanmaya ve sinirlerine hâkim olmaya çalışarak velilere ve pey­ gamberlere benzemeye çalış. Hilim gerekli ise de nefse hâkim ol­ mak ve öfkeyi yenmek daha çok gereklidir. Hilim ve şefkatin art­ tıkça, akim kâmil olup öfkene tamamen hâkim olursun.» Öfkenin bir üâcı da şudur : Kızma amnda ayakta olan hemen otursun, oturan sırt üstü yatıp bu duayı okusun: «Ya Rabbi! Beni ilimle zenginleştir, hilim ile süsle ve bana, ibadet ve takva ikram et, sıhhat ve afiyet ihsan eyle, amin.» Sana, öfke ile hilim arasın­ daki fark üzerinde düşünmek ve en güzelini seçip onu kendine huy edinmek lâzımdır. Çünkü, sana vacip olan şey nefsini ve kal­ bini temizlemendir. Böylece kötü düşünce ve üzüntülerin yok olup gönül hoşluğu ile Kâmil olasın. İşte bu ilâçlar ile tedavi olup, bedenin hastalıklarından daha şiddetli olan nefsin hastalıklarından şifa bulasın. Bil ki, ilâçların en faydalısı, nefsinden kibri yok etmektir. Çünkü onun yok olma­ sıyla öfke kendiliğinden ortadan kalkar. Kibri doğuran nedenler yok edilmedikçe kibrin yok olması imkânsızdır. Kibri doğuran ne­ den ise kamın doymasıdır. Kibir onunla kuvvetlenir ve öfke de ku­ durma derecesine varır. Onun için muhakkak açlıkla uykusuzluğu kendine huy edin. Böylece susma ve inzivaya çekilip ibadet etmeye de hazırlanasın, Allah’ın zikriyle ve onun büyüklüğü üzerine dü­ şünmekle meşgul olasm. Böylece bütün hayvani sıfatlardan kur­ tulup meleklerin vasıflarını kazanasın. Allah’tan başkasını unutup huzur safâsıyla dolasın, aşk denizine dalıp cevher toplıyasın ve ni­ hayet ilâhî huzura vanp onunla kalasın.

642

MARİFETNAME KISIM: 9 İKİNCİ MAKAMDA BULUNAN SALİKİN YOLUNU KESEN ENGELLERİ GİDEREN DÖRT ŞEY VE ÜÇÜNCÜ, ORADAN DA DÖRDÜNCÜ MAKAMA VARMAK : Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Bütün varlıklar, sâliki kıskandıkları için, onu Cenab-ı Allah’ın huzurundan alıkoymaya çalışırlar. Çünkü, Allah’a yakın olmak için sülük eden Allah’ın halifesi olur. Bu mertebeye gelecek olan zat, elbette insanlarca kıskanılır. Fakat bu kıskançlık ona değil, kıs­ kananlara zarar verir. Allah yoluna giren zata şu lâzımdır: Hiç bir şeye iltifat ve itibar göstermesin, hiç kimseden korkup çekinmesin. Çünkü Cenab-ı Allah, ona herkesten daha yakındır. Bir karmca bile ancak Allah’ın kudret ve iradesiyle hareket etmektedir. Yerde ve gökte ne varsa, ilminden bir zerre bile kaybolmadan hepsinin içini dı­ şım, kalplerinin durumunu ve bütün hal ve fikirlerini bilir. Cenab-ı Hak kendisine herkesten, hattâ ana ve babasından bile daha merhametli ve şefkatlidir. Allah-u Taâlâ’dan gelen, ancak kullarının hayrına ve faydası­ nadır. Ortaya çıkan şerler, görünüşe göre şerdir. Lâkin hakikati gören bir gözle bakılsa hepsi de faydalı ve hayırdır. Ne var ki çoğu tabiatlara uygun gelmediği için şerre, şer ve zararlı denmektedir. Nitekim «her cüz’i şerrin içinde büyük bir hayır vardır.» Hadîs-i Şerifi bunu gösterir. İşte sâlik bu sırrı öğrenmeden evvel kalbini temizlemeye çalışsın ki, bu büyük sırrı zevk ile görüp tadabilsin ve kalbini, Allah’ın huzurundan alıkoyan engellerin hepsini yok etmek için dört emre katiyyetle inansın ve gereğini yapmaya cehd ve gayret etsin. 1) Cenab-ı Hak’kın her şeye kadir olmasıdır. 2) Allah’ın her şeyi bilmesidir. 3) Cenab-ı Hak’kın kullarına rauf ve rahim olma­ sıdır. 4) Cenab-ı Hak’kın bütün fiillerinin yalmzca hayır olması. Eğer sâlik, Allah’ın bu dört emrine tam inanır ve tasdik ederse ona kıskançlık, korku, keder yaklaşamaz, her şeyden emin olur. Şeytanlardan, insan ve cinlerden yana en ufak bir korkusu olmaz ve hiç kimseye, hiç bir şeye itibar etmez. Çünkü, Cenab-ı Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanmış ve onun zatma tam bir inançla yönelmiştir. Cenab-ı Hak’kın her şeyi bildiğini, rauf ve rahim ol­ duğunu ve her fiili hayırlı ve faydalı kıldığım yakînen büen için, 643

ERZURUMLU İBRAHİM jrfAKKI HZ. tevekkül, tevflz, teslim, rıza, ma’rifet, safâ, sevgi, vefa, fakirlik, fenâ (yok olma), yaklaşma ve görme, kavuşma ve beka (var olma) gibi yüksek haller hasıl olur. Bilhassa bunlar ikinci makamdan üçüncüye, üçüncüden dördüncü makama yükselmesine yardımcı olup, her iki dünyanın saadetine ermesine vesile olurlar. Gerçi Allah’ın dileği ve âdeti şudur ki, ikinci makamdan üçüncüsüne yükselmek, Allah’a yakın olanların yolunu, makamlarım ve hallerini büen Ariflerin eliyle olur. Fakat bazen Allah-u Taâlâ, bu âdetini bozabilir. Zeki ve inançlı olan sâliki, mürşidi olmadan da İkinciden üçüncü makama yükseltir. Bilhassa bu kitapta zikredilen şeyleri bilip aynen yapmaya çalışsa bu yükseliş daha çok kolayla­ şır. Çünkü bu bölümün her konusu, kendinden öncekine bağlıdır. Meselâ; sâlik, nefsi emmare konusunda bulunan ruhî ilâçla ken­ dini tedavi etse Levvame makamına yükselir ve bu tarz üzere iler­ leyerek bir makamdan diğerine yükselir, tâ yedinci makama ula­ şır, orada her muradına nail olur. Fakat üçüncü makamdan dör­ düncüsüne yükselmek Arifin eli üe değil, ancak Mürşid-i Kâmilin nefeslerinin bereketiyle, telkin ve tesiriyle olur. Çünkü, üçüncü ma­ kamda nefs-i mülhimede olan salike Arif denir. Ancak dördüncü makama yükselmekle beraber nefs-i mutmainne olmadıkça ona mürşid-i Kâmil denmez. Çünkü her ârif, kâmil değildir. Fakat her kâmil âriftir, aralarındaki fark açıktır. Üçüncü makamdan dördüncü makama yükselmede kâmil za­ tın nefesleri lâzımdır. Şunun için ki, üçüncü makam diğer ma­ kamlardan daha zordur ve daha tehlikelidir. Çünkü, üçüncü ma­ kam hayır ve şerle, fayda ve zararı içinde topladığından onda hak ile batıl birbirinden ayırdedilmez. Ancak, o arifte ayırma kudreti ve Allah sevgisi üstün derecede olur ve şeriatın emirleriyle tarika­ tın isteklerini yapa yapa alışkanlık haline getirirse, üçüncü maka» mm tehlikelerinden kurtulmuş olur. Bu suretle o ârifi, nefsi te­ miz, istidadı lâtif, düşüncesi doğru, buluşu yerinde, himmeti biilj yük, aslı kerim olup bu sıfatlan kazanmıştır. Bu meziyetleriyle saa­ dete eren Arif, mürşid-i Kâmil olmazsa da yine hakkı hak, batılı batıl görüp yedinci makama kadar yükselir ve nefsi mutmainne olur. Dördüncü makamdan beşinci, altıncı ve yedincisine yüksel­ mek için mürşid-i Kâmile ihtiyaç olmaz. Olsa da nadir olur. Çünkü Cenab-ı Allah, sâlikin kalbinde Kemâl ışığını yakınca, ârif onunla bütün kemalâtı görür ve bulur. Çünkü dördüncü makam, kemalât derecelerinin başlangıcıdır.

644

KONU:3 Yedi makamın üçüncüsünde bulunan nefs-i mülhimenin hal­ leri, sıfatlarıyla fiilleri, Mürşid-i Kâmile teslim olmanın ve şe­ riat hükümlerine bağlı kalarak yürümenin, dünyaya sarılmaktan sakınmanın özeti ve şeriatm hakikatin batım olduğu, üçüncü isimle meşguliyeti, bu nefsin güzel halleri, ruh&nilerin konuşma ve hayalinde kabz ve bastın ard arda gelişi, çekilip toplanmaya boyun eğerek ihtiyaç duyması ve üçüncü ismin tesir ve sırlan. KISIM: 1 ■ , NEFS-t MÜLHİMENİN BU ADI ALMASININ SEBEBÎ, SEYRİ, ALEMİ, YERİ, HALİ, VACİDİ, SIFATLARI VE ONDAN YÜKSEK OLAN NEFS-1 MUTMAİNNE MAKAMINA ÇIKIŞI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda, nefs-1 natıkanın fücur ve takvasını. Cenab-ı Allah ona Melek ve Şeytanın vasıtası olmadan, doğrudan doğ­ ruya ilham ettiği için ismi mülhime olmuştur. Bunun seyri Alallahtır. Yani bu makamda sâlikin içinde imanın hakikati belirdiğinden onun şuhudunda Allah’tan başkası kalmaz. Alemi ruhlar âlemidir. Yeri ruhtur. Hali aşktır, vâridi marifettir. Sıfatlan; ilim, cömert­ lik, kanaat, tevazu, sabır, tahammül, özrü kabul, hoş görü ve ezi­ yetlere katlanmaktır. Bu makamda sâlik, tüm insanlann nâsiyelerinin Cenab-ı Allah’ın kudret elinde olduğunu müşahede ettiğin­ den hiç bir mahlûka asla itirazı kalmaz. Yine bu nefs-i mülhime­ nin diğer vasıfları da şunlardır: Hararet, ağlamak, halkı ihmal, Allah’ı anmak, kabız ve bastın ard arda gelişi, korkmamak ve ümid etmemek, güzel sesi duyunca fazla haz duymak, Allah’ı zikretme­ yi fazla sevmek, Allah adım söylerken iç ferahlığı duymak, güler 645

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. yüzlülük, hikmetli ve manalı konuşmak, müşahede (görme) ve mürakabe (Allah’ı düşünmeye dalma). Bu makamda sâlik, bütün mahlukatın kaderlerinin Cenab-ı Allah’m kudret elinde olduğunu gördüğü için hiç bir yaratığa iti­ razda bulunmaz. Nefs-i mülhime, bu makama yükselmeden önce hayvani makama yakın olduğundan ancak Melek ve Şeytan aracı­ lığı ile ilham işitebüiyordu. Bu makamda ise aracısız olarak ilham işitiyor. Bunun için bu makam ona, güç ve endişeli gelir. Bu ma­ kamda sâlik, kendisini karanlık şüphelerden kurtarıp nurlu ufuk­ lara çıkaracak bir kâmil mürşide ihtiyacı vardır. Çünkü bu ma­ kamda sâlikin hâli zayıftır. Hakka gidemez, Celâl ile Cemâli ayırd edemez ve insanlık tabiatından kendini kurtaramadığı için de nef­ sinden gafU kaldığı anda geriye dönerek tabiat zindamna girip be­ denin aşağılıklarının aşağısına ineceğinden korkulur ki, bu, alıştı­ ğı önceki makamdır. İşte yine eski alışkanlıklarına dönüp çok ye­ me, içme ve uyumaya başlar, insanlara kanşır. Bazan da itikadı bozulup taati terkeder, günah işler. Bununla beraber işlemeye yel­ tenir. Allah’m birliğine inandığını, eşyamn hakikatini arayıp bul­ duğunu ve kendi dışında diğer tâat ehlinin gözlerinin perdelenip mâna âlemini göremediklerini zanneder. Halbuki zulmet deryası­ na gömülen kendisidir. Eğer inancı da böyle bozulmuşsa o, artık sâlik değil, halik olmuştur ve tabiatımn ateşi kalbindeki imam yakıp küfre yaklaştırmış, bunca gayret ve çalışmaları zayi olmuş­ tur. Maksadına kavuşmasına bu sapıklık engel olmuş ve hevesle­ rine uymuştur. O, şeytanî hayalleri gördükçe Allah’m tecellileri ol­ duğunu sanıp şeytanla kalmış ve kalbi onun vesvese ve hileleriyle dolmuştur. Bu sâlikin, beşerî tarafı zayıflayıp ruhî yönü kuvvet bulmuş, mücahede ile kemal makamına yaklaşmışken bu kötü hale düşme­ sine sebep, önceki makama yakın ve ona dönme isteğinin var olu­ şudur. Çünkü mücahedeye kendini alıştırmadan evvel kalbinden bazı perdeler yok olmuş, evvelki perdelerden oluşan korku da kal­ mamış olduğundan o korku, onu günahlardan menedememiş, dola­ yısıyla da taate sevk etmemiş. İşte onun korkusu kalmadığından tarikata meyli de kalmaz. Belki şeriatm hükümlerine de uymaz. Ancak, Allah ona gayret ve aşk verirse ibadetten lezzet alıp o yola devamda sebat eder. Bu tehlikeli makamdan kemal makamına yük­ selip emniyetle her iki cihanın saadetine erer.

646

MARİFETNAME

KISIM: 2 ÜÇÜNCÜ MAKAMDA BULUNAN MÜRİDİN, MÜRŞİD-İ KAMİLE BÜTÜN İRADESİYLE TESLİM OLMASI Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda bulunan sâlike her şeyden önce önemli şey, mürşid-i kâmiline bütün ihtimam ve iradesiyle bağlamp her em­ rine tam teslim olmaktır. Eğer bu makamda sâlik, nefsini mürşi­ dinden daha mükemmel samp onu inkâr eylerse hemen o anda ona lazım olan şeriatın emirlerine göre kendini terbiye edip tarikatın gereklerin} yerine getirmek ve dördüncü makama yükselinceye ka­ dar mücahedeye devam etmektir. Çünkü bu üçüncü makamda nef­ sin yine dünyaya meyli vardır. Bunun için dördüncü makama yük­ selinceye kadar nefsin arzu ve dileklerinin aksine hareket etmesi lâzımdır. Çünkü; dördüncü makam, her iki dünyanın saadetini sağ­ layan, çok değerli bir makamdır. Çünkü sâlik, ancak Allah’ın yar dımıyla dördüncü makama gelir ve bu makamda nefsin bütünafetlerinden ve insanda bulunan hayvani sıfatlarından tamamiyle kurtulur, kemal derecelerini bulup ilâhî huzurun verdiği nefeslerle rahata erer. Sonra kâmil olma isteğinde olan sâlik, nefsin arzula­ rım terkedip yüksek dileklerini bulur. Yaptığı tevhid ve zikirlerle gurura kapılmaz ve onu Hak’tan dönüş ve kesilişinin bahanesi et­ mez. Himmetini yüksek tutup aslî vatam olan ilâhî huzura gelir kendisine gö rünen rütbelerin hiç birine iltifat etmez. Çünkü, bun ların ilâhî nuru örten perdeler olduğunu, sâliki Allah’a yaklaşmak­ tan menettiğini ve hayvanların makamı olan eski makamlara dön meşine sebep olduğunu bilir, idrak eder. Üçüncü makamda sâlik, eğer nefsini bulunduğu mertebeye er­ diren 6 esası tatbik etmeye devam eder ve Mürşid-i kâmilin eteğine sıkı sıkı sarılıp hatıra gelen iyi ve kötü fikirlerin tümünü aynen ona anlatır ve onun verdiği ilâçları kabul edip canla başla tatbik eder, kalben ondan razı olursa manevî alanda hızla yükselir, dör düncü makama varır. Çünkü mürşidine olan inancı kuvvetli olduk ça kalbi vesvese ve şüphelerden emin olur, kutsî âleme yükselişi kuvvetli olur. İnsanî arzulan zayıflar. Üçüncü makamda sâlik, eğer mürşidinden şüphe eder, ondan daha bilgili ve kemal sahibi olduğunu sanırsa, o zaman Mürşitten kendisine gelen feyiz yolu kapanır, onun yardımından yoksun ka­ lır. Bu durumda olan sâlik, bu bölümün yedinci kısmım inceleyip 647

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HZ. şüphesini gidermeye çalışsın, mürşidini kâmil bulursa ona sıkı sı­ kıya bağlanıp himayesine sığınsın ve onun eliyle kurtulabileceğine inanıp her zahmetine katlansın. Tıpkı ölünün yıkayıcıya teslim olduğu gibi mürşidine tam teslim olsun. Öyle ki onu kendine ana ve babasından daha yakın, dostlarından ve yakınlarından daha sa­ dık ve sırlarım gizleyen bir zat olduğunu bilsin. Her isteğini ve ku­ surunu ondan saklamayıp yalmz bulundukça kendisine söylesin, kendisinde mürşidin inkâr veya ona itiraz etmek düşüncesi gelin ce, hiç çekinmeden ona söylesin ve tövbe etsin. Çünkü sâlik, mür< şidinde inkârım gerektiren şeylerin yapıldığım görür. Meselâ mürşid, önemsiz bir şey için ona hizmet edeni sertçe azarlar ve döver Bir gün yeni mürid olmuş bir kişi mürşidini it suretinde görür. Bu sebepten ondan ayrılmak ister. Veda için mürşidinin yanma gitti­ ğinde mürşidi, ondan ayrılmasının sebebini sorar. O da doğrusunu söyler. Mürşid ona, kendisine sarılmasını söyler. O da mürşidine sarılınca kendi nefsine sarıldığını görür. O zaman mürid bu gizli sun mürşidinden sorar. O da onu aydınlatır. Sende bu halde kız* gınlık ateşi yanmaktadır. O gördüğün senin bu kızgınlığının ak­ sidir ki, bizden sana zahir olur. Çünkü biz halk içinde bîr ayna gibiyiz. Bize bakan, kendini görür. Nitekim «Mümin, mü’minin ay­ nasıdır.» hadisi şerifi bu mânaya gelir. Bununla o mürid irşad olup, durumunu anlar. Nefsini bilerek mürşide teslim olup ondan feyz alır. Demek bir mürid, mürşidinde bu gibi halleri görünce sakın he­ men onu inkâra kalkmasın. Hüsn-i zan ile hayra yorup Hızır (A.S.) ile Musa Peygamberin (A.S.) kıssasını nefsine söylesin, mürşide tam bir güvenle bağlansın. Çünkü kâmil insanlann halleri başkalanyla mukayese olunmaz, onun hakikati bu akılla bilinmez diye rek onun hakkındaki şüpheyi kalbinden atsın, tövbe edip onun rı­ zasını almaya çalışsın. KISIM: 3 ÜÇÜNCÜ MAKAMDA BULUNAN MÜRİDİN ŞERİAT HÜKÜMLERİNE UYARAK YÜRÜMESİ, DÜNYAYA BAĞLANMAKTAN SAKINMANIN GEREKLİLİĞİ, HAYIR VE ŞERRİN ÜSTÜN GELMESİNİN SEBEPLERİ

Ey Aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda sâlik, mürşid-i kâmille sohbet etme imkân ve fırsatmı bulamazsa, o zaman onun için en önemli şey, Şeriatın 648

MARİFETNAME

emirlerine uyup Allah’ın habibi olan Peygamber (S.A.V.) Efendi­ mizin dualarıyla zikirlerini ve ona salât-u selâm getirmeyi nefsine ilâç yapıp erenlerle sohbet etsin. Ta ki, istikametle nefs-i mutmain olup kemâl makamım bulsun. Bu dua ve zikir, salât-u selâmlar ve erenlerle sohbetler, bilhassa sâlikin kalbine şüphe düştüğü ve nef­ sinin şerri hayrına galip geldiği zaman lâzımdır. Fakat kalbine en ufak bir şüphe gelmez ve hayrı şerrine galip gelip nefsini şeriat ve tarikat yolunda ve doğrulukta bulursa o zaman ferahlasın, kal­ bi huzur ve sevinçle dolsun. Hiç üzülmesin, içindeki bulanıklığı ve vesveseleri söküp atsın. Öyle ki onda ne şöhret ve isim yapma, ne sıkılma ve üzüntü, ne cennet ve cehennem fikri kalsın. Allah’tan gayrı olan her şeyden kaçınsın. Düşmanların kötülemelerine, dedi­ kodularına kulak asmasın ve kendisine muarız olan karşı geleliler­ den çekinip tarikata bağlı olanlarla dost olsun. Hülâsa bu üçüncü makam, hayır ve şerle dolu bir makamdır. Eğer nefs-i mülhimenin hayri, şerrini yenerse, yüksek makamlara doğru çıkar. Eğer şerri, hayrım yenerse tabiatın zindanına düşüp bedenin esfel-i sâfilinine (aşağılıklarının aşağısma) gider. Onun için salik ilerleyip dördüncü makama çıkıncaya kadar nefsini yor­ ması ve onun hiç bir isteğini yapmaması lâzımdır. Çünkü bu ma­ kamda aşağılık şeylere meyil ve insandaki kötü vasıflara dönüş ar­ zusu vardır. Bu makamda hayrin, şerri yendiğinin belirtisi şudur: Sâlik içi­ nin iman hakikatiyle aydınlandığım, dışının da İslâm şeriatiyle gü­ zelleştiğini bulur. Yani kalbi, bütün varlıkların Cenab-ı Hakk’ın emir ve iradesine göre hareket ettiğini müşahede eder. Kendisi de, alıştığı tâat ve ibadetlerine devam ederek büyük küçük her türlü günahı işlemekten sakınır. Halk arasında veya yalnız bulunmak, ona tesir etmez. Çünkü bu duruma gelmiş olan sâlik her an Allah'­ ın huzurunda olduğunu bilir. Şerrin, hayri yendiğinin alâmeti ise şudur: Sâlikte insanın kö­ tü vasıfları görülür. Şeriatm emirlerine uyma duygusu az olduğun­ dan tâat ve ibadetleri terkedip günahlara dalar. Gerçi âlemdeki bütün varlıkların ve kendi fiillerinin Cenab-ı Allah’m emir ve ira­ desine uygun olarak meydana geldiğini müşahede etmektedir. Fa­ kat şeriat sırlarından ve hakikat nurlarından perdeli olduğu, göz­ leri hakikati görmekten mahrum din ve dünyasını yitirmiş, kor­ kunç bir zındık (inkârcı) olur ki, hiç bir din ve mezhebi kabul et­ mez. Belki insanla hayvanın farkını bile bilmez. Benlik taslamak­ tan vaz geçmez. Ya Rabbi! Bize hidayet verdikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Bize yüksek hazretinden rahmet ver.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

şaşkınlık ve kibirlilik duyguları kabarmıştır. Çünkü kendileri­ ni sultanın emirlerine uymıyan kullardan daha üstün görmüş­ lerdir. Sultan da, bunlardaki acep ve kibri sezmiş, bu sebeple kendilerim beğenmeyip kendisine dost etmemiş. Lâkin bunlara da tayin ettiği kapılardan hayırlar ihsan etmiştir. Gelen üçün­ cü grup insanlarsa, hayır kapıları üzerindeki manayı anlaya­ madıklarından tayin edilen hayırdan bir zerre dahi onlara nasib olmamış. Çünkü, bunlar bu kapıların o işle ilgisi olmadığı­ nı sanıp «belki sarayda böyle kapılar da yoktur ve veren yal­ nız Sultandır. Kapısız da istenileni verebilir» demişlerdir. Sul­ tanın, kapüan belli ettirmesinin bir hikmeti, bir sebebi yok zannedip verilen emre uymamış, tabiî olarak da sultanın bu işteki hikmetini, maksadını bilmeyip kapılar üzerinde durma­ dıkları için onun huzurundan uzaklaşıp gitmişler. Yollarını da öyle bir şaşırmışlar ki, kovulduklarını dahi anlamamış, hatta onu sevdiklerini iddiaya büe kalkmışlardır. Halbuki sultan, onlardan ikrah etmiştir. Çünkü onlar haddi aşmışlardır. Buna göre kullar üç kısma ayrılmıştır. Birinci kısım, sultanı tayin ettiği kapılardan ihsan edioj görmüşler. İkinci kısım da birinciler gibidir. Yalnız kapılarla birlikte nefislerini de görmüşlerdir. Üçüncü kısım,ise sultan­ dan başka kimseyi görmeyip ve hayır kapılarından başka kapılarda durmuşlardır. Burada sultan Cenab-ı Hak’ka misâldir. Saray Allah’m hâ­ zineleri hayır ve şer kapılan da şeriatm emir ve yasaklandır. Sultandan haber götüren vezir de Peygamber (S.A.V.) efendimizdir. Üç grup halk da Allah'ın kulları, Muhammed (S.A.V.)’ in ümmetidir. Hz. Peygamberin, ümmetine bildirdiği şeriatın emirlerinden biri namazdır. Namazı, tadil-i erkân ile kılınız. Tâ ki, namazdaki manevi zevk, sizde belirsin ve Allah da siz­ den razı olsun. O halde kim, peygamberin sözüne ve Allah’ın emrine uyup iki dünya saadetini ve Cenab-ı Hak’kın rızasını ümid ederek namazı şartlarıyla edâ ederse, Allah’a yakın olan­ lar zümresine girer ve umduğundan fazla muradına erer. Kim ki namazı, şartlanna riayet ederek kılarsa, fakat namazı ve 652

MARİFETNAME

nefsini görüp Allah'ın emrine itaat ettiği için kendisine kibir gelirse, o kimse Cenab-ı Hak’ka yakın olmaya lâyık olmayıp yalnız iyiler zümresinde kalır ve kim de namazı terkedip; Al­ lah’m muhabbet ve tecellileri, rahmet ve şefkati, Cennet ve ni­ metleri, lütuf ve ihsanlan ve her türlü ikramları namaza bağlı değildir. Allah’m ihsanlanna hiç bir engel yoktur, herkese şa­ mildir, dese bu cahüin iddiası, sarayın kapısını bırakıp arka duvanndan içeriye girmesine benzer. Halbuki namazı kasden terkeden zmdık olur ve namazın manevî zevkinden mahrum kalır. Eğer namaz kapısından mukarreb kullar için vaad olu­ nan İlâhi tecelliler o namaz kılmayana görünseydi, ömrü bo­ yunca bir tek farzı terketmezdi ve şeriatın emirlerinden bir adım dışarı atmazdı. İşte şeriatın emir ve yasaklarının hepsi de namaz gibidir. Çünkü Cenab-ı Hak’kın nzası ve tecel­ lileri ancak tâat ve ibadet kapılarından gelir, öfkesi azarlayıp kovması da ancak isyan etme ve günah işleme kapılarından gelir. O haldearif olan sâlik, şeriat kapılarını bilip Çelil Allah’a yalvaran bir kul olmalı ve muhtaç olduğu Cenab-ı Hak’kın af­ fını ve nzasmı istemelidir. Cenab-ı Allah da onu affedip ondan razi olsun.

KISIM: 5

Üçüncü makama mahsus olan isimle sâlikin1 uğraşması ve nefsin dönmeyi arzu ettiği meyiller: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: '' Üçüncü makamda bulunan sâlik, üçüncü ismi söylemeye devam etsin. Yani Hû Hû Hû desin böylece her şeyden arın­ mış ve her şeye sâri olan manevî nur, onun içinde görünsün, ilk zamanlarda yç Hû, daha sonralan yalnız Hû desin. Ayakta iken, otururken, yan yatarken, gece-gündüz sessiz olarak tek­ rarlasın ki, tesirini bulsun. Çünkü sâlik, bu isimle meşgul olun­ ca, bunun bereketiyle üçüncü makamm tehlikelerinden kurtu­ lur. Bununla nefs-i mülhimenin bu makamından aşağı bulunan 653

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

ikinci ve birinci makamlara inmesi ve iltifatı kesilir. Bu nefs-1 mülhimesi tabiatı haline gelen üçüncü makamdan kendi tabiati olan iki aşağı makamın tarafına İltifat etmekten ve onlara dönmekten geri durmaz. Sâlikin gafletini bekler, nefsini yürüt* inek veya durdurmaktan gâfü bulduğu an, hemen eski alış­ kanlıklarına döner. Çünkü nefis, daima asıl huyuna dönmek isteğindedir. Nefsi üçüncü makamdan dördüncüye çıkarmak, ancak mahbubun ve maşuka (sevgiliye) kavuşmayı düşünmek, arzu­ lamak ve zikretmekle olur. Sâlik, hayran olmak, aşk ve vecd halleri yaşamakla kemâl makamını bulabilir ve o zaman nefsi­ nin daha aşağılara meyletmesinden tamamen emin olur. Bu üçüncü makamda sâlik, nefsinin geriye döneceğini sezince kal­ bi kesik kesik atar, gözü döner ve afallaşır. Nitekim Mecnun ve Leylâdan bir hikaye bu manâya işarettir. Mecnun der ki: Deveme binip sevgilimin iline doğru yürü­ düm. Devemi hızla sürdüm. Epey yürüdükten sonra uyku bas­ tırdı. Uyandığımda devenin beni yavrusunun bulunduğu yere geriye götürmüş olduğunu gördüm. Sonra tekrar deveme binip yola koyuldum. Deveyi evvelkisinden daha hızlı ve dikkatli sürdüm. Fakat yine uykuya dalıp deveden gafil olunca, kendi­ mi eski yerimde buldum. Bu hali defalarca tekrar ettimse de her defasmda kendimi yine aynı yerde buldum. Hayret ve acz içinde kaldım. Çare ve tedbir kalmayınca kendimi devenin sır­ tından aşağı attım, ayağım kınldı. Buna rağmen inliyerek, sürüne sürüne nihayet Leylâ'nın iline vardım. Mecnun’un kendisini devenin sırtından yere atması, aczin, zilletin, kırgınlığın ve kulluğun gösterilmesine işarettir. Çün­ kü bu 4 vasıf, bütün isteklerin oluşuna sebeb ve yardımcıdır, özellikle zillet, muhtaç olmak ve acizlik sadetin iksiridir. Ger­ çek sâlik, zillet, yani kendini aşağı görmek ile lezzet alır, ihti­ yaç ile nimetlenir, acizlik ile razıdır ki, bu onun âdetidir. öyleyse bir kere basiretle bak ki bu mukarrebler yolu ne kadar güzel bir yoldur ve ne lezzetli halleri vardır. Sâlilderin makamları pek yüksektir gönülleri çok hoştur. Çünkü, korku ve üzüntüden arınmıştır. Eğer zelil olsalar aziz onlardır, fakir

654

MARİFETNAME

iseler zengin onlardır. Sermayeleri zül ve iftikârdır (ihtiyaçtır) meskenetleri (acizlikleri) izhardır.

KISIM: 6

Üçüncü makamda bulunan nefs-i mülhimenin güzel hal­ leriyle vasıfları, nefsin kötü meyillerden arınmasının özelikleri ve açıklaması. Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda sâlik, lâtif-i ruhanî ve âşık-ı rahmanı kalbinde irfan nuru güneş gibi doğar ve ruhuna, kemâle erme müjdesini verip Allah’a kavuşma rüzgârını estirir, kalbindeki perdeleri kaldırıp, nefsinin en büyük ve çirkin zevklerini yok Allah’ı görmekten utangaçtır. Çünkü, ruhun duyduğu şiddetli eder. Çünkü üçüncü makam, ruhun güzel makamıdır. Ruh ise sevinçler, kendisinin ona kavuşmasına engel olmaktadır. Fakat nurlu perde ve onun sevinçleri makbul ve faydalıdır. Çünkü, utanma ve sevinmesi Allah’ın Cemâlini görmeyi istemek ve ona kavuşma devletini arzulamaktadır. Zül ve iftikar (aşağılık ve fakirlik) duygularından lezzet alır. Şevki arttıkça sabır ve karan kesilir. V Bu makamda âşıkm mâşûka olan şevki, arzu ve isteği art­ tıkça ve sofu üstadlarmın, bu makamdakıler için yazdıklan şiirlerle İlâhîleri duydukça ve nağmelerini dinledikçe sevgilisi­ ne kavuşmaktan başka bir zevk ve kararı kalmaz. îzzet-i nef­ sini kırıp, ayıplanma ve değer vermeye aldırmaz. Giyiminde halkın değer verip vermemesini düşünmez ve öyle hareket eder ki, hiç kimsenin yanında itiban kalmaz. O aşık bunlardan lez­ zet alır. Bu içten sevgisiyle, yalancı sevenlerden ayrılır. Çünkü Seviyorum diyenler çok ise de, sözünde doğru olan çok azdır. Muhabbette doğru olan, yani gerçek aşık, kalbinde sevgilisin­ den başka şey kalmıyan, insanlan unutan ve insanların da ken­ disini unuttuğu kimsedir. Sevginin bir şartı da şudur ki; seven mutlaka sevgilisinin her emrine itat eder ve boyun eğer. 655

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Tabiat âleminde kalan ve hakikat ilminden habersiz olup Alah’a ortak koşanlar, nefsin gururunu kırmanın emir ve ya­ saklara aykırı olduğunu zannederler. Tabiî bunlar, namaz ve orucu terkettikleri gibi, hac ve zekâtı da menederler, şehvetle­ re bağlıdırlar, yasak edilen şeyleri yaparlar. Bunların iddiaları şudur: Bu tüm yaptıklarımız ve yapmadıklarımız, sırf kabaha­ timizi örtmek, nefsimizi kırmak ve, itibarımızı düşürmek için­ dir. Hakkı bulan ve seven biziz. Canımız onu bulmuştur ve bi­ zim gibilerin boynundan şeriatın teklifleri kalkmıştır» Bunlar, bu iddiaların boş hayaller, sapıklık ve küfür ve Cenab-ı Hak’ km lânet ettiği şey olduğunu bilmiyorlar mı? Onların bu sözleri ve fiilleri hiç bir dine uygun olmadığı gibi, hiç bir mezhebe de uymaz. Demek ki, bu mezhepten olanlarda şeytanî hayaller üs­ tün gelmiş ve gururlanmayı nefsin emirlerinden saymışlardır. Bunlar günah olan şeyleri yapmakla gönülleri kararmış, ibadet ve riyazattan (nefsi terbiye etmekten) '.^sanmışlardır. Fakat âşıklar şuna inanmışlardır ki, nefsin gururunu kırmaktan mak­ sat saygıyı gerektiren makam ve şöhretlerden ayrılmaktır. Bun­ lar şeriat emirlerine bağlı, sahabelerin hareketlerine uyan, bü­ yük velilerin âdetlerine göre yaşayan kimselerdir. Bunlar ne­ fislerini yenmek için izzet-i nefislerini kırar, halkın nazarında değersiz görünen işleri yaparlar. Meselâ evlerine taşınacak şeyleri el ve sıtlannda pazara götürüp getirirler. Hamur tahta­ sını ve ekmek teknesini başlarına koyup götürmekten çekin­ mezler. Aüe ve komşuları için su getirip odun kırar, kapıların önünü süpürür, evlerindeki hayvanların hizmetlerini görür­ ler. Bağ, bahçe, tarla ve harman işlerini kendileri yapar, dük­ kânlarım kendileri idare ederler. Süslü ve kıymetli elbise giy­ mek için çalışıp yorulmazlar. Ancak soğuk ve sıcaktan korun­ mak için eski elb'seler giyerler. Bunun gibi, Alah’ı düşünmek ve O'na yaklaşmaktan insanı engelleyen her engeli keserler, Üçüncü makam, aşk makamı olduğundan bu makamdaki âşığa izzet-i nefsini kırmak kolay gelir. Bu hal onun ruhuna zevk ve lezzet verir. Arifler gözünde aziz, Allah’ın yanında ka­ dir ve kıymeti çok olur.

656

MARİFETNAME

KISIM: 7

Üçüncü makamda ruhanilerin sâlike hitab ve senası, onun kendilerinden kaçması ve Cenab-ı Hak’ka yönelerek fâni olma­ sı. Ey azizi Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda sâlik, nefsinin gururunu tamamen kır­ dığı zaman, kendisini Cenab-ı Allah’tan uzaklaştırmaya sebep olan şeytani nefsi ölür gider. İşte o zaman ruhânilerden ona, emir ve yasakların ne olduğu bildirilir. Fakat gerçek sâlik, on­ lara iltifat ve itibar etmez ve onlardan korkmaz, kendisine se­ vinç ve üzüntü gelmez. Çünkü, hepsinin de kendisini istediğin­ den alıkoymak çabasında olduklarım bilir. Onun için onlardan uzaklaşır ve Allah’la meşgul olmaya çalışır. Eğer sâlike, ruhânilerden hiç bir konuşma gelmezse, bu, onun için daha hayırlı ve faydalıdır. Çünkü bir çok sâlik işit­ medikleri nice garip seslenişleri, Allah’m hitabı sanıp, muradlarma erdiklerine inanır. Mücahedelerinde gevşeklik olur ve tabiat âlemine döner. Bu da üçüncü makamın tehlikelerindendir.

Bu makamda sâlike fenâ haleti gelir. Onun dördüncü ma­ kama çıkıp, nefsinin mutmain olmasına yardım eder. Bu ma­ kamda ona gelen fenâ, öyle bir hâldir ki, onu bütün duygula­ rından alır. Her duyu organı kendi duygusundan geçip, idrâk eder gibi olur. Halbuki, her biri kendi idrâkinden muattal ka­ lır. Meselâ gözü açık olduğu halde, karşısındaki şeyi görmez olur. Bu sâlikin hâli, başına bir musibet gelmiş bir kimsenin haline benzer ki, kimse bir arkadaşının yanından geçip onu gördüğü halde, ona ne selâm verir, ne de onunla konuşur. Son­ ra o arkadaşı ona, size karşı kusûrum nedir ki, yanımdan geçtiğin halde bana selâm vermez, kelâm etmezsin der). O da ona vallahi o kadar üzüntülü idim ki, seni görmedim de­ yip yemin eder. Bunun gibi, kulakları ses duymaz. Halbuki işi­ tir. îşte bütün duygular böyledir. Aklı da, bütün maîkulattan böyle olur. Bu hâli, ancak ona tutulan ârif olan büir. O ârif 657

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

şöyle demiştir: «Rabbim beni durdurdu ve buyurdu ki; Karşı­ lığında cehâlet olmıyan bir ma’rifetle beni tanı. Çünkü karşılı­ ğı cehalet olan ma’rifet cehl’dir.» Birinci fenâ budur. Bu makamda sâlike gelen fenâ (yok olma) halinin İkincisi, beşinci makamda olur. Üçüncü fenâ ise, edebiyat mertebesinde olur ki, bunda, bütün beşeri sıfatlar yok olur. Buna Hak’kal ya­ kın hali denir. Bu üçüncü fenâ hali, var olmanın ta kendisidir. Birinci fenâ halinde sâlik ruhanilerin sözlerini işitir. Fakat hiç birisini anlamaz. Ancak bu fenâ hali tamamen kaybolduğu za­ man duyu organları tekrar işlemeye ve söylediklerini anlama­ ya başlar. Büdikleri sırlan saklar, gönlünün aynasında naks olunan halleri tasavvur der. O anda konuştukları sözlerin hepsi hikmettir. Çünkü o anda, hikmet pınarlan kalbinden coşup di­ line akar, işte bu fenâ (yok olma) halinin sebebi şu dört şeydir: Açlık, uykusuzluk, sükût, inzivaya (yalnızlığa) çekilip zikir ve ibadet yapmak. Bunlardan üçüncü makamda istenen ve en önemli olam açlıktır. Bu da birinci ve ikinci makamda isten­ mez.

KISIM: 8

Üçüncü makamda olan sâlikin aşk halleri, kabz ve bastının birbiri ardınca gelmesi: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda olan sâlikin aş halleri, kabz ve bastının kı artar ve hayranlığı kuvvet kazanır. Şevk duyma, kendinden geçme, onurunu kırma gibi hal ve fiillerinden fazlasıyle lezzet duyar. Çünkü ruhun bu makamı, aşk ve hal makamıdır. Aşk makamı ise, manevî zevk ve lezzet alma makamıdır. Hatta âşık, ruhî lezzetleri fazlasıyle duyduğu için aşk, maşuka karşı perde iken bile bu aşk makamından daha ileriye gitmek iste­ mez. İçinde bulunduğu sıkıntının göğüs darlığından kurtulma­ ya Çalışmaz. Belki bu halin devamını ve sebâtını ister. Gerçi aşk hali, kendinden üstün olan hallere göre yerinmiş ise de esasında makbul bir haldir. Hatta Kâmil insan, aşk zamanını 658

MARİFETNAME

ve halerini düşündükçe onda olan rûhâni lezzet ve gamsızlık için hasret çektiğini görürsün. Fakat aşk hali, ancak mücadele sonunda varılan gerçek haldir. Sahibi aşk şiirlerinden her ne okusa samimidir. Konuştuğunda, gönlünden kopan yanık ah ve eninlerle birlikte söylediği sözler tesirli ve yakıcıdır. Eğer mücahede yapılmadan bu hal gösterilirse yalandır. Kelimeleri fcadsız, söyleniş ve ifadede lezzet yoktur. Ne işitenler bir zevk alır, ne de gönüllerde bir tesir bırakır. Dinliyenler ondan tiksi­ nir ve nefret eder. Çünkü üçüncü makam, ruhun beğendiği b»r ftıakamdır. Ruh ise, aşk ve hayranlık duyma yeridir. Bu ma­ kamda sâlikin kalma zamanı uzun olabilir. Çünkü âşık, kendi nefsinden habersizdir. Maşukun ismini zikretmekle ve onun Cemal ve Kemâlini öven şiirleri, beyitleri terennüm ederek gü­ zel sesle okudukça, maşukundan da hebersiz bir hal içindedir. * Bu bildirilenlerin hepsi, onun açıldığı, yayıldığı ruh hah içinde olur. Fakat bu açılışından sonra aşk ve hayranlık uyku­ sundan uyanıp da kendisine geldiğinde göğsü öyle daralır ki, yüreği yerinden kopacak gibi olur. İşte o zaman âşık, hakikat züllü ile zelil olup derin bir huşû içinde hayrette kalır. Bu makamda sâlike, ard arda gelen bu kabz ve bast, yani açılış ve kendine geliş haleri, onu dördüncü makama yükseltir. Aşkı sâkinleşir, kendine geliş ve açılışı, heybet ve ünse döner. Her türlü zahmetten kurtulur. Bunlar iki hal olup dördüncü makama gelen Kâmil insanın kalbinde birbiri ardından gelirler ve ancak manevi zevkle bilinirler. Kabz ile heybetin arasındaki fark: Kabz halinde, göğüs daralır, nefis kendini yorgun hisseder. Heybette ise göğüste bir ferahlık, bir açılma duyulur. Nefis kendini rahat hisseder Bast ile üns arasındaki farka gelince; Bast halinde sâlik öyle bir hal içindedir ki, Cenab-ı Allah’a karşı saygısızlıkta bulun­ masından korkulur. Halbuki üns halinde sâlik, Alah’a karşı saygı ve huşû içindedir. Hülâsa; korku ile ümid, kabz ile bast, heybetle üns birbirin­ den ayn iki hal olup ancak şahıslar ve makamlar itibariyle adlan değişir. Yani ilk makamdaki nefs-i emmare ile ikinci ma­ kamdaki nefs-i levvame sahiplerinin vasıflandınidığı bu iki 659

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HAZRETLERİ

hale, kabz ve bast adlan verilir. Nefs-i mutmainne, raziye ve marziyenin vasıflandırıldıktan bu iki hale ise heybet ve üns adlan verilir. Eğer bunlarla nefs-i Kâmil olan Halife vasıflandınlırsa ona da Celâl ve Cemal adı verilir. Demek ki korku ve ümid bu yola yeni girenlerin, kabz ve bast ortancaların, heybet ve üns Kâmilin, Celâl ve Cemal Hali­ fenindir. Korku ve ümid, kabz ve bast halleri pek sıkıntılı zah­ metle geçer. Heybet ve üns rahat, huzur ve sevinç halidir. Ce­ lâl ve Cemal hali ise acip fayda ve kerâmet vericidir. Özellikle celâl halinde Kâmil, bir şeye, ancak Allah’ın izni ve muvafa­ katiyle yönelir. Çünkü o anda kâmil Cenab-ı Allah’ın en hâlis kuludur ve yeryüzünde Halifesidir. Allah için kızar, Allah içia intikam alır. Sevdiği için sever, ikrâmı için ikrâm eder. Kâmil bu makama vardığında, dışarda olup biten tesirlerin kendi eliy­ le meydana geldiğini gözü ile görüp esasını öğrenip üns mecli­ sine gider. Mevlâsma karşı sonsuz saygı duyarak kulluk maka­ mında gafil olmamak için huşû ile ve kendinden geçercesine yalvarır, istiğfar eder. NAZIM Aşk ile mâmur olur Hane-i viranımız Hüzünle mesrur olur. Tâlibi - cânâmmız Her ne ki âlemde var Aşk imiş ey yar-ı gâr Olmuş ol leyl-ü nahar tim ile irfanımız Aşk ile hoş dolmuşuz Mest-i müdam olmuşuz Fakr-u fenâ bulmuşuz Oldu baka şânımız Gerçi hakiriz çu hâk Oldu veli aşk-ı pak Dilde Çu meh tâ-benâk Oldu çu zer Kânimiz 660

MARİFETNAME

Çevremize ne felek Devreder ol çün kelek Kim Şeh-i mülk-ü melek Tahtıdır eyvanımız Aşk gedası olan Saltanat eyler nihan Lâ-cerem olmuş cihan Bende-i fermanımız Hakkı, Cu divâne dir. Aşık-ı cananadır Aşk ile meyhanedir Şevk ile hayrammız

KISIM: 9 Üçüncü makamda sâlikin kabz ile olan zûl ve iftikan Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Üçüncü makamda sâlike göğüs darlığı anz olur ve sâlik du­ yar. Çünkü bu makam, ruha aittir. Ruh ise, ayrılmaya eğilim­ lidir. Onun için kabz zamanında bedenin kafesini kırıp asli va­ tanı olan mücerret âleme kavuşmak isteğindedir. Fakat buna güç yetişmez. Fakat kabzın geldiği saatlerde, kaban harareti­ ne dayanıp sabreder. Çünkü o hararetten sonsuz faydalar bu­ lur. Hatta denilmiştir ki: Eğer kabz halinin harareti ve ateşi olmazsa, nefsin habis ve zararlı istekleri temizlenmez, amelle­ rin en makbulu olan ilahi hâzineyi, gönüller bulamazdı. Sâlike bu yolda ikram olunan kerâmetlerin en büyüğü vs en önemlisi, insanı helâke götüren hayvani nefsi rahman’ın ahlâk’ına dönmesi ve böylece tatlılık ve ferahlık duyma saadetini bulmasıdır. Çünkü tarikata girmekten ve mücahede yapmak­ tan maksad, Cenab-ı Hak'ka yaklaşmak ve kavuşmaktır. Bu yaklaşma ve kavuşma ise, ancak 70 perdeyi kaldırmaya bağlıdır. Bu 70 perde Allah ile kul arasındaki uzaklıktan doğar, öyleyse sıfatlan değiştirmek ve kemâl sahibi olmakla Allah’a yaklaşı­ lır. Meselâ; sâlik esfele götüren tokluğu hak olan açlıkla değiş­ 661

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

tirir. hayvan sıfatı olan uykuyu, melek sıfatı olan uykusuzluğa tebdil eder, şeytan sıfatı olan kibri insan sıfatı olan alçak gönülülük ve onursuzlukla değiştirirse, Allah’a yaklaşmak için münasebet kazanmış olur. Çünkü açlık, uykusuzluk ve bunla­ ra benzer temiz vasıflar, meleklerin sıfatlarıdır.

Bunların zıddı olanlar, yerinmiş olup hayvani sıfatlardır. İnsan ise bu ikisi arasında geçit durumunda olan bir yaratıktır. Eğer hayvani sıfatlarla sıfatlanırsa hayvandan da aşağı olur. Eğer meleklerin sıfatlarıyla sıfatlanırsa meleklerden üstün olup onların ulaşamadıkları mertebelere erer. Zül (kendini aşağı görmek, alçak gönüllülük) ve inkisar (nefsini kırmak) ile kulluk aynasını Rablık aynasına karşı tu­ tar. Demek ki, kemâl derecelerinin en yükseği, kulun kulluk vasıflan ile bezenmiş olmasıdır. Bu da, alçak gönüllülük ve nefsi kırmanın saadete ermeye sebep olduğunu gösterir. İlâhî sırlar, ibadet ve mücahedeye sanlanlara açılır. Sâlik, alçak gö­ nül, onursuzluk ve ihtiyaç duygusu ile başkasına köle olmak­ tan kurtulur. İbadet yapmakla hür olur. Nitekim gönül ehli, mukarrebler yolunu ancak nefisleri temizleyenlere lâyık gör­ müştür. Sonra bu makamda sâlik, sanki vücudunu toprağa gömmüş gibi ortadan kaybolur. Hz. Ebubekir’in (R.A.) tabiatine uyarak yeryüzünde ölü gibi yürür. Sâlikin bu şekildeki ölümü sanki tabii bir ölüm gibidir. Hatta Azrail (A.S.) ruhunu almak için yanma geldiğinde selâm verip ona yumuşak davranarak ruhunu alır ve bu yabancı ilden asıl vatanına götürür. Çünkü o, istenen iradi ölümle ölmüş ve yok olmuştur. Bu yok olma öy­ le bir haldir ki, bu durumda sâlikin, ne mala, ne evlâda, ne de başka bir şeye karşı meyli olmaz. Hiç kimseden korkusu kal­ maz. Bu da, hiç kuşkusuz ölü halidir. Nitekim ölülere Berzah âlemi göründüğü gibi bu sâlike, ârife de hem Berzah hem de misâl âlemi mukâşefe olunur. KISIM: 10

Üçüncü makamda bulunan sâlikin kalbinde, üçüncü İsmin yaptığı tesir ve özellikleri ve müşahedenin çeşitleri ile mahi­ yetleri: 862

MARİFETNAME

Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki:

Üçüncü ismin tesiri ve özelliği şudur: Bu ismin zikrine de­ vam eden Arifin kalbinde, mutlakın hakikati belirir. Ruhuna imanın gerçeği yerleşir ve rabbâni marifler açılır, ilâhî bilgiler doğar. Dünyanın aşağılık lezzetlerinden nefret edip ebedi haya­ tın devlet ve saadetine şevkle sarılır. Fakat bu isminden istenen özelliklerin meydana gelmesi için zikrin gizli ve kuvvetli yapıl­ ması, şeriatın emirlerine uyup tarikatın şartlarına bağh kalın­ ması, nefeslerinin sesini işitip kelimelere kulak vererek zikre devam edilmesi lâzımdır. Bu makamda Ârif, zaman zaman «Lâ hüve illâhü» ismini Lâ ve vav’ı uzatarak söylesin. Çünkü bu ismin şânı çok yücedir. Arif bu isim ile iştigali halinde sanki bütün organlarıyla «Allah’ tan başka ilâh yoktur» der. İşte Kâmil insanların şühûdu bu şühuddur. Arif bu şühûdu kendi nefsine söyleyip idmanını yapar­ sa, görünen şey onda öyle kökleşir ki, artık hiç ondan aynlmayıp makamı olur. Böylece isteği ve son gayesi olan bu şühûdu (görüneni) bulur. Bu şühûdun sahibi olan sâlik, hiç bir halinde ve hiç bir şeyle Allah’m huzurundan bir an dahi gafil olmaz. İnsanlarla bir arada olduğu zaman Hak’dan ayrılmaz. Hak ile olduğu zaman da halk ile olur. Ne çoklukta birlikten, ne birlikte çokluktan gözü perdelenir. Belki o, çokluğu, tüm varlıkları tek gören gözle (Allah’ın birliğinde), birliği de (Allah’m birliğini) çoklukta gören gözle, basiretiyle görebilir. Şûhûdlar üç çeşittir: Biri kâmil, biri noksan, biri de pek noksandır. Kâmil şühûd, en güzel ve en mükemmeldir. Noksan şühûd ise muvahhid ariflerin şühûdu olup görünen ve gördüren onlann görüşlerinde birleşir. Onlara göre, yardımcı görünende yok olur. Demek onlarm gö­ rüşlerinde ne çokluk olur, ne de Allah’tan başkası kalır. Bu şü­ hûdun noksan sayılmasının sebebi, Cenab-ı Allah’ın özel isim ve sıfatlarının bırakılmış olmasıdır. Fakat bu şühûdun sahibi özürlüdür. Çünkü eksik makam olan üçüncü makamda bulun­ duğundan nura yenilmiştir. Bu yüzden ikinci basamak onun gö­ rüşüne kapalıdır. En noksan, eksik olan şühûda gelince, bu da tarikata ilk girenlerin şühûdudur ki, bunlar yardım edenle görünenden 663

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

perdelenmişler. Yardımcının etkisi olmadan hiç bir şey göromezler, onun içinde çoklukta, birliği bulmaya çalışırlar. Fakat vahdeti (birliği) bulamayıp yalnız çokluğu bulurlar. Halbuki kemâl sahibi olan, birliği çokluk gözü ile ve çokluğu da birlik gözü üe (Allah’ın birliğini gören gözle) görür, biri diğerini per­ delemez. O halde kâmil insan Hak ile halktan vs halk ile hak­ tan perdelenmez. Çünkü, her iki yanı da mamurdur. KONU: 4 Yedi makamın dördüncüsünde bulunan nefs-i mutmainnenin hallerini sıfatlariyîe fiillerini, kerametlere olan meyilleri, karşılaştıkları fitne ve âfetleri. Peygamber (S.A.V.) efendimize olan sevgilerini, mal ve mülke olan meyillerini, mürşid olmaya liyakatlannı, akıllı ve zeki kimselerin tarikata giritıeyi tercih ettiklerini ve bütün velilerin tatbik ettikleri yollan 4 kısımda bildirir: KISIM: 1 Nefs-i Mutmainne’nin bu ismi almasının sebebi, seyri, âlemi, yeri, hali kazandıktan sıfatlan ve ondan üstün olan nefs-i-Raziya makamına yükselmesi: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Dördüncü makamda nefs-i nâtika, duyduğu ızdırabından Cenab-ı Hak’kın hitabıyla itmînân bulduğu için adı Mutmainne olmuştur. Bunun seyri Allah iledir. Alemi, hakikat-ı Muhammediyedir. Yeri sırdır. Hâli, kalbin tam ve gerçek inanışı­ dır. Kazandıklan şeriatın bazı sırlarıdır. Sıfatlan; cömertlik, tevekkül, tefviz, sabır, hilm, teslim, ümid, doğruluk, ibadet, yu­ muşak gönüllü ve güleryüzlülük, hamd-u sena, şükür, tam müşahede, huzur, kalp sevinci, tatlı dilli, ayıpları örtmek, kıısurlan bağışlamaktır. Sâlikin dördüncü makama girmesinin alâmeti, şeriattan bir karış dahi aynlmaması ve Peygamber (S.A.V.) efendimizin 044

MARİFETNAME

ahlâkım uygulamaktan zevk alması ve onun söz ve hareketle­ rine uymakla kalbinin mutmain olmasıdır. Çünkü bu makamın temkin, ayn-ul yakin ve kâmil iman sahibi olma makamıdır. Bu makamda kâmilden ona bakanların gözleri ve yanında olanların kulakları zevk ve lezzet bulur. Hatta çok uzun zaman konuşsa, tatlı sözlerinden dinliyenlere bıkma ve usanç değil, hoşluk ve lezzet gelir. Çünkü onun dili, Alah tarafından dimağ ve kalbine akıtılan eşyanın hakikatlerine mana ve incelikleri nin ve büyük şeriatteki sırların tercümanı olur. Söylediği her söz, Kur'an-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere uygundur, öyle ki, bir kitap okumadığı gibi de bir şey duymamıştır. Çünkü bu kâmilin bilgileri, Alah tarafından beyin ve kalbine akıtılan il­ hamlardan ibarettir. Sonra bu kâmil, Alah’ın «Ey Habibim! ben senin sırrınım, sen de benim sırrımsm» ilhamıyle ıztıraplan, üzüntüleri din­ miş, kalbi mutmain olmuş haya deryasına dalmıştır. Ona, kor­ kaklık yerine heybet onur ve makbul rütbeler verilmiştir, bu âlemin hakikatleri gösterilmiş, Rahman süresinde bildirilen üzerindeki ilhamım almıştır. Bu kâmil kalbine akıtılan bu hikmetleri yakınlarına ve halkla görüştüğünde, onlara söyler, sevdiklerine ve isteyenlere anlayışlarına göre, kabiliyetleri yeterince öğretir, onlan irşat eder. Çoğu zaman zikir ve ibadetle uğraşıp kendi âleminde ka­ lır. Böylece diğer makamlara yükseltmekten mahrum olmaz. KISIM: 2 Dördüncü makamda bulunan kâmil için olağan üstü olan kerametlere meyil ve istekleriyle karşılaşacağı fitne ve afet­ leri (çekişme ve belaları bildirir). Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Dördüncü makamda olan kâmil, dördüncü isimle meşgul olur. Hak, Hak, Hak der veya yâ Hak deyip bu güzel sözü tek­ rarlar. Böylece tekrarla tesirini bulur, kalbinde hasil olan aca­ yip bilgilerden ve hallerden çekinip Cenab-ı Allah’a yönelir. Ken­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

di eliyle meydana gelen olağanüstü hallere ve çeşitli keramet­ lere iltifat ve itibar etmeyip onları ikram eden Cenab-ı Allah'a sarılır. Çünkü, bunlara meyletme ve onları sevmenin fitneye sebeb olduğunu bilir. Bunun için Kâmil zatlar, kendilerinden çıkan kerametlerden ya hiç haberleri olmaz veya olsa bile katiyyen kimseye söylemezler. Nitekim Kâmil zatın biri camiye giderken yanından geç9n birisi bir taş atmış. Kâmil o taşa aldırmamış, hatta taşı bile gör­ memiş. Fakat taşı atan adam, o anda düşüp ölmüş. Yanındaki­ ler ona, «Kâmil insanlara yakışan kusurlu kimseleri bağışla­ maktır. Sen ise onu öldürdün. Bu sana yakışır mı?» Kâmil on­ lara yemin ederek, bu işten haberi olmadığını, ne kendisine taş atıldığını duyduğunu, ne de vuranı gördüğünü söylemiş. Fakat Alah’ın âdeti şudur: Velilerine bir ikram olsun diye, haberleri olmadan kendilerine yardım eder ve onlara kötülük yapanlardan intikam alır. Bundan anlıyoruz ki Kâmil zatlar, kendilerin­ den zuhûr eden kerametleri bilmez, bilseler de onlara iltifat et-* mezler, iltifat etselerde meyletmez ve sevmezler. Kendinden zuhûr eden kerametlere meyil eden, onlara de­ ğer verip üzerlerinde duran sâlikin hali ise, şu hacının duru­ muna benzer: Allah’ın evini ziyaret etmeyi çok arzu eden ve yola koyulan bir hacı adayı arkadaşlarıyle beraber yolun çoğu­ nu aldıktan sonra bir konakta karşısına gayet güzel, endaml: bir kadın çıkar. Onunla tanışır ve ona aşık olur. Onunla kal­ mak istemiş. O vakit Hac emiri ona: Gel, yolundan kalma ar­ kadaşlarınla beyt-i şerifi tavaf edip hac vazifesini ifa et. Dö­ nüşte bu kadını sana nikâhla alınz, o zaman bu helâlınla bu­ rada kalırsın. Fakat, eğer şimdi sen burada kalırsan ona sahib olamazsm. Olsan dahi sana haram olduğunu . unutma. Sonra çok pişman olursun der. Lâkin bu hacı adayının aşkı salip ge­ liyor ve arkadaşlarından aynlıp aşkla bu kadına yaklaşıyor, kadının yüzündeki peçeyi kaldırdığında bir de ne görsün, Al­ lah korusun! Ağzı kokmuş, suyu akmış, dişleri çürümüş, yüzü kırışmış, gözünün feri sönmüş kapağı şişmiş, rengi solmuş, saçı dökülmüş, bli bükülmüş, işi bitmiş, kara kuru bir acuze idiş. Hemen o anda pişman olan Hacı adayı arkadaşlarına yetişmek istemiş. Fakat buna gücü yetmemiş. Gece gündüz feryad edip 666

MARİFETNAME figan etmiş. Ama nafile. Son pişmanlık fayda etmez îşte bura­ daki hacı adayı sâlike, Kâbe yolu Hak yoluna, Beyt-i şerif Cenab-ı Hak'km zatına misâldir. Kadın da kerâmete misaldir ki, sâlik Hak yolunda iken ona meyil eder. Hac emiri Mürşid-i kâ­ mile misâldir. Hacılar ise tarikata sülük edenlere misaldir. Hiç kuşkusuz sâlik, veliler mertebesine yaklaşınca bütün keramet­ ler ona itaatli ve emrinde olur. Halbuki kendisi onlara meylet­ mekten ve onlan sevmekten uzak olmalıdır. Eğer hevesi galip gelip ve kendisine mukadder olan hallere vaktinden önce istek­ li olur ve kerametlere meyledip onlara bağlanırsa kendine bo­ şuna eziyet etmiş ve yolundan geri Jtalmış olur. Eğer sâlike ke­ rametler hasıl olduğunda onlara meyletmezse, hakikate erdiği zamanda bu kerametlerin, ne dünyasına ne de âhiretino' hiç bir faydası olmadığını anlar.

Kerametlere meyletmek, binbir zahmetle kazanılan bu ma­ kamdan inmesine sebep olur. Aslmda keramet, kendi nefsi için kötü bir şey değildir. Çünkü o Cenab-ı Halc’kın velüere bir ik­ ram ve ihsanıdır. Fakat onlara meyletmek ve muhabbet besle­ mek, sâlik için bir fitne ve tuzaktır.

KISIM: 3 Dördüncü makamda bulunan Kâmilin Peygamber (S.A.V.1 efendimize olan sevgisi, mal ve mülke karşı olan meyil ve rağ­ beti ile Mürşid olmaya olan liyakati: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Dördüncü makamda bulunan nefs-i mutmainne sahibi Kâ­ mil, zikir, dua ve ibadete devam edip Peygamber (S.A.V.) efen­ dimize önceki sevgisinden fazla bir başka sevgiyle bağlanır. Mal ve mülkü, sırf hayır yapmak, fakirlere yardım etmek için ister. Para kazanma ve mal edinme, onun gönlünü, Cenab-ı Haktan bir an bile alıkoymaz. O’nun huzuruna varmasına en­ gel olmaz. Kazandıklanm gizlemeyerek ihtiyacı olmadığını bel­ li eder. Kimseden bir şey istemez, verilenleri de fakirlere da­ ğıtır. Bu niyetle, bu şekilde olan mal sevgisi, bu kâmilin şanı­ 6*7

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

na uygundur. Bu maksatla hazanılan mal da sırf Allah için olur harcanır. Böyle olan mal sevgisi yerinmemiş, bilâkis mak­ bul olup öğünülmüştür. Eğer bu dördüncü makamda bulunan Kâmili Cenab-ı Hak, kimsece tanınmayan bir insan kılığında gizler ve böylece ken­ disini, şöhret yapma afetlerinden korursa, bu hal onun için bir nimet ve selâmettir. Eğer Cenab-ı Hak onu, halk gözünde, be­ ğenilmiş ve herkesçe takdir görmüş olarak gösterir ve Şeyhlik rütbesini ona giydirip irşad göreviyle vazifelendirirse o zaman Kâmü, bu durumu her ne kadar kabul eder ise de; esasında o, bu Şeyhliği ne ister, ne de arzu eder, ondan çekinip kaçar. An­ cak Cenab-ı Allah, onu, kalplerin sevgilisi edip dost ve mürit­ lerini kendisine itaatli ve saygılı yapar. Müridleri irşad ettiği için, o da onlara teslim olup kalblerini kazanır. Hepsini kendi nefsinden yüksek görüp onlara iyi muamele eder. İyi ahlâk sa­ hibi olmaları için, onlara alçak gönüllü, tok gözlü ve kanaat­ kar olma yolarını öğretir. Bu mertebeye nail olmaları için, on­ lara öğüt verir, yardımcı olur. İşte o kâmil Allah tarafından kendisine verilen Şeyhlik vazifesini bu şekilde kabul edip uy­ gular. Çünkü o Kâmil, halkın dillerini, doğruyu söyleyen Allah’ m kalemleri olarak bilir. İşte bu özellikleri, bu sıfatları nefsin­ de toplayan Kâmil, Mürşid olmaya lâyıktır. Fakat çok yorula­ cağı da bir gerçektir Egor o memlekette bu vazifeyi, kendisin­ den daha mükemmel yapan bir Şeyh varsa onu fırsat bilip ken­ disine gelen isteklileri o zata gönderip, rahat eder ve bu davra­ nışları ile beş altı ve yedinci makamlara yükselerek Halife olur ve Hakkın huzurunda kalma dileğine varır.

KISIM. 4 Zeki insanların Tarikata girmeyi tercih ettikleri ve velile­ rin' tatbik ettikleri yollar: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Sâlikin mukarreblerin (Allah’a yakın olanların) yolunda ilerleyip yükseldiği makamlar yedidir. Fakat bazı evliya, bu 668

MARİFETNAME

makamların üç olduğunu kabul ve iddia ederler. Çünkü mukarrebler yolunu üç makam olarak kabul eden Veliler birinci makamı hiç saymayıp İkinciden başlarlar ve bu makamdaki nefs-i natıkaya Levvame adını verirler. Üçüncü makamdaki nefs-i natıkaya Mülhime, dördüncü makamdaki nefs-i natıkaya Mutmainne adını verirler. Beşinci altıncı ve yedinci makamları ise saymayıp Cenab-ı Alah’m birer cezbesi olarak kabul eder­ ler. Çünkü bu yolu üç makam olarak kabul eden veliler, ancak yaratılıştan huyu güzel, halim, selim ve şefkatli olan zeki in­ sanların tarikate girmesini kabul etmiş ve bu özellikleri taşı­ yanları beğenmişlerdir. Kötü huylu olan emmare nefislere ise itibar etmez ve onlan tarikatten atmışlardır. Bunlar kabul ettikleri Sâlike üç isim öğretirler: Nefs-i Levvamede Lâ ilâhe illallah, Nefs-i mülkimede, «Allah, Allah, Aller. Bu son isimle Sâlik, Nefs-i Mutmainne makamına gelip Kâlah» ve üçüncü makamda «Hu, Hu, Hu» isimlerini telkin edermil olunca, ona halkı irşad etme vazifesi ve (yetkisini) verirler. Çünkü zeki olan sâlik, Nefs-i Mutmainne makamına çıkınca halkı irşad etmeye öğüt ve telkinde bulunmaya liyakat kaza-

®r. Muhakkak ki zeki olan Sâlik, nefsini mürşidsiz bile terbi­ ye edebilir, kendi çabasıyla kemal derecelerinin en yükseğine -ulaşıp seçilmişlerin seçilmişlerinden olabilir. Çünkü her sâlik. doğuştan zeki ve temiz değildir. Zeki ve kabiliyetli olmıyanlar, Nefs-i Mutmainneye yükselirlerse de irşad yapma liyakatini kazanmaz. Kâmil makamına yükselmedikçe irşad makamında oturamaz ve bu görevi yapmaya yetkili olamaz. Bu sebepten bu yedi makam yolu, herkes için muteberdir. Bütün Ehlullah diyorlarki, dördüncü makamda Kâmüin nefsi, Nefs-i Mutmainne-i Rahmaniyedir. Kitap ve sünnete bağlı olup ondan zevk ve lezzet bulur. Bütün hareketlerinde şeriatm hü­ kümlerine göre amel eder. O zaman ilâhi lütufda bu nefis cezbetmeye tutulur ve ona: «Ey Mutmainne nefis, razı olmuş ve razı olunmuş olarak Allah’a dön» emir ve ilhamı gelir. Ve yine o zaman bu Kâmil, Alah’tan başka her şeyi unutur. Bütün dünya ve âhiret işleri hafızasından silinir, kalbi müşahededen bir an bile aynlmayıp Hak Taâlâ ile olur.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

NAZIM Acep

kim gördü bir âşık

Ki vazgeçmez bu sevdadan

Acep

kim gördü bir bâlık

Ki usanmış bu deryadan Yed-i nakkaştan birun Bulunmaz nakş-ı günâgün Acep kim gördü bir Mecnun Ki iraz etti Leylâ’dan Ve Mecnun olsa bi Leylâ Kalır bir ism-i bi mânâ Olur mâşuk müstağni Ki fariğdir hep esmâdan îllâ ey can-ı can sensiz Kararım yok bir an sensiz Ki zindandır cihan sensiz Muradım sensin eşyadan Hayalin cana sultandır Gönülde hoş hıramândır Gelir güya Süleyman’dır Derun-ı Beyt-i Aksâdan Bu cami beyt-i ekberdir İçi kandü-i enverdir Behişt-u, ayn-ı Kevserdir Dolu Vildan-u huvvardan Gönülde Hakkı bul her an Ki oldur manzar-ı Rahman Gönülde Cennet-i irfân Yücedir Arş-ı âladan

KONU: 5 Yedi

makamdan

nu,

hal

ve

ve

llmel-yakin,

beşincisi

hareketlerini,

olan

fiilleriyle

Aynel-yakin

Nefs-i isim

Hakkal-yakin

sal ve örneklerini üç kısımda bildirir.

670

Kaziyenin ve

durumu­

sıfatlarını mertebelerinin

belirten mi­

MARİFETNAME

KISIM: 1 Nefs-i Raziye’nin bu ismi almasının sebebi, seyri, âlemi,

3**rl, hali, kazandıkları, sıfatları ve kendisinden üstün elan Nefs-ı Marziye makamına yükselmesi: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Beşinci makamda nefs-i natika, bütün hallerinde rızanın kemâl derecesini kazandığı için, ismi Raziye olmuştur. Nite­ kim Hak Taâla bu nefse «Rabbine razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön» kelâmıyla hitab etmiştir. Bunun seyri Allahdır. Alemi, Lâhût âlemidir. Yeri sırrın simdir. Hâli, fenadır. Lâkin üçüncü makamda bildirilen fena değildir. Bu iki fena arasındaki fark şudur: Üçüncü makamdaki fe­ na orta durumda bulunan bir sâlikin halidir ki, duyu organla­ rının verilerinden yanılmasıdır. Beşinci makamdaki fenâ ise, sülük yolunun sonuna yaklaşmış olan sâlikin beka ile müşer­ ref olma halidir ki, beşerî sıfatların mahvolup gitmesidir sâ­ lik bekaya hazırlanıp ona kavuşmuştur. Bu Hakkal-yakindir ki, yedinci makamda hasıl olur. Nefs-i sıfatlarıyla

raziyenid var

varidi

olur.

yoktur.

Halbuki

bu

Çünkü

varid,

makamda,

ancak

kâmilin

beka

beşeri

sı­

fatlan öyle yok olmuştur ki, izi bile kalmamıştır. Onun için bu makamda Kâmil, bütün varlığından fani olup nefsiyle bakidir. Fakat bundan evvelki makamlarda olduğu gibi nefsiyle değil, yedinci

makamda

olduğu

gibi

Allah’ı

He

bakidir.

Sonra

bu.

öyle

Vera

(Ya­

bir haldir ki, ancak tadarak anlaşılır. Bu

makamda

saklardan terkedip

unutmak,

mil,

Allah’ın

var

olan

duyar. nefsine ve

nefse

sakınmak)

her

Yasak

ve

hâkimdir.

yasaklarını

teslim

cemalini şeyi

ikram

ihlâs ve

nzadır.

görüp

Bu

bildirir.

gönül olan

haliyle Bu

verilen

Allah’tan

Çünkü

bu

geçer.

hoşluğu

şeylere

halka

suretle

sıfatlar-.

üns,

kendinden

itirazsız, mekruh

içhı

muhabbet,

671

verir.

irşad

bu

kabul

yönelmeme

öğüd

halkı

makamdaki

Sonra,

ile

başkasını

eder.

kâ­

âlemde

edip

haz

hususunda

Allah’ın Onun

emir sözü­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ nü

dinleyen

sır

(sınn

runda

edep

yanında nin

herkes

sırn) makbul

kâmil,

ve

halk

dua

arasında

gelen

vip

saydıklarını

saygısını

leri

kısmeti

se

insanların şey

olmıyan

kavukluk

yapsın.

saltanat rının)

hepsi

bir

Yine

ki, hükmü

için

edebi­ durum­

kabul

olunur.

îleri

gelenler

ve

sevgi

onu

niçin

kadar

sevgi

Hele

zalimleri dahi

ve ka-

ikram

Çünkü

iç­ se­

ve

tecrübe­

kaçtıkça

onların

kendisine

onların

malından

ki,

kendisine

Cehennem onlara

gelir.

Öyley­

ateşinden

başka

iltifat

etsin,

Kâmil,

batın

âleminde

zahirdekilerin

(yani

dünya

kalir,

emrindeki

ve

bilir

neden

altında

Sultan,

bu

olur.

ile

ve

bu

saygı

Fakirin

le

bahane

malı

Bu

insanlar

halkın

insanlardan

Gerçekte

onun

olan

görür.

eğmez.

bulunan

dünya

muhakkak

Fakat

huzu­

Taâla'nın

güç

mükerremdir.

Rabbi

bir

haya

Ancak

meyletmez.

artar.

elbette

kurmuştur

rumda

ki,

meyilleri

Fakat

da

de,

boyun

yalnızca

elinde

Hak

sevgi

Kâmil

onlara

varsa

duası,

ve

onlara

sırrus-

Onun alıkoyar.

iledir.

kâmil Allah’ın

zaman

ve

haliyle Böylece

olunmaz.

aziz

etki

ve

ve

ve

o

saygı bir

göstermiştir

sevgi

bir bir

da

bakmayıp

ona

karşı

ki

bilmezler.

sevmez

red

bu

bulur.

yapmaktan

yanında

umursamaz

ihsanlarına

asla

eder

zorlayıcı

İşte

âlemini

gömülür.

dua

Allah’ın

ten

tiyyen

olup

onu,

kaldığında

Bu

eder.

Lâhût

deryasına

çokluğu

da

istifade

ile

emrini

insanlara

dal­

öyle

bir

saltanatla­

bekler.

Bu

du­

nasıl

meyil

eder,

Hayy,

Hayy

onlardan bir şeyler umar ve onlara güvenir. Bu

makamda

ile

meşgul

ile

bâki

ma

çıkıp oldukça

ile

muttasıf

Kâmil, ve

oluncaya

gul

Onunla

olur

kadar

kapısında

anlar.

O’na

buna

çıkıp

Onunla

isim

olan

Hayy,

yok

olup,

manevi

varlığı

devam

durmadan

fenâdan olur.

beşinci

maddi

içeri

bekâya. işitip

tutunarak

eder.

girebilsin. ererek

onunla yürür.



Fiillerin

isim ve sıfatların tecellisine kavuşur.

KISIM: 2 Beşinci makamda bulunan Kâmile hâsıl olan1 fiil, isim ve

d72

Bu

Allah’ın

görür.

sıfatların tecellileri ve bunlarla hasıl olan kerametler:

ki,

varlığı

Hay

altmr.»

maka­

isimle

meş­

Hayy

sıfatı

Onunla

konuşup,

tecellisini

geçip

MARİFETNAME Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Nefs-i da

raziye

fiillerin

altıncı

tahibi

tecellisini

makama

mertebesine

olan

Kâmil,

geçer,

isim

yükselir.

gelir.

beşinci

ve

Böylece

Buradan

da

makamın

sıfatların

sonların­

tecelli

yeri

ilmel-yakinden

bir

cezbe

ile

olan

aynel-yakin

yedinci

makama

girip onda Hakkal-yakma varır. Fiillerin o

kulun

biriyle

tecellisi

kalbinde

kuluna

kudreti

o

şudur:

doğar.

tecelli

kulunda

edince,

belirir.

nız

Cenab-ı

Bu

durumu,

ancak

si,

ayaklan

kaydınlabilir.

korku

ve

mamıyle

tevhidinde Cenab-ı eksiksiz

tecelli

makamını

Eğer

Hak

bulur.

Bu

Fakat

yürürler.

da

bilir,

isim

sebat

ve

etmez

dönüp

o

kul

ve

inancı

olan

korku

olur,

ko­

Kâmil,'

ve

yürü­ kendi

veren

tecellilerine

sarsılırsa

(dinsiz)

ta-

Allah’ın

hükümlerini

sıfatların

zındık

tecelli­

başlayanlara

durduran

şeriat

muhakkak

yal­ olur.

kendilerinden

makamda eder,

eden

ile

fiillerin yeni

Cenab-ı

Bu

sebat

olduğunu

Bu

fiili

fiil

yürütenin

müşahade

tarikata

onlar,

bir

fiillerinden

cereyan

ve

bilir.

için

tecellide

eşyada

ona

Çünkü

geçer,

geri

hal

uzaklaştırırlar. üzere

kendi

durduran

sahibi

Onun

fiillerinden

Hak,

bütün

da

uygularsa,

korkup

yoldan

O’nun

makamın

olan

Hak

Taâla’nın Cenab-ı

kul

gelir.

eder,

nefsine lir.

o

istikâmet

fiillerin

O

olduğunu

çekingenlik nehy

rudukları tenin

Hak

Hak

Çünkü

o

bu

yükse­

zaman

esfel-i

bu

safiline

(aşağılıklannın aşağısına) inip tabiat zindanında kalır. İsimlerin dan

bir

kendi

tecellisi

ismini

de

şudur:

Hak

Taâlâ,

Esmâ-i

kulunun

kalbinde

doğurur.

Çünkü

biriyle

kulunun

kalbinde

tecelli

isimlerinden

eder.

daC,' bu ismin nurları altında öyle mağlub olur ki, Hak, o anda, o isimle çağmlsa, onun cevabını o kul verıjr. Sıfatların birini ri

tecellisi

kulunun

sıfatlan

fatlanndan

Hak

Taâlâ

kalbinde

doğurur.

Çünkü

bir

olursa,

Cenab-ı

Allah,

yok biriyle

lah’m

yardımıyla

işitme

sıfatıyle

ların ve

tecelli o

şudur:

eder.

kulda

tecelli

konuşmalannı aynel-yakin

ise

görünür.

ederse,

işitip

İşte o

o

canlı

anlar.

Çünkü

mertebelerinden

geçip

kendi

o

fani

beşe­

kendi

.eserleri, Hak,

bütün

sıAl­ ona

varlık­

kul,

ilmcl-yakin

Hakkal-yakin

mertebesi­

ni bulmuş olur ki, diğer sıfatlar da buna kıyasla bilinebilir.

673

kul

Cenab-ı

sıfatlanndan

Cenab-ı cansız

Taâlâ, O

bütün

kalbine

sıfatın.bazı

Meselâ;

kul

eğer

kulun

onun

Hüsnâsın-

Allah

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

KISIM: 3 İlmei-yakın, aynel-yakin görebilmenin şartlan:

ve

hakkal-yakin

halleri

ve

Allah’ı

Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Gerçek

sâlik,

mertebesine

gelir

mertebesini

bulur.

ilimdir. bir

ilmel-yakin ve

Fakat

orada

İlmel-yakin,

Hakkal-yakin

ilimdir.

mertebesini

da

bir

akli

delillerden

müşahede

Hakkal-yakin

geçip

ilâhi

cezbe

Hakkal-yakin

hâsıl

(görme)

makamında

aynel-yakin

ile

olan

ile

kulun

bir

hâsıl

sıfatlan,

olan

Allah’ın

sıfatlarında fani olur. O

kul,

katte o

Allah’ın

kulun

ilmi,

ancak

fani

kulun

zatı,

hillerin

bozuk

görüş

da

yok

olmaz.

âcizlik nn

ve

Çünkü

hepsinden kendi

kadir

olan

dur.

Fakat

bütün

kötü

cakları

ve

Hak’lcm

fena

lukla

sıfatlan

Hak

eder.

işi

birbirine ise,

ayna elde

bulunur.

Yerine

diğer

ve

her

şeye

olan

da

o

birbirinden

olmayana

aciz

ola­

Cenab-ı

kul,

akis

kul­

bulunan

verir.

kazanır.

da ku­

kularınm

kudretle,

rıza,

O

kulunda

kerametler

zillet, sıfatla-

arınan

Evet

eksik

bir

gücünü

olup

olana

ve

ca­

zatın­

inanç,

yaklaştıkça

edince,

kuvvet

bir

sıfatlarından

âciz

yapabilme

Allah’ın

Alah’a

düşürecek

verdiği

her

zatı,

Yani

eden

uymayan

ihsanda işte

iftira

tam

Haki­

bulmaz.

Kulluğa

kötü

murad

yok

Hakka

Hak’ka

bulur.

fenâ

kulun

olup)

o

her

hayrete

kuluna

kulluk

(yok

sıfatlarından

onları

Rablık

Cenab-ı

Taâlâ’dır,

Cenab-ı

vardır. gibi

bekâ

zati

bağlanmıştır.

inayetiyle

güzel Allah-u

kâinatta

Gerçek

iddiaları

kul,

halleriyle

olur,

varlığı

bulup

Lütf-u

âciz

izniyle

ve

ve

fâni

maddi

teslimiyetle

faz-lu-keremi luna

şühûdu

sıfatları

Allah’m

Çünkü

kul­

(yansı)

alır.

sabır

göstermek

bir

kömür

parçasına,

aksedip

bu

hudûdu muhafaza etmekle olur. Bunu ateşin

bir

misâlle

anlatalım-.

bir

duvara

aydınlatırsa

bu,

ilmel-yakine

olmaksızın

doğrudan

ne

ışığı

misaldir.

yanıp

ateş

düştükten

misaldir.

doğruya

Eğer

o

kömür

gibi

olur

ve

Meselâ sonra

kömüıe

ateşin

Eğer

düşerse

yanında

kömürün

674

ateşin ise

vasıflan

suretle alevi,

bu, ve

aynel-yaki-

onun

ateşin

onu vasıta

ısısından

vasıflarında

MARİFETNAME yok

olursa

luğu

onun

öyle

Hakkal-yakine makama ancak

kadar

hakkal-yakin isimlerin

Hak

nırlar. yalnız na

her

Halbuki

birliğine

inanan

bu

sanışları

yoldan

götürüp

Halbuki

sâlike

dinsiz

sülük

tevhid

iken,

On­ ye­

kendi­ ârif

hatalıdır. öyle

ve

yolunda

ha-

ve

olduklarını

ve

Belki eder

sözde

muvahhid,

fâzıl

yanlış

yetmez.

ve

bu

tutkularına

gerilmiş

gerçek

ise,

toplamış

anlarsın.

ve

birer

Bu

Eğer

buldunsa,

bu,

altıncı ulaşması

bağlıdır.

görüşlerini

perdeler

inanmak

makama

şehvet

varan

ile

nefsinde

kemâli

soğuk­

dönüşürse

mertebedir.

yanlış

gizliyen

onların

şeyi

gizlenmiş,

zirvesine

birliğine

yanlış

o

ışığına

mücahede

cezbeye

bir

olan

ateşin fiillerine

yedinci

(birlik), hali

Taâlâ’nın

düşürür.

Fakat edeceği

gerçeği

derecesinin

sahibini

sâlik,

ihsan

kirlilikleriyle

Alah’ın

halde

taklitçilerin

önlerine

kemâl

ateşin

vasıflanmış

tevhit

olan

karartısı

de

yükselebilir.

ehâdiyyet

tabiatın

lerini

O

Hak’kın

kavuşup

nilmiş,

kömürün fiilleri

mertebesiyle

muvahhid lar,

o

ve

misaldir.

Cenab-ı

kikata

ki;

ısısına

olur

tabiatın

faydalı

sa­ Çünkü

ki,

bu,

zindanı­

olan,

vahda­

niyeti görmek ve her şeyde onun varlığını idrak etmektir. Yalnız Şuhûd Bu

hal,

Çünkü lir

müşahede kuvvet

faydalı

olur

ise,

idrak,

vermez.

o

elde

ve

zaman

Çünkü edilen

iftikarla

mücahede

şeriata

nail

ile

gönül

ancak

Ancak

bununla

murada

fayda

mücahede

alçak

(görme), bulur.

ki,

böylece

(bilmek)

Şuhûd

hiçliğini

ve

lanır,

ma’rifet

lâzımdır.

bu

yolu

bağlanır,

güzel

Aksi

takdirde

olunur.

haldir.

vücuda ile

şuhûd

eksiktir. bir

gelir.

elde

hali

edi­

sahibine

huylarla

huy­

zındıklık

çu­

kuruna düşüp helâk olur.

KONU: 6 Yedi fatları

makamdan

tavır

ve

bazı

altıncısı sırları

olan ile

nefs-i tabiatın

marziyenin tarif

ve

halleri isimlerini

sı­ üç

maddede bildirir.

KISIM: 1 Nefs-ı

marziyenin

bu

ismi

almasının

sebebi,

yeri, hali, kazandıkları, sıfatları ve yedinci makama yükselişi: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki:

675

seyri,

âlemi,

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Altıncı makamda bulunan nefs-i natikadan Cenab-ı Allah razı olduğu için ismi Marziyye olmuştur Bunun seyri (gidişi), anelahtır. Âlemi, şehadet âlemidir. Yeri gizlidir. Hali, hayret ve hayranlıktır. Kazandıktan şeriattır. Sıfatları, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktıdır. Beşerî istekleri terk ve güzel huyluluktur. Günahları afv, kusurları örtmek, hüsn-i zan, herkese şefkatli ve lütufkar ol­ maktır. İnsanları karanlık sıfatlarından, ruhun nurlanna çı­ karmayı sevmek ve onlara meyletmektir. Bu meyil ve sevgi sırf Allah için olduğundan makbuldur. Nefs-i emmare maka­ mında olan meyil ve sevgi gibi değil, bu şefkat ve merhamettir. Çünkü Nefs-i emmarede sevgi nefis için olduğundan yerinmiş uğursuz, karanlık ve gaflete bürünmüştür. Halbuki nefs-i merziyenin sıfatı, halkla hâlıkın sevgisini birleştirmektir. Bu öyle bir meziyettir ki, herkese nasip olmaz, yalnız altıncı makama yükselenlere nasip olur. Bunun için bu makamda olan Kâmil, görünüşte avamdan ayırd edilmez. Ama, kalbi bir kırmız;, kib­ rit gibi olup benzeri bulunmaz. Öyle hâs ve tertemizdir ki,, nurların kaynağı,, sırların madeni, seçilmişlerin önderi ve ila­ hi ilmin taşıyıcısıdır. Kalbi Allah’ın gayrısmdan boştur. Bu makamın sahibi Hak Taâla’nm ve halkın yanında makbuldur. Kadir ve kıymeti yüksektir. Bu kâmilin seyri anel-lalTtu. Ya*ni muhtaç olduğu bilgileri doğrudan doğruya Cenab-ı Allâlı' tan alır. Gayb âleminden şehâdet âlemine Allah’m izniyle dönmüş olan bu zat, kendisine orada iken ihsan olunan bilgi­ leri, hikmetleri, herkesin anlayabileceği şekilde halka söyler. Bu kâmilin hayreti, makbul bir meziyettir. Çünkü bu, Cenab ı Hak’km huzurudur. Bu hayret, sülükün ilk zamanlardaki gibi sırf gaflet olan hayret değildir. Kâmilin sıfatlarmdadır ki, ver­ diği sözü mutlaka yerine getirir sözünden caymaz. Her şeyi yerli yerine koyar. Adaletten ayrılmaz. Yeri geldiğinde har­ car ve dağıtır ki, onu tanımayan müsrif zanneder. Yerinde ol­ mayınca o kadar tutumlu davranır ki, onu tanımayan çok cim­ ri sanır. Kendini metheden kimseye vermeye uygun değilse katiyyen bir şey vermez, eğer onu kötüleyene, verilmesi uygun ise, yenliği için hakkını vermemezlik etmez. Fazlasıyla ihsan ve ikramda bulunur. Bu güzel haller ise, kalpleri bilen ve anli676

MARİFETNAME yan kâmil zatların şanıdır. Bu makamın sahibi her işinde mu­ tedil davranır. İfrat ve tefritten uzaktır. Bu orta yol görünüş­ te kolay, fakat yapılması zordur. Bu güzel meziyete herkes -sa­ hip olmak ister. Herkes bu meziyete sahip olanlan sever ve her yerde iyiliklerini söyler. Lâkin orta yolda yürümek zor ol­ duğu için, onunla sıfatlanmış olan çok azdır. Ancak bu maka­ mın sahiplerine mahsus İlâhi bir lütuf güzel bir huydur.

KISIM: 2 Altıncı sırlan:

makamda

bulunan'

Kâmilin,

bazı

halleri,

sözleri

ve

' Ey âzizr Ehlullah diyorlar ki: Altıncı makamda bulunan kâmile, başlangıçta büyük ha­ lifelik müjdeleri görünür. Makamın sonunda da bunun hilatları (değerli hediyeleri) verilir. Bu hilatlan, Cenab-ı Hak, kutsi hadîsinde: «Kulağı Ben olurum, benimle işitir-, gözü Ben olu­ rum, benimle görür; dili Ben olurum, benimle konuşur; eli Ben olurum, benimle tutar; ayağı Ben olurum, benimle yürür.» di­ ye buyurarak bildirirt^Bıa, şu demektir: Bu makamda kâmil, Cenab-ı Hak’ka yakındın Onun izniyle halka tesiri olmakta­ dır. Bil ki bunun manası çok ince ve kanşıktır. Haşa! Bir veli­ nin kitabı okuyup gözü Allah’ın gözü ata

uyarak

ceğidir.

Bu

bu

maksadını anlamıyan bir olamaz. Fakat muhakkak

makama

da

bu

gelmiş

makamda,

dinsiz gibi, kulun olan şu ki, şeri­

olan

kâmilin

mutlaka

bulunan

kâmilin

beşerî

görebile­

bütün

kö­

tü sıfatlardan armmfŞ, bunların yerine ilâhî sıfatlarla bezen­ miş olmasıyle olur. O zaman, bu kâmil, Cenab-ı Hak’km izniy­ le başkalarına tesir edebilir, İşte yukarıda beyan olunun Hakkal-yakin,

bu

görüşe

uygundur.

Çünkü

Hak

Taâlâ

ne

bir

şeya

hulül eder (girer), ne de bir şey ona hulül eder. Cenab-ı Allah, bundan münezzehtir. Bunun esasını kimse idrak edemez. Çün­ kü akıl, bunu idraktan acizdir. Bunu akılla anlamaya çalışmak büyük bir hatadır. Bu işler, ancak hal ile idrak olunur. Hâl eh­ li fenâ

olmayanların ve

bekânın

bunu dış

idrak âlemde

etmeleri benzeri

verilemez.

677

imkânsızdır. yoktur.

Bunun

Çünkü için

bu misal

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HAZRETLERİ

Bu makamda kâmil, hal içinde bulunur ve bundan manevi bir zevk alır. Bu durumda olan kâmil, bu makamda olduğunu da bilir. Çünkü Hak yolu yolcusunun en son ve en yüksek ma­ kamı, meleklerin kıblesi olan Ademin süretindekine varması­ dır. Bu, öyle bir sürettir ki, gerçeği hakikat-ı Muhammediyodir, İlâhi lütuftur, Hû'nun büyük sırrıdır ki, Cenab-ı Hak’ka

yaklaşmanın sonu budur. Sâlik bu makama eriştiği zaman o, sırf ibadet yolu ile alçak gönüllülük acizlik, zayıflık ve iftikarla vasıflanmış bir kâmil olur. Nefsini bu sıfatlarla bilince, Rabbini Rubûbiyet sıfatlarıyla bilir. Çünkü bu kâmil, nefsini zillet ve fenâ ile bulduğundan, Allah’ını izzet ve beka ile bu­ lur. Ve kulluk aynası, ilâhi aynaya karşı durur. Ve o halde birinde ne varsa ötekisine akseder, işlenir. Nitekim Cenab-ı Hak, kudsi hadisde: «Yer ve göklere sığmam. Fakat kulumun kalbine sığanm» buyuruyor. Demek ki, hâlis ve gerçek imana sahip kul,'her şeyde var olan ince ve derin sırlan Allah’tan aldığı bilgilerle bilir. Nite­ kim Cenab-ı Hak’kın: «Ben Âdeme, bütün isimleri öğrettim» buyruğuyla bu sırları, kullarına işaret etmiştir. Bu makamda bazı gizli sırlar vardır ki kelimelerle ifade olunmaz. Bu altıncı makamda bu kâmil zata Âdem sureti keşf oldukta, bunun, sâ­ likin en yüksek dileği, kâmil insanların en yüksek makamı ve her şeyin en üstünü, en şereflisi olduğunu bilir. Bu sûreti iste­ mede, şeriata sarılmanın tarikatın gereklerine uymanın ve al­ tıncı isim olan Kayyum’u okuyup himmet ve çaba göstermenin lüzumunu da büir ve yapar. O zaman ebrann iyiliklerini ken­ disi için kötü bulup şeriat, tarikat ve hakikat adabıyla daha çok edeblenir ve suret-i Ademiyye ile hakikât-ı Muhammediyeyi araştırma mertebesine erip yedinci makama yükselir. KISIM: 3 Tabiat, zül ve nefs-ı-Rahmani, bu üçünün bir cevher oldu­ ğu: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Alimlerin tabiat dedikleri kuvvet, bütün cisimlere hulül eden ve her cismin onunla tabiî kemâline eriştiği şeydir. Biz

678

MARİFETNAME buna

zül

deriz.

lunmayan nab-ı ni

Allah,

duğunu

için

Kerim

Kur’an-ı

bulunduğunu, kendinden

o

her

sonrakine

bir

nefsini dan

bilen

Bunları

ilim

hil

insanlar

zet

alabilir.

tabiat maz

Ârif

gizlemiştir.

âlemi ve

adamları ne

bu,,

bıuna

anlıyamaz.

bildirmiştir.

kitabın

Veren

Hak’km

Cenab-ı çok

Al­

manalar

insanın ki,

her

Bunun

Arif

yazılı

konuş­ kelimenin

gibi,

olmıyan

olan

manasını

anlıyabilir

benzer.

Cenab-ı

görü­

sır vardır ki, o sır her insanın Cenab-ı Allah o sırları, yalnız

kitapta ne

manala­

Gerçekten, başkadır.

ol­

türlü

bir

vardır

biter.»

mercudat

varlıklarda

okuduğunda

okuyabilir,

Ancak de

bu

ayan-ı da

kelimeleri

gene

Nitekim

manası

kullarına

Meselâ

gelse

eder.

mana

kelimeleri­

Rabbimin

daha

varlıklar

bildirmiştir.

göre

Ce-

Rabbimin

kelimeler,

delâlet

nen varlıkların her birinde bir gözünde başka türlü görünür.

bu­

Nitekim

muradın

görünen

birinde

kendinde

olsa,

kadar

görünen

Kerîm’de;

olup,

yayılmıştır. ki:

konuştuğu

sıfatlarına

insanlara

varlık

«De

kelimelerden gibi,

ve

kelimelerin

inde:

bir

însan

ettiği

isim

bir

üzerine

mürekkeb

biter,

Böylece

delâlet

izâfi

denizler

bildiriyor.

varlığına

tuğu

ahkâm

denizler

buyuruyor.

lah

bu,

ve

Kur’an-ı

yazmak

bitmeden

ra

Çünkü

imkân

yazılı

Herkes

vermiyen

ne

anlar. de

tabiat

Allah-u

noksanlıklardan münezehtir.

NAZIM , Ey mühendiş nıedir ol tefrika-ı nokta vü hat. Bil hatt-ı kevn ü mekân, nokta-i aşk oldu fekat. Nokta hat oldu ve hat harf olup, ol oldu hurûf, Çünki tebdil-i suver kıldı vü tagyir-i nukat. Noktadan gayri ne kim levh-i şühûdun üzre Nakş olunmuş» onu mahv et ki, od ur sehv ü galat. Nokta bil, noktaıya bak, nokta ol, andan gayri Her ne kim eyle sen od ur sebeb-i bu’d-u sahat. Bahrdan dür iken enhâr Fırat ve Şattır, Yine su içre eri:şse, no Fırat ola ne Şat. Ne olur tenbel o ârif, ne seğirtip yorulur. Ehl-i irfân reviş ü râhi olur seyr-i vasat.

670

gibi.

Fakat

ondan

satırlarım bu

kulların­

kelimeler

ca­

bir

lez­

görebilir.

İşte

kitabını Taâlâ

her

okuya­ türlü

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

KONU: 7 Yedi makamın yedincisi olan Nefs-İ. Kâmilenin,

hallerini

sıfatlarını, hareketlerini, alâmet ve kerâmetlerinl,

Mürşid-İ

Kâmilin eğitiminin belirtilerini ve kabiliyetli sâlikin

metanet

ve alâmetlerini ve sıkıntılı hallerindeki iç ferahlığı

(sevinci)

ile huzurunu şeytamn sâlike karışmasını, aldatmasını

sekiz kı­

sımda bildirir.

KISIM: 1 Nefs-i-kâmilenin ri,

hali,

bu

kazandıktan,

ismi

almasının

sıfatlan

ve

sebebi,

sâliklerin

seyri, nasıl

âlemi,

ye­

terbiye

olun*

duklan: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Yedinci ismi

makamda

Nefs-i

kesrette Bu

vahdet,

öyle

gibi.

bir

Hali

rinin

Bu

vahdette

bekâdır.

bütün

kemalâti

Bunun"'

kesret

ki,

seyri

âlemidir.

tıpkı

bedene

Kazandıkları,

Sıfatlan,

kâmilin

nâtika

olmuştur.

gizliliktir

tümüdür.

dür.

nefsi

Kâimle

Yeri

insanlığın

en

meşgul

olduğu

vird,

makam,

bütün

diğer

sırdır

nisbeten

bütün

taşıdığı

güzel

Alemi, (gizlidir).

ruhun

insanların

Kahhar

için

Billahtır.

gizliliği

öğrendikle­

sıfatlannm ismidir

ki,

tümü' bu

ye­

dinci isimdir. Bu en

yedinci

üstünüdür.

cahede

etmeye)

yeterli

kalmamış, nzasmı ve

almak

şak

yüzü

Bu

kalmıştır.

Bu

sırf

görenlere

ilim

her

makam nail

temiz

kâmilin

ve

riyazete

sevinç

artık

bütün

hiç

nefsi bulun­

bir

inayettir. ve

vericidir.

isteği Hak’km iyilik Yumu­

tatlılıktır. Bu

ve mü­

hareketleri,

ve

lezzet

halde

Cenab-ı

renlerin kalbine, Allah’ın zikri ve fikri gelir, huşû ve hûdû ile

680

yükseği ermiş,

(açlıkla

orta

Yalnız

kudret

hikmettir, ve

en

hemâle

şeyde

sahibinin

olmuştur.

nefesleri

huzur

makamlann saltanatı

makamda

kalmamış,

muradına Onun

konuşması,

bâtin

Bu

lüzum

olmuştur.

her

ibadettir.

barek

bunda

tamamlanmıştır.

terbiye mak

Çünkü

azizi

Mü­ gö­

MARİFETNAME Cenab-ı

Hak’ka

mübarek makamda kam

ile

iken

avam

nın

yönelir.

yüzü

Nasıl

karşı

yine

Allah'ın

evliyasının

makamı,

yönelmesin

karşıya

velisi

makamı

altıncı

ki,

idi.

ve

Allah

Belki

Çünkü

beşinci

makam

bu

gelmişlerdir.

dördüncü

dördüncü

makam

yedinci

velisinin

o

seçkin

makam

ma­ evliya­

seçilmişlerin

seçümişlerinin makamıdır. Bu

Kahhar

sustur.) yardımına Hatta

koşar,

ve

olup

kamın

sahibi,

onlara

lanyla, bir

farı

an

onların

zikir

onu.çok s^ever.

Bu

kuvveti

zayıftır.

rek

sevgi

Kalbinde

ve

hilmi

linde

razı

Hak’tan

kızması

ile, olup

kalmaz. onu

halka

beslemez. kızma

lütfü

Fakat

öğretir. Ge­

içindir. ile;

kız­

kızma

her

az, bun­

belirtir. Allah

öf­ çok

ve

eder,

olduğundan

gösterir.

ve

harcaması

sırf

kahrı

istiğ­

daha

uyar

telkin

Bunun karışık

azaeder

yönelişi

üzer

kızdığını dğil,

ma­

ibadet

evladından tam

Cemaliyle

Bu vücut

fazlasiyle çaba

için

kut­

kâmilin

yasaklarına

dille

se­

irşad

Hak’ka

hareketleri,

nefsi

halinde

Bu

Cenab-ı

Sevilmeyeceklere,

kötülük rıza

bir

bütün

kalbiyle

sevenleri

ve

kendi

Celâli

ise

ye

cezbe

karşılıktır. O

sırf

gâfil

çok,

güzel

kalmaz.

Halkın

gafleti

emir

sever.

kimseye

ması

teveccühlerine

ulaştırır.

gelen yardım,

mah­

sâliklerin

müjdelerini

hallerine

yahut

evliyaya

bununla

meydana

ve

ağrıları

yumuşak

hidayet

ibadetsiz

Halkın

olan

Kutup

ruh

ayağıyla,

Allah’ın

ehlini

üstün

ve

isteyenleri

kâmilin

gayet

ve

mütavazidir.

Allah’ı

Muhabbet

bile

Cfenab-ı

Çok

sevindirir.

kelendirir.

ları

an

eliyle,

bile

çoktur.

nur

kalb

diliyle,

en

kendiliğinden

gibi

bir

(yani

isimlerdendir.

içinde

huzür

bundan

Kutba

olan

sâliklerin

vinç

ve

isim

mahsus

şeyi

ha­ yerli

yerinde yapar, her halinde adalet üzere hareket eder. Bir onu milin

emrinin,

bir

isteğine

uygun

dileği

Allah’ın

sözünün olarak

yerine

hasıl

dileğine

gelmesini

olmuş

uygundur.

dilediği

bulur. Rıza

Çünkü ve

zaman, bu

tepkisi

kâ­ O’na

bağlı ruhu huşu ve hayret içinde daima O'nun huzurundadır.

KISIM: 2 Mürşid-ı-Kâmilin

alâmetleri

kerametleri

terbiyesi, alâmetleri ve kendi âdetleriyle ibadetleri:

681

ve

istidatlı

sâlikin

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kâmil, bütün insanlara karşı çok şefkatli ve mer­ hametli olur. Bilhassa Hakkı istiyen ve sevenler onu, ana ve baalarından daha merhametli Ve şefkatli bulurlar. Mürşid-i Kâmilin güzel âdetleri şudur: Cenab-ı Allah’m marifetini ve muhabetini talib (isteyici) ve kendi hizmet ve sohbetine he­ vesli olup huzuruna gelen sâliklere sohbetin başında din ilmini öğretir. Onların müşküllerini, ehl-i sünnet vel-cemaat mezhe­ bine uygun olarak çözer, şüphelerini giderir, inançlarını dü­ zeltir ve kuvvetlendirir. Sonra temizlik ve namaz meselelerini tam manasıyla öğretir. Tevekkül, tefviz, sabır, teslim ve rızayı anlatır. Bu şekildeki sohbetine bir müddet böylece devam eder. Sonra sâlikin durumuna bakar. Eğer onu, Cenab-ı Hak’km yo­ luna girmeye kabüiyetli görürse o zaman ona tevhid kelimesi­ ni zikretmesini söyler ve mukarrebler yolunu açar. Geçinmede güçlük ve sıkıntısı varsa ona maddi yardımda bulunur. Karşı­ laştığı engelleri yok etmeye çalışır ve her hususta onu korur. Böylece onun dayanağı olup Hak yolunda ilerlemesini sağlar. Mürşid-i

Eğer sâliki bu yolda kabiliyetli görmezse o zaman ona öğüt verip: Sanatm varsa sanatına devam et, yoksa doğruluk­ tan ayrılmadan ticarete başla. Çünkü Allah tembel ve boş du­ ranları sevmez. Bu tembellik ve gevşeklikle bu yoldan gidilmez der. Eğer bu Mürşid-i Kâmil o sâliki sanatına, işine göndermez­ se o zaman onu aldatmış olur. Halbuki Mürşid-i Kâmil aldatı­ cı olmaz. Kendi için lâyık görmediğini ve yapılmasını isteme­ diğini, halka lâyık görmez ve onlara yapılmasını istemez. Ni­ tekim Peygamber (S.A.V.) efendimiz bir hadis-i şerifinde: «Al­ datan bizden değildir» diye buyurmuştur. Eğer mürşidin hiz­ metçiye ihtiyacı varsa, onu işlerinde çalıştırabilir. Fakat ken­ disine mukarrebler yoluna girmeye kabiliyetli olmadığını bil­ dirmesi şarttır. Bundan sonra sâlik hizmetinde kalmak isterse yamnda bırakır. Mürşid-i Kâmilin alâmetleri: Ayıpları örter. Kimsenin ayı­ bını, kusur ve hatasını ifşa etmez. Bilhassa sâliklerin ona bil­ dirdikleri sırlan asla kimseye söylemez. Sonra bu Kâmilin nef­ si muhtaç değildir, hiç kimseden bir şey ummaz ve almaz. Yi­ ne bu kâmilin öyle güzel huyları var ki, asla kimseye kızmaz

MARİFETNAME ve

en

ve

söyler.

türlü

ufak

bir

kırıcı

O’nun

giyecek

ve

lâf

yanında

söylemez.

Ancak

yemeklerin

iyisi

giyeceklerin

yenisi

de,

Allah ile

eskisi

de

dir. Bu kâmilin yanında hamurla ekmeğin, temiz su ile bulanık suyun sarımsakla anber le

ipeğin,

döşekle

biyle

hakirin,

göre

birdir. açlıkla

kutta,

uzlet

sibine en

(yalnızlığa

âdet

olan sizin

bir

uyanıklıkta,

sü­

temasta)

hayırlıdır» ve

(S.A.V.)

efendimiz:

«Allah’a

korkanınız

Bu

ile

(halkla

ortası

ona

istemez.

konuşma

ülfette

sahi­

hepsi

kâmillerin

Allah’dan

Her bir­

şeref

ötekisini

işin

eder

için

Nitekim

peygamber çok

ile

«her

ve

yoktur,

uyku

çekilmek)

onun

şan

bulsa,

ile

buğz birdir.

pirinçle arpanın, kokusunun, yün­

farkı

hangisini

eder.

en

ihtiyarın,

hiç

ibadetlerinde

hareket

büyüğü ki

ve

gençle

fakirin

toklukta,

göre

ederim

ile

Bunlardan

kâmil,

veNbütün

hasınn,

amir

için

kötüsü

pren­

ırnrşidlerin

benim.

yemin

(Buna

rağ­

men) oruç tutanm, oruç açarım, Namaz kılanm, dinlenirim ve evlenirim» Yani ifrat ve tefritten kaçınır, ikisinin ortasın­ da yürür. Bu ortalama hareket şekli yalnız veliler mertebesine eren

Kâmil

insanlara

mahsustur

diye

buyurmuştur.

Muhakkak

ki bu alâmet ve kerâmetler Mürşid-i Kâmil olan zatta görünür.

KISIM: 3 İstidâtli olan sâlikin metaneti ve alâmetleri: ' Ey azız! Ehlullah diyorlar ki: Mukarrebler net

ve

susuzluk,

yoluna

alâmetleri uykusuzluk,

ve

işkence

eder.

ve

metanet

gösterir.

Eğer

bir

bulur

ve

kimse der

girmeye

şunlardır: az

ki,

kullarını

musallat

ederlerse

ona

hükmü

incitirse

«Nefsim

kötü

etmezdi»

şikâyet

ve

zorluklara

Onu

edenlerin

sâlikin

olmasaydı

ona

muhalefet

Hak,

mürşidine

kendisinin

eziyet

galib

kusuru

Cenab-ı

kendisini

değil,

ona

alıp

kızmaz,

Açlık,

nefsine

katlanarak

ona

meta­

düşmandır.

uzletle

altına

Eğer

olan

nefsine

konuşmak

Çeşitli kendini

kabiliyetli Kendi

haksız

olur.

kendinde bana

bu

şikâyet ve

ka­

bahatli olduğunu söyler. îşte

nefsini

yenen,

ona

hakim

olabilen

ve

her

di nefsinde gören böyle bir sâlik kabiliyetlidir, mukarrebler

683

kusuru

ken­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

girmeye lâyıktır. Eğer bazen kendisinde bir takım ku­ kötü haller görünürse de, bunlar onun bu Hak yola girme­ sine engel olmaz, mazur görülür. Çünkü kendinde kötü bir ha­ reket gördüğü zaman buna razı olmayıp nefsini kınar, kimse­ ye kötü ve ağır söz söylemez, her kusuru nefsinden bilip hiç bir suretle ona hak vermez, yardımcı olmaz. Fakat sâlik, nef­ sinden razı olup onunla mücaheden âciz kalırsa, gerektiği za­ man üç gûn aç, susuz ve uykusuz kalmak suretiyle nefsini yenemezse, kusur ve kabahati kendisini sövüp dövenlere bulursa ve onlara kırıhp düşman olur, intikam almaya kalkışır ve nef­ sini düşünüp onun rahat ve huzuru için çalışırsa bu mürid, sâ­ lik olmaya kabiliyetli değildir, evliya yolunun kokusunu bile alamaz. Bu sâlik nefsiyle başbaşa kalsın, kendi sanatiyle uğ­ raşsın, çünkü ruhâni ticaretin ehli değildir. Zira mukarrebler yolunun esası, nefsinden razı olmayıp ona düşman olmak, onunla mücahede edip müşahidler zümresine girmektir. yoıuna

sur

Eğer sâlik, manevi binasını bu temel üzerine kurmazsa, binası çabuk yıkılır. Kabiliyetli sâlik ise, nefsine kızar ve ondan razı olmaz, üzüldüğü zaman yalmz nefsinden üzülür, kızdığı zaman yalnız nefsine kızar., tenkit etse yine onu tenkit eder. Böyle hareket edebilen sâlik mukarrebler (Allah’a yakın olanlar) yoluna gir­ meye kabiliyetlidir. Şu halde nefsine izin veren ve böylece ona yenilen, sülüke kabiliyetli olamaz, mukarrebler yolundan bir lezzet alamaz. Çünkü düşmanı olmıyan, dostunu bulamaz.

KISIM: 4 Kabiliyetli olan sâlikin üzüntü ve sıkılma ile sevinç ve fe­ rahlık duyması kabz halinde iç huzuru bulduğunu bildirir. Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Kabiliyetli sâlikin alâmetleri şunlardır: Sâlikin gizli-aşikâr bütün arzu ve isteği, kendi nefsini kötü vasıflardan temizle­ mektir. Çünkü nefsini, kendisinin büyük düşmanı ve tehlikeli manevi hastalıkların kaynağı olduğunu bilir. Bu sebepten, nef­ 684

MARİFETNAME sinin

etkilerinden

kendisinde bu

kusurunu

tersine

Meselâ;

sâlik

kayetçi

ise,

nefsi,

maya

razı

hallerinde üzgün,

çok

yemek, ona

uzun

hal

olsun

ve

boynu



o,

ve

çirkinlikleri

tikçe

bilmiştir. de

mümkün

tır.

Çünkü

için

nefsin

ha

kötüsüne

bi

kırık,

olur.

Bu

engel

için

kötü

düçâr

olur.

gözleri hale

Kötü

kendi başını

çekinip

kendisi

için

masını

ister.

menin gun

bast

ile

bâtının

ki

«Ben,

bu

Cenab-ı ve

de

dua bir

olan

kabz

halinde

Allah’ın

Bu

Dünya zahirin kabz

tamiri

Çünkü Cahil

sâlik,

o,

ha­ altçekil­

sâlikten

korktuğu

uy­ kadar

nimetlerinden Çünkü

nefsin

Onu

o

kimselere

görünürse Eğer

hal­ değiş­

altına

bulunan

alır.

halinde

utan­

yalnızhğa

dünya

lezzet

huzunmdayım.

şikâyetçi ve

halini

olan

ehlinin

vardır.

kal­

Hak’tan,

arslandan

tamiri

da­

sâlikin

neşeli

koruması

durumda

haldir.

halinden

Halbuki

bâtının

eder.

bilir.

gibi

arasındaki

çekilir.

korkar.

vardır.

helaki,

Allah’ı

etmek

himaye

Arif

gibi

bast

helaki

sıfatlarının halinde,

halinden

alay

alıştığı

ondan

nefsinden

kendisini

güç

Fakat

ve

kurtul­ kalmış­

onlara

kaldırmak

yalnızlığa için

bu,

buldukları

bilir

ile

olduğunu

Fakat

gelmez.

lezzet

ve

Bunun

selâmet

korkulmaz. bu

inzivaya,

giderilmesini

gülmek

yönelmiştir.

durumda

halde

lerden linin

bu

et­

muradına*

içinde

Nefis

sâlik,

çağırmak,

devam

kurtuldukça

olduğu

bağırıp

tirmek

lci,

Çün­ kötülük

hepsinden

çoktur.

kabiliyetli

madan

Esasında

olduğu

şaşkınlık

huydan

Muhakkak

yaşlı

düşen

pek

bir

kâlbi beladan

bulur.

kurtulmaya

ve

birçok

gibi

kesiciler

huyların

üzüntü

huyları

güçtür’.

sâlik,

kavuşamıyacağını

kötü

sâ­

konuş­

büyüktür.

yoğrulmuş yol

şi­ uy­

ki,

ve

zamanda

sevinci

ve



kimse

musibetten

bunlardan

olan

olmadığı

kurtuluşu

engel

anlamış,

kavuşmaya

mak

Bu

bir

olduğu

nefsinin

(sevgilisine)

eder. uyumak

o

emreder.

susuzluk,

Kabiliyetli

yarım her

nefsinin

konuşmaktan

açlık,

tavsiye

çaresiz

gibi

ona;

ve

Eğer

Mürşidine,

etmesini

içmek,

Sevinçli

etmekle

de

olan

yürüsün.

olmuş

harcar.

görürse

uyumak

yemek,

musibeti

çaba

devam

tersi

yoldan

sevinci

mahbübuna

Ancak

az

olur.

devam

eremiyeceğini

Mürşidi

konuşmamayı

bu

sâlikin

zikre

gider. etmeye

düçâr

kimsenin

kabiliyetli

hareket

içmek,

olan

bükük

bu

büyük

bir

bunların

süre

orta

musibete

kurtulmuş

etmeğe hareket

Mürşidi

ve

likin

için

uymıyan

şikâyet

saldırışının

kusuzluk

kurtulmak

tarikata

bir

de kötü

tecrübe gerçekte hal

sâlik,

düşünüyor,

ve bast

görü­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

yor ve O’nunla konuşuyorum. Halbuki kabz halinde bu fazilet­ lerin hiç birisi bende olmuyor.» derse bundan açıkça anlaşılır ki, sâlik ne Allah’ı bilmiş ne de huzurunu ve o huzurun lezzeti­ ni bulmuştur. O bu davanın ehli değildir. Sülük yoluna girmek­ te hata etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak’km huzuruna varış, an­ cak mâsivadan geçmekle, yani Allah’dan gayrisini düşünme­ mekle olur. Halbuki mâsivadan geçmek, ancak kabz halinde olabilir, bast halinde olmaz. Nitekim bir gün bir sâlik, bast ha­ linde duyduğu sevinçle raksederken Mürşidi ona niçin bu se­ vincini izhar ediryorsun diye sorunca o da; nasıl sevincimi göstermiyeyim ki, O bana Rab, ben O’na kul olduğum halde sa­ bahlamışım, cevabım vermiş. O zaman mürşidi ona irşat ve nasihatta bulunup şöyle demiş: Ferahlık ve sevinç O’nunla da olsa açığa vurulması hatalı görülmüş ve yerinmiştir. Halbuki Cenab-ı Hak, üzüntülü olan kalbi sever. Onun için kabz ve üzüntü hali daima makbuldür.

KISIM: 5 Mukarrebler yoluna giripde nefs-ı-emnıare makamında iken, şeytanın- sâliki bu Hak yoldan saptırmak için ona suret-iHak'tan göründüğü kapılar. Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Mukarrebler yoluna girmek isteyen kimse önce kabiliyetli olup olmadığı hususunda baksın. Ondan sonra, istenilen ve bildirilen vasıflan taşıyıp taşımadığı hususunda Mürşid-i Kâ­ milin haline baksın. Eğer nefsini kabiliyetli ve Mürşidini kâmil bulursa ona, mukarrebler yoluna girmek vacip olur. Böylece o, tabiatın zindanmdan kurtulup kemâl sıfatlannı kazanmış olur. Eğer bu dileğine erme müddeti uzarsa üzülmesin, yarı yolda ve eksik kaldım, demesin. Muhakkak kemâli bulacak ve muradına erecektir. Hatta eğer sâlik kendi nefsinde kabiliyet görür de, mürşidinde umduğu kemâli bulamazsa, o zaman mürşidsiz olarak tek başına sülük yolunda, şeriatın âdâp vo erkânına, tarikatın hükümlerine uygun hareket ederek, Pey­ gamber (S.A.V.) efendimizin izinden yürümeğe devam etsin. 686

MARİFETNAME Ona

salât-u-selâm

getirsin,

amel

etsin.

şeytan

maz.

Çeşitli

Çünkü,

kapılardan

hadisbir

an

onun

şeriflerini dahi

kalbine

okuyup

«düklerin

girmeye

onlarla

yakasını

ve

her

bırak­

makamda

vesveselerle onu yanıltmaya çalışır. Sâlik

nefs-i

emmare

yoldan

saptırmak

için

vardır.

Bu

bir

ve

öyle

kitapları

koruyan

ki,

kaldı?

Hepsi

sen,

dünyadan

ile

onu ne

kalmamıştır.

tutmuş

Yalnız

gibidir.

gitmiştir.

(ruhlarından)

bu

hak

münâsebetin

zamandasın

kimin eliyle nerede? Hâl

göçüp

onlardan

şeytan,

yol

öyle

avucunda

da gitmek istiyorsun, ama hede ve müşâhede sâhipleri kalmamıştır,



ehli

Halbuki

korunu

iken

«Senin

yoldur

kalmıştır.

ateşin

makamında

gelip:

sözleri

ki,

dinini

Hak

yolun­

ilerliyeceksin? Mücâve kerâmet ehli mi Çoğunun

yardım

âdetleri

bile

diliyerek

şeria­

tın zâhirinde kalıp, onunla yetinmeli. Eğer ğur,

sâlik

azimeti

bu

sözleri

sarsılırsa

genlik

gelirse,

larını

yerine

getirenleri

lerini

kabul

edip

mağfiretini leri

ile

sonra

ve

nasıl

amel

ranmayı istiyor, yurmuş

yapanları

da

öyle

kulanna

gelip:

«Allahü

için

şefkatli

ve

taâlâ,

Mevlâsınm

nefsine

dav­

senin size

zorluk

merhametli

verdik­

sert

o

taâlâ

dinde

.farz­ verdik­

izin

Çünkü

so­

çekin­

izin

Kulu

halde, et.

bir

«Hak

yapılmasına

O

taâlâ:

himmeti

ona

sever.

da

muamele

Sizin

iken

yapılmasına

öyle

sever.

Allahü

istemiyor.

yolundaki

ona

severse

Mevlâsı

yumuşak

Nitekim

ve

başlamış

şeytan"

severse,

edip,

zorluk

tarikat

sülüke nasıl

etmesini

terk

hayvanındır.

yine

dinler,

binek kolaylık

olmadı»

olduğunu

bu­ bildir­

miştir.» Eğer rin

sâlik,

yapılmasını

yoktur

ki,

yaklaşmaya

ması

artar

lin

değil

ön

haram

ma sâlik

şeytanın

ve

ile

hatırına gıybeti

böylece

olur.

Elininin

ancak de

sözlerine

helâl

başlar.

Hâlik

yalan,

bu

gördükleriyle Şüpheler

işler olur.

harama

asar

etmeye

haramı

artar

işler.

haramla

gelir.

Böylesinin

Günaha

götürücü

uzanır,

ayağının

687

ümmetle­

O

şüphe

ve

kalbinin

kamını

rama gider. Böylece şeytanın muradı da yerine gelmiş olur.

ve

başlarsa

şüpheleri

çoğaldıkça

bırakıp

Çünkü

haram sövme

hareketi

arasındaki

helali

olur.

kulak

amel

hara­ karar­

zaman

dolduran konuşması işler

bu, gafi­ da

peşinde

yürüyüşü

ha­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

sâlike, Allah’m lütfü erişir de bütün bu vesveselerin geldiğini bilirse ruhsatlara (yapılmasına izin veri­ lenlere) meyletmek tembellerin işidir, onlarla amel etmek, âcizlere mahsustur, şeriat âdâbı ve tarikat erkânıyla yürüme­ ye çalışmak şarttır, deyip hareket ederse o zaman nefsi, levvame olup ikinci makama yükselir. Eğer

şeytandan

KISIM: 6 Mukarrebler yoluna giripte nefs-i-Levvâme makamında iken şeytanın kendisini Hak yoldan saptırmak için ona suret-i Hak’tan göründüğü kapılar: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Hak yolunda yürüyen sâlik, nefs-i Levvame makamında iken, şeytan onu bu yoldan saptırmak için ona sâlih amelleri süslü gösterir ve böylece kalbine ucub (kendini beğenme) duy­ gusunu sokar. Sâlik de amel yolunda ucba tutulup nefsini be­ ğendikten sonra şeytan ona suret-i Hak’tan görünerek der ki: «İlimden maksat ameldir. Halbuki sen, sâlih amelleri yapıyor­ sun. Artık bundan sonra senin ne ilim tahsiline, ne âlimin sohbet ve va’zmı dinlemeye ihtiyacın kalmamıştır. O sana va’ zü nasihat eden âlim, keşki kendi nefsine söz geçirip nasihat alsa ve senin aıAellerinin onda birini yapsa, ona ne mutlu ha­ kiki kurtuluşa ererdi.» İşte bu ucb (kendini beğenme, üstün görme) hali, kendi­ sinde yerleşti mi kendini büyük, başkalannı küçük görüp in­ sanlara sû-i zan eder. Sonunda öyle kötü huylu olur ki, âlim­ den bir tek nasihat kabul etmez hale gelir. Aklına göre ibade­ tini yapıp Cehalet karanlığında yok olur gider. Sonra bu sâlike yine şeytan der ki: «Halk, seni çok beğeniyor. Âmellerini on­ lara göster ki, sana uysunlar, sevabın kat kat artsın.» Eğer sâ­ lik, bu niyetle amellerini güzelleştirirse illetli olur. Sonra şey­ tan, bu sâlike der ki: «Sen şimdi ibadetini hemen gizle. Cenab-ı Hak gizli olan amelleri kabul edip seni sever. İnsanlar da, se­ nin bu temiz kalpliliğini anlar seni severler.» Eğer sâlik, şey­ 688

MARİFETNAME

tanın bu sözlerine kanıp sırf halk onu sevsin diye ibadetini gizlerse düşer de haberi bile olmaz. Şeytanın hile ve aldatmaları çoktur. Gücü yeterse sâlikin amelini bozar. Bozmaya gücü yetmezse sâlikin kalbine o amel­ den daha faziletli bir amel sokar, ki, onu yapmaya gücü yetme­ sin. Fakat ikinci ameli ona över, güzel ve kolay gösterir. Böy* lece ona başlayıp birinci amelden kesilir, bunu da yapmaya gücü yetmez, nihayet her iki ameli de yapmaktan vazgeçer. * Meselâ şeytan sâlike der ki «Sen, Allah ve peygamberi sevdiğini iddia ediyorsun. Fakat ne Beyt-i şerifi hac ve tavaf ediyorsun, ne de Peygamber (S.A.V.) efendimizin kabrini zi­ yaret ediyorsun.., Bunda gevşek davranan kimsenin kalbindo hiç onların sevgisi vardır denebilir mi? O halde Allah’ı ve habibini sevdiğini söyleyen kimseye yakışan şey, hemen Allah'a tevekkül edip Hacca gitmesi, Allah’ın habibinin mübarek kab­ rini ziyaret etmesidir ve yol boyunca namazla, salâvat-ı şerife getirmekle ve diğer' zikirleri yapmakla meşgul olmasıdır, ki. bu ibadetiyle de ikinci Hac sevabım kazansın. Sonra eğer sâlik, şeytanın bu vesvese ve aldatmalarına kulak asar, erzaksız, bineksiz, fakir haliyle Hac kafilesine ka­ tılıp Beyt-i şerife yönelirse, o yol zahmetinden vücuduna yor­ gunluk ve gevşeklik gelir, bu sebepten zikirlerinde yavaş ya­ vaş azalma ve namazında gevşeme göstermeye başlar ve kal­ binde bir sıkıntı belirin İşte o zaman, şeytan, yine ona yanaşıp der ki: «.Nefsini bu kadar zorlama, ona gücünden fazla yük yükleyerek zulüm etme. Namazın geçse de üzülme, kazasmı Mekke’ye vardığında yaparsın, ibadetlerinde o kadar titiz dav­ ranmana gerek yoktur. Sâlik de yorgunluk ve acizliğinden do­ layı şeytanın bu sözlerine uyar ve farzları yerine getirmede gevşeklik gösterir. Açlık ve susuzluğu bastırıp tenbelliği ar­ tınca, şeytan yine ona yanaşır der ki: «Cenab-ı Hak, Haccı zen­ ginlere farz kılmıştır. Senin gibi fakirlerin Haçta ne işi var­ dır, şüphe yok ki, seni Hacca gönderen fikir, şeytanın hile vo aldatmalarından başka bir şey değildir.» İşte o zaman bu fakir, şeytanın sözlerinden üzülür ve ona pişmanlık gelir. Böylece namazlarını kazaya bırakıp kalbi kararmaya başlar ve gıybet 689

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

yapmaya, halkın arkasından konuşmaya, sövmeye, namusa te­ cavüz gibi kötülüklere yeltenir. Çünkü, Hac yolunda cna ne kimse sadaka verir, ne de yardım edebilir. Hac kafilesinde her­ kes ancak kendi derdiyle meşguldür. O ise yardıma muhtaç. Tabii olarak da ya Hac ziyaretinden mahrum kalır, ya da bin dert ve belâ ile bu ziyareti yapmış olur. İşte bu sâlik Hacca gitmeden önce, memleketinde iken kal­ bi ferah, huyu güzel, gönlü şen, merhametli, insanları kendi nefsinden üstün gören, eli açık ve cömert bir kimse iken şimdi bu Hac yolu boyunca başına gelen hallerden, çektiği eza ve üzüntülerden dolayı halkı yermeye, küçük görmeye başlar. Kalbi sıkıntılı, nefsi cimri, haris ve kınayıcı olur, Çünkü bu sâ­ lik, Hacca gitmekle tuttuğu Hak yolundan sapmış ve başına bunca belâ ve felâketler gelmiştir. Böylece şeytan bu sâliki yolundan alıkoymuş, muradına ermiştir. Eğer Hak Taâlâ’mn lütuf ve yardımı sâlike erişir, onu şey-’ tanın bu aldatma ve hilelerinden korursa o zaman sâlik şeriat tın adâbı ve tarikatın erkanına bağlı Olarak çalışır ve tuttuğu yoldan ilerliyerek nefsi mülhime olur ve üçüncü makama yük-; ^ selmiş olur. KISIM: 7 Mukarrebler tarikatına giripte Nefs-ı-mülhime makamın­ da iken şeytanın kendisini bu Hak yoldan saptırmak içiiı ona suret-ı-Hak’tan göründüğü kapılar: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Hak yolunda yürüyen sâlik, nefs-i Mülhime makamında iken şeytan onun yolunu kesmek için münasip kapılardan kal­ bine girer. Çünkü sâlik, yukarıda anlatılan belâları, zorlukla­ rı atlatıp üçüncü makamdaki marifet derecesine gelmiştir. Şeytanın bu aldatışlarını bildiği ve atlattığı için kendinden emindir. Bu sebepten şeytan, bu sâlike suret-i Hak’tan görü­ nür ve der ki: «Sen âlemin hallerini öğrenmiş vahdet-i vücudu idrak etmişsin. Allah’tan başka ilâh yoktur, dersin. Çünkü Ev­ 690

MARİFETNAME

vel, Ahir, Zâhir, Batın nurunun parıltılarını bulmuşsun. Çün­ kü, Allah’m yer ve göklerin nuru olduğunu, hepimizin O’ndan gelmiş ve tekrar O’na döneceğimizi bilmişsin. Başlangıcımız ve varışımız ancak O’dur. Cennet ehli Cennet için, Cehennem eh­ li Cehennem içindir hiç bir şey O’nun emri olmadan hareket edemez. Nitekim, Hak Taââlâ Kur’an-ı Kerim’inde: «Sizi Allah yarattı, siz ise bilmiyorsunuz» diye buyurmuştur. Kur’an-ı Ke­ rimde bildirdiği gibi yaratılışın sırrını da ancak arifler bilir. O halde bütün bunları bildikten sonra ne diye sana zahmet ve üzüntü veren amelleri yapmak için uğraşırsın. Bundan böyle sana yakışan şey, bu zahirden ibadetlerle riyazatlann hepsini, hakikatleri göremiyen Zâhir ehli için terk etmendir. Taklidçi halkın işleriyle uğraşmayıp ancak kendi kalbine dönüp şevk ile dölmandir. Zâhir ibadetten daha önemli ve lüzumlu olan murakabe ve müşahade gibi batını ibadetlerle uğraşıp lezzet duymandır.» Eğer bu makamdaki Arifin kalbi, şeytanın bu vgsvese ve aldatmalarına kapılır, ibadet ve mücahedeyi terkedip nefsinin hava ve hevesine uyarsa, onun kalbi yavaş yavaş kararmaya başlar, böylece şeytan orada yerleşme' imkânını elde eder. Sonra şeytan yine ona der ki: «Rabbin senin haki­ katindir, sen de onun hakikatisin. O halde her ne dilersen yap. Asla sorumlu olmazsın.» îşte şeytanın bu aldatıcı sözleri Ari­ fin gözlerini, basiretini öyle örter ki, ârif gerçeği hiç göremez olur. Hırsızlık, hainlik, zina, içki gibi her çeşit haramı yapmak ve işlemekten çekinmez, İnancı tamamiyle bozulur. Allah’tan korkmaz olur. Mel’un şeytanın yoluna girmiş olur. Şeytanın öyle bir oyuncağı olur ki Allah’ı bırakır, kendine şeytanı ön­ der yapar. İşte şeytanın sözüne uyanın akibeti ve acıklı hali budur. Eğer bu Arife, Allah'ın lütuf ve yardımı erişir, ibadet ve mücahedede sebat ederse, muhakkak onun nefsi, Mutmainne olup dördüncü makama yükselir. Her iki dünyanın sadetine erip şeytanın aldatmasından emin olarak selâmeti bulur.

691

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

MANZUME Gafletten uyan ey dil, kim bâd-ı saba geldi Aşkın yeli esti bil kim, câna safâ geldi Ey âşık-ı ruhani vey arif-i rahmani Tenha gece bul âm kim cana hidâ geldi Ver hâbını emvate gel kadı-ı haca ta Hoş başla münacate âvânı senâ geldi Koy hâb-u hayalatı terk eyle muhalâtı Bul aşk ile hâlâtı kim şevk-i lika geldi Kesret kederinden geç vahdet meyini saf iç Sen sayma vücudunun hiç, ol nur ve ziya geldi Hâb içre olur gamlar aşk içre olur demler Agâh olun âdemler çün avn-ı hüda geldi Hakki, ko bu ağyarı bul dilde o dildâri Fevt eyleme eshâri kim vakt-i nidâ geldi KISIM: 8 Mukarrebler yoluna girip de nefs-i Mutmainne makamına eriştiğinde Allah’ın kalesine girip şeytana galip gelmesi: Ey aziz! Ehlullah diyorlar ki: Gerçek sâlik, dördüncü makama eriştiğinde onda öyle bir kemâl hasıl olur ki, mâsivadan (Allah’ın gayrısmdan) kaç£*r ve yalnız Hak ile ünsiyeti arar, Cenab-ı Hak’kı sevip Habibine bağlanır. O’nun fiilerini, sözlerini, ahlâkını can ile kabul edip ondan ruhu için hayat bulur, imanı için lezzet alır. Ölünceye kadar şeriatle amel eder, Mârifet nuru ile gönül rahatlığı bu­ lur. Sonra bu kâmilin kalbine ne doğarsa, onu Peygamber (S.A.V.) efendimizin söz ve fiilleriyle kıyaslar. Eğer uygun gö­ rürse onunla amel eder, uygun görmezse şeytandandır deyip yapmaz. Çünkü, Peygamber (S.A.V.)’in vefat edinceye kadar farz ve vaciplerin hiç birini terketmemiş, ne veli, ne alim, ne de sâlih zatların ameli salihi terkettikleri görülmemiş, işitil692

MARİFETNAME

memlş olduğunu kesinlikle bilir Sonra Alah’ı gerçekten seven kâmil zat, şeriata uymayan tüm fikirlerin safsata, sa­ pıklık olduğunu da bilir. Çünkü batın ehli, dış âleme uymıyan batın görüşü sapık bulmuştur. Böylece ibadet ve Hak yolunda doğru yürüyüp şeytanı yenmiştir. Hak Taâlâ’nın Hicr süresi­ nin 42. ayetinde: «(Muhlis) kullarımın üzerinde senin asla hiç bir hükmün yoktur.» buyurduğunu bilmiştir. Şeriatın sırları ona keşfolunmuş ve onu,. şeriatın zahirinde gizli sonsuz bir denizi haline getirmiştir. Ama şeriatın açık hükümleriyle amel etmiyen gâfil, ne ârif ne de kâmil olabilir ve ne de batın âle­ min sırları ona görünür. Belki dinsiz olup sapıklıkta kalır. Çünkü Cenab-ı Allah habibine: «De ki: Allah’ı seviyorsanız ba­ na tabi olunuz. Allah-u Taâlâ da sizi sever.» buyurmakla ölün­ ceye kadar şeriata bağlı olmanın gerektiğini duyurmuştur. Şeriatla âmil olan Ârif ve Kâmil şeriatın gizliliklerine gir­ miş, oradan Hak Taâlâ’nın sırlarına ermiştir. Böylece kendi kalbiyle sahibi (Allah) arasında vaki olan özellikleri bilmiştir. Bu sırları, ancak dış görünüşleri şeriatla bezenmiş, içleri haki­ katle aydınlanmış olan Kâmiller bilirler ki, onlara hiç bir şey şüret-i Hak’dan görünmez. Şeytan onlara yaklaşamaz, yaklaş­ sa da hiç bir taraftan yol bulup kalplerine giremez. İstese bile onlan asla y ollanndan saptıramaz, en ufak bir zarar bile vere­ mez. Nitekim bir gün yolda yürüyen Şeyh Abdülkadir Geylani hazretlerine, şeytan yanaşıp «Ya Abdülkadir! Ben Allah’ım, haram ettiğim her şeyi sana helâl kıldım. Dilediğini yap.» de­ diğinde Şeylh hazretleri ona: «Yalan söylüyorsun. Sen şeytan­ sın. Çünkü Cenab-ı Hak, hiç bir şekilde yasak kıldığı şeylerin yapılmasını istemez ve yapın diye emretmez» cevabını verir. Ey Hakkı! Basiretle bir kez bak: Bu şeriat ne büyük bir kerâmet kalesidir. Şeriat ile amil olan, her iki dünyada da aziz­ dir, şeriftir ve her korkudan emindir, selâmettedir. Sonra bü­ tün iyi zatlar, âbidler, Arifler ve Kâmil insanlar’m kalesine sı­ ğınıp selâmete ermek ve şeytanın kötülüklerinden korunmak için, muhakkak Hak Taâlâ’nm yardımına, şeriat emirlerine uymaya, K.âmil zatlann himmetlerini istemeye ve âlimlerin sohbetlerinde bulunup öğütlerini yerine getirmek gereklidir. 693

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HAZRETLERİ

KONU: 8 KISIM: 1 Hz. Gavs-ı A’zam Fakiruilalı Tillovî merhûmun haseb ve nesebi, rae/heb ve meşrebi, dil ve edebi, vatanı ve doğumu, âdetleri, ilim ve ibâdetleri: Ey Aziz! O Mevlânın veli kulu ve Resûlullalıın vasîsî piri miz şeyh İsmail Fakirullah (rahmelullahi aleyh) hazretleri, âlimler soyundan olup mezhebi Şafii, aslı arabîdir. Yüksek babalarının dilini arabca olarak konuşurdu. Büyük dedesi Meylânâ Molla Ali, Cezire-i Ekrâdıı âlimlerinin reisi iken dokuzyüzon (M. 1504) târihinde, zâlimlerden hicret edip, iki günlük uzaklıkta ve Erzurumun güneydoğusundan on günlük* mesâfede bulunan Siirt ilinin doğusunda iki sat mesafede, yüksek bir yerde, havası gayet güzel, ormanlık, suyu az, sarnıç ve kuyusu çok, ikiyûz ve bir çok dükkân, bir han, bir hamam, üç mescid ve bir cum’a câmisi bulunan Tillo adlı arab kasabasına gelmiş, o cum’a câminde imâm, hâtib ve müderris olmuştur. Onun kıymetli oğlu Mevlâna Molla Atdülcemal, ondan arabi ilimleri­ ni alıp babasının vefatından sonra yerinde kalmıjştır. Onun da değerli oğlu Mevlâna Molla Kasım ondan ilim alıp, babasından sonra onun yerini almıştır Hicri binaltmışyedi (M. 1656) yılında Mevlâna Kasım’m o yılın Beceb ayının birinci Cunı'a gecesi (Regaip ? gecesi), gece yarısından sonra saadetle bir oğlu dünyaya gelmiştir. Sıdkı yönünden İsmail ismini almıştır. Annesi onu kırk yıl latif mey­ velerle beslemiştir. Temiz tabiatı, her yemekten belki ekmek ve sudan bile kaçındığı için, hayvâni sıfatlardan temiz kalmış, İçi ve dışı, ilim ve ibâdet lezzetiyle dolmuş, Huşûı ve hudû ile melekler huzurunu bulmuştur. Anne ve babasının hukukunu gözeterek dua ve rızâlarını almıştır. Babası Molla Kasımdan ilim tahsil edip, yirmi dört yaşında iken ilim ve m.a’rifetleri ta­ mamlamıştır. O yıl sonu babası vefat edip kend.isi evlenmiş. İmamlık, hatiblik, müderrislik ve ibâdette babasınnn yerini al604

MARİFETNAME

ıratır. Otuz yaşına gelince, şefkatli annesi de vefat edip, kenu. plili ve evlâdı ile kalmıştır. Zühd ve vera’ı gereğince bağların sonunda bir hayli yeri ihyâ edip, kendisi için bir üzüm bağı dik­ miştir. Ehil ve evlâdı için bir tarla yapıp, meşeden topladığı ma­ zı ile kazancı helâl bir kimseden tohum için bir ölçek buğday alıp kendi eliyle kazarak ekmiştir. Üzüm bağı işlerini kendi eliyle görüp, meyvesini sırtında eve getirirdi. Tarlası susuz ol­ duğundan, diğerleri gibi kavgalı değil idi. Hasadı zamanında taebesi ile birlikte abdest alıp onu orak ile biçer bağ bağ tok­ makla dövüp tozunu savururlardı. Sonra evindekiler, o buğday­ dan tohum miktarını ayırıp fazlasını el değirmeni ile un yapar­ lardı. Sonra gün be gün hamur ve ondan ekmek yapıp, hiçbir şübhe karışmadan helâl olarak yerlerdi. Kendisi daima üzüm ve kuru üzüm ile iftâr eder ve bunla da yetinirdi. Her Cum’a günu gusl edip, çamaşırmı değiştirince, cebine bir miktar kuru üzüm koyardı. Ertesi hafta bir kısmı yine cebinde bulunur­ du. Çünkü her gece ibâcfet eder, her gün oruç tulârdı. Mevlâsı ile lılazuru daim İdi. Zikri, fikri ve ibâdeti kendine âdet etmişdi. Onlarljat o, can kuvveti bulur, imân lezetini duyardı. Bu hali kırk yaşına kadar böyle devam etti. Kırk yaşında iken güzel mizacı değişti. Kırk gün yemedi, içmedi ve kimseyle ko­ nuşmadı. Kendinden habersiz yattı. Kirle gün sonra mübarek gözünü açıp, bir tas su içip, ekşi nar isleyip ekmekle yedi. Ken­ dine geldi, sıhhat buldu. Her yemeğe iştihasi gelip orta derece­ de yedi. Bu şekilde kırksekiz yaşına kadar devam edip ilm ve fazilette baba vo dedelerinin yerini tuttu. Bu güne kadar beş ço­ cuğu dünyaya geldi. Dördü yaşadı. Bir kız çocuğu küçükken ve­ fat etti. Kıymetli oğularının büyüğü ilim ve fazilette eşi pek az bulunan Abdülkâdir’dir. Ortancası Allahü taâlâ'nm ahlakı ile ahlaklanmış olan Molla Abdullah’dır. Küçüğü Hâcı Sâlih’dir. O da ârif ve sâlihtir. Hafsa adında hepsinden şefkatli olan ke­ rimesini çok severdi. Büyük oğlu Abdülkadir efendi kendinden sonra kutubluk makamına ermiştir. . »y-uafc-

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

NAZIM

Cân dimağı dembedem bir bûy-i cânân oldu hoş, Ka’r-ı bahr-ı lem yezel emvâc-ı ihsân oldu hoş. Cümleye sırr-ı maiyyetle, çü aşk olmuş refik, Zerrelerden dâim ol hurşid rahşân oldu hoş. Halktan, tanınmayı sevdim çün olmuş kasd-ı yâr, Bu zuhurat-ı firâvân içre seyrân oldu hoş. Çin-i zülf-i aşkından bir halka açtı çün sabâ, Lem’a-i hüsn-i ruhu şem-i şebistân oldu hoş. Zülfü sevdasında rencûr olmuş iken şükr kim, Can yüzünden gördü gönülden şad ü handan oldu hoş., Cümle zerrât-ı cihâna aşktır sâri müdâm, O sebebden her güle bülbül senâhân oldu hoş. Çün haremden kalbe kıldı bir nazar sultan-ı aşk, Cân-ı âşık mahrem-i esrâr-ı sultân oldu hoş. Aşk bi perde zuhûr etti çü dilden âşıka, Mest olup doldu derûnu bahr-i irfân oldu hoş. Hakkı, bil her mazharın bir rütbesi var hıfz kıl, Sanma kim hep mazhar-ı aşk oldu yeksân oldu hoş. ,

KISIM: 2 Gavs-i a’zam Şeyh İsmail Fakirullah hazretlerinin kuyu hi­ kâyesi ve velâyet-i keşfiyyesi ile kudsî kuvveti: Ey Aziz! Gavs-i a’zam Fakirullah Tillovi (rahmetullahi aleyh) haz­ retlerinin yaşı kırksekize gelince hicri bindörtyüzdört (M. 1702) yılında, onun komşularından bir müslüman Fteceb ayı­ nın sonunda âhirete intikal etti. O mürüvvet kaynağı olan şeyh İsmail Fakirullah hazretleri, Şa’ban ayının başı olan Cum’a günü akşamı gidip ölünün evindekilere ta’ziye verdi. Orada her evin bir kuyusu vardı. Bu kuyulardan yüz sene ka­ dar su çıkar sonra kururdu. O komşunun duvarının yanında 696

7

MARİFETNAME

da böyle bir kuru susuz kuyu vardı. Derinliği onbeş metre ve duvarı taştan yapılmış idi. Yazın su soğutmaya ve eşyaları ko­ rumaya yarardı, öyle susuz kuyulara meyve ve yiyecek asar­ lardı. ‘V;î Hazret-i Şeyh ta’ziyeden sonra, akşam üstü yemek yiyip, Cemate: «Siz burada durunuz, ben yalnız camiye gideyim. Yat­ sı namazına hazırlanayım» diyerek onları bıraktı, yalnız ola­ rak avluya çıktı. Dış kapıdan çıkarken kapının sağ tarafındaki duvar içinde gizli olan derin kuyuya bilmeden girmiş, dibine inmiş buna rağmen kuyu olduğunu bile anlayamaıştı. O susuz kuyu içinde dolanıp dış kapıyı bulamadığından üzülüp şaşa­ kalmış iken işte O an, o şaşırmışların delili olan Cenab-ı Hak, onun içinden kapı açıp bir,cezbe ile onu almıştı. Hz. Şeyh, o mana meclisinde evliyânm ruhlarını bulmuştur. O zaman her muradı olmuş, Muhabbet kâsesiyle daim sarhoş olup kendin­ den geçmiştir. Tecelli nuruna hayran olup kalmıştır. Rühun yeşil nûru, o kuyuya aksetiğinden, kuyunun içi yemyeşil ol­ muştur. Bu saadette aşk denizine daldı. Vilâyet mertebesini bu­ lup, müşâhede lezzetini aldı. Onun bu hâlini bilmiyen cemaat onu camide ve evinde arayıp bulamama üzüntüsünde kaldı. Ancak dokuması bir müslüman o avluda bulunan dükkânında bez dokurken geceden dört saat geçince, o kapının içinden bu âşıkm tatlı sesini duymuş. Hemen halka haber vermiş. Bütün mahalle halkı, ellerinde lambalarla kuyunun başına toplandı. Fakat o öylesihe dalmış ki, kimseden haberi yoktu. Kuyunun İçerisine adam salıp, onu çıkardılar. Sarığı başında na’iini ?yagında ve bütün vücûdu selâmette idi. Ancak mübarek alnında sol kaşı üstünde bir tırnak yarası kadar sıyrılma a ardı. Ona zarar gelmediğine herkes sevindi. Bu hikâyeyi o aziz kendi diliyle anlattığında jöylo der: Ben o kuyuya ne düştüğümü, ne de beni çıkardıklarını Diliyorum. Beni çıkarmak isteyenlere, «Allah’ı severseniz beni bırakınız, Sizinle işim kalmadı, benden uzağa gidiniz» demişim. Bunu da hatırlamıyorum. Bildiğim sadece iki kişinin beni tutup rıahalle başında eve getirmeleridir. Mahalle halkı, kadınları ve çocukları etrafımda toplanmış. Herkesin elinde bir lamba, ki-

697

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HAZRETLERİ

rai başına yaklaşıp yüzüme bakar, sağlam olduğuma şükr edip öyle evlerine dönüyorlardı. O ikinci Yusuf, bu karanlık kuyuda Hak’km nûrunu ayan olarak görünce, o gönül Mısnnda aziz, muhterem ve zamanın veliyasımn sultanı oldu. Ünü, kadr-ü kıymeti ve mevkii dillere destan olup cihana yayıldı. Kuyuda içtiği muhabbet şarabın­ dan sekiz yıl zarfınca, devamlı mest oldu, insanlardan tama­ men uzlet edip, ehil ve evlâdından bile ayrı kalıp yalnızlığa çe^kildi. Zira halktan uzak olanın Iiak’ka yakın olduğunu bildi. Bunun için insanlardan ayrıldı. Ünsiyet ve huzûr lezzetini, bak lün ni’metlerden leziz ve aziz buldu. Ancak büyük oğlu Abdülkadir efendiyi hizmeti için kabul edip içeri aldı. Hz. Şeyh, o sekiz yıl zarfında, ehli ve evlâdı hizmet ve hu­ zuruna gelince onlardan imtina edip «benim iki hizmetçim vardır ki, her biri bir yerden gelecektir, her hizmeti ancak on­ lar görecektir» derdi Dokuzuncu sene yalnızlıkla kalabalıkta ra çıkarmak için kulunun üzerine açık açık âyetler indirmekte olandır. Şüphesiz ki, Allah sizi çok esirgeyen ve size çok rah­ met edendir.» «Ey iman edenleri Eşlerinizin, evlâtlarınızın içinde hakika­ ten size düşman (olanlar) da vardır. O halde onlardan sakının. (Bununla beraber) affeder, kusurlarını, başlarına "kakmaz ör­ terseniz, şüphesiz Allah, çok esirgeyici, çok yargılayıcıdır.» «Allah’a ibadet edin, ona hiç bir şey’i eş koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın ve uzak kom­ şulara, yolda kalmışlara iyüik edin. Allah, kendini beğenen ve böbürlenen kimseleri sevmez.» «Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını (bulun) barışıtırm. Allah’tan korkun ki esirgenesiniz» (Huccurat, 10) «Ey iman edenler, bir kavm diğer bir kavmle alay etmesin. Olur ki, (alay edenler Allah’ın yamnda) kendilerinden (yani alay edenlerden) daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınlan (eğ­ lenceye almasın) olur ki, onlar (eğlenceye alınanlar) kendile­ rinden daha hayırlıdır. (Kendi) kendinizi ayıplamayın. Birbi­ rinizi kötü lâkablarla (ad) çağırmayın. îmandan sonra fâsıklık en kötü addırl Kim (Allah’ın yasak ettiği şeylerden) tövbe etmezse onlar, zalimlerin ta kendileridir.»v (Huccurat, 11) «Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü ba­ zı zan (vardır ki) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırma­ yın. Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden her­ hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Allah’tan korkun. Çünkü Allah tövbeleri kabul edendir (çok esirgeyicidir).» (Huccurat, 12) «Şüphesis ki, Allah adaleti, iyiliği (hususiyle)

akrabaya

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ (muhtaç (ler)

oldukları

den,

şeyleri)

münkerden,

vermeyi

zulüm

ve

emreder.

Taşkın

tecebbürden

kötülük

nahyeder.

Size

(bu suretle) öğüt verir ki, iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız.» « O halde, yetime gelince (ona sakın) kahretme (azarla­ ma). Sâile (dinletiye, sorana ) gelince (onu) da azarlayıp koğma. Bununla beraber Rabbinin nimetini söyle (anlat).» (Duha, 9-12). «Sabn .tavsiye, edenler ziyanda değil.» «Allah’tan davrandın.

sana

Eğer

merhametle

esirgeme

(bilfarz)

etrafından herhalde ğışla, günahlarının

muamele

sayesindedir

kaba,

katı

yapmayı

ki,

tavsiye

onlara

yürekli

yumuşak

olsaydint

onlar

dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onlan ba­ bağışlanmasını iste. İş hususunda onlarla

müşavere et» (Al-i îmran, 159). «Allah,

hiç

şüphesiz

(küfür

ve

masiyetlerden)

sakınanlarla

daima iyilik edenlerin kendileriyle beraberdir.» (Şûra, 37) «(Mü’min)

kullarına

söyle;

«kâfirlere

onu söylesinler». Çünkü şeytan aralarına tan, insanın apaçık bir düşmanıdır.» (İsrâ, 53) «Bunlar

yaramaz

lâkırdı

(lar)

en

güzel

fesad

işittikleri

(söz)

sokar.

zaman

ne

ise

Zira

şey­

ondan

yüz

çevirdiler ve «bizim amellerimiz bize sizin amelleriniz size ait­ tir. Size selâm (olsun) bi? cahilleri aramayız» dediler.» (Kasas, 55) «Size,

nefislerinizden,

kendilerine

ısınmanız

için

zevceler

yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve esirgeme yapması da onun (Allah’m) âyetlerindendir. Şüphe yok ki bunda, fikrini iyi kullanan (işleten) bir kavim için elbette ibretler vardır.» «İyilik ile kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel (ha­ reket ne ise) onunla önle. O zaman (görürsün ki) seninle, ara­ sında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dost (un ol­ muş) dur. Bu (en güzel haslete) sabredenlerden başkası ka­ vuşturulmaz. Buna büyük bir hazza malik olandan gayrisi eriş­ tirilmez.» (Fussilet: 34)

730

MARİFETNAME «Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülükdür (bir misille­ medir). Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükâfatı Allah'a ait­ tir. Şüphe yok ki, o zalimleri asla sevmez,*

(Şûra,

40)

«Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin ve­ lileri (dostları ve yardımcıları) dır. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler. Kötülükten vaz geçerler. İşte Allah, rahmetiyle bunları yarlığayacaktır. Çünkü O, azizdir, hakimdir.» RUBAİ Mahluk-ı Hüdaı’ya şefkat et, rahmet bul. Eblehlere hilm ve hürmet et, rahmet bul. Sen herkese nfk ve rağbet et, rifat bul.

Ger edemedinse izlet et, izzet bul. KISIM: 3

Bütün insanlarla güzel muamelede bulunmayı, lütuf ve yumuşaklık ile konuşmayı tavsiye eden Hadis-i Kûtsiler: Cenab-ı Hak’km kullarına olan rahmet ve şefkatini, insan­ ların birbirlerine karşı iyilik, doğruluk, şefkat ve sevgiyle mua­ mele yapmalarını emreden kutsi hadisleri: «Ey adem oğlu! Cennetim®, azametime karşı tevazu eden­ lerden, gününü ibadetle geçirenlerden, nefsini şehvetlerden men edenlerden, düşkünlerin yardımcısı olanlardan, öksüzle­ re ihsanda bulunup babalık vazifesini yapanlardan, dul kadın­ lara şefkatli bir koca gibi yardım elini uzatanlardan başkası giremez. Bu sıfatları taşıyanlar, bana dua ettiklerinde, onlar:*ı yardımlarına giderim. Benden isteyince dileğini yerine getirir ve kullarımın kalplerine sevgilerini yerleştiririm.» «Ey adem oğlu! Mal benim malım, Sen benim kulumsun. Elçi misafirimdir. Eğer sen malımı, misafir olan elçimden esirgersen sonsuz nimetleri veren (Allah) den istekli olma.» «Ey adem oğlu, mal benim malım, zenginler vekillerimder. 731

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Fakirler evimin halkı. Benim malımla Ev halkıma cimrilik ya­ panları cehenneme sokarım.» «Ey adem oğlu, göğsüne elini koy ve nefsin için sevip iste­ diklerini başkası için de sev ve iste.» «Ey adem oğlu! öfkeyi, şiddeti, gıybeti koğuculuğu terk edenlerin sevgisini, halkın kalplerinde belirtir, kendilerini, ayıplardan, keder ve sıkıntılardan kurtannm.» «Ey adem oğlu! Rahmet ettiğin gibi rahmete erersin. Sen kullanma rahmet etmediğin halde benden sana merhamet öt­ memi nasıl dilersin.» «Ey adem oğlul benim nzamı kazanmak gayesiyle öksüz ve dulları koruyanları, benim gölgemden başka bir gölgenin olmadığı günde kendi gölgeme alırım.» «Ey adem oğlu, yoksullara infak et (ver) ki ben de sana vereyim.» «Ey adem oğlu, öfkelendiğin zamanlarda beni an ki, ben de öfkelendiğim zaman seni anayım. Benim yardımlanma rıza göstermen, nefsine yapacağm yardımdan daha hayırlıdır.» «Ey adem oğlu, kullarımdan hasta olanlara güzel muame­ lede bulun ki, ben de gönüllerine senin sevgini yerleştireyim. Kıyamet gününde Allah Taâlâ buyuracak ki; «Ey kulum, hastalandım, bana niçin uğramadın. Kul: «Ya Rabbi, sen âlemlerin Rabbisin. Ben sana nasıl ge­ leydim.» Allah cevaben: «Ama biliyordun, falan kulum hastalandı ona gitmedin. Bilmeliydin ki, sen o hasta kuluma gitseydin be­ ni orada bulurdun.» buyuracak. Ve yine o gün Cenab-ı Allah buyuracak ki: «Ey adem oğlu! Sana yemek verdim, Sen bana niçin vermedin.» «Kul diyecek ki: «Ya Rabbi sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl yemek verebilirim.» Allah cevaben: Fakat yemek istiyen falan kuluma sen gö732

MARİFETNAME

türiip yemek vermedin. Eğer götürüp verseydin beni orada bu­ lurdun» buyurur. Ve yine o gün Cenab-ı Hak buyuracak ki: «Ey adem oğlu, sana bol su verdim, sen bana niçin vermedin?» Kul diyecek ki: «Ya Rabb! Sen âlemlerin Rabbisin sana nasıl su verebilirdim.» Allah cevaben: «Susamış olan falan kuluma götürüp su verseydin beni yanında bulurdun» buyurur. . «Ey adem oğlu, beni sevenleri ben de severim.» Allah kıyamet gününde buyuracak ki: «Hani benim izzet ve Celâlime sanlanlar? Bugün onları gölgemde gölgelendire­ ceğim.» «Ey adem oğlu, fakir elçimdir. Eğer ona verirsen bana ve­ riyorsun. Eğer ona vermezsen bana vermiyorsun demektir.»” «Ey adem oğlu, size ihsanda bulunanlara ihsan edin. Size gelenlere gidin. Sizinle konuşanlarla konuşun. Size yedirenlere yedirin. Size ikramda bulunanlara ikram edin.» «Hiç bir fert diğerinden üstün olmaz. Ancak yoksullara ih­ sanda bulunanlar, görüşmeyi kesenlerle görüşmeye gidenler, konuşmak istemiyenlerle konuşanlar, yedirmeyenlere yedi­ renler, ihanet edenlere ikram da bulunanlar üstün olurlar. O halde bağışlayın, ayıpları örtün, rahmet edin ki size de rahmet edilsin.» BEYİT:'

9

jgj

Cihan bağında ey gâfil budur makbul İns ve cin, ne kimse senden incinsin ne de sen kimseden KONU: 2

Bütün insanlarla iyi ve güzel bir huyla muamelede bulun­ mak, lütuf ve yumuşaklık ile konuşmak hakkındaki hadls-i şeriflerin, büyüklerin sözlerinin ve herkesle aklına göre konu733

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERl

şup görüşmenin, bekârları evlenmeye teşvik ve bu husustaki öğüdlerin dört maddede bildirilmesi. Kısmı — 1 Peygamber (S.A.V.) ümmetine ve sehâbelerine şefkati ve esirgemeyi, güzel muaşerette bulunmayı öğretmiş ve anlatmış. Faziletlerini ve faydalarım duyurmuştur. Bu hususta ki bazı hadis-i şerifleri: . «Rahman olan Allah, merhamet edenlere, merhamet eder. Siz, yerdeki yaratıklara merhamet ediniz ki, gökteki Rabbiniz de size merhamet etsin.» «Sizden küçüklere merhamet ediniz ki, sizden büyükler de size merhamet etsin.» «Müminler birbirlerinin iyiliğini düşünüp öğütlerde bulun­ malı ve merhamet edip birbirlerine yardım etmelidir. Birbirleri­ nin dertleriyle dertlenmeli, sevinçleriyle sevinmelidirler. Ni­ tekim bedenin bir organı acıyınca dier organların hepsi de o ocıyı duyar ve o ocı yok olunca bütün organlar (vücud) raha­ ta kavuşur.» «Mü'minler birbirinin kardeşidir ve âlem (insanlık) bir tek nefis gibidir.» «Birbirinize bir şeyler veriniz ki, birbirinizi sevesiniz.» «Halkın hayırlısı, insanlara faydalı olandır.» Onun için sahabeler, tabiin ve din âlimleri birbirlerine, kitab ehline ve hatta bütün insanlara merhamet ve yardım ederlerdi. «Ümmetimin büyükleri çok namaz kılmak ve oruç tut* makla cennete girmezler. Ancak kalplerinin merhameti, gö­ ğüslerinin selâmeti ve cömertlikleriyle girerler.» Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz, mübarek elleriyle ye­ timlerin başlarını okşar, onlarla lütuf ve güleryüz ile konu­ şurdu. Peygamber (S.A.V.), Muaz (R.A.)’a hitaben buyurdu kİ:

734

MARİFETNAME

«Ya mu’az! Öksüz çocuklara, merhametli bir baba gibi ol. Ektiğini biçeceğini kesinlikle bil.» Müslüman kardeşini dünyada sevindireni Cenab-ı Hak da dünya ve âhirette sevindirir. Mü’min kardeşini dünya dertle­ rinin birinden kurtaranı, Allah da kıyamet gününde dertler­ den kurtaracaktır.» «Ana ve babasına ihsan ve ikramda bulunanlar için cen­ netin iki kapısı da açıktır.» «Cenab-ı Hak, kendi çocuğuna yardım eden ve ona, ken­ disine isyan ettirecek bir iş teklif etmeyen kimseye rahmet etsin.» «Amellerin en faziletlisi, mü’minin kalbini sevindirmek­ tir.» «Bir kimse kendi aile halkına bir dirhem harcasa benim yanımda, Hak yolunda bin altın harcamaktan daha güzeldir. Ve bir kimse ana ve babasına bir itaatli olsa benim yanımda bin yıl ibadetten hayırlıdır.» «Bir kimse, ailesi yanında bir saat eğlense, benim yanım­ da bir mescitte itikâfe çekilmekten daha faziletlidir.» «îmanı kâmil mü’min ailesiyle en güzel geçinendir.» Kadınlan hayırlı bilip onlara yufka bir gönül ve yumu­ şaklıkla güzel muamele ediniz. (Çünkü) onlar kendi nefisleri­ ne malik olmayıp yanınıza sığınmış Allah’m emanetidirler.» «Kendi kölesini dövenin kefareti, onu azat etmektir.» «Dilini tutanın ayıbı örtüktür. Öfkesini tutanın günahlan affolur.» «Yakınlannız ve hizmetçilerinizle lütufla, yumuşaklıkla konuşunuz. Günde 70 defa kusur işleseler dahi affediniz. Ken­ dilerine yidiklerinizden yedirin. Giydiklerinizden giydirin. Onlara çocuklannız gibi ikramda bulunun, güçlerinden öte iş teklif etmeyiniz. Onların da bedenleri et ve kandır, sizin gibi insandır. Cenab-ı Hak Onlara zulmedenlerin düşmanıdır. 735

EIUUF.UAİİU İBRAHİM HAKKI I-IAZRETLERl

babasına itaatli olan, onlan ziyaret eden, çocuk­ hizmetlileriyle yumuşak ve tatlı konuşan, evine çâğırıp ikramda bulunan kimse insaniyette

«Ana ve

larıyla, akraba ve dostlarını

kemâle ermiştir.»

«Velilerin meclisinde bulununuz, âlimlerle konuşunuz, Ha­ kimlerle sohbet ediniz, fakirlerle görüşünüz.» «İki dostun konuştukları emanettir. Sır olan konuşmaların başkasına söylenip açıklanması haramdır.» «Mü’minin mü’mine bakışı ibadet, yüzüne gülmesi kefa­ rettir.» «Mü’mini, sevindirmek Allah nzasmı kazandırır» Allah'a ve âhirete iman eden komşu ve yakmlara ikramda bulun. Misafirlerine hürmet et. Konuşurken söyle veya sus.» Peygamberimiz (S.A.V.) Ebu Hüreyre’ye hitaben şöyle buyurdu: «Ya Ebu Hüyreyre, nefsin için sevdiklerini diğer insanlar -için de sev ki, mü’min olasın. Komşularınla temiz ve güzel komşuluk yap ki, müslüman olasm.» «Komşuya eziyet vermekten kaçın ve komşunun da ezi­ yetlerine sabret ki ölüm, sizi birbirinizden aynncaya kadar. Öyleyse güzel komşuluk, sırf ona eziyet vermekten, kaçınmak değil, aynca onun eziyetlerine dayanmak ve sabretmektir.» «Muhakkak ki güzel ahlâk iyi komşuluk yapmak ve yakın­ lan ziyaret etmek, Allah nzasını kazandırır, insanı hataların­ da^ anndınr.» «Güzel huy Allah’m rahmetinden sahibinin boynuna ta­ kılmış bir yulardır ki ucu meleğin elindedir. Melek onu hayra doğru çeker. Hayır ise onu Cennete götürür. Kötü huy ise, Al­ lah’ın azabından sahibinin boynuna takılmış bir yulardır ki, ucu şeytanın elindedir. Şeytan da onu şerre çeker. Şer ise onu cehenneme sokar.» «Bu üç meziyete sahip olmayan kimse imanın lezzetine ere­ mez: 736

MARİFETNAME

a — Hilimdir (yumuşak olmaktır). Bununla cahilin sini önler.

öfke­

b — Günahtan korkmakdır. Bu da haramdan men eder. a

— Güzel huydur. Bu da halkla iyi geçinmeyi sağlar.»

«Sadakaların en hayırlısı halkla güzel geçinmektir.» «Yumuşak huylu ve geçimli olan, dünya ve âhirette hayra ermiştir. Bu vasıflan taşımıyan dünya ve âhiret hayrinden mahrumdur.» «îmandan sonura aklın başı, halkla güzel geçinmektir. Halkı sevmek, onlarla kaynaşıp gerektiğinde danışmaktır. Çünkü danışanın işi rast gider. Kendi fikriyle hareket edenin sonu iflâstır.» «Dünyayı terkeden, Allah’m yamnda merğubdur (beğeni­ lir). Halkın elindekini terkeden, herkesin sevgisini kazanır.» «Mü’minlere nasihat etmek, şefkat göstermek, mutlulu­ ğun alâmetidir.) Cenab-ı Hak refiktir, sıfkı sever. Ünfi (sertliği) sevmez. Rıfk için yaptığı lütfü, sertliğe yapmaz.» «Cenab-ı Allah, bir ev halkına hayır dilediği zaman, on­ lan nfka alıştmr, sertlikten uzaklaştırır. Çünkü nfk inşam süsler, sertlik ise onu lekeler. «(Peygamber (S.A.V.) efendimiz, Ebu Zer’e hitaben şöyle buyurdu:) Ya Eba Zer, eğer mü’min kardeşine faydalı olamı­ yorsan bari zarann olmasm. Eğer o senden sevinç göremiyorsa bari elem görmesin. Eğer dilin onu methetmediyse bari yer­ mesin. Çünkü müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selâmet bulup zaranndan pmin olduğu kişidir.» KISIM: 2

lıkla

Herkesle iyi ahlâkla muamele etmek, lütufla ve yumuşak­ konuşmasının mahiyet ve keyfiyetinin çeşitli haber eser­

lerle bildirilmesi:

737

ERZUnUMLU İBRAHİM HAKKİ HAZRETLERİ Ey aziz, Ehlullah diyorlar ki: . Peygamber (S.A.V.) efendimiz, ümmetine ve ashabına sevgiyle samimiyetle sohbet etmesini âdâb ve erkânını anlatıp diretmiş, mahiyetini, keyfiyetini (niceliğini) duyurmuştur. Bu husustaki hadis-i şerifler: «Ey ümmetim Muhakkak ki ilim ö|renmekle

ve ve

kazanılır.

ashabım! Allah’m ahlâkıyla ahlâklanın. hilim, O’nun ahlâkındandır. İlim ancak

Hilim

ise

şefkat

ile

hasıl

olur.

Hayır

is-

tiyen hayrı bulur. Şerden kaçman korunur ve selâmeti bulur. «İlmi lık)

da

isteyiniz. isteyiniz.

İlimle Ders

birlikte

hilim

verdiğiniz

ve

vekân

öğrencilerle

şunuz. Ders aldığınız hocalara büyük lenen, kibirlenen âlimlerden olmayınız

(ağır

yumuşak

başlı) konu­

saygı gösteriniz. Böbür> ki, cehaletiniz size ügr

tün gelmesin.» «Sizden gidiniz.

uzak

Size

muamele

olan

ana,

vermiyenlere

yapanlara

siz

baba

siz

V6

ikramda

ilimle

karşılık

akrabalarınızı bulunun.

ziyarete

Size

cehaletle

ki,

bu

meziyet­

ahlâk

ile

veriniz

lerinizle Allah’m yanında yükselesiniz.» «Cenab-ı en

güzel

güzel, ca

huy,

anlatıp

ziyaret

Allah,

İslâm

amellerle inatçı

olmamak,

inandırmak,

etmek,

dinini

yaşlıları

şuluk

yapmak,

öfkeye

mert

olmak,

iyilik

en

süslemiştir.

üstün

Bunlarda:

yerinde

ve

bol

yedirmek,

bol

ağırlamak,

kusurları

hakim olmak yapmak,

Güzel

selâm

harcamak, vermek,

affetmek,

başkalarınım

ayıplarını

«Müslümanın müslüman üzerindeki haklan altıdır: 1 ‘tfe Bir müslümanı görünce selâm vermek. 2 — Çağrılınca daveti kabul edip gitmek. 3 — Sizden nasihat istiyene nasihat etmek. 4 — Sana verilene karşılık hamd-ü senâda bulunmak ve dua etmek. 5 — Hastalan ziyaret etmek.

738

etraflı

hastaları iyi

kom­

ve bu hali düzeltmek, cö­

tir.»

6 — ölünce cenazesine gitmek.»

bezemiş, muaşeret,

örtmek­

MARİFETNAME Mü’min, vekarlı, yumuşak itaatli olup deve gibi çekildiği tarafa, doğru gider. Eğer bir taş üstünde oturtmak istenirse çekinmeden oturur. Peygamber efendimizin Uhud savaşında mübarek dişinin kırılması olayına sahâbeler çok üzülmüştü. Bunun üzerine Resülullah’a sana bunu yapan kavme lânet et» dediklerinde O cevaben: Ben Allah’m yaratıklarına lânet et­ mek için gönderilmedim. Ancek onlan doğru yola çağırmak için ve bütün âleme rahmet olarak gönderildim. Cenab-ı Hak, beni anlamıyan kavmime hidayet versin» buyurmuştur. Bu­ nun için denilmiştir ki: «Kim kendisine zulüm eden kimseye bed (fena) dua ederse muhakkak o kimse Peygamber (S.A.V.) in ruhaniyetini mahzun eder, buna karşılık şeytanı sevindirir. Kim ki, kendisine zulmedeni affederse muhakkak ki o kimse Resulüllahı sevindirir, buna karşlık şeytanı mahzun eder.» * «Dövülen yetim çocuğun ağlaması karşısında Allah’ın arşı sarsılır. Bunun için Cenâb-ı Hak buyurur ki: «Ey meleklerimi Şahid olunuz ki, o Öksüze acıyıp susturan ve hoşnut edeni ben de kendi yanımda hoşnut ederim.» «Çocuklarına pazardan ilk baba, sadaka vermiş gibi hayır

çıkan işlemiş

kadınlara versin. Çünkü onların kalbi ğundan Allah onlara daha fazla rahmet eder.»

meyveyi alıp olur. İlkin bu daha

götüren meyveyi

yumuşak

oldu­

haklan şunlardır: Kadın, kocasından men etmesin.

deve­ Koca­

«Çocuğun, ana ve babası üzerinde üç hakkı vardın a — Doğduğu gün ismini koymak, b — Anlar duruma gelince okutmak.

2 ç —- Evlendirmek.» nin

«Erkeğin sırtında

karısı üzerindeki bile olsa nefsini

sından izin almadan, ramazanın dışında bir gün bile oruç tut­ masın. Kocasından izinsiz, habersiz evinden çıkmasın ve başka yere gitmesin. Sevap umarken günah işlemesin.»

nüp

«Evini terkeden kadının namazı kabul olmaz. Tâ ki dö­ kocasına, «bana dilediğini yap» demedikçe o günahtan

kurtulmaz.»

739

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

«Beş vakit namazını kılan, Ramazan orucunu tutan, ya­ bancı

erkeklerden kendini koruyan ve kacasma itaat edip onu kadın muhakkak Cennete girer.»

kırmıyan

«Komşunun komşu üzerindeki hakları sekizdir: 1 — Borç istediğinde vermek. 2 — Çağırdığı zaman gitmek 3 — Yardım isteyince yardımına koşmak. 4 Sevinçli ve hayırlı bir iş yapmışsa tebrik etmek. 5 B i r müsibete uğramışsa ta’ziye etmek. 6 — Hastalanmışsa ziyaretine gitmek, 7 — ölmüşse cenazesine gitmek. 8 — Kaybolursa evini ve aile fertlerini korumak» «Üç çeşit komşu vardır: 1 — Üç kat hakkı olan komşu. Bu hem komşundur, hem akrabandır, hem de müslümandır. Bu komşunun sizin üzerinzde üç hakkı vardır; akrabalık, müslümanlık ve komşuluk hak­ lan. 2 — Müslüman komşu. Bunun da üzerinizde iki hakkı var­ dır, müslümanlık ve komşuluk hakları. 3 — Gayr-ı müslim komşu. Bunun ^sâdece bir komşuluk hakkı vardır.» «Cennetin köşkleri şu mü’minler içindir: Yemek yediren, seâm alan gündüz oruç tutan, gece kalkıp namaz kılan.» / Nitekim Hz. İbrahim (A.S.) yemek yedirmeyi öyle seviyor­ du ki, yemek istediği zaman kendisiyle beraber yiyecek bir kimseyi bulamayınca uzaklara kadar gidip misafir arardı ve dört kapısı bulunan evinin dördünden de misafir beklerdi. Bu­ nun için kendisine Halil-ür Rahman Ebül-Asyâf adı verilmiş­ tir. «Muhakkak ki, en son ve mükemmel din islâmdır. Bunun için bu dini size lâyık gördüm. Bunun da ıslâhı, iki meziyete bağlıdır.- Güzel huy ve cömertlik. Bu iki meziyetle bu dine ik* ramda bulunmak lâzımdır.» «Mü’mine, üç geceden fazla dargın kalmak ve birbirlerini gördüklerinde yüz çeyirip gitmek helâl olmaz. Dargınların en hayırlısı ilk selâm veren ve ilk konuşandır.» 740

MARİFETNAME

«Arabuluculuk, en kolay sadaka ve faziletli harekettir. Cenab-ı Allah, iki mü’minin arasını bulana, konuştuğu her ke­ lime için bir köle azad etmiş sevabım verir.» «Bir mil uzaktaki bîr hastaya gidip hatırım sor. îki mil uzaktaki mü’min kardeşine gidip ziyaret et. Üç mil gidip iki mü’minin arasım bul, sevap kazan.» . ^ t «Sultana yakın olanlar, Rahman (olan Allah)'dan uzak olurlar. Etrafında çok adamları bulunanın, şeytanları da çok olur. Malı çok olanın endişesi şiddetli, üzüntüsü sayısızdır.» «Zenginlere yakın olmaktan, âmirlerle kalkıp oturmaktan ve dünya âlimlerinden sakınınız.» «Alçak gönüllü insanlara karşı siz de alçak gönüllü olun. Kibirli olanlara karşı da kibirli olunuz ki, bu hal onlara zillet, siife feet ve tasaddüktur.» 1 * «Dört şey var la; Mü’minin abdestini ve orucunu bozup sâ­ lih* amellerini yıkar:' 1 — Yalan söylemek. 2 — Gıybet etmek .

3 — Nemime (ara bozuculuk, casusluk etmek) 4 — Nâmahreme bakmak.»

KISIM: 3 Bütün halkla iyi ahlakla muamele etmek, yumuşak ve lütufla konuşmak hakkında büyüklerin' sözleri, herkesin seviye­ sine göre hareket etmesi ve konuşması. d,-, Bşf Ehlullah d|yorlşi‘ ki: ’ Cömertlik, insanin süsüdür. Afv, iyiliklerin en güzelidir. Tevazü, ilmin meyvesidir. İlim, hilmin esasıdır. Doğruluk ke­ ramet, yalan aşağılıktır, kurtuluş iso ancak doğruluktadır. Be­ reket nfk iledir. Tevazü. şerefin seâme'tidir. Kibirlenme helak olmanın esasıdır. Kanaat tükenmez bir hazinedir, sahibini yük­ seltir. Tama’ (İhtiras) fakirin felaketidir. Söz vermek bir has­ talıktır. Onun ilacı vefâ (sözü yerine getirmek) iledir. Akıllıya uymamak, onu şiddetli azarlamaktır. Ahkama karşı susmak.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

ona en güzel cevabdır. Kerim şükredici, Leim (cimri) nankör olur. Dil insanın terazisi, akıllı ile cahilin ayırıcısıdır. Mümin insafsıza karşı insaf ile gider, sabırla onun kal­ bine müsibet kadar iner. Mümin, vakarlı, yumuşak, endişesiz ve güvenilir kimsedir. Yalancı, yaptığını başkasının üzerine atan şeytandır, sırf surette insandır. Rıfk ve affetmek uyuş­ maktır. Hılım ve kerem güzel huydur. Kerim olan verdiği sözü yerine getirir. Sözünde durmayanı affeder. Halkın elinde olan­ dan el çekmek, iki cömertliğin birisidir. Dilenciye dua etmek ve sorana yol göstermek, iki sadakanın birisidir. Uygun eş, iki rahatın birisidir. Allah’a yaklaşmak yalvarmakla, insanlara yaklaşmak ise onlardan istememekle olur. Senin dostun, gözün gibi olan insandır. Ancak fark onun senden başkası olmasıdır. Meşveret sana rahattır, islişare ise rahmettir. Büyük insanm alçak gönüllü olması, kudretli bir kimsenin affedici olması gi­ bidir. Cömert verdiğini kendine borç bilerek verir. Cimri ver­ diklerini alacak sayar ve alır. Doğru insanların ruhları bir, bedenleri ayrıdır. Mümin, halkın eziyetlerine dayanan kimseyi incitmeyendir. Cömert, namusunu malıyla, Cimri ise malını namusuyla koruyandır. Yardım et ki, yardım göresin. Kötülük edene iyilik yap ki, onu elde edesin. Amiri olmak istediğin kimseye ihsanda bulun, âmiri ol. Kiminle denk olmak istersen ona tenezzül etme, ağır­ başlı ol. Kime dilersen muhtaç ol da ona köle ol. Öylo giyin ki, onunla ne dillere düş, no de alçal. Kendin için uygun gördüğün sözü halka söyle. Elinden geldiği kadar başkasının kusurlarını affet, ayıplarını ört. Halkın seninle ne şekilde sohbet etmesin­ den hoşlanıyorsan, sen de onlarla aynı şekilde sohbet et ki on­ lar senden, sen de onlardan emin olasın. Senden özür diliyenin özrünü kabul et, seni inciteni affet ve onunla yumuşak konuş. Senden büyüklere itaatli ol ki, senden küçükler de sana itaatli olsunlar. Müminin ümidi Hak’tan olur. Allah’tan başkasından umma bekleyenin dileği boşa gider, zararlı olur. Duyulduğu zaman itibanm yok edecek işlerden sakın. Sorulduğunda uta­ nıp inkâr edeceğin işleri yapma. Cömerde ihanet etlinse ondan sakın, cimriye ikram ettinse ondan korun. 742

MARİFETNAME

Şaka ve alay sebepsiz yere belâlan çeker ve zamanın boş yere harcanmasına, ömrün heder olmasına neden olur. Gıybet ve nemime (söz taşıyıcılık) den sakın ki, bunlar sahibi­ ni halktan ve Haliktan uzaklaştırır. Cimriden sakın. Çünkü, cimri olan kimseden yakınları nefret eder, yabancılar uzak durur. Definelerin en yararlısı kalplerin sevgisidir. En çok se­ vilen, hilim ve tevazudur. Allah’ı bilen, halktan özür diler, cim­ rilikleri beğenmez ve onlara değer vermez. İlmin faziletlisi hilim ve vekardıı*. En güzel giyiniş tarzı, seni insanlar içinde temiz gösteren ve halkın dilini senden çe­ kendir. Fakir, Cenab-ı Hak’kın elçisidir. Size gelip bir şey iste­ diğinde verirseniz Allah da size karşılığını verir, vermeden gön­ derirseniz Allah da sizden alır. Ahlâkın en güzeli, gelmiyene senin gitmen, seni mahrum edene ikramda bulunman, sana zülmedeni affetmendir. Halkın sana muhtaç olması Hak'kın nime­ tinin devam ettiğine delildir. Bunu ganimet bil, kıymetini bil ki, bu nimet yok olmasın. Konuşursan doğru konuş, malın var­ sa hoşlukla ver. Söz verirsen tut. İyilik yaparsan gizle. Başa kakıcıların yanında oruçlu ol. Sefihe yumuşak davranırsan, onu iyi edersin. Başkasında kötü bir hareket gördünse onun gibisinden sakın. Cömertlikle büyüklük olur, şükretmek ile ni­ met artar. İyilikle sert insanlar yumuşar. Acele etmeden dik­ katli hareket etmek, sebepleri bulmayı kolaylaştırır. Herkese selâm vermek güzel huydur. İhsanın (verdiğin şey) için min­ net etme ki tamam olsun. Tevazü nün meyvesi yükseliştir. Ka­ naat etmenin meyvesi yükselmektir. Güzel sohbet sevgiyi art­ tırır. Güzel huy en üstün fazilettir. Güzel huy, insana en hayır­ lı arkadaş ve Allah’ın en büyük nimetidir. İnsanlarla öyle iyi geçin ki, ayrıldığında seni arasınlar ve öldüğünde seni söyleyip ağlasınlar. İlmin başı hilim (yumuşak) ve merhametli olmaktır. Hilmin başı kin tutmamak, sabırlı olmaktır. Hikmetin başı insan­ larla iyi geçinmektir. Aklın başı, dost kazanmayı başarmaktır. Güzel huy, insanı saadete kavuşturur. İnsanın merhameti vo cömertliği kendisini düşmanlarına sevdirir. Hilmin zekâtı, gü74a

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

zel geçinmektir. İlmin zekâtı, zekilere öğretmektir. İlmin süsü, hilim ve nzâdır. Hilmin süsü eziyete dayanmaktır. Nimetin süsü, ana, baba ve akrabayı ziyaret etmektir. Sevilmenin sebe­ bi cömertliktir. Dostluğun sebebi vefalı olmaktır. Ayrılışların sebebi, uyuşmamazlıktır. Fakirliğin sebebi israftır. Yumuşak söz, selâm verme büyükler için sünnettir. Senden razı olana teşekkür etmen onun nzasını ve cömertliğini artınr. Sana dar­ gın olana iyi davranman barışı ve sevgiyi sağlar. Yumuşak konuşma ve idare etmek düşmanların muhabbetinin anahtarı­ dır. Gönül rahatlığı en güzel süstür. Zevk ve safâ arkadaşlığı belâ getiricidir. Dostluk, bolluğun süsü belânın gidericisidir. Güzel huy ve cömertlik, zenginlik ve bolluğun sebebidir. Çok selâm ve tatlı dil, herkesçe sevilmeyi sağlar. Hilim ve cömert­ lik, yumuşak kalpli ve geçimli, musibete karşı sevinçli, şiddete karşı sabırlı, sarsıntı anlarında vakarlı olmak, velilerin adeti dir. Malınla cömert, sırrınla cimri ol ki, mal veren çelil, namu­ sunu veren zelil olur. Tatlı dili olanın dostu çok olur. Seni öveıî bil ki sana iyilik etmiyor, kusurlarını söyliyen bil ki sana nasi­ hat ediyor. Sözü tatlı olanın sevilmesi lâzımdır. Kararını belli eden olgun değildir. Allah’tan başkasından yardım isteyen yar­ dımdan mahrum olur. İnsanlara eziyet vermiyenin düşmanı olmaz. Senin hakkında hüsn-i zan edenin, zannı gibi ol. İyilikle İslah olmayan, bil ki kötü karşılık ile 'ıslah olur. Ahlâkı iyi ola ■ nın rızkı bol, kadir ve kıymeti yüksek olur. Kırbacından kor­ kan ölmeni ister. Meth ile kötülükten vazgeçmiyeni belki yer­ me terkettirir. Çünkü ..kusurlarının halkın diline düşeceğinden korkar. Öfkesine hakim olanın- hilmi tamdır. İnsanlarla iyi geçinen selâmet bulur. Hiddetini durduran halimdir. Şehvetini susturan hakimdir. Huyu güzel olan yumu­ şak söyler, hem rahat bulur, hem rahat eder. İnsanlarla iyi geçinenin kusurları örtük kalır. Halkın kusurlarını araştıranın ayıplan izhar olunur. Nasihati kabul eden yüz karalığından kurtulur. Sana teveccüh edene yardım et. Devlet reisine itaat. Allah’a itaattir. Başkasına kuyuyu kazan kendi düşer içi no. Küçük müsibeti büyüten daha büyükleriyle karşılaşır. Başka­ larının sırrını söyliyenin sırlarını Allah açığa vurur. Gizli, iş­ leri araştıran, gönül sevgisinden mahrum kalır. İnsanlara Hal­ 744

MARİFETNAME

ka verene Allah da verir ve o kimse bütün işlerinde hayır gö­ rür. Kötülük yapana iyilik eden her kemali alabilir. Kendinden üstün olanlarla güzel geçinen her muradına erer. Dostunun ikâzlarına kulak asmıyan ölüm hastalığında, yalnız kalır. Hal­ ka şükretmiyen Allah’a şükretmemiş olur, insanlardan utanmıyan Allah’tan da utanmaz. Namahreme bakmıyan kalben rahat olur. Sana söz getiren, bil ki senden de söz götürüyor. Sana başkasını metheden, senden istemiş olur, soru sormuş olur. Ahlâksızları yeren, nefsine söğmüş olur. Ana ve babası­ na itaatli olanın çocukları da kendisine itaatli olur. En büyük nimet doğruluktur. Doğru söz, güzel hal ve hasletlerin, ikbâlin ve yükselişin belirtisidir. Taat gibi izzet, kanaat gibi hazine ol­ maz. Edeb gibi asalet, ilim gibi şeref olmaz. Görmemezlik gibi hilm, bilmemezlik gibi akıl olmaz. Allah’a isyan eden insana, itaat edilmez. Yalan söyliyenden hayır gelmez. Akıllı insanın cahillle konuşması, doktorun hastasıyla yaptığı konuşma gibi olmalıdır. O öfkeli ise, sen yumuşak ol. Sakın cömerdin elini tutma, o vermek isteyincfe de mani olma. Tâ ki, imkânları yok edip gitmiyesin. Halkın beğenmediği şeyleri yapma ki, sana if­ tirada bulunmasınlar. İyi ile kötüyü bir tutma İyiyi methet­ meyi, iyilik yapana dua etmeyi unutma. Cimriye danışma. Ka­ dına yük olma, malına göz dikme. Çünkü o iyiliği büyütür ve başa kakar, ona verdiklerini de inkâr eder. İyilikleri unutup eksiği hatırlayan dost değil, düşmandır. Sakın meclislerde bir kimseyi baş koltuğa götürüp oturtma, sana da ısrar edilmedik­ çe yukarılara çıkıp oturma. BEYİT: Varma ol sadre ki senden âla Seni aşağı sürer ki Perva Budur erbab-ı kemâle elyak Kadri âli ola gönül alçak

745

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

KISIM: 4 Evlenmen'n afetleri ve faydalan: Ey aziz, Edeb ehii diyorlar ki: Evlenmenin üç afeti, beş faydası vardır. Fakat faydaların­ dan ötürü evliliğin istenmesi, beğenilmesi daha hoştur.. Zararlanndan dolayı evlilikten kaçınmanın delillerini açık ve seçik olarak gösteren ve tavsiye edenler vardır. Nitekim Şafii mez­ hebinde bekârlık evlilikten üstün tutulmaktadır. Biı* hadisi şerifte Peygamber (S.A.V.) efendimiz «180 yıl sonra ümmetimin üzerine bir zaman gelecek ki, bekârlık, yal­ nız ve dağ başında bir rahip gibi yaşamak daha çok sevilecek­ tir» diye buyurmuştur. Hz. Ali (R.A.) de «kadınların hepsi hayırsızdır. Fakat on­ lardan daha hayırsız olan şey, erkeklerin onlara muhtaç olu­ şudur» ve yine «Çok evlilik rezalet ve şaşkınlığı arttırır. Evli olmıyana ne mutlu» demiştir. Bazı Arap büyükleri de şöyle demişler: Evlenmenin sevin­ ci bir ay, derd ve elemi ise sonsuzdur. Evlenme, belin bükül­ mesine ve mehrin kabullenmesine sebeptir. Evlenmenin Afetleri: Birinci afet: Helal kazanmanın zorluğudur. Hele aile fert­ leri çok, kazanç az olursa bu belâ daha çok ağırdır. İkinci afet, kadının ve çocuklann haklannı yerine getirmek zorluğudur. Üçüncü afet, kadın ve çocukların erkeğin ibadet yapmasını en­ gellemesi, Allah’ı düşünmek ve anmaktan gâfil bırakmasıdır. Evlenmenin bekârlıktan üstün tutulduğunun delilleri daha açık seçik ve doğrudur. Nitekim Hanefi mezhebinde, evlilik bekârlıktan daha üstün kabul edilir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde: «kadınlardan1 hoşunuza gidenlerle nikahlanınız.» buyurmuştur. 746

■T"

MARİFETNAME

Başka bir âyette de şöyle buyurur: Onlar ki «Ey Rabbimlz, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (değerli insanlar) ihsan et. Bizi takvâ sahiplerini öncü lal.» (derler.) Peygamber (S.A.V.) efendimiz bir hadis-i şerifinde: «Evlenin, çoğalın fakirlik korkusundan evlenmeyen bizden değildir» buyurmuşlardır. Bu hadisi şerifiyle Resülüllah (S.A. V.) evlenme hususunda Allah’a tevekkül etmiyenlerin, insan­ ların hayırsızları olduklarını ifade etmişlerdir. Peygamberlerle velilerin göğüsleri marifet nuru ile doldu­ ğundan, damarlarına yayılan bu nurlu gönül ve canlan heye­ canla dolar ve duyu organları ile nefsin kuvveti ve şehvet duy­ gusu harekete gelir. Gönül ehli olan Ariflerden hangisinin kalbinde bu nur çok fazla ise, o Kâmilin cinsi kuvveti çok olur. Çünkü ilâç vermek, hastalık için gereklidir. Nitekim Peygamber (S.A.V.) efendimiz «İrfan ehlinin Ci­ ma şehvetinin derecesi, kalplerindeki nurun derecesiyle oran­ tılıdır» buyurmuşlardır. Çünkü her şehvetten kalbe sıkıntı ve keder gelir. Yalnız Cima şehvetinden kalbe nur ve ışık, zevk safâ gelir. Bunun için Peygamberler, veliler ve din âlimleri Cima’u fazla meyilli olurlar. Buna karşılık halktaki Cima şehvetinin fazlası hastalıktır ve yerinmiştir. Çünkü o, marifet nuru ışığı­ nın tesiriyle değil, şum (uğursuz) olan şehvet ateşinin tesiriy­ le olmaktadır. Demek ki, gönül hastalıklarından sıhhat bulmuş olan Kâ­ milin her şehveti beğenilmekte ve övülmektedir. Oysa ki kalp hastalığı içinde halkın Cima şehvetinde hastalık ve yerinme vardır. Evlenmenin Faydalan*. XEvlenmekle insan nesli ürer ve devam eder. Muhammed Ümmeti onunla artar, ölen çocuklar mahşer gününde ana ve babalarına şefaatçi olurlar.

747

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

2 — Evlenme, kişiyi zinadan korur. Erkek karısıyla birçok lezzet ve hoş haller bulur. Kadınlara tutkulu şekilde sevgi, insanlar için süslenmedir. Böylece Allah, kadınlan ön plana al­ makta ve bütün dünya lezzetlerinin en zevk vericisinin kadın olduğunu bildirmektedir. 3 — Evlenen erkeğin nefsi, kansıyla rahat ve huzur bulur. Çünkü; insan devamlı olarak bir işle uğraşırsa yorulur. Bunuıı için «bedenleri rahat ettirdiğiniz gibi zihinleri de rahata ka vuşturunuz» deniliyor.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Keriminde: Kendisinden eşini yarat tık ki, beraber yaşasınlar.» buyuruyor. Bu âyetle de her kulu­ na, eşiyle bulunup lezzet almanın lüzumunu bildirmiştir. Bir hadis-i şerifte de: Dünyanızda üç şey.,seviniz. Kadınları güzel şeyleri ve namazları» buyuruluyor. Peygamber (S.A.V.) efendimize nurların görünüşü ağırlaştığı zaman «Benimle ko­ nuş, ya Aişe!» deyip mübarek elini üzerine koyar, onunla oy.naşirdi. 4 — Evlenen erkek, evi idare etmek yükünden kurtulur,' böylece de kalbi rahat bulur. Çünkü evinin işleriyle gece günr düz uğraşanın vakti boşa gider, ilim ve amelden geri kalır. 'Bu­ nun için iyi kadın bu fâni dünyadan değil, âhiretten sayılır. Çünkü erkeğin ev işini ve şehvet hizmetini görüp âhiret amel­ lerinde ona yardımcı olmaktadır. 5 — Evlenen erkek, karısıyla çocuklannm terbiyelerinde ve düzelmelerinde nefsiyle savaşır, onlar için helâl kazanmak ve katlanmak suretiyle riyazet (nefsi terbiye etme) yoluna gi­ der. Çünkü geçim tedbirlerini almak ve aile fertlerinin terbiye ve islâhı ile uğraşmak, insanı benliğinden düşürür, elem ve keder ateşlerinde pişirip dert potasında külçe haline getirir. BEYlT: Eğer çoluk çocuk sahibi iseniz, Malınız az, dininiz çok olur. Allah’ın verdiği rızıkla yetininiz. Lüzumlu şeyleri birbirinizle paylaşırsınız. 748

MARİFETNAME

Yaptığımız bütün bu açıklamalar, bize evlenmenin afetle­ rini ve faydalarını gözümüzün önüne serdi. Şimdi yapılacak şey şudur. Herkes kendi durumuna baksın. Kendinde evlenme­ nin âfetlerini sönük, faydalarını toplu, hazır ve canlı gören kimse için, evlenme en güzel bir hareket ve en gerekli bir içi ir. Bunun aksi olan için ise bekârlık, en hayırlısıdır. Kendisinde bu ikisini, yani afet ve faydalan kanşık bulan kimse ise, bun­ lardan hangisi üstün geliyorsa o tarafa yönelsin. Esas olan haramdan ve zinadan sakınmaktır. Şehveti faz­ la olan fakire evlenme emrolunmuştur. Fakat bekâr olan sâlik; oruç tutmak, az uyumak, kimse ile konuşmamak ve halka bak­ mayıp gönlünden Allah’a yönelmek, yorulduğu zaman bir ta­ rafa gitmeyip kendi kalbine eğilmek ve çeşitli arzulan tahay­ yül edip göz önüne getirmek suretiyle avunsun. Sonra yine dünyaya ait her şeyi unutup Allah’ı düşünmeye ve onu anma­ ya dalsın böylece Allah’ıyla başbaşa kalsın. Tâ ki Kâmil olsun. Kâmil olmadıkça evlenmesin, nefsi ile savaş halinde iken onun isteklerini yerine getirmesin. Bir mürşid-i Kâmil: ^nefsin kadınlan hayal edip arzula­ masına karşı dayanmak, onlara nail olup kötü huylannı çek­ mekten daha hayırlı, dolayısıyla da kalp daha rahat, ruh daha aziz ve daha çok zevk duymaktadır» demiştir. Cenb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurur*. «Muhakkak ki, eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlardan sakınınız.» Bu emriyle Allah-u Taâlâ, insana, kendi canına düşman olan nefsinin başka düşmanlarla birleşmesi halinde kendisine daha çok zarar vereceğini bildir­ mektedir. Arif ve Kâmil zat için bu dünya, ancak bir hayal ve gölge âlemidir. Onun içih evlenmek veya bekâr kalmak, halkla be­ raber olmak ya da yalnızlığa çekilmek müsavidir, birdir. Çün­ kü o, hepsini Allah’tan bulur ve ondan bilir. Her işinde Allah’a teslim olmuş ve ondan gelen her şeye nza göstermiştir. Onun, dünya ile bir işi kalmamıştır. Halka hizmeti de sırf Allah için dir. Ona, ne eşinden ne de çocuklarından hiç bir zarar gelmez. Topluluk içinde iken bile, yalnız Allah’ı iledir.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Sözün kısası, halkın bir kısmı selâmeti bekârlıkta bulur­ ken bir kısmı da evlilikte bulur. Ahlâkı güzel kemâl sahibi ve­ ya güzel vücutlu yahut da çok zengin olan kimseler, evlenmek­ ten lezzet alır. Bunun aksine malı, kemâli, güzelliği ve iyi huylan olmıyan kimse bekâr kalmada rahatı bulur. Halbuki Cenab-ı Hak, her kulu için hayırlı olan işi bilir ve herkesin ha­ line lâyık olanı verir. KONÜ: 3 İlâhî sohbetin âdâb ve erkânı, zamanın tabiatı, akraba komşu ve dostlarla kalkıp oturma ve adabı on üç kısım ile bil­ dirir: KISIM: 1 Kulun, Mevlâsı karşısında ve onun huzurunda iken riayet edeceği âdâb ve erkân: Ey aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir: Muhakkak ki banş ve savaş zamanlarında uyanık olduğun ve uyuduğun saatlerde, diri ve ölü hallerinde bir an bile .sen­ den ayrılmayan sahibin, yaratıcın, mevlân ve nzkmı veren Rabbini hangi saatte düşünür ve anarsan o seninle beraberdir, sen O’nun huzurundasm. Nitekim Cenab-ı Hak: «beni zikredenin yanındayım» bu-\ yumuştur. Her ne zaman O’na karşı olan vezifelerinde bir ku­ sur yaptığın için üzülür ve kalbin kırık olursa, sahibin o an­ da senin yanındadır ve koruyucundur. Nitekim Cenab-ı Hak.: «Kalpleri kınk olanların yanındayım» buyurmuştur. Muhakkak ki eğer sen Cenab-ı Hak’kı mârifetiyle tanıyıp bilseydin O’nu kendine sahip tutar, halkın sohbetini tamamen terk ederdin. Bütün nefeslerinde ve organlarının işleyişi üzerin­ de düşünür, öğrenir ve inanırdın ki, Cenab-ı Hak her an senin içini görüyor, iç ve dışını kaplayan ve kalbine doğan her şeyi 750

MARİFETNAME

biliyor. O zaman sen de, Cenab-ı Hak'kın senin yalnız veya cemaat içinde iken tereddüt gösterdiğin hallerinde hep senin­ le beraber, hareket ve duruşlarını zaman zaman düşünüp korktuğun şeyleri bildiğini anla. îşte bunu anlıyan Zelil kul, Mevlâsınm huzurunda gerek' tiği şekilde kendine çeki düzen verir, edebini takınır. O ra­ man Çelil olan Mevlânm, seni yasaklarında değil, hep emirle rini yapmakta olduğunu görmesini ister, buna gayret ederdin. İşte sen her anında bu huzur ve ünse hail olmadmsa, o zaman gece gündüz Rabbinden gafil ve ayrı kalmayıp, münâcâtıyle lezzetlen. Bunun için de Mevlâ ile sohbetin edeblerini bilmen gerekir. Bu huzurun edebleri onbeşdir: 1 ±4'Başını eğip., önüne bakmaktır 2 ® Aklını toplayıp Allah’dan başka olan her şeyi dü­ şünmeyi bırakmaktır. 4 Bedenin bütün azalarının sâkin olmasıdır. 5 — Emre imtisal etmek. 0 — Yasaklardan kaçınmak. 7 —^ îtirâz etmemektir. 8 — Devamlı zikr üzere olmaktır. 9 — Allahü Taâlâyı tefekküre devam etmektir. 10 — Hak Taâlâyı herkese ve herşeye tercih etmektir. 11 — İnsanların hepsinden ümidsiz olmak. 12 m* Heybet altında hudû’ ile tezellül kılmaktır. 13 — Hayâ içinde huşu’ ile kalbi kırık bir halde olmaktır. 14 — İş güce bakmayıp, Hakkın tekeffülüne itimad etmek­ tir. 15 — Allah’a teslim olma ve O’ndan gelen her şeye razı olma. İşte bildirilen bu esaslar, bütün gün ve gecede senin ade­ tin olsun. Çünkü bunlar, senden bir an ayrılmayan sâhibinle olan sohbetin edebleridir. Halbuki insanlar bazı zamanlar sen­ den ayrılırlar ve seni bırakıp kendi işlerine giderler. 751

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

MANZUME: Cânân ilinden gelmişem, fâni mekânı neylerem, 01 mülke meylim salmışam, ben bu cihânı neylerem, Dünyaya geldim gitmeye, ilm ile hilme yetmeye, Aşk ile can seyr etmeye, ben in ü ânı neylerem. Devr-i zamandan doymışam, kevn ü fesâdı koymışam. Dâr-ül emânı duymışam, ben siciî-i cânı neylerem. Hep itibânm atmışam, aşıklığa el katmışam. Ben nefsi dosta satmışam, bu düşmanânı neylerem. Aşkın şarabın içmişem, dil gülşenine göçmişem, Ben varlığımdan geçmişem, nâm ü nişanı neylerem. Aşkı tabibim kılmışam, .ferdinde derman bulmuşam. Ben lübb-i hikmet bilmişem, yunaniyânı neylerem. Enfâs-ı aşkı dârikem, mâl ü menâli târikem, Genc-i nihanı mâlikem, nakd-i revânı neylerem. Taht-ı tevekkül bulmuşam, mülk-i kanâat almışam, Mahfice sultan olmuşam, câh-ı lyânı neylerem. Her ne gelirse yahşidir, zira o dostun bakşıdır, Çün cümle anm işidir, ben bed gümanı neylerem. Olmuş anınla kalmışam, ayn-ı hayâta dalmışam, Kendim bilip kâm almışam, vehm ü yalanı neylerem. Gerçi zaman devrân ile, pir etti cismim şân ile, Gönlüm civândır can ile, pir ü civânı neylerem. Ten beslemekten sapmışam, gönlüm serayın yapmışam, Hurşidim onda tapmışam (bulmuşam) ben ahterânı neylerem Yâri bana bes görmişem, ağyarı dilden sürmişem, Ünsiyle tenhâ durmışam, ben üns-i cânı neylerem. Dilden dile bin tercüman, varken ne söyler bu lisan, Çün cân ü dildir hem-zebân, nutku beyanı neylerem. Hakkı cemi'-i halktan müstağni yem billâh ben, Hallak-ı âlem var iken halkı zamanı neylerem.

752

MARİFETNAME

KISIM: 2

öğretmenin talebesine ta'lim ve tedrisinin edeb ve şartla­ rı: Ey aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir: Üstâdm (hocanın) talebesine ilim öğretmesinin edeb ve şartlan onyedidir: 1 — Zorluklara katlanmak. 2 — Susmaya devam etmek. 3 —^ Halim ve selim olmak. 4 — Ağır başlı olmak. 5 — Sâlim, dinç bir kafa. 6 — Tevazu sâhibi olmak. 7 — Şaka ve boş konuşmayı terk etmek. 8 — Talebeye yumuşak davranmak. 9 — Bilemiyene sabırlı olmak. 10 — Zekâsı kuvvetli olmıyanı güzel yolla irşad etmek, 11 — Tekrâr tekrâr suâl soranı azarlamamak,

12— Suâl soranla himmetle meşgul ölmede. 13 Suâli iyice anlayıp, sonra cevabını söylemek. 14— Mazereti kabul etmek. 15 — Hakka yönelerek ve bağlanarak gitmek. 16 — Talebeyi zararlı ilimden korumak. 17 — Faydalı ilmi, Allahü Taâlâ’dan başkası için öğren­ mekten onlan sakındırmak. İşte her öğretmenin talebesine karşı bu edebleri gözetme­ si ve faydalı ilim öğretmesi gerekir. KISIM: 3

öğrencinin öğretmenine karşı âdâb ve erkânı: Ey aziz! Edeb ehli şöyle demişlerdir:

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Talebenin öğretmenden faydalanmasının esasları onbeştir: 1 — Öğretmenine selâm verip ayakta durmak. 2 — öğretmenin izniyle oturmak. 3 — Namaz içinde imiş gibi edebli oturmak. 4 — Öğretmenin karşısında az konuşmak. 5 — Sorulmadıkça söylememek. 6 — Öğretmenden izin alarak soru sormak. 7 — öğretmene itirazda bulunmamak. 8 — Sorularıyla öğretmeninden daha bilgili olduğunu göstermemek. 9 — öğretmenin karşısında başkasının kulağına gizli söz söylememek. 10 — Başını önüne eğip başkalarına iltifatta bulunmamak 11 — öğretmenin sıkıldığını veya yorulduğunu görünce susmak. 12 — öğretmeni girip çıktıkça ayağa kalkmak. 13— öğretmeni ayağa kalkınca soru sormayı bıçakmak. 14 — öğretmeni yol yürürken ona bir şey sormamak, ar­ kadan gitmek. 15 — Öğretmenin çocuklarına ve yakınlarına saygı gös­ termektir. İşte her talebe, hocasına karşı belirttiğimiz bu esaslara riayet etmelidir ki kolayca ilim tahsil edebilsin. BEYT: Üstadını tazim et Zira ki denilmiştir. Men allemeni harfa kad seyyerani abda (Bana bir harf öğretenin kölesi olurum) KISIM: 4 Evlâdın anne ve babasıyla görüşüp konuşmasının, kalkıp oturmasının âdâb ve erkânı: Ey aziz! Edeb ehli şöyle demişlerdir: Evladın anne ve babasıyla olan konuşmasının , kalkıp otu­ ruşunun âdâb ve erkânı on beştir: 754

MARİFETNAME

1 — Anne ve babanın sözlerini dinlemek. 2 — Emirlerine göre hareket etmek. 3 — Onlardan izin almadan oturmamak. 4 — Onların kalkışında ayakta durmak. 5 — Yol yürürken onlara öncülük yapmak. 6 — Sesini onlarınkinden fazla yükseltmemek. 7 — Onları isimleriyle çağırmamak, 8 — Çağırdıklarında efendim» veya «buyrunuz» deyip isteklerini yerine getirmek. 9 — İşlerini yapmak ve onlara hizmet etmekte titizlik göstermek. 10 — Onların rızalarını kazanmak. 11 — Onları korumak ve saygılı olmak. ijjT Onlara öfkeli bir bakışla bakmamak. 13 — Onlara karşı yüzünü ekşitmemek, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerini hoş etmek. 14 —, Onlara yaptığı bir iyilikten dolayı başa kakmamak ve minnet etmemek. 15 — Emirleri olmadan gurbete gitmemek, evden ayrıl­ mamak. İşte bu esaslara göre hareket eden evlat anne ve babasının rızalarını alarak dünya ve âhiret saadetine erer. Aksi taktirde her iki dünyada da huzur ve saadet bulmaz. Çünkü denilmiş­ tir ki: BEYT? Rıza-yı Hak, nza-yı valideyn içre bilinmiştir. Ki cennet ümmehat akdamı tahtında bulunmuştur. (Cennet .analann ayaklan altındadır.) KISIM. 5 Yalnızlık âleminde olan Arifin evlenmesinin kânı: Ey aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir: 755

âdâb

ve er­

ERZURUMLU İBRAIllM HAKKI HAZRETLERİ

Bekâr olan ârif, Kâmil bir Ârif olduktan sonra evlenmek isterse şu esaslara uyması gerekir. 1 — Tahsil ve iffeti ön planda tutmak, 2 — Mehir ve düğün ziyafeti için para hazırlamak. Para­ sı yoksa Allah’ın, ödemede kendisine yardımcı olacağına ina­ narak borç almak. 3 — Fakirlik ve elinin darlığından korkmadan bu işe giriş* mek. 4 — Aslı temiz, dindar ve akıllı olan kadını almak. İtaatli, imanlı, temiz bir kadın ağırlığınca altın eder, en hayırlı dünya malı sayılır. Ne kadar fakir ve hakir olursa olsun bu vasıfla­ rı taşıyan kadını, kocası sever ve onu takdir eder. 5 — Mal ve mülk, zenginlik makam ve güzellik için ev­ lenmemek. Çünkü zenginlik için evlenen fakir olur ve öyle de kalır. Güzellik için evlenen âlemin içinde haysiyet ve şerefi kınlır, belâsını bulur. 0 — Şerefte, zenginlikte, yaşta ve boyda kendinden aşağı­ sıyla evlenmektir. Çünkü böyle bir evlenmede, kalbin rahat ve huzuru daha çoktur, kadının kendisini aşağı görmesinden kurtulur. Eğer kadın evlenmek istiyorsa, erkekte, din, cömertlik iyi ve temiz huy arasın. 7 — Mehri az yazdırmaktır. Çünkü mehrin en hayırlısı dört yüz miskal gümüştür. 8 — Zenginse mehri ödemede acele etmek. 9 — Az da olsa düğün ziyafeti vermek. Ziyafet yemeği ga­ nimet bilinmelidir. Çünkü ondan, cennet yemeği gibi haz ve lezzet alınır. 10— En güzel şekilde giyinmek. 11 — Gerdeğe girmeden iki rekat namaz kılmaktır. 12 — Gerdeğe girince eşinin alnını tutup «ya Rabbi beni eşime, eşimi bana mübarek kıl» duasını okumak. Sonra eşinin yanaklarım öpmektir. Hazret-i Ömer’e (radıyallahü anh) kadının zayıf ve şişma­ nından sorulduğunda «yatağın yumuşak olsun» buyurmuştur, bu sözüyle kadının toplusunun iyi olduğunu ifade etmiştir.

756

s#®

MARİFETNAME

KISIM: 6 Erkeğin ehli ile sevişmesi ve cimâmın (cinsel ilişkide bu­ lunmasının) edebleri: Ey Aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir: Cima’ın edeb ve şartlan yirmidir.1 ^ Erkeğin iç gömleğinden başka bütün elbiselerini çıkarması. 2 — Ehlinin de aynı şekilde soyunması. 3 — Silinmek için iki bez almak. 4 — Cima’dan önce oynaşmak ve öpüşmek. Çünkü böyle . yapmak, hem bedende hafiflik, hem gönülde afiflik, hem de canda rahatlıktır. 5 — Cima’dan önce e’üzü besmele çekmektir. 6 — Cima esnasında konuşulmaması. Zira bu esnada ko­ nuşmak çocuğun sağır ve dilsiz olmasma sebeb olabilir. 7 st# tnzâlden sonra ehlinin kamı üstünde, onun da işi bitinceye kadar kalmaktır. Böylece bir dahaki cima’a kadar hanım tembel ve gevşek olmaz. Nitekim denildi ki: Kişi ehli ile birleşmek isteyince, horoz gibi olmasın. Ehlinde bulduğu lezzeti, ehli de kendisinden bul­ madıkça üstünden kalkmasın. 8 — Çocuk veya hayvanın yanında cimâ etmemektir. 9 — Hanıma arkadan yanaşmamaktır. 10 — Çok cimâ’ ile övünmemektir. 11 i-rr Hanımının güzelliğini ve lutf unu kimseye söyleme­ mektir. Zirâ bunlar fitne doğurur. 12 — Cima’ı terk etmemektir. Çünkü memeden süt sağılmasa sonunda kuruyup kalır. 13 — Cima’dan sonra üç damla da olsa bevl etmektir. Böy­ lece meninin kalıntısı mesânede kalmaz ve hastalık meydana gelmez. 14 — Cima’dan sonra sağ yanı üzerine, bedenin rahatlığı için hafif uyumaktır, 15 — Bir daha yapmak isterse, tenasül uzvunu yıkamadan yapmamaktır. •

757

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

16 — Hanımını arkası üzeri yatırıp, bacaklarının arasın­ dan yanaşmaktır. Zira cima’m yirmi şeklinden en rahatı budur. Nitekim en kötüsü, hanımın erkek üzerine çıkmasıdır. Ve fercindeki meninin erkeğin zekerinin üzerine akmasıdır. 17— Hanımı hayızdan temizleninceye kadar cima’ yap­ mamak. Ama onunla yatıp yemek yesin ve içsin. 18— Anası, bacısı, halâsı, teyzesi kızı ve gelini ile cima’yı düşünmemek, hayalinden geçirmemek. Çünkü böyle bir şeyi düşünmenin dahi günahı çok büyüktür. 19 — Yabancı kadından sakınıp, onunla yalnız kalmamak­ tır. Zirâ yabancı kadınla halvet haramdır. Ona bakmak ve onunla konuşmak töhmettir, ayıbdır, haramdır. KISIM: 7 Cima' vekitleri, çocuklarını hâl ve şekilleri: Ey aziz! Edeb ehli şöyle demişlerdir: Erkeğe yaraşan cima’ı hanımının nzâsı ile yapmasıdır. Er­ kek zamanını gözetlemeli, yasak zamanlarda eşine yanaşmamalıdır.Eşinin nza ve muhabbeti ile cima’ edenden meydana gelen çocuk akıllı olur. Aym (hilâlin göründüğü hicrî ayın), birinci , cuma günü cima’ ederse, ondan olan çocuk çok güzel olur. Gündüz öğle­ den önce ederse, çocuk hakim ve kerîm olur. Pazartesi gecesi ederse, Kur’an-ı hıfzeden olur. Salı gecesi yaparsa, çocuğu cömerd ve merhametli olur, Perşembe gecesi ederse, çocuğu âlim ve ilmiyle âmil olur. Cum’a gecesi ederse çocuğu âbid ve ârif olur. Cum’a günü namazdan önce ederse, çocuğu said olup. §ehid olarak ölür. Eşinin nzası olmadan, zorla cima’ edenin çocuğu ahmak olur. Süt emzirmekte iken hanımına cima’ ederse çocuğuna za­ rar gelinr. Ayın ilk veya onbeşinci veya son gecesi cima’ ederse çocuğu akılsız olur; pazar gecesi ederse, çocuk eşkiya olur. Çar­ şamba gecesi ederse, çocuğu katil ve kavgacı olur. Gündüz öğ­ leden sonra ederse çocuğu, gözü şaşı olur. Ramazan bayram ge-

758

MARİFETNAME

cesi ederse, çocuk anasına babasına âsi olur. Kurban bayramı gecesi ederse, çocuğu altı veya dört parmaklı olur. Ayakta ya­ parsa, çocuğu yatağına işer. Baldızının muhabbetiyle eşiyle cima’ edenin çocuğu hünsa (çift cinsel organlı) olur. Cima’ ederken konuşursa, çocuğu dilsiz olur. Ferce bakarsa, çocuğu kör olur. Meyve ağacı altında ederse, çocuğu zâlim olur. Taharetsiz ederse, çocuğu bahil (ahmak) olur. Yorgansız yıldızlar altında ederse, çocuğu münafık olur. Bir kimsenin yanında ederse, çocuğu hırsız olur. Berât gecesi ederse çocuk kötü huy­ lu olur. Yola çıkacağı gece ederse çocuk müsrif olur. İnzâli halinde ikisinin düşünce ve hayâlinde ne suret bu­ lunursa, çocuk ona yakın bir surette olur. Gözleri hangi renge bakarsa, çocuk o renge yakın olur. Erkeğin suyu erken gelip de çok olursa, öncelikle oğlan olup, ekseriya amcasına benzer. Kadının ki çok olursa kız olur, halasına benzer. KISIM: 8 Erkeğin hanımıyla sohbetinin edeb ve şartlan: Ey Aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir-. Erkeğin hanımı ile sohbetinin edeb ve şartlan otuzdur. 1 — Hanımına iyi huylu davranmalıdır. 2 — Onunla yumuşaklıkla sohbet edip, tatlı dille konul­ malıdır. Nitekim hadis-i şerifde: İnsanların hayırlısı, ehline ha­ yırlı ve faydalı olan kimsedir» buyurulmuştur. 3 — Eve girince hanımına selâm verip halini sormalıdır. 4 — Tenhâda neş’eli görünce saçlarını okşayıp, tatlı söz­ lerle gönlünü hoş edip onu öpmelidir. 5 — Tenhâda üzântlü bulunca, ona çok sevdiğini söyle­ meli, tatlı dille konuşmalı, şefkatle gönlünü almalıdır. 6 — Ehlinin hâtırını, işe yarar, yalana yakın sözlerle al­ malıdır. Zira o evinde mahpus başkasından meyus (ümidsiz), kendisinin dert ortağı, iş ortağı, tarlası (cinsel ihtiyacını gide­ ren) , üzüntülü zamanında teselli veren hayat arkadaşıdır. 7 _ Çocuklann terbiyesinde ehline yardım etmelidir. 759

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Çünkü çocuk anasına gece gündüz feryad-ü figan ile, bir an bile istirahat vermez. Ona yardım edene, Mevlâsı yardım eder. 8 — Ehline kendi giydiği kumaş gibi elbise giydirmelidir. 9 — Kendi yediğinden yedirmelidir. îmkânı vatrsa nafa­ kasını geniş tutmalıdır. Ehlinin meskenini elbisesini ve nafaka* sim boynuna vâcib bilmelidir. 10 — Ehlini hiç dövmeyip, dünya işlerindeki kusurların­ dan ötürü sövmemeli, kötü söylememelidir. 11 — Ehlinin din işlerindeki kusurları için bir günden çok küsmemelidir. 12— Yumuşaklıkla onu idare etmelidir. Çünkü o eğri ka­ burga kemiğinden yaratılmıştır. Aklı ve dini noksan bulun­ muştur. Zevci yanında esir kılınmıştır. Ancak güler yüzlülüğü sohbeti için alınmıştır. 13 — Ehlinin kötü huyları baş gösterince, kabahati ken­ dinde bulup «ben iyi olsaydım, o da iyi olurdu» demelidir. Evliyâdan biri, ehlinin kötü huylarına sabr edip soranlara, «onu bırakırsam korkanm ki, eziyetine sabredemeyen birisi alır da, ikisi de belâya düşerler» demiştir. Erkek hanımının huysuzluğuna sabr ederse altı şeyden fayda görür: Çocuk dayaktan, tabak çanak kırılmaktan, buzağı dövülmekten, kedi sövülmekten, misafir kovulmaktan, elbise yırtılmaktan kurtulur. 14— Ehli kızınca susmalıdır. Çünkü erkek susunca, hanı­ mı pişman olup, özür diler. Çünkü o zaif yaradılışlıdır. Karşı­ sındaki susunca, mağlub olur. 15— Ehli güzel huylu olup, her hizmetini seve seve yap­ maya başlayınca ona dua, Hakka şükr ve senâ etmelidir. Çünerkek için, uygun iyi bir hanım, şükrü edilemiyen bir ni’mettir. 16 — Ehline böyle davranmalıdır ki, hanım «kocam beni herkesten seviyor» bilmelidir. 17— Evin idâresi ve geçimi hususunda ehliye istişare edip ona danışmalı, diğer büyük işlerini ona anlatıp üzmemelidir. 18— Ehlinin hiyânet ve hilesinden sakınmalıdır. 19 — Ehlinin günah olmıyan kusurlarını ve hareketlerini görmemezlikten ve bilmemezlikten gelmelidir. 760

MARİFETNAME

20 — Ehlinin gizli hallerini ve ayıblarını herkesten saklamalıdır. 21 — Ehli ile şakalaşmalı, çeşitli oyunlar yapmalıdır. Nitekim Habib-i Ekrem (S.A.V.) zevceleriyle oynar, onla­ ra karşı insanların en zârifi en hoş görü sahibi olurdu. Hattâ bir defasında Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) ile yanş ettik­ lerinde, Hazret-i Aişe geçti. Sonra bir daha yanş yaptıklarında Resûlullah geçli. Çünkü erkeğin, hanımı ile oynaması boş ve luzûmsuz değildir. 22 — Ehlini kalabalık insanlann bulunduğu yerlerde oturtmamalıdjr. Böylece namahrem göriip, onlara meyi etmez. 23 — Ehline okumayı değil ama yazı yazmayı öğretmemelidir. Çünkü fitne vardır. 24 —«Ehline Kur’ân-ı kerim okumasını, farzlan ve dinin edeblerini öğretmelidir. 25 — Ehlinden izinsiz, nutfeyi ondan azl etmemelidir (meniyi dışarı akıtmamalıdır.) 26 — Ehline çok süslü vo değerli elbise giydirmemeli, tâki böylece süslerini göstermek için dışarı çıkıp caka satmasın, evinin hanımı olsun. 27 — Ehlinden izinsiz sefere, belki hacca dahi gitmemeli­ dir. 28 — Ehli sâliha ve itaatkâr ise, üzerine bir daha evlenmemelidir. 29 — Ehline üzüntülerini sıkıntılarını, düşmanlanm, borç­ larını söylememeli, böylece onu da üzmemelidir. 30 — Ehlinin yüzüne karşı ve arkasında hayır dua edip, bed dua etmemelidir. Zira gece ve gündüz onun hizmetinde­ dir, KISIM: 9 Kadının kocasıyla sohbetinin edeblerit Ey Aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir: Kadının kocasıyla sohbetinin edeb ve şartlan yirmidir. 76t

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ 1 — Kocası içeri girince, ayağa kalkmalıdır. 2 —■ Kocasını güler yüzle karşılamalıdır. 3 — Kocasına «merhaba! hoş geldin, efendim» demelidir. 4 — Kocasının paltosunu almalıdır. 5 — Her emrinde ve işinde kocasına itaat etmelidir. 6 — Kocasının yatağından kaçmamalıdır. 7 — Kocasından izinsiz evinden bir yere gitmemelidir 8



Kocası

kendisini

öpünce

ve

kucaklayınca,

kendini

ona teslim etmelidir. 9 — Kocasının elbisesini temizlemelidir.

10

— Kocasının yemeğini pişirmelidir. yakıp, yatağını hazırlamalıdır. 12 — Kocasına gusl ve abdest için leğen ve ibrik getirme­ lidir. Minder üzerine oturtmalıdır. 13 — Kocası isterse, gusl ve abdestte ona hizmet etmelidir. 14 — Kocasından izinsiz oruç tutmamalıdır. 15 — Kocasma güzelliği ve malı ile» övünmemelidir. 18 — Giyinme ve yeme işlerinde kocasına üzüntü verme­ 11 — Kocasının lambasını

melidir.

Sesini kocasının sesinden yüksek çıkarmamalıdır. Kocasına eziyet edip, onu hayatından usandırmama-

17 —■* 18 —»

lıdır. 19



Kocasının yüzüne karşı ve arkasında ona dua ve meth

etmelidir.

gözlerine sürme çekmeli, kına yakmalı süslenmelidir. Kocasının ırz ve malını her daim korumalıdır. Ya’ni nâmahreme görünmeyip, kocasının izni olmadan hiç kimseye bir şey vermemelidir. 20

— Kocası için

ve diğer mübah olan şeylerle

KISIM: 10 Kişinin çocukları ile sohbetinin edeb ve şartlan: Ey aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir.

İnsanın kendi çocukları ile sohbetinin edeb ve şartlan yir­ midir. 1 — Baba

çocuğunun doğumuna sevinmelidir. Nitekim 762

MARİFETNAME

«Çocuk dünyada sevinç rûr, âhirette

Resûl-i Ekrem (S.A.V.)

nûrdur» diye Wjjkğfö Kız ranmalıdır. Ekrem dır.

buyurmuştur. çocuğu

Zirâ

(S.A.V.)

Zirâ

ben

olursa,

evlâdın Kadınuı Allahü

daha

çok

hayırlısı

onlara

olmaktır.

bereketlisi

taâlâdan

sevinip,

kız

kız

ağırlığı

iyi

Nitekim

doğurmakla

ve

zahmeti

dav­ Habib-i

başlıyanı*

olmıyan

ev-

lâd istedim, bana kız çocukları verdi.» diye buyurmuştur. 3 —- Çocuğuna güzel isim vermelidir. ' » 4



olarak

Yedinci

oğlan

mezhebine

için

gününde

iki

göre)

veya

koyun,

kız

kemiklerini:

daha için

sonra

bir

kırmadan

akika

koyun

kurbanı

kesip,

taksim

(şâfi’)

etmeli

yahut

pişirip yedirmelidir. ;

5



Yedinci

günden

on

yaşma

kadar

olan

zaman

içüıde

oğlunu sünnet ettirmelidir. 6

Oğlu,

yahut

kızı

altı

yaşma

gelince,

onlara

Kur’an,

farz ve dinin edeblerini öğretmeye başlamalıdır. 7 san’at



Oğluna

yazı

öğretmelidir.,

liiyyettir»

diye

Zira

yazmak,

Ok

hadis-i;

buyurulniuştur.

atmak,

şerif

de:

İlme

yüzmek San’at

rağbet

ve

kolay

fakirlikten

ederse,

ona

bir em-

hidâyet

olur. 8—Oğluna iyi lakab takmalıdır. 9

— Kızına yeniek' pişirmek, dikiş dikmek gibi işler öğret­

melidir. 10



Bütün

çocuklânni

’süsleme,

giydirme,

yedirme

ve

hediye vermede bir tutmalıdır. .. 11



Turfanda

meyveyi

önce

kız

çocuğuna

vermelidir.

Zirâ onların yürekleri daha ince ve zayıftır. 12

Çocuklarını,

şefkatle

öpmeli,

kucağına al­

acıyarak

malıdır. 13 — Çocuklarma çok merhametli davranmalıdır. 14 -t* Onlarla oynayıp güler yüzle konuşmalıdır. 15 beddua



Onlara

fakirliğin

lara zarar verir. ' *16 SR On np,

başka

beddua

etmeyip

sebeblerindendir. yaşma

yataklarda

gelen

hayır

çocuklarım,

yatırmalıdır,

dua

Bazan

erkek

odalarım

kü onlan beraber yatırmak, fitneye sebeb olmaktır.

703

etmelidir.

kabul

olur ve

kız

Çünkü

ve diye

ayırmalıdır.

on­ ayı Çün­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKr HAZRETLERİ

17 — Onbeş yaşma gelen çocuklarını, rızaları ile evlendirmelidir. 18 — Çocuğunun yapamıyacağı işi ve hizmeti, ona emr etmemelidir. Böylece âsi olmalarına yardımcı olmazsın. 19 — Yanında olan çocuklarına kendi yediğinden, yedir­ meli, giydiğinden giydirmelidir. 20 — Hiç kimsenin evlâdı için kötü düşünmemeli ki, onun zararı kendi çocuğuna dönmesin.

KISIM: 11

Efendinin köle ve câriyeleri ile sohbetinin edeb ve şartlarn

Ey azizi Efendinin köle ve câriyeleri ile sohbetinin edeb ve şartlan onyedidir: 1



Efendi

o

esirleri

satın

alınca,

onlara

etmelidir. 2 — Onlara en önce tatlı yedirmelidir. 3 — Kendi yemeğinden yedirip, kendi

bereketle dua

elbisesinden

giy­

dirmelidir. 4.— Onlara evlâdı gibi Kur'ânı, farzları dini akideleri öğ­ retmelidir. 5

— Bir gün bir gecede yetmiş defa kusur etseler yine de

afv etmelidir. 7

— Yetmişbirinci kusuru işlediklerinde, dil ile azarlayıp,

yetmişikincide terbiye için eliyle vurmalıdır. 7 — Onlan öfkeli iken dövmemelidir. 8 —• On tokattan çok vurmamalıdır. 9 — Onları terbiye için dövünce

yüzlerine

ve

tehlikeli

yerlerine vurmamalıdır. 10 — Köle ve câriyesinin, kendi hizmetinde olan kusurla­ rım, kendinin Mevlâsı hizmetinde olan kusurlanndan görmeli­ dir. Nitekim

evliyâdan

kölem, sen bana

birinin

kölesi

kendisine

çok benzersin* demiş.

764

âsi

olunca,

«ey

MARİFETNAME 1 — Onlann terbiye kabul etmiyenleri satmalı veya ev­ lendirip çırak etmelidir. 12 — Onları kendisiyle bir sofrada bevaber oturtup yedir melidir. 13 — Onlar ayakda durup hizmet ediyorlarsa, yenen ye­ mekten onlara birer lokma vermektir. 14 — Onlan bir zaman hizmetinde kullandıktan sonra âzâd etmelidir ki, Hak taâlâ da Cehennemden kendisini âzâd eylesin. 15 — Âzad ettikten sonra onlan çalıştırmamaktır. Çünkü bu onlara eziyettir. 16 — Kendi binmiş olduğu hayvana, kölesini redif etmek­

tir. 17 — Kölesiyle nöbetleşe hayvana binmektir. binip, kölesini ardınca yürütmek kibirdir.

Kendi atma

Nitekim Hazret-i Ömer (R.A.), Şâm'a giderken, bir kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ite nöbetleşe deveye binerdi. Bazan kendisi bir fersah yürür devenin yulannı çekerdi.. Şam’a yak­ laştıklarında binme sırası kölede idi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. O büyük zat (RA.) ayakkabılarını sol koltuğunun altına aldı, deveyi çekip o suyu geçti. Bir de ne görsün, Şam emiri olan Ubeyde bin Cerrâh onu karşılamak için nehrin kenânna gelmişti. Ubeyde (B.A.) onu o halde görünce «ey emirül müminin Şamın ileri gelenleri sizi karşılamaya gelirler. Seni bu halde görseler, beğenmeyip başka ma’nâ verirler» de­ yince, Hazret-i Ömer (R.A.) şöyle dedi: «Hak taâlâ bizi İslâm dini Ue aziz eylemiştir. Biz Onun sızâsmı aranz. İnsanların sö­ zü bizi bağlamaz. Ne derlerse desinler»

Hazreti Osman (R.A.) da bir kölesinin kulağını büküp in­ citince pişman olmuş, kendi kulağını çektirip onu âzâd etmiş­ tir. O halde herkesin bu edeb ve şartlara uyması, köle ve câriyelerine, kendi evlâdı gibi merhamet ve şefkat etmesi lâzım­ dır. Köle ve câriyelerin efendileri ile sohbetlerinin edeb ve şartlan, aynen yukanda anlatıldığı şekilde çocuğun ana ve 765

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

sohbetinin edeb ve şartları gibidir ki: Efendisin­ kölenin geri dönüp tevbe etmedikçe namazı kabul

babasına olan den kaçan olmaz.

KISIM: 12 Akrabanın akraba ile sohbetinin edeb ve şartları: Ey Aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir: Kişinin akrabasıyla sohbetinin edeb ve erkânı yedidir: 1

— Kişi akrabasını arada bir ziyaret edip, onlarla tatlı ko­

nuşmalıdır.

aşın arada miştir. bir,

Nitekim

Habib-i

(S.A.V.):

Ekrem

«Ey

Ebû

Zer,

gün

ziyâretime gel! Çünkü bu, muhabbeti arttmr» buyurmuşbir ziyâret edenin muhabbetinin fazla olduğunu bildir­ O

halde

yahut

ziyâret

akrabaya

yılda

yerine

mümkün

bir

kere

onlara

birer

işe,

ziyârete hediye

haftada

gitmelidir.

veya

bir

veya

Mümkün

mektub

yahut

ayda

değilse,

birer

se­

ve

da­

lâm göndermelidir. 2



Kendi

yanışmada

tek

âşiretiyle

birsel

kendi

ihtiyâcından

rahat

kılmalıdır.

sevinmelidir. lerinde yüzle

Baş

birbirini

gibi

bir

ve

şey

sağlığı

karşüamalıdır.

ve

yardımlaşma

Demek

yüklemeyip,

Onların ziyaret

akrabasıyla

olmalıdır.

kendi

üzüntülerine göz

beraber

insan

Onlar

akabasına

işlerinden

üzülmeli,

aydınlığına

etmelidirler.

Gidince,

ki,

onları*

neş’elerine

gidip,

bayram

gün­

gelince

kalkıp

güzel

kalkıp

kapıya

kadar

ge­

etmeyip

ye­

çirmelidir. 3



Akrabasının

rine

getirmelidir.

la-ı

rahmi

ralım

yapanı

kendine

Zirâ

kesmektir. vasi

düşen

onları

red

Nitekim

eder,

keseni

ihtiyâcını

etmek,

denilmiştir kat’

red

işlerini

eder.»

ki: O

görmemek

«Hak halde

taâlâ sılacı

sı-

sıla-ı rahm,

bir selâmla da olsa vâcib olmuştur.

4 — Babasından sonra amcasını, büyük kardeşini ve da­ yısını saymalı, onları itaat ve hizmette babası yerinde tutma­ lıdır. Onlar da, ona şefkat ve merhamette evlâdı gibi muamele etmelidir. 5



Annesinden

sonra

halasını

ve

teyzesini

annesi

yerim­

de tutmalıdır. Onlar da ona izzet ve şefkat etmelidirler. 6



Kişi

akrabası

esir

düştüğünde,

lidir.

766

satın

alıp

âzâd

etme­

MARİFETNAME 7

— Akrabanın her eziyyetine katlanıp acı sözlerine kız­

mayıp

unutmalıdır.

siyyetlerini

Hastalarını

tutmalıdır.

görüp,

Akrabanın

cenâzelerine

çocuklarına

dahi

varıp, iyi

va-

davran­

malıdır.

KISIM: 13 Kişinin komşusu ile sohbetinini edeb ve erkânı: Ey Aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir. .Komşunun komşu île sohbetinin edeb ve erkâm kırktır: 1

— Kişinin kendi evine bitişik olan ve kendi kapısı kar­

şısında

bulunup

vanncaya

kapılan

kadar,

görünen

zimmi

de

evlerde

olsa,

oturanlarla

komşulanna

kırk

iyilik

eve

yapmalı,

onlara akrâbası gibi ikram etmelidir. 2

Komşunun kansma hiyânet etmeyip, ırzlannı koru-

4 M Yakın komşusu aç iken, kendi tok yatmamalıdır. 5

Komşusunu

eliyle

yahut

diliyle

incitmekten

sakın­

malıdır. 6 — Onlann evine izinsfeı bakmamaktır. -

7

Zimml

de

olssa,

az

veya

çok

komşusuna

hediyye

ver­

anaya

hür­

melidir. malıdır.

Çünkü

hadis-i

şerifde:

«Komşuya

hürmet,

met gibidir» buyurulmuştur. 3 —^îKoînşunun hizmetçisine çok bakmamaktır. 8

^4

İyi

bir

göndermektir. 9 *r*. Satın

yemek aldığı

pişirdiği

meyveden

zaman, gördüğü

yakın

komşusuna

komşusuna

hediye

etmelidir. 10 V- Komşusu borç isterse, borç vermelidir. 11



Komşusu

muhtaç

ise,

işlerini

ve

ihtiyâçlarını

gör­

melidir. 12 gjgj Komşusunu bayramlarda ziyâret etmelidir. 13 — Komşusunun duvanna abdest bozmamalıdır. 14 — Komşusunun köpeklerini taşlamamalıdır. 15 — Komşunun hayvanlarını dövmemelidir.

10

—- Komşunun evlâdını kendi evlâdma dövdürüp söv-

dürmemelidir.

767

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKİ HAZRETLERİ 17 — Komşusundan izinsiz kendi binasını onun binasın­ dan yüksek ve üzerine gelir şekilde yaptırmamalıdır. 18 — Komşusunu, kendi duvarına ağaç kakmaktan, tah­ ta çakmaktan men etmemelidir. İd — Komşusuna, kiremit oluklarının suyu, kar ve toprak birikintisi ile sıkıntı vermemelidir, 20 — Komşunun sırlarını ve ayıblanm sormamalı, araştırmamalıdır. 21 — Komşunun işlerini ve hallerini . başkalanna söylememelidir. 22 — Komşusuna yolda rastladığında önce kendisi selâm vermelidir. 23 — Komşusuyla sözü kendisi uzatmayıp öz konuşmalı­ dır. 24



Komşusundan

su,

tuz

ve

ateş

gibi

ev

ihtiyaçlarım

esirgemeyip vermelidir. 25 — Komşusunun hediyesini az da olsa kabul edip çok görmektir. 26 — Komşusunun ayıbını örtmektir. 27 Komşusunu iyi idâre etmelidir. 27 — Evim komşusunun İzm ile başkasına satmalıdır. 28 — Komşusu bir yerden gelince, ziyâretine gitmelidir. 29 — Komşusunu sevindiren bir olayda göz aydına gitme­

lidir. 30 — Komşusu üzgün olunca, gidip başsağlığı dilemelidir. 31 — Komşusu kendisini da’vet edince gitmelidir. 32 jjşşp Komşusu bir şey isteyince, severek vermelidir. 33 — Komşu kusur edince, af ile muamele etmelidir. 34 — Komşusu hasta olunca, varıp görmelidir. 35 — Komsusu vefât edince, cenâzelerinde bulunmalıdır. 36 — Komşusunun yetim çocuklarını sevmeli ve okşa ma­

lıdır. 37 — Komşusuna rastlayınca, güler yüzle, tatlı sözle ko­ nuşmalıdır. 38 — Komşusu nasıl, muameleden hoşlanıyorsa, ona göre davranmalıdır. 39 — Diğer insanlardan katlanmadığı eziyetlere, komşu*

sundan katlanmalıdır. 768

jfcyjS*

»npn>

MARlfLTKAME 40 — Kendisine musallat olan komşusuna iyi davranıp sabır göstermeli, sert söz söyleyenlere yumuşak söz söylemeli­ dir. KONU: 4 Arkadaşlarla,

bilgili

dostlar

ve

cahil

insanlarla

sohbetin

âdâb ve erkânı, halkla temasta, onlann görenek ve gelenekle­ rine, mavesimlerine uymanın lüzumu, âlimlerle büyük zatların dış işlerdeki tutumları ve bütün bunlarda insana kolaylıklar sağlıyan Allah’ın birliğini anmayı 6 kısımda bildirir. KISIM: 1 İyi arkadaşlarla sohbetinin, âdâb veerkânını bildirir.

samimi

arkadaş

edinmenin

Ey aziz, Edeb ehli diyorlar ki: Bir insanın akraba hizmetçi ta toplanır:

hocaları, öğrencileri, ve komşuları dışında

anne, baba, kardeşleri; diğer insanlar üç grup­

l Dıhvan-ı safa (samimi arkadaşlar, dostlar), 2) Maarif-i Pür cefa (güçlükleri çok' bilenler) 3) Mecahil-i bi vefa (yefaşız cahiller.) Onun

için

birisiyle

dostluk

kurarken

iki

etmek gerekir. Evvela karşıki şahısta doğruluk ra arkadaşlık bağını kuracaksın. Doğruluğuna larınla sakın arkadaş olma. Nitekim Peygamber (S.A.V.): arkadaş (dost) olur» buyurmuştur.

«Kişi

şeye

çok

dikkat

gördükten son­ emin olmadık­

kendine

benziyenlerle

Eğer son konuşmada, öğrenmede ortağın, din ve dünya iş­ lerinde arkadaşın olması için şefkatli bir dost edinmek istersen onda şu beş meziyeti ara, eğer bunlar varsa dost edin. Bunlar da-. 1 _ Akıllı olmak: Çünkü ahmak dosttan hayır gelmez. Sana faydalı olmak için bir iş yapayım derken, zarar verir.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

S -- Güzel huylu olmak: Kötü huylu kimseler vefâsız olurlar, öfkesini, şehvetini yenemiyen kimse kötü huyludur. Öyle bir kimseyi dost edin ki, sen ona hizmet ettiğin zaman o seni korusun. Sen onunla konuşup görüştüğün zaman o sana tatlı söylesin. Senden bir iyilik görünce onun değerini bilsin ve bir hata görünce onu örtsün. 3 — Salahtır: Yani, hata ve kusurlarını bilip düzeltmek. Büyük günah işleyen ve işlemekte ısrar eden fâsıklarla dost olma. Allah’tan korkan kimse, kötülük işlemekte ısrar etmez ve kötülük işlemez. Halbuki Hak Taâlâ’dan kormayan kimse­ nin şerrinden emin olunmaz. Çünkü böyle kimseler her an de­ ğişmektedir. 4 — Kanaattir: Yani, verilene razı olmak. Dünyaya dört eli*} sanlan haris kimselere yakın olma. Çünkü onların dostlukları menfaate bağlıdır ve geçicidir. Haris ile sohbet, öl­ dürücü bir zehirdir. Çünkü tabiatı, huyu bukelemun gibi de­ ğişkendir. Belki türlü huylara bürünmekte ustadır. Fakat şu bir gerçektir ki haris kimselerle sohbet eden kalkıp oturan da onun gibi haris olur. Temiz insanlarla kalkıp oturan kimse ra* hatı bulur, endişesi olmaz. 5 — Doğruluktun Yalancıyla dost olma. Çünkü o baştan aşağı uğursuzdur. Sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Ya­ lanlarıyla seni kandırır, doğruluktan saptırır. Eğer bu beş meziyete sahip bir kimse bulamazsan o zaman, şu iki esasa göre davranman gerekir. a — Ya insanlarla meziyetleri kadar konuşur, kalkıp otu­ rursun b — Veya insanlardan ilgini keser, bir köşeye çekilir, se: lâmeti bulursun. Çünkü kardeşler üç türlü olur: Biri âhiret kardeşidir. On­ da yalnız dinle ilgili olanJan ararsın. İkincisi dünya kardeşidir. Bunda da yalnız güzel huy ararsın. Üçüncüsü de alışma kar­ deşidir ki, bunun şerrinden kurtulma çarelerini ararsın. Bu öyle bir kimsedir ki, onda ne menfaat bulunur, ne de onunla vakit geçirilebilir. Ondan kurtuluncaya kadar onunla güzellik­ le geçinmeye bakılır. Ancak bu gibi kimselerden insan, ibret 770

MARİFETNAME dersleri

alır.

kinmek. larında

Onda

Nitekim görüp

görülen

kötülüklerden

Peygamber

tiksindikleri

(S.A.V.)

şeylerden

çirkinliklerden

«Eğer

insanlar,

sakınsalar,

edebi

çe­ başka­

eri

ke­

mali bulur, terbiye ediciye lüzum kalmaz» buyurmuştur. Tanışan lı

iki

görüşme,

hukukunun Nitekim rini

yerine

disine

ve

biri

eğri

hukuku, sonra

ince

«İki

,

diğeri

düzünü

birlikte düz

iki

bir

ağaçlığa O

bulup

kesse

muhabbet

ve

şefkatli,

idin

düzgün

kadirbilirlik

mürüvetli

ve

olanını

sayılırdı.

alçak

bana

gönüllü

Resu-

ve

erik

Eğrisini

zaman

ken­

arkadaşı

hikmeti nedir?» Eğer misvakları

iki

olan,

gün

vermeniz

Çünkü

birbirle­

girer

keser.

«bu düz misvak size yakışır, bana vermenizin deyince, Peygamber efendimiz şu cevabı verir: sen

vardır.

gibidir,

Nitekim

verir.

devam­ Dostluk

erkânı

el

misvak

arkadaşına

ve

iki

bir

ancak

kurulur.

âdâb

dost

buyurmuştur.

sahâbleriyle

bırakır,

dostluk

anlaşmadan

(S.A.V.)

temizlerler.»

efendimiz

ağacından

arasındaki

getirilmesinin

Peygamber

yıkar,

lullah

kişi

konuşma

mürüvvet

arkadaştan

Allah’ın

yanında

en di­

ğerinden azizdir.» Dost

ve

kardeş

olan

iki

kişinin

sohbet

görüşme

ve

birbir­

lerine karşı muamelelerinin âdâb ve erkânı: «Mal

ve

mümkün mektir.»

mülkünü

değilse

«Dostunun yardımına mektir.» 3

dostuna

fazla

dar

koşmak,

bağışlayıp

malıyla

zamanlarında eliyle

veya

rızasını

dostunun

ve

diliyle

ihtiyaç bu

almaktır.

ihtiyaçlarını

anlarında

görevini

yerine

Bu

gider­

hemen getir­

Dostuiı’un sırrını, herkesten gizlemektir,

4 — Dostunun ayıplarını ve kusurlarını örtmektir. 5

-ri

Halkın

sinden saklamaktır. 6 — Halkın

kınamasından övmesinden

dostunu dostunu

üzecek

sözleri

sevindirecek

kendi­ sözleri

kendisine söylemektir. | Dostun öfkesine karşı gelmemektir, 8

— Dostun sözlerine müdahale etmemek ve itirazda bu­

lunmamaktır.

771

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ 9

— Dostunun hoşuna giden adıyla kendisini çağırmak­

tır. 10 — Dostuna gerektiği taktirde lunmaktır.

güzellikle nasihatte

11 — Dostun iyiliği için güven arttırıcı sözler söylemektir. 12 — Dostunun yokluğundaki konuşmada kendisini

bu­ koru­

maktır. 13



Dostunun

kusurlarına,

eziyetlerine

bağışlamaktır. 14 — Dostunun sağlığında sonra ona dua etmektir.

göz

yummak

ve

ve ölümünde her namazdan

15 — Dostunun acılarına, üzüntülerine ortak olmaktır. 16 — Dostunun sevinçlerine ortak olmaktır.

li

17 - - Dostunun varlık ve yokluğunda beraber olmak, giz­ veya aşikar ona iyilik yapmaktır.

18 — Dostunun huzurunu finde bulunmamaktır.

bozacak her hangi bir iş tekli­

19 — Dostunun önünde kalkmalı ve güler yüzle selâm ver­

melidir. 20



Toplantılarda,

dostuna

yer

açmalı veya

dostunun

ve

çocuklarının

kendi

yerini

vermelidir. 2î — malıdır. 2 lıdır.

Gördüğünde

halini

sor­

- Dostunun sözlerini tasdik edecek şekilde konuşma­

23 — Dostunun kalkışında onu kapıya kadar yolcu etme­ lidir. Hülâsa kişi kendisine yapılmasını sevdiği ve istediği mua­ meleyi dostuna yapmalı ki, sadakatini göstersin. Çünkü canına istediğini, dostuna istemiyenin dostluğunda hayır yoktur. 24 — Dostunun ölümünden sonra ailesiyle, çocuklarıyla ve sevdiği akrabalarıyla ilgisini kesmeyip görüşmek, vefalı ol­ manın gereklerindendir.

Gelir zevk-u

safâ

dostun

bana cevr-u cefasından

(

Muhibb-ı sâdıkı yektir, kişinin akrabasından.

772

MARİFETNAME

KISIM: 2 Münevver insanlarla sohbetin, görüşmenin âdâb ve erkânım bildirir.

kalkıp

oturma,

konuşup

Ey aziz, Edeb ehli diyorlar ki: Münevver faydın) insanlardan sakın ki, onların şerrinden korunasın. Özellikle kötülüğü yüze karşı dost görünen münev­ verden görürsün. Amfna dostun sana yardım eder. Yabancı da sana saldırır ve kendi işine gider. Fakat kötülüğün hepsi o münevverden gelir ki, diliyle sana dost görünür, içinden sana düşmanlık besler. Oııun için gücün yettiği kadar münevver insanlardan uzak ol ki, kötülüklerinden selâmete eresin. Fa­ kat münevverle bir okul bir cami, bir çarşı, bir mahalle veya hir şehir ve kasabada rastlarsan sakın onların hiç birini kü­ çük görme ki, kendini onların düşman ateşine atmıyasm. ',

Dünyalıklarından

dolayı

onlan

büyük

görme,

durumla-

riılît gözünde büyütme ki, Allah ile insanlar yanında küçülmiyesin, Çünkü dünya bütün varlığıyla Allah’ın yanında hakir­ dir, bir hiçtir. Dünya halkının varlığını gözünde büyütürsen bil iki Allah’ın yanında değerin! olmaz. Sonra dünya ehlinin ellerinde ma

olan

dünya

varlığına

nail

olmak

için,

kapüarını

çal­

ve onlar için dinini harcama. Çünkü onlara bu şekilde yal-

takUı-mardar onların mahrum olmuşlardır. Eğer onlar şekilde karşılık

gözünde

alçaldıkları

sana düşmanlık verme. Çünkü

gibi

mallarından

da

yaparlarsa, sen onlara aynı onların yaptıklarına sabrede-

mezsen o zaman dinin zayıflar ve onlardan çektiklerin uzar gider. Eğer onlar, sana ikramda bulunur, yüzüne karşı seni över, sevgi gösterirlerse onlara inanma ve güvenme. Zira bun­ ların binde birinde vefâ ve doğruluk bulamazsın. Onların sa­ na rahatlık verecek ve arkanda seni çekiştirmiyeceklerini zan­ netme. Böyle yaptıklarını duyarsan da hayret etme, kızıp acı söyleme. Çünkü insâf ile kendi kendini incelersen, senin de o ruh hali içinde bulunduğunu göreceksin. Hatta dost ve yakın­ ların ana baba ve hocalarm hakkında gizli veya açık aynı şe­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

kilde davranamazsın. Çünkü onlar için arkalarında söyledik­ lerini yüzlerine karşı katiyyen söyliyemezsin. Münevver insanların mal, mevki ve yardımlarından ümi­ dini kes ve bunlara tama’ etme. Bunlara haris olanların her zaman alçaldıklarını ve mallarının ellerinden gittiğini unutma. Onlardan bir şey istediğin zaman verirlerse dua ve teşekkür et. Vermezlerse kınama, şikayette bulunma ki, kin ve düşmanlık, ruhuna sinmesin ve kusur işleyip özür dilemiyesin. Belki onlar*n o kusurlarında senin bilemediğini özürlerini bulursun. Onların hiç birine nasihatta bulunma, sormadıkları hik metleri söyleme. Yoksa sana düşman kesilirler. Eğer onlar bir meselede, bir işte hata eder ve. bu hatalarını başkalarından işitip öğrenirlerse sakın onlara bu hususta bir şey öğretme. Çünkü onlar, senden hem ilim öğrenir, hem de sana düşman olurlar. Ancak hataları, dine aykın ise, o zaman onlara güzel­ likle doğruyu söylemen gerekir Eğer onlardan bir iyilik, bir ihsan görürsen, Cenab-ı Hak' ka şükret ki, seni onlara sevdirmiştir. Eğer onlardan bir kö­ tülük, bir zarar görürsen, bunu da Allah’tan bil ve onları Al­ lah’a havale et. Onları «ben falan oğlu falanım, âlim bir in­ sanım, niçin kadrimi bilmediniz, bana saygı göstermediniz» diye azarlama. Çünkü bu sözler, nefsin öğünmesidir, kibrin alâmetidir. Öğünmek ve kibirlenmek ise, ancak ahmaklık ve düşüklüktür. Şunu bil ki, geçmişteki bir günahından dolayı Cenab-ı Hak, onları sana musallat etmiştir. Onlann doğru söz­ lerini dinle, yanlışlarına kulak verme, duymamazlıktan gel. İyiliklerini söyle, kötülüklerine göz yum, kimseye söyleme. îşi gücü yalan ve kavga olanlarla kalkıp oturma. Çünkü onlar seni kıskanır, arkandan çekiştirip dedikodunu yaparlar. Hata ve kusurlarım büyütür ve saklar, fakat sana kızdıkları veya tartışmaya giriştikleri anda birer birer sayıp dökerler. Onlar senin ne bir kusurunu gizler, ne de bir hatanı affeder­ ler. Eğer f.enden razı gibi görünürlerse bil ki bu, onların dal­ kavukluğudur. Aslında içleri sana kinle doludur, görünüşleri sahtedir. Bu onların huylandır. Bu sebepten onlarla görüşüp konuşmak zarar, kalkıp oturmak pişmanlık vericidir. Bunlar 774

MARİFETNAME dost

görünen

münevverlerdir

ki,

düşman

görünenlerin

hareket

ve davranışları bunlannkine göre daha az zarar vericidir.

KISIM: 3 Cahil nin

insanlarla

gelenek

ve

sohbet

etmenin

görenekleriyle

ve

çeşitli

halk

merasimlerine

kesimleri­

kanşmanm

âdâb

ve erkânı:

Ey aziz, Edeb ehli diyorlar ki: Cahil

insanların

toplantılarında

riayet

edilecek

esaslar

sözleri

duymay­

beştir: , f

'1 — Onların sözlerini önemsememek, 2 — Yersiz Ve manasız sözlerine kulak vermemek, 3

Kendi

aralarında

konuştukları

bayağı

mazlıktan gelmek. 4 — Onlarla görüşıhekten çekinmek ve zaruret halinde toplantılarında bulunurken de çok oturmamak. 5—

Onlara

muhtaç

olmamaya

ve

kendilerinden

bir

şey

istememeye dikkat etmektir. Onların kurtuluncaya fiyle

toplantılarına

girip

dek

konuşmamalı.

onlardan

bir

şey

kurtulsun.

Bil

de

ki,

tuzaklarına

cahil



ki

halkın

düşen namus

âdetleri,

kimse, ve

şere­

merasim­

leri pek çoktur. Onlara karıştığın takdirde bunlara riayet et­ mek zorundasın. Dost veya düşman, ne olursa olsun çekinme­ den,

onların

yüklere

yaşdaşlanna vilesin, fazla çok

isteklerine

saygı

yumuşak

rahat

iltifat

gösterip ve

gösterip

bakmaktan

göre

hareket

hizmet, ve

güzellikle

bulasın.

yüz

olmaktan

göz Fazla

oturup

Kendinden

şefkat

muamele

selâmet

sakın.

etmelisin.

küçüklere

ve

etmelisin

Toplantılardaki ve onlan

onların

bü­

merhamet, ki,

se­

insanlara

hizmetlilerine

usandırmadan

top­

lantıyı bir an evvel terket. Toplantı içinde sakal ve yüzüğünle

başım oynama,

kaşıma, dişlerini

parmaklarını karıştırma ve

zer hareketleri yapmaktan kaçın. Burnunu kanştırmak, tü-

77â

çıtırdatma, buna ben­

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

kürüp sümkürmekten sakın. Gerinme ve başkasının yüzüne esneme. Toplantıda olduğun sürece dalma edebil olmalı, dü­ şünceli konuşmalısın. Seninle konuşanın güzel sözlerine lüzu­ mundan fazla sevgi ve şaşkınlık göstermeyip onlardan yarar­ lanmaya çalış. Çirkin ve gülünecek konuşma ve hareketleri susmakla geçir. Şiirlerini anılarını, sözlerini ve nefsini İslah İçin yaptığın hal ve hareketleri başkasına anlatıp kendini met­ hetme. Süslenmede ve süs araçlarını kullanmada bayağılığa kaçma. Her zaman sade ve tabii ol. Yalvararak kimseye iş yap­ tırma. Bir iş için kimseye fazla ısrar etme ki, o sana ağırlık ve üzüntü konusu olmasın. Hâkimi koruma, zâlime yardımcı ol­ ma. Çünkü ikisinden de fitne ve belâ gelir. Devlet büyüklerine yakın olma. Çünkü ateşleri yakıcıdır. Sağlığın, varlığın halin­ de sana dost olandan sakın. Çünkü onlar defterinin başında­ dır. Malını, namusundan üstün tutma. Düşmanlık yapanlara çabuk öfkelenme. Öfken geçmedikçe konuşma. Malını, para­ nın miktarım eşine ve çocuklarına tam bildirme. Çünkü az gö­ rürlerse kadrin yanlarında az olur, çok görürlerse gönüllerini almak senin için zor olur. Sana hizmet edenlerle şakalaşıp gülüşme, kimse ile alay etme güldürücü şakalar yapma. Çünkü bunlar, insanı düşürür, yüzsüz eder, kalb kırarlar. Neticede de dövüş ve düşmanlık olur. Eğer bir kimse seninle alay ederse, sakın sen cevap verme, uzaklaş git. Eğer bir kimse sana zulüm ederse, onunla yumuşak konuş ve onu Allah’a havale et. Allah’m yaratığı olan bir kimseye ve hiç bir şeye lânet okuma. Hiç kimse için Allah’a ortak koşma ve nifak ile şehadet etme. Çünkü tüm gizlilikleri bilen yalnızca Cenab-ı Allah’ dır. Onun için Allah ile kullan araşma girme. Dilini gıybetten koru. Çünkü bir gıybet, otuz defa zinadan daha kötü ve ha­ ramdır. Hiç kimseye bir şey va’detme. Vereceğin şeyi söz ver­ meden ver. Eğer mecbur kalır da söz verirsen, mutlaka yerine getir. Çünkü sözden dönüş, münafıkların işidir. Sakın yalan söyleme. Çünkü yalan, kötülüklerin kaynağıdır, her din­ de haramdır. Yalancı, halkın tiksindiği, Allah’ın kapısından kovduğu bir kimsedir. Sakm konuşurken insanlarla tartışma. Çünkü sonunda hata, bilgisizlik ve utangaçlık olabilir. Bunda kendini bilgili ve zeki gösterip öğünmek de vardır. Halbuki Ce776

MARİFETNAME nab-ı Allah Kur'an’ı kerîm’de «nefsinizi methetmeyiniz» bu­ yurarak insanın kendisini methetmesini yasaklamıştır. Öyley­ se dilini, nefsini öğmeğe alıştırma. Çünkü kendini beğenenin değeri düşük olur. Allah’m ve insanların yanında derecesi ek­ sik olur. Allah’ın adıyla çok yemin etme ve Allah'ın adından başka bir şeyle yemin etmekten sakm. Kimseyi yüzüne karşı methetme. Konuşurken yavaş konuş, faydalı ve öz konuş. Sözü uzatma ki dinliyene bıkkınlık vermesin. Birisi yanında aksırdı­ ğı zaman, güler yüzle «Allah’ın rahmeti üzerinde olsun» de­ melisin. Sen aksırdığın zaman, başını eğ, elini yüzünün üzeri­ ne koy, yavaş aksır. Fazla ses çıkararak aksırmak edebe aykı­ rıdır. Çok şaka yapma ve kahkaha ile gülme. Birkaç kelime faz­ la söyliyerek insanların arasmı bul. Kimsenin ayıbını araştır­ ma ve eğer şayet öğrenirsen de gizle. Hiç kimsenin yüzüne ayı­ bını vurma ki, o ayıb şenini başına gelmesin ve ona tutulmıyâsm. Bütün insanlara iyilik yap ki, iyilik göresin hayatından razı olasın. BEYT: Zamanımızı ayıplıyorsun ayıp bizdedir. Eğer zamanımız ayıplı ise bu hepimizdedir . Hiç kurd, kurdun etini yer mi? Fakat bazımız bazımızı açütça yiyoruz. KISIM: 4 Muhterem

âlimlerin

ve

ulu

fakihlerin

dış

işlerindeki

hare­

ket tarzları ve halkla kalkıp oturuşları esnasındaki adetleri: Ey aziz! Bil ki; îmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri, İmam Ebu Yusuf hazretlerinin akıl ve kemâlini, güzel huylarım, temiz konuş­ masını ve halkın ona verdiği değerle başlanışlarını görünce, ona

önemli

dış

işleriyle

üstün

adetleri

öğretmiş

ve

vasiyet

bu­

yurmuştur ki; ya Yusuf, vilâyet amirine (valiye) itaat et ve elinden geldiği kadar onu ağırla. Hâkimlerin yanma şanlarını yücelterek git. Sakın onların huzurunda yalan söyleme. Seni,

777

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

ilmi bir damşnm için çağırmadıklarca yanlarına gitme. Sık sık ziyarete gidip de itibar ve değerini düşürme. Onların ziyaretine gittiğin zaman da hemen işini görür uzaklaşırsın. Çünkü on­ lar kendilerinden başkasını düşünmezler. Sakın, hâkimin hu­ zurunda ilmi meselelerden çok bahsetme ki, onun yanında utanç duruma düşmiyesin ve tanıdıklarının karşısısmda bilgi­ siz görünmiyesin. Çünkü o senin sözlerini alıp bildiklerini söy­ ler, kendini daha bilgili gösterip seni küçük düşürür. Hâkimin huzurunda hem kendi ve hem de başkalarının değerini bil ki, ne başkalarından zarar göresin, ne de Hâkimin gözünden dü­ şesin. Hâkimin yanında tanımadığın âlim varsa girme. Çünkü eğer sen ondan üstün isen oturduğu yerden daha yükseğe otur­ makla zararını görebilirsin. Eğer o senden daha üstün seviye­ de ise, o zaman sen ondan aşağıya oturduğunda Hâkimin gö­ zünde küçülebilirsin. Hâkim, kendi işlerinden sana bir vazife teklif ederse şenini bilgine ve fikrine razı olduğunu bilmedikçe o vazifeyi kabul etme ki, hükümette başkasının fikrini kabul etmeye mecbur kalmıyasm. Eğer hâkimin yakını olursan, onun bütün tanıdıklarından uzaklaş ki, onun yanında değerin düş­ mesin. Sakın halka ve tüccara sorduklarından fazlaşma cevap verme. Onların anlayabildikleri kadannı söyle çünkü senin mal tutkunu olduğunu sanabilir ve şüphelenip de rüşvet alan veya alanlara aracılık yapan damgasını vurabilirler. Bayağı insanlarla gülüşme, hatta tebessüm dahi etme. Pa­ zar için çarşıya çok gidip gelme. Orta yaşlılarla konuşup fitne ve fesada dalma. Fakat çocuklarla, öksüzlerle konuş. Onları şefkatle öp, başlarını sıvazla. Cahil ihtiyarlarla yol arkadaşlığı yapma. Çünkü onlardan önce yürürsen ihtiyarlığı, onları önde yürütüp sen arkada kalırsan ilmi küçültmüş olursun. Çünkü Peygamber (S.A.V.): «Küçüklere şefkat, büyüklere saygı göstermiyen bizden değildir» buyurmuştur. Halkın gelip geçtiği yol üzerinde oturma. Mecbur kalırsan cami avlularından başka bir yerde oturma. Mescidlerde, çarşı­ da ekmek yeme. Su satanlardan, musluklardan su içme. Dük­ kânlarda oturmak için çarşıya gitmd. Kibir ve gurur denizine batmamak için ipekli elbiseler giyinme. Eşine yatakta, hizmet­ çilerin işlerinden ve yabancı kadınlardan bir şey konuşma. 778

MARİFETNAME

Ancak

ve güler yüzle söylersin ve yanaşırsın ki, senden çok erkekleri ortaya atıp onlardan ko­

ona gereken sözleri kısaca

az bir oynaştan sonra Besmele ile yüz

bulmasın

ve

yabancı

nuşmasın. Elinden geldiğince üvey ana veya babası olan bir kadınla evlenme. Yoksa onların dilinden kurtulamazsın. Ancak akra­ baları

ile

malı

olsa

ler

ve

görüşmemek üvey

ana

kızlarının

şartıyla

ve

baba

elinde

evlenebilirsin.

onu

kendi

emanet

Çünkü

mallan

olarak

kadının

olduğunu

görürler.

Eğer

bilir­ kadın,

babasının evine hiç gitmezse kocasıyla rahat yaşarlar. Sakın iken



esir

Sakın

güveyi

olursun

kızı

veya

onun

yanında,

bütün

malını

olma ve

ve

oğlu

da

bulunan

çocuğundan çocuğu

kannın

malmı

için

evinde

oturma

başkalarına bir

üstün

ve

biriktirir.

Yoksa

yedirmiş

kadınla

evlenme.

değerli

olamazsın,

Hatta

gerekirse

hür

olursun. Çünkü senin

senin

ma­

lından çalar da bilemezsin. Sakın iki kadınla da evlenme. Eğer şaşırıp bu işi yaparsan ikisini aynı evde oturtma. Para kazan­ maya

gücün

yetmedikçe

de

evlenme.

Önce

ilim

tahsil

et,

sonra

helâl mal kazan, ondan sonra evlen ki, tahsilin zamanında para kazanmaya mecbur olup tahsili terketmek zorunda kalmıyasm.

Çünkü

dünya dip lır

ilim ve

mek

ilim

işleriyle

tahsiline onların

zorunda

meşgul

olacağından

vaktini

edemezsin.

Nihayet

çocukların

devam

kalırsın.

gençlik

helâl

kazan

kanadını,

önce

kadınla

nafakasını

bulunduğu mal

tahsilinden

ve

kolunu

kazanmak

Vücudunun

çağında ve

para

kırar,

için dinç,

kendini

ilim

sonra

evlen.

ondan

kazanmaya

sanatsız

ilim

kaybe­

tahsilini

kalbinin tahsiline Çünkü

malsız

kalkışırsan

onlan

çoğa­ terket­

huzur

içinde

ver.

Sonra

çoluk

çocuk,

geçindirmen

mümkün olmaz. Sana

bırakılan

emaneti

sahibine

verip

doğru

Bütün insanlar için iyilik iste. Halk senin kıp oturmam beğenir ve seninJe görüşmek sohbetlerine onlan lerini

git.

Toplantılarında

ağırlayarak kazanıp

ilmi

sevilesin

hem

konuşmalarda ve

böylece

kendi bulun onları

nefsini

yürü.

ve

hem

de

ki,

onların

kalp­

âhiret

yoluna

yönel­

tesin. Sakın dini emirleri, Kelâm ilmiyle cahil halka anlatma.

779

yoldan

hareketlerini .kal­ istedikleri takdirde

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ Yoksa

kelâm

ilmini

taklit

yolu

ile

öğrenmeye

kalkıp

bilgisiz

kafasıyla o denizin derinliklerine dalar, boğulur. Sana ver,

gelip

bir

mesele

için

bir

şey

ekleme

ki,

soranın

kalsan

da

sakın

başka

sebepsiz

ve

çinme

kitapsız

derdi

şefkat

ve

dini senin gün artsın. Sana kıyla

seni

korkmadan olsa ondan

ki,

saysın,

ve

kelime

ilimden

konuş

evlâdın

itiraz

bir

Hiç tan

bile

sevgiyle

istiyene aklı

ilimden

davranışınla

ilmi

çalışma

eden

konuşma

yalnız

uzak her

ve

cahil

ki,

On

kalma.

Talebelerinle

gayretleri

ve

yüz

ve çekinmeden hakkı söyle. korkma, doğruyu söyle. Senin

yıl Ge­

öğrenci,

insanlarla

onlarla

cevabını

dağılmasın.

uzaklaştırmasın.

bu

muhalefet dahi

fetva

ken­

gün

çarşı

göz

be

hal­

olmayasın.

Karşındaki Sul­ ibadetin halktan

çok olsun ki, onlar senin ibadetini kendilerinkinden az görüp de hevesleri kırılmasın, böylece inançlarında bir gevşeme ol­ masın.

Alimleri

mevki den

ve

olan

bir

şehre

rütbelerine

istekli

olurlarsa

selâmet

emin

sana

hücum

görür

ve

eder,

bulur

görüşlerini

âlimlerin

gittiğin

olmadığını

izinden

zaman,

bilir

rahat

kötülerler.

giderler.

Sen

ve

eğer onlar

edersin. Halk

sen­

Yoksa

da

de,

onlarm da

hepsi

seni

hepsinin

hakir yanında

sadece faydasız ve yerilmiş bir kişi olarak kalırsın. Eğer mü

o

için

delilleri ki

şehrin

yardım olmayan

onlar

da

insanlardan

âlimleri şeyleri

gafil

senden

onlarla

Onların

karışmasınlar.

bulunma.

bazı

meselelerin

tartışmaya

söyleme.

seninkine

da

gelip

isterlerse

girişme

çözüb

ve-onlara

delillerine

Âlimlerden

Görünüşünle

karışma

çekin,

cahil

için

oldu­

Allah

ğun gibi, içinle de Allah için ol ki Allah’ın has’ kulu olasın. Eğer şehir

hâkimi

ederse,

bu

etme.

sana teklifi

İmtihan

korkarak

iyi

salih

sana

ve

olmayan,

ilmin

için

karşılıklı

konuşma.

Çünkü

yaramıyan

yaptığını

tartışma

korku,

mevkii

teklif

bilmedikçe

kabul

toplantılarından

fikirlere

karışıklık

sakın, konuş­

maya bozukluk verir. Sakın ğını acele ne

çok

giderir. etme, cevap

gülme. Yürürken

yavaş verme.

ve

Çünkü

çok

yavaş

ve

sabırla

Çünkü

gülme, vakarla

hareket

hayvanlara

780

et.

kalbi yürü. Sana

öldürür, Hiç

bir

arkadan

arkalarından

tatlılı­ işinde seslene­

seslenir.

Bu

MARİFETNAME şekilde seslenmeyi kendine lâyık görme. Konuştuğun zaman sesini fazla yükseltme. Karşındakinin işitebileceği kadar ko­ nuş.

Kendin

için

susmayı

ve

az

hareket

etmeyi

âdet

edin

ki,

herkes senm sabırlı ve sözünde duran bir kişi olduğunu bilsin. Halkın

içinde

namazdan

Allah’ı

sonra

çokça

Kur’an

an

ki,

okumaya,

senden

zikir

öğrensinler.

yapıp

Allah’a

Her

şükret-

meye devam et. Her ayın bazı günlerinde oruç tut. Nefsini yen­ meğe

sıkışıp

ilmini

göresin.

Alış

tırırsan

senin

daha

yararlı

cudunun rumlu

koru

verişini için

ki,

daha

olur.

unutma.

duğu

zaman

seni

yakınlarından

endişe

ilme

malına

olmasına

olduğunu

âlemde

kendini

itibar

de

fayda

birisine

yap­

vermen

etme,

açısından

zenginliğine,

Onların

onların

kedere

ltılarsa,

iki

güvenilir

güvenme. Yarın

ve

her

yapmayıp

hayırlı,

Dünya

sıhhatli

amelinle

kendin

hesabı

senden

düşmeyesin.

Eğer

ona

olduğunu

sen

yakın

vü­

hepsinden

so­ sorul­

devlet

reisi

kimseye

söyleme. Çünkü devlet başkanma yakın olduğunu öğrendiler mi sana birçok işlerini gördürmeye kalkarlar. Eğer işlerini yapmaya başlarsan bu defa devlet başkanınm sin. Eğer işlerini yapmazsan bu seferde sana

gözünden düşer­ küsüp ayıplama­

ya başlarlar. Halkın seyi ye

hatasını

kötülükleriyle de

Eğer yip

anlatma. o

bir

söyleyiniz

ki,

olasa

hadis-i halk

bir

O

mevki

o

mevki

tenbih

riayet

kötü

ve

aitse

Nitekim kötü Bu

Öyleyse

dini bir sapıklık da yardımcın olur, bozuk

dindeki

iyiliği

bir

kim­

ve ile

kimse­ onu

halka

an.

söyle­

Peygamber

(S.A.V.)

kimsenin

isyanını

bir kimse

mevki

ve

rütbe

sen,

mevki

ve

rütbe

gördüğün zaman sen halk da senden çeki­

fikirlerini

bozuk

Eğer anma

zaman

et.

sakınsın.

sahibinin

o o

Asi,

buyurmuştur..

sahibi,

et.

olarak

bul

dine

şerifinde:

sahibi bir kimsede bunu söylersen Allah Eğer

onu

iyiliğini

ondan

bile»

nir.

iyiliklerine sa

kötülükleri

uymamalarını

efendimiz sahibi

Onun

kimsenin

ona

gizle, tanıdın

kimse

görüşünü

benimsemez.

senin

yokluğun­

da çekinmeden söylüyor ve aynı fikirde ısrar edip duruyorsa, o şak

zaman ve

bilgiye

konağına

inandırıcı sahip

git,

bir

olduğunu

kendisini

dille

yalnız

kendisine

görür

ve

yeni

gör,

nasihat

güzellikle, et.

fikirler

dan ise onunla ilmi tartışmaya giriş. Kitap ve sünnetten

781

Eğer

ortaya

büdik-

yumu­ ilmi

bir

koyanlar­

ERZURUMLU ÎDP.AHİM HAKKI HAZRETLERİ lerini

anlat,

inanır

ve

kabul

ederse

ne

güzel,

etmez

ve

fikir­

lerinde ısrar ederse kızmadan çekil git. Ölümü

bir

tan

rahmet

et.

Mezarlıkları

meye

git.

pılan

an

ve

et.

Şeyhleri

küfür

gitme.

Ezan

camiye

Hocaların

Kur’an-ı

oynanan

toplantılara evvel

çıkarma.

iste.

ziyaret

Oyun

herkesten

hatırından

mağrifet

Kerim

ve

Allah’ devam

mübarek

yerleri

gör­

bayağı

konuşma

ya­

okunur

okunmaz

hazırlan

ve

Komşuların

ayıp

edilen

git.

için

okumaya

ve

ve

kusurlarını

kimseye söyleme. Sana lah’a

Lir



için

yaklaştıran

rilik

etme

uzak

ki

Fakir

dirme.

Dünya

Hâris

Doğruyu

işlerinde

olsun.

doğruyu

ve

yalancı

hiçdiı*,

ve

seni

malınla

olma

katma

halini

söyle Sakın

merhametli

zaman,

bir

anlat.

ve

yanlışa

insaf

düştüğün malı

daima

kendisine

sevilesin.

kalmıyasın.

Bütün

danışana

fiillerini

ki,

insanlıktan

ki,

zarar

ol.

Doğruluk

ihtiyaçlarını

görmiyesin. âdetin

kimseye

değersizdir.

Değersiz

kalma

hakir

Al­ cim­

olan

bil­ dünya

malına karşı haris olma. Himmetini meyesin. bakıp ver

yürü. ki,

ehli

yükselt,

Yolda

yanında

rini

üstün

bir

sana

olan

fazla

ebedi ki,

laf

bile

tut

devlete

ilim

ücretini

saygıyı

alçak

olan

yaptır

duruma

ve

düş­

bakmadan

yapma,

gereken

dünyayı

ve

adama

ki

soluna

pazarlık

adamları

hakir

daha

doğru

sağına

Hamamcıyla

hamam

yanında

alçakta

yürürken

fazlasıyla

göstersin.

ki,

Hak

eresin.

amel

önüne İlim

Taâlâ’mn

Dünya

işle­

uğraşma

im­

tartışmayı

bil-

ile

kânını bulasın. Sakın miyen

delilerle

ve

buna

bir

dayanamıyan

etme. yahut

için

halkla

türlü

mesele

ve

ma.

Çünkü

onlar,

senden

çekinmedikleri

meye

mahcub

etmeye

bahisler

çalışırlar.

Karşılıklı sırf

bir

anlatan gibi

Senin

mevki

kapmak

âlimlerle

konuş­

seni

küçük

doğruyu

düşür­

söylediğini

bilseler bile yine sana muhalif hareket ederler. Büyük onlar

seni

luluk

içinde

çağırmadıkça

ve

ileri

gelen

çağırmadan bulunduğun sen

öne

zatların

sen

yukarılara

zaman gitme.

onlar Kadm

782

toplantısına çıkıp seni ve

girdiğin

oturma. namaz

gençlerin

Bir için

zaman top­ ileriye

toplandıkları

MARİFETNAME gezinti

yerlerine

gitme.

Zulmün,

haramın

işlendiği

toplantılara

katılma ki onlarla ortak olup zarar görmiyesin. İlim leri

meclislerinde

anlatma.

terken, lara

ki

o

halk

uygunsa ve

da

yerine

senin

bilgiç

kuşkuya onu

söylemek

Bayağı biri

onu

yalana

bir

bulun. sanıp

orada

da

onunla

dinliyecek

bir

zaman

talebeni

is­

gerçekleri o

söylesin.

o

hikâye­

yapmak

on­

övünmesinler

Eğer

iken

istemiyorsa,

yakın

toplantı

Bildiğin

düşmesinler.

siz

öğretmek

ve

için

toplantıda

onu

huzurunda

şeriata

kızma.

âlimlerden

muhakkak

anlat

senin

Eğer

âlimin Şayet

ve sözü

yanında

kalkar

gider,

ora­

bırakırsın

ki

âli­

o

min ne söylediklerini ve ilminin derecesini öğrenesin. Bidatla

karışık,

tılara

gitme

rakma

ki

bir

ve

oraya

namazlarını

rışma.

Anne,

düşüp

ve

şeyler

de

olarak

dinleyici

bırak,

hayırlı

bı­

Büvendiğin Cenaze

böyle

dualar

toplan­

olarak

olmasınlar.

gönderebilirsin.

hatiplerine

hocalarına

konuşulan

orada

kötümser

dinleyici Cuma

baba

muhallif

talebelerini

tereddüte

kimseyi,

bayram

şeriata

kendi

işlere

yapmayı

ve ka­

ihmal

etme. Bütün men

bu

için

söylediklerimi,

tavsiye

ettim

sırf ki

senin

iyiliğin

halkı,

Hak’ka

ve

bu

yolda

yöneltip

git­

yüzlerini

âhirete çeviresin. Maksûdun eğer din ise dünyadan geç Allah’a yönel cümle eşyadan geç,

KISIM: 5 Ulu

velilerin

ve

büyük

şeyhlerin

dış

işlerdeki

hareket

tarz­

ları. Ey aziz! Büyük adetlerini retmiş

ve

veli

Hasan-ı

âşıklar tavsiye

sultanı

Basri

hazretleri

dış

Habib-i

Acemi

olan

buyurmuşlurdır

ki:

«Ya

işlerindeki

Habib!

lına göre konuş seviyesine göre muamele et. Bütün işlerini

yüksek

hazretlerine Herkesle

öğ­ ak­

ERZURUMLU İBRAHÎM HAKKI HAZRETLERİ

yumuşaklıkla, acele etmeden dikkatli bir şekilde yürüt. Dünya ve âhiret ehlinden her sınıfa karşı, onların huylarına göre ha­ reket et ve onlarla yumuşak bir şekilde konuş. Alçak ve kötü insanların bir zararına tahammül et ki, on zarardan kurtulup on fayda kazanasın. Müslümanlara ikramda bulun, hürmet ka­ zan. Bil ki bu ikramı sen, Cenab-ı Allah’a yapıyorsun. Dilini güzel konuşmaya alıştır. Daima hayır söyle, tatlı cevap al. Bü­ tün insanlar için iyilik İste, herkese şefkat gözü ile bak. Her­ kesi iyi bilip kendinden üstün gör. Malını, canını herşeyini Al­ lah için kullarına sadaka ver ki, senden razı olsun. Hiç kimse­ den bir şeyi isteme ki, ahlâkın en yüksek derecesini bulasın. Yolda giderken kitap, elbise veya bin altın değerinde de olsa kaybettiğin bir şey için üzülme, o şeyden vazgeç ve yolu­ na devam et. Onu bulmak ve almak için ne kendin geriye dön, ne de başkasını gönder. Yolda giderken göriye dönüp bakma. Şayet geri dönmen gerekirse, sırf başını çevirme bütün vücu­ dunla dön. Sana arkandan bağınrlarsa cevap verme. Bir yeri, zamanı, günü, insanı ve hayvanı uğursuzluğa değil, hayra yor. Fakirleri, zenginlerden üstün tut. Âhiret ehlini dünya eh­ line tercih et. Bütün hallerinde dini âdâbâ göre hareket et. İl­ miyle amel eden âlimlerle sohbet et ki, hadis, tefsir ve dia il­ minden büyük bir haz alasın. Cahil mutasavvuflardan uzaklaş, sohbetlerinden kaçın. Namazlarını cemaatle kılmaya, vaiz mec­ lislerinde bulunmaya gayret et ki, büyük sevaplar kazanasın. Ancak müezzin, imam, vâiz ve şeyh olma. Mevki sahibi olup şöhret yapma. Kaza mahkemesine varıp da başını kavgaya sokma. Kimseye vekil, vasi, mütevelli ve sebep olma. Zengin ve âmirlerle kalkıp oturma ki belâlardan uzak kalasın. Kadın ve gençlerle sohbet etme ki, âleme rüsvay olmayasın, gülünç du­ ruma düşmeyesin. jKimsedşn bir şey isteme, özellikle emanet bir şey alma ve kimseyi çalıştırma. Dünya ehlinin hizmetine gitme. Harama el uzatma. Dinini dünya menfaatleri uğruna satma. Kendi evinde minnetsiz otur, rahatına bak. Din ilimlerini yaymaya çalış. Eşine, çocuklarına adaletle muamele et. Terbi­ yelerinde şefkatli ve yumuşak davran. Allah’ın yaratıklarına karşı öfkeni yen ki, Allah’tan karşılığıhı bulasın. Kin ve öfke­ 784

MARİFETNAME

ni her zamaıı yenmeğe çalış ki, gönüllerde dostluğun tadmı bulasın. Nitekim Peygamber efendimiz (S.A.V.) de birbirimizi sevip dost olmamızı emir buyurmuş. Sevgi ve dostluğa en bü­ yük sebebin do öfkeye hakim olmak olduğunu bildirmiştir. Cenab-ı Allah'ın sana ne şekilde muamele etmesini diliyor­ san aynıır. mahlukata yap. Hiç kimse hakkında yüzüne karşı veya arkasından indm*ceği laflar etme. Bir kimsenin üzüntü duyduğu olaydan sen sevinç duyma. Sana söven ve zulmeden­ leri affet. Alçak gönüllülere karşı alçak gönüllü ol, kibirlilerin gururunu ise hoş gör. Kendibine hizmet edenlerle oturup yemek yiyen, yoldan yü­ rüyenlere zarar verecek şeyleri yollardan toplayıp atan çocuk­ lara ve gençlere güler yüzle selâm veren, fakirle oturup dert­ lerini dinliyen, evine lâzım olan şeyleri çarşıdan alıp götüren, komşuların işlerini seve seve yapan kimse elbette ki mütevazıdır, alçak göncüdür. Memleketin ileri gelenlerini ağırla, âlimlere tazim göster. Zayıfları kolia ve onlara yardımcı ol. Senden büyük olana hür­ met et, ziyaretine gitmeyi ihmal etme. Küçüklere şefkat göster, bir şeyler vererek gönüllerini sevindir. Hediyeyi verenden te­ şekkürle kabul et ve fazlasıyla karşılığını ver. Öksüze, para, meyve gibi şeyler ver, okşıyarak gönlünü al. Sana gelen misa­ firleri güler yüzle karşıla, merhaba deyip hoş saf adan sonra kendilerine yer göster. Gücün yettiği kadar onlara ikramda bulun, yemek yedir, hizmet et. Derecelerine göre onlara izzet ve ikramda bulun, hürmet göster. Kalktıklarında o günün ne­ valesinden (meyve v.s.) vererek dış kapıya kadar onlan yolcu et, seâmet diledikten sonra geri dön. Vahşi veya ehli, bütün hayvanlara, kuşlara ve haşarata merhamet ve şefkat göster ki, Cenab-ı Allah da sana rahmet göstersin. Hayvanın yüzüne vurma ve hiç bir hayvana azâb etme. Serçeleri sebepsiz yere öldürme ve hiç bir hayvanı ateşe atma. Nitekim Ebud Derda (R.A.) hazretleri, çocukların elle­ rindeki serçeleri satın alır ve onları serbest bırakıp uçurturdu. Beslediğin hayvanların hizmetlerini gör veya gördür, onların yem ve sularını verdir. Hayvanın kulağından tutma, boynun­ 785

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ dan

tut.

İneğe

yük

bileceği

yemekten

nın

yerini

bir

vurup

bir

kesip

hayvanlan

öldürme. Çünkü

İnsanlar,

yaratıklara

Birinciler

melekler



etme.

her

gördüğü

bırakma.

Bunun

Hiç

büyük

ve

yiye­

bir

bir

hayva­

günah

ol­

sakın. Bir hayvanı bağlayıp nişan alma Hüdhüd, kurbağa, an ve kannca gibi

Geceleyin

ürkütme.

Kediye

ver,

kusurlu

duğunu Dil ve bundan ve ona kurşun atma. lan

binme.

lokma

gece

kuşları

onlar

için

yuvalarında en

emin

avlama,

ve

rahat

on­

zamanı­

dır. karşı

hareket

tarzlarına

göre

üçe

ay-

nlır: seviyesindedir.

hareket ederler. Herkese vindirmeye gayret ederler. İkinci iyilik,

ne

kısım de

rahat

insanlar

kötülükte

Halka

vermeye

ise

ölülere

bulunurlar.

karşı

melek

gibi

ve

gönülleri

se­

çalışır

benzerler. İnsanlara

Halka

ne

karşı

hayır,

ne

ne de

kötülükleri dokunur. Üçüncü ve

kısım

akrepler

insanlar

kadar

aşağı

ise,

halkın

seviyeye

arasında

canavar,

düşmüşlerdir.

Onlardan

yılan ha­

yır beklenmediği gibi şerlerinden korkulur ve sakınılır. Şimdi

sen,

in cdinse,

bari

eğer

bu

hususta

meleklerin

seviyesine

yüksel­

ölüler derccesindc kal ve sakın canavarlar ye yı­

lanlar

derecesine

dine

yakıştırdınsa

inme.

Eğer

bari

en

yüksek

aşağılann

dereceden

aşağısına

inmeyi

düşmeyi

ken­

kendine

lâyık görme. Tâ ki kızgın ateşlerin dibine düşmiyesin.

KISIM: 6

Bütün

runma

organların

günahlarının

âfetleri

ve

onlardan

ko­

çareleri ile unutkanlık, fakirlik ve zenginliğin sebepleri

Ey aziz, Edeb ehli şöyle demişlerdir Mü’mın âfetlerinden

kul,

yedi

organıyla

koruyabilirse

takva

tüm

vücudunu

ehli

arasına

dünyada da selâmet ve rahat eder.

786

üç girer

yüz

günahın

ve

her

iki

MARİFETNAME Şimdi

günahın

âfetlerinden

korunacak

olan

yedi

organı

ve

nasıl korunacaklarını anlatalım: Organlar: belli ları

Kulak,

olmıyan vardır.

göz,

fakat

dil,

el,

korunması

Unutkanlığa,

karın

ve

gereken

fakirlik

ve

tenasül

vücudun

zenginliğe

uzvu.

Bir

bütün

sebep

de

organ­

olan

nice

şarküan

din­

şeyler vardır ki bunlar eserleriyle tesbit olunmuştur. Kulağın Afetleri: ' i — Konuşulması doğru olmıyan sözleri dinlemek. 2



İnsanı

kötülüklere

sürükleyecek

sözleri

lemek. 3 —

Matah ve nağmeli

okunan Kur’an’ı dinlemek.

4 — Başkasının konuşmasını gizlice dinlemek. 5 — Kur’an ve hutbeyi dinlememek. 6 — Hâkim, âmir, sözlerini dinlememek. 7



Müftünün

ve

hoca, dini

ana, bir

baba

ve

meseleyi

koca

gibi

öğrenmek

kişilerin istiyenin

sözlerini dinlememek. 8 — Hâkimin, akraba ve şâhidin sözlerini dinlememek. Sormak zorunda kalmış bir sörufialünun sözlerine kulak vermemek. 10 — Zayıf kimselerin sözlerine kulak vermemek.

Gözün Afetleri: 1 — Kötü niyetle kadına bakmak. 2 — Bilerek başkasının avrat yerine bakmak. 3 — Zayıf ve yoksullara aşayılayıcı göz ile bakmak. 4 bakmak.



Dünya

Ş — Din zü ile bakmak. 6

işlerinde

işlerinde

kendinden

kendinden

üstün

aşağı

olanlara

Namaz kılarken gözünü yumup bakmamak.

7 — Hasmına, düşmanca bakmak, 8 — Şâhid ve davacılara bakmamak. 9 — Hâkim, düşman ve şâhidlere bakmamak.

787

olanlara

gıbtayla

benzeme

gö­

fcfiZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLER!

Diiin Afetleri:

1 — Küfür etmek. 2 — Küfür olduğu bilinen söz söylemek. 3 — Yanlış söz söylemek. 4 — Yalan konuşmak. 5 — Arkadan konuşmak. 6 — Söz getirip götürmek. 7 — Alaylı konuşmak.

8 — Sövmek. 9 — Zinâ hakkında konuşmak. 10 — Halka lânet etmek.

11 — İnsanları kötülemek. 12 — Çekişmek. 13 — Dövüşmek. 14 — Kinaye yolu ile yalan söylemek. 15 — înad etmek. 16 — Sim açığa vurmak. 17 — Bâtıl söze dalmak 18 — Halkın anlamadıklarını sormak veya yanlış şeyler

söylemek. 19 — İnsanları birbirine düşürmek. 20 — Öfkeli söz söylemek. 21 — insanların ayıplarını, kusurlarım .araştırmak. 22 — Büyüklerin yanında yersiz konuşmak. 23 — Ezan okunurken konuşmak. 24 — Namazda konuşmak. 25 — Hutbe okunurken konuşmak. 28 — Şafak ile güneş doğuşu arasındaki zamanda konuş­ mak. 27 — Tuvalette konuşmak. 28 — Cim'a ederken konuşmak 29 — Müslümana beddua eylemek. 30 — Zâlime, salahdan başkasıyla dua etmek. 31 — Kur’ân-ı kerim okunurken konuşmak. 32 — Câmi’de dünya kelâmı konuşmak. 33 — Başkasına kötü lakab takmak.

788

MARİFETNAME 34 — Fazla yemin etmek. 35 — Allahtan başkasıyla yemin etmek. 36 — Çok yemin etmek. 37 — Emirlik ve kadılık istemek.

38 — Tevliye istemek. 39 — Vasilik istemek. 40 — Kendine beddua etmek. 41 — İnsanların özrünü kabul etmemek.

42 -*** Kur’ân-ı kendine göre tefsir eylemek. 43 — Mümini tahfif eylemek. 44 — Başkasının sözünü kesmek. 45 — Amirinin sözünü dinlememek, red etmek. 46 — Bir şeyin helâl ve temizliğini, mahallini dan sormak, 47 Şaka yapmak. 48 — İnsanı yüzüne karşı methetmek. 49 — Hicv ile şiir söylemek. 50 — S e c i ’ ve fesahatta ihtimâm eylemek. 51 — Boş söz konuşmak. 52

başkasın­

Mâlâya’ni söylemek.

53 — Başkalarının yanında, birinin kulağına gizli söyle­ mek. 54 — Fâsıka yahut zimmiye selâm vermek. 56 •— Masiyet yolunu göstermek. 57 — Günah işlenmesine (masiyete) izin vermek. Elin Afetleri: 1

Haksız yere adam öldürmek.

2 — Bir kimseyi yaralamak.

3 — Bir şey çalmak. 4 —- Bir kimsenin yüzüne tokat vurmak. 5 — Hayvanın kulağını bükmek. 6 — Hayvanın yü/.üne vurmak. 7 — Haksız yere insanları dövmek.. 8 — Halkın malını çekip almak. 9 — Ganimet malından çalmak. 10 — Zenginin zekât, öşür, fıtra, keffâret ve lukatayı (bul­

duğu şeyi) alması.

789

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

11 — Hediyeyi verenin hüsn-i zannına muhalif olanın onu almasıdır. 12 — Bâttf vakıf dan almak. 13 — Sahih vakıftan, hizmet görmediği halde almak. 14 — Beytülmalin masraflarından olmıyanı ondan almaJ4 yahut yeterinden çok almak. 15 — Ev sahibinin izni olmadan hizmetçiden bir şey almak 16 — Leş, kan, şarab gibi ayn-ı haram olan şeyleri eline almak. 17 — Delinin ve çocuğun malını almak. 18 —

Hayvan ya’ni canlı resmi yapmak. Bakması haram olana dokunmak. 20 — Zimmilerle tokalaşmak. 21 — Kendi malım ayıblamak ve israf etmek. 22 — Kendi malını telef etmek. 23 — Malını gösteriş ve kötü yola harcamak. 24 — Borçlusunu soyup kendi alacağı kadar almak. 25 — Ziyâfet artığı yemeği izinsiz almak. 26 — Hamamda özürsüz uzuvlarını oğdurmak. 27 — Kendi hanımı ve câriyesinden ^.başkasıyla, el oyunu oynamak 28 — Santranç gibi oyunları oynamak. 29 — Tanbur gibi çalgıları usul ve makam ile çalmak. 19 —

30 — Güvercin oynatmak. 31 —Canlı hayvanları

nişana bağlayıp, ok, kurşun, yanut taş atmak. 32 — Hayvanlan birbirleri ile döğüştürmek. 33 — Cûriub, abdestsiz, hayız ve nifâs olanın Kur’an ve tefsire dokunması. 34 — Cünub, hayız, nifaslı ve abdestsiz olanın Kur’anı yazması. 35 — Söylemesi haram olan şeyi yazmak. 38 —Câmi’de veya cami’e giderken parmaklannı çıtırdat­ mak. 37 — Sahibinin izni olmadan malını alıp faydalandıktan sonra geri vermek. 38 — Bir mümini silâh ile korkutmak. 39 — Bir kimsenin bir şeyini şakadan aşırmaktır. 790

wm‘*

MARİFETNAME

40 — Perçem koyup traş etmemektir (Favorileri uzatmak) 41 — Kadının başım traş etmektir.

42 — Erkeğin sakalım traş etmektir. 43 — Bir tutamdan kısa olan sakalını makas ile almak. 44 — Kesilmiş tırnak ve kılları kenefe atmak. 45 — Kabir üzerindeki yeşülikleri koparmak. 40 — Mezarın lahdini kasden açmak. 47 — Sağ eliyle burnunu temizlemek

48 — Sağ eliyle istincâ etmektir. 49 — Parmağını önüne veya arkasına sokmak 50 — Gümüşten başka yüzük takmak. ■, 51 — Rüşvet alıp vermek. 52 — Gasb olunmuş (zorla alınmış) maldan verilen hedi­ ye, sadaka almaktır. 53 —; Elinden geldiği halde mazlumu kurtarmaktan el çekmek. 54 40 Ok atmayı öğrendikten sonra terk etmek. 55 Tırnaklarını kesmemek. 56

Elinden geldiği halde saz aletini kırmamak. 57 — Mümkün iken canlı resimlerini bozmayı

terk etmek

58 — Zayi olacak veya bozulacak eşyayı almamaktır.

; 59 S Malı ve hayvanı yanmaktan ve teleften kurtarma­ mak. 60 ,— Güneş batınca, çocuk ve hayvanlan içeri almamak 61 ,-^r Gece olunca kapıyı kapamamak. 62 — Kapların üstünü örtmemek. 63 — Mumu .lambayı söndürmemektir. 64 — Eşi varken el ile istimna etmek. 65

~ Kendi parmağını eşinin önüne sokmaktır.

Karnın Afetleri: 1& Haram yemek. 2 — Doyduğu halde yemeğe devam etmek. 3 |ğl Bedene zarar veren şeyi yemek. 4 — Çarşıda ve yolda ekmek yemek. 5 —- Kabristanda yemek yemek. 6 — Altın ve gümüş kaplardan yemek ve içmek. 791

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

7 — Oyun ve çalgı bulunan ziyafetten yemek. 8 — İftihar (övünmek) için yapılan yemeği yemek. 9 — özürsüz sol eliyle yemek. 10— Yemeğin ortasından yemek. 11— Beraber yediği kimsenin önünden yemek. 12 — Çentikli kadehten su içmek. 13 — Yemeyi, içmeyi hasta oluncaya veya ölünceye kadar terk etmek. 14— Yemek ve içmeyi terk etmekle, anaya babaya asi ol­ mak. Kırk günden çok çorba yemeği terk etmektir. Cim’anm Afetleri: Zinâ ve livâta eio • > (eı^ck erkeğe cinsi temasta bulun­ mak). 2 — Hayvanlarla temasta bulunmak. 3 — Hayz ve nifâs hâlinde cinsel ilişkide bulunmak. 4 — Cima’a tahammülü olmıyan küçük ehline temasta bulunmak. 5 — Hastaya temasta bulunmak. 6 f~ İnsan veya hayvan yanında cima’ etmek (cinsel iliş­ kide bulunmak) 7 — Satm aldığı câriyeyle istibrâdan önce cima’ etmek. 8 — Abdest bozarken kıbleye, güneşe veya aya yüzünü, yahut arkasını döndürmek. 9 — İnsan ve hayvan yiyeceği ile istincâ etmek. 10 — Yolda, vahut ınsaniaı.ıi toplantı yeri olan gölgelikte abdest bozmak. 1 — Ayakta su dökmek (küçük abdestini bozmak) 12 — Suya abdestini bozmak. 13— Birikintilere bevl etmek. 14 — Gusl abdesti alınan yerde bevl etmek (küçük abdest bozmak). 15— Leğene küçük abdest bozup, evin içinde bırakmak. 16 — Kendini burmak, yahut tenasül uzvunu kesmek. 17 Ehliyle cima'ı terk etmek. 18— Ehlinden izinsiz nutfeyi azl etmek (dışan akıtmak) 792

MARİFETNAME 19 — Sevdiğinden içtinâbı terk etmek. 20 — Sünnet olmamaktır.

Ayakların Afetleri: 1 — Günah meclisine gitmek. 2 — Ana baba ve hanımından izinsiz gazaya gitmek. 3 — Veba olan yerden kaçmak.

4 — Başkasının mülküne izinsiz girmek 5 — Kabirler üzerinde yürümek. 6 — Kadınların cenaze ile gidip mezarları ziyâret etmesi.

7 — Cünub, hayz ve nifâslınm mescide girmesi. 8 -r- Kıbleye ve kur’ana karşı ayak uzatmak. 9

İnsana yahut hayvana tekme atmak.

10 — Ayağıyla başkasının malını telef etmek. 11 — Zaruretsiz zâlimlerin kapışma gitmek. 12 — Yolculuktan dönünce ehlinin yanma habersiz gel­

mek. 13 Kg Câmi’de insanları rahatsız edip ileri geçmek. • 14 öl] Cum’a ve cemaata gitmemek. 15 — Öğrenme ve öğretmeyi terk etmek. 16 — Farz olan cihad ve hacca gitmemek. |||7 pp Özürsüz, çağrılan davete gitmemek. 18 — Acizin hizmetine gitmemek. 19 Ölünün yıkama ve defnine gitmemek. 20 5— Ücretle çalışanın, çalıştığı kimseye gitmemesi.

gitmemesi yapmaya gitme­

21Kölenin efendisinin huzur ve hizmetine 22 ^ Çocuğun, ana ve babasının işlerini

mesi. 23 — Kadının ev işlerini görmemesi. 24 — Tab'amn valiler emri île gitmeyi terk etmesidir. Yedi uzvun afetleri bunlardır.

Bütün bedenin Afetleri ise: 1

Boyun kınp raks etmek.

2

Avret yerini açmak.

3 — İpek elbise giymek. 4 — Bedenini harama değdirmek.

793

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

5 H» Haram evde durmak. 6 — Anaya babaya âsi olmak. 711| Sıla-ı rahmi terk etmek (akrabalarla ilgiyi kesmek) 8 — Koca hakkını gözetmemek. 9 — Kan hakkını gözetmemek. 10

Çocuk düşürmek ya da yapmamak.

11 1—Yabancı kadınla yalnız kalmak.

12 — Erkeğin kendini kadına benzetmesi. 13

Kadının kendini erkeğe benzetmesi.

Kölenin efendisine âsi olması. 15 — Efendinin kölesine eziyet etmesi. 16§f! Komşuya eziyet etmek.

14 —

17 — Kötü insanlarla arkadaş olmak. 18 — Esneyince ağzını açmak. 19 — Yol üzerinde oturmak. 20 — Güneşle gölge arasında oturmak. 21 — Halka ortasında oturmak.

22 — Başkasının yerinde oturmak. 23 — Câmi’de dünya işi^jglemek. 24 — Eğilerek selâm alıp vermek. 25 —r İnsanlara büyü yapmak. 26 —

Nazar boncuğu gibi şeyleri boynuna asmak.

27 — İğne ve sürme ile düğüm vurmak. 28 — Bıyıklarını uzatmak. 29 — Hür kadının mahremi olmadan yolculuğa gitmesi. 30 — Hayvanın üstünden inmemek. 31 — Üç arkadaşın aralarında birini emir edinmemesi. 32 — Arkadaşı geri kalınca, onu beklememek. 33 —

Kadının eğer üzerine binmesi.

34 — Vehme yemeğini terk etmek. 35 — Yüzü koyun yatmak. 30 — Sipersiz dam üstünde uyumak. 37 — Eli yağh yatmak. 38 —

Yanında köpek tutmak.

39 — Yolda binek hayvanının boynuna çan asmak. 40 — Bir iki kişinin yalnız yolculuğa çıkması. 41 — Scğan ve sarımsak yeyip toplantıya gitmek. 42 — Abdesti terk etmek,

794

MARİFETNAME

43 — Guslü terk etmek. 44 — Namazı terk etmek. 45 — Ta’dil-i erkânı terk etmek 46 — Cema’atı terk etmek. 47 — Safları düzeltmeyi terk etmek, 48 — îmama muhalif hareket etmek, 49 i— Cum’a namazım terk etmek. 50 — Zekât vermeyi terk etmek. 51 — Ramazan orucunu terk etmek. 52 — Kazaya kalan namazlarını kılmamak. 53 — Keffâretleri yerine getirmemek. 54 — Adakları yerine getirmemek. 55. — Sadaka-ı fıtri terketmek, 56 — Kurban kesmeyi terk etmek. 57 — Haccı terk etmek 58 — Cihâdı terk etmek. 59 — Namaz kılmayan kadını yanında tutmak. 60 — Din kitaplarını başına yastık etmek. 61 — Çalgı âletlerini evinde saklamak. 62 — Tehlikeli gemilere, vâsıtalara binmek. 63 — Kuşlan kafeste habsetmek. 64 — Bakkala borçla eşya almak. 65 — Asık suratla satış yapandan alış veriş yapmak. 66 — Müsrife sadaka vermek. 67 — Cami’de dilenciye sadaka vermek. 68 — Allahü Taâlâ’nın ismi yazılı olan kâğıda bir şey sar­ mak ve koymak. 69 — Kur’ân okumasını .unutmak. 70 — Faiz almak ve vermek. 71 — Yiyecek maddelerini ucuz alıp stoklayıp pahalı sat­ mak. 72 Şehre gelen yiyecekleri yolda karşılayıp almak. 73 — Esiri yakınından ayırmak. 74 -Ş5. İne’dir. Parayı, şer’i devir ile faydaya vermek. 75 — Şehirlinin köylüye fazla semenle (değer üe) veresiye satması. 76 — Kendine lâzım olmıyan satılık malın fiatını yükselt­ mek.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ 77 — 78 —

Hatibin uzun hutbe okuması. Zengin olanın borcunu ödemede ihmal etmesi. 79 — Sadaka için vekil olantn, o sadakadan kendine al­ ması, 80 — Yanlışlıkla alınan şeyin, kendi yanında kalan bede« liyle faydalanması. 81 — Mezar üzerinde mum yakmak. 82 — Verdiği hediyeyi geri almak. 83 — Çarpışma esnasında kâfirden kaçmaktır. . jte bu afetlerden sakınan dinin edeb ve erkânı ile takvâ yoluna giden kimse iki cihân saadetine erişir. Hafızayı kuvvetlendiren ve Ezberlemeyi, kolaylaştıran Sebepler: 1 — Az yemek. — Çok tekrâr etmek. 3 — Geceleri namaz kılmak ve ibâdet etmek. 4 — Salatü selâmı çokça getirmek. 5 — Kurân-ı kerimi çok okumak. 6 — Bütün günâhlardan el çekmektir. 7 — Misvak kullanmak. 8 — Her sabah aç karnına bal içmek. 9 — Her gün aç kamına yirmibir tane kırmızı kuru üzüm yemek. 10 — Balgamı gideren her şeyi yemektir. 2

Unutkanlığın sebebleri: 1 — Çok günah işlemek. 2 — Çok düşünmek ve üzülmek. 3 — İşinin çok ve dağınık olması. 4 — Taze geşniz yemek. 5 — Ekşi elma yemek. 6 — Deve katan arasından geçip gitmek. 7 — Ense çukurundan kan aldırmak. 8 — Mezar taşlarındaki yazıları okumak. 9 — Asılan adamın yüzüne bakmak. 10 — Canlı biti yere atmak. 796

MARİFETNAME

Fakirliğin sebebleri: 1 — Günâh işlemek. 2 — Yalan söylemek. 3 — Sabah vakli uyumak. 4 — Bir gün bir gecede sekiz saatten çok uyumak. 5 — Soyunup çıplak yatmak. 6 — Çıplak iken abdest bozmak. 7 — Bir yanı üzerine yaslanıp ekmek yemek. 8 — Ekmek kırıntılarım yere dökmek. 9 — Cenabet iken ağzını yıkamadan yemek, 10 — Soğan ve sarımsak kabuklarını yakmak. lİ'.—r Geceleyin evi süpürmek. 12 — Çöpleri evla/,içinde biriktirmek. 13 — Yaşlıların önünden yürümek. 14 — Anne ve babasını isimleri ile çağırmak. 15 — Eline geçen çer çöple dişlerini kurcalamak. 16 — Toprak ve çamur ile ellerini yuvmak. 17 — Eşik üzerinde oturmak. 18 -r=- Kapının bir kanadına dayanmak. 19 — Helâda abdest almak. 20 —» Elbisesini üzerinde dikmek. 21 — Yüzünü yıkayınca eteğiyle silmek. 22 — Evde örümcek yuvası saklamak. 23 — Namazı kılmada gevşek davranmak. 24 Sabah namazını kıldıktan sonra cami’den erken çık­ mak. 25 — Her sabah çarşıya erken gitmek. 26 — Çarşıdan eve geç dönmek. 27 Dilencilerden ekmek kırıntılarını satın almak. 28 — Kendi evlâdına beddua etmek. 29 — Biti ateşe atmak. 30 — Gece kapların ağzını açık bırakmak. 31 —- Mumu, kandili nefesle söndürmek. 32 — Boğumlu kalemle yazmak. 33 Dişi kınk tarakla taranmak. 34 — Anne, baba ve hocasına duayı unutmak. 797

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

35 — Sangını otururken sarmak. 36 — Ayak donunu ayakta giyyiek. 37 — Dilenciye kızıp boş çe^rmek. 38 — Kısıp ihtiyacından harcamak. 39 — İsraf edip haddini n çok harcamak. 40 — Geçim isIfM imîr gevşek davranmak. 41 — Kapısız e--d' güce yalnız yatmaktır. Zenginliğin sebebi eri-, 1 — Fakirlere sadaka vermek. 2 — Herkese tatlı dilli olmak. 3 — Herkese karşı güler yüzlü olmak. 4 — Güzel yazı yazmak. 5 — Seher vakti uyanmak 6 Ev üe kapı önünü de süpürmek 7 — Kaplan iyice temizlemek. 8 — Beş vakit namazın farzlannı ta’dil-i erkân ve vak­ tinde kılmaktır. 9 — Kuşluk namazı kılmak. 10— Her gece Tebâreke sûresini okumak. 11 Ezandan önce mescide gitmek. 1 — Devamlı abdestli durmaya çalışmak. 13.— Sabah namazının sünneti ile vitir namazını evinde kılmak. mP| Fecrin doğmasından, güneşin doğmasına kadar dün­ ya kelâmı etmemek. 15 —- Vitri küdıktan sonra konuşmadan yatmak. 16 İjjŞ Kadınlarla az oturmak. 17 — Boş söz konuşmamak. 18— Az konuşmak. 19 — Sabahm sünneti ile farzı arasında yüz kere «Sübhânallahi ve bihamdihi sübhânallahil azîm» demek. 20 — Her cuma günü yetmiş kere: «Allahümmegnini bihalâlike an haramike vekfini bi fadiıke ammen sivâk» duasını okumaktır. İmam Muhammed GazâJi (rahmetullahi aleyh) hazretleri­ nin bu münacâtı iki dünya saadetini câmi olduğu muhakkak­ tır: 798

MARİFETNAME

«Allalıüme innâ nes’elüke minen-nimeti temamihâ ve minel’ismeti devâmihâ ve minerralımeti şümûlihâ ve minel âfiy" yeti husûlihâ ve minel’lşi ergadehü ve minel umu es’adehü ve minel fadlı a’zebehü ve minellütfi enfealıü ve minel ihsanı etemmühü ve minel-en’aım c’ammehü.» Allahümme kün lenâ ve lâ tekün aleynâ ve hakkık bizziyâdeti âmâlenâ vakrun bilâfiyyeti gudâvvena ve âsâlena vehtim bisseâdeti âcâlenâ vec’al ilâ rahmelike masiranâ ve mâlenâ vesbub sicâle afvike alâ zünübina vemniin aleynâ bi ıslâhı uyubinâ vec’alittakvâ zânedâ vel'afiyyete libâsenâ ve lı dinike ictihâdenâ ve aleyke tevekkeinâ ve itimadına vel cenneti meâbenâ. Allahümme sebbitnâ alâ nehcil istikameti ve eiznâ min mücibatin-nedâmeti yevmel kıyâmeti ve haffif annâ sikelel evzân verzuknâ işetel ebrârı vekrinâ vasnf annâ verrel-eşrân va’tık nkabenâ ve nkabe âbâ’inâ ve nkabe ümmetâtinâ ve nkabe cemiril-müdinlne vel-müminatı minennâr, yâ Aziz, ya affâr, yâ Çelil, ya Cebbâr, ya Muheymin, ya Settâr, ya Allah bifadlike ve cûdike ve keremike ya ekremel ekremin, bir rahmetike ya erhamerrahimin!» SON SÖZ Yukarıda anlatılan taat ve ibâdetleri ve burada bildirilen muamele edebleri velilerin1 âdetlerini insana kolaylaştıran İlâ­ hi isimlerle sıfatların ansını ve rûhu sevindiren Allah'ın vah­ deti: Ey Aziz! Vahdet ehli şöyle demişlerdir: İnsanın nefsi şehvet meyli ile galib ve diri, kalbi sâhibinden gafil ve ölü, aklı cism ile tabiatın karanlığında şaşkın ve mahbus, rûhu çokluk sebebiyle, vahdetten utangaç ve üzün­ tülü oldukça, taat ve ibâdet ona zor olur. Böyle bir insanın Günâh ve şehvetlere meyli çok olur, insanların hukukunu gö­ zetmek, edeblerine riâyet etmek ona ağır gelir. Uygunsuzluk, ihmâl ve gevşeklik nefsine kolay gelir. Böylece o kimse, rabbi799

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

ne taatsiz, odeb ve erkmişiz, insanlıktan habersiz kalır. Çünkü bu gibi kimseler, çok yemek, içmek vo uyumak arzularıyla do­ ludur. Hayvani sıfatlarla sıfat tanınıştır liaşka lıir ûlorııde ya­ şar ve sırf nefsin şehvelleri ile meşgul oiuı. Fakat eğer o ham ve bilgisiz olan kimse, günlerce yemeği, uyumayı ve konuş­ mayı azaltsa, insanların sohbetinden uzuklaşsa, gece ve gün­ düz Lâilahe illallah kelime i tevhidi uzun nefes ile tekrar edip, hâtıra ve düşünceleri gidermekle kalblerin sâhibi olan Allah’a yönelse, kelime-i tevlıîain devamında yerleştirilmiş olan vah­ det nûru onun kalbine dolar ve o vahdet nuru her yönden kâinât sahifelerine aksedip alemdeki karanlığı ve kalbleri karar­ tan her şeyi yok eder. Allah'tan başka olan her şey bu nûrla silinir. Böylece tavır ve hareketlerin çokluğu ona (arife) hayal gibi görünür ve vahdet âlemini bulur. Bu hale gelen zatm o vakit hayvânı nefsi ölüp, insani nef­ si olan kalbi hayât bulur. Mücerred (soyut) aklı tabiat zinda­ nından çıkıp, Rahmâni lütuflarm fezasına gelir. Rûhundan çok­ luk perdeleri kalkar, Vahdet güneşi basiretle müşâhede olu­ nur Kendi beşeri sıfatları yok olup, Hakkın emrine tazîm ve hürmet eder, her mahlûkuna şefkatle dolar. O'nun güzel isim­ leri ile sıfatlanır. Bu duruma ulaşmış olan zat, bütün günah ve kötülüklerden ikrah ve nefret duyar. Allah’a ibadet ve taati her şeyden daha lezzetli ve tatlı bulur. Onun mahlûkatına merhamet, muhabbet şefkat ve hürmet ile hizmet eder. Onun için ne gam, ne üzüntü, ne elem, ne keder, ne hastalık vardır. Ne kimseden korkar, ne de kimseden bir şey bekler. Ancak Al­ lah için, O'nun bütün mahlûklarına lutf ve yumuşaklıkla mua; mele eder, edeb ve hürmetle konuşur. Zirâ o, her mahlûku!, gölgeler gibi sâhiblerine uyup gittiklerini, duruş ve hareketle­ rinde âlınları yed-i kudretinde olan hareket ettiricilerinin em­ rinde boyunlarını büküp yürüdüklerini ve istenen her yöne gittiklerini görür. O zaman o ârif, kendi alnı yed i kudretinde olan sâhibinden bir an gâfıl olma/ İliç kimseye meyi ve itimâd etmez. Hiç kimseden eziyet ve sıkıntı bulmaz. Ona göre büyükle küçük yenginle fakir, akraba ile yabancı, iyi ile kötü, yakın ile uzak hep birdir. Her işi Hakkın kudretinde her işi yakmen O’ndan 800

MARİFETNAME bilir, hizmetçileri, dostlan ve düşmanlan kendisine ne yapar­ larsa yapsınlar, hakkmda ne dilerlerse dilesinler, ancak Allah’ ın muradı ise o olur. Zira o razı olan kul, teslim ve nzâ ile ken­ di nefsinden ve arzulanndan vaz geçmiştir. Mevlâ’ya kavuş­ maktan başka muradı kalmayıp Hakkın muradını kendi murâdının aynı bulmuştur. Cenab-ı Hak, kullannm eliyle her ne iş yaptırmışsa aynen onun muradı olmuştur. Onun için o fâzıl, üstün zat, herkese afv ve insafla davranır, Cenab-ı Hakkın kendisine yüklediği, insanlann sıkıntılarına istiyerek ve nzâ ile katlanır. Hak taâlâ’nın bu sıfatlamalanna karşılık olan isimlerinin 2uhuru için onu aşağılık, alçak gönüllülük, ıztırar, kmlma alıp, her gönülde onunla edebli olur. Hak taâlâ da onu sever. Halkın dili ile ona mehd-ü sena eder.

O zaman o kâmil zat, vahdeti çoklukta ve çokluğu vahdet­ te bulur. Ona göre uzlet ve sohbet birdir. O cismini halka, kal­ bini Hâlıka verip, huzur ve sürüre dalıp Hak ile kalır. Halk ile her muamelesi, Hakka uygun olur. Bir şeyden zühd etme­ yip, her şeyi kendi yerinde kullanılabilir. Her varlığı Allahü taâlâ’nın işaret ve alâmeti görüp, Habib-i Hudâ gibi ta’zim ile muamele eder. Kalblerin sevgilisi olup iki dünya saadetini bu­ lur. Şirk ve şek azabından kurtulur Tevhid ve irfân ile zevk-u safa eder. Yâ rabbi bize de nasib eyle. Onların sevgisini ihsân et ve bizi onlarla beraber kıl.

NAZIM Bu tevhid oldu aslı her kemâlin Kamu zevka çü tevhid oldu mebde Azaba bâis olan şirk ü şektir Kişinin şirki denludur azâbı Kişinin şirkten pâk olsa canı. Bir işi Zeyd ü Amrin bilmeyeydi Gel ilmi Zeyd ü Amra tapmağı koy Usât-ı mü’minini yaktığı nâr Eğer şirk hafidir, ger celidir 801

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

Hudâ kılmaz velisine azâbı Bu ma’nadan ona kim ere irşâd Muvahhid eylemez hiç gayrı isbât Rivâyet kılınır ki pîr-i Bistâm O denlü cidd ü sa’y û dikkatiyle Bakıp her hâline o merd-i faik Demiş bir Hakka lâyık iş yok elhak Denilmiş bilmez misin süt yediğin Bu sözle bulunur mu sende tevhid Uyan gafletten imdi âkil isen Ölüp gitmezden evvel koy hevâyı Sivâ-yı Hak, hevâyile hevestir Çü sen irfân için geldin cihâne Nedir dersen eğer anın tarâkı Salâha gerçi her ma’ruf yoldur Ki terk eyler mukaddem masivayı İrişir sonra hoş tevhid-i zâta Bu tevhide eğer ermek dilersen Hemân zikr ile dâim kar’-ı bâb et Dilersen olasın makbul-i hazret Dilersen kim kabûl ede seni Rab Gözet yerli yerinde her makamı Hakikat eylesin sırrında cevlân Hablbullaha sen kıl iktidâyı Ki şirk ü şektir aslı her dalâlin. Azâb-ı ekbere şirk oldu menşe. Eren tevhide zevk etmek gerektir. Er isen gayet eyle içtinâbı. O görmez hiç azâb-ı dü cihânı, Azâba cism ü canın salmayaydı. Kamu enva’-ı şirk ü şekten el yu. Anın çündür beyim şirk-i hafi var. Kamudan pâk olan lâbüd velidir. Veli ol, şirkten kıl içtinâbı. Bir işi Zeyd ü Amra kılmaz isnâd. Ki et-tevhidü iskat ül-izâfât. O şeyh-i Bâyezid ol sâhib-ikdâm. Odenlu halvetiyle, uzletiyle.

MARİFETNAME

Arayıp bulmamış bir Hakk’a lâyık. Meğer var ise, tevhidim var ancak. Yüreğim ol süt ağnttı dediğin. Aceb sen nerdesin, yâ kande tevhîd. Muvahhid ola gör ehl-i dil isen, Hudâyı bil, yok anla mâsivâyı, Bil ancak Hakkı kim, Allah beştir. Hiç etme arada türlü behâne, Bilir Hakkı bilen nefsin hakiki, Hakikatta ve likin sâlih oldur. Geçer nefsinden ol anlar Hudâyı. Bakıp kalmaz bu ef’alü sıfâta. Saray-ı vahdete girmek dilersen, Sivâyı terk edip ref’-i hicâb et, Müeddeb ol bulasın tâ ki kurbet. Müeddeb ol, müeddeb ol, müeddeb Ukul-ı nâsa göre de kelâmı, Şeriat zâhirin hıfz etsin ey can. Sırât-i müştekime git hüdâyı.

MÜNÂCAT Bismillahi varlığın açıcısı. Velhamdülillahi her varlığın mazharı. Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerikeleh (Allahdan başka ma’bud yoktur. Ortağı benzeri yoktur). Allahü ekber! İş Ondan başlar ve yine Ona döner. Ve sûbhânallahi Ondan başka meşrûd, O’ndan başka ma’bud yoktur. Birdir, tektir. Onun gibi bir yoktur. Onun bir ve var olduğunu gösteren delil ve. işâretler her şeyde vardır. Sim idrâkten münezzehdir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim. Her haynn Onunla inmesini, her zararın Onunla gitmesini, bütün kapalı, yolların Onunla açılmasını ümid ederim. Biz Onun içiniz ve Ona dönücüyüz. Umulan, düşünülen ve hakiki maksad O Allahdır. llhâm, anlayış ve cömerdlik O’ndandır. Ondan olanlar­ da beğenmemezlik, kavga ve inad yoktur, içi ehadiyyet, dışı 803

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ

vahdaniyyetledir. Onunla hiç bir şey yoktu, şey ise hakikatta yoktur. Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın O’dur. O her şeyi bilicidir-, olmadan ve olduktan sonra. Kendini medheden O’dur. Hamd eden de hamd edilen Odur. Zâtı bir, isim ve sıfatları birdir. Cüz’ileri ve küllileri bilicidir. Belki mevcûd yalnız Odur. Yâ rabbi, bu hâzinenin kapılarını bana aç! Bu işaretlerin hakikatlarını bana bildir. Beni huzurunda bulundur. Yalnız sana döneyim. Seninle olup, kendimi görmiyeyim. Tecellinin zuhûru ile bütün sıfatlarımı yok eyle. Senden başkasına dönen yüzüm olmasın. Müşahedem yalnız sana olsun. Yâ rabbi, bana rahmet ve inâyet nazan ile nazar eyle. Be­ ni, her şeyden koru, senin müşâhedene bir şey perde çekme­ sin. Yalnız seni müşâhede edeyim. Ey her şeyin yed-i kudretin­ de olduğu! beni tecellinle hudu üzre kıl. Ey herşeyin kendisi­ ne döndüğü! Ey kendini, kendinden başkası hakkıyle bilmiyen! Ey mutlak var olan! Ey arzuların üstünde cömerd olan! Ey.Mevlâm! Sen bana benden evlâsın. Seni nasıl maksad edinmiyeyim! Halbuki sen kasd ve niyyetlerin ötesisin. Seni nasıl isteyeyim, istek ise uzaklığın kendisidir. Yakın ve hazır olan aranır mı? Sen bâtınsın, bilinemezsin, seni nasıl bileyim? Sen Zâhirsin, her şeyde bilinirsin, seni nasıl bilmeyeyim? Ehadiyyette varlığım olmayınca* seni nasıl tevhid edeyim? Seni nasıl tevhid etmiyeyim ki, tevhid kulluğun simdir. Sübhâneke lâ ilâhe illâ ente (senden başka ilâh yoktur). Senden başka bir yoktur. Sen Sensin. Senden başka ilâh yok­ tur. Ey işi bilinmez eden, sırrı gizliyen ve hayrete düşüren. On­ dan başka ilâh olmıyan. Yâ rabbi, senden ehadiyyet sırrının keşfini istiyorum. Ha­ kiki kul olmamı ve rubûbiyyetini idrâk etmemi diliyorum. Ben ancak şeninle vanm, senin dilemenle de yokum. Sen işe ken­ dinden öncesi ve sonrası olmayansın, bâkısm, hayysm, kayyumsun, kadimsin, bilensin, bilinensin. Ey kendini, kendinden başkası hakkıyle bilemiyen Alla­ hım! Senden, kendimden sana kaçmamı istiyorum. Senin için toparlanmamı diliyorum. Tâ ki varlığım, müşâhedem için yere 804

MARİFETNAME

olmasın. Ey maksudum! Ey ma’budum! Seni bulursam, birşey kaybetmiş olmam. Seni bilirsem, bilmediğim şey olmaz. Seni müşâhedeedince, sende fâni olunca, şenle beka bulunca ve müşâhedem sen olunca bir kaybım olmaz. Senden başka ilâh yoktur. Şâhid ve meşhûd sensin! Ey Karîb ve ey Mucib! Ey rabbim, ey her şeyi duyan! Bana seni duyur. Ey herşe­ yi gören! Beni şenle baktır. Ey Karîb ve ey Mucib! Ey rabbim, ey her şeyi duyan! Bana seni duyur. Ey herşeyi gören! Beni şenle baktır. Ey Alîm, bana senden öğret. Ey Hayy, beni zikrin ile ihyâ et. Ey Mürîd, beni kudretinle irâdemden kurtar. Arş ve zât hâzineni bana aç. Beni sıfatlarının nurları altında bulundur. Sübhâneke. Ey bana şah damarımdan daha yakın olan. Ey Fe’âlün limâ yürid (dilediğini yapan). Seninle vücudumu yok et. Vücu­ dum şenle-olunca yok demektir. Yokluğum şenle olup, beni barlığım düşüncesinden ayır. Dağınıklığımı sende yok olmakla lopla. Senden başka ilâh yoktur. Ey Ehad, ey Samed! Vücud şenledir, secdeler Sanadır. Benden Sana sığınırım. Kendimden yok olmamı Senden istiyorum. Yâ rabbi, benî ehadıyyet denizinin derinliklerine daldır. “Ferdaniyyet sultanının kuvveti ile beni kuvvetlendir, geniş rahmet fezana yükseleyim, Yâ rabbi, sen zâtınla kâimsin. Fiilinle ve sıfatlarınla zâhirşin. Vâhid-i ehad sensin; inandım. Ezelisin, ebedisin. Seninle, başkası yoktur. Sende fâni olmamı, Şenle beka bulmamı isti­ yorum. Yârabbi beni huzurunda varlığında yok et. Beni senden kesen her şeyden beni kes. Beni, benden kurtarıp Şenle meşgul eyle. Senden alıkoyan her şeyden beni koru, Yâ rabbi, Senin Varlığın haktır. Ben ise' yokum. Senin bekân zâtınla, benimki arazladır. Bu yok’a ihsânda bulun da, yok gibi olayım, Sen ise hep aynısın. Zevâl bulmazsın. Yâ rabbi, hey gaybda Bâtın sensin. Her açıkta zâhir sen­ sin. Sana nasıl münacât edeyim, münâci sensin. Nasıl nidâ ede­ yim, münâdi sensin. Senden başkasını düşünmekten beni koru.

Başkası yok, ben varım, ben de yokum, yalnız sen varsın. Sübhâneke. Yâ rabbi, taat Sana fayda vermez, isyân sana zarar verdmez. Kalbler melekûtu ve alınlar yed-i kudretindedir. Her şey Ona dönücüdür. Sırrımı, vahdaniyyetinin sırn ile takdis eyle. Rubûbiyet cemâlinin şarabı ile rûhumu sarhoş eyle. Aklımı ledünni ilmin ile süsle, kalbimi hazretinin nûru ile nurlandır, beni kötü huylarımdan arındır. Velim sensin, Mevlâm sensin. Ölümüm ve hayatım ancak senin elindedir. Yâ rabbi, beni bütün mahlûkatmdan kaybet! Alemdeki işlerinin tasarrufutı şûhuduyla muhafaza eyle. Yâ rabbi seni tevessül eyledim. Senden istedim. Senden başkasına rağbet et­ medim. Senden başkasını istemem. Senden başkasını taleb et­ mem Senden başka ilâh yoktur. Yâ rabbi, her şanda beni Şenle bulundur. Basiret gözümü tevhid fezasına aç. Herşeyin kıyamını seninle müşahade edi­ yorum. Bakışımı herşeyden çevir. Ey fadl ve cûd sâhibi. Ya rabbi, içimi ve dışımı âlemdeki pisliklerden temizle! Eşyanın hakikatim bana bildir. Hazretine yakınlığa engel olan herşeyden beni kurtar. Düşünce defterimden, a’yanın eşkâlini sil ve ona yakınlık sırrını yaz. Tabii ve beşeri zulmetlerimi, zâ­ tının nûrunun tecellisi ile gider.Ya âlimen bizâtıs-sudûr. Yâ rabbi, varlığımdaki benliğin fenâsını, şühüdumun kal­ masını senden istiyorum. Yâ mevcûd! Ya maksûdum! Yâ ma’ budum! Yâ hû! Yâ men hûhû! Ey, kendinden başka olmıyan. Yâ Evvel, yâ Ahir, yâ Bâtın. Sübhâneke lâ ilâhe illâ entel vâhid-ül ehad ül-ferd*us samed. Yâ kerîm birahmetike ya erhamerrahimin. Ariflerin münâcâtı ile bu kitabı bitirdim.

MARİFETNAME

NAZM: Hakksya ölmez oğuldur bu kitâb Kim bunu okursa, merd-i kâr olur Bu kitabı okuyanı, yazanı Andırır hayr ile ânı bi hesâb, Kim m l'ehm eyler o berhordar olur. Ma’rifet genciyle bay et yâ gani. Bu kitabın telif târihi 1170 (M. 1756) dır. Alimleri din ilmini ikrâm eden, ârifleri hakkul-yakîn ile şereflendiren Rabbil-âleminin huzurunda en büyük şefaatçi olan Peygamberimiz Muhamed Mustafaya salâtü selâm olsun!

807

MÂRİFETNÂME’den ORİJİNAL ŞEKİLLER

Bu bölümdeki şekiller; MARlFETNÂME’nin 1330 H. (1911 M.) tarihli Ahmet Kâmil Matbaası nüshasından alınmıştır.

Naşiri : İstanbul Sultan Bayazıt'da Çadırcılar Kapısı’nda Kınmi Yûsuf Ziyâ

797

799

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF